8 Kasım 2015 Pazar

SOVYETLER BİRLİĞİ NEDEN ÇÖKTÜ




SOVYETLER BİRLİĞİ NEDEN ÇÖKTÜ.,




Lenin’in, Ekim Devrimi’nin 71’inci günü coşkulu bir sevinçle oynadığı söylenir.Lenin’i oynatan folklorik ilgi değildi kuşkusuz. 70 gün süren ilk sosyalist yönetim deneyimi olan 1871 Paris Komünü’nün yaşam süresini, bir gün aştığı ve insanlığa daha uzun süreli bir sosyalist deneyim sunduğu için sevinmektedir. Olaya bu gözle bakarak 1991 de, yönetim rekorunu 74 yıla çıkarmanın sevincini yaşamak da olası kuşkusuz. Ancak, böylesi dar ve sığ bir iletiyi içermeyen bu öykü, sınıflı bir toplumdan sınıfsız bir topluma geçme ereğindeki yaşanmış tüm deneylerin birbirine aktarılmasını gerekli kılan, güç ve uzun bir tarihsel süreci kapsar.

Beklenmeyen Çöküş

1970’lerde, artık komünist toplum biçimine (herkesten yeteneğine göre herkese gereksinimine göre) geçmeğe hazır olduğunu söylenen Sovyetler Birliği, bu düzeye ulaşmak bir yana, 1991 yılında kendiliğinden dağıldı. Polonya, Macaristan, Doğu Almanya, Romanya, Bulgaristan, Çekoslavakya ve Yugoslavya’daki düzen değişikliği daha önce gerçekleşmişti. İkincil ‘sosyalist’ ülkeler çökerken genel kanı, Sovyetler Birliği’nin ayakta kalacağı ve bir süre sonra dağılan bağlaşıklarını toparlayarak,‘duruma egemen olacağı’ yönündeydi.
Ancak, O’nun da yıkılışı diğerleri gibi oldu. 50 yıl dünyanın en güçlü ülkesinden biri olan bu büyük ülke; halkını besleyemeyen, dağınık, özgüvensiz, üçüncü sınıf bir ülke oldu.
Oysa 2. Dünya Savaşı’ndan sonra; sosyalizmin Rusya’da iç çelişkiler nedeniyle artık yıkılamayacağı, böyle bir durumun ancak dış saldırıyla ortaya çıkabileceği söyleniyor, bütün dikkat ve önlemler bu yöne çevriliyordu. Uzay yarışında açık ara önde olan, dünyanın en iyi eğitilmiş kadrolarına ve ikinci büyük ekonomik gücüne sahip, sınırsız doğal varsıllığı ve büyük bir askeri gücü olan Sovyetler Birliği; söylenenlerin tersine herhangi bir dış saldırı olmadan kendiliğinden dağılıyordu.

Bilim Dışı Yargılar

Çöküşün nedeni neydi? Kimileri, çöküşe, Stalin’in ölümünden sonra yönetime gelen ‘revizyonist’ ya da ‘sosyal emperyalist’ yönetimlerin neden olduğunu söyledi. Kimileri dağılma nedenini, ‘Stalin despotizmine’ bağladı. Tüketim malları üretimindeki yetersizlik, kültür devrimi eksikliği, emperyalist yaymaca (propaganda), ahlaksal çöküş, sayılan başka nedenlerdi.
Gerçek olan neydi? Belki bunların hepsi, ya da hiçbirisi. Gelinen nokta belki de, olması gereken doğal bir sonuçtu. Kimileri eşitlikçiliğin, gerçekleşmesi olanaksız binlerce yıllık ‘tatlı bir düş’ olduğunu, kendinden emin tavırlarla daha yüksek sesle söylemeğe başladı. Kimileri imana dönüştürdükleri inançlarını yitirerek, saldırgan eşitlik karşıtları haline geldi. Kimileri de, bu tür konuların kafa yormağa değmez, güncelliği olmayan, insanlığın gelişimine engel çarpık düşünceler olduğunu söylemeye başladı. Konuyla ilgilenen küçük bir kesim ise ‘her şeye karşın’ ‘inadına’, söylemleriyle imanlarını sürdürdü.
Bütün bunlara karşın insanlığı dolaysız ilgilendiren geniş boyutlu bu sorun, gerçek nedenleriyle ele alınıp, güncel politik savaşıma yönelik sonuçlar çıkarmak amacıyla ele alınmadı ya da yeterince ele alınmadı.

Lenin’in Sevinci

Lenin’in, Ekim Devrimi’nin 71’inci günü coşkulu bir sevinçle oynadığı söylenir.Lenin’i oynatan folklorik ilgi değildi kuşkusuz. Toplumsal savaşım tarihinin ilk sosyalist yönetimi olan 1871 Paris Komünü, 70 gün yaşamıştı. Lenin, bu süreyi bir gün aştığı ve insanlığa daha uzun süreli bir sosyalist deneyim sunduğu için sevinmektedir. Olaya bu gözle bakarak 1991’de, yönetim süresini 74 yıla çıkarmanın sevincini yaşamak da olası kuşkusuz. Ancak, böylesi sığ bir iletiyi içermeyen bu öykü; sınıflı bir toplumdan sınıfsız bir topluma geçiş için,  yaşanmış deneylerin irdelenmesini gerekli kılan, uzun bir tarihsel süreci kapsar. Böylesi köklü bir toplumsal dönüşüm için; aylar, yıllar ve on yılların küçük zaman dilimleridir. Kapitalizm beş yüz yılda oluştu. Feodalizmin bin yıllık bir tarihi var. Köleci dönem daha uzun.

Marks’ın Görüşü

Rus sosyalistleri, bilimsel sosyalizmin kuramcısı Karl Marks’ın öngörüleri yönünde bir düzen kurmaya çalıştı. Ancak, kurmaya çalıştıkları düzen yıkıldı. Sonuçtan bakarak şu yargıya varmak olanaklı; ya Marksist kuram uygulanabilir değildir, ya da Rusya’daki uygulama Marksizme uymamaktadır. Kötü, yetersiz, zorunlu... Tüm öznel eksiklikleri de içine katarak yapılacak bu kaba ayrım, yüzeysel bir biçimde de olsa, nesnelliğin süzgecinden geçirilerek incelenmeli ve buna göre karar verilmelidir.
Marks’ın, toplum biçimlerinin gelişim ve dönüşüm yasalarını incelerken; “Benim toplumdaki ekonomik gelişimi tarih içinde doğal bir süreç olarak kavrayan anlayışım”1 diyerek belirttiği bakış açısı, bilimi ve nesnelliği gerekli kılar. O; “Toplumsal gelişmeyi, yalnızca insanların istenç, bilinç, düşünce ve eğilimlerinden bağımsız olmakla kalmayan, aksine onların istenç bilinç ve düşüncelerini etkileyip belirleyen, ekonomik yasaların yönettiği bir doğal tarihsel süreç olarak” görür.2
Kuramcı olarak Marks, kendisinden önceki araştırmacılardan ayrımlı olarak, toplumsal gelişimin açıklamasını, bütün bilimlerden üst düzeyde yararlanıp, bilim haline getirdiği kapsamlı öğretisiyle yapmıştır. Alman Felsefesiİngiliz Ekonomi politiği veFransız Sosyalizminden oluşan bu öğreti, toplumsal gelişim ve değişim ile ilgili temel önermelerde bulunmuştur.

