2 Nisan 2015 Perşembe

TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 7




TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 7



"EROİNLERİ ERBAKAN TEMİN ETTİ"

-18 Ekim 1978: MSP eski milletvekili Halit Kahraman, Almanya'nın Duisburg kentinde 3 kilo 399 gram eroinle yakalandı. Kahraman, Alman polisine verdiği ifadede şunları söylüyordu:
"Diyarbakır'da çiftçilik yapıyordum.1973 yılında, Erbakan tarafından kurulan MSP'ne girdim. Tanıdıklarımla birlikte MSP'nin Diyarbakır örgütünü kurdum. 1973 seçimlerinde milletvekili seçilerek, 1977 seçimlerine kadar parlamentoda kaldım. 1977 seçimlerinde seçilemedim. Mali durumum bozuldu. 1978 Ağustos ayında Erbakan'a gittim. Durumumu anlattım. Bunun üzerine, Erbakan çok dikkatli bir şekilde konuyu eroin satışına getirdi. Bana, eroin satışıyla çok iyi para kazanabilirsin, dedi. Ancak dil bilmediğim için işimin zor olduğunu söyledi ve bir taşıyıcı bulmamı istedi. Diyarbakır'da Nusrettin Gündüzhan'ı buldum. Gündüzhan işi kabul etti. Tekrar Erbakan'a gittim. Genel Merkez binasına gittiğimde, Erbakan'ın yanında Fehim Adak da vardı. Fehim Adak'ın yanında konuşmak istemedim. Ancak Erbakan açık bir şekilde Fehim Adak'ın huzurunda mali durumumun bozuk olduğunu, yardım edilmesi gerektiğini ve eroin temin edilmesinin lazım geldiğini söyledi. Eroinin nerede, ne zaman teslim edileceğini Fehim Adak'ın telefonla bildireceğini de söyledi. Bu konuşmadan sonra, Ankara'daki evime gittim. O günün akşamı Fehim Adak telefon etti. Malların hazır olduğunu söyledi. Eroini Oran'dan alacağımı bildirdi. Fehim Adak buraya taksiyle geldi; şoför taksiden inip bana bir plastik torba verdi. Torbanın içinde, 6-7 tane daha plastik torba vardı. Adak, geldiği taksiyle gitti. Torbayı çalıların arasına sakladım. Evime döndüm. Daha sonra, Nusrettin Gündüzhan'ın otomobiliyle gidip torbayı aldık. Gündüzhan torbayı arabanın bagajına koydu. Daha sonra, Gündüzhan ile kararlaştırdığımız günde Almanya'ya hareket ettik."
Halit Kahraman ve Nusrettin Gündüzhan Almanya'da mahkum oldular. Erbakan ve Adak haklarında ise Türkiye'de dava açıldı. Mahkeme, Erbakan ve Adak'ı delil yetersizliğinden berat ettirdi. Biz, mahkum olan şeriatçı milletvekili Halit Kahraman örneğinden yola çıkalım.
"Temiz insan, temiz politika, manevi kalkınma" sloganlarını her dönemde kullanan şeriat politikacıları, nasıl oluyor da uyuşturucu gibi kirli bir işe böylesine bulaşabiliyorlar. Bir bölümünün adı bulaşıyor, bir bölümü bulaşmakla kalmayıp mahkum oluyorlar. Bunu, kişiliğe indirgemek biraz saflık olur. Bir siyasi hareketin, yürürlükteki sistemin pisliklerine karışması demek, düzene karışması demek oluyor. Yürürlükteki sistemin pislikleri kavramını da açalım. Örneğin, Türkiye'de yürürlükte bulunan sistemin pislikleri, Türkiye gibi yönetilen ülkeler bütünündeki pisliklerle üç aşağı beş yukarı ortak özellikler taşır. Rüşvet gibi, fuhuş gibi, güce tapınma gibi, uyuşturucu gibi...
Nitekim buyurun, İslam adına laik-demokratik Afgan hükümeti ve Sovyet askerlerine cihat açan Afgan İslam Mücahitleri, uyuşturucu ticareti yaptıklarını inkar etmiyorlar.
1986-1987 yıllarında Afganistan'ın güneyinde bin millik bir alanda çarpışan mücahitler, üç ayrı bölgede, doğrudan haşhaş işine karıştıklarını saklama gereğini bile duymuyorlar. Onlara göre savaş, kendine özgü ekonomik ve ahlaki zorunlulukları da beraberinde getirmiş. Haşhaş ekimi, yürüttükleri savaşımda ayakta durabilmeleri anlamında yaşamsal bir öneme sahip olduğundan, kendilerini bu amaca yönelik olarak yaptıkları hiçbir şeyden sorumlu tutmuyor ve yöntemlerinin sorgulanmasına karşı çıkıyorlar. Haşhaş ekiminin çarpışmaların başlamasından sonra sadece mücahitlerin elindeki bölgelerde gerçekleştirildiğini Amerikalı görevliler de ifade ediyorlar.
Pakistan'da bölgesel yayın yapan Khyber Mail gazetesi, bölgede dev boyutta işleyen uluslararası bir mafyanın olduğunu ve onun önderliğinde ABD ye İngiltere'de tüketilen eroinin yüzde 80'inin Pakistan-Afganistan sınırından geldiğini belirtiyor. Pakistan, şeriatle yönetilen bir başka ülke. Birader Ziya ül Hak'ın ülkesi.
Buralardan gelen uyuşturuculardan kazanılan para yalnız Afgan mücahitlerine değil, CIA aracılığıyla tüm dünyadaki karşı devrimcilere örneğin o dönemde aktif olan Eden Pastora, 'Komutan Sıfır'ın Küba kontralarına ve bunun dışında da batılı gizli istihbarat örgütlerinin illegal operasyonlarının finansmanına harcanıyor.
1986 sonunda, Musa Quala kentinde öğretmenlik yapan ve Helman bölgesinin önde gelen asillerinden Nazım Akınzade'nin ağabeyi olan Muhammed Resul, haşhaş ekiminin isyancılar için taşıdığı önemi şöyle vurguluyor:
"Başka nasıl yapabiliriz ki? Allahsız Afganlılar ve Ruslara karşı savaşımımızı afyon üretip satarak ve karşılığında silah alarak sürdürüyoruz."
Diğer birçok isyancı lider tarafından da dilegetirilen bu gerçeği, Müslüman halka empoze etmek için bir kılıf bulmakta da gecikmemişler. Bilindiği gibi Afganlılar, hele isyancıların etkili olduğu bölgelerde yaşayan halklar dinlerine fazlasıyla bağlı olup, Müslümanlığın reddettiği herhangi bir konuda oldukça duyarlıdırlar. Aynı sorunun keyif verici ve uyuşturucu maddeler konusunda tepki yaratmaması amacıyla, isyancıların halkı ikna etmek için buldukları çözümü Resul şöyle dilegetiriyor:
"Müslümanlığa göre afyon kullanımı yasak. Ancak yetiştirilmesi ve satılması serbesttir. Bizim de yaptığımız bundan başka bir şey olmadığına göre, günah filan işlemiyoruz demektir." (YÜCEL, Zeki: Yarın Dergisi. S f. 28-29. Ocak 1987)
Afganistan, Pakistan, İran, Suudi Arabistan gibi şeriatçı ülkelerin reddettikleri, muhalifi olduğunu söyledikleri ve cihad ilan ettikleri batılı sistemle bağlan bu denli güçlü olunca, sonuçları da güçlü ve etkili oluyor. Batıdan kapitalist,emperyalist sistemin tüm yanlışlıklarını ve pisliklerini alıp, kelam erbabına bir kılıf ısmarlıyorlar.
-2 Aralık 1978: Sivas'ta "Müslüman Gençlik" başlıklı bir bildiri dağıtıldı. Bildiride, "Müslüman durma! Hiç durmadan ilerle. Ölüm seni şehit olarak bulsun", deniliyor ve altında, MHP imzası yer alıyordu.
-23-25 Aralık 1978: 'Kahramanmaraş katliamı' meydana geldi 23 Aralık, Cumartesi günü sabah, erken saatlerde kent içinde gruplar oluşturan gericiler, "Müslüman Türkiye", "Ordu Millet el ele", sloganlarıyla yürüdüler. Av tüfeği satan dükkanların kapılarını kırdılar ve silahlandılar. İki günün bilançosu; 105 ölü, 176 yaralıyla kapandı. 210 ev ve 70 işyeri yakılıp yıkıldı. Bunun üzerine, 26 Aralık'ta 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi.
- l Ocak 1979: Kahramanmaraş olayları sırasında Kadir Köse, Muharrem Ekici, Recep Duman ve Veli Duman tarafından yakılan Ali Tıraş adlı çocuğun annesi Döne Tıraş, Sıkıyönetim Komutanlığı'na bir dilekçe verdi. Döne Tıraş'ın dilekçesine bir göz atalım:
"24 Aralık 1978 günü sabahleyin saat 07.00'de, yukarıda isimleri yazılı kişiler evimizi ateşe verdiler. Ben ve oğlum kaçarken ben geride kaldım, oğlum yukarıdaki evlerde oturan kişiler tarafından tutuldu ve oğlumu götürdüler, ben onu kaybettim, oğlumu göremedim, bu evlerde oturan kişiler bir gün önce gelip kırma av tüfeğimizi ve mermileri alıp gittiler, aynı gün iki kızımı Aramaraş semtindeki akrabamız Ali Duyar'ın evine göndermiştim.
27 Aralık 1978 günü eşyalarımı almaya eve gittiğimde, yukarıdaki kişilere: çocuğumun ya ölüsünü, ya dirisini verin, diye söyledim. Onlar bana, Kürtçe: Bu orusbuya bir kurşun atalım yoksa bizi yakar, dediler.
28 Aralık 1978 günü eşyalarımı toplarken çocuğumun yanmış cesedini gördüm, askerlere haber verdim, alıp cesedi götürdüler.
Yukarıda adları yazılı olan kişiler haklarında, yüksek makamınıza 28 Aralık 1978 tarihinde şikayet dilekçesi vermiştim.
Hâlâ suçlular, elini kolunu sallaya sallaya gezmektedirler. Bunlar hâlâ bana, biz öldürdükse ne yaptın, elinden geleni yap, diye ileri geri konuşmaktadırlar; bu bakımdan bu ikinci müracaatta bulunmak mecburiyetinde kaldım.
Suçluların bir an önce yakalanması ve cezalandırılması bakımından gereğinin ifasını saygılarımla arz ve şikayet ederim. 1/1/1979. Mehmet kızı Mehmet eşi Döne Tıraş."
-21 Mayıs 1979: Kurs ve Okullara Yardım Dernekleri Federasyonu'nun Genel Kurulu, İstanbul Spor ve Sergi Sarayı'nda beşbin kişinin katılımıyla yapıldı. Genel Kurul'da 'Süleymancılar'in lideri Kemal Kaçar şu konuşmayı yaptı:
"Bu salonda, Türkiye'de çeşitli kent ve kasabalarda, binin üstünde özel binada kurs gören, en az yüzbin genci; yurt dışında da tüm Avrupa'yı ağ gibi saran 215 İslam Kültür Merkezi'ni sinesinde barındıran bir örgütün genel kurulu yapılmakta."
İşte 1979 yılı Mayıs ayında Süleymancıların gücü...
-l Şubat 1979: Ruhullah Musevi ya da bilinen adıyla Ayetullah Humeyni, sürgünde bulunduğu Fransa'dan İran'a döndü. Şah Rıza Pehlevi, 16 Ocak'ta ülkesinden kaçmıştı. İran İslam Devrimi gerçekleşmiş oldu.
-13 Şubat 1979: Milli Selamet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Recai Kutan, hükümetin, İran İslam Cumhuriyeti'ni tanımasını ve yakın ilişkiler kurmasını istedi. Kutan'ın sözleri şöyle:
"Uzun bir süreden beri Türk kamuoyunun büyük bir dikkat ve hassasiyetle takip ettiği, komşu İran'daki hadiseler sonuçlanmış, İran milletinin arzu ve temayüllerini temsil eden Ayetullah Humeyni, Şah rejimini yıkıp yerine İran İslam Cumhuriyeti'ni kuracak noktaya gelmiştir.
Bu hadise namütenahi maddi imkanlara, dış güçlerin çok büyük desteklerine sahip olsalar bile milletin arzu ve tercihlerini hiçe sayan diktatörlerin akıbetlerinin ne olacağını göstermektedir.
Bu hadise, inancın çok büyük maddi imkan ve desteklere galebesini, dünyada her şeyin maddeden ve menfaatten ibaret olduğunu iddia eden Marksizmin, kapitalizm ve her çeşit materyalizmin iflasını isbat etmektedir.
Milli Selamet Partisi olarak, kurulduğu günden bu yana 'Şahsiyetli dış politika' görüşünü savunduk ve kardeş Cezayir devletini en son, İsrail'i ise ilk tanıyan, uydu dış politikanın karşısında olduk. Bu anlayış ve görüş içerisinde hükümeti ikaz ediyoruz. Acaba Amerika ve Rusya ne diyecek, nasıl bir tavır takınacak, diye beklemeden İran İslam Cumhuriyeti'ni derhal tanımalı ve bu kardeş ve komşu ülke ile en yakın ilişkileri kurmalıyız."
-23 Şubat 1979: İslamcı gençliğin liderlerinden Metin Yüksel, İstanbul Fatih Camii avlusunda, ülkücü komandolar tarafından öldürüldü.

AYNI ANDA DÜNYADA...

Şili'de Unidad Popular (Halkın Birliği) adayı Salvador Allende 4 Eylül 1970'te seçimi kazanarak dünyada seçimle iktidara gelen ilk sosyalist lider oluyor; 1971 Nobel Edebiyat Ödülü'nü Şilili ozan Pablo Neruda alıyor; İspanya General Franco'nun ölümüyle 1975'te demokrasiye dönüyordu. 1970-1980 dönemi, Roger Moore'un James Bond'luğu devralıp daha da doruklara taşıdığı, Watergate skandalınının tartışmalarının hiç bitmediği, Delon'un baş döndürdüğü, Che posterlerinin gençlerin odalarından inmediği yıllar oluyordu.

-12 Haziran 1979: Erbakan, MSP İzmir İl Başkanlığı tarafından düzenlenen bir toplantıda, "MSP, hafta tatili cuma gününe gelsin diyor; AP ve CHP hayır diyor. Mübarek mukaddes cuma tatilini bırakmış, elin gavurunun pazarını kendine tatil yapmış. Nikahı müftüler kıysın diyoruz. Mekteplere Kuran dersi koyalım diyoruz. Bu milletin mektep kitapları niye Allah adıyla başlamıyor?" diye konuştu.
-26 Kasım 1979: Milliyet gazetesine telefon eden, kimliği belirsiz bir kişi, Abdi İpekçi'nin katili olarak yargılanırken askeri cezaevinden kaçırılan Mehmet Ali Ağca'nın, gazetenin yakınındaki eczanenin önündeki çöp kutusuna bir mektup bıraktığını söyledi. İhbar doğru çıktı. Ağca'nın Milliyet gazetesine gönderdiği mektup aynen şöyleydi:
"Türkiye'nin kardeş İslam ülkeleri ile Ortadoğu'da yeni bir siyasi, askeri ve ekonomik güç oluşturmasından korkan batılı emperyalistler, hassas bir dönemde, dini lider maskeli haçlı kumandanı olan Jean Paul'ü, acele Türkiye'ye gönderiyorlar. Bu, zamansız ve anlamsız ziyaret iptal edilmezse Papa'yı kesinlikle vuracağım. Cezaevinden kaçmamın tek sebebi budur. Ayrıca, ABD ve İsrail kaynaklı Mekke baskınının hesabı sorulacaktır. Ayrıca, kansız, sessiz ve basit bir kaçış olayını rica ederim, büyütmeyin, saygılarımla. M. Ali Ağca."
Ve vurdu...

