5 Ağustos 2015 Çarşamba

ADD NEREYE.. 1



ADD   NEREYE..  

BÖLÜM 1



ADD   Nereye?

Atatürkçü Düşünce Derneği’nin tüzük kongresi ile birlikte, gerek örgüt içinde gerekse Atatürkçü kamuoyu içinde bir tartışma başladı. Bu tartışma üzerine belli bazı rahatsızlıkları ADD Genel Başkanı sayın Ertuğrul Kazancı’ya ilettik. Bir sayı hazırlayacağımızı belirterek görüşlerini aldık. Bununla yetinmeyerek ADD önceki genel başkanlarından sayın Yekta Güngör Özden’le de bir görüşme yaptık. Yine ADD tüzük kurultayında konuşturulmayan ve önergesi yırtılan, kendisi kürsüden indirilen ADD Konya İl Sekreteri’yle görüştük. Tüm bu görüşmeleri burada yayınlıyor ve en çok merak edilen 10 soruyu sorarak bu tartışmayı açıyoruz. ADD demokratik bir dernektir. Atatürkçüler tartışarak doğru yolu bulacaktır. Gazetemizin sayfaları tüm örgütlere ve üyelere açıktır. Herkes görüş bildirmekte ya da yanıt vermekte özgürdür. Haziran ayında yapılacak kongreye kadar demokratik bir tartışma ortamı ile daha güçlü bir dernek tüm Atatürkçülerin özlemi.

1- ADD tüzüğünü değiştirmek için toplanan tüzük kongresine derneğin resmi 1363 delegesinden sadece 223’ü katıldı. Yani kongre delegelerin sadece % 17’si ile toplandı.

Delegelerin sadece %17’sini toplayarak tüzük değiştirmek demokratik midir?

ADD nereye?2- ADD tüzük kurultayına delegelerin % 17’si katıldı. Ancak tüzük maddelerinin delegelerin 2/3’lük nitelikli çoğunluğu ile değişmesi gerekirken, bu kurala da uyulmadı. Maddelerin kimisi sadece 100 kişinin oyuyla değişti.

Kısacası ADD tüzüğü delegelerin sadece %8’inin onayıyla değişti.

Bu nasıl bir demokrasidir?

3- ADD tüzük değişikliği önergelerinden en çok tartışılanı iki dönemden fazla üstüste yönetim kurulu üyeliğine getirilen kısıtlamanın kaldırılmasıydı.

Bu kısıtlama dernek tüzüğüne, siyasi partilerde yaşanan saltanatın bir benzeri ADD’ye kurulmasın diye konmuştu. Ancak bu kısıtlamanın kaldırılması ile birlikte bu önlem kaldırılmış oldu.

ADD’de yöneticilik yapacak başka insan yok mudur ki bu kısıtlama kaldırılmıştır?

Ya da Türkiye’de ADD’yi yöneten bugünkü 23 kişinin dışında Atatürkçü yok mudur ki mevcut yönetim bir dönem daha yönetimde kalmak istiyor?

4- ADD örgütlerinin büyük kısmı kapalı durumda. Dernek merkezi maalesef bu örgütleri açık tutamıyor.

Mevcut şubelerin üçte ikisi kapalı iken nasıl olur da yönetim görev süresinin uzamasını ister?

ADD yönetimi daha şubeleri açık tutamazken, çalıştıramazken, neden yeni dönemde de görev almak ister?

İşin mantıklısı görevin, derneği açık tutmayı başaracak, çalıştıracak bir yönetime devredilmesi değil midir?

5- ADD son dönemde, iki siyasi parti ile birlikte anılmaya başlandı: MHP ve İP.

Oysa derneğin, her tür siyasal partiden bağımsız olması gerekir. Halbuki derneğin son dönem etkinlikleri, dernek şubelerinin ve üyelerinin değil, Atatürkçülükten başka bir ideolojiyi benimseyenlerin etkinliklerine dönüşüyor.

Yukarda fotoğrafta görüldüğü gibi ADD bir Ulusal Birlik Kongresi topluyor ve bu kongereye 100 kadar kişi katılıyor. Görüldüğü gibi koltuklar boş, oturanlarsa Maocu partinin militanları.

ADD bu kongreler için mi kuruldu?

6- ADD Yöneticilerinin bir bölümü televizyon ekranlarından Erbakan’ı antiemperyalist ilan edebiliyorlar. 28 Şubat’ın, Atatürk ilke ve davrimlerinin ve elbette laikliğin savunucusu bir dernek yöneticisi nasıl olur da böyle bir adamı savunabilir?

ADD üzerine düşen bu şeriatçı lekeyi temizlemeyi düşünmüyor mu?

7- ADD Genel Sekreteri, Milli Dava Kıbrıs için düzenlenen bir imza kampanyasına engel olmak için çalışıyor. Ancak hâlâ koltuğunda oturabiliyor!

ADD bu şahsı İsviçre’ye Tayyiplerin ekibine göndermeyi düşünmüyor mu?

8- ADD yönetimine genç sıfatı ile dahil olan kimi provokatörler, açık bir biçimde Maocu partinin taşeronluğunu yapıyor.

Dernek yönetimi içinde hizip örgütlüyor. Tüm bunlar hakkında yapılan şikayetlere rağmen bu provokatör hâlâ koltuğunda oturabiliyor.

Neden?

9- ADD yöneticilerinden bazıları, Ankara’da düzenlenen Cumhuriyet Yürüyüşü’nde “Ordu Göreve” pankartı açan Atatürkçü gençlere, şeriatçı güçlerle birlikte bir iftira, karalama kampanyası düzenledi, gençleri ihbar etti.

ADD, Ordu’yu savunan gençlerin mi yanında Ordu düşmanı şeriatçıların mı?

ADD, Ordu’nun görevini yapmasına karşı mı?

10- ADD’nin bir şubesine 4000 adet fason üye kaydedilip kongre yapılıyor ve 30’a yakın delege seçiliyor.

Dernek bu naylon üyeliği inceliyor mu, tedbir almayı düşünmüyor mu?

Samet Bapoğlu'nun engellenen konuşmasıİşte ADD Konya İl Sekreteri’nin engellenen konuşması

Genel Başkan bir iyilik yapsın ve...

ADD Konya İl Sekreteri Samet Bapoğlu bir önerge hazırlayarak, kürsüye çıktı. Fakat Divan Başkanı Arif Çavdar kendisini susturarak kürsüden indirdi. O sırada bir Maocu militan Samet Bapoğlu’nun önergesini yırttı. Önergede 34 şubenin imzası vardı. Divan örnergeyi almayı reddetti. Demokratik bir derneğe yakışmayan antidemokratik görüntüler yaşandı ve sonuç olarak delegelerin konuşma ve önerge verme hakkı gaspedildi. Bunun üzerine salonda bulunan 223 delegenin büyük çoğunluğu salonu terketti. Bundan sonra tüzük maddeleri salonda kalan 101 delegenin katılımıyla oylandı. Bu antidemokratik uygulamaya ve divana kimse müdahale etmedi. Engellenen konuşmayı yayınlayarak ADD içi demokrasiye katkı sunduğumuzu düşünüyoruz.

Değerli ADD Delegeleri,

Bugün burada ADD tüzüğünün değiştirilmesini oylayacağız.

ADD’nin tüzüğü demek, bu derneği, demokratik bir kitle örgütü olarak vareden temel yasal belge demektir. Bir nevi ADD’nin anayasasıdır. Şimdi bizim bu anayasamız değiştirilmek isteniyor.

Acaba düşündünüz mü neden?

Nedeni çok açık ortada, ADD Genel Başkanı dahil, bazı Genel Yönetim Kurulu üyelerimizin yönetim süreleri doldu. Eğer tüzük değişmezse, önümüzdeki dönem Genel Yönetim Kurulu üyesi olamayacaklar. İşte ADD tüzüğü bu durumu değiştirmek için değiştirilmeye çalışılıyor.



Bazıları koltuklarını bırakmak istemiyor

Oysa tüzükte iki dönemden fazla üstüste yöneticiliğe neden kısıtlama getirilmiştir?

Çünkü ADD demokratik bir kitle örgütüdür.

Dikkatinizi çekerim demokratik!

İşte tüzükteki kısıtlama, derneğin, demokratik yapısını güvence altına almak için konulmuştur.

Günün birinde, bazı koltuk heveslileri, diktatörlük heveslileri ortaya çıkarsa, onlara engel olmak için konulmuştur.

Sayın delegeler, o madde adeta bugün önümüze bu değişikliği getirmek isteyenlere engel olmak için konulmuştur.

Bugün maalesef, dernek yönetimimizden bazıları, koltuklarını bırakmamak istiyorlar.

Demokratik bir derneğin tüzüğünü değiştirerek kendilerine padişahlık yetkileri istiyorlar.



Eski başkanların tümü görevini huzur içinde devretmeyi bildi

Değerli delegeler bu derneğin bugüne kadar çok başkanı, çok yöneticisi oldu.

Muammer Aksoylardan Yekta Güngör Özdenlere kadar!

Hepsi değerli aydınlardı.

Hepsi özverili Atatürkçülerdi.

Hepsi de önemli hizmetler yaptılar.

Ama bu isimlerin hiçbiri tüzüğün bu maddesini değiştirmek istemediler.

Çünkü onlar bu derneğin başında bir hizmet yapıyorlardı.

Çünkü onlar demokratik bir derneğin diktatörü olma peşinde değillerdi.

Herkes koltuğunu kendinden sonra bayrağı devralacaklara bıraktı. Hem de gönül rahatlığı içinde.

Dernek her yeni yönetim ve genel başkanda, etkisinden birşey yitirmedi.

Her gelen gidenin koltuğunu doldurdu.

Ama ilk defa bu yönetim, benden sonra gelecek Atatürkçü yok. Bu koltuğu bırakırsak boşluk doğar diyor.

Arkadaşlar, bu yönetim, bu başkan, sonarırım sizlere Muammer Aksoy’dan, Yekta Güngör Özden’den daha mı Atatürkçüdür, daha mı yeteneklidir de böyle bir şey istiyor?



İş lafa gelince siyasi partileri eleştirirler ama...

Değerli delegeler, iş lafa gelince siyasi partileri, parti içi demokrasi olmadığı için eleştiririz.

Ama bugün aynı durum bu kongrede yaşanmaktadır.

Dernek içi demokrasi yokedilmek isteniyor.

Buğüne kadar demokrasi nutukları atanlar, Saddam’a saldıranlar, bugün karşımıza Saddam olarak çıkmış bulunuyorlar.

Arkadaşlar, bu insanlara Saddam olma fırsatı ve yetkisi verecek miyiz vermeyecek miyiz?

İşte bu kongrede bunu oylayacaksınız.

Bugüne kadarki tüm ADD Genel Başkanlarını düşünün: Muammer Aksoy, Arif Çavdar, Özer Ozankaya, Nejat Kaymaz, Celil Gürkan, Burhan Apaydın, Suphi Gürsoytrak, Yekta Güngör Özden, Halil İbrahim Şahin...

Bu insanların bıraktığı geleneği, demokrasi geleneğini çiğnetmeyin.

Bu derneğin, Atatürkçülüğün diktatörlük değil demokratik yönetim olduğunu tüm Türkiye’ye gösterelim.



Dernekten habersiz ulusal birlik kongresi!!!

Değerli delegeler,

Dün ADD tarafından Ankara DTCF’de bir kongre düzenlendi.

Ulusal Birlik Kongresi.

Ama orada buradaki delegelerin hiçbiri yoktu.

Hatta büyük kısmının haberi de yoktu!

Hiç sordunuz mu neden diye?

Bizim kendi derneğimiz, Ulusal Birlik Kongresi düzenliyor, ama daha dernek delegelerimizin bundan haberi yok.

Ulusal Birlik peşinde koşan bir yönetim, önce kendi derneğini birleştirir, çalıştırır.

Ama 500 ADD şubesinin yarıdan çoğu kapalı.

Buraya delgelerin ancak dörtte biri gelebiliyor.

Neden?



Hilafeti geri getirmek isteyenler var

Değerli delegeler,

Bir derneğin anayasası delegelerden habersiz değişebilir mi?

Buradaki delegelere kongre haberi ne zaman verildi?

Tüzük değişikliği neden tüm delegelerle birlikte oylanmaz?

Neden delegelerden gizli yapılır bu işler.

Arkadaşlar, bu değişiklik nasıl gizli kapaklı planlandıysa, yarın daha vahim değişiklikleri de aynı şekilde yapmaktan kaçınmayacaklardır.

Buna emin olun!

Kendine çok güvenen, doğru yaptığını düşünen, tüm delegeleri çağırır, derdini anlatır ve oy ister.

Böyle, delegelerden gizli kapaklı toplantılar yapmaz. Bunlar Tayyiplerin yöntemidir arkadaşlar. Onlar da biliyorsunuz Anayasamızı değiştirmek istiyorlar. Biliyorsunuz Tayyip halife yetkileri istiyor.

Ama bunlara karşı çıkıyoruz değil mi?

Neden?

Çünkü biz diktatörlüğe karşıyız.

Arkadaşlar saltanatı da halifeliği de Atatürk kaldırdı.

Ama bugün Atatürk adına kurulan bir dernek, saltanat ve hilafeti geri getirmek için çalışıyor.

Arkadaşlar, eğer bu değişikliğe evet derseniz Tayyip’i eleştirecek yüzünüz kalmaz!



100 bin ADD üyesi içinden bir başkan adayı mı çıkmayacak?

Arkadaşlar, sayın genel başkanımız, ya da görev süresi dolan yöneticilerimizin içi rahat olsun.

Türkiye’de Atatürkçü çok!

Bu dernek 100 bin üyesi ile övünüyor!

Ama bu 100 bin kişiden bir tane bile genel başkan adayı mı bulamıyor?

