1 Nisan 2015 Çarşamba

BATMAN ve SONRASI,




BATMAN ve SONRASI,



Ümit OZDAĞ
1 EYLÜL 2005

Batman''da gerceklesen olaylar uzucu. 30 Agustos vesilesi ile bir araya
gelen devlet ve ordu yonetimi de olaylarla ilgili endiselerini basinla
paylastilar. Kara Kuvvetleri Komutaninin terorle mucadelede gelinen noktayi
anlatirken kullandigi ifade endise verici. Kara Kuvvetleri Komutani, ulkenin
"Filistinlestirilmeye" calisildigini soyleyerek, "artik terore karsi
mucadele eden silahli kuvvetlerin" mucadelesinin onune gecilmeye
calisildigini belirtiyor. Cunku, Batman''in kirsalinda Besirli ilcesi
yakinlarinda catisma devam ederken bir grup DEHAP''li catisma bolgesine
girerek askere engel olma girisiminde bulunuyor.
Batman''da ise orgut bir sureden buyana kentte buyuk bir baski kurmus
durumda. Oyle ki, Batman''da Arapca konusan insanlara kasi buyuk bir teror
mekanizmasi isletiliyor. Herhangi bir kahvede veya pazarda birisi Arapca
konusur ise "ikinci dalgadan yayin yapma" denilerek dovuluyor, baski altina
aliniyor. Batman''in Arapca konusan insanlari Batman''i terke etme hazirligi
icindeler. Ancak sorun su ki, kimse mallarinin karsiliginda satmak gereken
fiyati bulamiyor. Sanki insanlarin mallarini mulklerini terk ederek
batman''dan ayrilmasi bekleniyor.
Iste bu Batman''da kirsalda guvenlik gucleri tarafindan oldurulen alti
teroristin cenazelerini almak icin orgut olay cikarinca ulkenin gundemine
oturdu. Batman polisi, teroristlerin cesetlerini ailelerine teslim etme
karari aliyor. Iki aileye iki ceset teslim ediliyor. Orgut olay cikarmak
amaci ile 500 kisi ile polise saldiriyor. Hastaneyi basmak istiyor. Batman
polisi gereken cevabi veriyor, batman''da hala devletin var oldugunu
gosteriyor. Bu sirada bir gosterici oluyor. Gostericinin kim tarafindan
tarafindan olduruldugu belli degil.
Ertesi gun Diyarbakir ve cevre illerden gelen PKK yanlilarinin katilimi ile
Batman''da orgut yanlisi bir cenaze toreni yapiliyor. Gerek polise yapilan
saldirilar sirasinda gerek ise cenaze toreni sirasinda Batman''da gosteri
yapan PKK''lilar ilk kez Turk halkini acik bir sekilde hedef alan sloganlar
atarak, tahrikte bulunuyorlar. PKK fasizmi, halk dusmanligi kendisini bir
kez daha ortaya koyuyor.
Durum bu peki yapilmasi gereken ne? Bu ozel olaylarin gerisinde cenaze
meselesi oldugunu goruyoruz. Cenazeler, PKK''nin catisma alanlari. Toplumsal
guvenligi ve barisi ihlal ediyor. Cocugunun dirisine sahip cikamayan bir
ailenin cocugunun olusu uzerinde bir hakki olamaz. Hangi insan haklari
dernegi ne derse desin terorist cenazeleri PKK''nin istismarina verilmemeli.
Cesetler devlet tarafindan imha edilmelidir.
Ancak mesele sadece cenazeler degildir. Devletin iradesiz oldugunu goren
PKK, Guneydogu Anadolu''da devlet iradesinin yerini doldurmaya
calismaktadir. Genel iradesizlik o boyutlara ulasmistir ki, cete
mensuplarina yonelik operasyon yapan birlige mudahale gibi bir terbiyesizlik
ve kustahlik dahi yapilabilmektedir.
Ankara''daki iradesizlik dalga dalga kacinilmaz olarak butun burokratik
yapiya yansimaktadir. Ankara''daki iradesizlige ragmen devletin ne oldugunun
bilincinde olup oyle davranan burokratlar ise politik baskilara maruz
birakilmaktadir. Simdiye degin gelismeleri PKK korkusu ile tarafsiz olarak
seyreden Guneydogu ahalisinin artik sapkasini onune koyup dusunmesinin vakti
yaklasmaktadir. Cunku Turkiye donulmez bir noktaya dogru ilerlemektedir. Bu
noktaya gelindigi zaman kurunun yaninda yasinda yanmasi kacinilmaz olur.
Batman, bir donum noktasidir. PKK, Turk milletine kufretmistir. PKK,
Turkiye''ye kufretmistir. Bu daglarda tuzak kurup baskin yapmaktan veya
kentlerde bombali saldirilar yapmaktan daha vahim sonuclar doguracak bir
sureci baslatacaktir. Kara Kuvvetleri Komutani, PKK tahrikcilere Turk
milletinin cevap vermesi durumunda ortaya catisma cikacagini soyluyor. Turk
milletinin PKK''lilara cevap vermemesi icin yapilacak tek sey var. Devletin
isini yapmasi. Ancak, burokrasinin, ekonominin ve mafyanin AKP eliyle
Kurtlestirildigi, PKK''ya teslim edildigi bir donemde halk devlete nasil
guvenecek?
ÖZEL NOTUMDUR;  BATMANI SİYASİ YATIRIM GÖRÜP.. VİLAYET YAPANLAR BUGÜNLERİ DÜŞÜNDÜNÜZMÜ.? 
HİÇ SANMAM..,

...

SURİYE UYRUKLU BİR TERÖRİST, ( KOBANİ' NİN ARKA YÜZÜ.)



SURİYE UYRUKLU BİR TERÖRİST,


MUSTAFA BALBAY

Ataturk 'un stratejik sozlerinden biridir: 

''Ufku gormek yetmez, ufkun otesini gormek gerekir...'' 

Dilegimiz o ki hukumet ufku gorsun yeter. 

Biz de ufkun otesini gorme iddiasinda bulunmayalim, ama dikkatimizi ceken 
bir durumun perde arkasini irdelemeye calisalim. 

Agustos ayi boyunca yakalanan ya da oldurulen teroristlerin kimlikleri 
kamuoyuna duyurulurken su tumceyle SIK karsilastik: 

''Teroristlerden birinin Suriye uyruklu oldugu saptandi.'' 

Haberlerden bir kesit aktaralim: 

- Trabzon'un Macka ilcesinde olu ele gecirilen ''Ferhat'' kod adli 
teroristin Suriye uyruklu oldugu ortaya cikti. 

- Israil gemilerine saldiri duzenlenecegi ihbari sonrasi yapilan 
operasyonlarda Suriyeli Luai Sakra Diyarbakir'da, yine Suriyeli Hamid Ubeysi  Antalya'da yakalandi. 

- Batman'in Besiri ilcesi kirsalindaki operasyonda oldurulen 7 teroristten 
biri Suriyeli Kawa Kobani , biri Ermeni Yusuf Avdoyan , biri Iranli Abbas 
Emani ... 


**** 

Agustos boyunca ayirip sakladigimiz haberlerden ucunu paylastik. Teror 
orgutunun cok etkin oldugu 90'li yillarda terorist kaynaklarindan biri 
Suriye idi. O donemde orgutteki Suriye kokenli terorist sayisi yuzde 20'leri 
geciyordu. Bugun Ankara kaynaklarina gore bu rakam yuzde 1-2 dolayinda. 

Turkiye, teror orgutu basi Ocalan 'in yakalanmasindan sonra Suriye ile Adana 
mutabakati imzaladi. Sonrasindaki gelismeler isbirligi yonunde oldu. 
Suriye'den teror orgutu elemanlarinin tutuklandigi haberleri de geliyor. 

Suriye'ye karsi ''Affet, ama unutma'' politikasi izlemek akilci... Ancak 
Suriye'yi bir numarali terorist devlet ilan edip Irak'tan sonra bu ulkeyi de 
isgal etmek isteyenler farkli senaryolar hazirlamis gorunuyor! 

Yakalanan teroristler gercekten Suriye kokenli olabilir, ama unutulmamasi 
gereken bir gercek var: 

PKK, Turkiye'ye ABD isgalindeki Irak uzerinden siziyor! 

Bize oyle geliyor ki ufkun otesinde Turkiye'yi etrafindaki tum devletlerle 
dusman etmek, yalnizlastirmak, Suriye ve Iran'a duzenlenecek bir isgal 
operasyonunda Turkiye'yi kullanmak var! 

**** 

Ufuktaki duruma gelince... 


1- Teror, boyut degistirdi. 90'li yillardan farkli bir gidis var. 90'li 
yillara donulmez, donulmemesini yurekten diliyoruz, ama 90'li yillardan cok 
farkli geri donulmez yollarin olabilecegini de unutmamak gerekiyor. Terorist 
cenazelerinin torenle topraga verilmesi, toren sonrasi yasananlar, bunun 
Bati'ya yansimasi iyi seylerin habercisi degil. 

2- Asker, terorle mucadelenin ne oldugunu bildigi icin tedirgin. Terorun 
toplumsal dokuyu bozmasindan endiseli. 

3- Hukumetin gundeminde teror, terorle mucadele yok. Basbakan'a gore bu tur 
seyleri abartmamak lazim. Basbakan onceki aksam yayimlanan ''Ulusa 
Seslenis'' konusmasinda, en azindan toplumu sagduyuya cagiran seyler 
soyleyebilirdi. Onu bile yapmadi. Hep sessiz devrimden soz etti. 