12 EYLÜL LAİKLİĞİ EZİP GEÇİYOR

-4 Temmuz 1980: Çorum'da, camide namaz Talan bir grup, "Komünistler camileri yakıp yıkıyor", "Camilere bomba atıyorlar', kışkırtmalarıyla sokaklara döküldü. Gericiler, evlere ve dükkanlara saldırdılar. Ölü sayısı, 10 Temmuz'da 26'yı buldu. Yüzlerce yaralı vardı. Bu tablo karşısında Çorum'un Mecitözü ve Alaca ilçelerinde yaşayan 600 aile, başka illere göç etmek zorunda kaldılar.
-6 Eylül 1980: Milli Selamet Partisi'nin 12 Eylül darbecilerinin dillerine doladıkları son siyasal eylemi, Konya Mitingi yapıldı. İstasyon bölgesinde toplanmaları gerekirken, miting öncesinde, "Mevlana'nın türbesini ziyaret edeceğiz" gerekçesiyle Mevlana Meydanı'nda toplanan binlerce kişi, içki satan dükkanları taşladılar; turistlerin kaldığı Berga otelini taşlayıp bazı müşterileri dövdüler. Daha sonra, başta Necmettin Erbakan olmak üzere kalabalık yürüyüşe geçerek İtfaiye Meydanı'na gitti. Şeriatçılıklarını göstermek için takkeler, sarıklar, yeşil cübbeler giyen ve kocaman teşbih taşıyan kişiler, şu sloganları atıyorlardı:
"Şeriat İslam, Anayasa Kur'an", "Vur de vuralım, Öl de ölelim", "Şeriat hakkımız, Söke söke alırız", "Dinsiz devlet, Yıkılacak elbet", "Şeriat gelecek, Dertler bitecek."
Taşınan pankartlarda ise, "Tek Halife, Tek Devlet" sloganıyla İslam enternasyonalizmini benimsediklerini, "Ya Şeriat Ya Ölüm" sloganıyla şeriat düzenini getirebilmek için ölümü, dolayısıyla öldürmeyi göze aldıklarını, "Cihadımız devletimizi kuruncaya dek" sloganıyla nihai hedeflerinin şeriat devleti olduğunu anlatıyorlardı.
-12 Eylül 1980: Orgeneral Kenan Evren darbe yaptı. Zaman geçtikçe, "Cumhuriyeti koruma ve kollama" adına yapılan harekatın, ne kadar cumhuriyeti, ne kadar şeriatçıları kolladığı konusundaki kuşkular, kanıta dönüştü. Küçük bir örnek verelim: Darbeciler tarafından çıkarılan 2549 sayılı Devlet Mezarlığı Yasası'nda, Sakallı Nurettin Paşa'nın rütbesi korgenerallikten orgeneralliğe yükseltildi ve İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak'tan sonra üçüncü sırada Atatürk Araştırma Merkezi'nin şeref üyesi sayıldı. Bu nedenle, Devlet Mezarlığı'na gömülmesi kararlaştırıldı. Genelkurmay Başkanlığı, oluşan tepkiler yüzünden Nurettin Paşa'nın Devlet Mezarlığı'na gömülmesinden vazgeçti. Kimdi Sakallı Nurettin Paşa?
Türk İstiklal Harbi'ne Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri adlı Genelkurmay yayınına göre; Sakallı Nurettin Paşa diye bilinen Korgeneral İbrahim Nurettin, 1873 yılında Bursa'da doğdu. 1893 yılında Harbiye'yi bitirdikten sonra, 1897'de Türk-Yunan savaşında, 1902'de Makedonya'da Bulgar çetelerine karşı savaştı. Balkan Savaşı'na katıldı. Basra, Bağdat, Aydın ve İzmir valilikleri yaptı. 1919'da, Urla ayaklanmasının bastırılmasında görev aldı. 1920'de, Anadolu'ya geçti ve merkez komutanlığına atandı. 1922'de, 1. Ordu komutanı oldu. 1.Ordu'nun 1922 yılında kaldırılması üzerine izinli sayıldı. 1924 yılında, Yüksek Askeri Şura üyeliğine atandı. 1925 yılında, Bursa milletvekilliğine seçildi. 1925 yılında, kendi isteği ile emekli oldu. 1932 yılında öldü.
Cumhuriyet gazetesinin 2 Aralık 1925 tarihli sayısında Sakallı Nurettin Paşa'ya ilişkin şu satırlar yer alıyor:
"Millet Meclisi'nde irtica paşasının işi ne? Şapkayı değil fesi, yeniliği değil bağnazlığı, devrimi değil gericiliği savunan Nurettin Paşa'nın Türk Devrim Meclisi'nde işi yoktur."
Söylev'in 408. sayfasında Atatürk, Sakallı Nurettin Paşa için, "utkunun şerefine katılmaya en az hakkı olanlardan biri" diyor. Atatürkçüyüm diye, darbe yapan generaller ise onu baş tacı yapıyorlar.
-14 Ekim 1980: Devlet Başkanı Kenan Evren, Diyarbakır'da konuşuyor: "Biz aynı dinin evlatlarıyız. Bizim dinimizde kindarlık yoktur. Bizim dinimiz affedicidir. Şeriatın kestiği parmak acımaz derler."
-13 Kasım 1980: Nakşibendi Şeyhi ve İskenderpaşa Cemaati lideri Zaid Kotku, öldü. Cenazesi bir gün sonra büyük bir kalabalığın katılımıyla, bir başka Nakşi Şeyhi, Mahmut Ustaosmanoğlu tarafından kıldırılan namazın ardından Süleymaniye Camii'nden kaldırıldı. Caminin avlusundaki Kanuni Sultan Süleyman Türbesi'nin arkasında, tüm Gümüşhaneli Dergahı şeyhlerinin mezarlarının bulunduğu yere gömüldü. Kotku'nün söz konusu yere gömülebilmesi için, 12 Eylül 1980'de yönetime el koyan Milli Güvenlik Konseyi, özel izin vermişti.
-15 Ocak 1981: Devlet Başkanı Kenan Evren Konya'da konuşuyor: "Dinsiz bir millet düşünülemez. Dinimize sımsıkı sarılmalıyız."
-17 Ocak 1981: Devlet Başkanı Kenan Evren, bu kez Hatay'da şunları söylüyor: "Tanrısı bir, Kuranı bir, peygamberi bir, aynı sesleniş ve yakarışla namaz kılanları birbirinden kopartmaya imkan yoktur."
-19 Şubat 1981: Genelkurmay Sıkıyönetim Koordinasyon Başkanlığı'nın 7130-82.81 sayılı açıklaması ile önemli bir duyuru yapıldı:
"...Son günlerde bir kısım basınımızda ezanın Türkçe okutulması, Kur'an'ın Türkçeleştirilmesi konusunda tartışmaların yer aldığı üzüntü ile görülmektedir. Milli Güvenlik Konseyi'nde bu hususta hiçbir çalışma yapılmadığı halde, halkımızın çok hassas olduğu bu konunun ortaya atılışının asıl sebebinin, Türk milletini tekrar bölme ve Milli Güvenlik Konseyi'ne karşı beslenen büyük itimadı sarsma çabaları olduğu anlaşılmaktadır.
Bu gibi asılsız haberlere dayatılan ve bilimsellikle hiçbir ilişkisi olmayan lüzumsuz münakaşaların zararlı sonuçlar vereceği, vatandaşlarımızın arasında yanlış anlamalara neden olabileceği değerlendirilmektedir. Bölücülere ve yurt içinde kargaşalık yaratmaktan fayda bekleyenlere, yeni bir istismar konusu olarak uydurulmuş bir habere dayandırılan bu münakaşalara son verilecek ve sıkıyönetim komutanlıkları da bu konuda gerekli tedbirleri alacaklardır. Sıkıyönetim bölgelerinde, anılan bildiri doğrultusunda gerekli önlemler alınacaktır."
Evet. Generallerin açıklaması böyle. Atatürkçülük adına, 1961 Anayasası'nı tağyir, tebdil ve ilga edenler, Atatürk'ün yarım asır önce gerçekleştirdiği önemli uygulamalardan birini yeniden devreye sokacaklarına ilişkin haberlerden üzüntü duyuyorlar.
İşin bir başka yönü daha var. Bu açıklama da diğer birçok uygulama gibi asker değil politikacı tavrı olarak ortaya çıkıyor. Sanki, onlar darbeci askerler değil, bir süre sonra politikaya atılacak ve belirli kesimlerin oylarını yitirmekten korkan acemi siyasetçiler.
-28 Nisan 1981: Bakanlar Kurulu, 28.4.1981 tarih ve 8/2838 sayılı kararnameyle "Türk imamlarına Türk devleti yerine Suudi Arabistan'ın Rabıtat-ül Alem-ül İslam (Rabıta) örgütünün aylık bağlamasını", onayladı. Kararname, Resmi Gazete'de yayımlanmayarak kamuoyundan gizlendi. Kararnamenin altında, tüm bakanlarla birlikte Devlet Başkanı Kenan Evren'in, Başbakan Bülend Ulusu'nun, Başbakan Yardımcısı Turgut Özal'ın ve o tarihte hastanede yattığını ileri süren Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş'in imzaları vardı. Olay, 1987 yılının Mart ayında Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcu tarafından ortaya çıkarıldı.
-23 Temmuz 1981: Atatürk devrimlerinin en önemli ayaklarından biri olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu hükümleri yerle bir edildi. Darbenin başı General Kenan Evren, Erzurum'da yaptığı konuşmada şunları söyledi:
"Artık, yeni aldığımız bir kararla ilk ve ortaokullarda, liselerde mecburi din dersi konacaktır."
Bu buyruk, 1982 Anayasasının 24. maddesinde yerini aldı.
-24 Nisan 1982: İslam Kalkınma Bankası'mn İstanbul'da yapılan toplantısının açılışında konuşan Devlet Başkanı Orgeneral Evren, "İslam aleminin ayrılmaz bir parçası" olduğumuzu söyledi.
-9 Haziran 1982: Devlet Planlama Teşkilatı 'nın topladığı V. Beş Yıllık Kalkınma Planı Milli Kültür Özel İhtisas Komisyonu , büyük ölçüde Türk-İslam sentezcisi Aydınlar Ocağı üyelerinin egemenliğine geçti. 1983 yılında yayınlanan Milli Kültür Raporu, Aydınlar Ocağı'nın bir belgesi gibiydi. Raporun çeşitli sayfalarından yaptığımız şu alıntılar, Aydınlar Ocağı ve 12 Eylül'ün laikliği hakkında ipucu verebilir:
"Sayın Cumhurbaşkanımızın Ramazan Bayramı mesajında ifade ettikleri gibi, milletimizin ahlaki anlayışının kaynağı İslami İnançlardır."
"Bu kadar canlı olarak yaşanan bir dinin ve ahlakın, milli kültür planlamasında ihmal edilmemesi gerekir." (S. 141)
"Türk servesine uygun olan İslam'ın... sosyal ve ekonomik kalkınmada rol oynadığına şahit olmaktayız." (S. 144)
-11 Haziran 1982: Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri arasında örgütlenmeye çalışan İstanbul'daki Nurcuların, önde gelen 9 militanı Sıkıyönetim Adli Müşavirliği tarafından gözaltına alındı.
-17 Haziran 1982: Süleyman Hilmi Tunahan'ın ölümünden sonra Süleymancıların liderliğini üstlenen Kemal Kaçar ve arkadaşları hakkında, Antalya Cumhuriyet Savcılığı tarafından ceza davası açıldı. Antalya Savcılığı 'nın iddianamesindeki dava gerekçesi şöyle:
"Tüm sanıkların, Süleyman Hilmi Tunahan tarafından kurulan Süleymancılık tabir edilen tarikatın mensubu bulundukları, bazılarının tarikatın üst kademelerinde yer alarak sevk ve idaresine karışıp idare ettikleri, bazılarının ise sadece mensubu bulunup faaliyet gösterdikleri, Süleymancıların gayesinin halifelik ile idare edilen ve bütün Müslümanları bir bayrak altında toplayan şer'i bir hükümetin kurulması olduğunu, bunun için de altyapı olarak izinsiz Kur'an kursları ve öğrenci yurtları açtıkları, bu kurslarda tedrisat yaptırdıkları, her Süleymancının beş Süleymancı yetiştirmek zorunda olduğu, iktidara gelmek için zaman geldiğinde eyleme geçeceklerini belirttikleri..."
"...Süleyman Hilmi Tunahan'm ölümünden sonra idareleri sanıklardan Kemal Kaçar'ın devraldığı, elde edilen deliller, elde edilen kitap, teyp ve onların incelemesini yapan bilirkişi heyetinin mütalaasına göre, Süleymancıların Atatürk düşmanı olup, Atatürk için kafir tabiri kullandıkları, cennetini toprak kabul etmediği için kemiklerinin dahi bulunmadığı, cehenneme gittiği fikrinde oldukları, ele geçen Arapça kitap, teyp ve notlar,.vesaikten anlaşılmıştır.
Kendi inanç ve felsefelerinin propagandasını, izinsiz olarak açtıkları Kur'an kursu ve pavyonlarda çocuk denebilecek yaştaki gençleri kendi doğrultularında eğittikleri, fikirlerini aşıladıkları, bu kursta Arapça tedrisat yaptıkları, sanıkların siyasi hayata atıldıkları anlaşılan Kemal Kaçar, Şerafettin Peker, Ali Ak, Mehmet Özgen ve Kadir Balcı'nın Süleymancılık tarikatını koz olarak kullanıp 6187 sayılı kanuna muhalefetten nüfuz ve çıkar sağladıkları..."
-24 Haziran 1982: Orgeneral Evren, Devlet Başkanı sıfatıyla Zonguldak'a gitti. Kalabalığa hitaben konuşma yaparken kürsüdeki bardaktan su içen Evren, kalabalığa dönerek, "Ramazan'da su içiyor diye sakın beni ayıplamayın, ben seferiyim" diye mazeret belirtiyordu.
-1982: Süleymancılar, 1982 anayasasına evet oyu vermek için darbe yönetimiyle pazarlık yürütüyor. Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı ile birlikte halkoyuna sunulan 1982 Anayasası'nın 24. maddesi Şöyle:
"...Din ve Ahlak eğitim ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din Kültürü ve Ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitimi ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır."
-l Eylül 1982: Atatürkçü (!) 12 Eylül'ün seçtiği, Atatürkçü (!) Danışma Meclisi 1982 Anayasası'nı yapıyor. Danışma Meclisi'nin l Eylül oturumunda, Anayasa tasarısının maddeleri üzerindeki görüşmeler sürüyor. Tasarıda, isteğe bağlı olarak yer verilen din eğitimi ve öğretimi, Anayasa Komisyonu tarafından, yeniden Genel Kurul'a getirilen bir madde ile ilk ve orta öğretim kurumlarında zorunlu kılınıyor. Anayasa Komisyonu Sözcüsü Şenel Akyol, Anayasa'nın başlangıç bölümünde Allah'ın adına yer verileceğini belirtiyor ve bunun laikliğe aykırı bir yanı bulunmadığını söylüyor.
-20 Aralık 1982: Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK), üniversitelerde kılık kıyafete ilişkin bir genelge yayınladı. Genelgede, kız öğrencilerin üniversitelere başları açık gelmeleri isteniyordu.
-10 Ocak 1983: YÖK'ün başörtüsü genelgesi, uygulanmaya başlandı. Başörtülülerin başını açtıkları veya okula perukla gelmeye başladıkları gözlemleniyordu. 1968 yılında gündeme gelen başörtüsü, daha doğrusu tesettür sorunu, yıllar sonra bu kararnameyle şeriatçıların bayrağı oluyordu. Tartışmalar, eylemler yıllar sürecek, İslamcı kesim bulduğu fırsatı çok iyi değerlendirip "zulme karşı savaş" açacaklar ve önlerinde buldukları yoldu genişleterek yürüyeceklerdi.
Başörtüsü sorunu üniversitelerde, ilk defa 1968 yılında gündeme geldi. Bu yıla kadar, İlahiyat Fakültelerinde bile başörtüsü takan öğrenci yoktu. Başörtüsü takan ilk öğrenci, Neslihan Bulaycı oldu. Bulaycı, başını inançlarından ötürü örtmüştü. İlahiyat'taki erkek öğrenciler, Bulaycı'yı bayrak haline getirdiler. Bulaycı, buna karşı çıktı. "Ben inancım olduğu için örtünmüştüm ama bunların inancı İslamı bölmektir" deyip başını açtı.
Başörtüsü tartışması, daha sonra Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'ne sıçradı. Yıl, yine 1968 idi. Sol öğrenci hareketinin Türkiye'nin gündemini belirlediği o günlerde, başörtüsü sorunu da gazetelerin birinci sayfasına sıçramayı başardı.
Başını açmak istemeyen Hatice Babacan adlı öğrenci derslere sokulmayınca, erkek öğrencilerle birlikte eyleme gitti. Günlerce boykot yapıldı. Bu öğrenci daha sonra, fakülte yönetim kurulunun 11 Nisan 1968 günlü kararıyla okuldan uzaklaştırıldı. Fakülte dekanı Prof.Dr.Hüseyin Yurdaydın, "baş örtme yüzünden değil, öğretmenlerine hakaret ettiği için uzaklaştırdık" diyordu. (AYGÜN, Hakan: Şeriatın Ayak Sesleri, Sf. 70. 1992, Ankara)
-Nisan 1983: Başbakanlık'ın bastığı "Terör ve Terörle Mücadelede Durum Değerlendirmesi" adlı 12 Eylül darbesinin ünlü kitabı, 'İrticai Faaliyetler' başlığı altında şeriatçı unsurlar ve eylemlerini şöyle değerlendiriyordu:
"...Nitekim irticai unsurlar silahlı eylemlere girişmedikleri ve faaliyetlerini ustalıkla dini görüş altında gösterebildikleri için 12 Eylül'den sonra aşırı bir güç kaybına uğramamışlardır."
"...Tabanlarını korumanın yanısıra finansman temini amacıyla ve devletin ekonomik politikası gereği Ortadoğu ülkeleri ile yoğunlaştırılan ekonomik ilişkilerden yararlanarak, çeşitli adlar altında dış alım ve dış satım şirketlerini faaliyete geçirmeleri, Milli Eğitim Bakanlığı'nca 1981 yılında çıkartılan kıyafet yönetmeliğinde kız öğrencilerin başörtüleri ile derse girmemeleri yönündeki maddeye karşı, İmam Hatip Liselerinde, Yüksek İslam Enstitülerinde ve münferit de olsa bazı hadiselere sebep olabilmeleri, Milli Görüş yanlılarının mütedeyyin kişilerden oluşan taban üzerinde etkili olmaya devam edecekleri izlenimini ortaya çıkarmaktadır."
"...İrticai gruplar içinde, tarikat faaliyeti gösteren ve geniş bir taraftar kitlesine sahip olan, Nurcu, Süleymancı, Nakşibendi unsurlardan; Nurculuk ve Nakşibendilik tarikatlarının, 12 Eylül harekatından sonra idari ve adli her türlü önlem alınmasına karşın özellikle Nurcu kesimin fırsat kolladıkları ve olanak bulduklarında faaliyetlerini sürdürmeye ve taraftar toplamaya çalışacakları değerlendirilmektedir.
İslam tarihindeki en eski ve büyük tarikatlardan biri olan ve ülkemizde dört büyük şeyh etrafında toplanan Nakşibendi tarikatı mensuplarının, 12 Eylül harekatı ile örgütsel yapıları bozulan bazı siyasi parti taraftarlarının da katılması ile gün geçtikçe sayıları artmaktadır. Sözkonusu kesim mensuplarının zaman zaman uğratıldıkları yasal koğuşturmalara rağmen ev toplantılarını sürdürdükleri, boş düşünceleri olan kişileri kazanabildikleri gözlenmektedir.
Tarikat faaliyeti göstermelerine rağmen değişik bir görünüm arzeden ve bu değişik görünümü ile uzun seneler illegal faaliyetlerini devlet yönetiminden saklamayı başarabilen Süleymancı unsurların, 12 Eylül harekatından sonra temkinli davrandıkları gözlenmektedir. Özellikle, sahip oldukları pansiyonlar, izinli ve izinsiz Kur'an kurslarında, 'Amaca ulaşmak için her şey mubahtır, gerektiğinde yalandan ve iftiradan çekinmeyin' ilkelerinden hareketle, Atatürk ve rejim aleyhtarı bir kitlenin yetişmesi için çabalayan, küçük yaştaki çocuklara hurafe bilgiler aşılayan bu kesimin, 12 Eylül harekatı ile yukarıda konu edilen ilkelerine uyan bir tutum değişikliği yapmaları, pansiyon ve derneklerinde Atatürk köşeleri düzenleyerek kamu yararına çalışan kuruluşlar izlenimini vermeye çalışmaları, bu yöndeki propagandalarını en etkili merciler nezdinde sürdürmeleri, en önemli faaliyetleri olarak nitelendirilebilecektir."
Güzel... Bu bilgiler, 12 Eylül'ün en ciddi enformasyon belgesinde yer alıyor. Şimdi en sondan, Süleymancıların pansiyon ve kuran kurslarından başlayalım:
"Okul ve Kurs Talebelerine Yardım Dernekleri Federasyonu. Resmi adı böyleydi. Kendileri de böyle kullanıyorlardı. İstihbarat raporlarında ve basında ise, Süleymancılar Tarikatı diye adlandırılıyordu. Sanırım, 1981 yılı sonlarına doğru bu kuruluş ile ilgili bazı bilgiler, Sayın Evren'e ulaşmış olmalı ki, beni çağırıp bu konu ile ilgilenmemi istiyordu. Bu derneğin durumu hakkında Ege Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığından, Antalya'da bazı gerici çalışmalar yapıldığını bildiren bir yazı da alıyorduk. Başkanları Kemal Kaçar ve kimi üyeleri mahkemeye veriliyorlardı. Kısa bir incelemeden sonra bu derneğe ait öğrenci yerlerinin kapatılması emrini yayınlıyorduk.
Yapılan işlemleri anlatmak üzere Sayın Evren'e çıktığımda, Diyanet İşleri Başkanlığı'ndaki Nurcuların çalışmalarına ait aldığımız ihbarları da anlatıyordum. Dinledikten sonra şu yanıtı verdi: Sen hele önce Süleymancıları hallet, sonra da Nurculara bakarız...
Derneğin kapatılması ile ilgili emir yayınlandıktan bir süre sonra, eskiden de tanıdığım ve bir süre önce emekliye ayrılmış olan Tümg. rahmetli Muzaffer Torgay ziyaretime geldi. Şunları anlattı bize: Ben bu derneğin fahri başkanıyım. Bütün şubelerini gezdim. Hepsi düzenli. Okuyan köylü çocukları pırıl pırıl. Bu dernek, halktan gördüğü çok büyük yardımlarla bugün 60.000'e yakın fakir çocuğu okutmaktadır. Genellikle, köyleri okullara uzak olan köylü çocukları barınıyor. Üniversitelerde okuyan, dernek sayesinde mimar, mühendis, v.b. olan gençler bulunuyor. Bu dernek, tamamen bir hayır kuruluşudur; irtica ile hiç bir ilgisi yoktur...
Beraber getirdiği dernek temsilcileri de bazı belgeler üzerinden açıklamalar yapıyorlardı. Özetle şunları söylüyorlardı:
...Bizim tarikatçılıkla bir ilgimiz yok. Derneği Süleyman Tuna-han kurduğu için onlar böyle isim takmışlar. İlgisi yok. Asıl önemli konu şu. Şimdi siz derneği kapattınız. Ancak burada barınan ve okuyan 60.000 çocuk ne olacak? Sokağa mı atalım? Biz her türlü kovuşturmaya, yasal işleme ve cezaya razıyız. Tabii bir suç bulunursa... (...)
Konuyu sayın Öztorun'a anlatıp, çocukları sokağa atmadan bir önlem alınmasını kararlaştırıyor ve sıkıyönetim komutanlıklarına bir emir yayınlıyorduk. Emir özetle şöyleydi: ...Tüm sıkıyönetim komutanlıkları bölgelerindeki bu kuruluş ile ilgili her türlü incelemeyi ve kovuşturmayı yapacaklar, sakıncalı görülenleri kapatacaklar ve bunlara ait bilgi ve belgeleri, Federasyonun İstanbul'da olması nedeniyle, 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı'na göndereceklerdir. Komutanlık, bu bilgi ve belgelere göre yasal işlem yapılacaktır. Mahkeme sonuçlanıncaya kadar bu derneğin okutturduğu çocukların sokakta kalmaması için, bunların barındıkları yerler açık kalacak, ancak bunlar tümüyle sıkıyönetim komutanlıklarının denetiminde bulunacaktır..." (BÖLÜGİRAY, Nevzat: Sokaktaki Askerin Dönüşü, Sf. 203-205. 1991, İstanbul)