Nesnellik

Marks’a göre, herhangi bir toplumsal dönüşümün gerçekleşmesi için, doğal tarihsel bir sürecin yaşanmış olması gerekir. İnsan istencinden (iradesinden) bağımsız olarak gelişecek bu süreç yaşanmadan, herhangi bir değişimin olamıyacağını açık bir biçimde belirtmiştir. Düşülke (ütopik) sosyalistleri ve anarşistlerle, giriştiği ideolojik tartışmasını, bu temel önerme üzerinde oturtmuştur.
Marks Kapital’in Almanca ikinci baskısına yazdığı önsözde, Koufman’dan aktararak açıkladığı görüşlerinde; “Her tarih döneminin kendine özgü yasaları vardır. Bir toplum belli bir gelişme dönemini yaşar ve geride bırakır. Belli bir aşamadan bir diğerine geçer geçmez de, birtakım başka yasalarla yönetilmeye başlar. Kısaca ekonomik yaşam önümüze biyolojinin diğer dallarındaki gelişme tarihine benzer bir olay çıkarır...” biçimindeki sözleri anlayışının en özlü ifadesidir.3
Aynı yapıtta; “Toplumsal ilişkiler ve koşullar belli ve kesin bir sıra izlemek zorundadır. Bu zorunluluğu bilimsel bir incelemeyle göstermek için, elverdiği oranda yansız ve kusursuz bir çaba harcayarak, hareket ve dayanak noktası olabilecek olayları saptamak gerekir. Bunun için mevcut düzenin, insanlar buna inansınlar inanmasınlar, bunun ayrımında olsunlar olmasınlar, nesnel olarak dönüşmek zorunda olduğu bir diğer düzenin kaçınılmazlığını gösterir4 der.
Louis Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaire’ı adlı kitabında ise şunları söyler:“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Ama bunu sırf kendi keyiflerine göre yapmazlar. Kendileri tarafından seçilen durumlarda değil de, tümüyle geçmişten gelen, geçmişin belirlediği koşullar altında yaparlar bunu...”5
Marks’ın sosyal olaylara bakışı budur. Bu bakışa göre sosyalizm, isteme bağlı olarak kurulan ya da kurulamayan bir öznel seçim sorunu değil; ekonomik, kültürel ve tarihi gelişmeye bağlı nesnel bir olgudur. Maddi alt yapısı oluşmuş ise ancak gerçekleştirilebilecek bir toplumsal düzendir.

Batı Toplumları ve Marks

Marks, inceleme ve çözümlemelerini gelişmiş kapitalist ülkeler için yapmıştır.Marks’a göre bu ülkelerde üretim toplumsallaşırken, üretim araçları üzerindeki mülkiyet özelliğini korumaktadır. Uzlaşmaz nitelikteki bu çelişkinin olgunlaşması, üretimin toplumsal niteliğine uygun olan toplumsal mülkiyeti getirecek, bu da sosyalist toplumun başlangıcı olacaktır. Zorunlu Uygunluk Yasası adını verdiği bu belirlemenin, sosyalizm için yüksek düzeyde gelişmiş kapitalizmi öngördüğünü açıklamıştır. Bunun dışındaki öznel eğilimlere sürekli karşı çıkmış, bilim dışı önermelere, ütopik sosyalizmfeodal sosyalizm ya da küçük burjuva sosyalizmi diyerek alaya almıştır.
Marks, ekonomik ve toplumsal çözümlemelerinin batılı ülkeler için geçerli olduğunu sıkça belirtmiş, toplumlara ve ülkelere yönelik bilici (kahin) tavrıyla,“geleceğin aşçı dükkânları için tarifnameler” düzenlememiştir.6 Ülkeleri özgün yapılarıyla incelemiş ve bunları kuramın evrensel boyutuyla irdelemiştir. Bunu da en çok Rusya için yapmıştır.

Marks ve Rusya

Uzun yıllar “... Bütün Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü”7 olarak gördüğü Rusya’yı incelemek ve yanlış anlamalara yol açmamak amacıyla, ilerlemiş yaşına karşın Rusça öğrenmiştir. Kuramının, “Bir tarım ülkesi olan Rusya’ya doğrudan doğruya uygulanmasının yanlışlıklardan başka bir sonuç vermeyeceğini” sürekli yinelemiş ve Rusya hakkındaki düşüncelerini uzun araştırmalardan sonra yazdığı iki mektupta toplamıştır.8
Marks, Rusya için dolaysız bir sosyalist devrimi öngörmedi. Rusya’da yükselmeye başlayan devrimci siyasi savaşımın, toprak sorununu çözecek bir demokratik devrimle sonuçlanabileceğini belirtti. Rusya topraklarının önemli bölümünün tarihsel bir gelenek olarak köylülerin ortak iyeliğinde (mülkiyetinde) bulunmasının ortaklaşacı (kolektivist) uygulamalar için bir olanak yaratıp yaratmadığını araştırdı. Rus demokratik devrimiyle, Batının sosyalist devrimleri arasında dolaylıı ilişkiler kurdu.
21 Ocak 1882’de Engels ile birlikte kaleme aldığı ve Manifesto’nun 1890 Almanca baskısında yayınlanan önsözde şunlar yazılıdır; “Rusya’da hızla gelişen kapitalist vurgunculuk ve daha yeni gelişmeye başlayan burjuva toprak mülkiyetinin karşısında, toprakların yarıdan çoğunun köylülerin ortak mülkiyetinde olduğunu görüyoruz. Şimdi soru şudur: Bir hayli beli kırılmış olmakla birlikte yine de çok eski zamanların ortak toprak mülkiyetinin bir biçimi olan Rus obchina’sından (köy topluluğu) doğruca ileri komünist ortak mülkiyetine geçebilir mi? Yoksa o da önce Batının tarihi evrimi olan çözülme sürecinden mi geçmelidir? Bugün bu soruya verilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus devrimi Batıda bir proletaryası devrimini başlatmak için işaret olurdu,  bu iki devrim birbirini tamamlarsa, bu günkü Rus ortak toprak mülkiyeti komünist bir gelişim için hareket noktası yerine geçebilir”.9

Lenin ve “Nisan Tezleri”

Marks’ın görüşleri, Rusya’da kabul görmüş ve Rus Marksistleri uzun yıllar, Sosyal Demokrat adıyla örgütlenmiş, demokratik devrim programıyla savaşım vermiştir. 1917 yılında kendiliğinden ortaya çıkan toplumsal patlama, iyi örgütlenmiş, halkın istemine uygun davranan bu partiye, beklenmedik bir biçimde yönetime gelme olanağı vermiştir. Bu olanağın kaçırılmasının aymazlık olacağına inanan Lenin, gerekçeleriniNisan Tezleri adlı yazılarıyla açıklayarak, sosyalist devrim aşamasında olduklarını ve‘bütün iktidar’ın Sovyetlere’ devrilmesini istemiş ve bunu kabul ettirmiştir.
Devrim’in sorunlarının tümü, günün özel koşulları nedeniyle ortaya çıkan yönetim olanağını değerlendirmeye indirgenmiş ve tek başına yönetime gelinmiştir. Bunu yaparken, Rus devrimiyle ilgili Marks’ın ideolojik belirlemeleri, devrimin ilk günlerinde savunulmuş ve Batıda gelişecek bir sosyalist devrim beklenmiştir.
Lenin, 28 Eylül 1917 tarihinde kaleme aldığı Bolşevikler İktidarı Almalı mıdırlar?başlıklı mektubunda; “İki başkentin (Petersburg ve Moskova) işçi ve Asker Vekilleri Sovyetinde çoğunluğu sağlayan bolşevikler iktidarı ele alabilirler ve almalıdırlar”10 demiştir. Bu önerisinin önceki Marksist önermelere göre ideolojik konum ve şansının ne olacağını ise, bir gün sonra 29 Eylül 1917’de yazdığı Rus Devrimi ve İç Savaş başlıklı yazıda açıklamıştır. “Rus proletaryası, bir kere iktidarı eline geçirdikten sonra, bütün iktidarı korumak ve Rusya’yı, devrimin Batıdaki zaferine kadar götürmek şanslarına sahiptir”.11

Tek Ülkede Sosyalizm

Görüldüğü gibi Ekim Devrimi’yle yönetim erkini ele geçiren Bolşevikler, bunu yaparken, Batıda bir sosyalist devrimin gerçekleşeceğini ciddi olarak beklemiştir. Ele geçirdikleri erki, Batıdaki devrimin gerçekleşmesine dek ayakta tutabileceklerini söylemişler ve o aşamada, sosyalizmi Rusya’da tek başlarına kurma savında bulunmamışlardır. Lenin, kendisini, demokratik devrim tamamlamadan aceleci davranarak sosyalist devrime geçmeye çalışmakla suçlayan Kamanev’e verdiği yanıtta; “Bu yanlıştır. Devrimimizin derhal sosyalist devrime dönüşmesine ‘bel bağlamak’ şöyle dursun, böyle bir tutumdan kesin olarak kaçındım; 8. tezde kesin olarak şunu açıkladım: ‘önümüzdeki ilk görev, sosyalizmin getirilmesi değil (dir)...”12
Ancak, Batıdan, İtalya ve Macaristan’daki iki cılız ayaklanma, Almanya daSpartakistlerin yenilgisinden başka bir haber gelmemiştir. Ele geçirilmiş olan siyasi erk bırakılamayacağına göre, ‘tek ülkede sosyalizmin inşasının’ olabilirliğine kuramsal dayanaklar bulunmuş ve ‘Rusya’da sosyalizmin’ kurulmasına girişilmiştir.