Benim bir önerim var.

Eğer sayın genel başkanımız, benden daha Atatürkçüsü yok, bu işi benden iyi yapacak yok diyorsa, göremiyorsa, biz bulup ortaya çıkaralım.

Çıkaralım ve genel başkanımızın da içi rahat olsun.

Gönül raahatlığıyla koltuğunu bıraksın.

Önerim sayın Yekta Güngör Özden’dir!

Eminim sayın genel başkan Yekta Bey’i yeterince Atatürkçü görüyordur!

Eminim onun bu işi yapabileceğini düşünüyordur!

Genel Başkanımız bir demokrasi örneği göstersin.

Çıksın kürsüye desin ki, ben genel başkanlığı devrediyorum. Bu işi Yekta Bey’in layıkıyla yapacağına güvenim tamdır. Ben de ona danışmanlık yaparak Atatürkçülüğe hizmet etmek isterim.

Biz burada zaten Atatürkçülüğe hizmet için varız.

Böylece kendisi Atatürkçü tarihte hakettiği yeri alır.

Böylece Atatürkçülük güçlenir.

Böylece ADD güçlenir.

Arkadaşlar, genel başkanımızdan bu iyiliği yapmasını rica ediyorum.

Genel Başkan olarak son ve en büyük hizmeti bu olacaktır.


DEVAM EDECEK..,


http://www.turksolu.com.tr/53/add53.htm

..

Akıntıya Kürek







Akıntıya Kürek.,



Yekta Güngör Özden

Yekta Güngör Özden


Seçimler Eşit koşullarda geçmeyen seçimlerin ne sonuç vereceği önceden kestirilebilir. Nitekim öyle oldu. Bir yanda iktidarın, belediyelerin olanaklarıyla donanmış bir parti, öbür yanda devlet yardımından payına düşenle kendi sınırlı olanakları içinde bir iki parti, beri yanda yalnız kendi olanakları ve değişik desteklerle çalışmalarını yürüten partiler. Seçime katılan 20 parti içinde akçalı gücü yanında devlet gücünü de kullanan iktidar partisiyle hiç biri yarışamazdı. İktidara yakın olmanın, iktidarda olmanın kimi kazanımları gözetildiğinde yerel seçimlerde her zaman iktidar öndedir. İktidar değişikliğiyle birlikte kimi belediye başkanlarının partilerini bırakıp iktidar partisine katılmalarının nedeni budur. Ülkemizde siyasal ahlâkın düzeyi bellidir. İlke, tutarlılık, kararlılık, özveri, dayanışma her şeye karşın ödünsüz çalışma terbiyesi yeterince edinilmemiştir. Görünmek, kazanmak, bir yere gelmek, bir yeri ele geçirmek, borusunu ya da düdüğünü öttürmek, kendisine ve yakınlarıyla yandaşlarına olanaklar sağlamak, böbürlenmek, nedense adını unutulmaz kılacak yapımlara, çabalara, eserlere, kendini anımsatacak olaylara ve oluşumlara imza atmaktan daha önemlidir. Katrilyonu bulan seçim giderleriyle kaç okul, kaç hastane, kaç kitaplık, kaç sağlık ocağı, kaç yuva ya da bakım evi, kaç çeşme, kaç yol, kaç köprü, kaç atölye açılmazdı? Yalnızca Hazine Yardımı partiler yerine bu kazanımları sağlamazdı. Bir Parti çıkıp “afiş, el ilanı, şarkı-türkü, marş, film, rozet, tanıtma bayrağı vs. kullanmayacağım. Bunların yerine okul, köprü, kitaplık vb. yaptıracağım” deseydi daha çok ilgi görür, beğeni ve oy toplardı. Hele dağınıklık, hele ilkelerden ödün verip seçim sonrası kendi partilerine dönme koşullu kimi yapay birliktelikler.. Bir yılı aşan bir süreden beri sözlü ve yazılı çağrılarla duyurmaya çalıştığımız anlayış benimsenseydi, iktidarın belalarından kurtulmak, aydınlığa kavuşmak için partiler biraraya gelip hangisi hangi il ve ilçede güçlüyse, kimin adayı orada daha çok şanslı ve oraya yaraşır bulunuyorsa o desteklenip öbürleri orada aday göstermeseydi daha çok başkanlık elde ederlerdi. Özseverlik, bencillik, partizanlık, ilkellik sayılacak direnme şimdiki sonucu getirdi. İktidar partisi liderlerinin değişmediğini gösteren inatlaşma ve zıtlaşmaları arttıracak, başta Kıbrıs olmak üzere desteğine gereksinim duyduğu AB’nin ve ABD’nin istekleriyle kendi milli görüş kaynaklı izlencesini uygulayacak, daha çok karanlık olacak, daha çok güçlük çekilecektir. Medyadaki beslemelerle şakşakçıların kışkırtması sürecektir.


Kıbrıs oyunu


Hiç utanıp sıkılmıyorlar. Devlet organlarının bile amaçlı uzatmayı vurgulamasına karşın, İsviçre-Bürgenstock’daki görüşmelere katılan Yunanistan ve Güney Kıbrıs yöneticilerinin yorgunluk ve hastalık bahanelerini atlayıp fiyaskoyu başarı ve umut olarak nitelendiriyorlar. Kimi iktidar olabilen irticayı, İstanbul olaylarını unutup “gülyabani hikayesine dönmüş irtica korkutmaları... yenileşen toplum” sözleri edebiliyor. Öylesine iktidarın dümen suyunda yazabiliyorlar ki ümmet ve cemaat düzenine dokunmamak için “...Merih’ten ulus gelmez” diyebiliyorlar. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir” ve “Ne mutlu Türküm diyene “ sözlerindeki anlamı, erdemi, yüceliği kavrayamıyorlar. Atatürk ilkelerini, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü savunduğum için yıllarca önce beni bu nedenle kutladığını söyleyen kişinin gericilik kıyımlarını, kalkışmalarını, iktidar başının inadını ve yinelemelerini görmemesi, duymaması, anlamaması düşünülemez. Yazılar ve yayınlar amaçlıdır. Halkımız kimin nereden nereye geldiğini, kimin ne için neler yaptığını, nasıl değiştiğini izlemektedir. Seçimlerdeki yönlendirici, sunuş biçimiyle yanlı sormacalar (anketler) de böyledir. Karaçarçaflıların artması bile uyarmıyor.
Kraldan çok kralcı kesilenler, iktidarı mutlu etmek için Denktaş’a saldırıyor, kurgularla, gerçekdışı anlatımlarla suçlayıp sonucun sorumluluğunu ona yıkmaya uğraşıyor. Kararlı, tutarlı, gerçekçi, içtenlikli, ilkeli, ahlâklı, bilgili, yurtsever, yürekli Denktaş hepsini göğüsleyerek gerekeni başarıyla yapıyor. Doğruları söylüyor. ABD’nin İngiliz-Yunan ortaklığı ürünü Annan Planı dayatmasıyla AB’nin oyunlarını bir bir açığa çıkarıyor. Yurdunu savunan bir Başkanı kendi açılımları için engel sayanlar suçluyor, karalıyor, övecek yere yeriyorlar. Bize özgü demokrasinin cilveleri. Hukuktan, siyasetten, özellikle dış siyasetten anlamayan, ulusal çıkar kavramıyla güvenlik konusunda hiç bir bilgisi olmaylan medya bilgiçleri (!) Denktaş’a akıl vermeye kalkışıyor. Paralıların kendi çıkarları için ülkeyi, ulusu, ulusal çıkarı nasıl acımasız, düşüncesiz biçimde, sapkınlık ölçüsünde gözardı ettiğini, iktidarla paslaşarak nasıl yol aldığını görenler giderek artıyor, AB’nin Kıbrıs oyunu sürüyor. Olan Türkiye’ye ve Kıbrıs Türklerine oluyor.

Seçim rüşvetleri

Bu olumsuzluklar yerel seçimlerde nedense oyları etkilemiyor. Kendi işlerine gelen her şey demokrasiye uygun, gelmeyen uygunluklar ise aykırı. Anlayış düşüklüğü ya da kıtlığı denilecek bu olgu, demokrasinin nasıl kemirildiğini anlatmaktadır. İlkesiz, ülküsüz insanlar. İçinden yıkılmakta olan demokratik kitle örgütleri. Demokrasinin dayanakları çürümeye başlayınca yaptıklarının yanında çalıp çırptıkları dağlar oluşturan kimselere oy verme sakatlığı sürdükçe umutlar sönmektedir. Seçimler sırasında bir bakanın “Adalet Sarayı yapımı”yla başka bir bakanın “diyaliz makinası sağlamak”sözleri (Devrek’te) oy almak için devlet olanaklarının nasıl araç kılındığını göstermektedir. Bunlar yalnız ikisi. Birer ağır baskıdır. Onlarcası söylendi, yazıldı. Seçim eşitliği gerçek demokrasinin koşuludur. Rüşveti de yüz karası; soğan, patates, kömür vs. dağıtımı, arsa ve bina kapışması.


İlkellikler

Geçen yıllarda Zeki Triko’nun afişine takmışlardı. Bu kez Çarşı Mağazaları’nın reklamına taktılar. Yandaşlarını okşamak, oyalamak, bir şey yapıyor görünmek ve gündemi değiştirmek için her yolu kullanıyorlar. Siyasal rüşvet ve siyasal şantajlara reklam bekçiliği de eklendi. Bu da demokrasinin sansürüdür. Aydın geçinenler yemeklerle, otel lobilerinde ya da teraslarında toplanıp çalışanları halkın sevip inandıklarını çekiştirir, başka bir şey yapmazlarsa gericiler her şeye el atarlar. Siyasal partiler de bir şey yapmadan, ortaya bir şey koymadan, bir iyiliğe neden olmadan, bir kötülüğü önlemeden, olumlu bir durum sağlamadan oy istemeye çıkıyorlar. “Ne yaptınız da oy istiyorsunuz? Hangi yüzle?” denilse yeridir. Tepki oyuyla övünülmez. İktidar başının YÖK konusundaki direnişi bilim ve siyaset yaşamımız için son derece tehlikelidir. Demokrasinin ne duruma düşürülmek istendiğinin, çoğunluk diktasının nerelere ve nasıl uzandığının belgelenişidir. “Parayı verenin yönetip yaptıracağı” savı ilkelliğin ötesinde sakıncalı amacın dışvarumudur. Para Recep Tayyip’in parası değildir. Kendi kasasından çıkmamaktadır. Oğlunun sünnetinde ya da düğününde gelen takılarla sağlanmamıştır. Devlet babasının malı kendisinin çiftliği değildir. Recep Tayyip devlet değildir. Böyle bir sözü söylemek çağdışı, hukuk dışı, siyaset dışı düşmektir. Devletin öğretim üyelerine, öğrencilere ayırdığı ödenek, üniversitelere, ulusa, ülkeye, bilime ayırdığı, ayırmak zorunda olduğu, görevi sayılan bir ödenektir. Bu ödeneği yönetimleri döneminde göndermekle yükümlü olanların “ne istersek olacaktır” yaklaşımı sakat bir anlayışın sonucudur. Yargının, yasama organı üyelerinin, partilerin, hazine yardımı yoluyla gelirlerinin ödenmesini de yürütme yaptı diye yargı, muhalefet ve partiler de iktidarın istediklerini mi yapacaklar. Dünyanın neresinde böyle devlet, böyle demokrasi vardır? Olsa olsa imamistanda, ümmenistanda olur.
Böyle sakıncalı sözlerden cesaretlenen kimileri de açıkça “%65’le anayasayı değiştiririz” diyerek seçmenleri kışkırtıyor. Üstelik iktidar başının eşinin talimatıyla bir milletvekili bayan bunu yapıyor. Anayasanın neredeyse toptan değiştirilmeyi gerektiren bölümleri var. Gözdağı verircesine geriye doğru değişiklikler yetmiyormuş gibi daha kötü duruma getirmek için yapılan hazırlıklar duyulmaktadır. Anayasa mahkemesinin büsbütün ele geçirilmesi amacı yıllardır bilinmektedir. Yapılması düşünülen olumlu değişiklikler varsa onlardan sözedilmelidir. Sıkmabaş-bohçabaş dayatması, YÖK, Kamu Yönetimi, yerel yönetimler yasaları, Başbakanlık ve MEB müsteşarları, kimi yönetmelikler, kadrolaşma, İmam Hatip Liselerinin adlarının değiştirilmesi gibi konulara öncelik ve ağırlık verenlere besleme ve yağcı medya kesimiyle Kıbrıs’ı gözden çıkaranlara, Silahlı Kuvvetler’i etkisiz ve güçsüz düşürmeye, Cumhurbaşkanı’nı göstermelik kılmaya çalışanlara, bildiğini okumaktan vazgeçmeyenlere kimse inanmaz ve güvenmez.

Takiyeyi takunya sanan kimileri de iktidar partisini “merkezin yeni partisi” olarak tanıyıp tanıtmaya çalışıyorlar. Kargaları güldürecek bir boşuna çaba. Olanları, olacakları bırakalım, nereye sığdırıyorlar? Ulusal yapıya yönelik tehlikeler yeterince algılanamadı, demokrasi anlaşılamadı, oy bilinci oluşmadı denilebilir belki ama çevreyi kirleten gürültülerle dalgalanan seçim toplantılarında terör başı için açılan bayraklar yükselen ve yayılan sloganlar kimsenin gözünü açmadı, vicdanında yankı bulmadı, denilebilir mi? Tek adamlığın koşullarına uymayan gidiş diktatörlükten başka bir şey değildir. Anlamsız hoşgörü demokratlıktan değil, ilgisiz kalarak yandaş toplamak düşüncesinden kaynaklanıyor. Etnik ayrımcılık, soykırım kalkışmaları durmuş değildir. Devletin anlayışlı davranışından ötede umursamazlık kimi Nevruz kutlamalarında bile eski adı PKK olan örgüt ile liderini öne çıkartmıştır. Yapılan hiç bir şey yoktur. Kolluk güçleri bağımsız olmadıkça, yansız davranmadıkça, iktidar partisinin içindeki yandaşlarıyla, başka partilerdeki yakınlarıyla, gelecekte hangi tehlikelerin bizleri beklediği açıktır.
Kimi demokratik kitle örgütleri de hukuku çiğneyerek, kaçak sayılabilecek toplantılar düzenleyerek ya da başkalarının güdümüne girerek ayakta durmaya, yöneticilerinde olmayan güçler sağlayarak onlarla bir yerlere gideceğini sanmaktadır. Kendi içinde barışı bozmuş olan bir kuruluş başka kuruluşlarla nasıl dayanışma kurabilir. Kandırmacalarla ilkeler yıkılmaktadır.