Sessizligi anladik da, devrimi anlayamadik! 




ÖZEL NOT; ( KOBANİ' NİN ARKA YÜZÜ. 2015 )  BUGÜN  GÜN YÜZÜNE  CIKIYOR.. SURİYE SINIRINDAKİ TÜRKİYE VE SURİYELİ  KÜRT  AKRABA  GRUPLARININ.. KOBANİ BAHANESİYLE  KENDİLERİNİ GÜVENCEYE ALMA VE  KÜRDİSTANI KURMA EYLEMİNDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR..( DUATEPE POLATLI )..
SAYGIYLA..

http://newsgroups.derkeiler.com/Archive/Soc/soc.culture.turkish/2005-09/msg00043.html


..

1914 DÜNYA VE OSMANLI NELER YAŞIYORDU ?..


1914 DÜNYA VE OSMANLI NELER YAŞIYORDU ?..







TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ

Halil Nebiler


1914 Ağustos'unda, Birinci Dünya Savaşı patlak verir. 2 Ekim'de Rusya, 5 Ekim'de İngiltere ve Fransa, Osmanlı'ya savaş ilan ederler. Bir yandan savaş sürerken, Einstein, ünlü 'Rölativite' kuramını yayınlar (1916). 6-7 Ekim 1917'de, Bolşevikler Rus Çarı'nı devirerek dünya üzerindeki ilk sosyalist yönetimi kurarlar. 3 Temmuz 1918'de, Vahdettin padişah olur. Bir yandan iki pilot Atlas Okyanusu'nu ilk kez uçakla aşarken, diğer yandan Avrupa haritası Versay Anlaşması'yla yeniden çizilir. 15 Mayıs 1919'da, Yunan birlikleri İzmir'e; 19 Mayıs 1919'da ise Mustafa Kemal Samsun'a çıkar.
-14 Kasım 1914: Fetva Emini Ali Haydar Efendi, Fatih Camii'nde "Cihat Fetvası" halka ilan etti. Fetvanın önemi, Osmanlı devleti için Panislamizm politikasının resmen ilanı anlamına gelmesinden kaynaklanıyor. Ancak daha da önemlisi, Panislamizm'in Alman emperyalizmi tarafından Osmanlı yönetimine emperyalist paylaşım planının bir parçası olarak nasıl kabul ettirilmesidir. Biraz geriye dönersek, "Cihat Fetvası" ve Panislamizm'i daha iyi anlayabiliriz: _

"1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı Devleti için felaketle sonuçlanınca, ordunun durumu yeniden güncel hale geldi. Reformist arayışlar içinde bulunan devlet, Almanya'dan askeri uzman talebinde bulundu. Alman askeri heyetleri, bu talep üzerine İstanbul'a doluştular. Alman askeri heyetleri ile birlikte Krupp ve Deutsche Bank da bu bakir pazara girdi. Alman danışmanlardan Von Der Goltz'un önerileri doğrultusunda, 1885'de Krupp fabrikalarından 500 kadar ağır top alındı. Ertesi yıl, 426 sahra topu ve 60 havan topu; 1887'de ise 500.000 karabina ve tüfek bu listeye eklendi. O tarihlerde, ABD Maslahatgüzarı'nın Washington'a yazdığına göre, Krupp ve Mauser'in bu pazara egemenlikleri, Osmanlı ordusunu pahalı ve kalitesiz silahlarla donatma sonucunu vermişti. Ayrıca, Goltz'un, Harbiye Mektebi'nde ders kitabı olarak okutmak üzere 4 bin sayfadan fazla Türkçe broşür ve ders kitabı yayınlaması, subay adayları arasında Alman hayranlığını arttırdı. Bu arada, İstanbul'da görev yapan Alman subayları, aldıkları talimat uyarınca Alman Büyükelçiliği'ne bağlı olarak görev yaptılar. Alman subaylarının gördükleri büyük ilgi, Türkiye'deki siyasi geleneklerin temelinde bulunan yabancı etkinliği konusunda ilginç bir göstergedir. Örneğin, Alman askeri heyeti ile gelen askeri danışman Yüzbaşı Kamphövener, 1897 yılında Müşir (Mareşal) yapılmış, kendisine II. Abdülhamit tarafından Yaver-i Ekrem'lik unvanı verilmişti. Türk müşirlere bile kolay verilmeyen bu unvanı taşıyan Kamphövener, aynı rütbeyi taşıyan Serasker Gazi Osman Paşa (Plevne Kahramanı) ile aynı hizada yürüyor, törenlerde at üstünde ve ön safta yer alıyordu. Alman İmparatorluğu ile ne kadar sıkı bir dostluk içinde olduğunu dünyaya göstermek için, II.Abdülhamit'in bir Alman yüzbaşısını mareşal yapması, Türkiye'nin Batı'ya nasıl baktığının dikkate değer bir göstergesidir. Osmanlı ordusu; eğitimi, donatımı ve stratejisi açısından Alman Genelkurmayı ile bütünleşmiş, 1889 yılında Alman askeri heyeti başkanı Von Der Goltz Paşa, Almanya'ya gönderilecek subayların Almanya'ya bağlılıklarının esas alınacağını ve sadece Alman hayranı Osmanlı subaylarının bu imkanlardan yararlanacağını raporunda yazmıştır. 1908 Meşrutiyet Devrimi de durumda değişiklik yapmamış, İttihatçılar dış politik zorlamaların da etkisiyle (Rusya-İngiltere ittifakı) neredeyse tümüyle, Almanya'ya teslim olmuşlardır. 1913'de Liman Von Sanders başkanlığında gelen yeni Alman heyeti, orduyu tamamıyla kontrol altına almış ve Alman askeri uzmanları ordunun fiili komutanları haline gelmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı'nda, Alman Genelkurmayı'nın komutasında olan Osmanlı ordusu, Almanya'nın çıkarları için Galiçya'dan Bağdat'a, Kafkaslardan Süveyş'e tükeninceye kadar savaştırılmıştır..." (PARLAR, Suat: Devlet ve Ordu. Sf. 49-50. Henüz yayımlanmadı)

Ortada, Almanya ile böylesine bir ittifak var. Osmanlı başkentinde ittifakın işlevleri buyken, Berlin'de Alman Kayser'i günden güne İslam yanlısı görünme politikasını yürürlüğe soktu. Ortadoğu'daki Alman çıkarları, Alman emperyalizminin Osmanlı ordularını kendi adına savaştırmasını gerektiriyordu ve politika üreten Almanlar, devlet içindeki şeriatçı kesimleri öne çıkarıp Panislamist politikaları benimseterek bunu başarmanın yolunu buldular. Osmanlı devletinin gizli haberalma ve harekat örgütü Teşkilat-ı Mahsusa'nın kurucusu Kuşçubaşı Eşref, Panislamizm ile emperyalizm arasındaki bağları anılarında açıklıyor:

"Eşref Kuşçubaşı'ya göre, cihat ilan etme ve Panislamizm'i İtilâf devletlerine karşı kullanma fikri bir Alman planıydı ve General von der Goltz tarafından 1914 yılının ilk yarısında Enver Paşa'ya çok ikna edici bir şekilde önerilmişti (Kuşçubaşı'nın 24 Aralık 1961 tarihli mektubu). Ali İhsan Sabis de bu fikrin Almanlardan çıktığını belirtir; özellikle Alman Askeri Heyeti'nin üyeleri ve Bronsort Paşa'nın bu konuda etkili olduğunu söyler." (STODDARD, Dr. Philip H.: Teşkilat-ı Mahsusa. Sf. 150, 1993, İstanbul)

Alman emperyalizminin Ortadoğu ve Kafkas politikası gereği, İstanbul'da yürürlüğe sokulan Panislamizm'in en önemli iki (sonucu) ürünü, 31 Mart Vak'ası ve Birinci Dünya Savaşı'nda ölen yüz binlerce Türk askeri olmuştur. Emperyalistlerin önermesi, isteği ve baskısıyla Türkiye'yi Birinci Dünya Savaşı'na sokan Cihat Fetvası'nın arka planı böyleyken, fetvanın ilanı öyküsü de şöyle gerçekleşti:

"13 Kasını 1914 günü, Padişah, Şeyhülislam ve diğer kabine üyeleriyle birlikte, Topkapı Sarayı'nda Hz.Muhammed'in hırkasının ve diğer kutsal emanetlerin saklandığı odada yapılan resmi bir törenle Meclis-i Mebusan'dan bir heyeti kabul etti. Padişah, nihai zaferi kazanacaklarına duyduğu güveni dile getiren kısa bir konuşma yaptıktan sonra, orada bulunanlar Allah'ın inayetinin Osmanlı ordusunun üzerinden eksik olmaması için dua ettiler. Cihat ilanına izin veren fetva okunduktan sonra geleneğe uygun olarak burada bırakıldı; yirmidört saat sonra, 14 Kasım 1914'te de Fetva Emini Ali Haydar Efendi, Fatih Camii'nde fetvayı halka duyurdu...
...Kasım 1914 tarihli fetva ve cihat ilanına dair beyanname, dünyadaki bütün Müslümanlara şu mesajı veriyordu: Müslümanlar nihayet, kendilerini bunca zamandır ezen kafirlere karşı güçlü bir silah ele geçirmişlerdi. İslam devletinin ilk devrinde cihat etkili bir silah olduğu için, İttihatçı lider kadro içindeki Panislamist grup şöyle düşünmüştü: Osmanlı Devleti'nin girdiği eşitsiz mücadelede cihat, eğer iyi bir şekilde duyurulursa, eski etkileyiciliğine kavuşarak bir güç kaynağı haline gelebilirdi.
"Cihat Fetvası" beş sorudan oluşuyordu. Aslında, beş ayrı fetvanın biraraya getirilmesiyle üretilmiş bir metindi. Her soruya karşılık, Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Efendi'nin imzasının üzerinde geleneksel 'olur' cevabı bulunuyordu. Söz konusu beş soru şöyle özetlenebilir:

