14 Nisan 2015 Salı

Hasan Celal Güzel ile... "Dayatmacı Bir Eğitim"




Hasan Celal Güzel ile... "Dayatmacı Bir Eğitim"

Altınoluk Röportaj

1998 - Kasim, 
Sayı: 153, 
Sayfa: 006


Altınoluk: Gündemde eğitimle ilgili tartışmalar yoğunluk arzediyor. Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK'ün radikal bir takım icraatları söz konusu. Bu tartışmaları ve icraatları 75 Yılda Cumhuriyetin eğitimde geldiği nokta açısından değerlendirir misiniz?

Hasan Celal Güzel: Devletimizin kuruluşundan bu yana malum 75 yıl geçti. Milli Eğitimimiz Cumhuriyet döneminde önemle ele alınmıştır. Maarif Kongresi Polatlı'dan top sesleri gelirken Milli Mücadele yıllarında toplanmıştır. Gerçekten Cumhuriyetin kurucusu Atatürk ve ekibi eğitime önem vermişlerdir. Ancak Cumhuriyetin eğitim anlayışı ile bugünkü modern ve post modern eğitim anlayışları arasında önemli farklar vardır. Cumhuriyet döneminin 1950'ye kadar uzanan yıllarının parolası, dolayısıyla Cumhuriyetin bu döneminin altındaki zihniyet "halka rağmen halk için" şeklinde olmuştur. Bu aslında ilk cumhuriyetçiler bakımından yeni bir parola değildir. 1839 Tanzimat Fermanı'nı okuyanlar da Jön Türkler de bunların İttihatçı kanadları da geçen asrın başlarından itibaren bu parola çerçevesinde çalışmışlardır. Onların nazarında halk cahil, eğitimsizdir. Halkın değerleri de önemli değildir. Önemli olan 19. Asrın pozitivizmi ve modernizm içinde gelişmesini ortaya koyan Batı ölçüleridir. Bunu değerlendiren ekiplerin sathi bilgileri ve müşahedeleri de buna ilave edilince hem 19. hem de 20. asrın önemli bir bölümünü yanlış gözlükle ve yanlış bakış açısıyla geçirmişiz. Bu yüzden demokrasi, halkın egemenliği yerine oturamamıştır. Çünkü bir avuç asker, sivil, bürokrat halka tepeden bakarak, onları cahil kabul ederek onların değerleriyle alay ederek kendi hakimiyetlerini devam ettirmeye çalışmışlardır. İşte, eğitime önem vermesi bakımından müspet icraat yapmış olan ilk Cumhuriyetçiler bu saplantı yüzünden çok önemli hatalara düşmüşlerdir.
Meselâ Cumhuriyetin ilk döneminden son dönemlere gelinceye kadar başarılı olmuş sayısal bir hedef var o da ilk öğretimde okullaşma oranıdır. Gerçekten de 1923 yılında 13 milyon civarında büyük kısmı kadınlardan ve yaşlılardan oluşan bir nüfus söz konusu. Üstelik daha sonra yapılan harf devrimiyle birden bire bu nüfusta okuma yazma oranı sıfıra düşmüştür. İşte bu sıfır okuma yazma oranı ve gerçekten faal nüfusun çok az olduğu Türkiye'de gelinen yüzde 80'nin üzerindeki okuma-yazma oranı, yüzde 90 civarında ilk öğretimde veyahut şimdiki ifadesiyle kesintisiz sekiz yıllık öğretim döneminin ilk beş yıllık dönemi itibarıyla gelinen nokta sayı bakımından gerçekten başarılı bir nokta olarak telakki edilebilir. Yine okul binalarının yapımında da önemli noktalara gelinmiştir. Ancak işin kalite yönünü ele aldığınızda 75. yıllık dönemin çok büyük performans düşüklüğü gösterdiği görülür.
Diğer taraftan yanlış bir varsayımdan hareket edildiği için de, yani halka rağmen halk için parolası yüzünden devlet ile milletin arası hep açık olmuştur. Cumhuriyetin eğitim anlayışındaki hatada, bu aradaki dargınlığın da önemli ölçüde payı vardır. Millet, devletin eğitimine güvenmemiştir. İmam Hatip Okullarının gerçeğinin arkasındaki faktörler de bu konuyla yakından ilgilidir. Başlangıçta kız çocuklarının okullara gönderilmemesi sebebi de bununla alakalıdır. Buna rağmen, "halka rağmen" eğitim konusu, aynı şekilde yanlış bir zihniyet ve metotla devam ettirilmiştir. Hele 1930'lardan itibaren devletçiliğin tek tip insan yetiştirme yanılgısının tesirinde kalan eğitimimiz 1940'lı yıllarda kendisini köy enstitülerinin kucağında bulmuştur. Burada ana fikir köy çocuklarının her şeyden anlayan kişiler haline getirilmesi gibi bir yaklaşımsa da sonunda halktan kopuk, hiçbir şeyden anlamayan bir nesil ortaya çıkmıştır.
Türkiye'de sayısal olarak gelinen noktalarda da aslında çok büyük eksiklikler var. Derslik başına öğrenci sayısı, okullaşma oranları, orta seviyeli mesleki ve iş gücü açığının devam etmesi, yüksek öğretimdeki sorunlar gibi bir çok sayısal değerlendirmelerde önemli açıklar bulunmaktadır. Ancak bundan çok daha önemlisi kalitede meydana gelen problemlerdir. Bunun dışında 75 yıllık dönemin çok büyük kısmında halka ne öğreneceği, nasıl bir tip insan olması konusunda devamlı baskıcı olunmuştur. Halkın önem verdiği değerler -ki bunların büyük bir kısmı milli ve manevi değerlerdir- genellikle hor görülmüş, ihmal edilmiştir. Bu değerler bazı dönemlerde politikacıların oy alma kaygısıyla öne çıkartıldıysa da genel bir değerlendirmede bunların ikinci planda kaldığı görülmüştür.

EĞİTİM DEMOKRATİK OLMAMIŞTIR

Bu çok genel değerlendirme çerçevesinde geldiğimiz nokta, Türkiye'de eğitimdeki yanlış varsayımlar, yanlış zihniyet ve milletten kopuk anlayıştır. Milletin değerlerine sırtını dönen bürokratik zihniyet neticesinde sadece Türk milli eğitimi başarısız bir eğitim olarak görülmemiş aynı zamanda başta da işaret ettiğim gibi Türkiye'de vatandaş ile devleti yönetenler arasında uçurumlar oluşmasına neden olmuştur. Eğitim Türkiye'de hiçbir zaman için demokratik ve sosyal talep ağırlıklı olarak ele alınmamıştır. Sadece biraz daha demokratik sayılabilecek politikacılar, milletin seçtiği sözcülerin daha fazla hakim olduğu dönemlerde sosyal ve demokratik talebe uygun hareket etmişlerdir.
Burada tipik bir karşılaştırma yapmak istiyorum. Adalet Partisi Genel Başkanı ve zamanın Başbakanı Süleyman Demirel ile 1997 ve 98'nin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in İmam Hatip Okullarına bakışını karşılaştıracağım. Birinci Süleyman Demirel, gerek samimi olarak gerek politika icabı halkın eğitim talebine kulak veren Süleyman Demirel'dir. O oy alabilmek için, halkın dişinden tırnağından artırarak yaptırdığı, evladım dininde, diyanetinde yetişsin, bu arada biraz da bir şeyler öğrensin, hiç değilse kitabını okuyabilsin diye önem verdiği İmam Hatiplerin üçte ikisini açtıran Süleyman Demirel'dir. İkinci Süleyman Demirel ise 28 Şubat sürecinde yani dördüncü kez anti-demokratik bir müdahaleye maruz kaldığımız bir dönemde, cumhurbaşkanı olarak devletin başında bulunurken daha önce başbakan ve politikacı Süleyman Demirel iken yaptıklarını inkar eden, ona sırtını çeviren ve onu ortadan kaldırmaya çalışan Süleyman Demirel'dir. Tek kişide iki ayrı tezahürü bu dönemlerdeki anlayışların mukayesesi olarak ele alabiliriz. İkinci Süleyman Demirel bu defa İmam Hatip Okulları'na karşı çıkmış, onları cennete bilet kesilen yerler ve irtica yuvaları olarak görmüş, tek tip eğitimi savunmuş ve İmam Hatip Okullarının kapatılması için çıkartılan kesintisiz sekiz yıllık eğitim için adeta propaganda seferberliğine girmiştir. İşte Türkiye'de özellikle ara rejim, darbe dönemlerinde ve 1950'ye kadar devam eden tek parti döneminde eğitimde dayatmaların daha fazlalaştığını görüyoruz. Birkaç istisnayı mahfuz tutarsak T.C.'nin 75 yıllık döneminde eğitimde geldiğimiz noktayı 21. Yüzyıl eşiğinde demokratik ülkelerde yapılan eğitimle karşılaştırdığımızda şunu görürüz: Türkiye'deki yapılan eğitim -ki adını açıkça koymuşlardır- tek tip, antidemokratik, çoğulculuğa karşı, çok renkliliğe ve sesliliğe kapısını kapamış, merkeziyetçi, devletçi, katı, dayatmacı bir eğitimdir.
Halbuki dünyanın takip ettiği eğitim özellikleri şunlardır: Demokratik, çoğulcu, ilköğretimin tekliğine değil çokluğuna dayanan çok renkli, çok sesli, merkeziyetçi değil ademi merkeziyetçi, eğitimde mahalli ve yerel yönetimlere önem veren, devrimci değil eğitimi özelleştirme gayretinde olan, geri değil teknolojiye önem veren bir eğitim. 21. Yüzyılın eşiğinde insanlığın geldiği nokta birçokları tarafından geri telakki edilen 1400 yıl önceki medeniyetimizin bulunduğu noktanın aynısıdır. Hz. Peygamberin hadisi şerifinde buyurduğu gibi "Beşikten mezara kadar eğitim" şu anda "hayat boyu eğitim" adı altında bütün dünyada adeta sloganlaşmıştır. Böylece okul içinde formel eğitim yerine çatısız, okul dışı hatta fizik mekandan çok tamamen dışarıya kayan belki 15-20 sene sonra okulların sadece rehberlik ve malzeme deposu olarak kullanılacağı, internet gibi haberleşme vasıtalarıyla bulundukları yerlerde küresel bir şekilde bütün dünyaya ulaşabilecekleri bir eğitim geliyor. Halbuki şu andaki Cumhuriyet eğitimi buna tamamen kapalıdır.