Cumhuriyet destanı

Bay Recep Tayyip “CHP’nin kökü”nden sonra “10. Yıl Marşı”nı diline doladı. Yardakçıları sus pus. “84 yıllık karanlık” sözünü edenlerden daha başka şeyler de beklenir. Değer bilmezliğin (nankörlüğün), bilgisizliğin, sevgisizliğin, saygısızlığın, aymazlığın, bağnazlığın, sapkınlığın nice örnekleri görülebilecektir. Gidiş onu göstermektedir. Adamlık, insanlık, yurttaşlık, inançlılık, onurluluk, soyluluk tartışmaları yaşanacaktır. Karalama, kötüleme, saldırı, kafalarındaki düzene engel olan laik cumhuriyete yöneliktir. Yurdu kurtaran, devleti kurarak namusumuzu, onurumuzu, kişiliğimizi, koruyan, bağımsızlığımızı ve özgürlüğümüzü bizlere armağan eden kahramanlara katlanamamaktadırlar. İktidar partisinin kimi resmi törenlerde Atatürk anıtlarına çelenk koymaktan kaçınması, kimi toplantılarda adını anmaması sakıncalı bir anlayışa bağlıdır. Atatürk’ü tanımak istemeyenler, sevmeyenler, saymayanlar onun başında bulunduğu yılları kötüleyenler tarih bilmeyen kendini bilmezlerdir. Düşmanların ayağını Anadolu topraklarında durdurarak, kutsal topraklara inmesini önleyerek, dünyada müslümanlığa en büyük yararı dokunmuş insana karşı olmak hiçbir insanlık niteliğiyle bağdaşmaz. Osmanlı’nın yıkıntılarını temizleyerek yoktan var edercesine kurulan her şeyi, yepyeni laik cumhuriyetle kazanılanlar saymakla bitmez. 10. Yıl Marşı olanaksızlıklar, yoksunluklar göğüslenerek 10 yıl gibi çok kısa bir sürede kazanılanların kıvancını ve coşkusunu duyuran cumhuriyet destanıdır. Ulusal ezginin özgün, en güzel örneği, gerçekten Türk olan, kendini Türk bilen her yurttaş için övünülecek değerdedir. 10. Yıl Marşı’nın büyük Atatürk’ün 15-20 Temmuz 1927’de CHP 2. Büyük Kurultayı’nda 36 saati aşan bir zamanı unutulmaz kılan büyük söyleviyle birlikte duyumsamak gerekir. Osmanlı’dan alan yapıları, okulları, iş yerlerini, öğretmen ve öğrenci sayısını, teknik elemanları, bütçeyi, Osmanlı borçlarını ödemeyi, millileştirmeyi bilmeden konuşmak gülünç olmaktır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda kimlerden ne yardım alındığını, İnönü Savaşları’ndan askerlerimizin giysilerini, kullanmaları için verilen mermi sayısını, süvari birliğindeki gerçek kılıcın ne kadar olduğunu, TBMM ordularının sayısıyla düşman güçlerinin sayısını, Atatürk’ün Ankara’ya geldiği 27 Aralık 1919’da defterdarın kasasında kaç lira olduğunu bilmeden konuşmak “desteksiz atmak”tır. Yapılan okulları, köprüleri, spor ve uçak alanlarını, çalışma yerlerini, hastaneleri, enflasyon ve devalüasyon olmadan kotarılanları düşünmek, yetişen insanları, açılan üniversiteleri, çağdaşlaşmada kazanılan aşamaları gözetmek yeter. Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanılıp Saltanat kaldırılmasa, Cumhuriyet kurulmasa neler olacağını düşünmeyenler, varlıklarını yadsımış olurlar. Birbirini izleyen devrimler olmasaydı, demir ağların yerini örümcek ağları alırdı. Kafaların içindeki karanlık dışarıyı zindana çevirirdi. Büyük söylevde ve 10. Yıl Marşı’nda anlatılanlar olmasaydı bugün bizler olmazdık. Atatürk’ün eşsiz 10. Yıl Söylevi, Büyük Söylev’in ve 10. Yıl Marşı’nın mührüdür. Kuruluş yıllarında onurla, saygınlıkla, güvenle Türkiye Cumhuriyeti güçlenmiş, uluslararası katta yaraşır olduğu yeri almış, milletler cemiyetine girmiş, dünyanın sayılı cumhuriyetlerinin önünde geldiği için yalnızca Almanya’dan o yıllarda 140’tan fazla bilim adamı Türkiye’ye sığınmıştır. Tebaadan yurttaşlığa, ümmetten ulusa geçilmiştir. Ahlâkla, adaletle, hukukla, şerefle yeni Türkiye kurulmuş, örülmüş, dokunmuş, yükselmiştir. “Demiryolları komünist işidir” diyen lekeli anlayış 1950’den sonraki kötü uyulamalarla kendisini göstermiş, bugünlerin taşımacılık sıkıntılarnı doğurmuştur. 1950’lerde kesilen hız, kışkırtılan inanç sömürüsü, Türkiye’nin karanlığıdır. O yıllarda yapılanlar olmasaydı bugün AB yüzümüze bile bakmaz, kapısının önünden bile geçirmezdi. 10 kuruluş yılı Türkiye tarihinin en şanlı bölümüdür. Nitelik ve nicelik çizelgesini inceleyip öğrenmedikçe Recep Tayyip neler söyleyip neler yapacaktır kestirilemez. Anlaması bilmesi gereken çok şey var. Yetersizliği açık. Kazanımlarımızın temeli cumhuriyetimizin ilk 10 yılıdır. 10 yıla çok şey borçluyuz.

Din sömürüsü

Bizim zavallı medyamız bellek yoksunluğunun perişanlığını, bağımlılık ve yandaşlığının ağrılarını çekiyor. Din ve inanç sömürüsüne yıllardır değiniyoruz. Resmi konuşmalarda, özel söyleşilerde dilimiz döndükçe anlatıyoruz. Yurtdışına kaçarak zehir saçanları, yabancıların koruyup kolladığı kesimleri açıklıyoruz. Söyleye yaza bıkkınlık uyandıran konuları yeni sayarak sayfa dolduruyorlar. Genelkurmay 2. Başkanı çok yerinde olarak “hem laiklik hem ılımlı İslam birarada olmaz” dedi. Önceleri zaman zaman açıklanmış bir gerçekçiliğin vurgulanmasıdır. Ortam gözetilirse çok da iyi olmuştur, haklıdır. Din, dindir. “Katı İslamiyet, ılımlı İslamiyet, yumuşak İslamiyet” diye ayrım yapılamaz, olmaz. Laiklik devletin inançlar yönünden saygın bir yansızlığıdır. Laiklik dinlerin olduğu yerde vardır, olmadığı yerde yoktur. Laikliğin olduğu yerde devletin adının yanına dinsel sıfat konulamaz. O zaman devlet devlet olmaktan çıkar, cemaat çatısı olur. Ne uluslaşmadan söz edilir ne de hukuktan. İslamiyeti kendine göre uygulayıp tanıtmaya ve dayatmaya da kimsenin hakkı yoktur. Ilımlı yaklaşımıyla devleti dinselleştirmek de bir oyundur. Din siyasallaşırsa demokrasi dinselleşir sözünü yıllardır usanmadan yineliyorum. Şeriatçıların demokrasiyle bağdaşması olanaksız çabaları, devleti din ağırlıklı güce dönüştürmek, bildiklerini ve istediklerini yapma olanaklarını kazanmaktır. Bu oyuna kimse gelemez. Din, vicdan tahtında kendi özgün yerinde kalacaktır. Laik devleti din devleti yapmaya kimsenin gücü yetmez. Devlet, hukukla yönetilir dinle değil. Demokrasinin kaynağı ve dayanağı laikliktir. Hukusal, siyasal ve ulusal birliğin de harcı gene laikliktir. Devletin dini olursa laiklik olmaz, o zaman da devlet olmaz. Dinleri devlet belirlemez. Dinler kurallarıyla bellidir, bilinmektedir. Kimse kendine göre din oluşturamaz. Kendine göre yaşar, o kadar. Kurtuluş ve kuruluşla övünemeyenlerin ılımlı dindarlıkla övünmeye kalkışmaları anlayış ve yaşam düzeylerinin göstergesidir. Cumhuriyet yıllarını “halkın değerlerine müdahale” diye göstermekten çekinmeyen yazarların at koşturduğu ülkede başka gariplikler de doğal karşılanacaktır. Yabancıların Kıbrıs oyunlarına ilgisiz kalan medyamızda bu çirkinlikleri övmeye çalışanlara da rastlanmaktadır. Çelişkiler yumağı gidek sıkmaktadır. Onaylama (ratifikasyon) işlemleri, halkoyu-referandum manevraları, oyalamalar kimin ne olduğunu ve ne yaptığını ortaya çıkaracaktır. 10 yıl o kadar başarılıdır ki zamanın Yunanistan Başbakanı Venizelos 12 Ocak 1934 günlü mektubuyla Nobel Barış ödülü için Atatürk’ü aday göstermiştir. Düşmanlığı unutup dostluğu yeğleyenler laik cumhuriyet karşıtlarını uyarmalıdır, utandırmalıdır.

Yarın ne olacak?

Giderek genelleşen bu soru güncelliğini koruyor. Toplumsal düzeyimizi gölgeleyen seçim kavgaları, öldürme ile sonuçlanan saldırılar, kapkaççılık, yanlış salıvermeler bir yana siyasetin solun aldığı sonuçlar CHP yönetiminin baskıcı, bencil, dar çerçeveli kadroculukla yürüttüğü tartışmalar yakınmaları yoğunlaştırıyor. Kürtçülerle işbirliğine girişenlerin aldığı sonuç ortada. Böyleleri gerçek Kemalist olamaz ki bu nedenle oy verilmemiş olsun. Kürtçüler, bölücüler, yıkıcılar tam kendilerinden olmayana, kullanamadıklarına günahlarını bile vermezler. Şeriatçılar da böyledir. Toplumun duyarlı olduğu konulara sırt çevirip dudak bükenlerin kürtçülere ve sıkmabaş-bohçabaş yanlılarına ödün niteliğinde yaklaşımları, yeni açılımları ne yaptığından ne yapacağı belli olmayan Kemal Derviş’e yönelmesi yanlıştır. CHP kendini, yönetimini yenilemeli, gülümsemesini, kucaklaşmasını bilmeli, gençleşmelidir. Tarihsel sorumluluk, CHP’yi önemli yükümlülüklerle başbaşa bırakmaktadır.

Önyargılı ve yanlı medya çelişkilerini sürdürüyor. Biri “CHP soldan uzaklaştığı için oy yitirdi” derken bir başkası “CHP merkeze yaklaşmadığı için oy yitirdi” diyor. Gerçekte CHP “ Ben Atatürk’ün kurduğu partiyim, ben devleti kuran partiyim, ben Atatürkçü partiyim” diyemediği, bu kimliğin güncel gereklerini yerine getiremediği için yitirdi. Yanlış tuşa basan yanlış yazar. Yanlış adaylar gösterdi, beklenen, özlenen açılımı gösteremedi. Söylemleri doyurmadı, çağrıları yankı bulmadı. Toplumsal sorunlara eğilip çözümler getiremedi. Daha neler neler...
Kıbrıs için “4. Annan Planı” medyanın Denktaş karşıtı katı, yanlı, Fogg çocuklarının önde olduğu habercilerce Türkiye’ye aktarılmakta, gerçekler açıklanmamakta, tersine hiç bir şey elde edilmemişken başarı söylentileriyle kamuoyu aldatılmaktadır. Yunanistan ve Rum yönetimi kesin AB ve ABD desteğinde bahanelerle süreyi doldurup sonucu Annan’a bırakacaklardır. Recep Tayyip ekibi de “veremi gösterip sıtmaya razı etmek” türünde, hakkımız olan bir iki küçük sorunu çözmekle “gitmişti de biz aldık” diyerek övüneceklerdir. Onlar zaten bizimdi. Bu arada gidenler gidecek, Annan Planı onay, referandum, Türkiye ve KKTC yönünden Batının oldu bittileridir. Üzücü ve yıkıcı dayatmalarıdır. Baştan beri yanlı yürütülen görüşmeler Girit olayının yinelenmesidir. Türkiye’nin çevrilmesi, kuşatılmasıdır, gelecekte Türkiye üzerindeki oyunların başlangıcıdır. Yanılmış olmayı isteriz. Tayyip ekibi önemli bir şey almadan verecek ve referanduma razı olup imzalayacaktır. Öymen, Arcayürek, Manisalı, Birgit, Gürel, Türker, Bila çabalarıyla unutulmayacak, Denktaş her zaman aranıp anılacak.