Bu sözler, dönemin Genelkurmay Sıkıyönetim Koordinasyon Başkanı Korgeneral Nevzat Bölügiray'ın sözleri. Özetle şunu diyor: Süleymancıların şeriatçı çabalarını gördük, yasakladık, araya emekli bir general girdi, kafamız karıştı, (ya da başka etkenler belirdi), onları devlet güvencesinde serbest bıraktık.
Serbest bırakılma tarihi 21 Ocak 1982'dir. Süleymancılardan şikayet eden Terör ve Terörle Mücadele Durum Değerlendirmesi adlı kitabın yayını ise Nisan 1983. Yani, 12 Eylül yönetimi Atatürk ve laiklik karşıtlarını saptıyor, yasaklıyor, serbest bırakıyor, sonra da şikayet ediyor. Ne dersiniz?..
Şimdi aynı kitapta, yakınılan Nakşibendi tarikatına gelelim. Yine, dönemin Genelkurmay Sıkıyönetim Koordinasyon Başkanı Korgeneral Bölügiray'ın kitabına başvuralım. Çünkü Bölügiray hem olayın içinde, hem de 12 Eylül'ü yapanların önde gelenlerinden bin. Bakın neler diyor?
"Bizim hayret ettiğimiz konu şuydu; bu tür bilgiler (Nakşibendi tarikatı ile ilgili istihbarat raporlarından söz ediyor. HN), istihbarat raporları ve sayısız brifingler ile tüm komutanlara iletildiğine göre MGK'nin de bunları bilmemesi olanaksızdı. Böyle olduğuna göre, MGK. nasıl oluyor da kimileri bu tarikatın üyesi olan kişileri Ulusu Hükümetine alabiliyor ve daha kötüsü 1983'den sonra ülkeyi, kimi üyeleri bu tarikattan olan bir yönetime teslim edebiliyordu? Bu sorunun doyurucu bir yanıtını bir türlü öğrenemedik. Hele, Nakşı Şeyhi Mehmet Zait Kotku'nun, Süleymaniye Camisi Bahçesi'ne gömülmesi için MCK'nin özel kararname çıkartmasını ise Atatürkçülük ile hiç bağdaştıramıyorduk..." (a.g.e. SI. 206 207)
Sayın Bölügiray, Turgut Özal'ın ve diğer Nakşibcndilcrin Ulusu hükümetinde ne yaptığını; 12 Eylül'ün, hükümeti Özal'a nasıl teslim ettiğini bir türlü anlayamıyor. Acaba, birçok kişide olduğu gibi onun kafasında da "asli görevleri buydu" gibisinden bir soru oluştu mu?

Gelelim Nurculara. Bölügiray, Evren'c çıktığında Diyanet İşleri Başkanlığı'ndaki Nurcuların faaliyetlerini anlattığı zaman Evren ne diyordu: "Sen hele önce Süleymancıları hallet, Nurculara sonra bakarız..." Nurculara bakmak için adı "sonra" olarak konulan zaman kesiti hiç gelmedi, 12 Eylül döneminde. Ama Nurcular, yavaş yavaş gündeme geldi ve şimdi, gündemden gitmiyorlar...

..

TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 6




TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 6




KIŞKIRTMA KIŞKIRTMADIR.

-6 Eylül 1969: Erbakan, "TCK.nun 163. maddesini değiştireceğiz" sloganıyla, genel seçimlere Konya'dan bağımsız aday oldu.
-8 Ekim 1969: Konya'da "İmanlı Büyük Türkiye Mitingi" yapıldı. Erbakan yandaşları mitingde, "Memurların masasına / Solcuların kafasına / Masonların kasasına / Hak yol İslam yazacağız" pankartları taşıdılar.
-12 Ekim 1969: Erbakan, Konya'dan bağımsız milletvekili seçildi.

GAGARİN UZAYDA, MARİLYN ÖLDÜ, BARNARD SAHNEDE

Dünyayla aramızdaki fark açıldıkça açılıyordu. 1917'de kurulan SSCB, 15 Nisan 1961'de Yuri Gagarin'i uzaya giden ilk insan unvanıyla onurlandırırken, 1920'de kurulan Türkiye Cumhuriyeti kimlerin cenaze namazının kılınamayacağını tartışıyordu. Ağustos 1961, Berlin duvarının yükseldiği ay oluyor. Yves Saint Laurent, moda dünyasını güçlü soluğuyla sarsarken, sarışın bomba Marilyn Monroe'nin 36 yaşında ölümü (Ağustos 1962) herkesi üzüyordu. Dönemin en ünlü kişilerinden biri de, ilk açık kalp ameliyatını yapan, yakışıklı cerrah Dr.Barnard'dı. Dr.Barnard'ın ilk kalp naklini gerçekleştirdiği 1967'de Türkiye Kur'an kurslarıyla, din dersleriyle uğraşıyordu. Dünyada 68 fırtınası esmeye başlıyor, aynı günlerde Dolmabahçe Camii'nde ilk toplu namaz kılınıyor (19 Mayıs 1968), 20 Temmuz 1969'da ABD'li Neil Armstrong ve Edwin Aldrin aya ilk ayak basan insanlar unvanı ile onurlanıyorlardı.

- 26 Ocak 1970: Milli Nizam Partisi, siyasal yaşamda yerini aldı. Partinin 18 kurucusu şunlar:
1- Necmettin Erbakan (Prof.Dr., Makine Yük.Müh., Konya Milletvekili.)
2- A.Tevfik Paksu (Tüccar, eski K.Maraş Senatörü)
3- Ali Haydar Aksay (Adana'da avukat)
4- Süleyman Arif Emre (Avukat, eski Adıyaman Milletvekili)
5- H.Tahsin Armutcuoğlu (Ankara'da avukat)
6- Ömer Çoktosun (Konya'da tüccar)
7- Ekrem Ocaklı (Çiftçi, eski Gümüşhane Milletvekili)
8- Ö.Faruk Ergin (Emekli memur)
9- Saffet Solak (Prof.Dr., Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi)
10- Hasan Aksay (İlahiyatçı, eski Adana Milletvekili)
11- Ali Oğuz (İstanbul'da avukat)
12- İsmail Müftüoğlu (Adapazarı 'nda avukat)
13- Nail Sürel (Tekirdağ'da avukat)
14- İ.Fehmi Cumalıoğlu (Müteahhit, Yük.Müh.)
15- Hüsamettin Fadıloğlu (Müteahhit, Yük.Müh.)
16- Bahaddin Çarhoğlu (Tüccar)
17- Mehmet Sataoğlu (Müteahhit, Yük.Müh)
18- Rıfat Boynukalın (Mak.Yük.Müh.)
Partinin kuruluş beyannamesinin son bölümünde, siyasal mesaj oldukça açık veriliyor:
"...Milli Nizam Partisi'nin kurulduğu bugünün mana alemindeki yeri, milli heyecanın birikip, birikip coşkun bir deniz halini aldığı bir anda, bu denizi kendi şeddinin arkasında zor zaptetmeye başlayan azametli barajın artık su kapaklarının açılmaya başladığı gündür. Milletimizin fıtratındaki yüksek ahlak ve fazilet bu kapakların açılmasıyla kuvveden fiile çıkacak, Milli Nizam Partisi'nin muntazam kanallarından dörtbir yana dağılarak bütün yurt sathında, her tarafa; refah, saadet ve selamet götürmeye başlayacaktır. Bugün bu mutlu gündür. Bütün milletimize uğurlu ve hayırlı olsun.
Aziz Milletimiz;
Bugün, asırlarca insanlığı meyvalarıyla besleyen büyük medeniyet ağacımızın, son asırlarda içinden kemirilerek çürütülüp devrildiği elverişsiz iklim şartları muvacehesinde, her an yeniden insanlığa örnek medeniyetler kurabilme cevherinin bir tohum içinde sakjı hale geldikten ve uzun yıllar çeşitli tesirler altında sadece içine çekilen milli cevherin bu mukaddes tohumunun büyük ve gür medeniyet ağacını yeniden meydana getirmek üzere kendi kabuğunu deldiği gündür. Bugün, bu mutlu gündür. Bütün milletimize uğurlu ve hayırlı olsun.
Aziz Milletimiz;
Bugün daima Hak'ka bağlılıkta, Hak'kı tutmakta; iyiyi destekleyici, kötüyü men edici hüviyetiyle insanlık tarihinin en ulvi mahreki üzerinde yürüyen Büyük Milletimizin çeşitli tesirlerle kendi yolundan saptırılması gayretlerinin hüküm sürdüğü oldukça uzun bir devreden sonra yeniden ulvi ve şanlı tarihi yörüngesi üzerine oturtulması için füzelerin ateşlendiği gündür. Milli Nizam Partisi; milletimizi karışık ve karanlık devrelerden sonra aydınlığa götürecek, onu, parlak tarihi yörüngesi üzerine yeniden oturtmak için ateşlenen güçlü füzedir. Bugün, bu füzenin ateşlendiği gündür. Bugün, bu mutlu gündür. Bütün milletimize uğurlu ve hayırlı olsun..."
-8 Şubat 1970: MNP'nin kuruluş kongresi, Ankara'da "Allahü-ekber, Amin, İnşallah" nidaları ve tekbir sesleriyle yapıldı.
-12 Mart 1971: İmam Hatip okulu sayısı 72'ye çıktı.