1) Padişah-ı İslam'ın, Kur'an'ın 14. suresinin 41. ayetine uygun olarak, İslamiyet aleyhine birleşenlere karşı ilan ettikleri cihata katılmak bütün Müslümanlar için farz mıdır?
2) Rusya, Fransa, İngiltere ve müttefikleri devletlerin idaresi altında yaşayan Müslümanların bu devletlere karşı cihata katılmaları farz olur mu?
3) Cihata katılmayanlar Allah'ın gazabına müstehak olurlar mı?
4) Hükümet-i İslamiye'ye karşı savaşan İtilaf Devletleri'nin Müslüman ahalisi, bu devletlerin yanında savaşa katılmaları halinde ne türlü tehditlerle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, cehennem ateşine müstahak olurlar mı?
5) Bu suretle harb-i hazırda İngiltere ve Fransa ve Rusya ve Sırbiya ve Karadağ hükümetleriyle zahirlerinin (yardımcılarının) idarelerinde olan Müslümanların hükümet-i seniyye-i İslamiyeye muin (yardımcı) bulunan Almanya ve Avusturya aleyhine harbetmeleri Hilafet-i İslamiye'nin mazarratını mucip olacağından (zararı dokunacağından) esm-ü azim (büyük günah) olmakla azab-ı azime (büyük azaba) müstehak olur mu?" (STODDARD, Dr. Philip H.: Teşkilat-ı Mahsusa. S.26-27, 1993, İstanbul)

Cihat fetvası kendisine karşı verilen ülkelerden İngiltere, çok değil, altı yıl sonra Padişah ve Şeyhülislam'la birlikte Mustafa Kemal ve arkadaşlarına karşı savaşacaktır ve bu kez İngiltere dost, Mustafa Kemal düşman olacak, bu yolda fetvalar ilan edilecektir. Neden mi? Çünkü Almanya Birinci Dünya Savaşı'nda yenilerek prestij ve güç kaybedecek, Padişah ve şeriatçılar bu kez, dış destek arayışı için gözlerini İngiliz ve Amerikan emperyalizmine dikeceklerdir. Birçok şeriatçının Amerikan ve İngiliz mandaterliğini istemesi, bu yolda çalışması, dernekleşmesi, İngiliz ve Amerikan yanlısı fetvaları gündeme getirecektir.


TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ
KİTABINDAN ALINTIDIR...

28 Mart 2015 Cumartesi

İsmet İnönü Paşa’nın ‘Kürt Raporu’nda Dersim (1935)


İsmet İnönü Paşa’nın ‘Kürt Raporu’nda Dersim (1935)




İsmet Paşa’nın ‘Kürt Raporu’nda Dersim (1935)

Utanmasını Bilmeyen bir Millet, Hata yapmaya Mahkumdur...

İsmet Paşa’nın ‘Kürt Raporu’nda Dersim (1935)
Mehmet BAYRAK

İdari ve demografik açıdan Dersim’in Tunceli’ye dönüştürülmesi süreci İsmet Paşa’nın Dersim eksenli Kürt Raporu ile başlıyor. Açık biçimde “Dersim Vilayeti’nin yeniden teşkili ile askeri bir idare kurulması ve Dersim ıslahının bir programa bağlanması lazımdır“ diyen İsmet Paşa; tümü birkaç yıl içinde gerçekleştirilecek bir tasfiye planının temelini atıyor. Aynı yıl içinde Tunceli Kanunu çıkarılarak, bu raporda önerilenlerin tümü yasalarla hayata geçirilmektedir.

Lozan görüşmeleri sırasında İsmet Paşa, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türkler’in olduğu kadar Kürtler’in de hükümetidir. Çünkü Kürtler’in gerçek meşru temsilcileri milletvekilleri Millet Meclisi’ne girmiştir ve Türkler’in temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadır“ der. Aynı görüşmelerde, Kürddağı Kürtleri’nin 1922’de Ankara’daki Meclis’e verdikleri Mutalebat’ı kastederek, “Güneydeki Kürt halkı pek az bir süre önce Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne başvurarak 1918 Mütarekesi’nden sonra işgal edilen ülkelerin Türkiye’ye geri verilmesini sağlamak bakımından sarsılmaz kararlarını bildirmişlerdir“ diyen İsmet Paşa; “Kürtler, Milli Mücadele’nin devamınca canla-başla beraberlik gösterdiler; Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Hatta biz Lozan’daki konuşmalarımızda milli davalarımızı ‘biz Türkler ve Kürtler’ diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik“ demiştir.

‘Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız’

İsmet Paşa; 1925 Kürt İsyanı’nın bastırılmasından sonra Başvekil sıfatıyla şu ırkçı söylemle ortaya çıkacaktır: “… Milliyet yegane vasıta-i iltisakımızdır (milliyetçilik tek birleştiricimizdir M.B). Diğer anasır (unsurlar) Türk ekseriyeti (çoğunluğu) karşısında haiz-i tesir (etkileme gücüne sahip) değildir. Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf (nitelikler) herşeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.“ (Vakit gaz. 27 Nisan 1925. İsmet Paşa’nın bu tür ırkçı söylemleri ve uygulamaları konusunda bkz. Dr. Naci Kutlay: İsmet Paşa’da Dönemsel Irkçı Anlayışlar, Özgür Politika, 9-12 Kasım 2003).

Aynı İsmet Paşa, 1926’da Başbakanken, sürgündeki Kürt aydınlarının bugüne de ışık tutacak çok önemli bir muhtıra-mektubuna muhatap olmuştu. Kürt aydınları, Lozan görüşmelerinde Kürtler’e dönük birçok vaadlerde bulunan, Lozan Antlaşması’nı imzalayan, 1925 Isyanı üzerine Başbakanlığa getirilen Kürt kökenli İsmet Paşa’yı, yürütmenin başı olarak muhatap almışlardı.

Kürt aydınları, bu son derece önemli deklerasyonun sonunda şöyle diyorlardı: “Eğer genç Türkiye Cumhuriyeti ve muhterem yöneticileri, Türk ve Kürtler’in birarada yaşamasını gerçekten istiyor ve Kürtlüğün kuvvet ve kudretinden yararlanmayı ve Kürtlükten çok Türklüğün varlığını sağlamlaştırmak ve en azından Kürt milletini kazanmayı hedefliyorsa, tek çözüm yolu ve ilaç 20. yüzyıl uygarlığının ulus ve özgürlük prensiplerine saygı ve uyma ile Kürtler’in yaşam hakkını kabullenmek ve bu suretle Avrupalılar’a, dost ve düşmana karşı olgunluğunu ve siyasi yeterliliğini göstermektir… Aksi takdirde, mevcut politikanın ve durumun devam ettirilmesinde ısrar edilirse, Kürdistan veya Şarki Anadolu kıtası büyük bir kin ve kırgınlık yuvasına dönecektir.” (M.Bayrak: Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri, Özge yay. Ank .1993, s. 498).

İnönü’nün gezisi ve Kürt Raporu

1925’te zamansız patlak veren Kürt isyanını bastıran İsmet Paşa yürütmeli Kemalist yönetim, zafer sarhoşluğuyla “Kürt kimliğini zor yöntemleriyle yokederek çözme” esasına dayanan Şark Islahat Planı’nı 1925 Eylülünde yürürlüğe koyar. Kürt aydınlarının, 1926 Mayısı’nda Ankara’ya ulaşan deklerasyonu görmezlikten gelinir. Ancak aynı yıl Ağrı İsyanı’nın başlaması ve 1927’de Kürt Özgürlük Örgütü’nün (Hoybun) kurulması; Ankara Hükümeti’ni 1928’de bir af çıkarmaya zorlar. Ancak bu, gerçek bir af olmaktan çok, savaş taktiği olarak çıkarılmış bir aftır. Nitekim bu isyanın da ateş ve kanla bastırılmasından sonra, Cumhuriyet’in 10. yılı dolayısıyla çıkarılan Genel Af’tan Kürtler yararlandırılmaz.