Öznel Yanılgı

1917 Rusyasında olup bitenlere, 82 yıllık deneyimin, somut sonuçlarına bakıldığında, Marks’ın Rusya’yla ilgili kuramsal belirlemelerinin geçerli olduğunu görmek ve söylemek gerekiyor. Bunu görmek için, bugün çok şey bilmeye ve yoğun araştırmalar yapmaya gerek yok. Rusya’da Bolşeviklerin içine düştüğü yanlış, siyasi erki tek başlarına üstlenmeleri değildi. Onların yanılgısı, önceden belirlenmesine ve son ana dek kendilerince de kabul edilmesine karşın, kapitalist-emperyalizmin dünyayı ele geçirdiği bir dönemde, geri bir köylü ülkesinde sosyalizmi kurmaya girişmeleriydi. Yönetim erkinin verdiği siyasi gücü, toplumsal gerçekliğin ve Marksist kuramın önüne geçirerek, öznelliğin yanıltıcı yoluna girmeleriydi.
Bu gün bunlar kolay söylenebiliyor. Herkesin önünde elle tutulur, gözle görülür 80 yıllık bir deney var. Rus Devrimi’nin insanlığın gelişimine yaptığı en önemli katkı, belki de bu zengin sosyal-tarihsel deneyimdir. Bu deneyi yaşamadan ve kendisi deney olan Sovyetler Birliği’nin, uygulamadaki yanılgısını olağan karşılamak gerekiyor.
Bilimsel niteliği ne denli yüksek görünürse görünsün, izleyicilerinin görüşlerine ne denli uygun olursa olsun, uygulamaya geçmemiş bir kuramı, kuşkuculukla karşılamanın, başlı başına bilimsel bir davranış olduğu da unutulmamalıdır. Bu nedenle, Rus devrim önderliğinin, sosyalizmi kurmaya yönelecek bir yönetimi yaşatmak için, önce Batıdan devrim beklemesini, sonra “başının çaresine bakmasını” ve bu arada yönetim süresi konusunda ikirciliğe düşmesini anlamak gerekiyor. Devrimin 71. gününde Lenin’in yaşadığı coşku ve sevinci gerçekte, Rus sosyalistlerinin geleceklerinden duydukları kuşkuyu ve içinde bulundukları ikircilikli duygularını gösteren örnek olarak almak gerekiyor.

Sosyalizm mi, Demokratik Devrim mi ?

Rusya’da devrimden sonra gerçekleştirilen işler dev boyutludur. 22 milyon kilometrelik, onlarca ulus, yüzlerce etnik yapıdan oluşan bu büyük ülke, çok kısa sürede bir sanayi toplumu durumuna gelmiştir. Ancak, bu kapsamlı toplumsal ilerlemeye karşın kurulan düzen, dışardan silahlı karışma olamadan kendiliğinden yıkılmıştır. Bu sonuç nasıl açıklanabilir?
Sovyetler Birliği’nde gelişme sağlayan uygulamaların tümü, demokratik devrimle ilgili olanlardır. Marks’ın ‘zorunlu uygunluk yasasına’ dayanılarak yapıldığı söylenen ortaklaşacı uygulamalar, öznel zorlama ve hükümet desteklerine karşın başarılı olamadı. Bu uygulamalar, Rusya’daki toplumsal gelişmenin araçları değil, engelleri olurdu. Bu anlamıyla Sovyetler Birliği’nde, doğal gelişim düzeyine uygun düşen bir sosyalist uygulama yapılamamıştır. Bu nedenle Sovyetler Birliği’nde ‘sosyalizmin çöküşü’ gerçekte kurulmamış olan, Rusya’da o aşamada kurulması da olanaklı olmayan ‘sosyalizmin’ çöküşü olmuştur. Söz konusu çöküş nesnel nedenlere dayalı bir çöküştür. Bugün gelinen nokta, tarihsel, sosyal ve ekonomik koşulların zorunlu sonucudur.

Yok Olmayan Çelişkiler

Stalin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yazdığı yazılarda, küçük meta üretimikentle kır arasındaki karşıtlıkkafa ve kol emeği arasındaki ayrım gibi, sosyalist kuramın, sosyalizmin kurulmasında kilometre taşları olarak gördüğü çelişkilerin aşıldığını açıklamıştır. 1 Şubat 1952’de yazdığı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları adlı yazıda bu konularda şöyle söylemektedir: “Bizim meta üretimimiz gelişi güzel bir meta üretimi değildir, kapitalisti bulunmayan, temelde devlet, kolhoz, kooperatifler gibi ortak sosyalist üreticilerin malı olan işletmelerin üretimidir... Kuşkusuz hiçbir biçimde kapitalist bir üretime dönüşmeyecek olan ve kendi ‘para ekonomisi’ ile birlikte sosyalist üretimin gelişmesine ve pekişmesine yardımcı olmak için kurulan bir meta üretimidir”.13
Günümüzdeki gelişmeler, Sovyetler Birliği’ndeki meta üretiminin ‘hiçbir biçimde kapitalist bir üretime dönüşmeyeceği’ savını çürütmüş durumda. Aynı yazıda Stalin kent ile köy, kafa ile kol emeği arasındaki çelişkiler üzerine şunları söylüyordu: “Eski zamanlardaki kuşkudan ve ister istemez köyün kente karşı olan kininden bir iz kalmamış bulunması şaşılacak bir şey değildir. Kent ile köy arasında, sanayi ile tarım arasındaki zıtlık şimdiki sosyalist rejimimiz tarafından, tasfiye edilmiştir... Kafa ile kol emeği arasındaki çıkar zıtlığı da sosyalist rejimimizde yok olmuştur. Şimdi kol emekçileri ve yönetim personeli düşmandeğildirler, fakat üretimin gelişmesiyle ve iyileşmesiyle şiddetle ilgilenen, arkadaşlar ve dostlar olarak, tek bir üretici topluluğun üyesidirler. Eski zıtlıklardan iz kalmamıştır”.14
‘Üretimin gelişmesiyle şiddetle ilgilenen’ bu dostlardan yönetici konumundaki‘emekçiler’ bugün, devleti yağmalayıp ceplerine indirdikleri büyük servetle olağanüstü bir varsıllık içinde yaşarken, kol emekçileri acı veren bir yoksulluk içindedir. Stalin’in sözleri yalnızca söz olarak kalmıştır.

Sosyalizme Ulaşmak

Sosyalizme ulaşmak, çok yönlü toplumsal gelişmeyi gerekli kılıyor. Toplumsal gelişimin durdurulması olanaklı olmadığına göre; insanlar arasındaki eşitsizliği kaldırarak, gerçek özgürlüğü ve sonsuz barışı sağlayacak ileri bir toplumsal düzene doğru gidilecektir. Bu düzeni gerçekleştirecek olan siyasi eylem, toplumsal yapının doğal gelişimiyle uyumlu olmak zorundadır. Sağlanacak uyum oranında, insanlar arasındaki gerilimler azalacak ve ilerlemeye yönelik dönüşümler daha sancısız gerçekleşecektir. Devrimci savaşımın başarısı, kendisine yaşam veren gerçeklikle sağlayacağı bütünleşmeye bağlıdır. Toplumla yabancılaşan bir siyasetin, söylemleri ne denli gösterişli olursa olsun başarılı olması olanaksızdır.
Sosyalizmi kurmanın ağır yüküne, ekonomik ve kültürel gelişimini üst düzeye çıkarmış varsıl ülkeler ancak dayanabilir. O da en az birkaçı birlikte olarak. ‘Herkesten yeteneğine göre’ alırken ‘herkese ihtiyacına göre’ dağıtmanın, büyük varsıllık yaratacak bir üretim bolluğunun sağlanmasıyla olabileceği açıktır. Yaratılan ekonomik varsıllığın yüksek nitelikli toplumsal kültüre ve ileri bir demokrasiye ulaşmış olması da, ayrıca gerekmektedir. Bunlar sosyalizmin kurulması için gerekli olan nesnel koşullardır. Bu koşullar yerine gelmeden, kişi, küme, parti ve hatta sınıflar; ne denli özlem ve çaba içinde olurlarsa olsunlar sosyalist toplumu kuramazlar.
1917 Devrimi’nin, Rusya’yı yarı-sömürge ve yarı-feodal (kimi yörelerde feodalizm öncesi-göçebe) bir konumdan, bir sanayi toplumu durumuna getirmiş olmasına karşın, sosyalizme ulaştıramamış olmasının nedenlerini burada aramak gerekiyor. Adına sosyalist devrim dense de, Rus devriminin kapsam ve içerik olarak ‘demokratik devrim’ niteliğini aşamadığı, bugün daha net olarak görülebilmektedir.