MSP DARWIN'LE SAVAŞIYOR

-20 Mayıs 1971: Milli Nizam Partisi, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı.
-11 Ekim 1972: Milli Selamet Partisi kuruldu. Partinin başına, Süleyman Arif Emre getirildi. Parti çok kısa bir sürede 42 il ve 250'yi aşkın ilçe merkezinde örgütlendi. Parti tüzüğünde amaç maddesi şöyleydi: "Ferdi, aileyi ve cemiyeti buhranlardan kurtarıp, manevi ve maddi bakımdan tarihimizde olduğu gibi en ileri seviyesine ulaştırmak."
MSP Programı, MNP programıyla neredeyse kelimesi kelimesine aynıydı. MSP de, MNP gibi tarikatlar konsensüsü üzerine kurulmuştu.
Genel Yayın Müdürlüğünü Altemur Kılıç'in yaptığı Devir dergisi, Milli Nizam Partisi'nin kapatılmasından sonra MSP ve Erbakan için Şunları yazıyordu:
"MNP kapatıldığı sırada sıkıyönetim de ilan edilmişti. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, gene Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan TİP yöneticileriyle birlikte MNP yöneticileri hakkında da soruşturma açılması için askeri savcılığa talimat verdi. Soruşturma, TCK.nun 163. maddesine göre yürütülüyordu. Soruşturma sonunda MNP (Genel Başkanı Erbakan ile milletvekilleri hakkında dokunulmazlıklarının kaldırılması için hazırlanan dosya TBMM başkanlığına verildi. Ama ne olduysa oldu, dokunulmazlık dosyası komisyonda eridi, gitti. Erbakan bu arada Avrupa'da boy gösteriyor, Almanya'da Tek Nizam gazetesini yayın hayatına sokuyordu. Dosyanın komisyonda unutulduğu haberi Erbakan'a çabuk ulaştı. Sıkıyönetim Komutanlığı da konuyu daha fazla kurcalamayınca Erbakan geri döndü. Ama sütten ağzı yandığı için yoğurdu üfleyerek yemeğe karar vermişti. Tam geri döndüğü sıralarda kurulan Milli Selamet Partisi'ne kaydolmadı. Ama devamlı geziler yaparak vatanı bu partinin kurtaracağının propagandasını yaptı. Seçimlere birkaç ay kala da resmen partiye kaydoldu." (Devir. 12.11.1973)
İşin bir başka garip yanı daha vardı. Siyasi Partiler Yasası'nın hükümlerine göre (111. madde), bir siyasi partinin kapatılmasına sebep olan siyası parti üyeleri; kapatılma kararından itibaren beş yıl süre ile hiç bir siyasi partiye üye olamıyorlardı. Bu kişiler başka bir parti de kuramıyorlar. Siyasi Partiler Yasası hükmü böylesine açıkken. Milli Nizam Partisi'nin kapatılmasına neden olan kadro bu kez 17 ay sonra MSP'yi kuruyorlardı. Erbakan ise yasanın koyduğu süreden yıllar önce. MSP (Genel Başkanlığı'na scçilebiliyordu. Olur şey değildi. Yönetimdeki 12 Mart cuntacıları, Atatürkçülük adına solun her tonunu cezaevlerine dolduruyorlar ama. yine Atatürkçülük adına yasaları uygulamayı unutabiliyorlardı...
-26 Ocak 1974: Genel seçimlerden 48 milletvekiliyle çıkarak anahtar parti konumuna gelen MSP. ilk kez iktidar ortağı oldu. CHP/MSP koalisyonu kuruldu. MSP, bir Başbakan Yardımcılığı, bir devlet bakanlığı (din işlerinden de sorumlu). İçişleri, Adalet, Ticaret, (Gıda Tarım ve Hayvancılık, Sanayi ve Teknoloji bakanlıklarını aldı.
-16 Ocak 1976: Milli Selamet Partisi içinde Nurcular ve Nakşibendiler arasında uzun zamandır süren kavga birden bire doruk noktasına ulaştı. Bir süredir partinin meclis grup toplantılarına da gitmeyen Nurcu 16 milletvekili, meclis grup odasına çağırdıkları Necmettin Erbakan'a bir muhtıra mektubu verdiler ve yüzüne karşı metni okudular. Altında Ahmet Tevfik Paksu, Hüsamettin Akmumcu, Reşat Saruhan, Ali Acar, Ahmet Akçael, Vahdettin Karaçorlu, Rasim Hancıoğlu, Cemal Cebeci. M. Hulusi Özkul, Yahya Akdağ, H.Cahit Koçkar, Sabri Dörtkol ve Hüseyin Abbas'ın imzaları bulunan metinde şunlar söyleniyordu:
'Her halimizle hadimi olduğumuz haklı davamızla kabil-i telif olmayan hususları üzülerek müşahade etmiş bulunuyoruz. Şöyle ki;
1- En mühim meselelerde dahi usulüne uygun istişare etmediniz.
2- Halisane ikazlarımıza aldırmadınız.
3- Davamıza samimiyetle bağlı kardeşlerimiz arasında meşrep farkı gözeterek cemaat taassubu ile iftiraklara sebebiyet verdiniz.
4- Her isinizde sizi metheden bir kısım insanların etrafınızda toplanmasına ve şaibeli menfaatperestlerin mühim mevkilere gelmesine müsait bulundunuz. Emaneti ehline vermediniz.
5- Muhtelif beyanlarınızla efkarı ammede davamızın hafife alınmasına vesile oldunuz.
6- Fikriyatımızın hakimiyetine medar olacak ilmi çalışmalar yerine, politikanın süfli usullerine tevessül ettiniz.
7- Nihayet 'maslahat icabıdır diyerek' Mümin yalan söylemez düsturunu da ihlal ettiniz.
Bu şerait altında kendimizi ve muhatabımızı vebalden vikayet arzusu ile sizi ve ekibinizi desteklemeye devam etmeyeceğiz.
8- Ancak, 'ihtilaflarınızı Kur'an ve sünnet ile hallediniz' emrine ittibaen bütün ihtilaf ve meselelerinizi neticeye bağlayacak bir usulün tatbikini yegane çare olarak görmekteyiz."
Erbakan, yedinci maddedeki "yalan söylediniz" savının dışındaki hiç bir şeye itiraz etmedi. Yedinci maddeye itirazı da "yalan söylemedim" biçiminde delildi. Erbakan. milletvekillerine şunları söylüyordu:
"Zikredilenlerden biri hariç diğerlerine katılıyorum. Evet, büyük hatalar işlemiş olabiliriz. Ama bu acemiliğimize ve devlet tecrübemizin azlığına verilmelidir. İştirak etmediğim husus, yedinci maddedeki yalan söylediğimi zannettiğiniz hususlar, mensuplarımıza hedef göstermek, ümit vermek ve temennide bulunmak maksadıyla söylenmiş sözlerdir." (YALÇIN, Soner: Hangi Erbakan. Sf. 123. Nisan, 1994)
Evet. Erbakan, "yalan söylemedim" demiyordu. Dediği, 'Takiyye yaptım'ın üstü örtülmüşüydü. Yani, mensuplarına hedef göstermek ve ümit vermek için söylediği yalan yanlış şeylerin yüzüne çarpılmasını istemiyordu. Ne olmuştu yani, bir otomobil bagajına sığabilecek temellere dayanarak ağır sanayi hamlesi başlattım demişse. Yalan yanlış hedef göstermenin, ümit vermenin bir sakıncası yoktu ki!..
-23 Ocak 1976: Ankara Devlet Mühendislik Mimarlık Yüksek Okulu'ndan Mehmet Güney, Ali Bakaner, Mehmet Tezel, Tevfik Rıza Çavuş, Hayrettin Çelik, Ali İhsan Kandemir, Veli Koksal, Orhan Aydan, Mustafa Denktaş, Ali Karaduman ve M. Fazıl Aslantürk adlı öğrenciler Akıncılar Derneği'ni kurdular. Derneğin amacı İslam Devleti kurmaktı. Dernek, 13 Aralık 1979'da kapatılana kadar özellikle MHP'lilerle sert mücadelelere girdi. Akıncılar, MSP ile organik ilişkilere girdiler ve MSP gençliğini etkilediler. Bu nedenle, MSP politikaları 1980'e doğru, daha radikal bir hâl alacaktı.
-7 Mart 1976: Kutsal değerlere saldırı motifi sadece MSP'liler tarafından değil, diğer sağ parti ve kuruluşlar tarafından da çok sık kullanıldı. Ülkücüler adıyla tanınan sivil faşist çeteler de aynı motifleri kullanmaktan geri kalmadılar. Hatta kimi zaman MSP'liler ve Akıncılar'la bu konuda yarıştılar. İşte bir örnek: Ülkü Ocakları Başkanı Ali Batman'in bir demeci MHP ve Ülkü Ocakları yandaşı Hergün gazetesinde yayınlanıyor:
"Ülkü Ocakları başkanı Batman: Kur'an-ı Kerim parçalanıyor ve memleket ihtilale sürükleniyor."
Ali Batman ne kadar da kolay söylüyor, Kur'an'ı Kerim'in parçalandığını. Kim parçalıyor Kur'an'ı Kerim'i? Batman'a göre elbette ki, solcular. Provokasyon değil mi? Yap gitsin. Ancak olay, o kadar basit değil. Şimdi yine MHP ve ülkücü yanlısı Hergün gazetesinin bu kez 24 Mayıs 1976 tarihli sayısına bakalım. Kocaman bir başlık var: Erzurum MHP, AP, CGP il Başkanları açıklama yaptılar: "MSP kendi içindeki tahrikçilere dikkat etmeli."
Haber, üç partinin Erzurum İl Başkanlarının ortak açıklamasına dayanıyor. Açıklamada şunlar söyleniyor:
"Milliyetçi partilerin bir araya gelerek kurmuş bulunduğu milliyetçi hükümetin ittifakını hazmedemeyenler ve bunlarla işbirliği kurmuş olan millet bölücüleri, bu kardeş partiler arasına nifak sokma gayreti içindedirler. Artık Erzurum'da faaliyetini açıktan yürütemeyen bölücüler, 16 Mayıs 1976 Cumartesi günü fikir ve inanç bakımından birbirine çok yakın olan gençleri tahrik için, hadise çıkarıp büyütmeye çalışmış iseler de, şuurlu olan gençlerimiz duruma en kısa zamanda hakim olarak buna engel olmuşlardır. Hatta aynı günün gecesi bir konferanstan dağılmakta olan saf vatandaşlara, 'Üniversite yurtlarında Kur'an yakılmıştır' diyerek tahrik etmek isteyen art niyetlilere de rastlanmıştır. Gerçekten böyle bir şeyin olmadığı tesbit edilmiştir. Üniversite yurtlarında Kur'an'a saygısızlık olmaz. Zira orada senelerden beri mücadele veren milliyetçi gençliğimizin manevi değerlerimizin bekçisi olduğundan şüphemiz yoktur. Biz, Müslüman Türk milletinin ve devletin bölünmezliği ilkesine bağlı, demokratik hukuk devlet görüşüne inanmış, milliyetçiliği kendisine şiar edinmiş partiler olarak, fikir ve siyasi bakımdan ittifak temin etmiş bulunuyoruz. Bu beraberliği ve kardeşliği bozmaya kimsenin gücü yetmeyecektir."
Şimdi, şöyle bir durum çıkıyor ortaya: Ülkücüler ve diğer sağcı ve gerici kuruluşlar, solu karalamak veya sola karşı provokasyon yaratmak istedikleri zaman, "Kur'an'ı yakıyorlar", "Camiye bomba atıyorlar" gibi kutsal değerlere saldırı motiflerini pervasızca kullanıyorlar. Ancak görülüyor ki, bu motifleri birbirlerine karşı da kullanıyorlar. Böylece, günlük siyaset kaygıları nedeniyle, kutsal saydıkları Kur'an, cami, ezan gibi her türlü kavramı ve motifi bir karalama aracı haline getirebiliyorlar. Bir tahrik unsuru yapıyorlar. İşin asıl kötü yanı şu: Kutsal değerler kullanılarak yapılan provokasyonlar yıllardır sürüyor ve İslamcı kitleler kışkırtılıyor. Ancak sonunda, böyle bir olayın olmadığını sadece karşı taraf değil, kışkırtmayı yapanların yandaşları veya onlara yakın olanlar da söylüyorlar. Ama İslamcı kamuoyu, böyle söylentiler sonucu 'tahrik olup' saldırıyor, öldürüyor, yakıyor.
İki şık var: Bu kitle ya, çok saf ve ders almayı bilmiyor ya da, saldırıp öldürmek için fırsat arıyor.
Bakın bir başka örneği, bu olaydan 10 yıl önce yaşanmış ama aynı motifin kullanıldığı bir başka olayı ele alalım.
Mehmet Şevket Eygi yönetimindeki Bugün gazetesi 1968 başlarında, ilericilere karşı "Din Elden Gidiyor" kampanyası başlattı. Eygi, hak arayan işçilerin ve özgürlük isteyen öğrencilerin eylemlerini gazetesinde ''Müslümanlara karşı eylemler" olarak sunuyor ve bütün Anadolu'yu dolaşarak kampanyasını sürdürüyordu. Gazete ve Komünizmle Mücadele Dernekleri 1968'in Temmuz ve Ağustos aylarında ortaklaşa eylemler düzenlediler.
İşte bu gazetenin 10 Şubat 1968 tarihli manşetinde, "Kadıköy'de Kur'an'ı Kerim yakıldı" başlığı yer aldı. Birkaç gün öncesindeki manşet ise, "Ruhi Kılıçkıran bir solcu eliyle şehit edilmiştir" biçimindeydi. Oysa, Kılıçkıran'ı AP'li Şahin Saraçoğlu öldürmüştü.
Aynı günlerde, Adana'nın Osmaniye ilçesinde Ruhi Kılıçkıran için mevlit okutuluyordu. Çoğunluğunu bereli, çember sakallı kişilerin oluşturduğu topluluk, mevlidin ardından Kaymakamlık binası önünde, tekbir getirerek bağırırken, içlerinden birisi "Kafirlere ölüm" diye bağırdı. Kaymakam Adana Valisi'ni ararken şeriatçılar Kaymakamlık binasına girmek istiyor, "Komünistler Moskova'ya", "Kafirlere Ölüm" diye slogan atıyordu. Kaymakamın serinkanlı tutumu, olayı kansız bitirdi. Ancak, devrin Hükümet Sözcüsü, Devlet Bakanı Seyfi Öztürk'ün yaptığı açıklama ilginçti:
"Son zamanlarda Kur'an'ı Kerim'in bazı şahıslar tarafından yırtıldığı, mukaddes kitaba tecavüz edildiği yolunda birtakım haberler çıkarılmakta ve yayılmaktadır. Tahrik unsuru olarak kullanılmak istenen böyle bir hadise olmamıştır. Çıkarılan ve yayılan haberler gerçeklere tamamen aykırıdır."
Olay, Koşuyolu Camii İmamı Salih Güler tarafından önce savcılığa yapılan bir şikayet, ardından Bugün gazetesine verdiği haberle ortaya atılmıştı. İmam, olayı Uskent Atılhan'dan dinlediğini söylüyordu ama Atılhan, savcılığa, "Böyle bir şey olsaydı imama değil size gelirdim", diyordu. Gazete, bu kez Ahmet Soner diye bir ad ortaya atıyor ve Kur'an'ın bu kişinin Kalamış'taki evinde yırtıldığını öne sürüyordu. Savcılık, bunu da araştırdı ve Ahmet Soner adının uyduruk olduğu ortaya çıktı.
Provokasyonsa, işte provokasyon. Zamansa, 1968 ile 1976 arasında bu tür yüzlerce iddia dile getirildi. Gerçek olan şu ki, bu iddiaların bilebildiğimiz kadarıyla hiçbiri doğrulanamadı.
-21 Mayıs 1976: Politika gazetesinde yayınlanan bir haber, İskenderun Demir Çelik fabrikalarında evrakların Arap harfleriyle yazıldığını ve MSP'lilerin işe alındığını kanıtlıyor. Gazete, Seydişehir MSP İlçe Başkanı Bahaddin Poslu'nun, İskenderun Üçüncü Demir Çelik Tesisleri Müessese Müdürlüğü'ne yazdığı, "Muhterem ağabey, ilişikte dilekçeleri ekli şahıslar teşkilatımızın elemanlanndandır. ... Bu şahısların işe alınması için gereğinin yapılmasını arz ederim. Saygılarımla." içerikli bir belgeyi ve Abdullah Kocaman adlı puantörün Nisan 1976'ya ait, yarısı Arapça harflerle tuttuğu puantaj cetvelini yayınlamış.
-31 Ekim 1976: Tarih tekerrürden mi ibaret? Yoksa tekerrür, bir ısrarın, bir programın sonucu olarak bir kadro tarafından mı yaratılıyor. Örnek mi? MSP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan'ın temel atma törenine katılan Devlet Bakanı Hasan Aksay, insan soyunun maymundan geldiğini belirten ve tüm bilim çevrelerince kabul edilmiş olan Darwin kuramını yadsıyarak, "Bu milletin evlatları maymundan gelme olduğunu kabul edemez. Allaha şükür, bu sebeple kitapları değiştiriyoruz", diyor. Yıl 1976. Yaklaşık sekiz yıl sonra olay yinelenecek; bu kez, aynı gerekçeyle Anavatan Partili Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler ders kitaplarını değiştirmeye kalkışacak.
- 15 Kasım 1976: 1993 yılında yaşanacak olan İSKİ skandalına benzer bir olay, 1976 yılında yaşandı ve bu kez olayın kahramanı Milli Selamet Partisi idi. MSP'li Sanayi Bakanlığı'nın daha önce de 'Partiye Teberru' karşılığı işler yaptığı yolundaki iddiaların sonuncusu, Sınırlı Sorumlu İzmir Oto Tamircileri 2. Sanayi Sitesi Yönetim Kurulu tarafından basına yapılan bir açıklamayla ortaya çıktı. Kooperatif yönetim kurulu adına açıklama yapan Başkan Ferit Şenakın, olayı şöyle özetliyordu:
"İzmirli bin otomobil tamircisi, kooperatif kurup Bornova yolu üzerinde 173 bin 676 metrekarelik bir arsa aldık. İnşaatın bir bölümü, 1975 yılında bitti. Kura çekmek istedik. Ancak Bakanlık müfettişlerinin denetimi sonunda tüzüğümüze uymayan bazı kimselerin, ortaklarımız arasında bulunduğu ortaya çıktı. Müfettişlerin isteğiyle bunlar ortaklıktan çıkarıldı. Ancak ortaklıktan atılan kişiler Sanayi Bakanlığı'na başvurdular ve kura çekiminin iptalini istediler. Kredimiz kesildi ve inşaat durduruldu. 1976 başında heyet halinde Bakan'a başvurup kredimizin verilmesini istedik. Küçük Sanatlar Dairesi Başkanı Şükrü Tuzun, 'Ben, bu kooperatifi denetleyeceğim; krediyi ondan sonra veririz' dedi. Siyasi amacı olmayan kooperatifimizi politikacıların karargahı haline getirdi. Sonra, sitenin bitirilebilmesi için MSP'ye 1.5 milyon lira teberruda bulunmamızı istedi. Taleplerini reddedince, ortaklarımızdan MSP'li olmayanları çıkarmamızı istedi. Şükrü Tüzün'e çaresizlik içinde 'Peki bütün ortaklarımızı MSP'ye kaydettireceğiz' dedik. Hatta MSP'li olmayan, kontrol mimarı Mehmet Alkan'ın da işten atılmasını kabul ettik. Hatta, bununla ilgili bir protokol da imzaladık.
Fakat Bakanlık Hukuk Müşaviri, mimarı işten almamıza imkan olmadığını söyledi. 1975'in kredisini güçlükle 1976 yılının Haziran-Temnıuz'unda alabildik. Ancak, ne mimarı işten çıkarabildiğimiz, ne tüm ortaklarımızı MSP'ye kaydettiremediğimiz için Şükrü Tuzun 10 ay süresince üç ekibe sitemizi denetletti. Teknik elemanlardan, gerçekten yana olanlar Tüzün'ün hışmına uğradı. Bize de bugüne kadar teftişle ilgili yazılı bilgi verilmedi. Sonunda, 1976 yılı Eylül ayında, durumu yazı ile Başbakanlık'a ve Sanayi Bakanlığı'na bildirdik. Cevap gelmedi. 5 Ekim'de, 10 kişilik bir heyetle Ankara'ya geldik. Sanayi Bakanı Abdülkerim Doğru'nun soruları üzerine Şükrü Tuzun, Bakan'ın önünde 'Teftiş raporları henüz gelmedi. Ben müfettişlere talimat vereyim. Olumlu ve çabuk bir rapor versinler, kredilerini çıkaralım' dedi. Sonra Tüzün'ün odasına gittik, bize bir protokol imzalatmak istedi.
Ancak yanımızdaki hukuk müşavirimiz uyararak hataya düşmemizi önleyince Şükrü Tuzun çok sinirlenip hem avukatı hem bizi kovdu. Durumu, Müsteşar Yahya Oğuz'a bildirdik. Yahya Oğuz'un emriyle Şükrü Tuzun bizi tekrar kabul etti. Odasında,
72
iki haftaya kadar yeni bir müfettiş heyetinin İzmir'e gönderileceğini, krediyi de ondan sonra vereceğini söyledi.
Bakanlık müfettişlerinden Haldun Karadeniz bizimle İzmir'e geldi. Müfettiş, Şükrü Tüzün'den emir aldığını, bu sebeple olumlu rapor veremeyeceğini daha yolda söyledi. Nitekim, heyet İzmir'e geldiği zaman da siteyi teknik yönde denetleyeceğine ortaklarımızın siyasal eğilimlerini tesbite başladı. Sonunda da, ortaklıktan atılan birinin yazıhanesinde aslı astarı olmayan bir rapor tanzim edildi. *
Yine Ankara'ya gittik. İşten atılan aynı ortak Şükrü Tüzün'ün odasındaydı. Tuzun bize 'Sizi mahkemeye veririm' diyerek odasından çıkardı. Yahya Oğuz'a gittik. Oğuz da bize 'Sizler şaibeli insanlarsınız, siz evvela kendinizi temizleyin ondan sonra bize gelin' dedi. Böylece mahkemeyle tehdit edilerek geri gönderildik.
