6 Nisan 2016 Çarşamba

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI: TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASINDAKİ DEĞİŞİKLİKLER



TÜRKİYE VE ARAP BAHARI: TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU  POLİTİKASINDAKİ DEĞİŞİKLİKLER 








Doç. Dr. Şaban Kardaş, 
TOBB Üniversitesi Öğretim Üyesi, 
HASEN Bilim ve Uzmanlar Kurulu Üyesi 

Orta Doğu geçtiğimiz iki yıl boyunca bir dönüşüm sürecine girmiş ve bölgesel aktörleri yurt dışı politikalarını yeniden tanımlamaya zorlamıştır. 2010 yılının 
sonlarındaki olayların başlangıcından bu yana ise Türk hükümeti Arap Baharı’nı pozitif yönde kavramsallaştırmıştır. 
Genel bakış açısı, çeşitli gösteriler ve ayaklanmaların bölgede dönüşüm için aşağıdan yukarıya doğru bir talep olduğu yönünde olmuştur. Bu, sıradan Arap halkının gerçek arzusudur ve Türkiye’nin desteğini hak etmiştir. 

Açıkça görülmektedir ki Tunus, Mısır veya Libya gibi bölgedeki demokratik rejimlerin nihai yükselişi Türkiye için memnun edici gelişmelerdir ve Türkiye’nin 
Orta Doğu politikalarında uzun vadede pozitif sonuçlar üretmesi muhtemeldir. Ancak demokratik rejimlerin geçiş süreçleri ve konsolidasyonunun zorlayıcı 
olacağı ve Türkiye için çeşitli güvenlik riskleri doğuracağına dikkat edilmesi gerekmektedir. Suriye’deki ayaklanma ve akabinde meydana gelen çatışma şimdiden Türkiye’nin bölgesel menfaatleri açısından doğrudan problem oluşturmaya başlamıştır, ancak Arap Baharının etkileri doğrudan oluşan güvenlik risklerinden çok daha derine gitmektedir. 

 <  Bölgesel dönüşüm kaçınılmaz bir şekilde Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolünün gözden geçirilmesini gerektirmektedir ve Ankara şimdiden bölgesel politikalarında önemli değişiklikler başlatmıştır.   >        

Bölgesel dönüşüm kaçınılmaz bir şekilde Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolünün gözden geçirilmesini gerektirmektedir ve Ankara şimdiden bölgesel politikalarında önemli değişiklikler başlatmıştır. 

Ankara şimdiden bölgesel politikalarında önemli değişiklikler başlatmıştır. Bu yazıda, dört tamamlayıcı sürece odaklanarak söz konusu dönüşümleri analiz edeceğim: Türkiye’nin Orta Doğu jeopolitik hesaplamalarına yönelik eğilimi, demokrasi konusunun giderek artan bir şekilde altının çizilmesi, tehditlerin değişen doğası ve Türkiye’nin Batıyla olan bağlarını yeniden tanımlaması. Söz konusu dönüşümleri bir bağlam içerisine oturtmak için Türkiye’nin Arap Baharı öncesinde Orta Doğu’daki görevini nasıl kavramsallaştırabileceğimiz konusunda kısa bir açıklamayla başlayacağım. 

Bölgesel bir Güç olarak Türkiye 

Arap Baharı’nın Türkiye’nin bölgesel politikaları üzerindeki etkilerini kavrayabilmek için Türkiye’nin Orta Doğu’da üstlendiği rol hakkındaki algılamaların kısa kavramsal açıklamalarıyla başlamak faydalı olacaktır. Arap Baharı öncesinde, özellikle 2008-2010 yıllarında Türkiye’nin dış politikası konusundaki görüşler proaktivizm terimine odaklanmış durumdaydı. 
Yalnızca Türkiye’de değil aynı zamanda Batı ve Orta Doğu ülkelerinde de proaktif Türk dış politikasının anlaşılması için uygun bir etiket bulunmaya çalışılıyordu. 

Çok sayıda araştırmacı Türkiye’nin dış politikasını tanımlayabilmek amacıyla “neo-Ottomanizm” veya “sıfır sorunlu dış politika” gibi farklı isimler kullanıyordu. Benim bakış açıma göre “bölgesel güç” terimi Türkiye’nin bölgede oynamak istediği rolü en iyi tanımlayan terim. Aslında Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolü, yürütülen eylemleri Türkiye etrafında merkezleşmesi ümit edilen bir bölgesel düzen oluşturma ve Orta Doğu’da bölgesel entegrasyon sürecini tetikleme çabaları olarak gördüğümüzde daha iyi anlaşılabilecektir. 

Arap Baharından önceki birkaç yılda, Türkiye Güneydeki komşularıyla bağlarını güçlendirmiş ve bu ülkelerle daha iyi ekonomik ve siyasal ilişkiler 
kurmak için çaba sarf etmiştir. Batıdaki çoğu insan, özellikle Amerikalı beyin takımı Türkiye’nin Batıdan uzaklaştığını, Avrupa’ya yüz çevirdiğini ve Orta Doğuya doğru eğilim gösterdiğini ileri sürmüştür. Ancak bu Türkiye’nin hedeflerinin doğru bir ifadesi değildir. Türkiye’nin eylemleri daha çok bölgesel aktörlerle yakın işbirliği sayesinde bölgesel entegrasyonu tetikleme çabası şeklinde gerçekleşmiştir. Türkiye’nin bölgesel entegrasyon çabaları dünyanın diğer bölgelerindeki süreçlere benzerdir. 
Türkiye içinde bulunduğu bölgede hem ekonomik hem de siyasi alanda bölgesel mekanizmaları başlatmak için büyük çaba sarf etmektedir. Türkiye’nin Arap 
Baharı öncesindeki Orta Doğu Politikası Türkiye’nin bölgesel entegrasyon sürecinin merkezinde olmasını ve bölgedeki olayların gidişatını şekillendirecek şekilde özerk ve bağımsız politikalar geliştirecek bir pozisyonda yer almasını öngörüyordu. 

< Benim bakış açıma göre “ Bölgesel Güç ” terimi Türkiye’nin bölgede oynamak istediği rolü en iyi tanımlayan terim. >

Arap Baharıyla ilişkili gelişmeler Türkiye’nin bölgesel politikaları ve Orta Doğu’da entegrasyon girişimleri karşısında eşsiz bir imtihan oluşturmuştur. 
Geçtiğimiz iki yıl içerisinde meydana gelen olaylar Orta Doğu’daki bölgesel düzenin zayıflıklarını ve sınırlarını gözler önüne sermiş ve Türkiye’nin burada 
bölgesel seviyede çözümler başlatma yönündeki beceri ve kapasitesini daha iyi değerlendirmek üzere bir imtihan haline gelmiştir. 

Orta Doğu düzeninin dönüşümü ve Türkiye’nin güvenliğikonusundaki sorunlar 

Orta Doğu’da MENA ve dolayısıyla Türkiye’nin dış politikasını dönüştüren en az dört adet önemli süreç bulunmaktadır. 