Öte yandan, 1925’ten bu yana Başbakanlığı elinde tutan İsmet Paşa, Şark Islahat Planı’nın 10 yıllık sonuçlarını incelemek amacıyla 1935 yılında Doğu, Güneydoğu ve Karadeniz bölgelerini kapsayan bir gezi yapar ve gezinin sonunda 21 Ağustos 1935 tarihli “Kürt Raporu“nu hazırlar. Sözkonusu gezinin ana nedenlerinden biri de, “son çıban“ olarak görülen Dersim sorununun çözümüdür. Gezinin tanıklarından olup Dersim üstüne iki ayrı kitap yazan Naşit (Hakkı) Uluğ, İsmet Paşa’nın gezisine ve “Şark Seyahati Raporu“ olarak adlandırdığı Kürt Raporu’na ilişkin olarak şunları söylüyor: “İnönü, üç yıl önce (1935), bir Doğu seyahati yapmıştı. Doğu illerimizde büyük imar ve temdin (uygarlaştırma M.B.) hareketinin hızlanıp programlaşmasına esas olan bu kutlu gezide, büyük devlet adamı Dersim muhitini de gördü. (…) Türk inkılabının tarihe intikal edecek büyük vesikalarından bir belli başlısı mahiyetinde olan İnönü’nün (Şark Seyahati Raporu) Dersim’in de temdin ve imarı esaslarını tesbit eden bir eserdir. İnönü, Doğu’dan dönünce, bu memleketşümul (tüm ülkeyi kapsayan) kararlarını tatbik için liyakatinden emin olduğu vatan çocuklarına vazifeler verdi: Kazım Orbay ve Abdullah Alpdoğan, Dersim’i baştan başa dolaşmak ve verilen direktiflere göre Dersim’in medeniyete açılması için lazım gelen tekliflerle Başbakanın önüne gelmek vazifesini aldılar. İki Komutan Doğu’ya gittiler, Birinci Genel Müfettişle görüştüler, Dersim’i gezdiler, halkı dinlediler, araziyi, kasabaları, köyleri, yolları yeni baştan etüd ettiler; dönüp geldiler ve Inönü’ye mütalealarını (görüş ve düşüncelerini) arzettiler.

Bunun üzerine verilen karar hulasaten şu oldu: Dersim’de bir vilayet kurulacaktır, Vali aynı zamanda bu Vilayetin Komutanı olacaktır. Dersim ve muhiti (çevresi) bir Genel Müfettişliğe bağlanacak ve bu Vali ve Komutan aynı zamanda Genel Müfettiş olacaktır. Dersim imar ve temdin edilecektir. (…)

Hükümetin teklif ettiği bu esaslar, Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilerek Tunceli Kanunları derhal tetbik mevkiine (uygulamaya) kondu. Dördüncü Genel Müfettişlik ve Tunceli Vali ve Komutanlığı vazifesi Korgeneral Abdullah Alpdoğan’a verildi (1936).” (Naşit Uluğ: Tunceli Medeniyete Açılıyor, Cumhuriyet Matb. Ist.1939, s. 151-152).

‘Sadece Türk Milleti Etnik Haklar talep edebilir’

Halk arasında “Dersim kasabı“ olarak adlandırılan General Alpdoğan’ın uygulamaları şimdiye kadar birçok anı kitabında yerini almış bulunuyor. İsmet Paşa’nın 1935 yılında Başbakan sıfatıyla Kürdistan’a yaptığı inceleme gezisini değerlendirmek amacıyla, o tarihlerde yurtdışında bulunan Elektrik Mühendisi Muşlu Hilmi Yıldırım, “Kürdistan’da Yirminci Asırda Türklerin Medeniyeti/ Gaziya Welati Kurdan“ başlığıyla bir cevabi broşür yayımlar.

Adı geçen Kürt aydını, “Türkiye Başvekili İsmet Paşa Hazretlerinin Kürdistan’a Seyahati“ başlıklı giriş bölümünde şöyle diyor: “14.6.1935 tarihinde Kürdistan’ın hukuku için Türkiye Başvekili İsmet Paşa hazretlerine yazdığım mektup üzerine Başvekil Kürdistan vilayetlerini ziyaret etmek için seyahate çıkmış ve Kürdistan ahalisinin gözünü boyamak için bazı siyasi nasihatlarda bulunuyormuş…“ Kuşkusuz İsmet Paşa’nın Kürdistan gezisi, salt Hilmi Yıldırım’ın bir mektubuna indirgenemez. Tersine, bu gezinin genelde Kürt sorunu, özelde Dersim sorununun çözümü(!) için gerçekleştirildiği ortadadır.

Hilmi Yıldırım, basım yeri ve tarihi bilinmeyen, ancak İsmet Paşa’nın gezisinden hemen sonra yayımlandığı anlaşılan Broşüründe; 26.10.1935 tarihinde gönderdiği mektubun da 30.11.1935 tarihli Köroğlu gazetesinde tekzip edildiğini söylüyor ki, bu da Broşürün yayın tarihi konusunda yaklaşık bir fikir verebiliyor.

Kendisini “Kürdistan fedaisi“ olarak tanıtan Elektrik Mühendisi Muşlu Hilmi Yıldırım, kuşuksuz cevabi-broşürünü İsmet Paşa’nın gezisi ve basına yansıyan kimi sözlerine dayandırmaktadır, ancak onun hazırladığı Kürt Raporu’ndan habersizdir. “Kürt siyasetinin temellerini atan kişi„ olarak sunulan İsmet Paşa’nın sözkonusu Kürt Raporu, ilk kez gazeteci Saygı Öztürk tarafından özetlenerek ve ara başlıklarla beslenerek 7-10 Eylül 1992 tarihleri arasında Hürriyet gazetesinde yayımlandı. Sözkonusu Kürt Raporu, Kürt sorununun çözümünde şiddet yönteminde ısrarın yanısıra, Dersim katliamının da adeta habercisi ve başlatıcısı olur…

Kendisi de Bitlisli Kürümoğlu ailesinden Kürt kökenli olan Dönemin Başbakanı İsmet Paşa, Türk ırkçılığının şahlandırıldığı 1930 yılında, Sivas demiryolunun açılışında diğer Bakanlarıyla ağızbirliği etmişçesine şunları söylüyordu: “Sadece Türk milleti bu ülkede etnik ya da ırkî birtakım haklar isteyebilir. Başka hiç bir kişinin buna hakkı yoktur…“ (Milliyet gaz. 31.8.1930)

Erzincan’ın Kürt merkezi olmasıyla Kürdistan’ın meydana gelmesi…

İsmet İnönü’nün İktisat Vekili Celal Bayar da, bundan bir yıl sonra yani 1936 yılında bölgeyi gezerek bir Şark Raporu hazırlıyordu. Dersim katliamı döneminde, İsmet İnönü’nün yerine Başbakanlığa getirilen Celal Bayar, bu raporunda; Kürt sorununun salt askeri yöntemlerle çözümlenemeyeceğine, ekonomik ve toplumsal önlemler de alınması gerektiğine işaret ediyordu: “Doğu illerinde hakimiyet ve idare bakımından göze çarpan bariz bir hakikat vardır. Şeyh Said ve Ağrı isyanlarından sonra Türklük ve Kürtlük ihtirası karşılıklı şahlanmıştır. İsyan edenleri tenkil etmek (cezalandırmak MB) için şiddetin manası anlaşılır ve yerindedir. İsyandan sonra, fark gözetmeksizin idare etmek de, bundan ayrı mutedil (soğukkanlı MB) bir sistemdir.“ (Bkz. M. Bayrak: Kürdoloji Belgeleri-II, 2004,s.415)

Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanlığı döneminde 2. Adam konumundaki İsmet Paşa, üstte de vurgulandığı gibi, Kürt aydınlarının 1926’da kendisine verdikleri son derece önemli Talepler Muhtırası’ na rağmen, Kürt sorununun şiddet yoluyla çözümünde ısrarcıdır ve 1937/38 Dersim katliamıyla sonuçlanan bu tutumu, 1935 tarihli Kürt Raporu’na açık biçimde yansımaktadır. İsmet Paşa, raporunda, Dersim bölgesindeki Erzincan’a önemli bir işlev yükleyerek, buranın bir “Türklük” üssü olarak konumlandırılmasını önermektedir. 1925’teki Şark Islahat Planı’nın bir gereği olarak, Ermeniler’den boşaltılan bu topraklara yerleştirilen Balkanlı ve Kafkaslı göçmenlerin buralardan ayrılmalarına hayıflanan İsmet Paşa, şöyle demektedir: “Dersim Kürtleri’ne karşı vaktiyle set olan Türk köyleri dağılıp zayıflayarak ve Ermeniler kamilen kalkarak Dersimliler’in istilasına karşı meydan tamamen boş kalmıştır. Erzincan’ın yanındaki boş köyler, Dersim’in semiz ve mütehakkim (bakımlı ve zorba MB) halkı ile süratle dolmaktadır. Erzincan beyleri, arazilerini işletmek için Dersimliler’i maraba adı altında kullanmaktadırlar. Bu, beylerin, bir nevi Dersimliler’in himayesine sığınmasıdır. Bu köyler ve marabalar,Dersim çapulcu kollarının içeri yayılması için menzil ve yatak rolü yapmaktadırlar. Az zamanda Erzincan’ın Kürt merkezi olmasıyla asıl korkunç Kürdistan’ın meydana gelmesinden ciddi olarak kaygılanmak yerindedir.”

Bilindiği gibi; Şark Islahat Planı, Ermeniler’den boşalan arazilerin Kürtler’e verilmemesini, yerleşmiş olanların çıkarılmasını ve buralara dışardan getirilecek göçmen Türkler’in yerleştirilmesiyle bir “Türklük Barajı“ kurulmasını öngörüyordu. Ancak, buralara yerleştirilen Balkanlı ya da Kafkasyalı göçmenlerin bir bölümünün, doğa ve toplum şartlarına uyum gösteremeyerek buralardan ayrılıp Batı Anadolu’ya yerleşmeleri, besbelli ki İsmet Paşa’yı son derece rahatsız etmektedir. Oysa İnönü, “Aslında Erzincan, bir Türk mamuresi olmak için bütün şartlara maliktir“ diyor ve bu yörenin bir an önce öngörülen şekilde donatılmasını istiyor.