Sonuç olarak belirtiriz ki, tek kuruşu usulsüz harcamadık. Tek kuruşu zimmetimize geçirmedik. Bazı siyasi çevre ve kişilere alet olmadığımız için 22 milyon lira açığımız bulunmakla suçlanıyoruz. 40 milyon vatandaşımızdan her isteyen gelip hesaplarımızı inceleyebilir. Biz her an herkese hesap vermeye hazırız."
Ya, işte böyle...
-12 Ocak 1977: Milli Selamet Partili Devlet Bakanı Hasan Aksay, Sabah gazetesine verdiği özel demeçte, TCK'nun 163. maddesinin tümüyle kaldırılmasını istedi. Aksay, şunları söylüyordu:
"Hiçbir fikrin Türkiye'de suç sayılmasına taraftar değiliz. Fikir suçu olamaz. Zorla, tahakkümle fikrini kabul ettirme yollarını tıkamak lazımdır. 163. madde bir defa sarih ve kesin değildir. İstismar kelimesi neyi ifade etmektedir? Bu keyfi bir takdir konusudur. Bilhassa din gibi samimiyet isteyen bir konuda istismar katiyyen mevzuubahis olamaz. Hâl böyle iken, bu istismar kelimesinin tam bir istismarı yapılarak ve fevkalade yanlış tatbikatlar yapıldığını milletimiz yakinen bilmektedir. Kanaatimizce 163. maddenin tamamen kaldırılması gerekmektedir."
-13 Şubat 1977: Hak-İş Konfederasyonu'nun Genel Kurulu yapıldı. Genel Kurul'dakiler TRT kameralarını bekliyorlardı. Kamera akşama kadar gelmeyince, üç otobüse doluşan MSP'liler, saat 17.30'da TRT'nin Kavaklıdere'deki Genel Müdürlük binasına gelerek siyah çelenk bıraktılar. MSP'liler, yaklaşık 10 dakika boyunca "Tek Yol İslam", "Karataş İstifa", "Allah Herşeydir", "Allahsızlara Ölüm" diye slogan atıp gösteri yaptıktan sonra geldikleri otobüslere binerek gittiler.
-Nisan 1977: Ülke, 5 Haziran seçimleri ortamına giderken AP yanlısı Son Havadis gazetesinde Yalçın Uraz şunları yazıyor:
"Vallahi hâlâ kulaklarımda çınlıyor gençlerin Erbakan'a bağırışları: 'Erbakan, Erbakan; Başbakan' deyişleri. Sayın Erbakan'ın memnuniyetten ağzı bir karış açık, tebessümler yağdırmaya başladığı sırada, aynı gençlerin şöyle devam etmeleri aklımdan çıkmıyor: 'Şaka yaptık...Şaka yaptık."
Yine aynı günlerde, Milli Gazete'de Zübeyir Yetik, siyasal partiler ve Nurcular arasındaki ilişkilere ışık tutuyor:
"...AP, 1965 seçimlerinde Hacı Ali Demirel eliyle oyuna getirdiği nurcuların bir daha sefere oyuna gelmeyeceği endişesine düşmekte gecikmedi. Bu kanaldan olan münasebetleri hep iyi noktada tutmağa gayret etmekle birlikte, bunu temin için Hacı Ali Demirel ağzıyla gayrıresmi ve kati birtakım vaadlerde bulunmaktan geri kalmamakla beraber, öte yandan bu korkulu rüyadan kurtulmak için birtakım hesaplar yapmağa başladı süratle.
...Ve 1967'nin sonlarına veya 1968'in başlarına doğru, ortaya bir kanun teklifi çıktı, bu hesaplar sonunda: Anayasa Nizamını Koruma Kanunu Tasarısı.
...(Nurcular) Oyuna gelmenin sonucu olarak, 1969 seçimlerinde kayıtsız şartsız AP'yi desteklediler. Bağımsız aday olan dindar kimselere savaş açtılar, oyun tezgahladılar. (...) 1969 seçimleri, işte böylece geçip gitti. Az sonra da, Milli Nizam Partisi'nin kuruluş çalışmaları başladı. Ve partinin kurulmasıyla birlikte, AP'ye kayıtsız şartsız bağlanmış olan Risale-i Nur talebelerinin gerçeği görüp AP'den kopmasına mani olmak üzere, onları AP'ye bağlayanlar yeni bir taktik kullandılar: Nefsaniyetleri tahrik... Ve o gün bugün...Bediüzzaman'ı gerçekten anlayanlar, süratle AP'ye bağlı ekipten ve AP'den koparken; nefislerinin emrinden kurtulamayan bir ekip AP'ye sadakatini her gün biraz daha arttırdı. Ve bir miktar olarak da kala kala Yeni Asya etrafında bir avuç insan kaldı. Şimdi ortada görünen şudur: MSP saflarında hizmete devam eden, gerçek Risale-i Nur talebeleri ve kendilerini Bediüzza-man'a nisbet etmeğe uğraşan, MSP düşmanı Yeni Asya ekibi."
- 28 Mayıs 1977: MSP'li Devlet Bakanı Hasan Aksay, partisinin yayın organı Milli Gazete'nin birinci sayfasında, Başbakan Süleyman Demirel'e telgraf yayınladı. Telgrafın metni şöyle:
"Sayın Süleyman Demirel. Başbakan. Ankara.
Şehidlerin taleplerini dile getiriyorum.
İstanbul'umuzun fethinin sembolü olan, Ayasofya'nın eskiden olduğu gibi ibadete açılmasını temin bakımından, ilgili Devlet Bakanı olarak yaptığım müracaatı daha fazla geciktirmeden, kanunları uygulamanızı ve camiin ibadete açılmasına mani olmamanızı, son bir defa daha taleb ediyorum.
Gereğine tevessül edeceğinizi umarım. Saygılarımla.
Hasan Aksay (Devlet Bakanı)"
-29 Mayıs 1977: İstanbul'un Fethi'nin yıldönümü nedeniyle Ayasofya önünde toplanan kalabalık, "İslamın uğrunda kan akıtılacak günlerin yakın olduğunu" ve bu uğurda ölenlerin şehit sayılacağını konuşmalarda belirttiler. Taşınan pankartlar ve atılan sloganlarda "Devrim yok, diriliş var", "Okullarda Arapça Okutulsun", "Kurtuluş ancak şeriat düzeni ile mümkündür" sözleri yer aldı.
Ayasofya, her zaman şeriatçıların bir bahanesi ve kavga nedeni oldu. Neydi Ayasofya'nın önemi? Bu kavga daha ne kadar sürecekti? Bu soruların yanıtını biraz daha net alabilmek için tarihe bakmak gerekiyor.
Ayasofya, 24 Ekim 1934'te, Atatürk'ün emri ve Bakanlar Kurulu Kararıyla müzeye çevrildi. Aradan geçen 60 yıl boyunca, şeriatçı güçler Ayasofya'da namaz kılmayı kendilerine bayrak yaptılar. Hemen karşısında Sultanahmet Camii gibi bir şaheser ve hemen yakınında üç-dört cami daha dururken Ayasofya'nın ibadete açılmasının istenmesi, amacın, ibadethane gereksinimini karşılamak olmadığının elbette ki, en büyük kanıtı. Peki, amaç ne?
Amaç, şeriatçıların bir zafer göstergesiyle taçlandırılması...
Bunu nereden mi çıkartıyoruz? Tarihten.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethettiği zaman 21 yaşındaydı. Zafer tacının en önemli göstergesi, Bizans'ın en büyük kilisesinde namaz kılmaktı. Yoksa Ayasofya'nın, bir Müslüman ibadethanesi olması Fatih'in pek umurunda görünmüyor.
Ayasofya'nın tarihi bunun kanıtı. Tarihçi Sokrates'in de içinde bulunduğu bir grup, Ayasofya'nın Constans tarafından yapıldığını ve 15 Ekim 360 tarihinde açıldığını yazıyorlar. İlk haliyle, kagir duvarlı ve ahşap damlı bir kilisedir. Kentin diğer kiliselerinden daha büyük olduğu için "Büyük Kilise" anlamında, "Megali Ekklisia" deniliyordu. Tanrı'nın oğlunun bir sıfatı anlamına gelen Thea Sofia adı, sonraları Ayasofya'ya dönüştü. Bina, 20 Haziran 404'te çıkan bir ayaklanmada halk tarafından yakıldı. İkinci kez, İmparator II. Teodosios tarafından mimar Ruffinos'a yaptırıldı. 10 Ekim 416'da, ikinci kez ibadete açıldı. Bu tarihten 13-14 Ocak 532'ye kadar, kentin en büyük kilisesi olarak kaldı. Bu tarihte çıkan bir halk ayaklanmasında, diğer birçok binayla birlikte yerle bir edildi. Tahtını kurtaran İmparator Jüstinyen, 23 Şubat 532'de kiliseyi yeniden yaptırmaya başladı. Binanın yapımı, bu kez mimar Miletli İzidoros ve büyük matematikçi Aydınlı Anthemius'a verildi.
Daha önce iki kez yandığı için, bu defa olabildiğince ahşap malzemeden kaçınıldı. İmparatorun emriyle Efes, Kizikos, Belkıs harabeleri, Baalbek gibi kentlerdeki harabelerde bulunan en güzel sütunlar, heykeller, binada kullanılmak üzere Ayasofya'ya gönderildi. Kilisenin açılış töreni, 27 Ocak 537'de yapıldı. Dördüncü Haçlı ordusu İstanbul'a girdiği zaman, kilise insafsızca yağma edildi. Mabetteki altın-gümüş bütün süsler yağmalandı. Tamir edilmesine karşın, 14 Mart 1346'da doğu yarım kubbesi yıkıldı ve yanında bulunan büyük kubbenin yarısına yakını da çöktü. Tamire para bulunamadığından, bina 1354'e kadar bu halde kaldı. 1354'te, halka yeni bir vergi konularak bina tamir edildi; ama 1402'de İstanbul'a gelen Kastilya Krallığı elçisi Cilajivo, binayı harap, kapıları düşmüş, yerde yatar vaziyette bulmuştu.
29 Mayıs 1453'te İstanbul Türkler tarafından alındığında kilise camiye çevrildi. Binanın doğu tarafındaki mihrap Kabe'ye yönlendirilerek Cuma namazı burada kılındı. Büyük kubbenin batı tarafındaki küçük kubbeciklerden birinin üstü delinerek buraya, tahta bir minare yapıldı. Fatih, buranın adını Cami-i Ayasofya-i Kebir olarak korudu ve insan resimleri yasağına karşın mozaiklerin üzerine ince bir badana çektirdi, birçoğunu ise açık bıraktı. Sultan Mehmet, Ayasofya'da ilk namazı, 3 Haziran 1453'te kıldı. Daha sonra, güneybatıdaki minare inşaa edildi ve Yıldırım Beyazıd zamanında, kuzeydoğudaki minare yapıldı. II.Selim, Ayasofya'ya iki minare daha ilave edilerek kendisi için de bir türbe yapılmasını istemiş; bu isteği, ancak ölümünden sonra III.Murad tarafından gerçekleştirilebilmiştir.
Sultan Selim, Mimar Sinan'la yaptığı inceleme sonunda, neredeyse binaya bitişik inşaa edilmiş bütün binaları yıktırarak Ayasofya'yı yeniden ortaya çıkardı. Büyük bir restorasyona girişildi. Daha sonra, defalarca tamiratlar yapıldı. Ancak en büyük tamirat, 10 Mayıs 1884 tarihinde meydana gelen ve bir dakika süren depremden sonra gerçekleştirildi. Deprem sırasında, daha önce harap olan mozaiklerin bir bölümü de dökülmüştü.
Son büyük tamirat ise 1926 yılında yapıldı. Yüksek Mühendis Mektebi profesörleri tarafından yürütülen çalışma sonunda, kubbe bir çemberle bağlandı ve bazı bölümlerine destekler yapıldı.
Bina, Atatürk'ün emriyle 24 Ekim 1934 tarihinde, Bakanlar Kurulu Kararına dayanılarak müzeye çevrildi. Binayı çevreleyen yapılar istimlak edilerek çevresi tümüyle temizlendi. İlginç bir uygulamayla, Ayasofya imamlığı kaldırılmadı, bugüne kadar oraya tayin edilen imamlar, başka camilerde vaiz olarak görev yaptılar. Bina, l Şubat 1935 tarihinde resmen müze olarak açıldı. Aynı ay içinde Atatürk, Müzeyi ziyaret etti. Ayasofya mozaiklerinin temizlenmesi için Amerikan Bizans Enstitüsü, 1931 yılında çalışmalara başladı.
1950'lerden bu yana, şeriatçılar durup durup Ayasofya mozaiklerine takılırlar ve bunların sökülmesi ya da üstünün kapatılması gereği üzerinde dururlar. Oysa, Şeyhülislam fetvalarıyla yönetilen Osmanlı döneminde; Ayasofya'yı gezen Slazenberg (1848), Lord Sandwich (1738-1739), Evliya Çelebi gibi gezginler, mozaiklerin açık olduğunu görmüşler ve birçoğu bunların resimlerini yaparak albümlerinde yayınlamışlardır.
Evliya Çelebi, 17. yüzyılda bu mozaikleri "...kubbelerin hepsinin içlerinde altınlı mineden resimlerle... ve başka insan resimleri yapılmıştır ki dikkat gözüyle seyredenlerin hayretlerinden, parmakları ağızlarında kalır..." diye anlatır.
Şeriatçılar, kendilerini yeterince güçlü hissetmedikleri zaman Ayasofya'ya yaklaşmıyorlar. Ancak, Erbakan, meclise girdiği 1969'dan itibaren konuyu gündeme getirip duruyor. Konuyla ilgili yasa teklifleri üst üste veriliyor.
1970'lerde Milli Selamet Partisi güçlenip 1974'te hükümet ortağı olduğunda, Ayasofya yeniden hedef haline geldi. Milli Selamet Partisi içindeki bir grup diğer nedenlerle birlikte, Ayasofya'nın ibadete açılmasının gecikmesini, parti içi bölünmeye kadar götürdü. 16 milletvekili Erbakan'a bir muhtıra verdi. Ayasolya'da namaz, bir yandan MSP içindeki dengelerin, bir yandan da büküme! içindeki çekişmelerin temel noktalarından biri haline geldi.
Yasal olarak yapılamayan iş, 14 Mayıs 1976 günü de facto uygulama oldu. MSP Meclis Başkan Vekili Rasim Hancıoğlu başkanlığında bir grup MSP'li, akşam üzeri Ayasofya'ya geldiler. Kısa bir süre, müze içinde dolaştılar ve saat 17.35'te namaza durdular. Kendilerine uyarıda bulunan görevliler, "Ben milletvekiliyim, ona göre ha!" tehdidiyle karşılaştılar.
Ayasofya, şeriatçıların kendilerini güçlü hissettikleri her an gündeme geldi. 1980 yılının ortalarında. Adalet Partisi hükümeti, Ayasofya'yı kısmen ibadete açtı. Açılan bölüm, Osmanlı sultanlarının namaz kıldığı Hünkar Mahfili'dir. O günlerde, Ayasofya minarelerinden ezan okunuyordu. Uygulama, 12 Eylül tarafından durduruldu.
Bundan sonraki ilk ciddi girişim, Nurculuğun Işıkçılar kanadından olan Enver Ören'in Türkiye Gazetesi tarafından, 1989 sonlarında açılan kampanya oldu. Gazete, kampanya sonucu bir milyon imza toplayarak "Ayasofya Cami Olsun" dilekçesini, 3 Ocak 1990 günü TBMM Dilekçe Komisyonu'na veriyordu. Bu kez durum ciddiydi. Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek, 5 Ocak 1990 tarihiyle gazetelere gönderdiği açıklamada, bu konuda TBMM'ye verilen bir yasa önerisi bulunduğunu açıklıyordu. Demirci, "Ayasofya'yı ibadete açmak isteyenleri irticacı olarak suçlamak laiklikle bağdaşmaz", görüşünü bildiriyordu.
Hani o, meclise sunulan yasa önerisi var ya. Hazırlayan, DYP İsparta Milletvekili Ertekin Durutürk... Aynı yasa önerisini 1994 Nisan'ında da verecektir. İşi .gücü, Ayasofya için öneri sunmak her halde. Sonunda, Namık Kemal Zeybek'in üstün gayretleri ve Demirel-Özal ikilisinin destekleri ile Hünkar Mahfili yeniden ibadete açıldı.
Yetti mi? Hayır.
Kültür Bakanlığı, 1991 yılının Yunus Emre Sevgi Yılı olmasını önerdi ve UNESCO bu öneriyi kabul etti. Yunus Emre Sevgi Yılı, 15 Ocak 1991 akşamı Yunus Emre Oratoryosu'nun Ayasofya Müzesi'nde seslendirilmesiyle başladı. Oratoryonun seslendirilmesinden önce konuşan Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek, "İnsanların bizi, Yunus yoluyla tanımasını istedik. Yunus Emre'yi tanıyan bizi de tanır. Yunus Emre; üstün sanatın, inanç dünyasının ve Türk'ün sesidir. Yunus Emre'ye bu üstün anlayışı veren onun inancıdır. Yani Yunus Emre Müslümandır. Müslüman olmanın gereği budur", diyordu ama, şirin görünmek için Ayasofya'da namaz kıldırmasına ve bu sözleri söylemesine karşın şeriatçıların gazabına uğramaktan kurtulamıyordu. Ertesi gün, oratoryonun kilise müziği olduğunu öne süren bir grup şeriatçı, konseri protesto için Ayasofya önünde toplanıyordu. Doğru Yol Partisi'nin Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Dülger, olaya bakış açısını, daha 13 Ocak 1991 günü Yeni Nesil gazetesine verdiği bir demeçte şöyle açıklamıştı:
"Bizim için Türk kültürü, İslam kültürü esastır. Tanıtılacaksa, bu tanıtılsın. Ayasofya'yı daima cami olarak gördük ve görmek istiyoruz. Oratoryo, Ayasofya konusundaki hassasiyetin üzerine kezzap dökmektir...
...Camide ses vardır, alet yoktur. Alet tekkede vardır. Biz, Ayasofya'yı cami olarak görüyoruz. Kilise olmasını düşünüyorlarsa, o ayrı mesele. Oratoryo çok lazımsa, Aya İrini'de yapsınlar."
Hünkar Mahfili'nde namaz yetti mi? Hayır. Şeriatçıları tatmin etmedi. Ayasofya'nın tümü ibadete açılsa da talinin etmeyecek. Çünkü sorun, Ayasofya'da namaz değil. O, bir ara hedef. Bu ara hedefin, bir yan hedefi de var. Hıristiyan dünyasının en önemli yapıtlarından biri olan Ayasofya'ya saldırarak Hıristiyanlığa saldırmak... Peki, nihai hedef ne? Nihai hedefleri ,şeriat...
-l Temmuz 1977: Dünya İslam Talebe Federasyonu Konferansı, İstanbul'da toplandı. Konferansta, "İslami hayat düsturuna sarılma ve bağlanma yollarının aranması için her türlü faaliyette bulunacak bir enstitünün kurulması", kararı alındı. Mısır'da Nasır'ın idam ettirdiği ve kitapları Türkiye'de yasaklanan Seyyid Kutub'un kardeşi Muhammed Kutub yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Bir ülkede silahın nizamı hakim değilse oraya dar-ül harp denir. Bu durumda, Müslümanların mücadelesi ferdi planda değilse gayesini müdrik bir cemaatle olmalıdır."
-19 Nisan 1978: Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlıı (Hamido), gelini ve torunu, postayla gönderilen bir bombanın patlaması sonucu öldü. Patlamanın duyulmasıyla kentte büyük olaylar çıktı. Yüz dolayında iş yeri tahrip edildi, bir kişi öldü. Üç kişinin ölüsü tren yolunda bulundu.
-17 Temmuz 1978: Adıyaman'da 21-25 Temmuz tarihleri arasında yapılacak olan Nemrut Festivali; Milli Selamet Partisi, Akıncılar, Akıncı Memurlar ve Mefkûreci Öğretmenler Derneklerinin Adıyaman şubelerinin hışmına uğradı. Dernekler, ortaklaşa yayınladıkları bildiride, "Nemrut'un çirkin zihniyetinin yeniden hortlatılmak istendiğini", söylerken, MSP Genel Sekreter Yardımcısı Şevket Kazan, "Peygamber diyarı olan bu vatan topraklarında, bunca şehit can vermiş, kan dökmüşse, bunları Nemrut Festivalleri yapılsın diye mi yapmıştır ? MSP olarak, bu festivali protesto ediyor ve yetkililerden, milletin inançlarına saygı göstermelerini bekliyoruz", diyordu.
-18 Ekim 1978: Milli Selamet Partisi'nin 16 Ekim'de Ankara Atatürk Spor Salonu'nda yapılan genel kurul toplantısı sırasında, Atatürk tablosuna yönelik saldırı ve duvarlara yazılan sloganlara ilişkin soruşturma açıldı. Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcıları Yurdal Bekman ve Kemal Kadıoğlu, salonda şu sloganları belirlediler:
"Şeriat İslamdır", "Şeriat Haktır", "Çağımız buhranda, Kurtuluş İslamda", "Ya İslam Ya Ölüm", "Dünya Müslümanları Birleşin", "Putları Yıkalım, Kör Kemal'in Putunu Devirelim".
Savcı yardımcıları, bu sloganların altında Ak-Genç, Ak-Lis, İKO-İslam Kurtuluş Ordusu, MTTB gibi kuruluş ve örgütlerin adlarının yer aldığını; ayrıca tuvalet girişi altına bir yön gösterme oku çizilerek "Anıt-Kabir" yazıldığını ve Atatürk tablosunun gözlerinin bıçakla oyulduğunu da belirlediler.