Ayıp

Başbakan basın danışmanının Cumhuriyet gazetesine gönderdiği gözdağı mektubuna yardakçı medyadan beklenen (!) tepki gelmedi. Basın özgürlüğünü kavrayış düzeyini açıklayan mektup demokrasinin geldiği aşamada ilginç bir olumsuz örnektir. Yapılanları ve yapılmak istenenleri gözardı edip tıpkı “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” sözünü anımsatırcasına Cumhuriyet gazetesi suçlanmakta, saldırı niteliğinde karalama ve kötüleme, sözde eleştiri ve yanıt adı altında genişletilip arttırılarak sürdürülmektedir. Diktacı anlayışın bu ölçüde savunulması düşündürücüdür. Karşı çıkması gereken bir çok kişi ve kuruluş uykudadır. Üniversiteler ilgisizdir. Meslek odaları tepkisizdir. Birkaç kalemin ve kuruluşun tepkisi demokrasi umudu için yeterli değildir.
Bu arada Saadet Partisi önceki Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın eski çıraklarını kusurlu bularak Ordu’yu göreve çağırması, aynı partinin şimdiki genel başkanının da Erbakan’a öykünüp asker çağrısına destek vermesi (Milliyet, 27-3-2004, s.18) gençlerin “Ordu Göreve” pankartı taşımasını eleştirenler için üzerinde durulması gereken bir örnektir. Ordu’nun görevi darbe değildir. Uyarı, öneri, dilek, tepki vs. türü hukuksal ve uygar belirtme ve istemler beklentisinin kötüye alınması Ordu için de onun daha etkin ve duyarlı davranmasını isteyenler için de amaçdışı davranış ve saptırmadır. Burada önemli olan, Erbakan’la Kutan’ın öncelikle yakındıkları ve rahatsızlıklarını belli ettikleri güçlere gereksinim duymaları, onları övmeleridir. Sorunların demokrasi içinde çözümlenmesini isteyenler Ordu’nun da kendi yapısı içinde etkin olacağı durumları düşünmüş olacaklardır. Hemen darbeyi ve hukukdışılığı düşünmek yanlıştır, yaygarası ve kışkırtıcılığı ayıptır.

Atatürkçüleri, ulusalcıları, emperyalizm karşıtı yurtseverleri suçlayan, kendi çukurlarında giderek kokuşan sapkınların, medya soytarılarının, iktidar uşaklarının kendi sıfatlarını, aşağılık niteliklerini başkalarına yükleyerek kalkıştıkları saldırılar artacaktır. “Başımız dönmeyecek” sözüne karşın şımarıklık ve azgınlık yeni sonuçlar getirecektir. Seçim sonuçlarını iktidarın getirisi olarak değil, AKP’nin başarısı olarak gösteren bilim değil kilim adamları iktidara övgüler yağdırıp, “devrimden ve seçmenin Kıbrıs ile AB için kesin yetki verdiğinden” söz edecekler. Seçimi yitirenler kazandıklarını ileri süreceklerdir. Çirkinlikler görülebilecektir. Sosyal devletin “Halkçı devlet” olduğunu bilmeyenler devletçiliğin ne zaman, ne için benimsendiğini, nasıl yorumlanıp uygulandığını unutanlar, bilgisizlik ürünü suçlamalarını, sözde eleştirilerini sürdürecekler, sapkınlar korosunun çığırtkanı, Sevrcilerin amigosu olmayı içine sindirenler terbiye dışı yazılarını patronların gülümseyişine, genel yayın müdürünün desteğine dayanarak sıralayacaktır. Halkın sorunları bunların umurunda değildir. Gerçekleri atlayıp ekonominin kağıt üzerindeki geçici, değişken, yapay göstergelerini, rakam oyunlarını abartıp olumsuzluklara gerekçe arayacaklardır. İç ve dış borçların artması, alım gücü yoksunluğu onları ilgilendirmemektedir. İşsizlik, iş yeri kapatmaları, suç olayları tasalandırmamaktadır. Seçimlerde başarılı olmayanlar ayrılma sözü vermelerine karşın yerlerinde oturacaklar, siyaset dolabı daha önce olduğu gibi dönecektir. Yanlışlıkları, yanılgıları, tutarsızlıklarıyla güven yitiren muhalefetin yarattığı boşluk daha belirginleşmiştir. Yepyeni bir yapılanma etkin, güçlü, yaygın ve çağdaş bir oluşum özlemi giderek büyümektedir.

İlkeli olmak onurdur. Seçilmek için parti değiştirmek yanlış bir tutumdur. Kanımca parti değiştirip kazanmak küçültür, değiştirmeyip yitirmek büyültür. Emin Çölaşan’la Bekir Coşkun’un anlamlı yazılarını anımsıyorum. Nelerden söz ediliyor, insan şaşırıyor. Dağıtılan yiyecek, giyecek, para, armağanlar (yılbaşı ve bayramlarda bir çok yere kimi yerlerden gönderilen armağanlar anlatılıyor)... Sorumluluğu izleyip saptayacak ve yaptırım uygulayacak kimselere kooperatif arsaları verilmesi, yakınları ve dostları adına kayıtlı, gerçekte yarısına yakını kendisinin büyük yapılar, büyük mağazalar, büyük ortaklıklar. Bizim acı gerçeklerimiz. Medyadaki dostlara ayrıcalıklı işlemler, kayırmalar, sus payları, destek rüşvetleri. Değişik seçim ve özellikle sayım olayları. Heryerle ilişki kurmak, yetkilileri ayarlamak... Liderlerin açıklamaları komediye benziyor, kimse kaybetmediyse ulus mu kaybetti?

Kimi amaçlılar için yinelemeyi yararlı buluyorum. Batıcı değil Batılıyız, Batıdan ayrılma yanlısı değiliz, ikilemleri ve eşitsizliği giderip Batıdaki yerimizi, onurlu, yaraşır konumumuza uygun biçimde almak çabasındayız. Batının yapısına değil tutumuna karşıyız. Ümmetçileri öven, destekleyen, önceleri unutup bugünü koşulsuz destekleyen, bugünkü iktidarla amaç, araç, çizgi birlikteliği kuşkusuz kişi ve kuruluşlara arka çıkan sözde ulusalcılardan da değiliz, gerçek Atatürkçü, gerçek ulusalcıyız.,

Not: Gerçekdışı yayınlarıyla kişiliğime saldıran Aydınlık dergisi açtığım dava sonunda bu ay içinde 2.5 milyar TL manevi tazminat ödemeye mahkum oldu. (31.03.2004)

(Ankara Asliye 29. Hukuk Mahkemesi’nin esas 2001/880 sayılı dosyası)

http://www.turksolu.com.tr/53/ozden53.htm

..


.

NE OLACAK..!






  NE OLACAK..!



  

Yekta Güngör Özden

22.03.2004/Sayı:52

Sık sık karşılaşılan, yanıt vermekte güçlük duyulan bir soru bu “Ne olacak?”. Kimileri de “Oyumuzu hangi partiye vereceğiz?” diyor. Siyasal iktidarın şeriat düzeninden vazgeçmediğini, değişmediğini gösteren güçlü ve somut belirtiler ortada. İmam hatip okullarının sınırı ders programına karşın genel liselerle bir tutularak üniversite kapılarının onlara açılması için öngörülen ayrıcalık, AİMH’nin gerekçesi yazılmakta olan kararına, AB ülkelerinin sıkı tutumuna karşın üniversitelerde sıkmabaş uygulaması ve YÖK Yasası konusunda olduğu gibi Kamu Yönetimi Temel Yasası ile Yerel Yönetimler Yasası tasarıları için diretme, önlenemez boyutlara getirilen kadrolaşma seçim söylemleriyle kanıtlanan olumsuzluklardan başlıcalarıdır. Şakşakçı basının abarttığı, kıyıda köşede kalmış kimi ilerici yazarların da kendi yönlerinden haklı olarak eleştirdikleri “Fişleme” olayına ilişkin Genelkurmay Başkanlığı açıklaması doyurucu olsa da sömürü, sataşma bahanesi özelliği süreceğe benzemektedir. Günümüz Başbakanının seçim alanlarında “Beraber yürüdük biz bu yolları” derken cezalandırıldığı dizeleri anımsatan inadı Niğde’nin Ulukışla ilçesinde “İktidarla elele 84 yıllık karanlığa son” yazılı taşıtlarla yansıyan içdünyalarını bir kez daha ele vermiştir. Cumhuriyetin ilanından önceki Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminden başlayıp günümüze kadar uzanan zamanı kapsayan yılları yadsıyanlar, karanlık olduğunu savlayanlar Osmanlı’nın son 150 yılının ne olduğunu, neler yitirdiğimizi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının gerçekleştirdiği tam bağımsızlık, Türk Devrimi ve yapı değişiklikleriyle neler kazandığımızı bilmeyen, anlamayan bağnazlar ve köktendinci bağımlılardır. Bunlar için bağımsızlığın, özgürlüğün, ulusal egemenliğin, çağdaşlaşmanın, devletin, cumhuriyetin, laikliğin, demokrasinin, ahlak ve adaletin önemi yoktur. İmamın itaat ilkeleridir. İmam isterse onur, namus, hiçbir şey düşünmeden buyruklarını yerine getirirler. Kişilikleri yoktur. Yetenekleri yoktur. Bilgileri yoktur. Karanlık, dikta görmediklerinden, köktendinci terörü uygun bulduklarından aydınlığın ayırdında değillerdir. Utanmaları da yoktur. Nankörlük, değerbilmezlik iliklerine işlemiştir. Atatürk’ün ve laikliğin sayesinde ezan dinleyip namaz kılmak olanağına kavuştuklarını unutmuşlardır. Dinsel yönden hiçbir zorunluluğu olmayan sıkmabaşın peşinden sürüklenmekte, karanlıktan medet ummakta, dinsel söylemlerle oy peşinde koşmaktadırlar. Asıl bunların tutumu dine zarar, dindarlara saygısızlıktır. Ne yazık ki muhalefet partilerinden biri de “Başörtüsünü çözmekten korktular. Bu bizim meselemiz olsun” diyerek gericilikle milliyetçiliği birleştirip oy istemektedirler. Sıkmabaşa hukuksal güvence isteyen AKP milletvekili de çıkmıştır. Önceleri neler istediğini, nasıl sızma yolları önerdiği bilinen Fettullah Gülen’in askerlerimiz dinsizmiş gibi “Dindar asker isteriz” demesi gibi.



ZORUNLU AÇIKLAMA.,

Tutum ve davranışlarını uygun bulmadığım için ilişkimi kestiğim kimilerinin gerçekdışı anlatımlarını değişik çevrelerde yayarak karalama çabalarına karşı özet açıklamalarımı, yasal yanıt ve dava haklarımı saklı tutarak, aşağıda sıralıyorum:.

1.Kimseden beni çağırıp konuşturmalarını, radyo ve TV programları ile etkinliklere çıkarmalarını, yazı ve kitaplarımı yayımlamalarını, satmalarını istemedim. Yazılarımı isteyenlere gönderiyorum.

2.Kimseden ödünç almadım. Bedelini ödemediğim bir alımım yoktur. Veresiye yöntemi kullanmadım, krediye gerek duymadım. Ben ve iki çocuğum, ev, taşıt aracı ya da başka bir şey için kimseden parasal yardım almadık. Tersini söyleyenler onursuz ve yalancıdır. Para işlerini, parasal ilişkileri hiç sevmedim. Bizim adımıza kimse kimseye bir şey ödememiştir. Kimseye tek kuruşluk borcum-borcumuz yoktur.

3.Emekli olmadan önce kendi evimize taşındık. Lojmanda emekli olarak bir saniye bile oturmadım. Evimizde devletin toplu iğnesi bile yoktur.

4.Taşıt aracı tartışmaları benimle ilgili değil, koruma görevlileriyle ilgilidir. Bana, Başbakanlığın onayıyla verilen aracı bu onayı kaldırmadan ısrarla isteyip koruma görevlilerinin araçlarına karşılık tuttukları için son beş ayında hiç kullanmadan geri verdim. Görevlilere vermek istedikleri araç 20 yaşını geçtiği için alınmadı. Paramla sağladığım araç kullanılmaktadır. Yakıt ve onarımını da ben karşılıyorum.

5.Koruma görevlilerini geri çekmeleri için dilekçeyle başvurdum. Görevlilere güçlük çıkaran tutumdan kaçınmadılar ve başvuruma yanıt vermediler.

6.Hiçbir siyasal kuruluşa ve oluşumla ilgim yoktur. Bir üniversitede Anayasa Yargısı ve Türk Devrim Tarihi dersleri veriyorum. Hiçbir derneğin ve kurumun yönetiminde de değilim.

7.Eczacılık yapan bir kız yeğenimden başka yeğenim yoktur. Akrabalarım arasında ticaretle, örneğin sigortacılıkla uğraşan birisi de yoktur. Adımı kullanan, dostluğumu ve hemşehriliğimi yalanlarla süsleyip çıkar sağlayanlar olduğunda gerekli işlemleri yaparım.

8.Bu gazetede ya da başka bir organda kadrolu yazar ve çalışan değilim. Yalnız kendi yazımdan sorumluyum. Yurtsever, Atatürkçü gençleri desteklemeyi görev saydığım için yazıyorum. Herhangi bir ücret almıyorum. Yaşadıkça yurttaşlık görevimin gereğini yerine getireceğim. Baro kaydımı yenilemedim, avukatlık yapmıyorum. Şerefli ve namuslu insanlar yalan söylemezler, yalana olanak tanımaz ve destek olmazlar. Benden duyulmadıkça, bana bağlanan sözlerden, benden sorulup öğrenilmedikçe, doğrulanmadıkça bana yüklenen eylemlerden sorumlu olmam.