DEMİREL'İN İHL ÇELİŞKİSİ

Altınoluk: Din eğitimi hususunda, İmam Hatip Liselerinin tarihine baktığımızda 75 yıl içerisinde devletin açmakta pek istekli davranmadığı halde milletin teşvikleri ve zorlamalarıyla sayıları her geçen gün artan bir okul profili çıkıyor önümüze. Bu okullar, bildiğiniz gibi 28 Şubat sürecinde büyük bir darbe yedi. 75 yıl içerisinde din eğitimi maceramızı ve bugünkü gelişmeleri devlet-millet ilişkisi bağlamında nasıl değerlendirebiliriz?
Güzel: İşin başlangıç dönemlerinde pozitivist ekol ve modernizmin yanlış tesiriyle din eğitimi değil, dinsizlik ön planda olmuştur. 1950'ye kadar ki dönemde birkaç istisna hariç okullarda din eğitimi hiç yapılmamış. O zamanki nesiller bu açıdan çok cahil yetişmiş veya anne babalarının, mahalli çevrelerinin tesiri altında din adına öğrenebileceklerini öğrenmişlerdir. Aslında Tevhidi Tedrisat Kanunu İnkılap kanunlarından biridir. Din eğitimi ve öğretimine de muhalif değildir. Bu kanunla yapılan, öğretimde birliği sağlamaktır. Yani bir birlik için dini ve ladini eğitimi birleştirmeye çalışmıştır. Tevhidi Tedrisat Kanunu'nun 4. Maddesinde imamet ve hitabetle ilgili personelin yetiştirilmesinden söz edilmektedir. Sanıldığı gibi İmam Hatip Liseleri Tevhidi Tedrisat Kanuna aykırı değil, bu kanunun öngördüğü bir okuldur. Nitekim bu şekilde önce birer yıllık okullar açılmış, fakat daha sonra şimdi olduğu gibi laikliğin ve irticanın yanlış yorumlanması neticesinde bu okullar kapatılmıştır. CHP'nin 1946'dan sonraya isabet eden döneminde bu konularda bazı gelişmelere de rastlanmaktadır. İmam Hatip Okulları elli yıllık okullardır. Herkesin ve şu anda idareye hakim ara rejim dönemindeki güçlerin açık ya da kapalı bir şekilde söylediklerinin aksine bunlar devletin resmi okullarıdır, Cumhuriyetin müesseseleridir. Sayın Demirel bir zamanlar İmam Hatipleri müdaafa ederken onlara "bu okullar cumhuriyetin okulları" derdi. Bu doğru bir tespittir. Milli Eğitim Bakanlığın'da da halen Din Öğretimi Genel Müdürlüğü vardır. Bu müdürlük İmam Hatip Okulları ve liseleri ile ilgilidir. Bunlar illegal, Cumhuriyete karşı olsalar açılmaları söz konusu olur mu hiç? Bunu İmam Hatip okullarına düşmanlık yapanlar da aslında iyi biliyor. Ancak onlar İmam Hatip okullarına bir partinin arka bahçesi gibi baktılar ve oradan çıkanların sırf o partiye oy vereceğini ve ona hizmet edeceğini varsaydılar. Hatta Genelkurmay'da yapılanan ve bize göre illegal, anayasaya ve kanunlara dayanmayan bir teşkilatlanma olan BÇG raporlarında İmam Hatiplerden mezun olanların belirli bir yıl sonra ülkenin şu kadar bir kısmını meydana getirecekleri şeklinde garip, gayrı ilmi istatislikler yaparak bu endişelerini dile getirdiler. Neticede 28 Şubat kararları diye bilinen antidemokratik bir muhtıra niteliğindeki kararların başına da İmam Hatip okullarının kesintisiz eğitim bahanesiyle kaldırılmasını koydular.
Aslında biz sekiz yıllık eğitime karşı değiliz. Bu yeni bir hadise de değil. Çeyrek yüzyıldır Türkiye'nin gündeminde. Ben dahil bütün Milli Eğitim Bakanları bunu ele aldık ve Türkiye'de eğitim süresini uzatmaya çalıştık. Ama çok önemli bir fark var o da "kesintisiz" kelimesidir. Oradaki kesintisiz İmam Hatiplerin orta okullarıyla Kuran kurslarının kapatılması ve sınırlandırılması için çıkartılmıştır. Netice de hasıl olmuştur. Geçen yıl yüksek öğretime geçişler de yasaklansın veya sınırlansın diyenlere karşı Başbakan Mesut Yılmaz "şişenin kapağını kapatmayın şişe parçalanır" diye cevap vermişken bu yıl onu da yaptılar. 28 Şubat yönetiminde İmam Hatiplere karşı büyük bir düşmanlık meydana geldi. Neticede İmam Hatip okullarına kayıtlar geçen yıllara oranla üçte birine düşmüştür. Hem kaynak taban kesilmiştir hem üstü budanmıştır. Eğer böyle giderse Türkiye'de ilerde İmam-Hatip bulmak bile güç hale gelecektir. Bir dönemde olduğu gibi... Ortadaki yanlışlık şu: Halkın talebi sadece imam hatip yetiştirmek değil. Halk evlatlarının dininde diyanetinde olmasını, kendi kitaplarını okuyabilecek durumda olmalarını ve daha muhafazakâr kabul ettikleri bir ortamda özellikle kız öğrencilerin yetişmesini arzu etmektedir. Elbette İmam Hatip Okullarının dışındaki liselere kötü gözle bakmıyoruz. Ben de normal bir liseden mezunum. Ancak halkın bu talebine karşı set çekmeniz manasız olur. Bu eğitim-öğretim ve ilim düşmanlığı olur. İmam Hatip okullarının böyle bir muameleye maruz kalmasını asla kabul etmiyoruz. Ve bu son darbe döneminin halkın inançlarına karşı zorbalık dönemi olarak hatırlanacağını kaydetmek istiyoruz.