Elbette ki, 20 Ekim'de savcılığa bir yazı yazan Şevket Kazan, bu yazılan yazanlarla partisinin ilgisi olmadığını, kendilerinin de bu kişilerden şikayetçi olduklarını bildirecekti. Başka ne olabilirdi ki!..

..

TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 5




        TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 5




OYSA AYNI ANDA...

Atlas sinemasında baş rollerini Robert Taylor, Julie London ve John Cassavetes'in paylaştıkları renkli-sinemaskop Kanlı İhtiras adlı film gişe rekorları kırıyor. Sirkeci Doğubank işhanının üstündeki bürolar yüzde 25'i peşin, kalanı üç yıl vadeli taksitlerle 43 bin liradan, 90 bin liraya kadar değişen fiyatlarla satılıyor. Yeniköy Boğaziçi lokalinde meşhur Fransız şantözü Dany Dauberson programa başlıyor. 5 Ocak'ta Tarsus'a gelen Menderes için bir DP'li oğlunu kurban etmeye kalkıyor, Almanya'da Nazizm hortluyor. Araştırmalar, her 10 Alman'dan birinin Yahudi aleyhtarı olduğunu ortaya koyuyor. Cezaevleri gazetecilerle dolup taşıyor.

-1960: Said-i Nursî'nin doğu illerinin valilerine gönderdiği mektup CHP'liler tarafından kamuoyuna açıklandı: "Doğu bölgesinde komünistliği 60 bin Nursinin sayesinde önlemekteyim. 30 yıldan beri siyasetle uğraşmadım. Bu 60 bin öğrencinin içinde bir-iki ahlaksız da çıkabilir. Bu yüzden bölgenizde Risale-i Nûr'lar toplattırılmamalıdır. Nasıl ki, Arapça ezan okutturduk ve bu sayede müslümanları DP cephesinde topladığımız bilinmektedir. Şimdi de dağıttığımız bu Risale-i Nûr'larla, komünizmle ve masonlukla savaşacağız. Müslüman Demokratların gösterecekleri yardıma inanıyorum. Bundan ötürü birkaç defa Ankara'ya gittim, Müslüman vekillerle görüştüm. Bilhassa Sayın Adnan Bey ve Tevfik İleri ve Sayın Namık Gedik'ten bu sonucu çıkardım. Said-i Nursî."
- 23 Mart 1960: Said-i Nursî Urfa'da öldü. Hastalığına karşın uzun bir otomobil yolculuğundan sonra, 21 Mart 1960'ta Urfa'ya gelen Nursî'nin cenazesinde yüksek mülki erkan hazır bulundu. Cenaze, Halilürrahman Camii'ne defnedildi.


O SIRADA DÜNYADA...

Oysa dünya kaynıyordu. 1950'de Kore savaşı çıkmış, bir Türk tugayı da binlerce kilometre uzaktaki bu savaşın içine gönderilmişti. 1953'te Stalin (Çugaşvili)'nin ölümüyle Sovyetler Birliği yeni bir siyasal sürece girmiş, Cezayir'in bağımsızlık mücadelesi başlamış, sosyalist blok NATO'ya karşı Varşova Paktı'nı kurmuş (1955), Polonya'daki antikomünist ayaklanmaya Macaristan da katılmış ve bunun üzerine Sovyet tankları Macaristan'a (1956) girmiş, ilk uzay uydusu Sputnik uzaya (28 Mart 1957) fırlatılmış, Fidel Castro ve Ernesto Che Guevera 1959'da Domuzlar Körfezi'nden Küba için, bir kır yangınını başlatmışlardı.

