19 Kasım 2015 Perşembe

Kıbrıs Tarihi,




Kıbrıs Tarihi



Kıbrıs adası bugünde yaşayarak gördüğümüz gibi yüzyıllardır, savaşlar, katliamlar ve entrikalar ile çalkalanmıştır. Kıbrıs tarihine bakıp geleceğe yönelik fikir yürütmenin daha sağlıklı olacağını düşündüğüm için Kıbrıs tarihini kısaca hatırlamakta yarar var.
Kıbrıs adası, M. S. 648 yılında Hz.Osman tarafından fetih edilmiş ve o yıllardan itibaren adada islâmiyet var olmuştur. Venedik’lilerin zorba idaresi karşısında ada halkının sürekli yardım talepleri,  II.Selim’in  şehzâdeliği döneminde Mısır’dan gönderilen hediyelere el konulması, 1563 yılında, Mısır Hazîne defterdârının bindiği geminin yağmalanması üzerine Kıbrıs adası 1570’de Türkler tarafından fetih edilir.

Osmanlı ile bütünleşen ada bir daha da Türklerden koparılamaz. II. Abdülhamid, gelirinin Osmanlı Hazinesi’ne verilmesi şartıyla 4 Haziran 1878’de Kıbrıs adasını geçici olarak Ingiltere’ye terk eden antlaşmayı imzalar. Ayrıca 1 Temmuz 1878’de yapılan sekiz maddelik bir ek anlaşmayla Rusya’nın Kars ve Doğu Anadolu’yu terk etmesi durumunda Ingiltere’nin Kıbrıs’ı tahliye edeceği de kayıt altına alınır.

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında katılmasıyla Ingiltere 5-Kasım-1914 tarihinde Kıbrıs’ı tek taraflı olarak ilhâk etti. Osmanlı Devleti ise bu ilhâkı sadece protesto etmekle yetinmiş, Ingiliz tâbiiyetine girmek istemeyen 8.000 kadar Türk ailesi Anadolu’ya göç etmiştir. Tarih tekerrür ediyor, bakalım anlaşma olursa Kıbrıs’tan kaç bin kişi Türkiye’yedönmeye zorlanacak!!
23 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması ile Itilaf Devletleri tarafından resmen tanınan Türkiye Cumhuriyeti, gelen yoğun baskılarla Kıbrıs’ın Ingiliz mülkü olduğunu kabul etmiştir. Lozan Anlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmek isteyen Kıbrıslı Türklere iki yıllık bir süre tanınması üzerine, Ingiliz idaresinden memnun olmayan çok sayıda Türk anavatan Türkiye’ye göç etmiştir.
15-20 Ocak 1950 tarihinde Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi “plebisit” yapılarak Kıbrıs’ın Yunanistan’ailhâkını istemiş ama Ingiltere bunu kabul etmemiştir. Barışçı yollardan “Enosis”i gerçekleştiremeyeceklerini anlayan Rumlar 1953 yılında kurdukları “EOKA” terör örgütünü 1 Nisan 1955’te harekete geçirdiler. “Grivas’ın” komutasındaki “EOKA” yayınladığı bildiriyle Ingilizleri ve Türkleri düşman ilan edip onları imha edeceklerini açıkladılar.
“Enosis” uğruna birçok Ingiliz ve Kıbrıslı Türk “EOKA”nın kurbanı oldu. Şiddet eylemleri karşısında kendini korumak isteyen Kıbrıs Türk Halkı 1-Ağustos-1956 tarihinde “Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı”nı (TMT) kurdu. 11-Şubat-1959’da Zürih Anlaşması’yla Kıbrıs Cumhuriyeti için ilk adımı atıldı.
Kıbrıs Türk ve Rum liderleri de 19 şubat 1959’da Londra Anlaşması’nı imzalayarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasını kabul ettiler. Bu anlaşmalara istinaden hazırlanan Kıbrıs Anayasası’nın kabulüyle 15/16-Ağustos-1959 gece yarısı “Kıbrıs Cumhuriyeti” ilan edildi.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilanıyla Yunanistan “ Enosis ”, Türkiye de “Taksim” tezinden vazgeçmiş oldu. Makarios’un Türkleri yok edip Kıbrıs’ı elde etme planlarını gerçekleştirmek üzere kurulan 20 bin kişilik EOKA, modern silahlarla donatılıp harekete hazır duruma getirilmesi ile Türkiye sert tepki göstermiş Kıbrıs Türk halkının imhâ tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu belirtmiştir.
Garantör devletlerden biri olan Türkiye gelişmeler üzerine, 15-Temmuz-1974’te Bakanlar Kurulu kararı ile, ülkenin menfaatleri ve güvenliği için her türlü tedbiri almak üzere Başbakan Bülent Ecevit’e tam yetki vermiştir. Bütün Kıbrıs’ta sıkıyönetim ilan eden darbeciler kısa zamanda Lefkoşe ve Girne’ye hâkim oldular.
Nikos Sampson, Kıbrıs’ta bir “Helen Cumhuriyeti” kurulduğunu açıklıyordu. Ingilizler tarafından helikopterle adadan kaçırılan Makarios, “Kıbrıs’ın Yunanistan işgalinde” olduğunu açıklıyordu.
Türkiye, 1959 yılında imzalanan Londra Anlaşması’nın (4.) maddesine istinaden 20 Temmuz 1974 günü tek taraflı olarak Kıbrıs Barış Harekâtı’nı başlattı. Türk askerleriyle mücâdele edemeyen Millî Muhâfız Ordusu ve EOKA-B, Türk yerleşim birimlerine saldırarak büyük bir katliâma girişti. Yüzlerce Kıbrıslı Türk katledildi.
Kadınların ırzına geçildi, çocuklar sokak ortalarında öldürüldü, köyler yakılıp yıkıldı. Türk kuvvetleri 22 Temmuz’da Girne’yi ele geçirdi. 22 Temmuz akşamı Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin ateşkes kararını kabul etti.

Türk müdâhalesi sonucu Yunanistan’daki cunta idaresi ve onun Kıbrıs’taki kuklası Nikos Sampson hükûmeti de yıkıldı. Ateşkes kararından sonra 25 Temmuz 1974’te Türkiye, Yunanistan ve Ingiltere dışişleri bakanları “Birinci Cenevre Konferansı” çalışmalarına başladı.

30 Temmuz’da sona eren konferansta Türk tarafının istekleri doğrultusunda: “Ada’da bir güvenlik bölgesinin kurulması, Rum ve Yunan işgalindeki Türk bölgelerin derhal boşaltılması, esir durumda olan asker ve sivillerin mübâdele edilmeleri veya serbest bırakılmaları, barışın sağlanması ile birlikte anayasaya uygun bir hükümet kurulmasının temini, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Kıbrıs Türk Toplumu ile Kıbrıs Rum Toplumu olmak üzere iki otonom idarenin mevcûdiyeti” kabul ve ilan edildi.