Atatürk'ün Yargısı

Rus Devrimi’nin ortaya çıkardığı politik eylemin ve bu eyleme bağlı olarak uygulanan toplumsal dönüşümlerin, uzun süre ayakta kalamayacağını ve kendiliğinden yıkılabileceğini çok az insan önceden görebilmiştir. Dost ya da düşman hemen herkesin genel kanısı; Rusya’da kurulan yeni toplumsal düzenin, gelişen ve artan bir güçle bir dünya düzeni olacağı yönündeydi. ‘Sosyalist’ Düzenin tıkanacağı kimsenin aklına bile gelmiyordu.
Atatürk’ün Rus Devrimi ile ilgili görüşlerinin, bugün artık dağılmış olan Sovyetler Birliği’nin durumu gözönüne alındığında, insanı şaşırtan bir doğruluk taşıdığı görülmektedir. Atatürk, hiçbir ideoloji, inanç, kültür ya da yönetime; öznel yargı ve isteme göre, karşı ya da yandaş olmamıştır. Düşünce ve eylemine, nesnellik üzerinde yükselen bilimsel yaklaşım egemendir. “Hedefe ulaşmak için izleyeceğimiz yolu duygularımızla değil, aklımızla çizmeliyiz”.15 ya da “Ben toplumu kendi kendime düşündüğüm, hayal ettiğim, tasarladığım bir takım his ve düşüncelerin peşinde sürüklemek amacında değilim. Allah beni böyle bir hatadan korusun”.16 Sözleri onun nesnelliğe verdiği önemi gösterir.
Atatürk, Sovyetler Birliği ile dostluk temelinde gelişecek ilişkilere çok önem verir ancak Rusya’da kurulmakta olan yeni düzene yönelik eleştiri ve önerilerini yapmaktan çekinmez. 31 Ekim 1920 de, Ali Fuat Cebesoy’a çektiği şifreli telgrafta; “Komünizmin değil ülkemizde, Rusya’da bile kabiliyet-i tatbikiyesi (uygulama olasılığı) henüz belli değildir”17der.
Toplumun ekonomik ve toplumsal gelişim düzeyi gözününe alındığında, Sovyet modelinin, Rusya’da bile yaşama şansının kuşkulu olduğu Mustafa Kemal tarafından sıradışı bir öngörüşle o günlerde dile getirilmişti. Gücünü hızla arttıran ve dünya düzeyinde büyük etki yaratan Sovyetler Birliği için bu saptamayı yapmak o günlerde hiç kolay değildi: “Sovyetler Birliği’ndeki Bolşevik uygulama çıkar bir sistem değildir. Onlar da gitgide bizim uygulamalarımıza doğru gelecektir”.18 Sovyetler Birliği’nin kendiliğinden çöküşü ile bugünkü durumu gözönüne getirildiğinde, yapılan saptamanın değeri daha iyi anlaşılacaktır.

DİPNOTLAR

1              “Kapital” Karl Marks, Birinci Cilt, Birinci Kitap, Sol Yay. sf.14
2              a.g.e. sf.47
3              “Kapital” Karl Marks, Birinci Cilt, Birinci Kitap, Odak Yay. sf.48
4              a.g.e. sf. 47
5              “Louıs Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaıre’i” Karl Marks, Köz Yay., 1975 sf.13
6              a.g.e. sf.45
7              “Manifesto” Karl Marks-Friedrich Engels, Öncü Kitabevi, Yay. sf.10
8              “Türkiye Üzerine” Karl Marks, Gerçek Yay. sf.10-11
9              “Manifesto” Karl Marks-Friedrich Engels, Öncü Kitabevi, sf.24
10           “Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi” V.İ.Lenin, Sol Yayınları, sf.153
11           a.g.e. sf.187
12           a.g.e. sf.31
13           “Son Yazılar 1950-1953” J.Stalin, Sol Yayınları, sf.108
14           a.g.e. sf.117-118
15           “Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları-1923” Kaynak Yay. 1993, sf.77
16           “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları” Arı İnan 1982, Türk Tarih Kurumu Yayınları
17           “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” 4. Cilt sf. 360; ak. Doğan Avcıoğlu “Milli Kurtuluş Tarihi” 2. Cilt sf.711

18           “Atatürkçülük Nedir?” F.Rıfkı Atay BETAŞ A.Ş. İstanbul 1980, sf.39


..

2 Kasım 2015 Pazartesi

KEMALİZMİN BÜYÜK DEVLET POLİTİKALARINA ETKİSİ




KEMALİZMİN BÜYÜK DEVLET POLİTİKALARINA ETKİSİ


İngiliz Sömürge İmparatorluğu, 1920’lerden sonra hızla dağıldı. Kemalizmindağılmaya etkisi belirleyici boyuttaydı. Beklenmeyen Türk başarısı, önceden saptanmış dengeleri bozdu ve gelişmiş ülkeleri yeni politika arayışlarına yönelmek zorunda bıraktı. Askeri işgale dayanan egemenlik, artık yürümüyordu.

 

İzmir’in kurtuluşundan hemen sonra Ekim 1922’de, İngiltere Başbakanı Llyod George’un en büyük destekçisi Observer gazetesi yazarı Garwin şunları yazıyordu: “... Şu katı gerçeği kabul etmek zorundayız. İngiliz hükümeti Doğudaki büyük savaşı dört yıl geçtikten sonra, dönüşü olmayan bir biçimde ve perişanca yitirmiştir. Diplomatik Sevr porseleni tuzla buz oldu. Sonuç olarak hükümet Doğuda ne Gladstone gibi Rusya’ya, ne de Beaconsfild gibi Türkiye’ye dayanmasını bilmiştir. Bakanların becerebildikleri tek şey, eski siyasi çizgilerin bütün hatalarını birleştirmek olmuştur. Yağmurdan kaçarken doluya tutuluyoruz. Türkiye ile Rusya’nın aynı anda damarına basacak yerde, Fransa’yla, İtalya’yı itecek yerde üstelik bütün İslam dünyasını karşımıza alarak imparatorluğumuzun temellerini kendi ellerimizle sarsacak yerde, artık şu kör siyasetler ve hatalarla dolu trajedi kitabını kapatalım. Yalnızca bu siyasete yön veren ruhu ve yöntemleri terk etmek yetmez, asıl yapmamız gereken bugüne değin gittiğimiz yoldan vazgeçmektir. Çünkü bu yolda ilerlemeye devam edersek, çok geçmeden İmparatorluk bugüne dek görülmemiş boyutlarda ölümcül tehlikelerle karşı karşıya gelecektir.”1

Sömürgeci Politika Çöküyor

İngiliz Sömürge İmparatorluğu, 1920’lerden sonra hızla dağıldı. Kemalizmindağılmaya etkisi belirleyici boyuttaydı. Beklenmeyen Türk başarısı, önceden saptanmış dengeleri bozdu ve gelişmiş ülkeleri yeni politika arayışlarına yönelmek zorunda bıraktı. Askeri işgale dayanan egemenlik, artık yürümüyordu. Rus devriminin etkili isimlerindenKarl Radek Aralık 1922’de, Türk devriminin Avrupa’ya etkisini şu biçimde açıklıyordu:“Türkiye’deki devrimci devinim ve desteklemeğe söz verdiğimiz Türkiye halk kitlelerinin savaşımı, Sevr anlaşmasını yırtıp attı. İkinci ve ikibuçukuncu sosyalist enternasyonalin kapitalizm karşısında tümüyle bir hiç olmasına karşılık, Türkiye’nin bu savaşımı Batı Avrupa’nın dengesini baştan aşağıya sarstı”.2
III.Enternasyonal 5.Balkan Konferansına 6 Ocak 1923 günü sunulanH.Kabakciyef’e ait yazanakta (raporda) şunlar söyleniyordu: “Türk Ordusu’nun başarıları İngiltere’nin sömürgeler üzerindeki egemenliğini sarstı, tüm Doğu halklarının özgürlük savaşımını canlandıran itici bir güç oldu. Anadolu’da Avrupa emperyalizmine karşı savaşım, Balkan halklarının doğal bağlaşığı (müttefiki) olacak bağımsız bir Türkiye’nin kurulması, Avrupa emperyalizminin sömürgeleştirdiği Balkan halklarının son derece yararınadır”.3