-l Temmuz 1960: İslam dergisinin 34. sayısında "Din Hürriyeti İstiyoruz" başlıklı bir bildiri yayınlandı. "Din hürriyeti isteyenlerin" bildirisinde şunlar söyleniyordu:
"Gerçek din hürriyetinin aşağıdaki esasların tahakkuku ile temin edileceğine inanıyoruz: olduğu gibi Anayasa'ya konacak apaçık maddelerle teminat altına alınmalıdır.
Devletin dine tahakkümü, dini teşkilatı vesayet altına alması kat'i surette önlenmelidir. Birçok batı memleketlerinde olduğu gibi devlet, ancak dini yıkıcı ideoloji ve cereyanlara karşı siyanet etmelidir.
2- Diyanet işleri teşkilatı ilmi, idari ve mali muhtariyeti haiz bir hükmi şahıs olarak, kabul edilebilecek bir kanunla yeniden teşkilatlandırılmalıdır.
3- Vakıflar Umum Müdürlüğü uhdesindeki bilcümle dini vakıflarla, dinin ibadetleri, islami talim, terbiye ve tedrisatla ilgili teşkilat ve müesseseler, Diyanet Reisliği'ne bağlanmalıdır. Kuruluşundan beri olduğu gibi, her yıl devlet bütçesinden Diyanet teşkilatına verilen tahsisat devam ettirilmelidir.
4- Yüksek Diyanet ilimleri tedrisatına mahsus bir 'İslam İlimleri Külliyesi' kurulmalı ve bugünkü İmam Hatip okulları da her bakımdan ıslah edilerek bu üniversiteye talebe hazırlayan meslek okulları haline getirilmeli ve sayıları da lüzumu kadar arttırılmalıdır.
5- Din adamları yetiştirilmesine garpte olduğu gibi özel bir itina gösterilmeli, herkes tarafından hürmete şayan bir hale getirilmeli ve terfihleri de sağlanmalıdır.
6- Radyo konuşmaları, Avrupa ve Amerika'da olduğu gibi daha sık ve verimli bir hale sokulmalı; büyüklere, küçüklere, hanımlara ve halka olmak üzere değişik seviyedeki unsurlara hitap eder şekilde dinin (iyman, itikad ve ibadete taalluk eden) esas bilgileri kurslar halinde, devamlı şekilde öğretilmeli ve ayrıca dini, ahlaki konuşmalar da devam etmelidir.
7- Dine ve mukaddesata karşı neşir yoluyle ve sair yollarda hakaret ve tecavüzler, ceza kanununun mer'i hükümlerine göre ciddi surette takibi gerektiren açık müeyyidelerle takviye edilmelidir.
8- Demirperde memleketleri hariç diğer bütün hür dünya memleketlerinde mevcut olan dini telkin, irşat ve teşkilat kurma hakları tanınmalıdır. İslam Dergisi."
Şimdi, başka bir şey söyleyelim. 27 Mayıs'çılar, hakkında sık sık gerici diye suçlanan Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu'nu, hareketten hemen beş gün sonra, 2 Haziran 1960'ta emekliye ayırdılar. Onun yerine 30 Haziran'da 17 yıldır İstanbul Müftülüğü görevini yürüten Ömer Nasuhi Bilmen'i atadılar. Bunu neden mi söylüyoruz? "Din Hürriyeti İstiyoruz" başlıklı bildiri, İslam dergisinin l Temmuz 1960 tarihli sayısında yer alıyordu ve derginin yazarları arasında Ömer Nasuhi Bilmen de bulunuyordu.
- 12 Temmuz 1960: 27 Mayıs'çı askerler, yanlarına kardeşi Abdülmecit Ünlükul'u da alarak, Said-i Nursî'nin naaşını Halilürrahman Camii'nden alıp askeri bir uçakla İsparta'ya götürdüler. O gün bu gündür, Nursî'nin mezarı bulunamadı.

SAİD NURSİ ANLATIYOR
"Çok uzun süren mazlumane, maceralı hayatıma dair gayet kısa bir beyanatta bulunacağım.
Yirmisekiz sene emsalsiz ihanetlere, işkencelere, tarassud ve hapislere maruz kaldım. Bütün bu iftira ve isnatların esası birkaç noktaya dayanır:
1- En birinci ithamları: Beni rejim aleyhtarı olarak telakki etmeleridir. Malumdur ki, her hükümette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartıyle, hiç kimse vicdaniyle, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes'ul olamaz. Bu hukuki bir mütearifedir. Dininde çok mutaassıb ve cabbar bir hükümet olan İngilizlerin yüz sene hakimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur'an ile reddettikleri halde, onlara o cihetten ilişmemeleri; burada ve bütün İslam Hükümetlerinde eskiden beri Yahudiler, Nasraniler tabi oldukları memleketin dinine, kudsi rejimine muhalif, zıd ve muteriz bulundukları halde, o hükümetler hiç bir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmemeleri; (Hazret-i Ömer, r.a.) hilafeti zamanında adi bir Hıristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o Hıristiyan, İslam Hükümetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki, adalet müessesesi hiç bir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki, komünist olmıyan Şark ve Garb'da bütün dünya adalet müesseselerinde cari ve hakimdir.
Ben, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine ve yüzlerce Ayat-ı Kur'aniye'ye istinaden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdada, laiklik maskesi altında dine ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhalefet etmiş isem bu hilaf-ı hakikat bir hareket sayılabilir mi? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhalefet meşru ve samimi bir muvazene-i adalet unsurudur.
2- Bana zulüm ve cefayı reva gören Devr'i Sabık'ın yaptığı isnadların ikincisi: Emniyet ve asayişi ihlalidir. Bu vehim ve hayal ile bu düzme isnat ile yirmisekiz sene bana ceza çektirdiler. Memleket memleket, mahkeme mahkeme süründürdüler. Tecrit ettiler, zehirlediler. Her türlü hakaretlerde bulundular.
Biz ki, beş yüz bin fedakar Nur Talebeleri, memleketin her tarafında emniyet ve asayişin fahri manevi muhafızlarıyız; bize böyle bir isnadda bulunmaları en büyük bir zulümdür. Onlar bize o kadar zalimane ihanetlerde bulundukları halde; biz asla hislerimize kapılmayarak gönüllerde emniyet ve asayişi temin yolunda, iman ve Kur'ana hizmet yolunda, gafletle anarşiye sapanları düştükleri fevza gayyasından kurtarmak yolunda çalışmaktan bir an hali kalmadık. Bu delilsiz bir iddia değildir. Bizim zulüm ve menfa sahamız olan altı vilayetin altı mahkemesi, uzun ve ince tetkikler neticesinde, emniyet ve asayişi ihlal yolunda hiç bir vukuat kaydedememişlerdir. Bu hareketimiz isbat eder ki, Nur Mekteb'i İrfanının Talebeleri, emniyet ve asayişin bekçisini kafalara, kalblere yerleştirir. Bizim iman derslerimiz anarşiye ve farmasonlara ve komünistlere karşıdır. Memleketin bütün zabıta dairelerinden sorulsun, beş yüz bin Nur Mekteb'i İrfanı Talebesinden birinin olsun nizam ve intizama aykırı bir vukuatı var mıdır? Yoktur. Elbette yoktur. Çünkü hepsinin kalbinde nizam ve intizamın en sağlam muhafızı olan iman bekçisi vardır. Sebilürreşad'ın 116'ncı nüshasında "Hakikat Konuşuyor" başlıklı makalemde bu hakikatları uzun uzadıya izah ettim. Bütün dünyasını, hatta icab ederse hayatını ve ahiretini dinine feda ettiği, bütün hayatı şehadet eden, otuz beş seneden beri siyaseti terkeden, müteaddit mahkemelerin o kadar incelemelerine rağmen bu yolda bir delil bulunamayan, sekseni açmış, kabir kapısına gelmiş, dünya metamdan hiçbir nesneye malik olmamış ve ehemmiyet vermemiş bir adam hakkında: 'Dini siyasete alet ediyor' diyen, yerden göğe kadar, gökten yere kadar haksız ve insafsızdır.
Biz Nur Mekteb'i İrfanı Şakirdlerinin Kur'anı Hakim'den aldığımız hakikat dersi şudur ki: Evde yahut bir gemide, bir masum, on cani bulunsa, Adalet'i Kur'aniye o masumun hakkına zarar vermemek için o haneyi o gemiyi yakmayı menettiği halde, on masumun bir tek cani yüzünden mahvı için o hane, o gemi yakılır mı? Yakılırsa en büyük zulüm, en büyük hıyanet ve gadir olmaz mı? Bu sebeple asayişi ihlal yolunda yüzde on cani yüzünden doksan masumun hayatını tehlikeye ve zarara sokmayı Adalet'i İlahiye ve Hakikat'ı Kur'aniye şiddetle menettiği için bütün kuvvetimizle bu Ders'i Kur'aniyyeye ittibaen asayişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur kılarız.
İşte bizi böyle haksız isnadlarla itham eden Devr'i Sabık'taki gizli düşmanlarımız şüphe yok ki, ya siyaseti dinsizliğe alet etmek istediler, yahut bilerek, bilmeyerek bozuk ideolojileri memleketimize yerleştirme gayretine düştüler. Görülüyor ki, nizam ve intizamı bozan, maddi, manevi memleketin emniyet ve asayişini ihlal eden bizler değil, asıl onlardı. Hakiki bir müslüman, samimi bir mümin hiç bir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun ahirzamanda Ye'cüc ve Me'cüc komitesi olduğuna Kur'an'ı Hakim işaret buyurmaktadır.
Yirmi sekiz sene bana ve talebelerime böyle eza ve cefada bulundular. Ve mahkemelerde bazı resmi kimseler bize hakaretlerde bulunmaktan çekinmediler. Hepsine tahammül ettik. İman ve Kur'an'a hizmet yolunda devam ettik. Ve Devr'i Sabık'ın o zulüm ve cefalarını affettik. Zaten onlar da müstehak oldukları akıbete uğradılar. Said-i Nursî."
(IŞIK, İhsan: Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk. Sf. 224-226. 1990, İstanbul)



SAİD-İ NURSİ TEŞKİLATI MAHSUSA AJANI MI?

Said-i Nursî'nin, son 100 yılın en çok tartışılan kişiliklerinden biri olduğu kesin. Nursî'nin şeriatçı yanı, laik cumhuriyet karşıtı en önemli güç haline getirdiği Nurculuğun yaratıcısı olması bir yana, onun kişiliğinde yapılan tartışmalardan biri de Teşkilat-ı Mahsusa ajanlığı iddiası.
İddia ilk kez, Tarihçi Cemal Kutay tarafından aylık bir dergide ortaya atıldı. Kutay'ın iddiası şuydu:
"Bediüzzaman Said Nursî, cumhuriyetin ilk dönemlerine kadar devletle çalıştı. Said efendinin Teşkilat-ı Mahsusa'da çalıştığını biliyordum. Teşkilatın kurucusu ve başkanı Kuşçubaşı Eşref Pa-şa'yla, Bitlis'te evinde kaldık. Daha sonra Urfa'da kaldığı oteli ziyaret ettim. Kendi ağzından, 'ben uzun yıllar Teşkilat-ı Mahsusa'da görev yaptım' sözlerini duydum."
Kutay'ın bu savına, Nur cemaati Yeni Zemin dergisinde yanıt verdi. Kutay'ı yalancılıkla suçlayan dergi, savların asılsız olduğunu öne sürdü. Ancak, devlet arşivlerindeki bazı belgeler kafaları tekrar karıştırdı.
Başbakanlık Arşivinde DH.KSM-41-36   (Dahiliye Kalemi Mahsusa/ İçişleri Özel Kalemi) numarasıyla yeralan belgede şu bilgiler var:
"Esiren Tiflis'te bulunan Bediüzzaman Said-i Kürdî efendiye gönderilmek üzere, memuri mahsusa tevdian tarafı âlâlarına irsal 60 liranın (bin 500 Mark olarak) adı geçene suretle, mümkün olan süratle gönderilmesini rica ederim, efendim."
Bu belge, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından hazırlanarak Hilal-i Ahmer Cemiyeti Reisi Ömer Paşa'ya gönderilmek üzere Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın özel kalemine sunulmuş.
Cumhuriyet Gazetesi muhabirlerinden Kenan Biliz, Nisan 1994'te bu belgeyi Erzurum Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılapları Tarihi Enstitüsü öğretim görevlilerinden Cemil Kutlu'ya yorumlattı. Kutlu'nun yorumu şöyle:
"1916 Yılında Said-i Nursî Rusların elinde esir bulunuyordu. 1908'de imzalanan Lahey Sözleşmesi'ne göre Avrupa'da Kızılhaç ve Osmanlı'da Hilal-i Ahmer gibi cemiyetlerin dokunulmazlığı bulunuyordu. Teşkilat-ı Mahsusa'nın, Said-i Nursî'ye resmi olmayan veya devletin diğer kademelerinde veya teşkilatta görevli kimliği taşıyan biriyle para göndermesi imkansızdı. Savaş hali nedeniyle Tiflis'te elçilik yok. Para ancak dokunulmazlığı olan bir hayriye cemiyeti aracılığı kullanılarak gönderilebilirdi. Resmi anlamda kurye gönderilirse yakalanma riski yüksekti.
Başka bir belgede Rusların elinde esir bulunan paşalar ve diğer subaylara iki defa 150 ruble gönderildiğini saptadık. Rublenin değeri o zaman çok düşük. Esir alınan paşaları için devlet iki defa 150 ruble göndermiş. Daha sonra, ödenek yokluğu ileri sürülerek, uluslararası sözleşmelere göre esirlerin bakımı için göndermesi gereken parayı kesmiş.
Yine aynı dönemde esirlere gönderilen paralara ilişkin elde ettiğim belgeler ve esirlerin durumunu gösteren belgeler ve birçok tarihçinin ortaya koyduğu belgeler, çok sayıda Türk esirin Rusya'da açlıktan öldüğünü ortaya koyuyor.
Devlet, paşalarına dahi para göndermezken, Bediüzzaman Said-i Nursî’ye Hilal-i Ahmer Cemiyeti aracılığıyla 60 lira gibi bir para göndermesi ilgi çekici. Yine, Başbakanlık arşivlerinde bulunan belgeler Osmanlı Devleti Dışişleri Bakanlığı ile Rusya arasında Said-i Nursî ile ilgili esirlik döneminde 10 yazışma olmuş. Konumun dışında olduğu için bunları almadım. Gördüğüm kadarıyla, Said-i Nursi'nin devletle bir ilişkisi olduğu gerçeği daha ağır basıyor."
Teşkilat-ı Mahsusa'nın kanatları altında şeriatçılık yapmak nasıl bir şey acaba?