HANGİ REFORM

Altınoluk: Yapılan son değişiklikler için İmam Hatiplere karşı düşmanlık değil, çağdaş düzenlemelerdir deniyor. Bu iddiaları Milli Eğitim Bakanlığı yapmış biri olarak değerlendirir misiniz?
GÜZEL: Efendim ben sadece Eğitim Bakanlığı yapmış biri değilim. Devlet Planlama Teşkilatında yedi sene eğitim uzmanlığı, Eğitim Sektörü Başkanlığı yaptım. Ayrıca Yüksek Öğretimde öğretim görevliliğinde bulundum. Hem uzmanlığı, hem öğretmenliği hem de politikası açısından işin içinde bulundum. Mümkün olduğu kadar objektif olarak şunu söylemek istiyorum. Şimdiki Milli Eğitim Bakanı ve Başbakanın en fazla övündükleri icraatları eğitim reformudur. Ne yazık ki milletin en fazla dövündüğü icraatlar da bunlardır. Milletimiz bir çok bakımdan üzüntü içindedir ama özellikle eğitimdeki cinayetlere çok üzülmektedir. Eğitim reformunun şu anda söz konusu edilmesi bile aslında bence utanılması gereken bir olaydır. En ufak bir reform söz konusu değildir. Geçen yıldan bu yana kaydedilen gelişme eğitime aktarılan fonların kesintisiz eğitim reformu bahanesiyle artırılmış olmasıdır.
Eğitimde bütçe imkanları son derece dardır. Maalesef bir çok ülkelere göre Türkiye gayri safi milli hasılanın ve bütçesinin oranlarına göre eğitime en az harcama yapan ülkeler arasındadır. Ben hep bunu mühendis siyasetçileri kast ederek şöyle tenkit ettim: "Hep taşa toprağa demire yatırım yapıyorsunuz insana ne zaman yatırım yapacaksınız?"
Türkiye'de tarihi perspektiften ele alırsak eğitime ayrı kaynak ayıran en önemli devlet adamı II. Abdülhamit'tir. Tarihimizde ilk defa eğitim hizmetlerini yerine getirmek ve eğitim reformunu devam ettirebilmek için eğitim vergisi ihdas etmiştir. Kısa zamanda topladığı bu kaynaktan 19. asrın son çeyreğinde en önemli reformu gerçekleştirmiştir. Bir çok okul çeşidinin kurucusu ve yaygınlaştırıcısı II. Abdülhamit'tir. Sonra Cumhuriyetin eğitim reformu gelir. Onlarda da bir takım sayısal imkanlar meydana gelmiştir. Ama maalesef zihniyet itibarıyla dayatmacı bir zihniyet olması dolayısıyla çok büyük problemler ortaya çıkmıştır. Rahmetli Turgut Beyin sayesinde bize de eğitimde bir fon kurmak nasip olmuştur. Bu eğitim reformu çığırtkanlığı içinde eğitimde bir çok cinayetler işlenirken ve kötü bir dönem yaşanırken bir bakıma bu işin tek iyi tarafı bu sayede eğitime ek bir finansman sağlanmasıydı. Ama maalesef mevcut eğitim bakanı bu fonu kullanamamaktadır. Çok büyük bir beceriksizlik var. Toplanan paraların çok az bir kısmını yatırıma dönüştürebilmiş durumdalar. Bunu hariç tutarsak yapılan şeyler hep eğitimin aleyhine olmuştur. Bizim yıllar önce söylediğimiz, belli bölgeler de merkezi okul projesine de mecburen geçiş yapmak istemişler ve taşımalı eğitim diye son derece problemli bir yola girmişlerdir. Temel eğitimi sekiz yıla çıkartabilmek için suni bir şekilde kağıt üzerinde gösterebilmek bakımından okulları zorlamışlar, fiziki yapı imkanı olmadığı için özellikle öğretmen yokluğu sebebiyle beş yıllık ilköğretimi sekiz yıllık temel eğitim haline çıkaracaklarına eski orta okulları da ilkokullaştırmışlardır. Bildiğiniz gibi ilk beş yılda tek öğretmen hatta kırsal bölgelerde iki üç sınıfa tek öğretmen düşmekte. Halbuki orta okullarda hiç değilse köylerde az olduğu için derse öğretmen gitmesi ve daha uzmanlaşmış öğretmen istihdamı söz konusu idi. Ulaşılmak istenilen hedef sekiz yıllık eğitimde de branş öğretmenlerinin kullanılması iken zaten imkanları mahdut olan beş yıllık öğretimi "çıkarttık" deyip çıkarmışlar böylece orta okullar ilkokullaştırılmıştır. Bir yıl içerisinde eğitimde kalite son derece büyük bir düşüş yaşamıştır. Eğitimde kaliteye tesir eden diğer sayısal göstergeler de iyileşeceğine kötüleşmiştir. Sabahçı-öğlenci tarzında yürütülen iki dönemli eğitim devam etmektedir. Özellikle büyük şehirlerde derslik başına öğrenci sayısı yirmilerde otuzlarda bulunması gerekirken seksen civarında seyretmektedir. Bırakınız bilgisayar teknolojisini derslikteki normal, klasik eğitim malzemeleri dahi temin edilemez hale gelmiştir. Ahırlarda bile okul açılmaya gidilmiştir. Bu olumsuzlukları uzun uzun saymak mümkündür. Eğitim reformu diye ileri sürülen şey tam bir fiyaskoya dönüşmüştür. Okullar açılalı iki ay olmasına rağmen hala ders kitapları problemi yaşanmaktadır. Eğitim tam bir curcuna içerisindedir.
Eğitim reformu projeleri uzun vadeli, perspektifi geniş projelerdir. 1983 yılında "The Nation At Risk" yani "Tehlikedeki Millet" raporunu yazan Amerikalı Milli Eğitim Bakanından bu yana 15 yıl geçti ve Amerika hâlâ eğitim reformu peşindedir. Çünkü kendi eğitiminin bir çok sorunu ve eksikleri olduğunu düşünmektedir. Bizim eğitim reformuna girişmemizden sonra Japonya, Fransa bu reformları yaptı bitirdi. Thatcher bunun için kanun çıkardı ve İngiltere bunu icra etti. Almanlar sistemlerini gözden geçirdiler. Bizde ise sadece İmam Hatip ve Kur'an Kursu düşmanlığı üzerine inşa edilmiş kısır bir uygulama vardır. Buna bırakın eğitim reformu demeyi normal bir eğitim uygulaması demek bile mümkün değildir. Benim bakanken yaptığım ve bıraktığım projede, 2000 yılında 1988'de okula başlayan çocukların yüksek öğretime gidecekleri öngörülmüştü. Onun için 2000 yılının nasıl olması gerekir şeklinde hem sayı hem kalite açısından yapılan analizlere dayanan bir projeydi. Meselâ Prof. Dr. Mehmet Sağlam'ın bir ana planlaması olmuştu; bu da 2012 yılını hedef almıştı. Halbuki şu anda Milli Eğitim Bakanlığı'nın gelecek yıla ait öngörüleri bulunmamaktadır. Netice-i kelam ben kesintisiz eğitim kanununa istinat edilerek yapılan sözde eğitim reformu projesini gülünç ve zavallı bir proje olarak görüyorum. Aslında ortada proje olarak da bir şey yoktur. Zorbalar dayatmışlar ve İmam Hatiplerin birinci dönemleri kapatılmış, Kur'an Kursları tahdit edilmiş, bu arada konservatuar gibi küçük yaşta eğitime başlanması gereken yerler diğer mesleki eğitim okullarının birinci kademeleri, özellikle çıraklık eğitimi gibi Türkiye'nin çok önem verdiği bir proje, Anadolu Liseleri, bir çok özel kolej arada harcanıp gitmiştir.

İHL VE TEKNİK LİSELER

Altınoluk: Söylediğinizi gibi, mesleki eğitimde sadece İmam Hatiplere yapılmış bir tahribat söz konusu değil. Anadolu ve Meslek liseleri de feda edildi. Bu okulların yüksek öğretime girişleri de zorlaştırıldı. Amacın da yüksek öğrenim önündeki yığılmanın engellenmesi olduğu ifade edildi. YÖK ile Milli Eğitim Bakanlığı arasındaki ortak bu uygulamalara ne diyeceksiniz?
Güzel: Herkes çok iyi bilir, son dönem Maarif Nazırlarından Haşim Paşa'nın bir sözü vardır: "Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederim" diye.. Gerçekten şu üniversiteye gitmek isteyenler bu kadar çok olmasa yüksek öğretim ne kadar iyi olur demek gibi bir şeydir bu.
Bakınız yıllardır Türkiye'de ta 1970'li yıllara gelinceye kadar, yarım asır yanlış bir anlayış yüzünden mesleki teknik eğitim gelişmemiştir. O da şudur: Eğer biz mesleki teknik eğitime yüksek öğretimin önünü açarsak herkes yüksek öğretime gitmek ister, halbuki bize orta dereceli mesleki teknik eğitim mezunu lazımdır onun için kapayalım. İşte bu tipik yasakçı zihniyettir. Bu yasakçı zihniyet 1989 yılında SSCB ve demir perdenin çöküşüyle birlikte tamamen iflas etmiştir. Eğir siz gerçekten orta dereceli mesleki teknik okullarına öğrenci gitmesini teşvik etmek istiyorsanız, onlara her türlü yatay ve dikey geçişi sağlar, her türlü imkanı verirsiniz. İnsanları en fazla teşvik eden önlerinin sonuna kadar açık olması, en fazla sınırlayan da bunların kapalı olmasıdır. İşte sanat enstitüleri mezunlarının yüksek okula gitme hakkı yoktu. İmam Hatip mezunlarının ve kız meslek lisesi mezunlarının da aynı şekilde yüksek okula gitme hakları yoktu. Bunlar dışarıdan liseyi bitiriyor ondan sonra yüksek okula gitme hakkı elde edebiliyorlardı. Hal böyle olunca da çok fakir, çocuklarının bir an önce ekmeğini eline almasını isteyen aileler çocuklarını mesleki teknik okullara gönderiyorlardı. Bunun dışındakiler çocuklarının istikballerinin açık olmasını istiyorlardı. Bu yüzden de biz ne kadar uğraşırsak uğraşalım, o zamanki adıyla sanat enstitülerine yani teknik liselerine, imam hatip okullarına pek öğrenci akışı olmuyordu. Biz 1970'lerde yatay ve dikey geçişleri açtık. Açar açmaz herkes zannetti ki yüksek öğrenimde yığılma olacaktır. Kimse hayata atılmak istemeyecektir. Fakat tam tersi oldu. Genel liselerden meslek liselerine yavaş yavaş geçişler oldu. Ve bunların bir kısmı gerçekten yüksek öğretime gitmek istediler ve gittiler. Gerisi ise orta dereceli insan gücü olarak piyasaya arz edildi. Türk ekonomisine bunun faydası oldu. Ama bunu sosyalist, devletçi bir mantığa, bir bürokrat, jakoben kafaya anlatmak mümkün değildir. Yüksek öğretime puanlama oyunlarıyla meslek okullarının mezunlarının gitmesini zorlaştırırsanız, bugün İmam Hatip okullarının başına gelen yarın diğer endüstri meslek liselerinin, teknik liselerin başına gelir. Bu şekilde önünün kapalı olduğunu gören gençler artık mesleki teknik okullara gitmemeye başlarlar. Ama bunu anlayabilmek için insanın hür düşünceli, liberal düşünceli kafalara sahip olması lazımdır. Bu asla şimdiki Milli Eğitim Bakanı'nın ve onun gibi düşünenlerin, Batı Çalışma Grubu'ndaki darbecilerin veyahut CHP, DSP ve şimdiki ANAP gibi halktan kopmuş tepeden inmecilerin akıl edeceği bir hadise değildir. Bunun için demokrat düşünceye sahip olmak lâzımdır.