Orta Doğu jeopolitik hesaplamalara eğilim 

İlk olarak, Türkiye giderek artan bir şekilde Orta Doğru jeopolitik hesaplamalarına ve sürekli değişen güç dengelerine yönelmektedir. Orta Doğu’daki sorunlar ve hesaplar Türkiye’nin yabancı politikasında giderek daha fazla telaffuz edilmektedir. Türkiye’nin bölgeyle daha fazla ilgilenmeye başlamasının Batıyla olan iletişimi üzerindeki etkilerinin doğru şekilde açıklanması gerekmektedir. Türkiye’nin yabancı politikasının Orta Doğu’daki gelişmelerle meşgul olduğu ölçüde, 



Batıda Türkiye’nin AB’ye gösterdiği ilgi anlaşmazlığa neden olmuş, Suriye ve menfaatlerinin azaldığı yönünde bir ile diplomatik ilişkilerin kırılmasıyla 
algılayış meydana gelmektedir. Örneğin, sonuçlanmıştır. Örnek olarak, bundan özellikle Avrupa Komisyonu’nun iki yıl önce İran ile iyi ilişkiler içerisinde 
Türkiye’nin AB üyelik sürecindeki olmasına rağmen, bugün Türkiye-İran gelişmeleri hakkında yayınlandığı son ilişkilerinin yeni bir ihtilaf aşamasına 
rapordan sonra, Avrupa merkezlerinde girdiğini görüyoruz. Orta Doğu’da Türkiye Avrupa entegrasyonunu sürdürme değişen dinamikler Türk diplomasisini 
konusundaki ilgisi ve kararlılığını de değiştirmesi dolayısıyla, Türkiye’nin kaybetmiş bir ülke olarak öne çıkmaktadır. bölgedeki yeni yabancı politikası için daha Orta Doğu’ya yönelik eğilim ve Avrupa iyi açıklamalar öne sürmesi gerekmektedir. Entegrasyonu konusundaki gecikmeler görüntüsüdür. 
Arap Baharı olgusuna getirilen farklı açıklamalar bulunmaktadır, 

Demokrasinin daha fazla arasında rastlantısal bir bağ veya bir sebep altının çizilmesi sonuç ilişkisi olup olmadığı analitik bir bakış açısıyla ele alınabilir, ancak politika 

İkinci süreç bölgede giderek belirginleşen açısından bakıldığında, söz konusu algılayış demokrasi kavramı ve Türkiye’nin şekli Türkiye’nin Batıda ele alması gereken dış politikasındaki retorik araç kiti bir konudur. 

Orta Doğu bağlamında ele alındığında,Türkiye politikalarını hızlı şekilde değişen yerel dinamikler ve ittifaklara göre yeniden düzenlemektedir. Türkiye gerçekleşen olaylar nedeniyle Irak, İran veya Suriye gibi yerlerde de olduğugibi, pozisyonunu kısa aralıklarla düzenlemek zorunda kalmaktadır. Bu değişen pozisyonlar Türkiye için önemli maliyetler oluşturmaktadır, çünkü Türkiye’nin sürdürdüğüyeni politikalardan bazıları komşularıyla ihtilaf içerisinde olmasına neden olmuştur. Örneğin, Irak, İran ve Suriye ile karşılıklı olarak sürdürdüğü politikalar Irak veİran hükümetleriyle  anlaşmazlığa neden olmuş, Suriye ile diplomatik ilişkilerin kırılmasıyla sonuçlanmıştır. Örnek olarak, bundan iki yıl önce İran ile iyi ilişkiler içerisindeolmasına rağmen, bugün Türkiye-İran ilişkilerinin yeni bir ihtilaf aşamasına girdiğini görüyoruz. Orta Doğu’da değişen dinamikler Türk diplomasisini de değiştirmesi dolayısıyla, Türkiye’nin bölgedeki yeni yabancı politikası için daha iyi açıklamalar öne sürmesi gerekmektedir.


Demokrasinin daha fazla altının çizilmesi İkinci süreç bölgede giderek belirginleşen demokrasi kavramı ve Türkiye’nin dış politikasındaki retorik araç kiti görüntüsüdür. Arap Baharı olgusuna getirilen farklı açıklamalar bulunmaktadır, ancak bunların birçoğu ayaklanmaların temel itici gücü olarak daha iyi yönetimeyönelik popüler talebe vurgu yapmaktadır. Söz konusu talepler bazı ülkelerde rejime neden olmuş ve bazılarında kısmi reformları tetiklemiş olsa da, Suriye’de bu sürecinbir iç savaşa dönüşme riski bulunmaktadır.

<    Türk hükümeti Orta Doğu’daki gelişmeleri Arap halkının demokrasi ve daha iyi yönetim konusunda gerçek ve aşağıdan yukarı yönlü talebinin bir yansıması olarakele almıştır.    >

Türk hükümeti Orta Doğu’daki gelişmeleri Arap halkının demokrasi ve daha iyi yönetim konusunda gerçek ve aşağıdan yukarı yönlü talebinin bir yansıması olarak elealmıştır. Türkiye, bölge halklarının yöneticilerinden demokrasi ve eşit muamele talep ettikleri için desteklenmeleri gerektiğini,çünkü bunların tüm milletlerin herhangibir engel olmaksızın hak ettiği evrensel normlar olduğunu savunan bir pozisyon almıştır. Burada Türkiye, Türk halkının kendi ülkesinde demokratik haklardan istifa ettiğini ve Türk hükümetinin yerel olarak bu talepleri karşıladığını, bu nedenle Türk hükümetinin kendi ülkelerinde aynı haklar için ayaklanan bölge halklarının arkasında duracağını belirtmesiyle oldukça stratejik bir karar almıştır. Türkiye’nin geleneksel olarak demokrasinin desteklenmesi yönünde bir politikası olmadığı hatırlanacak olursa, bu Türkiye için devrim niteliğinde bir adımdır. Türkiye’nin demokratik nitelikleri Batı tarafından sorgulanmıştır  ve şu anda da belirli bir seviyede sorgulanmaya devam etmektedir ve Türkiye resmi olarak yurtdışında demokrasinin desteklenmesi yönünde bir politikadan kaçınmıştır.
Ancak Arap Baharıyla birlikte Türkiye’nin kendisini demokratik hareketleri destekleyen bir aktör olarak ön plana çıkardığını görüyoruz. Türk bakış açısındaki bu önemli  dönüşümün yabancı politika oryantasyonu konusunda da yansımaları bulunmaktadır. Sürdürülecek belirli politikalar konusunda yaşanan anlaşmazlıklara rağmen, Avrupalı aktörler ve ABD de, Libya ve Suriye’de halkın demokrasi talebini destekleme kararı alarak ve rejim değişikliği konusunda baskı yaparak benzer bir pozisyon almışlardır.

Söz konusu destek geç gelmiş de olsa, onlar da Türkiye gibi rejimlerin değil hakların tarafında olmayı tercih etmişlerdir.

Arap halkının Orta Doğu’da demokratik taleplerine verdikleri tepkilerin altında yatan benzerlik, Türkiye’nin yurtdışı politikasının Orta Doğu’daki Batıya ait 
liberal tabancı politika anlayışına ne derece benzerlik gösterdiğinin altını çizmektedir. 

< Orta Doğu’nun güvenli ortamını çevreleyen riskler ve belirsizlikler Türkiye için de önemli sorunlara yol açmaktadır.  >


Özellikle Türkiye’nin Suriye ayaklanmalarında olduğu gibi egemenlik fikrini bir sorumluluk olarak benimsemesi, Batı liberal yabancı politika kültürünü ve
aynı zamanda egemenliğin dokunulmazlığı fikrinin savunan Çin veya Brezilya gibi diğer yükselen güçlerden farkını vurgulamaktadır.
Demokrasiyi savunan bu yeni yabancı politika ülkeyi İran ve belirli bir seviyeye kadar Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri ve aynı zamanda jeopolitik açıdan
Rusya gibi aktörlerle anlaşmazlığa veya potansiyel ihtilafa sokmaktadır. Rusya Orta Doğu’daki gelişmeler konusunda oldukça kuşkucu bir bakış açısı geliştirmiştir.

Özellikle Libya’daki acı deneyimleri sonrasında, Rusların kafasında Suriye ayaklanması konusunda bir takım soru işaretleri bulunmaktadır. Türkiye’nin
olayları pro demokratik bir talep olarak yorumlamasının aksine, Rusya gerçek bir demokratik hareket veya aşağıdan yukarıya doğru bir süreç gözlemlememekte dir. Sonuç olarak Türkiye, Rusya ve İran’la karşılaştırıldığında denklemin farklı taraflarında yer almıştır.

Demokratik değerlere vurgu yapılması Türkiye’nin yalnızca dış politikalarında değil aynı zamanda iç politikalarında da benzersiz zorluklara neden olmuştur. Türk hükümeti Orta Doğu’daki demokratik hareketleri kesin suretle destekleme kararı almıştır, ama bu politika bu denli kolay bir lokma değildir. Muhalefet partilerinin özellikle Suriye politikasında yaptığı güçlü eleştirilerle birlikte, hükümet söz konusu politikayı iç siyasette açıklamakta zorluklarla karşılaşmıştır. Türk halkının bazı kesimleri ise Arap Baharının ardındaki güçler konusunda çeşitli şüphelere sahiptir ve hükümetin pozisyonunu tam olarak desteklememektedir.