Bu anlaşmaya rağmen, Rum-Yunan kuvvetleri Türk köylerine saldırılarını sürdürdüler. Türkiye, Rum-Yunan ikilisiyle anlaşmanın mümkün olmadığını görerek 22 Temmuz’da başlayan fakat ateşkes sonucu tamamlanamayan harekatın tamamlanmasına karar verdi. 14 Ağustos’ta başlayıp 16 Ağustos’ta sona eren üç günlük harekât neticesinde bir taraftan Magosa’ya diğer taraftan Lefke’ye varılarak Türk tarafının sınırları çizildi.
Kıbrıs Barış Harekâtı’nın çizdiği sınırlar Türk tarafına devlet kurma imkânı verdi ve 13 şubat 1975 tarihinde “ Kıbrıs Türk Federe Devleti ” ilan edildi. Adalı Rumlar ve Yunanistan, yoğun kulisler sonucunda; BM’den KTFD’ni ortadan kaldırmayı öngören 13 Mayıs 1983 tarihli kararı çıkartmaya muvaffak oldular.

Bu durum karşısında, Kıbrıs Türk halkı, 20 Mayıs 1983 tarihinde Devlet Başkanı Rauf Denktaş’a bir muhtıra vererek bağımsızlık ilan edilmesini istedi. Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi de 15 Kasım 1983 tarihinde oybirliğiyle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilan etti.
Bağımsızlık bildirisi ”Rauf Denktaş tarafından okundu KKTC’ni, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti resmen tanıdı. 17Nisan1984 tarihinde de büyükelçiler, karşılıklı olarak güven mektuplarını cumhurbaşkanlarına sundular.

Bugün ise Kıbrıs; adanın Rumlara devrini isteyenler ile Türk devleti ve milleti yaşasın diyenlerin mücadelesine sahne olmaktadır. Annan’cıların ve adanın Rum hakimiyetine geçmesini isteyenlerin başını M.Ali Talat çekmektedir.

CTP Genel Başkanı Mehmet Ali Talat, BDH Başkanı Mustafa Akıncı ile ÇABP Başkanı Ali Erel le işbirlikçi partilerin milletvekili adayları Türkiye ve KKTC aleyhinde sürekli olarak konuşmakta ve dış destekli kamuoyu oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Kıbrıs’da ki muhalifler Türkiye’yi işgalci, ordusunu işgal ordusu olarak kabul etmekte ve açıkça söylemektedirler.

Rum meclisine dönelim, Denktaş uzlaşmaz, Türkiye benim Anavatanım değil, biz ne Rumuz, ne Türküz, biraz Maronit, biraz Latin, biraz Türk, biraz Rum, biraz Ingiliziz, Türkiye bizi rehin tutuyor, Türkiye ne seni, ne paranı, ne memurunu istemiyoruz
diyen sözde muhalifler, maalesef Türkiye’deki bazı güçlerin ve dış bağlantılı odakların da desteklerini almaktadırlar.

Irak 2004., Vietnam 1964.,




Irak 2004 Vietnam 1964



Yukarıdaki başlık UPI’den Ted Carpenter tarafından atıldı ve zamanlamasıyla hedefi tam 12’den vurdu.
Bu aralar ABD basınında gittikçe artan bir şekilde Irak-Vietnam bağlantısı yapılmakta ve ABD’nin Irak’ta bataklığa saplandığı inancıda gittikçe artmakta. Daha önce Bosna , Kosova içinde benzer yakıştırmalar yapıldı ve doğru çıkmadı fakat bu sefer sanki gidişat o yönü gösteriyor.
Direnişin artan gücü , ABD’nin dostla düşmanı birbirinden ayırmadaki çaresizliği , dost geçinenlerin güvenilmezliği gittikçe daha fazla orandaVietnamı hatırlatıyor. ABD’nin kazanamayacağı bir savaşta olduğu gittikçe açığa çıkıyor.
Bush şu anda 1964’de Lyndon Johnson’un geldiği gibi yol ayrımında. 1964’te ABD ordusu aynen bugün Irak’ta olduğu gibi asker sayısı yetersiz olduğu için Vietkong’u yok edemiyordu ve yönetimin önünde iki tane seçenek vardı :

  • Ya ABD askerlerini Vietnam’dan çekecek ve dünyadaki kredibilitesi dibe vuracaktı
  • Veya Asker Sayısını arttırıp savaşı tırmandıracaktı. (Bugün olanlara ne kadar benziyor !! , tarih tekerrür eder lafı boşuna söylenmemiş)
Zamanın yönetiminin dış politika uzmanları Hans Morgenthau ve Walter Lippmann’ın şiddetli karşı çıkışlarına rağmen Johnson yönetimi savaşı tırmandıma yönünde karar aldı. Bu uzmanlara göre ABD prestij kaybını göze alarak hemen Vietnam’dan çekilmeliydi. Bu karar uzun vadede ABD’nin yararına olacaktı ama karar aksi yönde çıktı. Bıu karar sonucunda olanları hepimiz biliyoruz.
Bugünde yönetim birebir aynı durumdadır. Asker sayısı Irak’ı kontrol etmekte ve direnişi bastırmakta yetersizdir. Ve Bush aynı yol ayrımında karar aşamasında. Senatonun kuvvetli isimleri John McCain ve Joseph Lieberman Bush’tan acilen Irak’ta asker sayısını arttırmasını istiyorlar.
Fakat Irak’ta savaşı tırmandırmak aynen Vietnamda olduğu gibi ters etki yapacaktır. Zaten her geçen gün azalan ABD yanlısı sivil halk tamamen dönecek ve ABD işgalci güç haline gelecektir. (zaten şu anda da büyük olçüde işgalci güç olarak görülüyor)

Gallup’un son yaptığı ankete göre Irak’lıların %71’i ABD’yi işgalci güç olarak görüyor , Kuzey’deki Kürtleri anketten çıkarınca bu sayı %81’e yükseliyor. ( Bu anketin son resimler ortaya çıkmadan yapıldığını hatırlatayım )
Çekilmekte başka problemleri yaratacaktır. Bu direnişçiler ve aşırı dinciler için kesin zafer anlamına gelecektir. Çekilme sonrası Irak’ta iç savaş çıkacağı ve Irak’ın bölüneceği muhakkaktır ve bu da bütün bölge (bilhassa Türkiye için) büyük problemler yaratacaktır.

ABD toplumu için çekilmenin moral bozukuluğu seneler sürecektir. Vietnam bozgununun moralman atlatılmasının ne kadar uzun sürdüğü hala hatırlardadır. Onun için ABD mümkün olduğu kadar çekilmeyi geciktirecektir ve asker sayısını arttıracaktır gibi gözüküyor. Bazı uzmanlara göre ise ABD’nin hemen Irak’tan çıkması sonradan aynı durumda kalmasından çok daha iyidir. ( binlerce ölü ve milyarlarca dolar kurtarılabilir )

Yukarıdaki alternatiflere bakarsak ABD’nin seçimlerinin hepsi çok risklidir ve hepside bizi derinden etkileyecektir.
Fakat ABD’nin Irak’a gönderecek fazla muharip birliğide kalmamıştır. Sıranın Türkiye’den birlik istemeye geldiği ve bunun için yavaş yavaş bizim tarafsız basındada (!!) düğmeye basılmak üzere olduğu çok açık… (tekrar aynı senaryoları yakında göreceğiz galiba , 8.5 milyar USD kredi , aslansınız kaplansınız , kahraman mehmetçik , AB aday adaylığı , stratejik ortaklık vs. palavraları )
Irak olmadı bari Afganistan’a asker gönderin diye yoklamalar yavaş yavaş başladı zaten. (gönderelimki oradaki birlikleri Irak’a kaydırabilsinler!)