KAST SİSTEMİNE GİDİŞ

Altınoluk: Bir sosyal bilimcinin İmam Hatipler hakkında toplumda dikey geçişi en çok sağlayan kurumlar şeklinde bir tespiti vardı. Yüksek öğrenimle alakalı olarak son değişiklikler, sanki dar çevrelerden gelmiş öğrencilerin önünü kesmeye yönelik gelişmeler gibi. Mesela, okulun üniversiteye öğrenci sokma başarısı da üniversiteye girişte bir etken olacak. Bu konuda ne diyeceksiniz?
Güzel: Eskiden Mekteb-i Mülkiye yani Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olanlar hem İçişleri Bakanlığını, kaymakamlıkları, valilikleri hem Dış İşleri Bakanlığını, büyükelçilikleri, yüksek meslek memurluklarını, hem de Maliye Bakanlığı'nı, Teftiş Kurulu'nu ve maliyenin bütün üst yönetimini tekellerinde tutarlarmış. Bu okulculuk sadece kaliteye dayanmıyor, birbirini tutmaya da dayanıyordu. Aynı şekilde Galatasaraylılık da böyledir. Bir takım özel yabancı kolejlerde de durum budur. Şimdi Türkiye'de bir kast sistemi meydana getirilmeye çalışılıyor. Bir de utanmadan eğitimde fırsat eşitliğinden ve sosyal adaletten bahsediyorlar.
Aslında Türkiye'de sosyal demokrat geçinenler resmen faşist, tepeden inmeci zihniyete sahip, jakoben, demokrasi düşmanı kimselerdir. Genelleme yapmak istemem ama ekseriyetle böyledir. Bunlar kendi okulları dışındaki okullardan mezun olan kimseleri devlete sokmak istemiyorlar. Zaten Anadolu çocuğu bir çoklarının nazarında irticaya eğilimli ve yanlış inançları olan halk çocuğudur. Halk çocuklarının, Ahmetlerin, Mehmetlerin, Hüseyinlerin Ayşelerin, Zeyneplerin yüksek öğrenime gelmesi bu tür problemleri çıkarmaktadır. Ayşeler, Zeynepler onları başörtüsüyle uğraştırmakta, Hasanlar, Hüseyinler okuldan mezun olduktan sonra halk ile daha çok temas etmektedirler. Ancak belirli holdinglerin, medya organizasyonlarının ya da bürokrasinin üst seviyesindeki kişilerin çocukları okuyabilir, ancak bunlar TBMM'ine girebilirler, ancak bunlar Türkiye ekonomisinin kaymağını yiyebilirler. Aynı tipik şeflik döneminin eğitim anlayışı gibi...
Türkiye'de esas problem normal halk çocuklarının okuyan yazan kimseler olması, bazen k'leri g yaparak konuşsa bile devleti yöneten birisi haline gelmesidir. Bunlar Süleyman Demirel'i başta hiç sevmemişler, biz ise çok sevmiştik. Çoban Sülü o dönemlerde imam hatip okulcuydu. Yüksek Askeri Şûra kararlarıyla inancından dolayı insanların ordudan uzaklaştırılmasına karşı çıkıyor, İmam Hatip okulları niye Harp Okullarına girmesinler diye itirazlar yöneltiyor, başörtüsü siyasi sembol değil, bu da nereden çıktı kafasının içine mi girdiniz diye o basit mantığı ile sorular soruyordu. Hulasa halkın değerlerinin savunuculuğunu yapıyordu. Bir yanında başörtüsü ile Ümmühan Hanım, bir yanında o köylü kasketiyle mütevâzı haliyle babası Yahya efendi vardı. Halbuki o Süleyman bey şu anda adeta tamamen medeniyet ve dünya değiştirdi. Bugün Süleyman Bey'in dilinde türküler değil, Beethoven'ın 9. Senfonisi var. Süleyman Bey'in sağ ve sol tarafında Yekta Güngör Özden ile Vural Savaş var. Artık Süleyman Bey bürokrasiye teslim olmuştur. Tabii, konumuz Süleyman bey değil ama Türkiye'de yapılmak istenilen budur. Güdümlü, adı demokrasi kendisi militarist bir cunta rejimi, eğitimi tek tip insan yetiştiren ve sadece belirli bir kesimin çocuklarına açık hale getirmek istiyor. Ekonomisi belirli şirketlerle organize edilen, kapalı bir ekonomi rejiminde dünyaya sırtını dönmüş, tenkit edilince alakayı kesen ve kendi yağıyla kavrulan ama o yağda kavrulan nimetlerin de en büyüğünü belirli bir elitin yediği bir Türkiye meydana getirilmek isteniyor. Yani CHP'nin eski Türkiye'si... Ama buna asla güçleri yetmeyecek. Şu anda geçici olması mukadderdir. Bu dönemden sonra Türkiye tekrar başını alıp ilerlemeye devam edecektir. Bu zorbalar, jakobenler kaybetmeye mahkumdur. Biz ise kazanmaya mecburuz. 63 milyonluk bir tabana ancak yöneticiler razı olurlar ve uyarlar. 63 milyonun sırtına binip bunları kendi istedikleri şekle sokup yönetmeye kalkanlar sonunda ne kadar yanlış iş yaptıklarını ve başarısız olduklarını anlayacaklardır.

Altınoluk: Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederiz.


..

YEMEN İRAN GERGİNLİĞİNİN OLASI SONUÇLARI




YEMEN İRAN GERGİNLİĞİNİN OLASI SONUÇLARI


Geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’ın, Yemen’e hava saldırısı başlatması Ortadoğu’da havayı iyice ısıttı.


Yemen-Arabistan 









Yıllardır ABD- AB ve derin NATO’nun üstüne gönderdiği, AKP hükumetinin de başrol oynadığı vatansever rejimi, terör örgütleriyle devirme çabalarından bir netice çıkmayınca, Suriye’de de süren başarısızlığın kronikleşmesiyle batılı işglcilerin sabrı taştı.

Fransa’da ikinciye hükumet değişti. ABD’de Obama ve demokratları cumhuriyetle “başarısız” ilan edildiler ve yaklaşan genel seçimlere kuvvetli girmek isteyen Obama, “yumuşak emperyalizm” siyasetine mola vererek, “sert askeri yaptırımlara” yönelmeyi mecburen tercih etti.
Önce Suriye’deki ESAD rejimine karşı besledikleri sayısız örgüte 600.milyona ABD doları destek çıkan yasa onaylandı. Türkiye üzerinden desteklenen örgütler saldırılarını hızlandırdılar ve Esad’ın bazı bölgelerde toprak kaybını sağladılar.

Bu Obama’ya puan kazandırdı.
Bu gelişmeleri Yemen’e yaptırılan Suudi hava saldırılarını, AKP Türkiye’si, Katar, Mısır gibi ülkelerin destekleri takip etti.
2010'da ABD seçim
tehditlerinden birisi











Yemen’e Suudi saldırısının arkasında olduğunu açıklayan ve TBMM ile kendi partisinin hükumetinin üstünde Sultan olan Recep Tayyip Erdoğan, Libya işgalinde düştüğü gülünç durumu tekrarlamamam için erken davranıp İran’ı payladı.
Sebebi, Obama, Ukrayna ve AB ambargolarıyla sıkıştırdıkları Rusya’yı bastırmanın verdiği rahatlıkla, seçim öncesi elini kuvvetlendirmek için İran’ı da işgal kapsamına alacağını düşünmesidir.

Bu yüzden “İran, Yemen’de ve bölgede Şii yapılanması kuruyor, bu siyasetlerini bırakmalıdır” tehdidini yapıverdi.
Aynen, Kardeşim Esat’ten “Düşmanım Esed’e” dönüşen siyaseti gibi dönüşü bize şaşırtıcı gelmedi.