******


1921 Anayasası ile laik yaşama ilk adımını atan Türkiye’yi her alanda laikleştirmenin özgün günü olan 3 Mart (1924)’ta Öğretim Birliği Yasasını unutan Milli Eğitim Bakanı kendi takıntısını başkalarına yükleyerek konumuna yaraşırlığını tartışmaya açmıştır. Bir sendika başkanı eğitimde haremlik-selamlık uygulaması önermiş, yeni kürtçe kurslar terör örgütünü öven sloganlar atılarak açılmış, süslü medyanın büyük kesimi iktidarın hizmetine emrine girmiştir. Yazar Emin Çölaşan’ın “İzin(!)” notunun arkasındaki gerçek gerçek demokratları uyarmalıdır. Abdülhamit dönemini anımsatan, sıkıyönetim, 12 Eylül dönemlerinde bile rastlanması güç aykırılıklar, çirkinlikler yaşanmaktadır. İlerici bilinen-tanınan kimi yayın organları da değişik yöntemler uygulayarak ayrım yapmakta, iktidara yaranma çabalarına girmektedirler. Bilinen gerici, besleme, sözcü basın için ne söylenip yazılsa az gelir.

Günümüz iktidarı, dünkü iktidarın eseridir. Günümüz Başbakanı da anamuhalefet partisinin siyasete armağanıdır. Dokunulmazlık dosyaları dönem sonuna bırakılma, iktidar bildiğini okumayı sürdürmekte, AB ve ABD desteğinde yol almaktadır. Yasama organında sansür uygulayacak biçimde soru önergeleri geri çekilmekte, AB’ne girme hayaliyle yeni ödünler demeti, yeni Anayasa değişikliği hazırlığına yerleştirilmek istenmektedir. Kıbrıs’ta Denktaş’ın tümüyle çekilme olasılığını gündeme getiren dörtlü görüşmelere katılmama durumu bile iktidara yetmemektedir. Davos’ta Yunanistan’a bırakıldığı anlaşılan Kıbrıs için “Elden gelen yapıldı, başka çare yoktu, ancak bunu kurtarabildik” demenin ortamı oluşturulmaktadır. Daha da ötesi, Denktaş suçlanıp kusur ona yüklenerek rumlar sevindirilecektir. “Sus” uyarısı boşuna değildir.

Başbakanlık ve Milli Eğitim Müsteşarlarına TBMM Başbakanı’nın Danışmanı Kemal Öztürk eklenmiştir. Önceki yazıp söylediklerine direnen iki müsteşardan “O kitabı unuttum” diyerek ayrılan Öztürk’ün yazdıklarına göz atmakta yarar var. İktidarın ideolojisi, amacı, yöntemi, araçları bir bir ortaya dökülmekte, değişmenin olanaksızlığı, aldatma ve oyalamanın oyunları birbirine bağlanmaktadır. Böyle bir ortamda muhalefetteki partilerin dağınıklığı, ufuksuzluğu, ilkesizliği, tutum ve yöntem bozuklukları, boşlukları, birleşme ve dayanışma yetersizlikleri seçmenleri bıktırmış görünmektedir. Bencilliği, büyüklenmeyi, kişiselliği, slogan yarışını bırakmayı becerememişler, tembellikten, aymazlıktan, kazanmak için ilkelerinden ödün vermekten uzak kalamamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin değişik yönlerden, değişik nedenlerle karşıtlarıyla işbirliğini uygun bulanlar, umut olmaktan çıkmışlar, terör örgütü bayrakları, terörbaşını öven sloganlar arasında seçim söylevlerine sürdürmekte sakınca görmeyenler, terör eylemlerini kimi günleri ve olayları kullanarak büyük kentlere taşıyanların sesleriyle de kendilerine gelememişlerdir. Yerel seçimlerin özellikleri, adayların kişisel durumları, iktidar partisiyle ilişkilerinin ağırlığı, akçalı durumu güçlü olanların açılımları ve çalışmalarındaki genişleme sonuçları etkileyen kimi nedenlerdir. Partilerden çok adaylar öne çıkmaktadır. Ama kimi yerlerde de partisinin başka partilerle kurduğu ilişki yüzünden adaylar oy yitirebilmektedir. Bu seçimlerde bu etken büyük ölçüde geçerli olacaktır. Oyları bilinçle kullanmak, oy vermekten kaçınmamak demokrasiye katkının gereğidir. Verilmeyen, kullanılmayan oylar, istenmeyen partiye ve adaya kazandırılmış sayılır. Siyasal iktidar Anayasa, Siyasal Partiler Yasası ve seçim yasaları değişiklikleriyle demokrasiyi gölgeleyen, sözde bırakan çarpıklıkları gidereceği yerde, AB ve ABD yönlendirmesinde ödünler vermeyi yeğlemektedir. Seçimler sonrasında inatçı ve kindar iktidarın dili uzayacak, olumsuzlukları dayatma gücü artacak, yasama organını etkilememesine karşın “Oylarımızı arttırdık” böbürlenmesiyle şimdikinden daha kötü durumlara kayacaktır. Seçimlerde yansıması beklenen sağduyu, iktidar zorlamaları, tehditleri ve sözverileriyle tehlikededir. Seçmenin sağgörüyle davranması güçtür. Sınırlamalar, kısıtlamalar, yoksunluklar, çelişkiler, aykırılıklar, olumsuzluklar, kötülükler artacaktır. “Görünen köy kılavuz istemez” sözündeki gerçek önümüzdedir. Başbayiliğinden söz edilen Başbakanın konuşmaları, Devrim Yasalarını, yargı kararlarını göz ardı etme alışkanlıkları, ileri boyutlara varabilecektir. Kuyruk olmayı içine sindiren kimi yazarların amaçlı yorum ve değerlendirmeleri, yıpratma çabaları iktidarı azdıracak, ne olursa olsun iniş ve çöküşleri de bu ölçüde hızlanıp ağır bir düşüşe dönüşecektir. Cübbeli, sarıklı, sakallı muhtar adayları, sıkmabaşlı afişler, üstü kapalı söylemler bu gidişin perdeleridir.

Sıkmabaşın özgürlük sorunu olduğunda direnen sömürücülerle sözcülerinin gülünecek yanılgıları belirgindir. Zincirin özgürlüğü savunulabilir mi? Ayrımcılık simgesi olduğu açıkken Oostlander’in laikliği suçlaması Tayyip yandaşlığı ve destekçiliğine bağlanabilir. Avusturya’da Haider’e karşı çıkanların AKP suskunluğu ibretliktir. Neredeyse AB üyesi krallıkları unuttukları gibi Türkiye’de cumhuriyete karşı çıkacaklar. Türkiye için Türk ulusunun sakıncalı olduğunu söyleyecekler. Dünyada müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerin hangisinde Türkiye’dekinden daha iyi yaşanan din var? Hangisinde daha çok özgürlük, demokrasi, insan hakları, hukuk, mutluluk Türkiye’dekinden daha fazla? Laikliğin, laik cumhuriyetin Türk toplumunu, Türkiye insanlarının nereden nereye getirdiğini bilmiyorlar mı? Öğrenmedilerse bu görevlerde nasıl bulunuyorlar? Türkiye’de laiklik olmasaydı, Anayasa’da yazılmasaydı neler olurdu, düşünebiliyorlar mı? Tarih bilmeyen, hiçbir şey bilmez, kendini de bilmez.

Çelişkiler-Çirkinlikler

Hindistan müslümanlarının yardımından artan parayı nasıl kullandığı, ulusu için yeniliklere nasıl örnek olduğu, neler kazandırdığı, varlıklarını ulusa nasıl armağan ettiği bilinen Atatürk’ü Abdülhamit’le, Recep Tayyip’le karşılaştırıp şimdiki başbakanın ticaret ilişkisini olağan göstermeye çalışanlar çıktı. İşsizlikle, üniversitelerin vereceği bursların engellenmesiyle, haksızlıklarla yolsuzluklarla ilgilenmeyen ısmarlamacı kalemlerin yavşaklık ve yalakalıkları tiksindiricidir. Utanma duygularını da yitirmiş görünmektedirler. Dokunulup değinilecek nice konu sahipsizdir. Enflasyon uyutmalarını doğrulamayan yaşam güçlükleri intiharlara, değişik suç olaylarına neden olurken, işçiler çıkarılır, işyerleri kapatılırken, yağma nitelikli özelleştirmeler sürdürülürken, kayırmalar ve ayrıcalıklar sırıtırken televizyon ve gazete kuşları iktidar şakşakçılığının en çirkin örneklerini vermektedirler. Onlar için herşey geçerli ve uygundur, Atatürkçü olmak, tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, insanlığı, hukuku, demokrasiyi, eşitliği, onuru, ahlakı ve adaleti savunmak, gençlere yardımcı olmak suçtur.

AB’ne sunulan raporda, Türkiye’de laikliğin ayrımcılık yaptığı, iyi uygulanmadığı eleştirisi, işkence savları onları asla ilgilendirmez. Irak’ta zar-zor imzalanan Geçici Anayasa’nın Türkmenleri dışlaması, ABD’nin PKK/Kongra-Gel’e ilişkin yandaşlık tüten ikilemleri onların umrunda değildir. Kıbrıs’ta Papadopulos’un herşeyi reddetmesinin onlara göre önemi yoktur. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi yeni ilgi odaklarıdır. Köktendinci yazarların dönüşlerindeki çelişki, öncesinin doğrultusunun bugüne uyarlanması üzerinde durulacak değer taşımamakta, Dünya Kadınlar Günü’nün sıkmabaşlılar korosunun ilahiler okuyarak kutlaması uyarıcı olmamaktadır.

Solculuğu sözde kalmış çelişkili ve güvenilmez kimilerinin “Solu birleştireceği” savsözü güçleri ve tutumlarıyla karşılaştırılınca gülünüp geçilmektedir. Bu arada köktendinci, gerici, tutucu, çıkarcıların dayanışması karşısında ilericilerin dağınıklığı, birbirlerine karşıtlığı, anlamsız ve sakıncalı özseverlikleri, tembellik ve hukuk tanımazlıkları tartışılmaktadır. Bu konuda kişilerden kaynaklanan sorunlar aşılmadıkça sağlıklı birliktelikler oluşamaz, sürüp giden dağınıklık ve bozuklukları yansıtan karşıtlıklar çözülmelerle yıkımlar getirir. Gericilerin düşünsel hiçbir gücü yokken onların değirmenine suyu taşıyan sözde ilericiler, sözde aydınlar, sözde Atatürkçülerdir. Demokratik kitle örgütlerinde şöyle ya da böyle biryerlere gelenlerin kimileri kendilerini dev aynasında görerek koltuğa yapışmakta, hiçbir yararı geçmemesine karşın kendi tutarsız anlatımlarıyla olmadık başarıları sıralayıp övünmekte, etiketi kullanarak dolaşmak, kendini kanıtlamak amacıyla yerini kimseye vermemek, yıllarca oturmak üzere her yola başvurabilmekte, üstelik bu gerici çabayı “demokratik” olarak niteleyebilmektedir.

Eğitim, Bilgi ve Ahlak

Birilerinin kaypaklığı, yüzsüzlüğü, kulisçiliği, klikçiliği, oyunları, yalanı, dedikoduları, ahlaksızlığı bir süre insanı bir yere taşıyabilir, iktidar yapabilir ama itibarlı yapamaz. Katıksız Atatürkçüler dışlanıp karışık adamlar öne çıkarılabilir. Yıllarca İsmet İnönü de oy alamadı. Alanlar ondan iyi mi idi? Tıpkı şimdi 84 yılı karanlık sayanlar gibi Atatürk’ün 15 altın yılının da içinde bulunduğu 27 yılı oy için karalayanlar olmadı mı? Sonu ne oldu? Hiç. Başbakan CHP’nin kökünü kötülerken kendi kökünün ne olduğunu söylüyor mu? Nereden ve nasıl geldiğini bilmeyen var mı? Kim olduğu unutuluyor mu? Köksüz de denilebilir, ne kökünden geldiği de söylenebilir ama niteliği ve düzeyi düşürmemek için bu tür tartışmalara, sataşmalara girişilmez.

Bir zamanlar “Hem laik hem müslüman olunmaz” diyen bunlar değil miydi? Şimdi laiklikten yana sözler etmeye çalışarak arayı kapatmak istiyorlar. Ama asla içtenlikli değiller. Laikliği savunan insanlara karşı tutumları, Eve Dönüş Yasası’yla bağışladıkları köktendinci ve etnik ayrımcı teröristlerinkinin tümüyle tersi. Teröristlere olanaklar, yardım ve katkılar, destekler; laikliği ve Atatürkçülüğü savunanları hedef gösterme çelişkileri. Gerçekçi olsalar, görünümleri gerçek olsa özür dileyip düşmanlık sayılacak tutumları bırakmaları gerekir.