Not : Bu arada 2,500 Alman askerinin Almanya’daki ABD üslerinin korumasını üstlendiği ortaya çıktı. Yani bütün askerler Irak’ta , Almanya’daki üslere koruma görevi yapacak asker bile kalmamış. Almanya 2004 sonundan itibaren bu korumayı yapmayacağını ve ABD’nin bu tarihten sonra başının çaresine bakması gerektiğini açıkladı. !!!!


.

Kuzey Irak’taki Başkanlık Krizi, IŞİD ve İran




Kuzey Irak’taki Başkanlık Krizi, IŞİD ve İran



Ali SEMİN
www.bilgesam.org


IŞİD’in (Irak Şam İslam Devleti) 2014 yılının Haziran ayında Musul’u kontrol etmesiyle birlikte Irak’taki iç dinamiklerinde yaşanan değişimler, Kuzey Irak 
Kürt yönetimindeki siyasi denkleme de yansımıştır. Bir terör örgütü olarak yapısal konumuna ve eylemlerine bakıldığında  IŞİD sıra dışı bir oluşumdur. 

Çünkü IŞİD’in aldığı desteğin ve sahip olduğu gücün kaynağına ne bölgesel güçler ne de istihbarat teşkilatları tam manasıyla erişebilmiştir. 

IŞİD’in Irak ve Suriye topraklarında ilerleme sağlaması ve ABD öncülüğünde kurulan uluslararası koalisyonun örgüte karşı düzenlediği hava operasyonlarından somut bir netice alınamaması, Kuzey Irak Kürt siyasetindeki güç rekabetini de yakından etkilemektedir. Bir tarafta Kuzey Irak Kürt yönetiminde yer alan Kürt partiler; KDP (Kürdistan Demokratik Partisi), KYB (Kürdistan Yurtseverler Birliği), Goran Hareketi (Değişim), Yekgirtuy İslami Kurdistan (Kürdistan İslami Birliği), Komal İslami Kurdistan (Kürdistan İslami Toplum) arasındaki politik denklem değişirken, diğer taraftan da Bağdat-Erbil ilişkilerindeki petrol ve bütçe krizi devam etmektedir. Bilinenin aksine IŞİD ile mücadele kapsamında Irak’taki Kürt siyasi partileri birlikte hareket ediyormuş gibi görünse bile kendi aralarındaki rekabetinin ve anlaşmazlıkların derinleştiğini söylemek mümkündür. 

Özellikle Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin başkanlık görevi süresinin 19 Ağustos 2015 tarihinde sona ermesi ve kendisini yeniden aday göstermesi 
ciddi tartışmaları beraberinde getirmektedir. Buna karşılık Mesud Barzani’nin lideri olduğu KDP’ye karşı bölgedeki siyasi partiler yeni ittifak arayışları içerisine girmişlerdir. Bu yazıda, Kuzey Irak’taki başkanlık sorununun çözümü, bölgedeki siyasi ittifaklar ve Kürtlerin IŞİD ile mücadelesi analiz edilmeye çalışılacaktır. Ayrıca İran’ın Kuzey Irak’taki Kürt partileri arasındaki etkinliği ve başkanlık krizindeki tutumu tartışılacaktır. 


IŞİD ile Mücadele ve Kuzey Irak’taki İç Dinamikler

IŞİD’in Musul’u kontrol etmesinin ardından, Kuzey Irak Kürt yönetiminin Peşmerge güçleri aracılığıyla Irak Anayasası’nın 140. maddesini kapsayan tartışmalı bölgelerde güvenli bir ortam temin edebilmesi Kürtler açısından önemli bir kazanım olarak değerlendirilebilir. 

Özellikle 12 Haziran 2014 tarihinde Irak ordusunun Kerkük’ten çekilmesi ile doğan güvenlik boşluğunu Peşmerge güçlerinin doldurması oldukça önemli bir gelişmedir. IŞİD’in Irak ve Suriye topraklarında ilerlemesi ve gün geçtikçe gücü açısından istikrarsız bir görüntü vermesi ile Kürtlerin nüfuz alanlarını ister istemez genişletebilmiş oldukları ifade edilebilir. Bunun yanısıra IŞİD’in Irak’ta güç kazanması ve Kürt yönetiminin kendi bölgesi olarak tanımladığı alanlara doğru ilerlemesi, Kürt partileri arasındaki nüfuz mücadelesini de tetiklemektedir. ABD öncülüğünde kurulan uluslararası koalisyon güçlerinin IŞİD ile mücadele edilebilmesi için Peşmerge’ye askeri eğitim, silah ve lojistik destek sunması, 
Kürtlerin küresel aktörler arasındaki popülaritesini arttırabilmesini sağlamıştır. 

Peşmerge güçlerinin Kerkük, Diyale, Selahaddin ve Musul’a bağlı Gueyir, Mahmur ve Sincar’da (Şengal) uluslararası koalisyon tarafından düzenlenen hava operasyonlarının desteğiyle IŞİD’e karşı mücadelede başarı sağlaması Kürtler bakımından büyük bir kazanımdır. Hatta Ekim 2014’te IŞİD ile savaşılması amacıyla Peşmerge güçlerinin Kobani’ye gönderilmesi; terörle mücadele açısından Kuzey Irak’ın önemli bir rol elde etmesine imkan vermiştir. Çünkü resmi rakamlara göre 2014 yılının Haziran ayından 2015 yılının Haziran ayına kadarki süre diliminde 1300 Peşmerge, IŞİD ile mücadele sürecinde hayatını kaybetmiştir ve 5000 civarında Peşmerge ise yaralanmıştır.1 

IŞİD’in Irak’taki ilerleyişine bağlı olarak Kürt yönetiminin iç ve dış politikasında çeşitli değişikliklerin meydana gelmiş olduğunu ifade etmek mümkündür


Kuzey Irak’ın ve bölgesel Kürt yönetiminin IŞİD sonrasındaki bir Irak’ta artık işbirliği ve uzlaşı olgularını terk ettikleri ve yeniden bir nevi güç mücadelesi başlattıkları görülmektedir. Kuzey Irak’ta değişen dengeler şu şekilde sıralanabilir: 


1. Kürt Yönetimi Başkanı Barzani’nin lideri olduğu KDP’nin KYB, Goran Hareketi ve diğer Kürt partileriyle mücadele etmesinin yanı sıra PKK/PYD ile de hem Suriye’nin kuzeyinde hem de Şengal bölgesinde mücadele etmek zorunda kaldığı söylenebilir. Başka bir ifadeyle IŞİD ile beraber Iraklı Kürtlerin elde ettikleri kazanımları takiben, Kürtler arasındaki anlaşmazlıklar da bu güç mücadelesi neticesinde derinleşmiştir. 