Dün de Slovenya’ya giderken yaptığı açıklamada “Bir arının inceliğinde çiçeklerin özünü alıyoruz” diyerek geçmişteki siyasi dönüşlerini de açıklamış oldu.
Anlayana.
Türkiye ve İran’ın bölgede hakim olmaya aday iki devlet olduğu ve yıllardır içinde bulunduğumuz her türlü terör ve ekonomik sıkıntıların ardında bu iki ülkenin hakimiyet yarışı olduğunu yıllar önce “Türk İran Yarışında Son” başlıklı yazımda yayınlamıştım.

Türkiye ve İran ne kadar iyi geçinseler de, Yavuz Sultan Selimden beri sürekli kapışmaktadır.I.Selim’in İranın Şii kartına Sünnilik kartı ile cevap vererek İran ile arasına çizgi koyması gibi, Recep Tayyip Erdoğan da aynı kartı koyarak İran’ı hedef ilan etmiştir.
Oysa Yavuz’un siyaseti ile büyüyen Osmanlı, sonunda feci şekilde batmıştır.

Hem de AKP hükumetini elinde tutan dini ve ırki etnik grupların işbirlikçi isyanları ve onlardan devşirme devlet adamlarının onlarla ve batıyla sinsi işbirlikleri sayesinde olmuştu bu olay.

İran-Türkiye yarışı her ne kadar ayrı kutuplara dayalı görünse de yani İran’ın Rus, Türkiye’nin Batı destekli yürümesi sadece “cambaza bak” olayıdır.

Suudi saldırısında yıkılan
evinin enkazında kalan Yemenli











Dünya, ABD, İngiltere, Rusya, Fransa, Çin olmak üzere  beş merkezden yönetilir ve beşi de ABD ve İngiltere’deki deşifre olmuş Şeytana tapınan Mason küresel sermayece kurulmuş, şişirilmiş güçlerdir.

Bu yüzden bu kavgadaki kutup farklılıkları sizi aldatmasın. Küresel Mason sermaye tarafından kurulmuş olan, Rusya+Çin ile ABD-AB  gibi iki kutup, sağ el ile sol elin aynı bedene bağlı olmaları ve hizmet etmelerine benzer bu olay.
Sorun, R.T.Erdoğan’ın Yemen ve İran çıkışı yerinde midir değil midir? Sorusunun cevabıdır.

Yemen işgalinin ne kadar ileri gideceğini, karşı kutubun tepkileri ile diğer devletlerin tepkileri belirleyecektir.
Bir yerlerden sert çıkış olursa, işgal her an durabilir bundan yalakalık eden kukjla hükumetler ve onların halkları zarar görebilirler.

İran konusu apayrı bir konudur. Bu gün Amerika, Avrupa halklarının din, dil, soy olarak İran ile bağları derindir. Bu yüzden İran’da Mason İslam’ın kurduğu ilk putperest şeriat rejimi, Mason sermaye açısından gurur kaynağıdır.
Türkiye henüz o aşamaya gelememiştir, gelmemelidir de. Çünkü, İran’da değiştirilmek istenen rejim değil, geçen 36 yıllık devlet tecrübesiyle, milli duyguları kabarmış İran devlet adamları ve bürokrasisidir.
Arkasından demokrasi falan geleceği yoktur. Bizim de İran’ın da toprakları bölünecek, batılı sömürgecilere askeri üs olacak yeni cici kukla devletçikler kurulacaktır.


AKP’nin durmadan, ısrarla yürüttüğü “dini, ırki ayrımcılık siyasetinin sebebi de bu bölünmeye zemin hazırlamaktır.

İtanbul ve boğazlarda, Vatikan tarzı özerk bir bölgenin, bu beş devletten seçilecek gözlemci, icracı, atanmış bür hükumet tarafından yönetileceğimiz artık kesinleşmiştir.















Ordumuz, “Haçlı Ordusu”, askerimiz “Haçlı Askeri” olmuştur.

Açılım Süreci, Çözüm Süreci denilen saçmalık da terör örgütünün, ülkemizden toprak alarak devlet kurması, geçici dönem "eyalet" kalması ardından da Haçlı Ordularına askeri üs olmasıyla sonuçlanacaktır.

Devletin bölünmesini sağlayan siyasi ortam AKP sayesinde gerçekleşmiştir. AKP'nin yanında TBMM ve meclis dışı muhalefetler de buna ortaklık etmiştir. Elbette başta ordu ve sermaye şirketlerini de saymamız gerekir.

İran’a ABD-AB ve NATO koalisyon ordularının Irak’a yaptıkları gibi, ABD seçimleri öncesi bir işgal operasyonuna geçip geçmeyecekleri hesabını doğru yapamadıysa AKP ve Türkiye bu İran çıkışından zarar edecektir ve belki de İran’dan önce işgal yememize de sebep olabilecektir.
Bence R.T.Erdoğan İran çıkışında tedbirsizlik etmiştir. Fatursa da millete kesilecektir.
Yemen işgali öyle hemen sonuç getirecek oldu değildir. Şu an 10 yalaka devlet (!) bir Arap ordusu kurmayı başarsalar da sonuç almaları uzun zaman alacak bir gelişmedir.

R.T.Erdoğan ve partisi, böyle doğrudan tavır takınmaktansa, gizliden siyaset yürütseydiler daha iyi olabilirdi.

Neyse, gizli sevişen eşkare doğurur örneğine bakarak, tavrın doğrudan konması iyidir ama, umarım ardından Menderes’e benzemezler.
Menderes’i astıran ismet paşa değil Amerika’dır. Bunu bilmeyen varsa öğrensin.

Dünya siyaset sahnesi, rolleri yaşanan bir tiyatro oyununu Adem’den u yana yaşamaktadır, bira tecrübe alınsa zararı mı olur?

Takdir okuyanlarındır.


Alaeddin Yavuz

http://keykubat.blogspot.com.tr/2015/03/yemen-iran-gerginliginin-olasi-sonuclari.html

..

13 Nisan 2015 Pazartesi

Apo mu Barzani mi?



Apo mu Barzani mi?





Gökçe Fırat,
19.12.2005


Büyük Kürdistan Projesi ve Sevr ekseninde Uluslararası Kürt Hareketi gerçeği


Kuzey Irak gerçeği: Sevr’in ilk başarısı

Türkiye için Kuzey Irak her dönemde büyük önem taşımıştır. Bunun böyle olmasının tarihsel bir nedeni vardır; bugün Kuzey Irak dediğimiz bölge, sonuçta Misak-ı Milli içerisindeydi. Misak-ı Milli içinde olmasına karşın Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan, dolayısıyla “anavatan”dan ayrı düşen Kuzey Irak, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Türk milletinin içinde bir acı ve özlem olarak kalmıştır.

Musul ve Kerkük sorunu olarak gündeme gelen bölge, bir yandan Erbil, Musul, Kerkük, Süleymaniye gibi tarihi, kültürü ve nüfus bileşimiyle Türk yurdu olan bir bölgedir. Ancak Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde İngilizlerin işgal ettiği bölge anavatandan kopartılmıştır. Bu anlamıyla bugün Kuzey Irak dediğimiz olgu, Türkiye’nin bölünmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Emperyalistler Sevr’i uygulamakta başarısız oldular ancak Kuzey Irak’ta Sevr’in kısmi bir başarısı söz konusuydu. Lozan’da kazanılamayan Kuzey Irak önce Birleşmiş Milletler inisiyatifine, ardından İngiliz mandasına bırakıldı.

Kuzey Irak Musul-Kerkük sorunu dışında bir de Kürt sorununun yaşandığı bir bölgedir. Bugün Irak’tan koparak bağımsız bir Kürt devletinin kurulduğu bölgede, 1919’la 1923 arasında da benzer gelişmeler yaşanmıştır. Kuzey Irak’ın Türkiye’den kopartılmasında, Sevr’de çizilen Büyük Kürdistan planı etkili olmuştur.

Ancak Büyük Kürdistan için yola koyulan İngilizler, böylesi bir Kürdistan’ın imkânsız olduğunu iki yıl içinde anlarlar. Mutlak çoğunluğunu Türkler ve Arapların oluşturduğu bu topraklarda bir Kürt devleti kurmak coğrafyanın tabiatına aykırıdır. Bu aykırılığı gören İngiliz emperyalizmi, yanlış ata oynamaz ve Kürtleri yüzüstü bırakır. İngilizler için ondan sonra Arapları Türklere karşı kullanmak ve Kuzey Irak’ı da Arap bölgesi olarak bırakma planı uygulanır.

İngilizler bir Kürt devletni uygulamaya koymaktan vazgeçseler de, Kürtleri uzun vadede kullanmak için belli bir tedbir de alırlar. Petrolü denetleyen bölgeden Türkleri dışlamak kritik önemdedir. O nedenle tarihi bir Türk coğrafyası olan bölgede Kürtler üzerinde bir nüfus planlaması o zamandan başlanarak uygulanmaya başlanır. Mutlak azınlık Kürtlere bir yurt yaratılacaktır ancak bunun için önce Kürtlerin yaratılması gerekmektedir. Bu nedenle, tıpkı İsrail gibi, Kuzey Irak’ta Kürtlere serbestçe hareket edecekleri, çoğalacakları ve devletleşecekleri otonom bir arazi bırakılır. Manda altındaki Irak’a da bu kabul ettirilir.