< Şii ve  Sünni gruplar gibi dini kimliklerin siyasallaşması Orta Doğu’da Türkiye için diğer bir güvenlik sorununu oluşturmaktadır.   >

Tehditlerin değişen yapısı Orta Doğu’da gerçekleşmekte olan üçüncü büyük süreç ise Orta Doğu’daki tehditlerin değişen yapısıdır. Arap Baharı öncesinde
Orta Doğu’nun sakin sayılabilecek ortamında, Türkiye proaktif Orta Doğu politikası ile paralel olarak ilgili rejimlerle birlikte çalışmıştır. O tarihlerde, bu
ülkelerle meşruiyet ve otoritenin sağlanmış olduğuna ve anlaşmanın üzerlerine düşen bölümünü yerine getireceklerine inanarak işbirliği kurmuştur. Ancak Orta
Doğu’daki dönüşüm süreci sırasında, uygun muhatapları belirlemek ve kendi taahhütlerini yerine getirmek üzere otorite ve kaynakları kumanda edip etmediklerini tespit etmek zor hale gelmiştir. Türkiye gibi dış aktörler için ortaya çıkan zorluk Orta Doğu’ya yönelik uzun vadeli stratejik bir vizyon sahibi olmaları durumunda, geçiş ülkelerindeki yetkin muhatapların tespit edilmesidir. Devam eden geçiş sürecinde tahmin edilemezlik ve belirsizlik hakimdir ve bu durum tüm bölgeyi emniyetsiz, hassas ve risklere açık hale getirmektedir.

Orta Doğu’nun güvenli ortamını çevreleyen riskler ve belirsizlikler Türkiye için de önemli sorunlara yol açmaktadır. Örneğin, Suriye’deki durum Türkiye için doğrudan bir güvenlik problemi oluşturmaktadır, çünkü sınır hattına patlak veren iç savaşla ilgilenmesi gerekmektedir ve söz konusu durum hali hazırda
mültecilerin Türkiye’ye akın etmesi ve sınırda silahlı çatışmaların yaşanmasıyla sonuçlanmıştır. Ancak bölgede etkileri dolaylı olarak hissedilebilecek diğer riskler
de bulunmaktadır. Bu risklerden biri devletlerin mevcut sınırları ve bölgesel bütünlüklerinin bölgesel kargaşa sırasındaki zayıflık halinde tartışmaya açılabilecek olmasıdır, bu durum yalnızca Türkiye için değil aynı zamanda diğer aktörler için de benzersiz sorunlar teşkil etmektedir.

Örneğin, mevcut ihtilaf derinleştikçe, Suriye’nin birleşik bir ülke olarak kalacağı veya dini veya etnik gruplar arasında bölüşüleceği sorusu da giderek artan bir
şekilde ön plana çıkmaktadır. Diğer bir problem ise MENA’da ademi müdahale kuralını ilgilendirmektedir. Birleşmiş Milletler komutası altında Libya’da Batının
gerçekleştirdiği müdahale sonrasında, Batı ülkelerinin insani gerekçeler sunarak müdahalede bulunuyor olması da bölgesel jeopolitik dengeleri karıştırabilir. Bu durum Çin ve Rusya tarafından da dile getirilen bir endişedir. Şii ve Sünni gruplar gibi dini kimliklerin siyasallaşması Orta Doğu’da Türkiye için diğer bir güvenlik sorununu oluşturmaktadır. Dini kimlikler siyasal çatışmalara dahil oldukça, daha ayırıcı nitelikte sonuçlara neden olabilmektedir.

Buradaki risk Şii ve Sünni eyaletler ve gruplar söz konusu dini faktörler etrafında mobilize oldukça bölgedeki çatışmaların daha da büyümesine neden olabilecekleridir. Türkiye için bu gelişme benzersiz bir sorun teşkil etmektedir, çünkü Türkiye büyük çoğunluğu Sünni bir ülke olsa da Sünni kimliğini temel olan bir dış politika izlememektedir. Türkiye kendisini nötr bir güç olarak temsil etmeyi arzulamakta ve bu dini kimlik sınırlamalarının arasında sıkışmayı istememektedir. Bazen İran ve Suudi Arabistan veya Körfez ülkeleri Orta Doğu’daki dini gündemleri destekleyen iki güç olarak görülmektedir. Suriye çatışması dini dinamiklerin dikkatlerin Türkiye’ye yoğunlaşmasına neden olan en bariz vakadır. Ancak Türkiye kendi adına, Suriye ayaklanmasını desteklese dahi, bu desteğinin dini yakınlığın bir sonucu olarak algılanmasını istememektedir. Türkiye’nin yabancı politikasını Arap Baharının karşısında kati evrensel ilkeler temelinde savunması ve aynı zamanda dini tuzağa düşmemeyi başarması görülmemiş bir zorluk oluşturacaktır.

Orta Doğu’da ortaya çıkan diğer bir güvenlik riski ise etnik kimliklerin giderek  siyasallaşmasıdır. Dini kimliklere benzer şekilde etnik ayrışmalar da giderek
artan bir şekilde ön plana çıkmakta vevurgulanmaktadır. Örneğin, Suriye’de Kürt kesimi giderek daha önemli bir unsur haline gelmekte ve İran’daki gelişmelerle
birlikte ele alındığında, bölgedeki etnik siyaset güvenlik ortamını tehlike altına sokmaktadır. Söz konusu yeni zorluklar ortaya çıktıkça, İran nükleer programı
da Orta Doğu’daki diğer bir risk unsuru olmaya devam etmektedir. Söz konusu risk bir süredir ortadadır, ancak Suriye ayaklanmasıyla birlikte, İran nükleer
probleminin getirdiği diplomatik gerilimin daha da arttığı ve Türkiye’yi ilgilendiren riskleri de güçlendirdiği görülmektedir.

Türkiye’nin Batıyla olan bağlarını yeniden tanımlaması Türkiye’yi etkileyen dördüncü ve son süreç ise Türkiye’nin Batıyla ve özellikle ABD ile olan bağlarını yeniden tanımlamasıdır.

Bu süreç bölgesel jeopolitikada bir takım etkilere sahip olmanın yanı sıra, Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik vizyonunu da değiştirmektedir. Daha önce de
vurgulandığı üzere, Türkiye Orta Doğu ile yakın entegrasyon aracılığıyla bölgesel bir düzen geliştirmeye çalışmıştır. İki yıl önce de Arap ayaklanmaları başladığında, ideal olarak Türkiye’nin Türkiye, İran, Suudi Arabistan veya Mısır gibi bölgesel güçlerin Libya, Suriye ve diğer çatışmaları ele almak üzere bir araya geldiğini görmektenmemnun kalacağı beklenebilirdi. Ancak bu son iki yılda bunun mümkün olmadığı bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır çünkü bölgesel ülkeler bölgesel sorunlara çözüm getirme konusunda birlikte çalışmalarını sağlayacak araçlar, mekanizmalar ve teşviklere sahip değildir.

Şu anda Orta Doğu daha değişken bir hale geldikçe, Türkiye de kendi menfaatleri ve güvenliğini korumakla ilgilenmek zorunda kalmaktadır. 
ABD’nin Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılayacak araçlara sahip olmasından ötürü Ankara Washington ile işbirliğine yönelmiştir.

Asya ekseninin ABD menfaatlerinin bölgeden çekilmesine neden olacağı konusunda hala çözüme kavuşturulmamış bir anlaşmazlık bulunmasına rağmen, ABD hala bölgesel siyasi gelişmeler üzerinde karar verici bir etki yaratabilecek güçtedir.
Arap Baharından önce Türk-Amerika karşılıklı ilişkisinde daha büyük farklılık bulunmaktaydı. Örnek olarak, İran’ın nükleer problemi konusunda Türkiye
ABD tarafından desteklenen BM Güvenlik Konseyi kararına muhalif oy vermişti.
Ancak bugün Türkiye İran ve Suriye konusunda ABD ile giderek artan bir beraberlik içerisinde hareket etmektedir.