2. 21 Eylül 2013 tarihinde Kuzey Irak’ta yapılan parlamento seçimlerinde Novşirvan Mustafa liderliğindeki Goran Hareketi KDP’den sonraki ikinci siyasi parti olmuştu. KDP ile uzlaşarak Erbil hükümetine katılan Goran Hareketi’nin, IŞİD’in Irak topraklarındaki ilerleyişinin ardından KYB ile bir ittifak kurma arayışı içerisinde olduğu ifade edilebilir. Bilhassa PKK terör örgütünün Suriye uzantısı olan PYD’nin ülkenin kuzeyinde kurduğu kanton bölgelerine (Kobani, Afrin ve el-Cezire) KDP’nin karşı çıkması, KYB ile Goran Hareketi’ni birbirlerine yaklaştıran 
nedenlerin başında gelmektedir. Böylelikle Kuzey Irak’ın iç siyasetinde Goran Hareketi’nin 

“ PKK terör örgütünün Suriye uzantısı olan PYD’nin ülkenin kuzeyinde kurduğu kanton bölgelerine (Kobani, Afrin ve el-Cezire) KDP’nin karşı çıkması, KYB ile 
Goran Hareketi’ni birbirlerine yaklaştıran nedenlerin başında gelmektedir.”


KDP’ye yeni bir rakip olduğu -KYB gibi- kabul edilebilir. Bunun yanısıra Kuzey Irak’ın iç siyasetindeki iki güçlü parti olan KDP ve KYB’nin Goran Hareketi üzerinden birbirlerini dengeleyebilme noktasında çabalamaları ise önemli bir gelişmedir. Bu durum, 2006 yılında KDP-KYB arasında imzalanan stratejik ortaklık anlaşması muhtevasıyla ters düşmektedir. Çünkü iki parti arasındaki söz konusu anlaşma, birlikte hareket etmeyi vurgulamaktadır. Fakat 21 Eylül 2013 tarihindeki Kuzey Irak parlamento seçimlerinde ve 30 Nisan 2014 tarihindeki Irak genel seçimlerinde KDP ve KYB’nin kendi bayraklarının rengi olan Sarı ve Yeşil şeklinde iki ayrı listeyle seçimlere katılması, 2006 yılından günümüze deki iki partinin ilişkilerinde ciddi bir kırılma yaşandığını da göstermektedir. 

3. Musul’un kontrolünün IŞİD’e geçmesiyle birlikte Kürt Yönetimi Başkanı Barzani’nin bağımsızlık söylemine bölgedeki Kürt partilerinden (KYB, Goran ve İslami partileri) tam anlamıyla bir destek gelmemesi Kuzey Irak’ın politik denklemindeki rekabet üzerinde oldukça etkili olmuştur. Şu noktayı vurgulamak gerekir ki KDP-KYB arasında imzalanan stratejik ortaklık ittifakından sonra Kürt yönetimi birleşik bir görüntü verse dahi bu durum hali kamu kurumları üzerinde tam olarak hissedilememektedir. Örneğin, Kuzey Irak’taki Peşmerge Bakanlığı Peşmerge gücünü KDP-KYB arasındaki stratejik anlaşmaya rağmen tek bir yapıda birleştirememiştir. Kuzey Irak’ta nizami bir Kürt ordusunun kurulama ması durumu, başta KDP-KYB olmak üzere Kürt partileri arasındaki güç mücadelesinden kaynaklanmaktadır. 

IŞİD’in Irak’taki ilerleyişinin ardından PKK terör örgütünün de Kuzey Irak’ın siyasi denklemindeki güç rekabetine katıldığı düşünülebilir. 

IŞİD’e karşı Şengal’de mücadele eden ve Şengal dağında Kanton bölge kuran PKK bu sayede, KDP ile Musul çevresindeki nüfuzunu genişleterek Suriye ile Irak sınır hattını kontrol etmeyi amaçlamaktadır. Öte yandan IŞİD sonrasındaki Irak’ta Bağdat-Erbil ikili ilişkilerinde yaşanan petrol ve bütçe sorunu -iki tarafın çözüm hususunda Kasım 2014’te vardığı anlaşmaya rağmen- halen devam etmektedir. Bağdat merkezi hükümeti, IŞİD ile verdiği mücadelenin ağır maliyetinden ve petrol fiyatlarındaki düşüşten dolayı nakit para sıkıntısı yaşamaktadır. Bu nedenle Kuzey Irak’a göndermesi gereken bütçeyi gönderememektedir. Kuzey Irak’ın iç dengelerindeki sorunlardan ötürü Erbil yönetimi, Bağdat hükümeti ile yaşadığı krizi eski döneme nazaran gündemde daha az tutmaktadır. 

Kuzey Irak’ta Başkanlık Seçimi Tartışmaları 

Kuzey Irak’taki Kürt siyasi partileri arasında tartışılmakta olan en önemli konuların başında 19 Ağustos 2015 tarihinde görev süresi bitecek olan Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani gelmektedir. Kürt yönetiminin önünde üç önemli kriz dosyası bulunmaktadır. Bunlar: Barzani’nin görev süresi ve yetkileri, anayasasının yazılımı süreci ve bölgede kurulacak olan yönetimsel sistem (Başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter sistem) sorunu üzerinedir. Bu üç önemli konu Kürt siyasi partiler arasındaki tartışmaları ve güç mücadelesini derinleştirmektedir. 2005 yılında yürürlüğe konulan 1 no’lu Başkanlık Yasası, Kuzey Irak Kürt Yönetimi Başkanı’nın görev süresi, yetkisi ve konumu ile ilgilidir. Söz konusu yasanın 3. maddesine göre başkanın görev süresi 4 yıldır ve iki kez seçilme hakkı bulunmaktadır.2 Bu yasanın 17.maddesine dayanarak Kürt Yönetimi Başkanı Barzani 2005 yılında ilk kez parlamento tarafından seçilmişti. Çünkü 17. maddede Kürt Yönetimi Başkanı’nın birinci dönem için parlamentodan seçilmesi öngörülmektedir. 


Kürt Yönetimi Başkanı Barzani 2009 yılında ikinci dönem başkanlık için yüzde 69 oranında oy elde ederek doğrudan halk tarafından seçilmişti.

3 2013 yılında başkanlık süresi dolan Barzani için 19 no’lu görev uzatma yasası çıkartılmıştı. 19 no’lu yasa ile bir defaya mahsus olmak üzere Barzani’nin başkanlık görev süresi 19 Ağustos 2013 tarihinden 19 Ağustos 2015 tarihine kadar Kürt Parlamentosu tarafından uzatılmıştı.4 Aslında Kuzey Irak’taki Kürt partileri arasında devam eden tartışmaların temeli Barzani’nin görev süresinden ziyade yetkilerine dayanmaktadır. Barzani’nin yetkileri, 2005 başkanlık yasasının 10. maddesinde toplanmaktadır. 10. maddenin 2. fıkrasına göre başkan, parlamento seçimleri için karar verebilir. 4. fıkrada ise başkanın parlamentoyu feshetme yetkisine sahip olduğu ifade edilmektedir. Aynı maddenin 8. fıkrasına göre başkan özel bir kanunla olağanüstü hal ilan edebilir. Yasanın 13. maddesin de ise, bölge başkanının Peşmerge Gücünün Başkomutanı sıfatını taşıdığı belirtilmektedir.