Akçalı (Mali) ve Yönetimsel Egemenlik

Denizaşırı egemenlik alanlarında askeri işgal yerini, giderek artan biçimde akçalı ve yönetsel egemenliğe bıraktı. Bu yöntemle; gerek silahlı güce karşı oluşan ulusçu tepkiden gerekse askeri eylemin doğurduğu akçalı ve toplumsal sorunlardan kurtulmaya çalışıldı. Dışarıya gönderilen sermayenin yerel pazardaki gereksinimlerine destek olması için işbirlikçi sınıf yetkinleştirilip güçlü kılındı. Böylece, emperyalizm azgelişmiş ülkelerde dış olgu olmaktan çıkarak içsel bir güç durumuna geldi.
Bu biçimle, ulusal tepkilerden gizlenmenin en başarılı yöntemi geliştirilmiş oldu. Yirmi yıl önce silah gücü ile bastırılan bağımsızlık istemleri, özellikle 2.Dünya Savaşından sonra, ‘görüşmelerle’‘barış içinde’ kabul edilmeğe başlandı. Görünüşte bağımsız yüzden fazla yeni ülke ortaya çıktı. Asker ve silahın yerini ağırlıklı olarak para ve politik ayrıcalıklar aldı. Yerel ulus güçleri; ekonomik bağımlılıklar, ‘uzman’ ve‘danışman’ yönlendirmeleri ve yönetimsel değişikliklerle denetim altına alındı. Küresel ölçekli yeni bir uluslararası politika geliştirildi.
Ancak, bu değişiklikler doğal olarak bir anda gerçekleşmedi. Zorunluluklar yeni yönelişleri, yönelişler de yeni uygulamaları geliştirdi. Sömürgecilik dönemi sona erdi. İngiltere gerek sömürge imparatorluğunu gerekse dünya önderliğini yitirdi. 2.Dünya Savaşı’ndan süper güç olarak çıkan ABD, yeni dünya düzeninin öncüsü olarak gücünü dünyanın her yanına yaydı.

Yeni Yöntem

Denizaşırı güç dengelerinde ve politik ilişkilerde meydana gelen değişim, azgelişmiş ülkelere yönelik büyük devlet etkinliklerinin, ‘barış’ ve ‘demokrasi’ kılıfıyla örtülmesi gereğini doğurdu. Sömürgecilik döneminde dolaysız silah gücünün sağladığı ‘yönetim biçiminin’ yerini, ekonomik, askeri ve siyasi ilişkilerin bütününü kapsayan ve sabırla uygulanan uluslararası stratejik izlenceler aldı. Silah gücü, belirli ülkeler ve bölgeler dışında, askeri işgal için değil daha çok ekonomik egemenliğin sürdürülmesini sağlayacak caydırıcı güç olarak kullanıldı.
Bağımsızlığına kavuşan azgelişmiş ülkelerin önemli bir bölümü, geliştirilen bu yeni düzene karşı kendilerini güçlü kılacak kalıcı ve kapsamlı kalkınma politikaları üretemedi. Bir bölümü dış kaynaklı düşüngüsel (ideolojik) yaklaşımların etkisinde kalarak kendilerini sınırladı ve yeterince gelişemedi. Bir bölümü, ekonomik yetmezliğin zorlamasıyla borçlandı ve ister istemez yeni düzenin etki alanına girdi. Başka bir bölümü ise kendi gücüne dayanarak, ulusal bağımsızlıktan ödün vermeden kalkınma yoluna yöneldi.
Değişim sürecinin başlamasına neden olan Kemalizm, kendi ülkesinde 15 yıl yönetimde kaldı. Sağlanan siyasi ve ekonomik bağımsızlık, uygulanan kalkınma yöntemi ve gerçekleştirilen devrimler; bu kısa süre içinde kendisini koruyacak kadroyu yeterince yetiştiremedi. 1938’den sonra başlayan anti-Kemalist süreç, Dünya’nın ilk ulusal kurtuluş savaşını veren Türkiye’yi kurtuluştan 16 yıl sonra emperyalizmin etki alanına sokmaya başladı.
Bu etki Kemalizmin, kendi ülkesinde baskı altına alınmasına yol açtı. Ancak, Türk Devrimi’nin etkileri, özellikle ulusal bağımsızlık savaşına girişmek zorunda kalan azgelişmiş ülkelerde sürdü. Kemalist kalkınma yöntemini başarıyla uygulayan ülkeler oldu. 21.yüzyıla girilirken azgelişmiş ülkeler açısından geçerliliğini sürdüren Kemalist yöntem, 20.yüzyıl başındaki toplumsal koşullara geri dönen Türkiye’de yeniden“keşfedilmeye” başlandı.

DİPNOTLAR

1                “Protokoll der Kommunistischen Internationale 4. Weltkon-gress” sf.560-590, ak. “Komintern Belgelerinde Türkiye-1” Kaynak Yay. 1993 sf.106
2                “Doğu Sorunu Üzerine Tartışma” Komünist Enternasyonal Dördüncü Kongresi, ak. a.g.e. sf.138
3                “Balkanlarda Durum” H.Kabakçiyef, 6.Ocak.1923, ak. a.g.e. sf.154

..

RUS SAVAŞ UÇAKLARI SURİYEDE NE ARIYOR?




RUS SAVAŞ UÇAKLARI SURİYEDE NE ARIYOR?

Yeni Türkiye’nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacıyla mütenasip olacaktır. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk – 1923)



rusyasuriye1









Aşağıdaki “RUSYA, SURİYE SAVAŞINI DURDURDU” başlıklı yazımın tarihi 7 Şubat 2012’dir. Bildiri-Yorum sitesinde yayınlanmıştır.

Bu yazıda, Rusya’nın Suriye için ve Suriye’nin Rusya için ne anlama geldiğini açıklamıştım.
Şimdi Rusya’nın Esad’a destek için muhalif hedefleri bombalamasını bazı gazeteciler ve bilimsel takılan aydın kılıklı bazı efendiler; anlayamıyorlar ve “Nereden çıktı bu Ruslar?” diye soruyorlar.
ABD ve AB ülkelerinin uçakları “İŞID’i bombalıyoruz” bahanesinin arkasına sığınarak aylardır Suriye semalarından Suriye topraklarına hava taaruzları yapıp taş üstünde taş bırakamazken, ve bu beyler bu bombalama işini rutin olarak görüp ses çıkartmaz iken, bu defa ayni işi Rusya yapınca seslerini yüksek perdeden çıkartmaya başladılar.
Önce şunu iyi bilelim. Ruslar bir yerden çıkmadı. 1956’dan beri Rusya askeri ile, kültürü, , ekonomisi ve tüm unsurları ile Şam ile yakın temas halinde idi. Yani 60 yıla yakındır Rusya Suriye’dedir. Zamanı gelmiş, askeri teknolojik eksiklikleri gidermişler ve şimdi harekete başlamışlardır. Aslında öncelikle bölgedeki dengelerin oturmasını beklemişler, Çin ve İran’ın net destek tavırlarının geçerliliğini izlemişler, desteğin geldiğini görünce batının karşısına Asya cephesi olarak yerlerini almışlardır.
1991’den beri bölgeden dışlanan, petrol ve doğalgaz zengini Ortadoğu enerji kaynaklarının kontrolunu ABD ve AB’ye kaptıran Rusya; sonunda oyunda bende varım demiştir. Bu varlığın sürekli olacağının kanıtı olarak silahlı kuvvetlerinin tüm gücü ile Suriyenin yanında yerini aldığını göstermiştir.
Bu yer alma geçici değil, kalıcıdır. Akdenizde yer almak ve Rus bayrağı göstermek Rusya için hayati önemi haizdir. Rus Çarı Büyük Petro’dan Putin’in Rusya’sına intikal eden “Sıcak denizlere inme” hedefi aynen durmaktadır. Küresel aktör olabilmek için batının can damarı enerji koridorunu Doğu Akdenizden kontrol edebilmek için Lazkiye ve Şam Rusya için vazgeçilemez unsurlardır. Bu bakımdan Suriye ile ilişkisi olan ülkeler Rusya faktörünü her zaman gözönüne almak durumundadır.
Özetleyecek olursak. Çin ve İran’ın fiili desteğini garanti eden Rusya; silahlı kuvvetlerini devreye sokarak dünyanın enerji ve ticaret yollarının odağındaki Ortadoğu’nun sadece ABD ce AB’nin kontrolunda olmadığını, Rusya-Çin-İran’dan oluşan Asya gücünün de burada söz sahibi olduğunu gösteriştir. Bölgede şu anda bir güç dengesi oluşmuştur. Bu güç dengesi muhtemel bir üçüncü dünya savaşını şimdilik önlemiştir. Önümüzdeki günlerde bölge kaynaklarının kontrolunun iki blok arasında dengeli dağıtımına şahit olacağız.
Peki bu denklem içinde Türkiye’nin yeri neresidir.?
Türkiye yanlış AK Parti politikaları yüzünden Ortadoğu’dan tamamen dışlanmış ve denklemin dışında kalmıştır. Bundan sonra yapılacak iş her iki blokla olan ilişkilerimizi dengeli bir şekilde muhafaza edebilmek olmalıdır. Türkiye’nin ABD ve AB kadar, Rusya-Çin ve İran ile birlikte hareket etmesinde pek çok çıkarı vardır. Aslında güçlü, iç sorunlarını halletmiş laik bir Türkiye tam ortada durarak her iki blokla olan ikili ilişkilerini devam ettirip buralardan çok iyi kazanımlar elde edebilir. Bunun için Davutoğlu’nun sıfır sorundan sırf soruna götüren derin politikaları değil, Atatürk’ün dış politika anlayışının hakim kılınması esastır.