Seçimler “Nabza göre şerbet” sakatlığını geçerli gösterme süreci oluyor. Demokrasi şöleni yapılması gereken ortamlar demokrasi çöplüğüne dönüyor. Uzun yıllar unutulan seçmenler beş yılda bir seçim nedeniyle anımsanıyor ama demokrasiyi yozlaştıran, oyları “Namus ve onur” sayma bilincinden uzaklaştıran yöntemler kullanılıyor. Sonuçta spor takımı tutar gibi hatır için parti tutulup o veriliyor. Bölgecilik, etnik dayanışma, partizanlık, tarikat, aşiret, ticaret ilişkisi, çıkar etkili olabiliyor. Sonuçta da olanlar demokrasiye, ulusa, ülkeye, bizlere, hepimize oluyor. Seçim bir sınav ve olanaktır. Demokrasinin en belirgin göstergesidir. Ona yaraşır olmak çabası gerçek yurttaşlığın ölçütüdür. Kimi parti sorumlularının köktendincilere, kimilerinin kürtçülük yapanlara, kimilerinin de mezhepçilik koşturanlara hoşgörünme çabalı gereksiz sözleri demokrasinin kötüye kullanılmasının örnekleridir. Bunlar kimseye yarar sağlamaz., kötülükler büyür o kadar. Demokratik kitle örgütleri de bağımsızlık ve yansızlıklarına gereken özeni göstermez, kimi kuvvetlerde söz ederek bir şey kazandırdığını anlatır, yönlendirmeye, etkilenmeye elverişli duruma düşerse bağımlı olur, güdümlü olur. İstenileni yapmak ya da yapmamak zorunda kalır. İlkeli, tutarlı olmak, gereksinimlerini kendisi karşılamak ekonomik gücüyle işlev özgünlüğüne uygun davranışları sürdürmek çekiciliği korumaktır. Kimi olaylara, oluşumlara, kimi yazarlara ve yazılanlara baktıkça umudu taşımak ve korumak güçleşiyor. Milli Görüşçülerin Milli Çözüm dergisinde yazılanlar günümüz iktidarının doğrultusunu açıklamaktadır. Başlangıçta ulusal çözülmeyi erek edinenler, şimdi karşıtlıkları nedeniyle yapılarını yeniliyorlar. Kimileri de bilinenleri antiemperyalist göstererek yeni ilişkilerle sahneye çıkıyorlar. Ümmetçilerin antiemperyalist olduğunu savunmak yanılgıdır. Bir ya da birkaç devlete belli nedenlerle karşı olmak geçici bir tavırdır. Antiemperyalist kişi, ilkede tüm sömürü, uluslararası tekelcilik, yayılmacılık ve dayatmacılığa, kapitalizmin oyunlarıyla oyuncularına karşıdır. Çizgi ve doğrultu değişikliği, yön ve yol düzenleme nitelikli açılımlar ilkelerden ödün kuşkusu yaratmaktadır.

Doğrulanan kuşkular Türkiye’mizin içine çekilmek istendiği karanlığın belirtilerle artmaktadır. TRT’deki görevden almalar ve atamalar, Çanakkale Belgeseli’ni “Ajans 1400” adına hazırlayan kimsenin yenilmez kahraman Mustafa Kemal’e yer vermemesi anlayışından vazgeçmediğini kanıtlamaktadır. Kadınlarımızı ikinci sınıf yurttaş sayan gerici anlayış ne yazık ki sürmektedir. Yıllar önce Türk Kadınlar Birliği avukatı olarak Danıştay 5. Daire’de 2’ye karşı 3 oyla “Kadınların kaymakam olamayacağına” ilişkin kararı aldığım zaman duyduğum üzüntüyü yeniden yaşıyorum. Kadın eli sıkınca abdesti bozulan, insanlığını unutan, başka şeyler düşünen insanın dindarlığına inanılır mı? Müslümanlığı bu kadar zayıf ve değişken göstermek doğru mu? Program değişiklikleri, dinsel içerikli yayınlar Türkiye genelinde amaçlı gidişin somutlaşmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın amacı, sonuçları, insan hakları, demokrasi, laiklik, hukuk devleti, Söylev, Anayasa konusunda bilinç dokuyan izlenceler belli günlere ve saatlere sıkıştırılarak geçiştiriliyor.

Karamanlis’in Karamanlı olduğu söylemleri vurgulanırken Papadopulos’un Akritas Kıyım Planı yapımcılarından olduğu gözardı edilmektedir. Karmakarışık, dolaşık gidiş kimilerinin işine gelmektedir. İstanbul’daki terör olaylarından sonra Madrid’deki olay da köktendincilerin herşeyi göze alabilecekleri konusunda yeterli sayılmamıştır. Gerici basın hızla, Silahlı Kuvvetlere, yargıya saldırılarını sürdürmektedir. Olaylar, yıllarca koşullandırmanın, kışkırtmanın, dolaylı ve açık eğitimin sonucudur. Suça özendirenler konusunda ciddi hiçbir işlem, güven verici hiçbir yaklaşımın tanığı değiliz. İlerici geçinip asılsız suçlamalarda bulananlar yargı kararıyla sorumlu bulunduklarında özür dilemeyi bilmeyecek ölçüde katılık içindeler. Hakların özgürlüklerin inançların en sağlıklı güvencesi laikliği savunurken bize “Jakoben, 1930’larda kalmış baskıcılar, laikçiler, laikperestler” diye saldıranlar İspanya olaylarıyla acaba uyanmışlar mıdır? Vicdanlarının sesine kulak vermişler midir? Kendilerine yakınlarına yönelik bir saldırı olsaydı ne yaparlardı? Bu soruları akıllarıyla yanıtlamayanlardan hiçbir şey beklenemez.

50 yılı aşan demokrasi deneyimimiz umduklarımızı, özlediklerimizi getirmedi. Rusya Stalin’den, Almanya Hitler’den, Fransa Peten’den, Portekiz Salazar’dan, İspanya Franko’dan, İtalya Mussolini’den, Yugoslavya Tito’dan, Romanya Çavuşesku’dan, daha başkaları kendi diktatörlerinden kurtuldu, AB’ye katılıyorlar. 1930’ların en iyi cumhuriyetlerinin başında gelen Türkiye bekletiliyor, oyalanıyor. Demokrasiyle diktatörlükler, laikliğiyle dinci rejimler için kötü örnek olan Türkiye’yi AB yetkilileri bir türlü benimseyemiyor. İçimizdeki yalvar-yakarcıların, verkurtulcuların ödüncü yaklaşımları değerimiz konusunda kuşku yarattı. Eşitliği, hukuku ve onuru düşünmeyip kendilerini düşünenler sorumludur.

Çok kimse işin kolayına kaçıyor. Açıkça, doğrudan tavır koyamayanlar, çekinenler, kaçınanlar başkalarını kullanarak dolaylı yollarla etkili olmaya ya da kimi olumsuzlukları böylece önlemeye çalışıyor. Seslerini böylece duyurmayı uygun buluyorlar. Görevlerinin gereğini, beklenenleri yapamayanlar başkalarını öne çıkararak “Biz de varız, işte böyle yaptırırız” türü yolları deniyorlar. Minder dışı, kaçak güreş. Başkalarının üzerinde ya da başkalarını konuşturmak kurnazlığı işe yaramaz. Diyeceğini başkasının eline tutuşturmakla, başkasının yazdığını okumak birdir, marifet değildir. Yürekli olmak gerekir. Sakıncalı ise kalkışma, değilse kendin yaz, kendin oku. Halka doğruları anlatarak benimsetmeyi beceremeyenler nerede olurlarsa olsunlar başarılı olamazlar.

Yerel seçimlere rahatsız eden gürültüler, kimi Bakanların seçmenleri tehdidi, kimi belediyelerin tapu, kiminin de su parası borçlarını silmesi gibi seçim rüşvetleriyle giriliyor. Adayların çokluğu “Ne var bu işte?” dedirtecek ölçüde. Ama kimsenin Kıbrıs’a ilgili dörtlü zirveye katılmayacağını açıklayan Denktaş’ın neleri vurgulamak istediğine ilişkin sorunu yok. Tayyip Erdoğan’ın “Önemsenecek konu değil” sözleriyle küçümsenip dudak bükülecek bir olay değil. Kıbrıs’ı, sorunlarını, tarihiyle ve özellikleriyle Denktaş’tan daha iyi bildiklerini, daha çok sevdiklerini asla ileri süremeyecek kimilerinin Denktaş’ı suçlayıp dışlama çabaları bağışlanacak bir aymazlık değil.

Sevenler herşeyi düşünerek oy vermeli, Kıbrıs’ı da asla gözardı etmemeli. Yalnız bu mu? Yine Recep Tayyip’in koşullandırma eğitimi girişiminin bozulmasına katlanamayıp “... top bir döner, iki döner, üçüncüde gol olur” sözleriyle Milli Eğitim Bakanlığı’nın Ders Kitapları Yönetmeliği’nde yaptığı değişiklik birlikte değerlendirilmelidir. Okullara tarikat ürünlerinin girmesine kolaylık sağlayacak yeni düzenleme laik cumhuriyet yönünden sakıncalara açıktır. Tanımı yapılmamış “Toplumun ortak değerleri” bugüne değin olduğu gibi Türk-İslam Sentezi doğrultusunda “milliyetçi-muhafazakar” ve “milli-manevi değerler” söylemleriyle gelişen gericiliği anımsatmaktadır. Hıristiyan dininden olduğu için spor merkezinden çıkarılıp giriş kartı geçersiz sayılan bayanın da durumu gözetilirse değişmenin, laikliği anlamanın, modern ve demokrat olmanın gerçekleri yansıtmadığında duraksanamaz. İnanç sömürüsü yaptıklarını açıklayarak geçmişindeki kara bölümü aklatmaya çalışan Recep Tayyip’in sözlerine inanıp güvenmenin güçlüğü ortadadır. YÖK’le uzlaşmanın diretmelerle olanaksız kalması da gerçek amaçlarının oyalama ve aldatmalarla gizlenip ertelenerek yürürlükte tutulduğunu göstermektedir.

Pakistan Cumhurbaşkanı’nın, Suriye Cumhurbaşkanı’nın eşlerinden sora ikinci kez Türkiye’ye gelen Ürdün Kralının eşi de çağdaş görünümüyle anlamlı bir örnek oluşturuyordu. Kral’ın tutucuların kutsal kitaplara aykırı düşen tutumlarına ilişkin sözleriyle birlikte değerlendirilince Kraliçenin açık başının bizdeki inatçıları utandırması, hiç olmazsa düşündürmesi gerekir. Seçmenlerimiz inanç sömürüsü yaparak yönetimi ele geçirenlerin inatlarıyla nerelere gidebileceğimizi kestirmeye çalışmalı oylarının değerini bilmelidir. İş işten geçince yakınmanın yararı olsaydı “Son pişmanlık fayda etmez” sözü kullanılmazdı.

İktidar birşeyleri çok kötü yaptı. Muhalefet anımsanacak olumlu bir şey yapamadı. Kötülüklerden neyi düzeltti, neyi geri çevirdi, neyi önledi, neyi seslendirdi, hangi birlikteliği sağladı? Kimleri uyardı? Kimlere yardımcı oldu? Kimlerle ilgilendi? Anamuvafakat partisi görünümünden kurtulamayıp seçim atışmalarıyla ilgi toplanamaz. Seçim kazanmak için her yolu, her yöntemi geçerli sayan çağdışı anlayış tüm hızıyla hiçbirşeye aldırmadan sürüyor. İktidar ve muhalefet hiç fark etmiyor. Seçmen bıkkın ve şaşkın. Yeni çalışma yerlerinin açılışında konuk olarak bulunan önceki genel başkanlarını övgüyle kutlayacak yerde katkısına karşı çıkacak yönde hırçınlaşan partizanlar, militanlar duyuluyor. Kuruluşlarına bağlılıkları rozetle sınırlı olan sözde üyelerin varlığı en zararlı yığınaktır. Gençliğe, yenilenmeye, atılımlara, devingenliğe kapılarını kapamış bir yapı er-geç yıkılır. Yapılanları yadsımak değil, üstüne birşeyler eklemek başarıdır. Gelecekte düzenlenecek çizelge kimlerin ne olup olmadığını belgeler.

Ulusal dayanışma, toplumsal barışla sağlanır. Ulusal birliği yıkmak isteyenlere karşı kendi içinde birlik sağlayarak ilk yanıtı veremeyenlerin, karalama ve kavga yanlılarıyla birlikteliği kendi çıkarları için sürdürenlerin, yurttaşlık görevlerini ve tüzüksel yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin göstermelik toplantıları, kimseyi kandıramaz ve birşeye yaramaz. Siyasal güç sağlamadıkça, böyle bir oluşumu amaçlamadıkça hiçbir etkisi olamaz. Zaman yitirilir, o kadar.

Çanakkale savaşlarını anımsamak, Atatürk’ün “Topraklarımızda yatanlar bizim evladımız olmuşlardır” sözündeki yüceliği, insanlık anlamını kavramak günümüz için büyük derstir.

Ülkemizin, yurdu kurtarıp laik Türkiye Cumhuriyetini kuranların, birbirimizin değerini bilelim. Demokrasi siyasal bir oyun değil, çağdaş topluma yaraşan yönetim biçimidir, yaşama biçimidir. Devlette, özel kesimde gereklerine özenle uyarak yaşatıp koruyalım.


http://www.turksolu.com.tr/52/ozden52.htm



..

29 Temmuz 2015 Çarşamba

İNÖNÜ ÇOK PARTİLİ DEMOKRATİK DÜZENİ NASIL KURDU?



İNÖNÜ ÇOK PARTİLİ DEMOKRATİK DÜZENİ NASIL KURDU?