Kürt Bölgesi Parlamentosu 23 Haziran 2015 tarihinde başkanlık yasa tasarısı gündemiyle toplanmıştı. KDP’li milletvekillerinin yanı sırabaşkanlık yasası oturumuna 57 üye katılmıştı.  

KYB, Goran Hareketi, İslami Birlik ve İslami Toplum bölge başkanının parlamento tarafından seçilmesine ilişkin dört yasa tasarısı sunmuşTürkmen ve Hristiyan üyelerin de boykot ettiği tu. Öte yandan 28 Temmuz’da KDP tarafından yapılan açıklamada, Kuzey Irak bölgesindeki güvenlik tehdidi ve istisnai durumdan dolayı Barzani’nin iki yıl daha (2017 yılına kadar) uzatılmasını talep etmiştir.

KDP’nin Bölge Parlamento’sunda 38 milletvekili bulunsa da karşısında yeni bir blok olarak KYB, Goran Hareketi, İslami Birlik ve İslami Toplum’dan oluşan 57 milletvekili yer almaktadır. Barzani’nin başkanlık görev süresi konusundaki tartışmalarla birlikte Kuzey Irak’ta iki cepheli bir yapının meydana geldiği dile getirilebilir. KDP’nin stratejik ortaklık anlaşması imzaladığı KYB ile Mesud Barzani’nin görev süresinin uzatılması konusunda herhangi bir uzlaşı sağlayamaması, KDP’nin Kuzey Irak’taki Eylül 2013 tarihli Parlamento ve Nisan 2014 tarihli yerel seçimlere ilişkin tutumundan kaynaklanmaktadır. KDP’nin her iki seçimdeki stratejisi de Goran Hareketi’nin Erbil hükümetine katılmasını 
sağlayarak KYB’nin Celal Talabani’nin sağlık durumundan ve parti içerisindeki iç çekişmelerden de yararlanılarak daha çok zayıflatılması amacına yöneliktir. Fakat KDP’nin bu stratejisi başkanlık süresinin uzatılması meselesinde yetersiz kalmıştır. Ayrıca, hem Kürt kamuoyunda hem de Kürt siyasi oluşumları arasında konjonktürel olarak dengeler önemli ölçüde değişmiştir. 

Bu durumun ana sebeplerinden biri Kuzey Irak’ın siyasal yapısındaki güç dağılımının artık KDP-KYB arasındaki ilişki ve anlaşmalara bağlı olarak uygulanmamasıdır. 

KDP ve KYB’nin yanısıra 2009 yılından beri bölgenin siyasi denklemine Goran Hareketi, İslami Birlik ve İslami Toplum’un da etkin bir şekilde katılımı söz konusudur. 

Barzani’nin görev süresinin uzatılması hususundaki tartışmaların Kuzey Irak’taki Kürt kamuoyunda fazla dikkate alınmadığı da görülmektedir. 

Çünkü IŞİD faktörünün Erbil’in güvenliğini tehdit etmesi, Bağdat-Erbil arasındaki bütçe sorunu, elektrik-su problemi ve temel hizmetlerde yaşanan eksikliklerden, 
aksamalardan dolayı Kürt kamuoyunun Barzani’nin başkanlık süresini tartışacak durumda olmadığını belirtmek mümkündür. Bunlara ilaveten bütçe krizinden ötürü Kuzey Irak Kürt yönetimine bağlı bölgelerdeki (Erbil, Süleymaniye ve Dohuk) 2930 projeden 2700’ü durdurulmuş, Süleymaniye’deki 200 ve Erbil’deki 50 şirket ise iflas etmiştir.5 Dolayısıyla ekonomik krizin yaşandığı Kuzey Irak’ta kamuoyunun başkanlık seçimiyle veya süresiyle fazla ilgilenmediği gözlemlen mektedir. 
Başkanlık seçimine ilişkin tartışmalar genellikle siyasi partiler arasında cereyan etmektedir. 

Barzani’nin başkanlık görev süresiyle ilgili Kuzey Irak Kürt partileri arasındaki uzlaşma arayışının olumlu sonuç verebilmesi için üç farklı senaryodan bahsedilebilir. 

Bunlardan birincisi, Kuzey Irak’ta var olan siyasal sistemin yarı başkanlık sistemi olarak nitelenmesi esasına dayanır. 

Bu bağlamda Kuzey Irak’taki siyasi yapının parlamenter sisteme dönüştürülmesi gerekir ki bölge hükümetinde bulunan dört Kürt parti (KYB, Goran Hareketi, İslami Birlik ve İslami Toplum) tarafından da bu karar desteklenmektedir. İkincisi, bölge başkanının yetkilerinin kısıtlandırılması suretiyle (Protokol Başkanı olması) parlamento tarafından başkanın seçilmesi üzerinedir. 

Bir diğeri ise, bölge başkan yardımcısının yetkilerinin arttırılmasıdır. Şu hususa dikkat çekmekte yarar vardır ki hükümet içindeki sayısal ağırlığı ve seçimlerde birinci parti olmasından dolayı KDP başbakanlık görevini almıştır. Kurulan koalisyon hükümetine rağmen KDP’nin dış politikada, iktisadi, askeri ve bölgesel konularda tek partiymiş gibi hareket etmesi nedeniyle Barzani’nin görev süresi gibi çeşitli konularda diğer siyasi partiler ile ilişkilerde sorunlar yaşanmaya devam etmektedir. Hatta Barzani’nin başkanlık süresinin uzatılması hususundaki kriz, diğer Kürt partileri tarafından bölgedeki KDP hegemonyasının azalması yönünde bir fırsat olarak da değerlendirilmektedir. Bu sebeple KDP ile diğer Kürt partiler arasındaki Barzani’nin başkanlık süresinin uzatılmasına dair pazarlık konularının başında parlamenter sistemle yönetim meselesi gelmektedir. Başka bir tabirle başkanlık tartışmalarına ve Barzani’nin kişiliğine ilişkin ifadelere dikkatlice bakıldığında siyasal sistem sorununun çözümü için arayışlara başlandığı görülecektir. Çünkü KYB, Goran, İslami Birlik ve İslami Toplum yetkilileri tarafından yapılan açıklamalar Barzani’ye karşı bir tavrı yansıtmamaktadır. Yalnızca sistemin parlamenter olması ve bölge başkanının yetkilerinin kısıtlanması gerektiği dillendirilmektedir. Kuzey Irak Kürt partileri arasında halen devam eden Barzani’nin görev süresinin uzatılmasına yönelik tartışmalara rağmen başkanlık için hiçbir parti herhangi bir aday belirlememiştir. 

“ KDP ile diğer Kürt partiler arasındaki Barzani’nin başkanlık süresinin uzatılması na dair pazarlık konularının başında parlamenter sistemle yönetim meselesi gelmektedir. ”

Bu tablo Kürt partilerinin, Barzani’nin yeniden başkan olmasıyla bir sorunlarının olmadığını da göstermektedir. 