"MEMURLARIN MASASINA/ SOLCULARIN KAFASINA/ MASONLARIN KASASINA/ HAK YOL İSLAM YAZACAĞIZ"

"Cumhuriyet hükümeti, bütün üyeleri ile, Atatürk ıslahatının (devrimleri ya da inkılapları değil; ıslahatı) ilkeleri üzerinde kararlıdır".
-2 Ağustos 1961: Devlet Bakanı Amil Artus, radyoda yaptığı konuşmada, hükümetin dine karşı olduğunu ileri süren görüşleri yalanlayarak, camilerin kışlalara çevrileceğine, ezanın gene Türkçe okutulacağına, Kur'an'ın okunması ve radyoda yayınlanmasının yasaklanacağına ilişkin söylentilerin rejim düşmanları tarafından atılan yalanlar olduğunu açıkladı. Bu, 27 Mayıs rejiminin gericilere verdiği en önemli ödün oldu.
-1965: Tek başına iktidar olan AP'nin genel başkanı cumhuriyet tarihinde ilk kez Başbakanlık makam odasında namaz kılmıştır. Bu dönemde resmi dairelerde mescitler açılmaya başlandı, devlet konservatuarında dinsel piyesler oynandı.
-20 Eylül 1965: Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nün kararıyla, Nurculuk devletin temel düzenini bozucu dinsel bir irtica olayı olarak kabul edildi ve TCK'nın 163. maddesi kapsamına alındı. Yargılayın hukuk açısından vardığı sonuçlar şunlardı:
"1. Nurculuk ülkenin bütünlüğünü bozmaya yönelmiş amaçlar taşımaktadır.
2. Nurculuk, merkezinin Mekke olacağı bir İslam devletinin kurulmasını ve Türkiye'yi bu devlet içinde eritmeyi istediği için, Türkiye Devleti'nin bağımsızlığını ve birliğini bozmak ve yoket-mek amacındadır.
3. Varolan, laik Anayasa düzenine ve buna uygun laik hukuk, toplum ve politik devlet yapısına karşı olan ve bunu yıkarak dine dayanan, teokratik bir düzeni kurmak isteyen Nurculuk, bu biçimdeki eylemleri cezalandıran Türk Ceza Yasası'nın 163. maddesini çiğnemektedir.
4. Nurculuk, devrimlere ve laik devlet düzenine düşman olan, onu yıkmak amacını güden akımların bir simgesi olarak ortaya çıkmaktadır."
Nisan 1966: CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, TBMM'nde konuşuyor:
"...Rakiplerini din yolunda küçük düşürmek, itham etmek, vatandaşın hiddetine ve nefretine maruz bırakmak bir siyasal oyundur. Bu siyasal oyun, Anayasa ile men edilmiştir. Bu oyunla, bu ülke benim bildiğim altmış yıldan beri hayati tehlikeler karşısında mücadele etmektedir. Ben bu ülkede irticaın yaptığı kışkırtmaları, irticaın bu ülkeye getirdiği zararları herkesten daha çok, burada bulunan sayın arkadaşlarımdan daha çok nefsinde denemiş bir insanım. Tarihten bahsedeyim size. İkbalin en yüksek zirvesinde bulunduğumuz zaman, irtica, bu ülkeyi geride bırakmak için en azılı zararlarını vermiştir. Türkler İstanbul'u 1453 yılında aldılar. Büyük bir dünya olayı. İkbalin bunun üzerinde daha yüksek bir noktası var mıdır?
Şimdi bakınız, 1453 yılında tüm dünyada matbaa icad edildi. Ve tüm dünya matbaa sayesinde yeni bir kalkınma, yükselme ve ilerleme devresine girdi. Türkiye'de irticai tercih edenler Türklerin matbaa kurmalarına izin vermediler. Fatih'in kudreti, tüm dünyada matbaa açıldığı zaman, İstanbul'da, Türkiye'de matbaa açmaya yetmedi. İrtica kuvvetini hafif görmeyiniz. İrtica kuvvetine rüşvet vermeyiniz. İrticaın, bu ülkeye getirdiği zararların daha büyüklerini getirmeye eğilimi, kudreti vardır. İrtica size masum bir adam biçiminde gelir. İrtica size büyük bir gazete biçiminde fesat yuvası olarak gelir. İrtica milletvekili olarak kürsüye çıkar, 'işte son peygamberiniz' diye hitap etmek cesaretini bulur..."
-6 Eylül 1966: Yargıtay Başkanı İmran Öktem, yeni adli yılın açılışı nedeniyle bir konuşma yaptı. Öktem, konuşmasında Said-i Nursî'nin yarı cahil, okuma yazma bilmeyen biri olduğunu, 31 Mart Olayını düzenleyen Derviş Vahdeti ile ilişkisi bulunduğunu, Volkan'daki yazılarıyla 31 Mart'ı körüklediğini belirterek şunları söylüyordu:
"...Nurslu Said, Türkiye'nin batılılaşmasına, ulusal bilincin uyanmasına yazılarıyla ve eylemleriyle muhalefet etmek istemiştir. Türkiye'nin kurtarıcısı ve kurucusu Büyük Atatürk'ün devrimlerini, hareketlerini uygun bulmamış, yazılarıyla O'nu küçük görmüş, reformu durdurmak istemiştir. Kendisi, İslam dini ve inancı ile bağdaşması mümkün olmayan fikirler ortaya atmış, iddialar ileri sürmüştür."
"...Onlara göre, Atatürk yönetimi dehşetli ahir zamandır. Dinsizlik, komünistlik, bozguncu komitelerin faaliyet yıllarıdır. Devrim yasaları geçicidir ve Hıristiyan yasalarıdır. Kemalistler; seviyesiz, anarşist kimselerdir. Devlet İslam esaslarına göre kurulmalıdır. Devletin manevi kişiliğinin Müslüman olması gerekir. Müslümanlara, Kur'an dışında Anayasa gerekli değildir. Said-i Nursî, milliyet ve milliyetçilik fikrine düşmandır. Milliyetçilik, İslam birliğine engeldir. Bu yol ile, Bolşevizm ve sosyalizm karşısında mücadele edilemez. Bunlarla ancak İslam ümmetçiliği başede-bilir. İslam ümmetçiliği şarttır."
"Görülüyor ki, 'İslam kardeşliğini geliştirecek' gerekçesiyle, Türkiye'nin felaket ve musibeti, onda bir sevinç uyandırmıştı."
-1967: İsteğe bağlı din dersleri liselere de konuldu.
-1968: Nisan ayının ilk günlerinde Ankara'da bir broşür dağıtıldı. Kaliteli bir baskısı olan broşürün başlığı şuydu: "Hizb-üt Tahrir Sunar:İslam Devleti Anayasası". Arap harfleriyle basılan Anayasa Tasarısı'nda şöyle deniyordu:
"...İslam devleti, İslam akidesi esasına göre idare edilecektir. Buna aykırı hiçbir şey devletin bünyesinde, teşkilat veya muhasebesinde bulunmayacaktır.
Devleti bir devlet başkanı idare edecektir. Onun her sözü, muayyen şer'i hükümleri benimsemesi şartıyla kanundur. Bütün tebaa böyle bir kanuna gizli ve aşikar itaate mecburdur."
"...Devletin resmi dili Arapçadır. Şer'i hükümler için muteber kaynaklar Kur'an, sünnet, sahabe, icma ve kıyastır. Bunlardan başka kaynaklar teşrii hareketlere mesnet teşkil edemezler."
"...İslam devletinde hakimiyet milletin değil, şeriatındır ve bu husus 20. maddenin a fıkrasıyla anayasaya geçmiştir."
"Kadın ve erkek, ahlaka zararlı, toplumu ifsat edici şer'i hükümlerden birinin şümulüne giren her türlü işi yapmaktan men edilir. Mesela, erkeklerin kendilerine olan. meylinden faydalanmak için tayyarelerde kadın hostes, berberlerde ve lokantalarda güzel erkek çocuklar çalıştırmak gibi."
Aynı günlerde bir başka broşür daha dağıtılıyordu. "Müslümanların Ölüm Kalım Meselesi" adlı broşürde, İslam devletinin ancak kılıçla kurulabileceği, bunun bir ölüm kalım meselesi olduğu, müslü-manlar bunu göze alırlarsa, bugünkü gibi Dar-ül Küfür'de, yani müs-lümanlığı yadsıyanların ülkesinde değil, Dar-ül İslam'da, yani İslam Ülkesi'nde yaşayacakları anlatılıyordu.
(KIRÇAK, Dr.Çağlar: Türkiye'de Gericilik, Sf.200)

Hizb-üt Tahrir, 1957 yılında Şeyh Takiyeddin Nebhani tarafından Kudüs'te kuruldu. Türkiye'de, ilk kez 1967 yılında ortaya çıkarıldı. Ürdün kökenli örgüt, İran İslam Devrimi'ni başlangıcından bu yana destekledi. Ancak devrim anayasasının açıklanmasından sonra, bazı maddelerle çelişkiye düştüğü için destek azaldı.
Türkiye'de, 1967 yılından bu yana, Hizb-üt Tahrir'e yönelik birçok polis operasyonları yapıldı. 1980'lerde çalışma alanının ağırlık noktasını İstanbul'a kaydıran örgüt, 1986'da Çorum'da ortaya çıktı. Yine "Anayasa" dağıtıyorlardı.
-22 Temmuz 1968: Yeşil sarıklıların yönettiği kalabalık, "Emperyalizmi Tel'in" amacıyla öğretmenler lokalini, Konya Gazete-si'nin merkezini ve kitabevlerini tahrip ettiler. Olaylarda 14 kişi yaralandı ve İçişleri Bakanı Faruk Sükan demecini patlattı: "Aşırı solun son günlerde giriştiği tahrik ve anarşi hareketlerinin, Konya'daki üzücü olaylarda rolü olduğu kanaatindeyim."
-12 Kasım 1968: Türkiye İslam Enstitüleri Talebe Federasyo-nu'nun bildirisinde, askeri okullarda din dersi okutulması talep ediyordu..
-11 Şubat 1969: Bir bayan öğretmen, derslere başını örterek girdiği için görevden alındı.
-14 Şubat 1969: Solcu gençler, Amerikan 6. Filosu'nün gelişini protesto için yürüyüş düzenlediler. Milli Türk Talebe Birliği ve Komünizmle Mücadele Derneği, günlerce cihat çağrıları yaparak, yürüyüşü "Komünizm geliyor, din elden gidiyor" diye yorumluyordu. Camilerden çıkan gericiler, Dolmabahçe'den Taksim'e yürüyen gençlerin üzerine "Müslüman Türkiye", "Allah İçin Savaşa", "Komünistleri Geberteceğiz", "Yaşasın Toplum Polisi" diye bağırarak saldırdılar. Sonuç; Duran Aydoğan ve Turgut Aytaç adlı iki genç ölü, 204 yaralı.
Gericiler komünizme saldırıyorlar ama 6. Filo'nün gelişi için genelevde günlerce hazırlık yapılıp baştan başa badana edilirken saldırı sadece Amerikan askerlerinin Türk kızlarıyla güven içinde fuhuş yapmasına yarıyordu.

FİKİR KULÜPLERİ FEDERASYONU'NUN BİLDİRİSİ

Kanlı Pazar'ın hemen ardından Fikir Kulüpleri Federasyonu, tek yaprak üzerine basılmış bir bildiri yayınladı. FKF'nin 'Bağımsız Türkiye' adlı bülteni, "Amerikan Gavuruna Karşı Birleşelim" başlığını taşıyor ve şunlar yazılıyor:
"100 binlerce işçi, köylü, genç Amerikan sömürgeciliğine ve içimizdeki ortaklarına karşı yürüyorlar!.. Sömürgeci Amerikan şirketlerinin, tefecilerin, talancı tüccarların ve ağaların bekçisi zalim 6. Filo'yu istemedikleri için yürüyorlar!.. Gavur Amerikan bayraklarının dalgalanmadığı bağımsız Türkiye için; işsizliğin olmadığı, çalışanların haklarını aldığı bir Türkiye için yürüyorlar!..
Silahla içimize giremeyen Amerikan Gavuru, hileyle "dost" adı altında 35 binden fazla askeri yurdumuza soktu. Şehit kanıyla sulanan topraklarımızın üzerinde, subaylarımızın ve erlerimizin içine giremediği 100'den fazla Amerikan askeri üssü kuruldu. Bunun yanında, karasularımıza 6. Filo'sunu sokmaya; limanlarımızı, denizcileri için fuhuş yatağı olarak kullanmaya başladı Amerikan gavuru!.. İşsizlerimiz sokakta gezer, hastalarımız hastane bulamaz, çocuklarımız ilaçsızlıktan kırılırken; Amerikalı denizcilerin fuhuş yapması için oteller kapatılıyor. Amerikan 6. Filo'sunun ahlaksız komutanı Amiral Charbonatt dansözün etekliğini beline takıp, yoksulluğumuzla alay edercesine göbek atıyor!.. Üniforma giymiş zavallı kardeşlerimiz, işlerini iyi yapsınlar diye soğuğun altında Amerikalıları bekliyorlar!.. Aldatılmış Müslüman kardeşlerimiz, gavur Amerikan 6. Filo'suna karşı namaz kılıp bağımsızlık yürüyüşü yapan diğer Müslüman kardeşlerine saldırılıyorlar!.. Müslümanlar o bayrakları kovuncaya kadar savaşırlar. Cihat, bağımsızlık isteyen kardeşlere karşı değil, sömürücü gavur Amerika'ya karşı açılır!..Hürriyetimiz, ekmeğimiz, namusumuz için gavur Amerika'ya ve ortaklarına karşı birleşelim, dövüşelim!.." (Belgelerle FKF, Dev Genç. Cilt l. Sf.461. Nisan 1988, Ankara)

-3 Mayıs 1969: Ünlü hukuk adamı, Yargıtay Başkanı İmran Öktem l Mayıs 1969'da öldü. 3 Mayıs günlü gazetelerde şu haberler çıktı:
"Bazı gerici çevrelerin, bugün cenaze töreni yapılacak olan İmran Öktem'in cenaze namazının kılınması sırasında olay çıkartacakları öğrenilmiştir. Dün, Hacıbayram Camii müezzinlerinden olduğu öğrenilen, fakat adı saptanamayan bir gencin, namazı kıldıran imamın yanına vararak; 'Muhterem cemaat, vefat etmiş olan İmran Öktem'in yarın burada cenaze namazı kılınacaktır. Bu namazı kılmamanızı rica ediyorum' dediği duyulmuştur."
Nitekim, aynı gün Maltepe Camii'nde olaylar çıktı. Daha önce İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin ve Komünizmle Mücadele Derneği üyeleri ile AP'lilerin Maltepe camii çevresine taş ve sopa yığınağı yaptıkları biliniyordu. Caminin imamı cenaze namazını kıldırmaktan kaçındı. Namaz, törene katılmak amacıyla gelmiş olan İlahiyat Fakültesi mezunu bir avukat olan Hıfzı Gözübüyük tarafından kıldırıldı.
O sırada olaylar patladı. Yaklaşık üç bin kişilik bir topluluk, cenazeye katılanlara, "Dinsizlerin namazı kılınmaz", "Allahsızın namazı kılınmaz", "Kafirler Moskova'ya" diye bağırmaya başladılar. Cami avlusunda bulunan Devlet Bakam Scyfi Öztürk ile bazı tabii senatörler ve sivil giyimli subaylar arasında tartışmalar çıktı. O ana kadar seyirci konumunda olan polisler göstericilere doğru ilerlemeye başladı. Toplum polisi cop kullanıyordu ama göstericiler geriye püskürtüle-ceğine ellerindeki megafonlarla bağırarak musalla taşına doğru yaklaşıyorlardı. Musalla taşının yanında ise CHP Genel Başkanı İsmet İnönü duruyordu. Gruptan bazı kişiler İnönü'yü tartaklarken, Tuğgeneral Nabi Alpartun İnönü'ye yaklaşarak koluna girip tabancasını çekiyor, ''Açılın, bu memleket sahipsiz değildir", diye bağırıyordu. Alpartun daha sonra İnönü'ye dönerek, "İzin verirseniz emniyetinizi sağlayacağım, Paşam", diyordu. İnönü, olay için daha sonra, "Kesin ölçüde bir 31 Mart vak'ası" nitelemesi yapıyor; Aybar "İrticanın cüretkâr bir gövde gösterisi" diyor; Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı ise, "Yağmur eken fırtına biçer derler. İktidar artık fırtına ekmeye başlamıştır. İleride ne biçebileceğim kestirmek hiç de güç değildir. Türkiye, sahipsiz bir memleket manzarasına büründürülmüştür", diye konuşuyordu.
-9 Temmuz 1969: Türkiye Öğretmenler Sendikası, TÖS'ün Kayseri'dcki genel kurulu, şeriatçılar tarafından basıldı.
Genel kurul devam ederken, iki cami avlusunda, İmam Hatip Okulu ve Kayseri Türk Kültür Derneği önünde patlama olayları oldu. Yer yerinden oynadı. Binlerce kişi, TÖS Genel Kurulu'nün yapıldığı salonu bastı. Şehirde işyerleri kapatıldı, kısa aralarla elektrikler kesilmeye başlandı. Vali Abdullah Asım İğneciler belediye hoparlörlerinden halkı sakin olmaya çağırıp TÖS Genel Kurulu'nün çalışmalarına son verdiğini açıkladı. Oysa Genel Kurul sürüyordu ve binlerce kişi, "Komünist öğretmenler camilerimizi bombaladı" diye bağırıyordu. Kalabalık, "Endonezya kadar olamayacak mıyız?", "Camilerimizi komünistlere çiğnetmeyeceğiz", "Din düşmanları kahrolsun" diye slogan atıyor; tekbir getirerek sinema salonunu yakmaya uğraşıyordu.
Polisin olayları engelleyememesi karşısında askeri birlikler devreye girdi ve öğretmenler orduevine yerleştirildi. Bu sırada, olaylar sürdü ve TÖS şubesi ile TİP il binası tahrip edildi. Topluluk durmak bilmiyordu. Otelleri, bar ve pavyonları bastılar; çırılçıplak soydukları konsomatris kadınları yerlerde sürüklediler.
Altı saat süren olaylarda üç toplum polisiyle yirmi kişi yaralandı. Dokuz kişi yakalandı. Öğretmenler, askeri araçlarla Kayseri'den çıkabildiler.