Dersim’den Tunceli’ne Geçiş…

İdari ve demografik açıdan Dersim’in Tunceli’ye dönüştürülmesi süreci de İsmet Paşa’nın Dersim eksenli Kürt Raporu ile başlıyor. Açık biçimde “Dersim Vilayeti’nin yeniden teşkili ile askeri bir idare kurulması ve Dersim ıslahının bir programa bağlanması lazımdır“ diyen İsmet Paşa; tümü birkaç yıl içinde gerçekleştirilecek bir tasfiye planının temelini atıyor. Aynı yıl içinde Tunceli Kanunu çıkarılarak, bu Raporda önerilenlerin tümü yasalarla hayata geçirilmektedir. İnönü’nün önerilerini izlemeye devam edelim: ”Kazalarda bazı değişiklikler ve yeni kazalar yapılması zaruridir. Bunlar, Genel Müfettişle birlikte yapılmalıdır. Genel Müfettişlerin asayiş, iskan ve proğram hususlarında Vekaletlerin (Bakanlıkların MB) yegane muhatabı olması başlıca meseledir. Bununla beraber Genel İnspektörler’in müdahale edemeyecekleri iş olmayacaktır. Genel Müfettişler, lüzumlu ve acil gördükleri anda, mıntıkaları dahilindeki herhangi bir emri veya tedbiri durdurmaya, tadil etmeye selahiyetli olacaklardır.“
TUNCELİ KANUNU OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ TBMM  TUTANAKLARINDAN ALINTIDIR

http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc016/kanuntbmmc016/kanuntbmmc01602884.pdf  >

Burada İnönü, Genel Müfettişlerin Bakanlardan da daha yetkili olduklarına vurgu yaparken; „Genel Müfettişlerin müracaatı, Devlet kuvvetleri üzerinde de aynı hükmü haiz olacaktır“ diyerek, Genel Müfettişler’in askerlere de emir verebileceğine işaret etmektedir.

İnönü’nün Kürt Raporu ile başta Dersim olmak üzere, Kürt coğrafyasında yeni bir Adalet uygulaması da getiriliyor: “Doğu illerinde tatbik edilmek üzer, özel bir Adli rejimi kanun ile tayin olunacaktır. Böyle bir proje bilhassa Birinci Genel Müfettişle birlikte hazırlanacaktır.“

İnönü’nün öngördüğü “Dersim’i Islah Programı”

İnönü, o dönem Dersim’de Birinci Umumi Müfettiş olarak görev yapan Abidin Özmen’e geniş yetkiler verirken; özellikle İlbay yani Vali olarak buraya atanması öngörülen Vali-Paşa Abdullah Alpdoğan’ı da sınırsız yetkilerle donatmaktadır. 

İnönü’nün planladığı Dersim’i Islah Proğramı; 
1-Hazırlık, 
2- Silahtan Tecrit, 
3- Yeniden İskan safhalarından oluşmaktadır. 


Birlikte izliyoruz: “Hazırlık ve silahsızlanma üç senede olacaktır.” (Gerçekten de üç yıl içinde hazırlık yapılmış, insanlar Silahtan arındırılmış ve katliama geçilmiştir. MB)

“Dersim Vilayeti’ni yeni usulde teşkil edeceğiz. Muvazzaf bir Kolordu Komutanı, vali ve üniformalı muvazzaf zabitler kaza kaymakamları olacaktır. Keza memurlardan hiç biri yerli olmayacaktır. Bulundukça mütekait zabitler (emekli subaylar MB) tali (ikinci derece MB) memuriyetlere tayin olunacaktır.”

İnönü’nün belirlediği Vali - Paşa, Koçgiri katliamcısı Sakallı Nureddin Paşa’nın damadı Korgeneral Abdullah Alpdoğan’dır, kaymakamlar ise subaydır. İnönü, İlbaylık olarak adlandırdığı Valiliğin de yeniden donatılmasını önermektedir: “İlbaylık Dairesi, bir Kolordu karargahı gibi fakat maksada elverişli olarak teşkil olunacaktır. Asayiş, yol, maliye, ekonomi, adliye, kültür ve sağlık şubeleri olacaktır. İdama kadar infaz İlbaylık da bitecektir. Adliye usulü basit, hususi ve kesin olacaktır.”

Görüldüğü gibi; Genel Müfettişliklerde olduğu gibi, idam kararlarını infaz etme yetkisi de doğrudan Vali’ye verilmektedir. Bu, bir bakıma “önce idam et, sonra usulen yargıla“ yöntemidir. İnönü’nün askeri donanım konusunda da önerileri var: “İlbaylığın emrinde asgari 7 seyyar jandarma taburu bulunacaktır. Sabit jandarma ayrıdır. İlbaylığa yardım etmek Genel Müfettişlerin vazifesidir. İlbaylık bu teşkilatı ile idareye alacaktır. 1935 ve 36’da yolları, karakolları yaptıracaktır. 1937 İlkbaharı’na kadar hazır olursa mürettep (düzenlenmiş MB) ve seferber iki fırka kuvvet İlbaylığın emrine 1937 ilkbaharında verilecektir. Süratle bütün Dersim silahtan tesrit olunacak, İlbaylığın o zamana kadar tetkiki neticesinde kuvvetle yapılmasını tasavvur ettiği, hükümete bildirdiği icraat da yapılacaktır. Bundan sonra Dersim’e verilecek şeklin safhası başlayacaktır. Bütün bu tasavvurlar gizlidir.”

Görüldüğü gibi, İnönü’nün Raporu, esasında bir Dersim’i vurma ve tasfiye proğramıdır. Gerçekten de, derhal ulaşım yolları yapılmaya girişilmiş ve doğrudan Vali’nin emriyle infazlar yapılmıştır. Toplu bir operasyona başlanması ise, gerekli hazırlıkların tamamlanmasına endekslenmiştir. Dahası İnönü; “Dersimliler, bizim düşündüğümüz zamandan evvel harekete kalkarsa, programı acilen tatbik etmek zaruridir” diyerek, bu kararın son derece gizli tutulmasını istemektedir: “Bu tasavvurları (planlamaları MB) İcra Vekilleri (Bakanlar MB) ve Genelkurmay Başkanı ile Kamutay (Meclis MB) Başkanı’ndan başka yalnız İlbay (Vali MB), iki Genel Müfettiş ve 3 Ordu Müfettişi şahsen bilecektir. Maiyet memurları bilmeyeceklerdir.”

‘Van, Erzincan, Muş ve Elazığ’da Türk kitleleri vücuda getirmek’

Görüldüğü gibi, son derece gizli tutulan bir katliam hazırlığı söz konusudur. İnönü, bu katliam ve tasfiye hareketi gerçekleştirildikten sonra, bölgenin yeniden iskanı konusunda da önerilerde bulunmaktadır: “Van, Muş ve Erzincan ovaları Kürt yayılmasına açıktır. Van ve Erzincan’da acele olarak, Muş Ovası’nda tedricen, bir de Elazığ Ovası’nda Kuvvetli Türk kitleleri vücuda getirmek zorundayız. Yalnız Erzincan Ovası için, Dersim ıslahından sonra karar vereceğiz.“

Dikkat edilirse, burada planlanan hususların önemli bir bölümü, 1925’te gizlice hazırlanıp yürürlüğe konan Şark Islahat Planı’nın da öngörüleri arasındadır. Askeri yöntemlerle Kürt kimliği yokedilerek Kürt sorununun çözülmesi ve “Türkleştirme” hedefi burada da açıkça vurgulanmaktadır. Zaten iki yıl sonra katliam başlamış ve iki yıl içinde tamamlanmıştır.

‘Canlı hiç bir şey bırakmayın’

Dersim katliamı sırasında Albay olarak görev yapan Hulusi Yahyagil’in şu itirafları zaten her şeyi açıkça ortaya koymuyor mu: “1938’de bizi Dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya memur etmişlerdi. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köyleri o yıl vergi vermemişti. Bize verilen emir ise tek kelime idi: İmha. Vergi vermedikleri için yok etmek… Bu düşünceyi, bu uygulamayı kim yapabilir? Zorbalar, insanlık suçunu işleyenler. Elbette vergi işin bir yönü; gerçek neden Dersim’i Türkleştirmekti. Ben kıta komutanıydım, bize verilen emir (Canlı hiç bir şey bırakmayın) şeklindeydi…” (Bkz. N. Şahiner: Son Şahitler).

Atatürk’ün savaş pilotu Sabiha Gökçen’in, “Bombalama sırasında benim için insan önemli değildi, hareket halindeki her şey benim için hedefti” yolundaki sözleri de, bu anlatımları doğrulamıyor mu?.. Subay olarak iki ay süreyle Dersim katliamında bulunan Muhsin Batur gibi canlı tanıklar, “Okuyucularımdan özür diliyorum ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum“ diyerek, gördüklerini ve yaşadıklarını anlatmaktan kaçınmasalardı, kimbilir insanlık adına ne tür trajik ve ayıplı manzaraya tanıklık edecektik…

Mehmet BAYRAK

Yeni Özgür Politika 20 Ocak 2010

http://www.dersim37-38.org/ismet-pasanin-kurt-raporunda-dersim-1935/

.