Son Tespitler

Arap Baharı, Türkiye’nin güney sınırlarında istikrar ve refah kuşağı görevini görecek bir bölgesel düzen yaratma hedefini temel alan Orta Doğu politikası için önemlibir imtihan olmuştur. Türkiye ekonomik  karşılıklı bağımlılık, yumuşak güç, diploması, aracılık ve taahhüt politikaları gibi çeşitli liberal araçlar kullanarak Orta Doğu’ya nüfuz etme yönünde proaktif bir yabancı politika takip etmiştir. 

<  Ancak yalnızca Türkiye’nin değil aynı zamanda AB ve diğer Avrupa ülkelerinin de Orta Doğu’daki gelişmeleri ele almada yetersiz kaldığına dikkat edilmelidir.  >


Özellikle bölgesel aktörlerin bir araya gelerek kendi sorunlarına çözümler üretebilecekleri bölgesel tasarruf fikrini güçlendirmeyi hedeflemiştir.

Son iki yılda Türkiye’nin bölgesel politikalarında meydana gelen değişiklikler, risklere karşı daha eğilimli olan ve Türkiye için yeni güvenlik riskleri oluşturan yenibölgesel güvenlik ortamı ele alındığında daha kolay anlaşılabilir. Buna yanıt olarak Türkiye meydana gelen olayları bölgedeki güvenlik ve menfaatlerine fayda sağlayacakşekilde şekillendirebilme ümidiyle aynı proaktif yurtdışı politika yaklaşımını sürdürmüştür. Özellikle Türkiye’nin demokrasiyi savunduğunu ifade etmesioldukça önemlidir, çünkü demokratik rejimlerin daha meşru ve dayanıklı hükümetler oluşturulmasına yardımcı olarak bölgesel düzenin istikrarı için en
etkili çözüm olacağına inanmıştır.

Bu süreçte Türkiye aynı zamanda özerk politikalar geliştirme becerileri konusundaki sınırlarını ve bölgesel temelli çözümler oluşturulması için bölgesel mekanizmaların zayıflıklarını da kavramıştır. Bunun bir sonucu olarak Türkiye Batı politikasını yeniden düzenlemiştir, ancak Batı ile koordinasyondan elde edilen busüreç de Türkiye için yeni zorluklar barındırmaktadır, çünkü ABD ile birlikte hareket ettiği ölçüde söz konusu işbirliği de komşularıyla muhtemel gerilimler içerinde olmasına neden olacaktır. Bunun aksine, Washington ile yakın işbirliği Türkiye’nin yurt dışındaki algılanış şeklini değiştirmiştir. Batıyla olan ilişkilerinyeniden kalibre edilmesi eksen kaymasıkonusundaki tartışmaları etkili bir şekilde sonlandırmıştır.



Ancak yalnızca Türkiye’nin değil aynı zamanda AB ve diğer Avrupa ülkelerinin de Orta Doğu’daki gelişmeleri göz önündebulundurulduğunda yetersiz kaldığına 
dikkat edilmelidir. Hepsi bir arada göz önünde bulundurulduğunda, gelişmelerin ele alınması yönündeki Avrupa katılımı veya stratejik düşüncesi çok düşük seviyededir. 

ABD’yi bölgeye karşı gösterdiği nispi ilgisizlik bir iktidar boşluğu oluşturmaktadır ve Türkiye bölgesel bir aktör olarak bu boşluğu doldurmaya çabalasa da bu hedefini henüz gerçekleştirememiştir. 

Bununla birlikte Türkiye’nin Arap Baharı öncesindeki liberal araçlar yönündeki tercihi de önemli bir testten geçmektedir. Bu yeni ortamda, özellikle Suriye 
çatışmasına bağlı olarak, zorlu güvenlik sorunları, mecburi araçlar ve izolasyon politikaları da giderek artan bir şekilde Türkiye’nin dış politika gündeminde yerini almaktadır. 

Bölgedeki güvenlik ortamının risklere karşı açık olduğu düşünüldüğünde, Türkiye doğal olarak sert güç varlıklarını daha ciddi olarak düşünmektedir, ancak Türk 
diplomasisinin önümüzdeki günlerde sert ve yumuşak güç becerileri arasındaki hassas dengeyi sağlaması da önemli bir zorluk teşkil edecektir. 

http://www.hazar.org/UserFiles/yayinlar/MakaleAnalizler/SabanKardas.pdf


***

5 Nisan 2016 Salı

Güneydoğuda Yaşananlara Dair "Ulusalcı" Bir Bakış



Güneydoğuda Yaşananlara Dair "Ulusalcı" Bir Bakış 


Güneydoğuda Yaşananlara Dair " Ulusalcı " Bir Bakış  

Fatma Sibel Yüksek 

Açık İstihbarat

Tarih:10/02/2016 
İç Politika 






Bizim kardeşliğimizi, CIA destekli 12 Eylül faşizmi ve PKK bozdu.
Biz, “devletimizin” yanlışları ve suçlarıyla hesaplaşmaya her zaman hazırız. Bakın, milyonlarca Türk, Kenan Evren’in mezarına tükürdü; cenazesine gidip “Hakkımı helal etmiyorum” diye haykırdı.
Peki siz aynısını yapabilecek misiniz?
Abdullah Öcalan gibi bir katilin suratına tükürebilecek misiniz?

10.02.2016



Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına tanıklık etmiş olan Cahit Uçuk’un Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Bir imparatorluk Çökerken” adlı anılarını okurken , en büyük felaketlerin yaşandığı devirlerde bile insan psikolojisinin  kendi küçük gettosuna çekilip,  şu koca dünyanın başka dramlarından uzak olmayı bir mutluluk sebebi saydığını düşündüm.

1911 doğumlu Cahit Uçuk, o devrin az sayıdaki kadın yazarından biri olarak, çöküşün günlük yaşama yansıyışlarına yoğunlaşmış. Siyasi arka plan oldukça sınırlı ancak büyük Balkan göçü, İstanbul’un işgali gibi olayları sıradan bir insanın gözünden  acı ve aynı zamanda keyifli, zengin bir dille yazmış. Belki de sırf siyasi etkenleri irdeleyen kitaplardan çok daha etkili bir anı-roman.

İmparatorluk bir iskambil kulesi gibi dağılırken, İstanbul’da süpürge tohumundan yapılmış ekmek bile bulunamazken, insanlar aşık olabiliyor, misafirliğe gidiyor, müzikli geceler düzenleyip sigara tüttürebiliyor..

Bu tavır, duyarsızlık mı, yoksa hayatın gerçeği mi?

O yıllarda bilgi edinmenin zorlukları hesaba katıldığında, “duyarsızlık” diyebilmek elbette çok zor ancak bugün, yaşanan her şeyden anında haberdar olup da normal bir hayat sürebilmek, vücudu ayakta tutabilse de ruhlarımızda beliren ağır yıpranmanın tedavisi maalesef yok...

Gözümüzün önünde (üstelik devletimizin de şehvetli katılımıyla) parçalanan Suriye’nin çocukları, her gün küçük bedenleriyle üçer beşer kıyılarımıza vuruyor. Köşe başlarında avuç açan göçmenler, her gün evimize ağır bir vicdan sınavı ile dönmemize neden oluyor...

Güneydoğu kan ağlıyor. Cesedi evinin önünde altı gün bekleyen kadın, on yaşındaki kız çocuğunun buzdolabına konulan ölüsü, kapısının önünde vurulmuş yatan kadının kanlı terlikleri..

Ve şehitler, şehitler, şehitler..

Melek yüzlüsü, yoksulu, annesinin bir taneciği, arkadaşlarının kıymetlisi, sevgilisinin gözünün nuru, okulunun yıldızı...