RUSYA, SURİYE SAVAŞINI DURDURDU (7 ŞUBAT 2012)

ABD’nin uygulamaya koyduğu Büyük Ortadoğu Plânı çerçevesinde bir süredir ateş ve kan gölüne dönen İslâm ülkelerinin şimdiki durağı Güney komşumuz Suriye olmuştur.
ABD’nin Suriye’nin kontrol ve denetim altına alınması ile elde etmeyi plânladığı üç kazanımı olacaktı. Bunlar, İsrail’in güvenliğini güçlendirmek; Türkiye, Irak ve Suriye topraklarında oluşacak Büyük Kürdistan’ın Suriye bölümünün kurulmasını kolaylaştırmak; Irak petrollerinin Suriye kuzeyinden Akdenize emniyetle aktarılmasını sağlamaktır.
Bugüne kadar Tunus, Mısır, Libyada kolayca hedefe giden ABD’nin işi bu defa kolay olmamıştır. Hernekadar Türkiye ile birlikte yönetimleri satın alınmış bazı Arap ülkeleri ABD’nin işini kolaylaştırmak için çırpınmasına rağmen Suriye’nin Libya misali askeri işgâli ertelenmiştir. Çünkü özellikle Rusya ile Çin devreye girmiş ve desteklerini Suriye’den yana koymuşlardır.
1991’de komünizm ile birlikte dağılarak 15 parçaya bölünen SSCB’nin global işlevlerini devralan Rusya, bugün yeniden bir dünya gücü olduğunu resmen ilan etmiştir. 2000’den beri 12 yıldır Rusyayı yöneten ve 8 yıl daha yönetmesine kesin gözü ile bakılan Putin, Rusya’yı beklenilenden çok önce eski güçlü günlerine döndürmeyi başarmıştır.
2012 yılının Putin yönetimindeki kapitalist Rusya’sı hâlâ dev bir dünya gücüdür. Rusya Federasyonu, BM Güvenlik Konseyi karar alma sistemi içinde ‘Veto Hakkı’ olan beş ülkeden biridir. Bu gücünü en son 3 Şubat 2012’de Suriye’ye yaptırım uygulanmasını öngören BM kararını Çin ile birlikte veto ederek kanıtlamıştır. Bu veto ile Rusya, ABD’nin Büyük Ortadoğu Plânı çerçevesinde Suriye üzerinde oynadığı oyunu temelden bozmuştur. Bununla da kalmamış yıllardır ihmal ettiği Rusya Akdeniz filosunu yeniden devreye sokmuştur. Eski Sovyetler Birliği Akdeniz Donanması’nın (SOVMEDRON) ana üssü olan Suriye’nin Tartus limanında bu defa Rusya donanmasını konuşlandırarak ABD ve NATO’ya “Artık bende burdayım. Plânlarınızda beni de dikkate alın” mesajı vermiştir.
Rusya, vetonun da ötesine geçmiş, sorunun çözümünde doğrudan devreye girerek insiyatifi ele geçirmiştir. Nitekim Suriye’de şiddet devam ederken Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov yanına Rusya Dış İstihbarat Teşkilatı (SVR) Başkanı Mihail Fradkov’u alarak Şam’da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ile bir araya gelmiştir. Suriyede halk kitlelerinin Rus bayrakları ile Lavrov’a yaptıkarı sevgi tezahüratlarını iyi değerlendirmek gerekmektedir. ABD başta olmak üzere Batılı güçler teker teker Şam ile diplomatik ilişkilerini kesip diplomatlarını ülkelerine geri çekerken Rusya, aynen soğuk savaş döneminde olduğu gibi eski uydusu Suriye’nin yanında mevzi almıştır.
Peki, Rusya neden Suriye’nin yanında yer almıştır? Bu sorunun cevabının anlaşılması için Rusya – Suriye ilişkilerinin tarihi gelişimini bilmek gerekmektedir.
Moskova-Şam arasındaki ilişkiler 1956 yılında askeri-teknik alanda yapılan işbirliği ile başlamıştır. Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında Suriye, Rusya’yı askeri alanda en önemli ve güvenilir ortak olarak değerlendirmiş ve bütün askeri alımlarını Rusya’dan yapmıştır. Geçen süreçte Suriye’ye sağlanan Rus askeri malzemesi 30 Milyar Dolardır. İçinde Suriye ordusuna ait 65 füze sistemi, 5000 tank ve 1200 savaş uçağının bulunduğu silah sistemleri eski nesil teknolojiye sahip olup, bunların % 80’nin yenileştirmeye ihtiyacı vardır. 2010-2013 yıllarını kapsayan 4 yıllık dönem için imzalanan anlaşmalara göre Rusya’dan tedarik edilecek silahların tutarı yaklaşık 600 milyon dolar olarak plânlanmıştır.
Bunun yanında, Suriye askeri güçlerinin modernizasyonu çerçevesinde de Rusya ile müzakereler sürdürülmektedir. NEVA uçaksavar sistemlerinin yenilenmesi, MiG-29CMT ve YAK-130 uçaklarının temini, uzun menzilli S-300 hava savunma füzeleri ile operasyonel-taktik füze sistemlerinin alımı, T-90 tanklarının Rusya’dan temini için çalışılmaktadır.
İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Mart 2011’deki Moskova ziyaretinin en önemli gündem maddesi Suriye’ye füze sistemleri satımının ertelenmesini istemek olmuştur. Moskova konuyu ertelenmiş gözükse de, ileride yeniden gündeme gelebilecektir. Çünkü Rusya-Suriye ilişkileri sıradan ilişkilerden değildir. 60 yıldır devam eden Moskova-Şam birlikteliği Ortadoğu’da bölgesel ve küresel etkilerinin de olabileceği bir fay hattı oluşturmaktadır. Bir taraftan, Rusya silah ticareti ile ticari kazanç sağlarken, diğer taraftan da bu konuyu Suriye ve İsrail ve hatta ABD arasında bir pazarlık konusu yapmakta ve bölgede önemli bir aktör olarak gücünü korumaya devam etmektedir.
Rusya’nın 2010 yılı silah satış anlaşmaları tutarı 15 milyar dolardır. Arap devrimleri süresince sadece silah ticaretinden kaybı 6 milyar dolardır. Bunun 4 Milyarı Libyadan kaynaklanmaktadır. İran ve Libya ambargolarından sonra Suriye, Rusya’nın silah ihracatı yaptığı en önemli pazar haline gelmiştir. Dolayısıyla bu pazarı kaybetmek istememektedir.
Suriyedeki Beşşar Esad rejimini açıkça destekleyen Rusya’nın bu desteğinde tarihi arka plânı da olan askeri-teknik ve ekonomik nedenler kadar jeopolitik çıkarlar da önemli rol oynamaktadır.