“Kürt” varsa Sorun var...

 “Kürt” varsa Sorun var...





Başyazı
Gökçe Fırat
12.09.2005/Sayı:90


Bu konu ile ilgili diğer yazılar için tıklayınız
88. sayı başyazı ;
89. sayı başyazı ;

Tarihi ve sosyolojik açıdan ırk, etnik grup, millet

PKK’nın organize ettiği Gemlik yürüyüşü ve bu yürüyüşe karşı Türklerin direnişi kimileri tarafından olağandışı gelişmeler olarak nitelendiriliyor. Bugün ülkemizin içine çekildiği sorunu kavramamızın önündeki en büyük engel de bu. Çünkü olaylar ne bir provokasyonla, ne tahrikle, ne de başka bir şeyle açıklanabilir. Olayların bu şekilde gelişmesi, tarihsel ve sosyolojik sebeplerle açıklanabilir, ki böylesi bir perspektif içinde tüm gelişmeler hiç de beklenmedik değildir tersine beklenen gelişmelerdir.

Bugün yaşadığımız sorun nedir? Başbakan bir Kürt sorunundan bahsetti. Zaten PKK da yıllardır aynı Kürt sorunundan, aynı ifadelerle bahsediyordu. PKK eylemlerinin durduğu bir dört yıllık dönem de oldu. Kürt sorununu çözmek için devlet, eğitim, kültür, yayın gibi pek çok hak tanıdı. Ama tüm bu “demokratikleşme” adımlarına karşın, bugün sorun, dünden, yani PKK’nın açık silahlı savaşından kat kat büyümüş durumda. O halde sorunu açıklamak için terörün ve demokratikleşmenin dışında bazı kavramlara ihtiyacımız var demektir. O kavramları ise ancak tarih ve sosyolojide bulabiliriz.

Kürt sorunu demek, bir etnik kimlikten doğan sorun demektir. Çünkü sorun Kürt’le alakalıdır. O halde Kürt nedir? Eğer Kürt, Türklerden ayrı bir etnik grup ya da millet ise, Kürt sorunu dediğimiz sorun, etnik ya da milli bir sorun demektir.

Tarih boyunca insan toplulukları, çeşitli “ırk”lardan, çeşitli etnik kökenlerden gelirler, ama bu tür “ırki” ve etnik kimlikler birbiri ile etkileşerek, birbirini eriterek, birbirini yok ederek, birbiriyle birleşerek daha büyük halk topluluklarına dönüşür ki, çağdaş milletler böyle meydana gelir. Millet aşaması, etnik, “ırki”, kökenlerin tarihsel olarak silindiği bir aşamadır. O nedenle çağdaş milletler bir bütün oluşturur, milletin bütünlüğü ya da tekliği kavramı da buradan türer.

Türkiye açısından baktığımızda ise, binlerce yıldır Türkiye coğrafyasında biraraya gelen çeşitli etnik kavimler, binlerce yıl içinde birleşerek, birbirinin içinde eriyerek tek bir millet oluşturmuştur ki, bunun da adı Türk milletidir. Türk, bir etnik ya da “ırki” kavram değil, bu yörede yaşayan milletin adıdır. Bu ad, binlerce yıldır kullanılmaktadır ve binlerce yıldır da aynı anlama gelmektedir.

İstanbul Kürt bölücülüğünün hedefi

 < İstanbul, uzun yıllardır Kürt bölücülüğünün en önemli hedefi oldu. Kürt mafyası, Beyoğlu, Aksaray-Laleli, Eminönü ve Kadıköy’de piyasaya 
hakim konumdadır. Kürt mafyasının ekonomik hakimiyeti ile birlikte, şehrin varoşları PKK’lı milisler tarafından ele geçirilmektedir. >

Yandaki haritada Kürt mafyasının denetlediği piyasa bölgesi yeşil bir çember içinde gösterilmektedir. Mavi noktalı semtlerde ise, sıradan vatandaş görünümünde PKK yandaşları yoğun bir şekilde yerleşmekte ve bir ayaklanmaya hazırlanmaktadır. Son bir haftadır tüm bu semtlerde Apo posterli gösteriler ve polisle çatışmalar gerçekleşmiştir.
Türk ulus devleti  

Türkiye Cumhuriyeti, bu çağdaş gerçekler temelinde kurulmuş bir ulus devlettir. Ulus devlet, milletin bölünmezliği ve mutlak hakimiyeti üzerine inşa edilir. O nedenle “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”. Millet bu egemenliğini kullanırken, kendi içinde bir bütün olarak kullanır.

Türkiye Cumhuriyeti’ni, ABD türü bir etnik federasyondan ya da Avrupa türü prenslikler federasyonundan ayıran gerçeklik budur. ABD’de ve Avrupa’da hiçbir zaman bizdeki gibi bir bütün millet oluşamamıştır. Oluşmadğı için de, çeşitli etnik gruplar ya da bunların idari adı olan prenslikler biraraya gelerek federasyon kurarlar. Bu nedenle çoğu Avrupa devleti ve ABD, ulus devlet değildir. Bu nedenle de içlerinde farklı dilleri barındırırlar.

Avrupa ve ABD’nin dışında kalan dünyada ise tarihsel gelişme farklıdır. Örneğin Türkler, bu tür federasyon aşamalarını çoktan geçmiştir. Selçuklu ve Osmanlı’daki sistem çözülmüş, bu çözülme ile birlikte ulus devlet oluşmuştur. Ulus devlet bir Ulusal Kurtuluş Savaşı ve devrimle kurulmuştur, ama bu da bu kuruluşun bir dışarıdan müdahale ile olduğu anlamına gelmez, tam tersine içsel gelişim bu tür bir devrime yol açmıştır.

Şimdi böylesi bir ulus devlette bir Kürt sorunundan bahsediliyorsa, birilerinin politik argümanlarını ve iddialarını bilimle ve tarihle ölçüp sınaması gerekir. Örneğin Başbakan Kürt sorunu diyorsa, bir ulus devletin başbakanının böylesi bir ifadeyi kullanamayacağını bilmelidir. Çünkü ancak ulus devlette Başbakan, ulusal meclisin tayin ettiği hükümetin başıdır. Bu ise milletin iradesini yürütme gücüne dönüştürmektir. Başbakan ulus devlet gerçeğini reddediyorsa, kendisini o ulustan görmeyenleri temsil hakkından vazgeçtiğini de anlamalıdır.

Bir ulus devlette, azınlık olabilir. Azınlıklar ulus devlet içerisinde belirli ve sınırlı haklara sahip olurlar. Bu tür yasal düzenlemeler ulus devlet otoritesini ve milli egemenliği zedelemez. Ancak bir ulus devlette, alt kimlik olamaz, ikinci bir asli unsur olamaz, ikinci bir kurucu öğe olamaz. Çünkü ulus devlet tek bir ulus tanımı üzerinde yükselir.

Bu açıdan baktığımızda, Türkiye’de etnik sorun olarak görülebilecek aslında bir azınlık sorunu olan, Rum, Ermeni ve Yahudi sorunundan bahsedilebilir. Bu tür azınlıkların, kendini ait hissettikleri ulusla birlikte Türk devletine karşı hareketleri olabilir. Nitekim Osmanlı’nın yıkılış dönemi böyledir. Bu tür sorunların çözüm noktası, azınlıkların dışlanması değil, azınlıkların azınlık bölücülüğü yapacakları zeminin Türklükle doldurularak, onlara bölücülük zemini bırakılmamasıdır. Zeminsiz kalan azınlıklar, kendilerini ait hissetmeseler, hissetmek zorunda olmasalar bile, yaşadıkları devletin ve ülkenin mutluluğunu düşünmek zorunda kalacaklardır.



  <  Kürt Mafyası, Türkiye’nin denize açılan Güney bölgesinde planlı bir şekilde denetimi ele almıştır. 
Ele geçirilen bölgeleri bir okla birleştirdiğimizde planın kapsamını anlayabiliyoruz. Gelibolu, Gökçeada, Ayvalık üçgeninde Çanakkale Boğazı’na 
hakim olmaya çalışan Kürt mafyası aynı zamanda İzmir ve Antalya limanını da denetlemektedir. Bodrum gibi bölgeler eğlence sektörü açısından 
bir planı gösterirken, özellikle Didim’de simgeleşen toprak alımları, tehlikenin bir başka boyutunu göstermektedir. >

Kürt varsa sorun var

Ancak Kürt meselesini de aynı etnik mesele içine sokmaya çalışırsanız işler değişir. Çünkü Kürtler, azınlık hakkı değil başka bir şey istemektedir. Kürtler, Türk milletinden ayrı bir millet olduklarını, bu nedenle de ikinci milli unsur olarak kabul edilmeyi istemektedirler. Bu, tam da bugünkü Irak’a dayatılandır. Yani hem bir Kürt federe bölgesi, hem de Türkiye Cumhuriyeti üzerinde mutlak bir güç.

Eğer gerçekten de Kürtler, Türklerden ayrı bir millet ise, olayın tarihsel ve sosyolojik iki çözümü olabilir. Birincisi, Türkler ve Kürtlerin, bugünkü Irak gibi, federatif bir devlet içinde birleşmeleri ya da ikincisi Kürtlerin tamamıyla bağımsız bir devlet kurması. Kürtler bugün, her ikisini de istemektedirler.