Bunlar ruhlarımızda açılmış çok ağır yaralardır...
Ama biz ne yapıyoruz? 
Sosyal medyada caps paylaşıyoruz, yarışma programları izliyor, alışveriş yapıyor , yaz tatilimizi planlıyoruz...

Peki, böyle yaşamamanın alternatifi ne? 

Evden dışarı çıkmamak, banyo yapmamak veya bir pompalı edinip Diyarbakır’a doğru yola çıkmak mı?

Alternatif  maalesef yok!

Ama belki de şunu yapabiliriz:
Doğruyu yanlıştan ayırma yetimizi ortaya koyup ortak bir vicdan yaratabiliriz..
Ama bunu yaparken, birinci kural samimiyet olmalı. 
Elmalarla armutlar ayrı sepetlere konulmalı. Devlet, terör, asker, şehit, terörist, sivil vatandaş vs. kavramları birbirine karışmamalı...
Bunca yıldır Kürt ve Türk kanı döken ölüm makinaları susturulacaksa, bunun taraflarının kim olduğuna bakılmamalı..

“Devlet içindeki çeteler yıllarca bu kandan beslendi ama PKK beslenmedi” 
derseniz, konuşulacak hiç bir şey kalmaz.

“Bu kadar kirli bir savaşın içinde yoğrulmuş devlet, karşımıza birer suçlu olarak ama  PKK, ‘insanlık değerleriyle yüklü bir özgürlük savaşçısı olarak’ çıktı”
derseniz bu kanın durmasını samimiyetle istemiyorsunuz demektir.

“Çözüm süreci” dediğiniz büyük aldatmacada AKP ile birlikte bunu yaptınız. Devleti ve orduyu suçlu ilan ederken, teröristleri kutsadınız.

Bakın, sonuç ne oldu?

Bütün uydurma davalar çöktü, devletin içindeki ihanet adacıklarının dimdik ayakta durduğu ortaya çıktı. 

Öcalan’ın bir sahtekâr, PKK’nın beş paralık bir terör örgütü olduğu bir kez daha kanıtlandı. AKP gibi kökü dışarıda bir Amerikancı-İslamcı-Faşist şebekenin ipiyle kuyulara inilemeyeceği görüldü... 
“Çözüm süreci”,  yüz yıllık doğu sorununun en çok kan dökülen, terörün en fazla azdığı ve devletin en vahşileştiği, İsviçre bankalarındaki gizli hesapların en fazla kabardığı dönemlerden biri olarak tarihe geçti. 

Hepinizi tebrik ederiz! 
Şimdi oturup “Biz nerede hata yaptık?” sorusunu kendinize soracağınıza, ezberlerinize sarılıp devleti, ulusalcıları, “faşist” dediğiniz Türk milliyetçilerini, Atatürkçüleri, askerleri vs. suçluyorsunuz.

Bütün politikaları büyük bir fiyaskoyla, daha da kötüsü  kanla bertaraf olmuş AKP’ye, bırakın olup bitenlerin hesabını sormayı, hiç utanıp sıkılmadan yeni muhataplar öneriliyor.Hiç bir şey olmamış gibi, kalındığı yerden devam edilmesi telkin eyleniyor.. 
Oysa o suçladıklarınız, Mustafa Kemal’in çizdiği vatandaşlık tanımı çerçevesinde, eşit ve barış içinde  bir arada yaşamaktan başka neyi savunmuşlardı? Bunun dışındaki bütün yolların çıkmaz sokak olduğunu anlamak için tutuklanma sırasının Can Dündar’lara, siyasi linç sırasının Bülent Arınç’lara, Selahattin Demirtaş’lara, işten atılma sırasının Gülay Göktürk’lere gelmesi mi gerekiyordu?
Pek sıkı fıkıydınız? 

Hani bağırsaklar temizleniyordu?..Hani ceberrut devleti el birliğiyle tarihin çöplüğüne gömüyordunuz? 
Bazı Kürtçülerin ve liberalciklerin olup bitenlerden hiç ders çıkarmadığı anlaşılıyor. Gezi olaylarında sokağa dökülen bizler, güneydoğuda bunca kan akarken neden sessiz kalıyor muşuz?  
Bir kere Gezi ile şu an güneydoğuda yaşananların birbiriyle en ufak ilişkisi yok. 

Gezi, AKP’nin ihanetlerine karşı çoğunluğunu Atatürkçü yurtseverlerin oluşturduğu meşru bir kitlesel tepkiydi. 

Gezi günlerinde “çözüm sürecine” zarar gelmesin diye AKP’nin yanında saf tutanların, “Gezi bir darbe girişimidir” diyenlerlerin, güneydoğuda olay çıkarmamaya söz verip tomaların batıya götürülmesininin pazarlığını yapanların, bugün “Neden ses çıkarmıyorsunuz” deme hakları yoktur. 
Ayrıca neye ses çıkarmalıyız? 
Karşımızda “Evet, PKK’nın kanlı bir terör örgütü olduğunu anladık” diyen mi var ki? 
Aksine, şehit kanı döken katilleri, paça sıkışınca “masum sivil” ilan edip dağa sağ salim göndermek isteyenler var. 

Hem de bizden almayı umdukları destekle! 
Şu soruların cevabını verdiniz mi ki bu ülkenini namuslu çoğunluğundan destek istiyorsunuz:

Örneğin, “ Yaralı sivillerin ölmesine göz yumuluyor ” dediğiniz o bodrumlara sıkışanlar tam olarak kimdir? 

Neden sıkıştılar? 

Bir şekilde olayların ortasında kalmış masum siviller ise güvenlik güçlerinin bütün çağrılarına rağmen ellerine beyaz bir bez alıp neden dışarı çıkmıyorlar? 
Ambulanslara kim ve neden ateş açıyor?
Yok sivil değil de güvenlik güçleriyle çatışmaya giren PKK militanları, sizin deyiminizle “ Gerilla ” iseler, sivilleri salıverip kendileri neden çatışmaya devam etmiyor veya teslim olmayı kabul etmiyorlar? 
Hani onlara “ Asker ” muamelesi yapıp savaş hukuku uygulamalıydık?
Bizim askerlerimiz mübarek üniformaları içinde şehit olurken, bu nasıl “ asker olmak” ki, masum sivilleri kendine kalkan yapıp aralarına gizleniliyor? Kadın etekliği giyinerek hendekler kazılıyor?
Neymiş? 

Bunları sormamalıymışız..” Ama ”sız, “ Fakat ”sız destek vermeliymişiz..
Orada “insan” ölüyormuş..

Devletin kendini ve vatandaşlarını savunma hakkını bir yana bırakıp, aslında “ Masum birer sivil ” olan teröristlerin kılına zarar gelmemesi için siper olmalıymışız.. 
Yine on iki yıl işbirliği yaptığınız AKP’ye dua edin ki, size hâlâ kıyak geçebiliyor. Bu çağrıları örneğin “ Demokrasinin Beşiği ” İngiltere’de yapsanız, teröre destek suçundan derhal tutuklanırdınız..
Bayanlar ve beyler, son günlerin moda deyimiyle, gelin “Aklımızla alay etmeyin”. 

Bize çikolata ambalajı içinde PKK zehirini yedirmeye çalışmayın.. 
Sizin istediğiniz gibi bölücü ifadelerle konuşacak olursak, bu ülkenin çoğunluğunu oluşturan Türkler’e, terör ve uyuşturucu şebekesi PKK’yı “masum muhatap” olarak kabul ettiremezsiniz. 

Aklınız varsa, şehitlerimizin üstüne bir bardak kanlı su içmemizi bekleyemezsiniz. Bakın, bütün milli değerleri ayaklar altına almaya ant içmiş AKP’ye bile bunu kabul ettiremediniz... 
Olmadı. Doğu Perinçek eğer yaşlılıktan ve Silivri’de fazladan yatmaktan saçmalamıyorsa, Tayyip Erdoğan “hatalarını anladı ve milli devletten yana saf mı tuttu”, yoksa her kılığa girebilen şeytani bünye kendine yeni bir elbise mi buldu bilemeyiz ama 
Olmadı.