Kuzey Irak’ın Başkanlık Seçimi Krizinde İran Etkeni

ABD işgalinin ardından İran’ın Irak’taki nüfuzunun her geçen gün arttığı aşikârdır. IŞİD sonrası Irak’ta, terörle mücadele adı altında Şii milis gücü olan Haşed el-Şaabi oluşumuna İran tarafından ciddi silah ve eğitim-danışmanlık desteği verilmektedir. İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım el-Süleymani Irak’ta IŞİD’e karşı savaşılan cephede bizzat yer almaktadır. İran’ın Irak’taki nüfuzunun IŞİD tarafından doğrudan yansıtıldığını ifade etmek mümkündür. Dolayısıyla İran’ın yalnızca Irak’taki Şiilerin üzerinde etkisi bulunmamaktadır, aynı zamanda Kuzey Irak’taki Kürt partileriyle de güçlü ilişkileri vardır. Özellikle de KYB ve Goran Hareketi ile ciddi ilişkilerinin olduğu 
bilinmektedir. Öte yandan 23 Haziran’daki Başkanlık Yasasına yönelik görüşmelerde Kürt Parlamentosu Başkanı (Goran Hareketi Yetkilisi) Yusuf Muhammed, Erbil’de bulunan konsoloslukların temsilcilerini davet etmişti. Parlamento toplantısına yalnızca İran Erbil Başkonsolosluğu Birinci Temsilcisi Muhsin Bafevayi katılmış, ABD, Mısır ve Almanya konsolosluklarından alt düzeyde temsilci gönderilmişti. Kürt Parlamentosu Başkanı Muhammed’in yabancı temsilcileri davet etmesi bölgedeki başkanlık sorununun iç meselelerin dışında olduğu mesajını vermektedir. 

Bu bağlamda, İran konsolosluğundan üst düzey bir temsilcinin katılımının, Barzani karşısındaki cepheye destek mahiyetinde olduğu söylemek mümkündür. 

İran’ın KYB ve Goran Hareketi’nin başkanlık kriziyle ilgili yakınlaşmasında etkin rolü olduğu da unutulmamalıdır. Hatta orta vadede Kuzey Irak’ta KYB-Goran 
ittifakı kuvvetli bir ihtimaldir. İran’ın uzun bir süredir hem KYB içerisindeki iç çekişmenin giderilmesi konusunda hem de KYB-Goran ittifakının hayata geçirilmesi için girişimlerinin olduğu görülmektedir. İki parti arasında karşılıklı ziyaretlerin artması ve parlamenter sistemle yönetim konusunda hemfikir olmaları yukarıdaki tespiti doğrulamaktadır. 

İran’ın, Barzani’nin başkanlık süresinin uzatılmasıyla ilgili izlediği stratejinin temel nedenleri şu şekilde sıralanabilir:

1. ABD’nin Irak’tan askerlerini geri çekmesiyle birlikte Barzani’nin Tahran’ın destek verdiği Nuri el-Maliki ile ciddi bir kriz yaşamıştır. Barzani’nin Maliki ile yaşadığı kriz sebebiyle, 2003 yılı sonrasında kurulan Kürt-Şii ittifakının bozulmaması için KYB lideri Celal Talabani ve partisindeki yetkililer ciddi çaba harcamıştır. 

2. Barzani’nin Bağdat’taki Şii yönetimden ve IŞİD’den kaçan Sünni Araplara Erbil’in kapısını açması önemli bir etkendir. Özellikle Baas partisini destekleyen bazı Sünni Arap aşiret liderlerinin ve Bağdat’taki yetkililerinin Kuzey Irak’ta ikamet etmesini sağlaması ve Sünni Arapların rahat bir biçimde Erbil’de konferanslar düzenlemesine izin vermesinin İran’ı rahatsız etmesi mümkündür. Barzani’nin Sünni Araplara verdiği bu desteğin esas sebeplerinden birisi Kuzey Irak’ın coğrafi olarak Sünni Arap bölgeleriyle sınıra sahip olmasıdır. Çünkü Barzani, olası bir bağımsız Kürdistan kurulduğunda Sünni Araplara yönelik izlediği politika neticesinde uzun vadede Kürt-Arap çatışmasının önüne geçmeyi 
hedeflemektedir. Dolayısıyla İran da, KYB-Goran Hareketi’ne destek vererek KDP’nin (Barzani’nin) bölgedeki gücünü zayıflatma amacı taşımaktadır.

3. Barzani’nin bölgesel anlamda dış politikasını, başta Türkiye olmak üzere Körfez ülkeleriyle güçlendirmesi ve ekonomik ilişkilerini artırması Tahran’ı rahatsız etmektedir. Bununla birlikte petrol satışlarını/politikalarını tamamen Ankara üzerinden yapması da İran ile ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu durum en önemli örneklerinden birisi IŞİD ile mücadele eden KDP’li Peşmergelerin kontrolündeki bölgelerde İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin Peşmergeye destek vermemesidir. Süleymani, IŞİD ile mücadele eden KYB’ye bağlı Peşmergeler’in bulunduğu Diyale, Hamrin ve Selahaddin gibi bölgelerde faaliyetlerini sürdürmektedir.

Bu perspektiften bakıldığında Kürt Yönetimi Başkanı Barzani’nin Suriye politikası, Tahran-Barzani ilişkilerini olumsuz etkilemektedir. 

Bilhassa Barzani’nin (KDP’nin) Esed rejimine karşıt olan Suriye Kürt Ulusal Konseyi’nin tesis edilmesindeki rolü ve PKK/PYD’nın ülkenin kuzeyinde kurduğu ve PKK terör örgütünün Şengal Dağı’nda ilan ettiği kantonlara tepki göstermesi nin İran’la olan ilişkileri daha da gerginleştirdiğinden bahsedilebilir. Bu bağlamda İran’ın KDP’ye karşı olan dörtlü Kürt bloğuna (KYB, Goran, İslami Birlik ve İslami Toplum) desteğini sürdürmesi kuvvetle muhtemeldir. Yukarıda sözü edilen gelişmelerin ışığında İran’ın önümüzdeki süreçte IŞİD ile mücadele adı altında Irak-Suriye hattında KYB-Goran ve PKK/PYD ittifakının kurulmasını sağlayabilir. Böylesi bir ittifakın hayata geçirilmesiyle beraber hem KDP’nin (Barzani’nin) bölgedeki etkinliği kırılabilir hem de Esed rejimi Suriye’deki rejim karşıtı muhalefete karşı güç kazanabilir. 

Sonuç:

Irak’ta ve Suriye’de IŞİD’in ilerleyişi sadece güvenlik sorunlarının artması anlamını taşımamaktadır, aynı zamanda Orta Doğu’daki bölgesel ve küresel rekabeti artırmaktadır. Bu nedenle IŞİD’in Irak’taki ilerleyişiyle birlikte Erbil’in güvenliğini de tehdit ettiği söylenebilir. Kuzey Irak her ne kadar güvenli bir bölge olarak kabul edilse de örgüte katılan Kürt gençlerinin sayısı her geçen gün artmaktadır. Şu hususa dikkat çekmek gerekir ki 2014 yılının Haziran ayından 2015 yılının Temmuz ayına kadar Kuzey Irak’tan IŞİD ‘e katılanların sayısı tahminen 650 kişidir. 