Bu yazı serisine başlarken şunu açıkça beyan etmek isteriz ki; günümüzde Çağdaş Demokrasinin en tabii hali olan çoğunlukçu demokratik düzenin kuruluşunun hikâyesi hayli enteresandır. Bu konunun en az bilinen yönü; zamanın Milli Şefi olarak adlandırılan İsmet İnönü’nün oynadığı roldür. Biz birkaç bölüm devam edecek bu yazı serisi içinde bu dönüşün baş mimarı İnönü’nün rolünü anlatmaya çalışacağız.
Atatürk gibi İnönü’de “Demokrasi” idealine belki genç bir subayken sahip olmuştu, ancak uygulama imkânına yavaş yavaş sahip oluyorlardı. Bu yolda ilerlerken de hiçbir zaman Orduyu kullanmak akıllarından geçmedi. Orduyu siyaset dışında tutarken siyasi yaşamın temel direği olarak partilerine güvendiler. Hatta Serbest Fırka olayında olduğu gibi Atatürk’ten tarafsız kalması istendiğinde, Atatürk hiç bir zaman “Ordu’nun başına geçerim” gibi bir söz kullanmamış fakat “o zaman bende partimin başına geçer öyle mücadele ederim” sözleriyle kriz anında tek çözüm kaynağının siyasi parti olacağını açıkça ortaya koymuştur. Atatürk’ün kendisinden sonraki döneme “siyaset dışı kalmayı benimsemiş” bir Ordu devredişi, onun dikkati çekmeyen, ancak demokratik yaşama geçiş döneminde üzerinde durulması gereken en önemli miraslarından biridir.[1]

Rauf Orbay’ın anılarında Cumhurbaşkanı seçildikten sonra İnönü’nün kendisine bir parti kurmayı teklif ettiğini ve Rauf Bey’in “Oh! Beyim siz yine Cumhur reisi ve biz yine muhalefette boğuşacağız” mealinde bir ifadeyle reddettiği belirtilmektedir. Tamamen Atatürk’ün izinden giden İnönü, yaşının 60’a dayandığı bir dönemde, ülkesini “çağdaş demokratik düzen”e bir kademe daha yaklaştıracak büyük adımı atmaya hazırlanıyordu. İnönü bu adımın da Atatürk’ün amacı olduğunu 10 Kasım 1962 tarihinde yaptığı bir radyo konuşmasında şu sözlerle ifade etmektedir:
“Eğer sağlığı müsaade etseydi, belki de İkinci Dünya savaşından önce bile, gene bizzat Atatürk, eserini tamamlayacaktı. Çünkü Atatürk temel kanaatte Cumhuriyetin ve millet hâkimiyetinin, iktidar ve muhalefet partileri rejiminde olacağına yürekten inanmaktaydı.”.[2]

“Demokratik rejim, Atatürk idaresinin amacı olmuştur. Atatürk idaresi demokratik rejimi hazırlama devridir,”[3]

İsmet Paşa’nın Demokrasi konusundaki görüşleri de şöyledir:
“Demokratik yönetim insanlık yönetimidir. Biz bu yönetimi bütün çizgileri ile getireceğiz, geliştireceğiz. Demokratik kurumlarımız tamamdır. Bir eksiğimiz ikinci partidir. Bu işin tarihçesi şudur: Eğer İttihat Terakki, Hürriyet ve İtilaf Fırkası girişimini her ne pahasına olursa olsun anlayışla karşılayabilmiş olsaydı, iki parti geleneği ve eğitimi şimdi yerleşmiş olacaktı. Sonradan Hürriyet ve İtilaf Fırkası işbaşına geçti ve kör tutkuları onları hainliğe kadar götürdü. Cumhuriyet döneminde Terakkiperver Fırkasını bizim arkadaşlarımız kurdular. Şeyh Sait isyanı bizi korkuttuğu için, henüz yeni olan devrimi korumak için bu kaygıyla partiyi kapattık. Ama bu iyi bir şey olmamıştır. Onu koruyacaktık, hata ettik. Koruyabilseydik, şimdi bu gelenek de yerleşmiş olacaktı.
Bu eksiği tamamlayacağız. Bu kadar devrim yapmış olanlar, bunu da başaracaktır. Bu kuvveti ben kendimde görüyorum. Yalnız on yıllık bir emek ister. Osmanlı İmparatorluğundan ayrılan bütün uluslar Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar, hatta Araplar, Mısır becerir de Türkler yapamazlar mı? Böyle şey olur mu? Mutlaka bunu başaracağız. Baskı yönetimi kolaydır. Önemli olan demokrasiyi işletmektedir.İkinci partiyi koruyacağım, büyük partiye ezdirmeyeceğim. Bu parti Mecliste kurulacak orada kurulursa ona karşı da durumumuz aynı olacaktır.”[4]

1944–1945 yıllarına yaklaşırken Çankaya’daki akşam yemeklerine davet ettiği arkadaşları ile tartışırken ortaya koyduğu bu görüşler[5] İsmet Paşa’nın kesin kararlılığının belirtileridir. Bu akşam yemeklerine katılanların anlattıklarına göre, İsmet Paşa, bir parti kurulmasından yanadır ve çevresinde bunu kurabilecek adamlar aramaktadır. “Ekonomide bazı hükümetlerin, bazı kişileri zengin etmek için teşvik pirimi verdikleri gibi, İsmet Paşa’da parti kuracak olana bazı garantiler vermektedir”.[6]

Ahmet Şükrü Esmer İnönü’nün bu görüşlerini şu sözlerle teyit etmektedir.[7]
“Zorunlu demeyeceğim ama o günkü (1945 yılı) uluslararası şartlar İsmet Paşa’yı itti. İnönü zaten öteden beri çok partili hayatı kurmak kararındaydı. İnönü iktidara 1938’de geldi, fakat süratle savaşa doğru gidiliyordu. Savaş içinde çok partili bir hayat elverişli bir durum olmayacaktı. Onun için bekledi. Biz yerimizi demokrasiler cephesinde almıştık”.[8]

Suat Hayri Ürgüplüye göre “CHP içindeki büyük bir arkadaş grubu zamanın erken olduğunu öne sürüyorlar ve demokratik sisteme geçmek için İkinci Dünya Savaşının bitmesini ve memlekete sükûnet geldikten sonra bunun denemesinin yerinde olacağını telkin ediyorlardı. İnönü buna karşıydı. Ve enerjisiyle muhakkak bir an evvel demokratik hayata geçmeyi istiyordu”.[9]
Halk Partisi politikacılarının haklı olarak bazı endişeleri vardı. Onlar siyasi, sosyal, dini her türlü irticadan ürküyor, halkın isteği dışında yapılan bütün atılımların aleyhlerinde kullanılacağını tahmin ediyorlardı.
İsmet İnönü 19 Mayıs 1945’te yaptığı bir konuşmayla demokrasi ile ilgili tartışmalara yeni bir boyut kazandırmıştı.

“Memleketimizin siyasi idaresi Cumhuriyetle kurulan halk idaresinin her istikamette ilerlemeleri ve şartlarıyla gelişmeye devam edecektir. Harp zamanlarının ihtiyatlı tedbirlere lüzum gösteren darlıkları kalktıkça memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir. Büyük Meclisin şimdiye kadar parlak bir surette ispat ettiği hakikat halk idaresinin memleketi serbest düşüncelere ve hürriyet hayatına alıştırıp eriştirmesi ve geçmişte olan otoriter idarelerden daha kuvvetli olarak vatanda anarşiyi ve sözü ayağa düşürmeyi kaldırması olmuştur. Büyük Meclis az zaman içinde büyük inkılâplar geçirmiş bir memleketin sarsıntılara uğramadan, daha ziyade ilerlemesini temin edecektir”.[10]
Aynı günlerde İsmet İnönü’nün yakınlarında görülen ve ara seçimlerde memleketi Kocaeli’nden milletvekili seçilen hukuk profesörü Nihat Erim, o gece (19 Mayıs 1945) İnönü’nün görüşlerini şu şekilde ifade ettiğini söylemektedir.
“Bizim şimdiki sistemimiz baştaki şahsa dayanmaktadır. Bu türlü idareler ekseriya pek parlak başlar, hatta bir süre parlak devam eder. Fakat bunun sonu yoktur. Baştaki şahıs sahneden çekildiği zaman nasıl bir akıbetle karşılaşılacağı bilinemez. Tek parti rejimleri normal demokrasi usulleri ile idare şekline intikal edemedikleri, hiç değilse bu zaruri olan intikali tam zamanında yapamadıkları için yıkılmışlardır. Yıkıntının arasında da birçok zahmetlerle meydana getirilen bir eserin hepsi heba olmuştur. Memleketimizi böyle bir akıbetten korumalıyız. Ciddi ve esaslı murakabe ve muhalefet sistemlerine süratle geçmeliyiz”
“Ben ömrümü tek parti rejimi ile geçirebilirim. Ama sonunu düşünüyorum. Benden sonrasını düşünüyorum. Bu sebepten vakit geçirmeden işe girişmeliyiz”[11]
Aynı günlerde Mecliste ünlü “Toprak Kanunu” tartışılıyor (4–18 Mayıs 1945) ve parti içi muhalefet şekilleniyordu. 7 Haziran’da verilen dörtlü takrir nedeniyle 11 Haziran günü CHP Genel İdare Kurulu önemli bir toplantı yapıyordu. Bu toplantıda İnönü arkadaşlarını dinledikten sonra görüşünü şu sözlerle belirtti:
“Bunu parti içinde yapmasınlar. Çıksınlar, karşımıza geçsinler, teşkilatlarını da kursunlar ve ayrı bir parti olacak mücadeleye girişsinler”.[12]
1940’ların ortalarında İnönü’nün arzusunun uzun zamandan beri rejimin daha liberalleşmesi olduğu biliniyordu. Dörtlü takriri veren milletvekillerinin İnönü’nün bu görüşlerini bilmediklerini iddia etmek ve İnönü’nün desteğini hesaba katmadan tamamen kendi insiyatifleri ile “büyük çıkışı” başlattıklarını söylemek inandırıcı olamayacaktır. İsmet Paşa “mini muhalefet”in niyetini anlamıştı, onları itmek, teşvik etmek ve kanat germek istiyordu. Muhalefet partisini Celal Bayar gibi tecrübeli bir arkadaşın kurması onun bir hayali idi. Bu konuda, o tarihte CHP Grubu Başkanvekili olan Kazım Özalp’in ilginç anıları vardır. Özalp (Paşa) hem İnönü’nün, hem de Bayar’ın yakın ve eski bir arkadaşı idi. İnönü kendisine defalarca Bayar’ın muhalefet partisini kurmasını arzuladığını bildirmiş, bunu Bayar’a duyurmasını talep etmiştir. Bayar her defasında kendisinin mazur görülmesini istemiş, böyle bir hareketi düşünmediği cevabını vermiştir. İnönü ısrarından vazgeçmemiş ve sık sık Özalp’a Ne oldu? Yapacak mı? sorusunu sormuştur.[1]

Aynı günlerde İnönü’nün kararlılığını öğrenen Saffet Arıkan, Recep Peker, Mümtaz Ökmen, Şemsettin Günaltay gibi aslar kendisine Paşam bu izni verirseniz sizin için öyle şeyler söylerler, öyle hakaretler yağdırırlar, öyle iftiralar atarlar ki dayanamazsınız, vazgeçiniz” dediklerinde İsmet Paşa “dayanırım” cevabını verecek[2] ve yeni bir parti kurulması çalışmalarını dikkatle izleyecektir.

Suat Hayri Ürgüplü Bayar’ın istifası üzerine yapılan durum değerlendirmesi sırasında, İnönü’nün kendisine “Ürgüplü, sen parti reisliği yaptın, bu kadar parti içindesin, partinin, senin kanaatiniz nedir?” diye sorduğu zaman “Bayar’ı iyi tanımadığını ancak behemehâl bir parti kuracağı” cevabını verince, İnönü kendi görüşlerini şöyle açıklar:
Sayın Bayar parti kuracaktır, bu memleket için hayırlı olacaktır. Müstakil grup yerine müstakil bir partiyle karşı karşıya kalacağız. Şimdi buna çalışmalısınız, hazırlığınızı yapın.[3]

Celal Bayar’ın o dönemle ilgili anıları da şöyledir:
“Saraçoğlu Şükrü’nün Başvekilliğinin ilk günlerinde İsmet Paşa beni köşke davet etti. İçerde havuzlu bölümde beni kabul etti. Yanında biri Yakup Kadri Bey olmak üzere bir kaç kişi vardı. Beni ilgilendirmeyen bir konuda biraz konuştular. İsmet paşa elimden tutarak;
– Size söyleyeceklerim var…. dedi iç hole götürdü. Orada bana:
– Sizinle beraber çalışacağız, arkadaşımız olacaksınız dedi. Ben olumlu, olumsuz karşılık vermeden yüzüne baktım, vedalaşarak ayrıldım. Birkaç gün sonra Şükrü Saraçoğlu davet etti. Bana grup başkanvekilliğini teklif etti. Düşünmek için mühlet istedim. İki gün sonra Refik Şevket İnce ziyaretime gelerek bu tekliften bahsetti ve kabul etmemi istedi. Hâlbuki ben hükümetin gidişini beğenmiyordum. Grup başkanvekili olmak beğenmediğim politikayı gruba hazmettirmek işini omuzuma almaktı.
– Müstakil Grup Başkanvekilliğini kabul ederim dedim.
Saraçoğlu’nun teklifini kabul etmediğimi İsmet Paşa’ya söylemem gerekir diye düşündüm. Randevu alarak köşke gittim ve çalışamayacağımı söylediğim zaman Paşa,
– Saraçoğlu çok üzülecek, dedi
Birkaç zaman sonra İstanbul’a gittim. Beni Harbiye’de bir eve götürdüler. Orada Topçu İhsan, Cafer Tayyar Paşa, Hasan Rıza Bey vardı. Tanımadığım birkaç kişi de bulunuyordu. Bir parti kurmak lazım geldiğini söylüyorlar, beni bu işe teşvik ediyorlardı. İzmir’e gittim, orada da halkın eğilimlerini yansıttıklarına inandığım kimseler aynı yolda teşvikler yaptılar.”[4]

İnönü çoğunlukçu demokratik düzene geçişi hızlandıran en önemli konuşmalarından birini 1 Kasım 1945’te Meclis’in açılışı sırasında yaparak Celal Bayar ve arkadaşlarına en büyük desteği verdi.
Her manasıyla bir ortaçağ kurumu olan imparatorluktan modern, medeni ve bütün insanlık prensiplerini temel tutan bir Cumhuriyet doğmuştur. Devletin karakterinin, bu kadar büyük değişiklikleri meydana getirebilmek için devrimci olması zaruridir. İlk devirlerde fesin yerine şapkanın giyilmesini, devletin laik bir Cumhuriyet olmasını ve Latin harflerini, bütün bunları açık ve uzun bir tartışma ile kabul ettirmemizi insaflı hiç kimse bekleyemezdi. Türkiye’de demokrasi usullerinin geçmişe ait hesapları yapılırken bütün büyük devrimlerin 1923’ten 1939’a kadar meydana geldiği ve altı seneden beri de bir Cihan harbi içinde bulunduğumuz unutulmamalıdır.

Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır. Bu yolda memlekette geçmiş tecrübeler vardır. Hatta iktidarda bulunanlar tarafından teşvik olunarak teşebbüse girişilmiştir. İki defa memlekette çıkan tepkiler karşısında teşebbüsün muvaffak olamaması bir talihsizliktir. Fakat memleketin ihtiyaçları şevkiyle hürriyet ve demokrasi savaşının tabii işlemesi sayesinde başka siyasi partinin de kurulması mümkün olacaktır.
Tek dereceli olmasını dilediğimiz 1947 seçiminde milletin çoklukla vereceği oylar gelecek iktidarı tayin edecektir. O zamana kadar bir karşı partinin kendiliğinden kurulup kurulamayacağını ve kurulursa bunun Meclis içinde mi, dışında mı ilk şeklini göstereceğini bilemeyiz. Şunu biliriz ki, bir siyasi kurul içinde prensipte ve yürütmede arkadaşlarına taraftar olmayanların hizip şeklinde çalışmalarından fazla, bunların kanaatleri ve programları ile açıktan durum almaları, siyasi hayatımızın gelişmesi için daha yapıcı bir tutumdur.”[5]

Asım Us; o dönemdeki izlenimlerini şu sözlerle özetlemektedir:
“Öyle anlaşılıyor ki, dörtlü takrir parti Grubuna verildiği zaman, İsmet İnönü bunların fikri ayrılıklarını görmüş ve kendilerini bir karşı parti yapmaya mecbur edecek vaziyet almıştır. Partiden çıkarılmaları bunun neticesidir. İsmet İnönü, bir karşı parti teşkilinin demokrasinin gelişmesi bakımından zaruri olduğuna kani bulunduğu için, Demokrat Parti’nin kurulmasına yardım edecek (gibi) görünüyordu.”[6]

Bu arada CHP’nin sesi durumunda olan Ulus gazetesinde Falih Rıfkı Atay:
“Siz de partinizi kurunuz, programınızı yapınız, açık, belli fikirlerle meydana atılınız. Demokrasi memleketin ve milletin hayrını kendi düşündüklerinde gören partiler arasında bir savaşmadır.”[7] ve “Partiler kurulmak isteniyorsa da olmaz mı diyoruz? Partiler kurulmuştur da seçime katılmaktan mı menediyoruz” gibi yazılarla muhalefeti teşvik ediyordu.

1 Aralık 1945’te Bayar’ın yeni bir parti kuracağı açıklandı.[1] Bunun üzerine Hüseyin Cahit Yalçın “Demokrasinin gerçekleşmesi için en az iki partinin bulunması gerektiğini, (ikinci parti) için de en iyi çarenin mevcut fırka içinden, bazı şahısların ayrılarak, esas programda aynı görüşte kalmakla beraber, bir kontrol partisi vücuda getirmeleri olacağını söylemiş ve bunun çok faydasının görüleceğine inanmıştık. İşte şimdi bu yeni partiyi biz böyle bir kontrol partisi mahiyetinde görüyoruz”[2] sözleriyle yeni partiyi desteklerken, F.R. Atay’da Ulus’un 3 Aralık 1945 tarihli sayısında “Yeni Bir Muhalefet Partisi” başlığı altında yazdığı bir yazı ile tabiatıyla İsmet İnönü’nün onayı altında Celal Bayar’ı şu sözlerle teşvik ediyordu:

“Celal Bayar’ın Kemalizm davasına ve Türk devrim geleneklerine uygun bir muhalefet partisi kurmaya ve işletmeye muvaffak olmasını bizde en aşağı kendisi ve arkadaşları kadar dilemekteyiz. Celal Bayar bizim partimizde fazileti, dürüstlüğü ve ülkücülüğü ile şöhret kazanmıştır. Karşımızda bu vasıfta bir liderin muhalefet partisini kurmasından memnun olmamak imkânı var mıdır?”[3]
3 Aralık 1945’te CHP’den istifa eden Bayar’ı 4 Aralık günü yemeğe davet eden İsmet Paşa kendisi ile yeni parti kuruluşu, ana ilkeleri konusunda bir görüşme yapmıştır. Bu arada Bayar, yeni partinin rozeti ve programını da yanında götürmüştü. İnönü programı okuduktan sonra şu soruları sordu:

– “Terakkiperverlerde olduğu gibi, “İtikadı diniyeye riayetkârız diye bir madde var mı?”

Celal Bayar,
– Hayır Paşam. Laikliğin dinsizlik olmadığı var, cevabını verdi.
– Ziyanı yok. Köy Enstitüleriyle, İlkokul seferberliğiyle uğraşacak mısınız?
– Hayır
– Dış Politikada ayrılık var mı?
– Yok
– O halde tamam”[4]

Refik Şevket İnce’nin “Günlüğü”nde belirttiğine göre Celal Bayar, İnönü ile üç saat görüşmüş, İnönü kendisinin kuşkulandığı her şeyi sormuş. Celal Bayar fikirlerini söylemiş. Hepsine memnuniyetini göstermekle beraber;
“Çalışınız sizi ezdirmem” demiştir.[5]

Celal Bayar’da daha sonra bu görüşme ile ilgili olarak “Halk Partisinin sayın lideri İsmet İnönü Türkiye’de demokrasinin kurulmasını samimiyetle istiyordu” diyecektir.[6]

İnönü 75.doğum yıldönümünde Akis dergisinin kendisi ile yaptığı görüşme sırasında bu görüşme ile ilgili olarak şu sözleri söylemiştir:
“Sayın Celal Bayar hazırlamış olduğu Demokrat Parti Programını bana getirmek nezaketinde bulunduğu zaman, kendisi ile partisi hakkında ilk görüşmemiz oldu. Hiçbir zata, bir parti teşkil etme teklifinde bulunmadım”.[7]

İsmet Paşa Cumhuriyet’in kurucusu eski arkadaşlarından da o yıllarda şikâyetçidir ve şikâyetini şu sözlerle dile getirmektedir.
“Rauf Bey (Orbay) milletvekilliğini geri çevirir, elçilik önerilir, kabul etmez. Celal Bayar’a görev önerilir, geri çevirir. Mareşal geri çevirir. Neden? Biz ülkeye kötülük mü yapıyoruz? İhanet mi ediyoruz?”.[8]


Bütün bu olaylar bir ay sonra (7 Ocak 1946)’da kurulmuş olan Demokrat Parti’nin adım adım, her safhada İsmet Paşa’nın hoşgörüsü, izni, teşvik ve desteği ile kurulmuş olduğunu göstermektedir.[9]

İsmet Paşa Sovyetler Birliği ile siyasi gerginliğin artan bir tempo ile geliştiği bir dönemde ne bir “sol” ne de geriye dönüş özlemi ile yanan bir “sağ” muhalefeti göze alamazdı. Tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi muhalefet kendi güvendiği kişilerin kontrolünde kurulmalıydı. Bu nedenle Celal Bayar olabildiğince desteklenecekti:
Celal Bayar’ın “İnönü, ben Adnan Menderes ve arkadaşlarımızın kurduğu Demokrat Partide demokrasinin kurulmasını samimiyetle istemiştir”[10] şeklindeki açık ifadelerine rağmen mili mücadele döneminin ünlü ismi Ahmet Ağaoğlu Bey’in oğlu Samet Ağaoğlu’nun bu konudaki görüşleri tamamen olumsuzdur.

Mesela ben ve benim gibi bu partide sorumluluk yüklenmiş kimselerin büyük çoğunluğu İsmet Paşa’nın demokrasinin kurulmasını samimiyetle istediğine inanmamıştık. O kadar inanmamıştık ki, 10 yıl boyunca ileri sürdüğümüz belli başlı sloganlardan biri de “İnönü ile demokrasi kurulmaz” sözü oldu. Biz İsmet Paşa’yı hep demokrasi aleyhinde olarak kabul ettik, ona ve partisine hep bu silahla hücum ettik. Ben bugün de aynı inançtayım (1972). İnönü hiçbir zaman demokrasi kavramına samimiyetle bağlı olmamıştır”.[11]

Muhalefetin oluşmasında farklı görüşte olanlar da vardır. Bunlardan Hikmet Özdemir’in görüşleri şöyledir.[12]

“Gerçekte, İkinci Dünya Savaşı boyunca çektiği sıkıntıyı, karaborsayı, Milli Şef İsmet İnönü’ye ve CHP’ye bağlayan halk, bütün bunların sorumlusu diye gösterilen adamı ve bürokrasisini iktidardan uzaklaştırmak için uygun ortamı beklemiştir. Kaldı ki, DP’nin doğuşunu ve gelişmesini hazırlayan, programları ve önderlerinin söylevlerinden çok, halkın içinde tek parti rejimine karşı kendiliğinden gelişen muhalefet olmuştur. Nitekim DP önderlerinin 1946’ya kadar uzun süren bir muhalefetle, gazete çıkararak, örgütlenerek, tutuklanıp hapse girerek ün yapmış politikacılar olmadıkları bilinmektedir. 1945 ortasında Mecliste muhalif tutum ve harekete başlayanların, 1946’da kitlelerin önderi haline gelmeleri, dikkatle üzerinde durulması gereken bir olgudur”.[13]

1946 yılı başlarından itibaren DP teşkilatlanmaya başlarken İnönü, muhalefetin elinden bazı kozları almak ve partisine daha liberal bir biçim vermek için 25 Nisan’da yayınladığı bir bildiri ile CHP kurultayını 10–11 Mayısta olağanüstü bir toplantıya çağırıyordu. Bu kurultayda önemli kararlar alınmıştır. Bizzat İnönü’nün önerisiyle, kendisinin “Değişmez Başkan” sıfatı kaldırılmış, sınıf esasına göre dernekler kurulabileceği kabul edilmiş ve Türk tarihinde ilk defa olarak tek dereceli seçim sistemi kabul edilerek artık önemi kalmamış olan, parti içi muhalefet örgütü “Müstakil Grup”ta lağvedilmiştir, Bunun yanında 1947 yılında yapılması gereken genel seçimlerin 21 Temmuz 1946 tarihinde (2 ay kadar sonra) yapılması uygun görülmüştür.[14]

Ünlü 1946 seçimleri bu havada baskın şeklinde ve DP daha yurt çapındaki örgütlenmesini tamamlayamadan yapıldı. “46” seçimleri olarak anılacak bu seçim tartışmalı sonuçlarına rağmen Türkiye’de “tek dereceli” ve “çok partili” olarak yapılan ilk seçimdir. Seçim sonunda 403 CHP’li, 54 DP’li ve 8 bağımsız milletvekili Meclis’e girmiştir. Meclis 5.8.1946’da ilk toplantısını yapmış ve yeni hükümet Recep Peker tarafından kuruldu ve ülkede çok partili demokratik düzene geçiş için ilk adımlar çok tartışmalı bir siyasi yaşama doğru atılmaya başlandı.

Bu yazı serisini bitirirken şu gerçeği haykırmak isteriz ki; bütün aleyhte konuşmalara, ithamlara, yakıştırmalara rağmen Türkiye’de çok partili demokratik düzeni planlayan ve kuruluşunu hazırlayan Mustafa Kemal politikasının en yakın uygulayıcısı, ikinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü olmuştur. Günümüz politikacılarının siyasi rant elde etmek amacıyla bu onuru sadece Demokrat Parti ve onun liderlerine vermeğe çalışmaları pek doğru bir değerlendirme sayılamaz ve mümkün olduğu kadar derinlemesine ele aldığımız tarihi gerçeklerle uyuşmamaktadır.

Bize göre Demokrat Parti liderleri tarihi gelişmelerin kendilerine verdiği şansı çok iyi kullanmış ve tek parti iktidarı ve yapılan devrimlerden doğan hoşnutsuzluğun sonucu olarak 1950 seçimlerinde büyük bir oy desteği ile iktidar olmayı başarabilmişlerdir. Böylece ilk defa bir muhalefet partisinin normal bir seçim sonucu iktidara gelmesini başarmış ve çok partili demokratik düzeni başlatmışlardır.


Dr. M. Galip BAYSAN


DİPNOTLAR:

[1] F. ve B. Ahmad, a.g.e., s.15
[2] H.C. Yalçın, Tanin, s.12, 1945; F. ve B. Ahmad, a.g.e., s.15-16
[3] F.R. Atay, Ulus, 3.12.1945; Tek Partiden Çok Partiye, s.41–42
[4] Tek Partiden Çok Partiye, s.41–42
[5] Milliyet, 1.10.19982; M. Kabasakal, a.g.e.,s.167
[6] Celal Bayar, Başvekilim, Menderes, s.9 (Derleyen İsmet Bozdağ, Baka Matbaası)
[7] Fahir Giritlioğlu, Türk Siyasi Tarihinde Cumhuriyet Halk partisinin mevkii-I, s.173 (Ayyıldız Matbaası, Ankara–1965)
[8] Celal Bayar Efsanesi, s.78
[9] T. Timur, a.g.e.,s.16
[10] S. Ağaoğlu, DP’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, Bir Soru, s.59 (Baba Matbaası–1972)
[11] Aynı eser, s.59
[12] Dr. Hikmet Özdemir, Rejim ve Asker–1989)
[13] Hikmet Özdemir, Rejim ve Asker, s.17
[14] T.Timur, a.g.e., s.53; C. Eroğul, a.g.e.s., 14; F. ve B. Ahmad, a.g.e,s.20; M. Goloğlu, a.g.e.,s.46-52; K.H. Karpat, a.g.e.,s.137


..