Devleti suçlu ilan edip PKK’yı kutsadıkça olmayacak da..
“O zaman kan dökmeye devam ederiz” mi diyorsunuz? 
Siz bilirsiniz... 
Yüz yıldır olduğu gibi yine zararlı çıkarsınız..
Siz minik liberaller ve yüreği pıt pıt atan aydıncıklar, siz de bize ezberlenmiş romantizmlerle gelmeyin.
Siz önce “Yetmez ama evet”in hesabını verin. Atatürkçüler, ulusalcılar binbir iftira altında cezaevlerinde yatarken, AKP ile siz fındık kırıyordunuz..
Demagojileriniz biter bitmez “Peki çözümün ne?” sorusunu patlattığınızı duyar gibiyiz..
Çözüm, 93 yıl önce bulundu ve halen geçerlidir: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı altında eşit ve kardeşçe yaşamak. Bu toprakların Türk yurdu olduğunu ve öyle kalacağını kabul etmek..
Kabul edemiyorsanız, bölgenin diğer coğrafyalarında yaşayan Kürtler ile Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağı altında yaşayan Kürtlerin durumunu karşılaştırın ve tercihinizi ona göre yapın. 
Bizim kardeşliğimizi, CIA destekli 12 Eylül faşizmi ve PKK bozdu.
Biz, “devletimizin” yanlışları ve suçlarıyla hesaplaşmaya her zaman hazırız. Bakın, milyonlarca Türk, Kenan Evren’in mezarına tükürdü; cenazesine gidip “Hakkımı helal etmiyorum” diye haykırdı.
Peki siz aynısını yapabilecek misiniz? 

Abdullah Öcalan gibi bir katilin suratına tükürebilecek misiniz?
PKK’nın da tıpkı 12 Eylül çetesi ve devletin içine çöreklenmiş faşist cuntalar gibi  CIA ve MOSSAD destekli kanlı bir terör ve uyuşturucu örgütü olduğunu kabul edecek misiniz?
 Çözümün PKK’yı sırtınızdan atmak olduğunu görebilecek misiniz?
Göremez ve kabul edemez iseniz bu  bataklıkta çırpınmaya devam edersiniz...

Biz Kürt kardeşlerimizi bu bataklıkta yaşamaya asla layık görmüyoruz...


..

2 Nisan 2016 Cumartesi

Türkiye Ortadoğu’da “ Dengeleyici Güç ” Olabilir mi?



Türkiye Ortadoğu’da “ Dengeleyici Güç ” Olabilir mi?



Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
21 Kasım 2013 Perşembe
Bülent Şener 
tarafından yazıldı.
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü   





Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasında “ Neo-Osmanlıcılık”  ve “ Komşularla SIFIR  sorun ” gibi ilkelerin / politikaların yoğun olarak sergilendiği 
ve tartışıldığı bir dönemde, Arap Baharı’yla başlayan süreçle birlikte Türk dış politikasının son on yılda Ortadoğu’ya yönelik olarak kurmaya çalıştığı 
parametrelerinde büyük sarsıntılar yaşanmaya başlanmıştır. Özellikle “ komşularla sıfır sorun” politikası çerçevesinde AKP tarafından barış ve refah 
nitelendirmesiyle öne çıkarılmaya çalışılan bölge, bugün gelinen nokta itibariyle bir savaş alanına dönmüştür. Örneğin iki-üç yıl önce vizelerin kaldırıldığı, dostluk barajı temellerinin atıldığı, sınırlardaki mayınlı bölgelerin temizlendiği ve ortak bakanlar kurulunun yapıldığı Suriye sınırından, bir yıl sonra Suriye ordusu ile çatışma durumuna gelinmiştir.2010 yılında Suriye devlet başkanı Esad’ı birkaç kez ağırlayan Türkiye, şimdi Suriyeli muhaliflerin toplantı merkezi haline dönüşmüştür. Suriye’ye yönelik olası bir NATO harekâtı halinde İran NATO’nun Türkiye’deki üslerini vurma tehdidinde dahi bulunmuştur.[1]

Yukarıdaki tablo çerçevesinde Türkiye Ortadoğu’da gerek kendi tercihleri doğrultusunda yürüttüğü politikalar (özellikle “komşularla sıfır sorun” politikası), gerekse öngöremediği olaylar sonucunda giderek daha fazla göze batan bir ülke haline gelirken;  Ortadoğu’yu sanki egemenliğinin tam olduğu bir iç politika alanı gibi gören AKP iktidarı, giderek adeta iç politika refleksleriyle dış politika yapmaya başlamıştır. Türkiye’nin bu aceleci, müdahaleci ve tarafgir tutumu, ortaya çıkması mukadder olan bazı krizlerin eşzamanlı ve çok yoğun yaşanmasına, dahası Türkiye’nin kapasitesinin çok ötesinde geniş bir cephede dış politika mücadelesi vermesine neden olmaktadır. 

Bu durum kısa vadede Türkiye’nin belki etkinliğini ve görünürlülüğünü artırsa da, orta ve uzun vadede tam tersine sonuç doğurması muhtemeldir.[2] 
Bu hareket tarzıyla birlikte, Türkiye Ortadoğu’da yaşanan her olaya veya krize her defasında bir şekilde taraf olmasıyla milli güvenlik siyaseti açısından da oldukça olumsuz sonuçlarla da yüz yüze kalmıştır. Bu bağlamda, AKP hükümetinin teşvik edici mülteci politikasıyla sayısı beşyüzbini geçen Suriyeli mültecilerden, bir Türk savaş uçağının Suriye’nin denetiminde düşürülmesine ve Reyhanlı’daki (Hatay) patlamalara varan olaylar dizgesi süresince Türkiye dış politikada ciddi bir proaktiflik ve caydırıcılık yitimine uğradığı gibi[3], 
Türkiye’nin ideolojik maluliyet içerisindeki Suriye politikası ve bütün bir Ortadoğu politikası da ulusal ve uluslararası kamuoyunda da sorgulanır hale gelmiştir ki bu hatalı dış politikanın ağır sonuçları “değerli yalnızlık”[4] kavramıyla da gizlenemeyecek kadar büyüktür.

Durum böyle olunca, Ortadoğu’da izlenen politikanın gerçekten Türkiye’nin bölgesel ve ulusal çıkarlarına, beklenti ve amaçlarına hizmet edip etmediği 
tartışmaya açık bir konu haline gelmektedir. Örneğin, “komşularla sıfır sorun” politikası gerçekten Türkiye’nin bölgedeki etkinliğine ve saygınlığına hizmet 
etmekte midir? Acaba Türkiye’nin adeta iç politika refleksleriyle hareket ediyormuş gibi olayların içine bu kadar girmesi, taraflı ve müdahil olması mı, 
yoksa daha dışarıdan ve tarafsız yaklaşarak dengeleyici bir rol üstlenmesi mi onu Ortadoğu’da daha etkin ve saygın kılmakta mıdır?

Bu tür soruların ortaya çıkardığı gerçek, bölgeye yönelik Türk dış politikası için yeni bir kavramsallaştırmaya/modellemeye ihtiyaç duyulduğudur. “Merkez 
ülke”, “oyun kurucu ülke”, “bölgesel başat güç” gibi kavramların/modellerin sıklıkla tartışıldığı ve pratiğe geçirilmeye tartışıldığı bu dönemde, hemen 
hemen hiç gündeme gelmeyen ve tartışılmayan “dengeleyici güç/dengenin dengeleyicisi” (holder of balance) kavramsallaştırması/ modellemesi Türk dış 
politikası için yeni bir açılım sağlayarak, ulusal ve bölgesel çıkarların gerçekleştirilmesinde rasyonel ve pragmatik bir kavramsallaştırma/modelleme olabilir.