Peki Kürtlere bu hak, tanınmamazlık edilebilir mi? Eğer Kürtlerin Türklerden ayrı bir millet olduğunu kabul ediyorsak, bu hakkı tanımak zorundayız. Çünkü her milletin kendi iradesini belirleme ve isterse ayrı devlet kurma hakkı vardır. Bu hak, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden de alınmaz, tarihsel bir haktır. Hiç kimse de bu tür bir milli isteğin önünde duramaz.

İşte Başbakan’ın Türkiye’yi getirdiği nokta burasıdır. O halde sorunun kaynağı, teröre, PKK’ya, demokratikleşmeye indirgenemez. Sorunun kaynağı tanımlamadadır. Siz, bir kısım vatandaşa ayrı bir milli kimlik tanırsanız, onlar da bu milli kimliği hakkıyla kullanırlar. Bu nedenle sorun, Kürdü kabul eden çağdışı, bilimden, tarih bilincinden yoksun kafadadır.

Oysa çok basit bir şekilde ifade etmek gerekirse Kürt varsa sorun vardır, sorunun çözümü ise PKK’nın bitirilmesi değil, Türk milletinden bağımsız bir Kürt kimliğinin bitirilmesidir. Hem ayrı bir Kürt kabul etmek, hem de bundan doğan sorunları çözmek, Türk devletinin kendi başına açtığı bir iştir.

Eğer Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak kalacaksa, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin kendisine ben Türküm demesini isteyecek, Türkçe konuşmasını isteyecektir. Bu aynı zamanda tarihsel açıdan da bir gerçekliktir. Çünkü, bugün kendisine Kürdüm diyenlerin çok büyük bölümü Kürt değil, has be has Türktür, ama zorla Kürtleştirilmişlerdir.

Bu bakımdan Kürt sorunundan bahsediyorsak, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk milletine sorun yaratan Kürtlerin yarattığı sorundan bahsetmemiz gerekir ki, bu sorunun çözümü zorla Kürtleştirilen Türklere Türklüklerini anımsatmak olmalıdır. TÜRKSOLU’nun ısrarla yapmaya çalıştığı, Kürtler tarafından zorla asimile edilmek istenen Türklerin milli haklarını korumaktır.

Bu ise Atatürk tarafından 1923 ile 1938 arasında uygulanmış ve sonuç almış politikadır. (Önümüzdeki sayıda Atatürk’ün Kürt politikasını işleyeceğiz.)

“İyi Kürt”le “Kötü Kürt” arasına sıkıştırılmak!

Atatürk politikası terk edildikten sonra durum değişti. Türkiye Cumhuriyeti’ne yıllar süren etnik ve köktendinci saldırı, Türkiye’deki tek milleti, etnik ve mezhepsel parçalara ayırma amacı güttü. Bu saldırı altında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet niteliği aşındırıldı. Bir taraftan dinsel kimlik milli kimliğin önüne geçirilirken, diğer taraftan ayrı bir milli kimlik bilinçli bir şekilde yaratıldı ve güçlendirildi.

Bugün Bozüyük’te yaşanan sorun tam da budur. Türk milletinden ayrı bir Kürt kimliği kabul edilmiş, güçlendirilmiş, eline silah verilip dağa çıkartılmıştır.

Şimdi o kimlik, otobüslere bindirilerek Gemlik’e yürüyüşe götürülmektedir.

O kimlik, eline molotof tutuşturulup karakollara saldırtılmaktadır.

O kimlik, eline silah verilip mafyalaştırılmakta, ekonomiyi esir etmektedir.

O kimlik, eline mikrofon verilip Türk televizyonlarını Kürtçeye boğmaktadır.

Yani sorun, o kimliğin ifade edilişidir.

Milli kimlik kimi zaman dille, kimi zaman türküyle, kimi zaman yazıyla ifade edilir. Ama kimi zaman da yürüyüşle, ayaklanmayla, silahla, terörle...

Bugün kimileri “demokrasi” diyerek, iki tür ifade biçimi arasına ayrım koymak gerektiğinden bahsetmektedir. İlk anda mantıklı gelse de, bunun çok daha büyük bir tuzak olduğu görülmelidir. Tanınan kimliğin, kendisini ne zaman ve nasıl ifade edeceğini bilemezsiniz, bir. Bazen kimlikler silahsız istediğini daha rahat elde edebilir, iki. Örneğin bugün kendini silahlı mücadeleye ve PKK’ya karşı tanımlayan kimi Kürtler, Bağımsızlık Manifestosu yayınlamakta, kimileri ise federasyon için imza toplamaktadır!

O halde, “iyi Kürt”le “kötü Kürt” arasında ayrım yapmanın pek bir anlamı kalmamaktadır. İnsanların iyi niyeti, tarihsel olayların belirli akışını durdurmaz. Tarihsel akışa ancak kapılır gider. O nedenle aklı başında devletler, tek tek bireylerle, örgütlerle değil, tarihsel yasalarla ilgilenirler. Yarın devletin başına iş açacak bir talep, en iyi niyetli ve sadık bir kişi tarafından bile söylense buna engel olmak, gidişatı durdurabilir.

Ancak bugün gidişat, maalesef, durdurulamaz bir aşamaya gelmiştir. Çünkü yaklaşık 20 yıldır bir silahlı Kürt terörü yaşıyoruz. Bu yirmi yıl içinde, kabul etsek de etmesek de, bölücü Kürtçüler, kendilerine uygun bir millet yarattılar. Bu, kendi diline, kültürüne, “önderliğine” sahip çıkan bir milli topluluktur. Bu topluluğun yaratıldığını görmezden gelerek hiçbir yere varamayız!

Sokağa çıktığımızda, henüz beş altı yaşındaki Kürt çocuklarının “Benim önderim Atatürk değil Apo” dediğini görüyoruz. Bu, artık Kürt milli kimliğinin, doğar doğmaz benimsendiğini göstermektedir. Bugün beş yaşındaki zararsız, masum çocuk, yarın belki de bir terörist olacaktır.

O nedenle her Kürt Kürtçü değil anlayışı bir yerden sonra sarpa sarmaktadır. Doğru, her Kürt bugün için Kürtçü değildir. Ancak ben bölücü değilim, ama Kürdüm diyen, istese de istemese de, Türk ulus devletinin temelini dinamitlemektedir.

Türk kimliğini yıkarak, bölücü Kürtçülüğün pasif destekçisi konumundadır. Zaten her mücadele sadece aktif savaşçılarla değil, aynı zamanda daha kalabalık pasif destekçilerle verilebilir. Bugünün pasif destekçileri ise o mücadelenin ihtiyat kuvvetidir. Kimileri kabul etmese bile, ben Kürdüm diyen herkes, potansiyel bir PKK’lıdır.
O nedenle en iyi Kürt, ben Türküm diyen Kürttür...

Türk olan herşey Kürdün sadırısı altında

Son yirmi yıldır Türkiye’de bir Kürt örgütlenmesi yapılmaktadır. Kürtler, tek bir temelde örgütlenmektedir: Kürtsen bizdensin. Yani, siyasal inanışlar, toplumsal özlemler değil, etnik aidiyet Kürtleri birleştiren noktadır. Böyle böyle, bir “bizden” kimliği yaratılmıştır. Bu ise artık önü alınamaz bir Kürtlüktür. Bu Kürtlük şimdi gemi azıya almıştır.

Türkiye’nin hemen hemen her ilinde, PKK ve Apo posterleri ile sokağa çıkan binlerce “iyi Kürt” bulunmaktadır. Türkiye’nin her yerinde eline taşı alıp Türk polisine, Türk karokollarına saldıran “iyi Kürt” bulunmaktadır. Bu tür toplumsal eylemlere, bir kışkırtma denilerek geçilemez. Kışkırtmanın bir zemini vardır. O zemin, yaratılan milli kimliktir.

Bugün yaratılan Kürt milli kimliğinin en önemli özelliği ise Türk düşmanlığıdır. Türk karakolu, Türk askeri ya da polisi saldırı altındadır, ancak bunların saldırıya uğramasının temel nedeni Türk olmalarıdır. Karakol, asker, polis, Türk egemenliğinin simgesi olduğu için saldırıya uğramaktadır.

Bu ülkede bir etnik çatışmadan ve kışkırtmadan bahsedeceksek, bu etnik kin tohumlarını ekeni görmemiz gerekir. Türkiye’de Türkler, değil herhangi birine karşı etnik kin beslemeyi, “Ben Türküm” bile demezler.

Ama ısrarla “Ben Kürdüm” diyenler, bir süre sonra “Ben Türk devletini istemiyorum” demektedir. Böyle bir ortamda, bu devleti istemeyen Kürdün, bu devleti isteyen Türkle karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz olur.

Bugün böyle bir karşıtlık olmadığı söylense de gelişmeleri iyi okumak gerekir. PKK, tüm yurtta “serhıldan” çağrısı yapmıştır. Serhıldan, halk ayaklanması demektir. Yani eli ayağı tutan her Kürt, eline bayrağı, afişi alıp sokağa çıkıp eylem yapacaktır. Bu tür küçük gösteriler, büyük ayaklanmanın hazırlığıdır. Önce halk devletle karşı karşıya gelmeye alıştırılacaktır.