Suriye’nin Tartus Limanı, stratejik bir bölge olup 1971’den beri önce SSCB’nin şimdi Rusya’nın Akdeniz filosuna ana üs olarak ev sahipliği yapmaktadır. Bu ana üs Rus donanmasına teknik ikmal, donanım desteği ve gemi onarımları amacıyla kullanılmıştır. Uzun süre bakımsız kalan tesisler 2008’deki Rusya-Gürcistan Savaşı sonrası ele alınarak kullanıma hazır hale getirilmiştir. Halen Akdeniz’deki bu tek Rus askeri deniz üssünün modernizasyon projesi çerçevesinde limanının genişletilerek büyük gemilerin ve hatta uçak gemilerinin kullanımına açılması için çalışmalar aralıksız sürdürülmektedir.
Tartus’taki üssün muhafazası ve genişletilmesi Rusya’nın Arap dünyası ve Doğu Akdeniz’deki varlığı açısından da çok önemlidir. Tartus, Doğu Akdeniz’de Rusya’nın varlığının tescilidir. “Arap Baharı” neticesinde ortaya çıkan yeni siyasi iktidarların muhtemelen Batılı politikalar takip edecekleri düşünüldüğünde bu durumun Rusya’nın Arap dünyasındaki imajına olumsuz etkide bulunacağı açıktır. Suriye’de de muhtemel bir rejim değişikliği Tartus’taki Rus üssünün geleceğini de tehdit edecektir. Bu da Akdenizdeki Rus etkisinin azalmasına belkide tamamen kalkmasına yol açacaktır.
2001 yılında Putin’in onayladığı “Rusya Federasyonu Deniz Doktrini”nde Atlantik bölgesinin bir unsuru olarak ifade edilen Akdeniz, Rus deniz gücünün bölgesel güvenlik açısından önemli bir unsuru olarak değerlendirilmiştir. Bu yüzden NATO’nun bu bölgedeki etki alanının Suriye’yi de içine alacak şekilde genişlemesi Rusya’nın imkânlarını kısıtlayacaktır. Bu açıdan, Doğu Akdeniz’de bulunacak bu üssün Karadeniz’deki Rus donanmasıyla birlikte Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında NATO’nun hâkimiyetini kısmen de olsa sınırlayacağı açıktır. Aslında Rusya’nın bölge içinde Tartus limanı dışında Libya ve Yemen’de kurulacak yeni üsler için de bazı çalışmalar yaptığı bilinmektedir.
Stratejistlerce Moskova’nın Tartus’taki üssü siyasi bir araç olarak ABD ve İsrail’e karşı kullanabileceği de değerlendirilmektedir. Bölgedeki NATO ve İsrail’in askeri gücü Rusya’nın varlığı ile kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Fakat Tartus’ta konuşlanacak uzun menzilli S-300 hava savunma füzeleriyle Suriye’nin güvenliği de güçlenecektir. Bu durum İsrail tarafından kendi güvenliğine tehdit olarak algılanmaktadır. Rusya, Tartus’ta konuşlu silah ve füze sistemlerinin sadece kendisinin kullanacağını belirtmesine rağmen, İran’ın Lazkiye limanında bir üs kurma çalışmalarıyla birlikte değerlendirildiğinde, ABD ve İsrail’in endişelenmesi çok doğaldır. Bu durum ise Moskova’ya bir taraftan ABD ve İsrail’e yönelik bazı konularda pazarlık yapma imkânı sağlarken, Rusya’nın, özelde Suriye, genelde ise Ortadoğu ve Akdeniz’de etkin bir güç olmasını sağlamaktadır.
Rusya’nın Müslüman Ortadoğu ülkelerindeki ABD ve AB destekli ayaklanmalardan hoşlanmadığı bilinmektedir. Çünkü benzeri olaylar ‘Turuncu Devrim’ adıyla eski SSCB den kopartılan ülkelerde de yaşanmıştı. Bu tip hareketleri iyi tanıyan Rusya, Ortadoğu’daki eski müttefiki Suriye’nin benzeri olaylarla karışmasını istememiştir. Bilindiği gibi Kremlin 2005 yılında Beşşar Esed’in Moskova gezisinde Suriye’nin Rusya’ya olan borcunun % 73’ünü silmişti. Yine, 2005-2006 yıllarında da Rusya BM Güvenlik Konseyi’nde Refik Hariri cinayeti dolayısıyla Suriye’ye yönelik muhtemel yaptırımlara da karşı çıkmıştı. 2010’da da Şam’ı ziyaret eden Devlet Başkanı Dimitry Medvedev ikili ilişkileri daha üst seviyeye çıkarmıştı.
Moskova Suriye’deki olayları henüz uluslararası barış ve güvenliğe bir tehdit olarak görmemektedir. Suriye’deki istikrarsızlığın bütün Ortadoğu’ya yayılabileceğini ileri sürmekte ve sorunun ülke içinde bütün kesimlerin birlikte yer alacağı diyalog ile çözülmesini istemektedir. İran ve Lübnan hariç bölge ülkelerinin Suriye konusundaki menfi tutum ve davranışlarına rağmen Moskova’nın tutumunda ısrarcı olması Şam’ın stratejik açıdan Rusya için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Arap Ligi’nin Libya’da olduğu gibi Suriye’de dışarıdan bir askeri müdahaleye destek vermemesi de Moskova’nın elini güçlendirmiştir. Arap dünyasının bir bütün olarak hareket etmemesi ve İran-Suriye-Lübnan hattında bir Şii ekseninin oluşması Rusya’nın bölgesel rolüne hizmet etmektedir. Aslında Rusya, Şam’a verdiği destekle sadece Suriyeyi değil, Suriyenin kendisine sağladığı stratejik konum üstünlüğünü muhafazaya çalışmaktadır.
Sonuç olarak;
Rusya, NATO’nun yardımıyla muhaliflerin iktidara getirildiği Libya’da silah ticaretinden zarar etmiştir. Ayrıca yeni iktidarın Batı yanlısı politikaları yüzünden ülkedeki petrol/gaz yataklarının işletilmesi ve altyapı inşasında elde edebileceği kârlardan da mahrum kalmıştır. Bu zararı yeniden yaşamak istemeyen Rusya Suriye’de elini sağlam tutmuş ve Esad rejimine yönelik muhalefeti Şii-Sünni eksenli değerlendirip İran-Suriye-Lübnan halkasına dâhil olmuştur. Esad yönetiminden Tartus’taki üs, yeni savunma/silah antlaşmaları ve nükleer enerji üretimi konusunda alabileceği muhtemel tavizler de Kremlin’in Suriye politikasında belirleyici etkenler olarak gözükmektedir.
Özetle Rusya devreye girerek yeni bir dünya savaşına kadar gidebilecek bölgesel çatışmaları başlamadan önlemiştir. Türkiye’nin ortaya çıkan durumda yerini ve tutumunu yeniden gözden geçirmesi gerekmektedir.


..

CUMHURİYET GÜCÜMÜZDÜR… GÜCÜMÜZÜ BİLELİM..



CUMHURİYET GÜCÜMÜZDÜR… GÜCÜMÜZÜ BİLELİM..