Dengeleyici Güç / Dengenin Dengeleyicisi 


Dengeleyici güç / dengenin dengeleyicisi olgusu ve kavramı, klasik güç dengesi anlayışı içinde, statükonun sürmesinden yana olan devlet ya da devletlerin, 
zayıf olan devletin/devletlerin yanında yer alarak mevcut dengeyi dengeleme lerini ifade etmektedir. En tipik örneğini 18. ve 19. yüzyıl Avrupası 
güç dengesi ilişkilerinde İngiltere’nin kıta Avrupası ülkeleri arasındaki saflaşmalara ilişkin takındığı tutumun oluşturduğu bu olguda, dengeleyici devlet 
açısından taraflardan hiçbirisiyle sürekli bir bağ oluşturmamak temel ilke olarak kabul edilmektedir. Sistem, bir terazinin iki kolu gibi düşünüldüğünde, dengeleyi ci devlet üçüncü bir öğe olarak karşımıza çıkmaktadır. Dengeleyicinin tek amacı, dengenin hizmet edeceği somut politikanın mahiyetine bakmaksızın, dengeyi sürdürmektir. Bu yüzden dengeleyici devlet kendi ağırlığını terazinin kâh bir yanına, kâh diğer yanına koyar ve sürekli tek bir düşünce taşır: Terazinin gözlerinin birbirleri karşısındaki nisbi ağırlıkları. Bu yüzden dengeleyici hep yukarıdaki (hafif) göze koyar ağırlığını. Dengeleyicinin devamlı dostu olmadığı gibi düşmanı da yoktur; sadece devamlı bir çıkarı vardır: Güç dengesinin sürdürülmesi.[5]

Dengenin dengeleyicisi güç dengesi sisteminde kilit durumdadır. Zira, güçmücadelesinin neticesini belirleyecek olan onun tutumudur. Bu bakımdan da 
sistemin “hakemi” gibidir, kimin kaybedeceğini, kimin kazanacağını o kararlaştırır. Herhangi bir devletin ya da devletler topluluğunun diğer devlet 
ya da devletler topluluğu üzerinde üstünlük kurmasını imkansızlaştırmaktadır. 

Dengeleyici devlet, güç dengesini sağlayan bir unsur olarak, olaylara aceleci bir biçimde hemen karışmak yerine dengeleri gözetip ona göre pozisyon alan, 
bunun için her ülkeyle güçlü ilişkileri olan, çıkar ve güvenliğini açıkça ihlal etmedikçe kimseyi karşısına almayan, ilişkileri kopartmada da acele etmeyen ve 
son ana kadar sorunların tarafı olmayan devlettir.[6] Dengeleyici devlet aynı zamanda “mükemmel bir yalnızlık” (splendid isolation) içindedir. Yalnızlığı 
isteyerek seçmiştir, zira, terazinin her iki gözündekiler başarı kazanmak amacıyla onu kendi saflarına almak için isteklilik gösterdikleri halde, 
dengeleyici her iki taraftakilerle de daimi bir bağ kurmayı reddetme durumundadır. Güç mücadelesinde neticeyi belirleyen dengeleyicinin kendi 
ağırlığı olduğu için, akıllıca davranırsa, destekleyeceği taraftan dış politikası için en yüksek bedeli koparması mümkündür. Fakat, fiyatı ne olursa 
olsun, bu destek her zaman için belirsiz ve dengenin hareketine göre bir taraftan diğerine kayabilir bir destek olduğu için, dengeleyicinin politikası 
hoşnutsuzluk yaratır; moral açıdan sert eleştirilere uğrar. Nitekim, modern zamanların en başarılı dengeleyicisi olan İngiltere de diğer ulusların 
birbirileriyle savaşmasından hoşnutluk duymak, kıtayı denetimi altında tutmak için Avrupa’yı bölmek ve dış politikasındaki kaypaklık yüzünden kendisiyle 
ittifak yapılmayacak bir devlet olmakla suçlanmıştır.[7]


Türkiye’nin Ortadoğu’daki Güç Kapasitesinin Sınırları

   İşte Türkiye’nin geldiği nokta itibariyle Ortadoğu’da aynen İngiltere’nin kıta Avrupası’nda oynadığı role benzer bir tutum takınarak, dengeleyici devlet 
pozisyonunda olması ulusal çıkar ve beklentilerine daha çok hizmet edebilir. Bu çerçevede, Türkiye Ortadoğu’daki sistem içerisindeki amacını yalnızca dengeleri 
korumakla sınırlandırırsa da, bu yolla aynı zamanda bölgesel etkinliğini ve ağırlığını da artırabilir. Çünkü Türkiye’nin Ortadoğu’daki pozisyonunu “bölgesel 
başat güç”ten ziyade “dengeleyici güç”e dayandırması eldeki veriler ve sonuçlar ışığında daha rasyonel bir tercih gibi durmaktadır. Zira, Türkiye, Ortadoğu’yla 
güçlü sosyo-kültürel ve coğrafi bağları olmakla birlikte “Araplar”ın lideri olamayacağı gibi, Arap “ Monarşileri ”ne model olacak bir ülke de değildir.[8] 
İkinci olarak, Türkiye’nin coğrafi, sosyo-kültürel, siyasi, ekonomik yapı ve özellikleri onu bölgesel başat güç olmaktan ziyade dengeleyici güç olmaya 
zorlamaktadır. Bu sonucu doğuran en önemli faktör Türkiye’nin ulusal güç parametrelerindeki olumsuzluklardır/yetersizliklerdir. 

    İlk olarak, Dışişleri Bakanlığı gerek bütçesi gerekse sahip olduğu personelin niteliği ve niceliğiyle dünya ölçeğinde hala çok gerilerde durmaktadır. 
Bu bağlamda Dışişleri Bakanlığı özellikle hem diplomat sayısındaki yetersizlik nedeniyle hem de dil (Arapça) eksikliği nedeniyle Ortadoğu coğrafyasını kapsayamamakta ve yerel bilgi kanallarına nüfuz edememektedir. (Örneğin, Türkiye’nin Arapça konuşulan ülkelerdeki temsilcilik sayısı 25 olmasına karşın, 135 çalışanın sadece 6’sı Arapça bilmektedir.) İkinci olarak Türkiye en büyük ekonomiye sahip Ortadoğu ülkesi olmakla birlikte, bu büyüklük iki nedenden dolayı bölgesel dış politika hedeflerine sürdürülebilir katkı sağlayamamaktadır: 

i) Türkiye’nin dış ticareti artmasına karşın Türk ekonomisinin kapsamlı bir sanayi stratejisiyle dönüşmemesi,

 ii) Türkiye’nin Ortadoğu pazarlarında sattığı malların kolaylıkla ikame edilebilir ürünlerden oluşması. 

iii) Üçüncü olarak, Türkiye’nin bölgede etkin kılmaya çalıştığı “yumuşak gücü”nde de sorunlar vardır. Örneğin, gündem belirleme gücü yumuşak gücün önemli unsurlarından biri olmasına rağmen, Türkiye bu alanda diğer bölge aktörlerine göre oldukça gerilerde yer almaktadır. Keza, Türkiye’nin Ortadoğu’ya dönük dış politikasında hangi değerleri öne çıkardığı ve nasıl bir rol tanımı içinde olduğu da net değildir. Üstelik bu politika, Türkiye’de iç siyasetin aşırı kutuplaştırıcı etkisiyle sistematik de olamamaktadır. Dolayısıyla, bir bütün olarak bakıldığında, Türkiye’nin Ortadoğu’da “bölgesel başat güç” olabilmesi kapasite artırımına gitmeden mümkün değildir ki kısa vadede bunun olabilmesi açıkçası imkansızdır.[9]


Türkiye Ortadoğu’da dengeleyici bir pozisyon elde ettiği taktirde bu pozisyon hem Ortadoğu sorunlarının içine çekilmekten ve bundan kaynaklanan maliyetlere katlanmaktan onu alıkoyabilecek, hem bölgesel sorunların çözümünde etkinliğini artırabilecek, hem de olası tepkileri ve rekabetleri engelleyerek Türkiye’ye saygınlık kazandırabilecektir. Ayrıca bu yolla Türkiye hem mevcut kapasitesine daha uygun, gerçekçi, gereğini yapabileceği ve başarılı olması daha muhtemel bir rol üstlenmiş olabileceği gibi hem de bölgesel sisteme yön verebilecek kilit aktörlerden biri olabilecektir. Dahası, bu pozisyon Türkiye’nin son dönem politikalarıyla kaybettiği imkan ve yeteneklerini (proaktiflik ve caydırıcılık) yeniden kazanmasını sağlayacak ve gerçek etkinlik aracı olan yumuşak güçle hareket etmesine yardımcı olabilecektir.