Dolayısıyla Kuzey Irak, doğrudan doğruya emperyalizm tarafından Türkiye’den kopartılan ve Türkiye’ye karşı bir Kürt devletinin kurulması için tohumların atıldığı bölgedir.

Kuzey ve Güney çelişkisi

Türkiye’de ulus devletin başından itibaren iki düşmanı olmuştur, birincisi Şeriatçı hareket, ikincisi Kürtçü hareket. İki hareketin de kökü dışarıdadır. Şeriatçı hareket daha Kurtuluş Savaşı sırasında önemli ölçüde ezilir. Kürtçü hareket ise 1938’e kadar çeşitli ayaklanmalarla varlığını sürdürür.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında çıkan Kürt isyanlarının, bugünkü durumumuza ışık tutacak nitelikleri vardır. Türkiye’de isyan çıkartanlar, her yenilgide Türkiye dışında üç ülkeye kaçacaktır: İran, Irak ve Suriye. Kürt ayrılıkçılığını besleyenler böylece sahnededir; İran, Suriye’yi denetleyen Fransızlar ve Irak’ı denetleyen İngilizler.

Kürt ayrılıkçılığı bir olgu olarak ortaya çıkınca hızla herkes tarafından kullanılmaya hazır bir harekete dönüşür. Emperyalistler tarafından bölünen ve parçalanan bölgelerden manda yönetimleri ayrıldığı zaman geriye miras olarak Kürt kartını bırakırlar. Toprakları yapay olarak bölünen ve yapay devletler olarak oluşan bölge ülkeleri, kendi yapaylıklarını diğer devletlere karşı savunmak için Kürt kartını oynarlar.

Türkiye’ye karşı daha başından bu yana, Suriye’nin, Irak’ın ve İran’ın -Ermenisten’ı saymaya bile gerek yok!- desteklediği Kürt ayrılıkçılığı, Türkiye’den kopartılan Türk topraklarını elde tutmanın tek aracıdır.

Fakat Kürtleri karşı tarafa karşı kullanma eğilimi, bir noktadan sonra bambaşka bir durumu ortalya çıkarır. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren gelişen bir olgu 80’li yıllarla birlikte bugünkü durumu yaratır. 1950’de İran’da, 1960 sonrası Irak’ta ilan edilen Kürt bağımsızlıkları ve hemen ardından ezilmeleri ile birlikte, tüm ülkeler için tehlike artık komşu ülkeler olmanın ötesine taşar ve Kürtler bu ülkelerin her birini tehdit eden bir dinamik olarak ortaya çıkar.

Bun noktadan sonra Irak’ın bir Kürt sorunu vardır, Suriye’nin bir Kürt sorunu vardır, İran’ın bir Kürt sorunu vardır, Türkiye’nin bir Kürt sorunu vardır. Fakat bölge ülkeleri kendi Kürt sorunlarını çözmenin yolu olarak, diğer ülkelerin Kürt sorunlarını kullanmak gibi bir stratejiye yönelirler. En bariz örneği, Türkiye’nin Irak Kürtlerini desteklemesine karşılık, Irak’ın Türkiye Kürtlerini desteklemesidir.

1980’le 2000 yılları arasının temel olgusu budur: Türkiye, kendi güneyindeki Kürt aşiretleri ile Türkiye’deki Kürtçü hareket arasında bir çelişkilerden faydalanma politikası izler. Bizdeki Kürtçü hareket ile Irak’taki Kürtçü hareketin tarihsel rekabeti böylece doğacaktır. Türkiye açısından böyle bir rekabet, bir çatıştırma ortamı olarak değerlendirilecek ve Türkiye Kuzey ile Güney arasınaki çelişkiden faydalanacaktır.

Türkiye’nin Kürt politikasında yol ayrımı

Bugün yaşadıklarımızı böyle bir tarihsel geçmiş içinde ele alarak işe başlayabiliriz ancak burada tarihsel alana saplanıp kalmamak gerekmektedir. Çünkü Türkiye’nin gerek siyasetçileri, gerek askeri ve sivil yöneticileri, gerekse medyası, hâlâ geçmiş dönem verileri üzerinde bir Kürt politikası izlemektedirler. Geçmiş dönem verisi bellidir: Türkiye’de bir Kürtçü hareket vardır, aynı şekilde Kuzey Irak’ta da bir Kürtçü hareket vardır. Ancak bu hareketler birleşik değil, ayrı hareketlerdir, hatta birbirine rakip hareketlerdir.

Böyle bir sabit üzerine inşa edilen Kürt politikasının 1980-2000 yılları arasındaki sonucu: PKK ile mücadele ederken, Irak’taki Kürt aşiretlerini desteklemekti.

Bugüne kadar devam eden bu politikada bugün bir yol ayrımına gelinmiştir: Türkiye, “Apo mu Barzani mi?” tercihi ile karşı harşıyadır. Ya temel düşman olarak Barzani’yi belirleyecek ve bunun sornucu olarak da Apo ile barışacak ve O’nu kullanacaktır ya da Barzani’yle anlaşarak kendi topraklarını da Barzani denetimine açarak Apo’yu bitirecektir.

Her iki tercihin de kendi içindeki argümanları yaratılmakta ve destekleyicileri piyasaya sürülmektedir. Türkiye’nin son altı ayda bu kadar yoğun bir şekilde Barzani’yi tartışması sebepsiz değildir. Ama bu tartışmanın ilk çıkışını da iyi tespit etmek gerekir: ABD’nin Irak işgali için 1 Mart Tezkeresi.

O halde tartışmanın başlangıcının ABD’nin bölgedeki politikaları ve yönelimleri ile doğrudan bağlantılı olduğunu ilk elde teslim etmek zorundayız.

Fakat Türkiye’yi “Apo mu Barzani mi?” tercihine getiren tüm kesimler gerçekliği okuyamamaktadır. Dünün gerçekliği ile bugününki farklıdır: Dün belki iki ayrı Kürt hareketinden bahsedilebilirdi ama artık tek bir Uluslararası Kürt Hareketi sözkonusudur. Kürt hareketi tekse, ortada tercih olamaz, tüm tercihler sizi aynı sonuca götürür!

Öyleyse güncel gerçeklik nedir?

İki Kürdistan planından tek Kürdistan planına

ABD’nin Irak’a müdahelesine kadar Batıda iki Kürdistan planı kuruluyordu. Biri ABD’nin desteklediği Kuzey Irak merkezli ABD denetiminde bir Kürt devleti, ikincisi ise AB’nin desteklediği Türkiye’nin Güneydoğusu merkezli bir Kürt devleti.

Dolayısıyla Kürt meselesi, aslında AB ve ABD arasındaki çelişmenin bir yansımasıydı. Bunun böyle olmasının tarihsel kökleri de bulunmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana hem Avrupa’nın, hem de ABD’nin farklı Kürt devleti planları vardır. Her iki güç de uzun yıllar boyunca kendilerine bağlı bir Kürt devleti kurmak için çalıştılar, hazırlık yaptılar.

Ancak Birinci Körfez Savaşı sonrası ABD Kürt politikasını yönlendirmede öne çıkmaya başladı. Özellikle Kuzey Irak’taki Kürt aşiretlerini denetimine alarak kendi Kürt devleti için bir üs yaratmış oldu. Bu üssün, aynı zamanda petrol bölgesi olması, tarihsel olarak da Avrupa’nın etki alanında bulunmasının da altını çizelim. ABD’nin Kürt hamlesi, AB’nin etki alanını en can alıcı noktada sınırlamaktadır. Ve Avrupa’nın Orta Doğu’dan dışlanmasının da başlangıcıdır.

Bu noktada Avrupa’nın Kürt politikasında devre dışı bırakılması olgusunu tespit etmeliyiz. Bu devre dışı kalmanın ilki, özellikle Fransa kanalıyla Kuzey Irak’taki Kürt aşiretleri ile kurulan sıkı bağların, ABD’nin kurduğu daha sıkı bağlar yanında yetersiz kalmasıdır. Kuzey Iraklı Kürt aşiretleri, “AB mi ABD mi?” tercihinde, ABD’den yana tercih koymuşlardır. Çünkü bu aşiretler AB ile ABD arasında çelişmenin, bu çelişmeden yararlanılamayacak kadar keskinleştiğini görmüşlerdir.

İkincisi ise PKK hareketidir. PKK hareketi özellikle Avrupa merkezli bir hareketttir. Her dönemde ABD ile ibirliği yapmıştır ama örgüt Avrupa’dan yönlendirilmektedir. PKK liderleri de özellikle Irak’a ikinci müdahale ile birlikte tercih noktasına gelmişlerdir: Kuzey Irak’takiler ABD’yi arkalarına alarak Kürdistan’ı kurarken, onlar hâlâ Avrupa’ya dayanarak zaman mı kaybedeceklerdi?