Son dönemde Batman’da, Van’da, Diyarbakır’da, Adana’da, Mersin’de bir türlü durdurulamayan küçük ayaklanmalar bu çerçevede ele alınmalıdır. Bu, yanlış bir ifade ile PKK’nın Türkiye’yi Filistinleştirme politikasıdır. Eline taş alan her Filistinli çocuk nasıl ki İsrail hedeflerine -sivil, asker!- saldırıyorsa, Kürt çocuk da aynısını yapacaktır.

Devletin en tepelerinde bu sözlerin sarfedilmesi PKK propagandasına alet olmaktır. Türkiye’yi İsrail konumuna sokan yönetici, İsrail’de devletin kendisini savunduğunu, bu işi vatandaşa havale etmediğini de bilmelidir!

PKK’nın etnik kışkırtması kendi zeminini bulmuştur. Etnik milliyetçilikle beslenen Kürtler bugün Türk devletine savaş açmıştır. Ancak buna karşı Türk devletinin bir tutunma zemini yoktur.

Bir PKK propagandası: Türk-Kürt kardeşliği

Başbakan PKK’yı durdurmak için Türklüğü gömüp Türkiyeliliğe geçmeyi önermektedir. Bir kısım saf aydınımızsa ısrarla Türk-Kürt kardeşliği mavalı okumaktadır. Oysa eğer iki kimlik varsa ve biz bunların gerçekten kardeşliğini istiyorsak, kardeşimize seçme hürriyeti tanımamız gerekir. Yani Türk-Kürt kardeşliği diyenler, Kürt kardeşlerine seçme hakkı tanımalıdır. O zaman Kürt kardeşiniz, teröre başvurmadan, iyi niyetle biz ayrılalım diyorsa ona ne cevap vereceksiniz!

Görüldüğü gibi Türk-Kürt kardeşliği teorisi, aslında Türk’ten ayrı bir Kürt kimliği oluşturmanın teorisidir. Günümüzde PKK bölücülüğünden bile güçlü olan teori de budur.

Bugün Türk-Kürt kardeşliği diyenler, güçlenen Kürt milliyetçiliğine karşı, Türklerin birleşmesine ve uyanmasına engel olmak istemektedirler. Dikkat edilirse bu grup, ısrarla Türklere hitap etmekte ve Türkleri sessiz olmaya çağırmaktadır. Oyun açıktır, PKK etnik Kürt milliyetçiliğini yaratırken, bunlar da Türk milli uyanışını engelleyecektir. Görüldüğü gibi Türk halkı, hem PKK tarafından dıştan, hem de bu tür gruplar tarafından “içten” bombalanmaktadır.

Bu tür teorilerin üretim merkezini iyi deşifre etmek gerekir. Bunlar günümüzün Taşnak-Hoybun’udur. Bu grubun lideri Erzincanlı bir Ermeni, sözcüsü ise Tuncelili bir Kürttür. Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı Ermeni-Kürt ittifakının tarihsel devamıdırlar. PKK’dan tek farkları, kitle tabanları olmaması ve bu nedenle de PKK’ya taşeronluk yapmalarıdır!

Bu Ermeni-Kürt çetesinin peşinden gidenlere şunu hatırlatmak gerekir. Neden ısrarla Türk-Kürt kardeşliği diyorsunuz? Türkler bugüne kadar kimsenin hakkını mı yediler, kimseye kötü bir davranışta mı bulundurlar? Ya da daha açık soralım, siz Kürtlerin Türkler tarafından asimile edildiğini, baskı altına alındığını mı düşünüyorzsunuz: Çıkarın ağzınızdaki baklayı!

Türkiye’de zaten yirmi yıldır fiilen Türk-Kürt kardeşliği politikası uygulanmıyor mu? Özal’ın teorilerini devrimci sosuna bulayıp Türk’e yutturabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Türk-Kürt kardeşliği denilen 20 yılda bir Kürt milleti yarattınız ve bir milleti susturdunuz, sindirdiniz. Bu 20 yılda tek bir Kürde bir gram zarar mı geldi? Gelmedi ama neden Kürtler hep bölücüleşiyor, hep daha da azıyor?

Türk’ün susturulduğu yerde Kürtçülük hortlar, Türkiye’de olanın özeti budur.

Bir, iki, üç; daha fazla Bozüyük...

Elbette Türkler -tarihin gördüğü en barışsever, hakbilir, sabırlı millet- oynanan oyunun farkında. Yüzlerce otobüslük PKK’lı sürüsünün bu ülkede eli kolu serbest dolaşabilme özgürlüğü olduğunu bu millet görüyor. Türk’e şehit cenazesi kaldırmanın bile provokasyon görüldüğü yerde, Kürdün Türkiye’yi istila ettiğini görüyor. Binlerce yıllık yurdunun, şehrinin, mahallesinin, içten işgal edildiğini görüyor.

Her şeyi gören Türk’e şimdi sus diyorlar. Provokasyona gelme, kıştkırtmalara kapılma!

Türk biliyor, bunca yıldır susa susa bu ülkede Kürtçülük güçlendi. Türk’ün susturulduğu yerde elbet barış olur. Ama nasıl bir barış? Türkiye Cumhuriyeti’nin bölündüğü, hem de sessiz sedasız, provokasyona gelinmeden bölündüğü bir barış!

Ne dersiniz Yunan işgalinden daha mı onurlu? O zaman da işgale karşı direnişin adı provokasyondu çünkü. Padişah efendimiz o zaman da Türklere kışkırtmalara gelmeyin diyordu.

Ama sabır bir yere kadardır.

Her millet bir yere kadar susar, bir yerde patlar.

Bir bakmışsınız bir Hasan Tahsin çıkmış ve ilk kurşunu atmış. İlk kurşunu atacak da, bu savaşa katılacak da her zaman çıkar. Bu tabiatın yasasıdır. O nedenle Bozüyük’te olanlara şaşırmamak gerekir. PKK’nın sokağa indiği yerde Türk de sokağa inecektir doğal olarak. Bu işin bir Bozüyük’le kalmayacağını, iki, üç daha fazla Bozüyük olacağını öngörmek içinse müneccim olmak gerekmez. Bunun arkasında bir provokasyon arayan kafa, ipi dışarda kafadır. Bunlar sanırlar ki, halk da kendileri gibi dışardan yönetiliyor. O nedenle halkın her davranışının arkasında bir provokatör ararlar.

Bu provokatör arayışı bile gayet bilinçlidir.

Bir yandan MHP ve ondan türeme faşist partiler sözde hedef gös terilmektedir. Oysa herkes biliyor ki, MHP türü ırkçı hareket 1950’den 1980’e kadar Türklere karşı sokağa salınmış ve antiemperyalist devrimci Türk çocuklarını öldürmüştür. 1980 sonrası bu hareketler sokaktan çekilmiştir. Çünkü 1980 sonrası sokakta PKK vardır. Sokağa iki Amerikan hareketi çoktur. O nedenle MHP eve çekilmiş, PKK sokağa inmiş ve MHP’nin kaldığı yerden Türk öldürmeye başlamıştır. (Tüm MHP’liler kendilerini hele bir sorgulasın, neden PKK’ya karşı MHP’nin çıtı bile çıkamaz!)

Diğer yandansa doğmamış Kuvayı Milliye boğulmak istenmektedir. Amerikancı Akşam yazarları, her ilde ve her semtte Türklerin Kuvayı Miliye türü örgütler kurduklarını ve savaşa hazırlandığını yazmaktadır. Peki neden? Böyle örgütler mi bulunmuştur, deşifre edilmiştir? Hayır! O halde? Çünkü Amerikancılar, bu milletin bir Kuvayı Milliye geleneği olduğunu bilmektedir. Bu gidişatın, milleti uyandırdığını görmektedir. Bu uyanışınsa örgütsel bir yanı olacağını bilmektedirler. Ama doğmamış Kuvayı Milliye’ye, “linççi Türk” damgası vurup, ana rahminde boğmak istiyorlar!

Provokasyon ve linç kelimelerinin gazete manşetlerine taşındığı bir dönemde ne yapmalı? Susup evimizde mi oturalım?

Açıkçası, kimseye sokağa çıkıp şunları yapın deme pozisyonunda görmüyoruz kendimizi. Halkı sokağa döktüğünüz zaman, onu koruyacak bir gücünüz olması gerekir. Korumanın ötesinde sokağa inen halkın çözüm üretmesi gerekir. Türkiye’nin Atatürkçü birikimi henüz o aşamada değildir. O nedenle bizler de, her tür erken Kuvayı Milliye örgütlenmesine uzun süredir karşı çıkıyoruz. Çünkü halkın umutları ile oynama hakkı yoktur kimsenin.

Ama biz bu pozisyonu benimsemekle ve halka da bu yönde çağrı yapmakla birlikte, halkın kendi bildiğini yapacağını da görüyoruz. Ok yaydan çıktıktan sonra ancak izleyebilirsiniz.

İki yıl önce “Türk’ün ateşle imtihanı” demiştik!

Şimdi ise “Türk’ün sabırla imtihanı!”

Türk oğlu, Türk kızı: Zor bir dönemeçten geçiyorsun. Türklüğünü koru! Milletini, vatanını, dilini, davanı koru!

Her şeyini millet davasına gözünü kırpmadan, arkana dönüp bakmadan vereceğin günler geldi.

Türk’ün güveneceği evladısın. Güveni boşa çıkarma...

http://www.turksolu.com.tr/90/basyazi90.htm

..