IŞİD’in Kürtlerin nezdinde popülitesi artsa da ciddi bir ulusal güvenlik tehdidi olduğu unutulmamalıdır. Bu sebeple Irak’ta Kerkük, Selahaddin, Diyale ve Musul’e bağlı belli bölgeler Kürtlerin kontrolünde olsa da bunun IŞİD’den dolayı uzun vadeli bir kazanım olmadığı düşünülebilir. 

Bu çerçeveden bakıldığında Kuzey Irak Kürt yönetiminin IŞİD ile mücadele ederken ve ciddi bir riskle karşı karşıya kalırken, Barzani’nin başkanlık dönemi sorunu ve iç siyasetteki rekabetin kızışması bölgenin geleceğini tehlikeye atmaktadır. 


“ Barzani’nin bölgesel anlamda dış politikasını, başta Türkiye olmak üzere Körfez ülkeleriyle güçlendirmesi ve ekonomik ilişkilerini 
artırması Tahran’ı rahatsız etmektedir. 
Bununla birlikte petrol satışlarını/politikalarını tamamen Ankara üzerinden yapması da İran ile ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir.”

Bu bakımdan Barzani’nin başkanlık süresine ilişkin Kürt siyasi partileri arasındaki tartışmaların ve çekişmelerin sonlandırılması gerekmektedir. 

Barzani’nin başkanlık süresinin iki yıl daha temdit edilmesinin Kürtlerin çıkarına olacağı ifade edilebilir. Dahası Kürt parlamentosunun 
önünde iki mühim seçenek vardır. 

Bunlardan birincisi, iki yıl daha Barzani’nin görev süresinin uzatılması ve bu iki yıl süresince bölge başkanlığı yasası üzerinde çalışmalarına 
devam etmesidir. Diğeri ise, 2005 yılında yürürlüğe konulan başkanlık yasasının 3. maddesini değiştirerek Kuzey Irak Kürt Yönetimi 
Başkanı’nın görev süresini üç döneme çıkarmasıdır. Aslında en doğru seçenek başkanın görevi süresinin iki dönem olmasıdır. Ancak Kuzey 
Irak’taki konjonktürel durum ve Kürt partileri arasındaki rekabet Barzani’nin görev süresini sınırlandırmasına müsaade etmemektedir. 
Ayrıca Kuzey Irak’taki Kürt partilerinin (KDP dâhil) bölgesel ve uluslararası arenada tanınan ve iyi ilişkileri kurabilen yeni şahsiyetler ortaya 
çıkarmasında fayda vardır. Orta Doğu’daki gelişmeler, Kuzey Irak’ta muhalefet edebilecek partilerin sayılarının artması (Goran Hareketi 
gibi) ve yeni neslin talepleri dikkate alındığında bölge başkanlığını babadan oğla veya herhangi bir aile ferdine geçmesi mümkün görünmemektedir. 
Netice itibariyle özetlemek gerekirse, Kuzey Irak siyasi partilerin uzlaşmasıyla birlikte Barzani’nin başkanlık süresi büyük olasılıkla iki yıl daha uzatılacaktır. 

Yukarıda da ifade edildiği gibi başta KYB olmak üzere Goran, İslami Birlik ve İslami Toplum’u Barzani’nin görev süresini tartışmaktan ziyade bölgedeki siyasal 
sistemin parlamenter olmasını talep etmektedirler. Burada KDP’nin Barzani’nin başkanlık süresi konusunda Kürt partileri arasında konsensüs 
sağlanması için parlamenter sistemin tesisi veya başkanın bazı yetkilerinin kısıtlaması gibi meselelerde anlaşması gerekmektedir.

1 - http://www.alraipress.com/news10936.html, (Erişim:27.07.2015).

2 -   http://www.newsabah.com/wp/newspaper/40884 (Erişim:28.07.2015).

3 -   http://cabinet.gov.krd/a/d.aspx?a=3633&l=14,  (Erişim:25.07.2015)

4 -   http://elaph.com/Web/news/2013/6/821066.html,  (Erişim:25.07.2015)

5 - Kuzey Irak krizde, Türk Şirketleri zorda, http://www.ekonomist.com.tr/News/Detail.aspx?NewID=7874 (Erişim: 10.07.2015)





BİLGESAM Hakkında

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştır maktadır. 
BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında

Mart 2011’den beri BİLGESAM Orta Doğu araştırmaları uzmanı olarak çalışan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez ülkeleri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. 
Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir..

ALINTI ;

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 
www.bilgesam.org www.bilgestrateji.com bilgesam@bilgesam.org 
Tel: 0212 217 65 91 - Fax: 0 212 217 65 93
Kuzey Irak’taki Başkanlık Krizi, IŞİD ve İran
www.bilgesam.org



..

Yeni Anayasa Çıkmazı



Yeni Anayasa Çıkmazı 



Hikmet Sami Türk.,



Bazı yönleriyle toplumdaki bölünmüşlüğü de yansıtan anayasa çıkmazı nasıl aşılabilir? Yapılması gereken, tümüyle yeni bir anayasa değil, öncelikli konularla sınırlı bir anayasa değişikliğidir. Bu değişiklik, önceki kazanımları koruyarak, temel hak ve özgürlükleri genişletecektir. 










1876’da Kanuni Esasi’nin ilanından 1982 Anayasası’nın kabulüne kadar geçen 106 yıl içinde 5 anayasa, ortalama her 21 yılda yeni bir anayasa ve bunların her birinde birçok değişiklik yapmak suretiyle, bir dünya rekoru denebilecek sayı ve sıklıkta yoğun bir anayasa etkinliği gösteren Türkiye, şimdilik yeni bir anayasa yapmaktan vazgeçmiş, bu isteğini gerçekleştirmeyi ertelemiş bulunmaktadır. İlk kez bir “Sivil anayasa” yapıldığı gibi tarihi gerçeklere tam uymayan büyük bir iddia ile işe başlanmış; ancak 12 Haziran 2011 milletvekili genel seçimi ertesinde TBMM’de grubu bulunan 4 siyasi partinin 3’er temsilcisinden oluşturulan partiler arası uzlaşma komisyonunun iki yılı aşkın bir süre devam eden çalışmasından beklenen sonuç çıkmamıştır. 1995 ve 2001 yıllarında yapılan kapsamlı anayasa değişikliklerinde başarıyla uygulanan eşit katılımlı partiler arası uzlaşma komisyonu yöntemi, bu kez ancak 60 madde ile sınırlı bir mutabakat metni ortaya koyabilmiştir. 
Mutabakat sağlanan, fakat kesintisiz bir sırayla numaralandırılmayan, aralarında boşluklar bulunan 60 madde, ağırlıklı olarak yürürlükteki anayasanın temel hak ve özgürlüklere, yasama ve yargıya, doğal servetler ve kaynaklar ile ormanlara ilişkin hükümlerinin bir bölümünü bazı ekleme ve çıkarmalarla, henüz eksik ve yetersiz, sistematik bakımdan genelde tutarsız bir biçimde yineleyen, bu arada “insan onur ve haysiyeti”, “barış içinde ve silahsızlanmış bir toplumda yaşama hakkı”, “bilgiye erişim hakkı ve bilişim özgürlüğü”, “makul ve insanca hayat (yaşam) sürdürme hakkı”, “TBMM Siyasi Etik Komisyonu”, “Yükseköğretim Düzenleme Kurulu” gibi konularda yeni hükümler getiren düzenlemeler niteliğindedir. Bazı maddeler üzerindeki mutabakat, “yeniden gözden geçirilecektir” kaydıyla geçerlidir; bazı maddelerde partilerin çekinceleri vardır; bazı konuların madde gerekçesinde belirtilmesi ya da ileride düzenlenecek başka bir maddede değerlendirilmesi kabul edilmiştir. 