Ancak PKK açısından çok daha zorlayıcı bir durum da vardı: PKK’nın temel askeri gücü Irak’ta bulunmaktadır ve bu bölge ABD denetimindedir. PKK bu gücü ya ABD denetimine sokacaktır ya da ABD bu gücü yok edecektir. Yok olmakla ABD’nin yanında koşulsuz yer almak arasındaki tercihinse sonucu baştan bellidir!

Türkiye’ye Apo-Barzani kıskacı

Görüldüğü üzere iki örgüt de, yani Apo da Barzani de, ABD’nin Irak’a müdahalesi ile birlikte artık mutlak olarak ABD denetimine girmiştir. Bunun böyle olmasının sonucu ise tüm denklemin değişmesidir. Eskiden Türkiye Apo ile Barzani arasındaki çelişkiden faydalanırken, artık ABD her ikisini de kullanarak Türkiye’yi tehdit etmektedir.

Tehdidin iki ucu da keskindir.

Bir yandan Türkiye’ye Barzani tehdidi gösterilmektedir: Kuzey Irak’ta güçlü bir Kürt devleti Türkiye’deki Kürtler için de bir çekim merkezi olacaktır. Türkiye’nin bunu önlemesi için kendi Kürtlerini hoş tutması gerekmektedir. Bunun yolu ise Apo’ya oynamaktır. Güçlü Apo Türkiye’yi Barzani’ye karşı koruyacaktır. Apo’nun son dönem Türkiye yanlısı, Atatürk yanlısı çıkışları ise bunun için iyi bir vesiledir.

Diğer yandan Türkiye’ye Apo tehdidi gösterilmektedir. PKK’nın silahlı eylemleri sonuçta Türkiye’yi vurmaktadır. Böylesi bir savaşa devam etmektense, Barzani’ye oynamak olanaklıdır. Türkiye Kuzey Irak’ta bir Kürt devletini kabul eder, hatta onunla iyi ilişkiler geliştirirse Türkiye içindeki Kürtleri de susturabilir.

Ancak ABD’nin bu iki ucu keskin tercihinin sonucu iki ucun daha da keskinleşmesidir. Apo’ya oynayan Türkiye de, Barzani’ye oynayan Türkiye de sonuçta Kürtçülüğü kabul etmek zorunda kalır ve aslolan da örgütler değil örgütlerin zemini olan Kürtçülüktür.

Kaldı ki Apo ve Barzani burada bile birbirinin rakibi değildir, Barzani’yi kabul eden Apo’yu da kabul edecektir. Nitekim Barzani’nin temel taleplerinden birisi PKK’ya aftır.

Türkiye’nin Sevri: Büyük Kürdistan

Kaldı ki burada çok daha önemli bir tarihsel gerçekliğe işaret etmemiz gerekir. Kürt hareketi, 80 yıl sonra, ilk defa Büyük Kürdistan hedefi etrafında toparlanmaktadır. Bugüne kadar her bir bölge ülkesinde o ülke içinde kurulacak Kürt devletleri için mücadele eden örgütler vardı. Böyle bir mücadele içinde olan örgütleri birbirine karşı kullanmak mümkündü. Ancak bugün, ABD denetimindeki örgütler Sevr’in Büyük Kürdistan planı etrafında mutabakata varmışlardır.

ABD’nin Orta Doğu politikasının 100 yıldır Büyük Kürdistan hayali olduğu bilinmektedir. ABD açısından Irak’a müdahale, aynı zamanda Büyük Kürdistan operasyonunun da başlangıcıdır. ABD’nin ilk müdahale ettiği Irak’ta bir Kürt devleti kuruldu bile. ABD’nin Suriye’ye ve İran’a müdahalesinde de aynı sonuçların alınacağı gün gibi ortada. Yani her ABD müdahalesi, Büyük Kürdistan’ın bir parçasının daha kurtarılması demektir.

Bu perspektiften bakınca hem Barzani’yi hem de Apo’yu yerli yerine oturtabiliriz.

Apo açısından bakarsak, Türkiye yanlısı ve Türkiye içinde, ayrı bir devlet kurmadan demokratik bir çözüm isteyen bir PKK varlığı söz konusu olabilir mi?

PKK, bunun propagandasını yapmaktadır ama gerçek bambaşkadır. Türkiye içinde demokratik bir çözüm arayan bir örgüt, aynı anda hem Suriye’de, hem İran’da, hem de Irak’ta neden gerilla hareketi yürütür! Cevap çok basittir; dört ülkede faaliyetin tek sebebi, PKK’nın Büyük Kürdistan için çalışan bir örgüt olmasıdır.

Kaldı ki PKK’nın, Kafkaslar’da ve Orta Asya’da bile faaliyette olduğunu biliyoruz. Yani ABD’nin her operasyon bölgesinde bir PKK faaliyeti sözkonusudur.

Bunun tek bir açıklaması vardır: PKK, ABD’nin uluslararası operasyonal gücüdür.

Burada Apo ile Barzani arasındaki rol dağılımı da ortaya çıkar: Barzani, Kuzey Irak merkezli Kürdistan’ın sabit gücü olarak güçlendirilirken Apo bu Kürdistan’ın Türkiye, Suriye ve İran’a doğru büyütülmesinin temel uygulayıcısıdır. Apo’nun saldırılarına maruz kalan ülkelere ve elbette Türkiye’ye ise Barzani’ye sığınmak önerilmektedir!

Türkiye himayesinde Kürdistan palavrası

Büyük Kürdistan olgusu aynı zamanda Türkiye’nin Sevri demektir. Bir Sevr’den bahsediyorsak, bunun Kürt sorunu açısından temel sonucunu görmemiz gerekir. Sevr demek Türkiye’nin Güneydoğusunun Türkiye’den kopartılmasıdır. Eğer ABD’nin Sevr gibi bir projesi varsa Türkiye’ye düşen tek seçenek parçalanmak ve bölünmektir.

Oysa günümüzde ABD’nin Türkiye’ye Kuzey Irak’ta Kürdistan’ı himaye rolü verdiği tartışılmaktadır. Daha doğrusu bir olta olarak bu sunulmaktadır. Türkiye Kuzey Irak Kürdistanı’nı himayesine alırsa rahat edecektir. Böylece Türkiye bölgede güçlü bir ülke olacaktır, hatta bir İsrail olacaktır.

Ancak bunun propagandasını yapan merkezler Türkiye’ye çok ciddi bir tuzak kurmaktadırlar. ABD hiçbir zaman için Türkiye’ye böyle bir hamilik rolü vermez. Bırakalım Kuzey Irak’ı ABD Türkiye’nin Orta Asya’da bile böyle bir rol üstlenmesine izin vermedi! Kaldı ki o dönem Türkiye’nin başında Özal bulunuyordu. Yani daha Amerikancısı bulunamazdı.

Ama ABD’nin bakış açısı 100 yıldır değişmemiştir. ABD açısından Türkiye güçlendirilecek bir ülke değil yokedilecek bir ülkedir. Böyle bir ülkeye bölgesel roller vermek ise bir emperyalist güç açısından göze alınacak risk değildir!

Dolayısıyla ABD tarafından Türkiye’ye verilebilecek bir İsrail misyonu olamayacağına göre, Türkiye bu role talip olmasın diye propaganda yapmak da başka bir değirmene su taşımaktır. Türkiye İsrail olmasın diye, sözümona anti Amerikancılık yapanların Türkiye’ye önerisi Apo ile uzlaşmaktır! Yani Barzani’nin federasyonuna hamiliğin alternatifi Apo’lu bir Türkiye’ye razı olmaktır.

Görüldüğü üzere “Apo mu Barzani mi?” tartışması temel süreç olan Sevr ve Büyük Kürdistan planı çerçevesinde bakıldığında yerli yerine oturmakta, Apo’yu seçmek de Barzani’yi seçmek de ABD’yi seçmek sonucuna çıkmaktadır. Kürtler arasında yapılacak her bir seçimin sonucu ise Türkiye’nin elayhine ve ABD’nin leyhinedir.

Türkiye burada “Apo mu Barzani mi?” tercihi ile değil, “Türkiye mi ABD mi?” tercihi ile karşı karşıya olduğunu bilmelidir. Türkiye diyenler için Apo da Barzani de ABD’nin güdümündeki iki grup olarak karşıya alınacak ve mücadele edilecek gruplardır.

Burada özellikle ulusal güçler içindeymiş gibi duran kimi karanlık güçlerin misyonu üzerinde bir vurgu daha yapmamız gerekir. Son dönemde TV’lere Barzani’nin temsilcilerni çıkartıp açıktan Türkiye düşmanlığı yaptıranlara, dergilerinde ve gazetelerinde Türkiye’nin Barzanileştirildiğini yayanlara dikkat edin. Bu nasıl bir ulusalcılıktır ki hem Türkiye’nin asıl düşmanı Barzani’dir diyeceksin hem de onun propagandasını kendi olanaklarınla yaptıracaksın.