Cumhuriyet-Bayramı-Kapak-Fotoğrafları-8









CUMHURİYET; FİKREN, İLMEN, FENNEN, BEDENEN KUVVETLİ VE YÜKSEK SECİYELİ MUHAFIZLAR İSTER. YENİ NESLİ BU KEMİYET VE KEYFİYETTE YETİŞTİRMEK SİZİN ELİNİZDEDİR. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1923)
Cumhuriyetimiz; Anadolu’daki Türk milli varlığının ortaya koyduğu, geliştirdiği ve yücelttiği bir milli oluşumdur. Tarihi ömrünü tamamlamış Büyük Cihan İmparatorluğu içinden yeni ve bağımsız bir milli devlet yaratma çabalarının neticesidir.
Bu muhteşem oluşum, dünün emperyalist sömürgeci, bugünün küresel dünya güçleri tarafından bir türlü hazmedilememektedir. Kuruluşunun 92’nci yıldönümünde Cumhuriyetimiz; sahip olduğu milli güç potansiyeli ve coğrafi konumunun kazandırdığı özellikler dolayısıyla dünya çıkar çevrelerinin hâaâ göz diktiği bir varlıktır.
Dünya emperyalist güçlerine karşı verdiğimiz ölüm-kalım mücadelesi sonucunda kurulan Cumhuriyetimizin 92 yılda ulaştığı gelişmişlik seviyesi kolay olmamıştır. Sahip olduğumuz topraklarda çıkarı olan devletler ile bunların içimizdeki gizli uzantılarına karşı her alanda verdiğimiz mücadele devam etmektedir. Bu topraklarda kaldığımız sürece bu amansız mücadelenin bitmeyeceği de bir gerçektir.
23 Nisan 1920’de açılan TBMM ile başlayan “Milli Hâkimiyet fikri ve bu hâkimiyetin kayıtsız şartsız Türk Milletinde olduğu” esası; cumhuriyet idaresinin ayrılmaz unsurudur.
Türkiye Cumhuriyeti; tarihin çok çetin tecrübelerinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu çıkışta dökülen on binlerce şehidin kanı vardır. Gazilerimizin üstün gayreti, alın teri ve döktükleri kanın katkısı vardır.
92 yılda Türkiye Cumhuriyetinin iç ve dış düşmanları ortadan kalkmamıştır. Bundan sonrada kalkmayacaktır. Ancak Cumhuriyetimizin dayanakları olan milli güç unsurlarımız ile Anadolu Türk Toplumunun toprağına ve devletine bağlılığı dolayısıyla bu devletin dünya üzerindeki yeri, üniter yapısı, önemi ve gücü hiç bir şekilde düşmanlarının fiil ve hareketleri ile değiştirilemeyecektir.
2015 29 Ekiminde Türk milletinin önünde Cumhuriyetin korunup-kollanması gibi hayati bir görev bulunmaktadır. Başlayan bu tarihi süreç içinde milletimizin yolunu yine Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Gençliğe Hitabesinde” aydınlatmaktadır.
Cumhuriyet yönetimi; Anadolu Türk Toplumunun tarihsel niteliklerini kaynak kabul ederek, bu topluma her şeyden önce iç ve dış barışı önermiştir. 92 yıllık deneyim süresi içinde Cumhuriyet yöneticileri, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ” Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” temel ilkesine birkaç yıl öncesine kadar sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Oysa bugün hem yurt içinde ve komşularımız içinde barış değil savaş vardır.
Cumhuriyetin kurulmasında nasıl kan, emek, ter, ve millet olma çabası varsa; O’nun korunmasında, geliştirilmesinde ve ilkelerinin savunulmasında da ayni çabaların olması gerekmektedir. Fakat günümüzde bunlarda yeterli değildir. Modern ve çağdaş Cumhuriyetimiz bilim üzerine inşa edilmiş bir eser olmak zorundadır. Bu nedenle emeğin, terin ve kan’ın yetersiz kalabileceği anlar olacaktır. Bilgi çağında küresel mihrakların elinde sömürülmekten kurtulmak için bilim ve teknolojide gelişme gereklidir.
Bilim ve teknolojiyi satın alıp kullanan değil, bilgiyi bizzat üretip satan ülke haline gelemediğimiz takdirde küresel çağda ayakta kalmak mümkün değildir. Bu durumda Cumhuriyetimiz ancak müspet bilimlerdeki ilerleme ile çağın gelişmelerine uygun teknolojiye yer verilen bilimsel çalışmalarla korunabilecektir.
92 yıl önceki nesiller için geçerli olan Cumhuriyeti korumanın manevi heyecanı bugün yerini; bu heyecanı daha çok duyan, sıhhatli ve sağlam bir Atatürkçü Düşünce’ ye sahip, tartışma imkânlarına tamamen açık, çağın gelişmesine ve tüm değişmelere hazırlıklı dinamik beyinlere bırakmak zorundadır. Bugün bunda ne kadar başarılı olduğumuz konusunda ise ciddi şüphelerimiz vardır.
Bilindiği gibi Atatürk kendi zamanında moda olan Komünist ve Faşist dikta rejimlerine iltifat etmemiştir. O, artık tarihe karışması zamanı geldiğine inandığı 600 yıllık şanlı tarihe sahip padişahlık idaresini de reddetmiştir. Şeriat devletine de hayır demiştir. O; genç Türk Devletini milletiyle birlikte demokratik bir yönetimle idare etmeyi uygun görmüş ve uygulamıştır.
Cumhuriyetin temeli 23 Nisan 1920’de TBMM’nin kurulması ile atılmıştır. 29 Ekim 1923’te bu rejimin adının konulmasına kadar geçen zaman içinde ülke düşmandan temizlenmiştir. Sonunda galip devlet olarak oturduğumuz Lozan Barış Antlaşması ile dünyanın resmen bizi tanımasını müteakip uygulanan rejimim adının Cumhuriyet olduğu halka ve dünyaya resmen açıklanmıştır.
Cumhuriyetin temelini teşkil eden ana kurum olan Birinci TBMM’de tam anlamı ile demokrasi hâkimdir. Orada bütün fikirler serbestçe tartışılmıştır. Bu mecliste bizzat Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e en büyük muhalefetin yapıldığı meclis zabıtlarında açıkça görülmektedir.
Atatürk; bütün başarılarına Türk Milleti ile birlikte hareket ederek ulaşmıştır. Bugün Atatürk İlkeleri ve İnkılâpları olarak adlandırdığımız gelişmeler; tamamen milletin desteğini alarak, milletin temsilcileri tarafından TBMM’de kanunlaştırılarak bizzat millete mal edilmiştir.
Bunun için Atatürk İlkeleri ve İnkılâpları kalıcıdırlar ve değişmez kurallar olarak toplumumuzda kökleşmişlerdir. Bu kurallar 92 yıldır ülkenin yönetiminde yönlendirici rol oynamakta ve gündemimizi belirlemektedir. Daha nice yıllarda da devam edeceği kesin olarak görülmektedir.
92 inci yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti hür ve demokrat bir ülke olarak bölgesinde uluslararası dengelerin muhafazasında ağırlığı olması gerekmektedir. Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu gibi; dünya egemenliğine oynayan güçlerin menfaatlerinin odaklandığı ateş çemberinde Türkiye’ye önemli görevler düşmektedir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti;
– 78 milyona ulaşan genç ve dinamik nüfusuyla;
– Eğitim ve teknolojisiyle;
– Gurur duyduğumuz güçlü ordularıyla;
– Serbest seçimlerle yönetime gelen siyasi kadrolarıyla;
– Dünyaya açılmış serbest rekabet ortamında başarıları artan ticari kapasitesiyle;
– Ülke meselelerine sahip çıkan sivil toplum kuruluşlarıyla;
– Dünyaya yayılmış başarılı bilim adamlarıyla;
– Kollarını dünyanın dört bir yanına kadar uzatmış eğitim ordularıyla milletinin haklarını her alanda koruyabilecek bir güce erişmiştir.
Modern Türkiye Cumhuriyeti; bin yıldır üzerinde yaşadığı Anadolu’yu gerçek ve kalıcı bir anayurt olarak kabul etmiştir. Bu yurdu modern dünyanın ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda mamur hale getirmiş ve halkının müreffeh yaşamasını sağlayacak her türlü tedbiri almıştır.
Mevcut coğrafi konumundan kaynaklanan iç ve dış tehditlere karşı geçen Türkiye; kendisine uzanacak bütün namert elleri hukuk ve demokrasi kuralları içinde alt edecek güce, tecrübeye, bilgiye ve cesarete sahiptir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk; Türk milletinin öz benliğinde bulunan hürriyet, bağımsızlık, dürüstlük, çalışkanlık ve bilimsellik gibi özgün vasıflarını modern bir devlet bünyesinde bir araya getirmenin huzuru ile anıtkabirde yatarken fikir ve düşünceleri ile de milletimize ışık tutmaktadır.
92 yıl sonra Türk Milleti; Atasından emanet aldığı ölümsüz eser Cumhuriyetimiz ile bu Cumhuriyetin temeli olarak kabul ettiğimiz, dünyayı bir uçtan bir uca kaplayan üstün Türk Kültürüne sahip çıkmanın haklı gururunu yaşamaktadır.
Aziz milletimin Cumhuriyet Bayramını kutluyorum…

.