Niçin çıkmaza girildi?


Anayasalar, bir devletin dayandığı temel ilkeler ile temel hak ve özgürlükleri belirten, devlet erklerinin işleyişini düzenleyen toplumsal sözleşmeler niteliğindedir. O nedenle bu sözleşmelerin yapılması ve değiştirilmesi, toplumsal mutabakatla gerçekleşir. Yürürlükteki 1982 Anayasası’nda şimdiye değin 18 kez değişiklik yapılmış ve bu değişiklikler sonucunda anayasanın 87 maddesi değişmiştir. Bu değişikliklerle, özellikle 1995, 2001 ve kısmen 2010 değişiklikleriyle anayasa, büyük ölçüde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Ek Protokolleri doğrultusunda bir anayasa durumuna getirilmiştir. (1) Fakat son anayasa değişikliği girişimi, yeni bir anayasa ya da kapsamlı bir anayasa değişikliği yapılması konusunda gerekli toplumsal mutabakatın Meclis’e yansıdığı ölçüde henüz oluşmadığını göstermektedir. Bunun nedenlerinden birkaçı üzerinde durmakta yarar var: 

1. Yukarıda belirtilen özellikleri kazanmış bir anayasa yerine tümüyle yeni bir anayasa yapma düşüncesi, partiler arası görüş farkları, özellikle iktidar partisinin bazı konularda bilinen görüşleri ve bir muhalefet partisinin temelde etnik kimlikle bağlantılı istemleri ön plana çıkaran tutumu nedeniyle bu kazanımların bir bölümünün kaybı veya nitelik değiştirmesi riski taşıdığından yeterli toplumsal destekten yoksundur. 

2. Anayasanın ilk üç maddesindeki değişmez hükümlerin bir bölümünün yeni bir anayasa yapmak gerekçesiyle değiştirilmek, özellikle laiklik ilkesi ve Türkiye Devleti’nin bölünmez bütünlüğü ile ilgili hükümlerin en azından esnekleştirilmek, bu arada “özerk coğrafi bölgeler” yaratılmak istenmesi, toplumsal destek kadar hukuki dayanaktan da yoksundur. Çünkü 1. maddeden başlanarak yeni bir anayasa yapılsa bile bu, anayasanın değiştirilmesi ile ilgili hükümlere, yani değişiklik usulünü gösteren 175. madde ile değiştirilemeyecek hükümleri belirten 4. maddeye uygun olarak yapılmak zorundadır. 

3. Partiler arası uzlaşma komisyonunda “Türk vatandaşlığı” tanımı kapsamında “Türk” sözcüğü üzerinde bile görüş birliğine varılamamıştır. Oysa önceki anayasalarımızda olduğu gibi yürürlükteki anayasamızda da “Türk” sözcüğü, bir etnik kimliği değil, bir vatandaşlık kimliğini ifade etmektedir. Yeni anayasada da farklı bir anlam taşıması düşünülemez. Aynı biçimde bölücü ve ayrılıkçıları memnun etmek için kullanılmak istenmeyen “Türk Milleti” terimi de, hiçbir etnik ayrım gözetmeksizin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tümünün ortak adıdır. (2) 
4. Bu konunun bir uzantısı olarak, eğitim ve öğretimin resmi dil Türkçe yerine anadilinde yapılması da tartışma konusudur. Seçimlik ders olarak anadilinin öğrenilmesinin ötesinde tüm derslerin anadilinde yapılması, eğer buna olanak bulunabilirse ilköğretimden yükseköğretimin sonuna kadar eğitim ve öğretimin anadilinde yapılmasını gerektirecek bir durumdur. Bu, aynı ülkenin çocuklarını ve gençlerini farklı dilleri konuşan, aynı meslekte bile ortak bir dilde anlaşamayan insanlar olarak yetiştirmek demektir. 

5. Türkiye’nin 1876’dan bu yana uygulamaya çalıştığı parlamenter sistem yerine dünyada yalnız Amerika Birleşik Devletleri’nin federal yapısı ve kurumlar arası anayasal dengeleri içinde başarıyla işleyen, ama orada bile zaman zaman tıkanmalara yol açan başkanlık sisteminden esinlenen, ancak onunla sadece isim benzerliği olan; yürütme yetkisini başkana vermekle kalmayıp, “başkanlık kararnameleri” adı altında yasama yetkisini de başkanda toplamaya açık, böylece demokratik hukuk devletinin kurumsal temeli olan erkler ayrılığını ortadan kaldırmaya elverişli bir Türk tipi başkanlık sistemi, diktadan başka bir şey getirmez.(3) Türk halkı, iktidar partisinin önerdiği böyle bir rejim değişikliğini kabule hazır değildir. 

Çıkış yolu


Bazı yönleriyle toplumdaki bölünmüşlüğü de yansıtan anayasa çıkmazı nasıl aşılabilir? Yapılması gereken, tümüyle yeni bir anayasa değil, öncelikli konularla sınırlı bir anayasa değişikliğidir. Bu değişiklik, önceki kazanımları koruyarak, temel hak ve özgürlükleri genişletecek; demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini, parlamenter rejimi güçlendirecek, bu arada cumhurbaşkanı seçimini parlamenter rejime uygun duruma getirecek; yargının bağımsızlık ve tarafsızlığını sağlayacak düzenlemeleri içermelidir. Meclis’te ve halkoylamasında toplumsal mutabakat bu çerçeve içinde gerçekleşebilir. 


(1) Bu konuda daha ayrıntılı olarak bk. Hikmet Sami Türk, “İstatistiklerle Anayasa Değişiklikleri”, Parlamento, Aralık 2011, s. 280, s. 18-20. 


(2) Bu konuda son olarak bk. Hikmet Sami Türk, “Milletin Adı Yok mu?”, Cumhuriyet, 25.11.2013, s. 2. 


(3) Bu konuda daha ayrıntılı olarak bk. Hikmet Sami Türk, “Başkanlık Sistemi Türkiye’de Uygulanabilir mi?”, Parlamento, Şubat 2011, s. 270, s. 22-24; Hikmet Sami Türk, “Başkan mı, Seçilmiş Padişah mı?”, Bafra Haber, Ocak 2013, s. 89, s. 1, 7. 

Prof. Dr. HİKMET SAMİ TÜRK


http://kadin-haber.blogspot.com.tr/2013/12/yeni-anayasa-ckmaz-hikmet-sami-turk.html


.