Eğer Türk milletine Kürtd tehlikesinin boyutlarını göztermek gibi bir niyetiniz var da milleti uyandırmak için yapıyorsanız aptallığı bırakın bu millet zaten 30 bin evladını Kürtçü teröre kurban verdi tehlikeyi canıyla bilir. Yok eğer reyting uğruna yapıyorsanız yine yanılıyorsunuz en fazla Kürtçülere bedava bir tv programı yaptırmış olursunuz.

Ama bu kadar salak değilseniz ABD’nin kıskaç operasyonunda görevlisiniz ve Türkiye’ye Apo’yu kabul ettirme operasyonunun aletisiniz demektir!

ABD Apo’dan vazgeçemez!

Kürt sorununda geldiğimiz noktanın ve bundan sonraki gelişmelerin ne olacağını da belirtmemiz gerekmektedir.

1- ABD’nin tek bir Kürt Hareketi yaratması ve bunları koordine etmesi sonucu tarihte ilk defa tüm Kürt örgüt ve hareketleri arasında uzlaşma sağlanmıştır. Bugüne kadar kendi aralarında iç savaş veren örgütlerin son üç yıldır can ciğer kuzu sarması olması tesadüf değildir. ABD’nin Kürdistanı kuracağına güvenen tüm Kürt hareketleri, bunun bir parçası olmak yolunu tutmuşlardır.

Bugüne kadar Kürdistan’ı kurmayı kendi görevleri olarak gören örgütler açısından diğer örgütler önemli bir rakipti. Oysa artık Kürdistan’ı ABD kurduğuna göre diğer örgütler rakip değil kardeş olmuş demektir. Çünkü hiçbir örgüt ya da hareketin artık Kürdistan’ı ben kurarım iddiası kalmamıştır!

Bu dediğimizin doğru olduğunu tüm Kürt hareketlerinin son üç yılını inceleyen herkes tespit edecektir. O halde Kürt örgütleri ve sözde liderlikleri arasında olmayan ayrışmalar veya rekabetler yaratarak ulusal bir politika belirleme şansı yoktur. Ulusal politikanın biricik yolu ABD ile cepheleşmektir.

Ancak çeşitli Kürtçü hareketlerin kendi aralarındaki tartışmaları ve birbirleri aleyhindeki propagandalarını ise sadece iyi bir tiyatro oyunu olaka görmek gerekir.

2- ABD açısından hem Barzani hem de Apo şu dönem için vazgeçilmezdir. Çünkü Büyük Kürdistan ancak bir merkezden yönlendirilebilir ki bu merkez Kuzey Irak’ta kurulmuştur ve başında da Barzani vardır. Ancak Barzani’nin Kuzey Irak’taki hareketi diğer ülkelere genişletme şansı yoktur. Çünkü basit bir yerel aşirettir. Aşiretin gücü ise diğer ülkelerde yoktur.

Bu noktada iş PKK’ya ve Apo’ya düşmektedir. Daha modern şehir örgütü olan PKK’nın, operasyonal bir rolü olabilir. PKK, modern bir Kürtçü örgüt olarak diğer ülkelere çok rahatlıkla sızabilir ve etkili olabilir. Nitekim gerek Suriye, gerekse İran’da Kürtçü hareketin temelini Apo oluşturmaktadır.

Böylesi bir güçten ABD’nin ne Barzani için ne de Türkiye için vazgeçmeyeceği çok açıktır. ABD bir güçten ancak o güce artık ihtiyacı kalmadığı zaman vazgeçer!

3- Türkiye açısından güncel ve gerçek tehdit Apo ve PKK’dır. Türkiye’nin K.Irak’ta bir Kürt devletine karşı çıkmasının temel dayanağı bu devletin Türkiye için de bir emsal teşkil edeceğiydi. Bugün K. Irak’ta bu devlet kurulmuş durumdadır. O halde sorunumuz, bunun emsal teşkil ettiğini söyleyecek güçtür. Bu ise PKK’dır. Bugün için Barzani’nin Türkiye’den bir toprak talebi olamaz çünkü bunu sağlayacaak imkânı ve dayanağı yoktur. Ancak bunu talep edecek potansiyeli Apo denetlemektedir.

Güneydoğu belidiyelerini alan, böylece bölgenin kendisine ait olduğunu iddia eden Apo hareketi, Türkiye’nin mutlaka önlemesi gereken düşmanıdır. Böylesi bir gücü denetim altına almak ya da kullanmak olamaz.

Üstelik Türkiye’deki Kürtçü hareketin temel talebinin artık “Apo’ya özgürlük” olduğunu da görmemiz gerekir. ABD’nin de planı aynıdır. PKK’yı intifadaya sokup; Apo’ya Mandela rolü vereceklerdir.

Büyük Kürdistan’ı Küçük Kürdistan’la engelleyemezsiniz!

4- “Apo mu Barzani Mi?” tercihi Türkiye için Büyük Kürdistan olmaması için Küçük Kürdistan’a razı olma tercihidir. Kuzey Irak’taki ya da Güneydoğumuzdaki bir Küçük Kürdistan’a verilecek izin, ister istemez Bülyük Kürdistan’a doğru bir genişlemeyi güçlendirecektir.

Bu bakımdan Türkiye şunu görmelidir ki Büyük Kürdistan’a Küçük Kürdistan’a razı olarak engel olamazsınız. Tersine Küçük Kürdistan’a razı olanlar Büyük Kürdistan’ı kabul etmek zorunda kalırlar! Elini veren kolunu kaptırırmış...

5- Türkiye’nin “kırk katır mı kırk satır mı” tercihinden sıyrılmasının biricik yolu, Kürtçülükle ve Kürtçü terörle mücadele etmektir. Düşmanın serbest olduğu yerde düşman güçlenir. Bugün Türkiye’de Kürtçü terörün güçlenmesinin tek nedeni serbest olmasıdır.

Teröre, yasal yoldan, askeri yoldan karşı konulmadıkça Türkiye Büyük Kürdistan’a ve Sevr’e engel olamaz. Tıpkı kırmızı çizgilerimizin aşılmasına engel olamadığı gibi.

Türkiye’nin terörle mücadelesinde ve Kürtçülükle mücadelesinde iki handikapı vardır. Birincisi siyasal iktidarla bölücü örgütün yolları kesişmekte ve birleşmektedir. Ama daha vahimi Türkiye’nin askeri otoritesi artık terörle mücadele mevzisinden çıkmıştır. Eğer önümüzdeki Eylül ayında Türkiye’nin terörle mücadele etmesinin yolunu açacak yeni bir askeri komuta kademesi gelmezse Türkiye toptan elden çıkmış demektir.

O nedenle Türk milletinin acil ihtiyacı, terörle mücadele edecek bir komuta kademesidir.

6- Devletin çözemediği sorunu Türk milleti çözer!

Her sorun kendini çözecek toplumsal güçleri de ortaya çıkarır. Bugün Kürt terörü Türk devletini değil aynı zamanda Türk milletini hedef almakadır. Türk devleti bu terör karşısında kendini koruma refleksini bırakmış olabilir. Ancak millet bu refleksi bırakmaz.

Türk’ün sabrını, hoşgörüsünü, iyiniyetini kimse onun uyuduğuna, aptal olduğuna yormasın. Bu Türk’ün sevgi dolu bir millet olmasındandır. Türk, bir yere kadar affedicidir. Yunanlılar için o yer Akdeniz’di ama sizin denize kıyınız bile yok, korkarız denizde değil toprakta boğulursunuz...

Kürdistan’ı Alaska’da kurun!

7- ABD emperyalizminin dünya hakimiyetine güvenenler fena halde yanılıyorlar. Kurulan tüm ulus devletlerin dağılacağını, haritaların değişeceğini, Türkiye’nin de bu gerçeği görüp kendi haritasını kendisinin değiştirmesini önerenler bize ezber bozmayı öneriyorlar. Oysa günümüzün en büyük ezberi ABD’nin kazanacağıdır: Bizce siz ezber bozun, bilin ki ABD kazanamaz, her etnik kalkışma devletleşemez ve haritalar kimi zaman tam tersine de değişebilir.

Bu noktada İran Cumhurbaşkanı’nın İsrail’le ilgili son açıklamaları ezilen milyonların içinden geçenlerdir. Batılılar kendi yarattıkları sorunu bizim topraklarımızda çözmeye çalışıyorlar. İsrail’in kuruluşu buna örnek ama kurulmak istenen Kürdistan da bunun örneği.

Gerçek şu ki Kürt diye bir milleti Batılılar yarattılar. Kürt örgütlerini onlar kurup onlar silahlandırdılar. Ama bizim topraklarımızda bir Kürdistan kuracaklar. Alın Kürtlerinizi Kürdistanınızı kendi ülkenizde kurun: Alaska’yı İsrail’e ayırmadıysanız Kürdistan için buzce uygundur...

http://www.turksolu.com.tr/97/basyazi97.htm

.