Sonuç

Son on yılda Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler Türkiye’nin sahip olduğu gücün sınırlarını ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti, 
belki de cumhuriyet tarihinde ilk defa bölgeyle bu kadar doğrudan ilgilenmiş ve seferber edebileceği tüm gücü harekete geçirmeye çalışmıştır. Ne var ki, Türkiye ’nin bölgede izlediği dış politika ile sahip olduğu güç arasında bir ters orantı vardır. Diğer bir deyişle, özellikle son üç-dört yıldaki gelişmeler dikkate alındığında, Türkiye’nin dış politikada gücünün üzerinde politik hatta askeri manevralar yaptığı görülmektedir. Bu bağlamda, hem iç politikada hem de 
dış politikada açıkça bir “güç zehirlenmesi” yaşayan AKP iktidarı, Türkiye’yi dış politikada adeta “gardı düşmüş boksör “ ya da “gücünün üzerinde vurmaya 
çalışan boksör” durumuna düşürmüştür. Daha da önemlisi, AKP iktidarı tarafından Türkiye Cumhuriyeti’ne kimlik değişimi yaşatmak uğruna Neo-Osmanlıcılık ve Neo-İslamcılık hevesleriyle Türk iç ve dış politikasının sokulduğu yeni mecra sonucunda yaşanan tutarsızlıklar, yalpalamalar, provokasyonlar, gerilimler, hesapsızlıklar, esnemeler ve kırılmalar sonucu bugün artık Türk dış politikasında ne “ ölçü ”, ne “ denge ”, ne “ ihtiyat ”, ne “ nüans ”, ne “ meşruiyet ”, ne de “ gerçekçilik ” kalmıştır. 

Türkiye’nin durumu toparlayabilmesi ve “ Dengeleyici Güç ” pozisyonunu kurgulayabilmesi için Türk dış politikasının mutlak surette derin bir özeleştiriye tabi tutularak, “ Ulusal ”, “ Realist ” ve “ Pragmatist ” konseptte güncellenmesi ihtiyacı artık kaçınılmaz bir gerekliliktir. Türkiye ulusal güç parametreleri açısından “ Orta Büyüklükte” bir devlet olarak, tarihsel ve jeo-politik misyonunu “dengeleyici güç” pozisyonunda ne kadar şekillendirebilirse Türk dış politikasının bugünkünden daha istikrarlı bir gelişme çizgisine oturması mümkün olabilecektir.

KAYNAK;

[1] Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, “ Türk Dış Politikasında Sorunsuz Alan Kaldı Mı? ”, Haziran 2011, s. 4, http://www.turksae.com/sql_file/384.pdf


[2] Erol Kurubaş, “Türkiye: Ortadoğu’nun Dengeleyici Gücü”, Ankara Strateji Enstitüsü, 7 Aralık 2012, 
  http://www.ankarastrateji.org/yazar/prof-dr-erol-kurubas/turkiye-ortadogu-nun-dengeleyici-gucu/


[3] Bu konuda bkz. Bülent Şener, “ Arap Baharı Sürecinde Türk Dış Politikasında Proaktiflik Yitimi ”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 30 Temmuz 2013, 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/07/30/7135/arap-bahari-surecinde-turk-dis-politikasinda-proaktiflik-yitimi


[4] Bu konuda bir değerlendirme için bkz. Bülent Şener, “ Dış Politikada Değerli Yalnızlık ya da Yanlış Hesabın Şam’dan Dönmesi”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 24 Eylül 2013, 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/09/24/7226/dis-politikada-degerli-yalnizlik-ya-da-yanlis-hesabin-samdan-donmesi


[5] Hans J. Morgenthau, Uluslararası Politika: Güç ve Barış Mücadelesi, C. I, Çev. Baskın Oran, Ünsal Oskay, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1970, s. 252.


[6] Erol Kurubaş, “ Türkiye: Ortadoğu’nun Dengeleyici Gücü ”, Ankara Strateji Enstitüsü, 7 Aralık 2012, 
http://www.ankarastrateji.org/yazar/prof-dr-erol-kurubas/turkiye-ortadogu-nun-dengeleyici-gucu/


[7] Morgenthau, Uluslararası Politika: Güç ve Barış Mücadelesi, C. I, s. 253.


[8] Erol Kurubaş, “ Türkiye: Ortadoğu’nun Dengeleyici Gücü ”, Ankara Strateji Enstitüsü, 7 Aralık 2012, 
http://www.ankarastrateji.org/yazar/prof-dr-erol-kurubas/turkiye-ortadogu-nun-dengeleyici-gucu/


[9] Daha geniş bilgi için bkz. Osman Bahadır Dinçer ve Mustafa Kutlay, Türkiye’nin Ortadoğu’daki Güç Kapasitesi: Mümkünün Sınırları, Ampirik Bir İnceleme, USAK, Rapor no: 12-03, Ankara, Nisan 2012, s. 15-39.




Uzman Hakkında
Bülent Şener
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi


Uzmanın Diğer Yazıları

  AB, Türkiye ve “Yalancı Bahar”: Yozlaşmış İlişkiler Perspektifinden Mülteci 
  Pazarlığı ve “Geri Kabul Anlaşması” 
  “Aşırılıklar Çağı”ndan “Küresel Terör Çağı”na: Paris Terör Saldırıları, 
  Medeniyetler Çatışması ve 21. Yüzyıl 
  “Çözü[l)m(e) Süreci”: Tek Taraflı ve Şiddete Bağımlı Bir Aşkın Anatomisi 
  Türkiye’nin Bir Ulusal Güvenlik Politikası Hala Var mı?: Suruç Saldırısı 
  Üzerine Düşünceler 
  Muaviye, Erdoğan ve Din İstismarı: İktidarın Yozlaşması ve Yozlaştırması 
  Üzerine 
  “ Çözü(l)m(e) Süreci ”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt   Hegemonyası nın Yayılışı 
  Askeri Güç Kullanımı Bağlamında Dış Politikada TBMM’nin Görev ve Yetkileri 
  Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı 
  Türkiye’nin “Köprüden Önce Son Çıkış”ı: 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi 
  Süleymaniye Baskını’ndan IŞİD Tutsaklığına: Türk Dış Politikasında 
  Caydırıcılık Yitimi Üzerine 
  Diyarbakır’da Sona Eren Bağımsızlık ve Egemenlik 
  Soma, Takdir-i İlahi, Erdoğan ve AKP: Sekülerleş(e)meyen Bir Politik Toplumun 
  İzdüşümleri… 
  Loizidu Davası’ndan AİHM’nin 12 Mayıs 2014 Kararına: AKP’nin Dış Politika 
  Romantizmi ve Kıbrıs 
  Fiili Başkanlık Sistemi Artık Kapıda: Çanlar Türkiye İçin Çalarken... 
  AKP (Erdoğan) Peronist Hegemonya Kuruyor: Türkiye’nin Yeni “Tarihsel Blok”u 
  Yeni Berlin Duvarı Ukrayna’dan Geçecek… 
  Türk Dış Politikasında Kriz Yönetiminde Sivil ve Askeri Bürokrasinin Rolü 
  “Bölünmüş ve Kararsız Ülke”: Huntington’un Türkiye Paradigması ve Erdoğan 
  Catonizmi Üzerine Düşünceler 
  AKP’nin “ Can Simidi ” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara  Teslimi Üzerine Düşünceler 
  Dış Politikada Yumuşak Güç Olgusu 
  Türkiye’nin Ortadoğu’daki Diplomatik Kapasitesinin Sınırları Üzerine Bir 
  Değerlendirme 
  Unutulan Bir Krizin Anatomisi ve Perde Arkası: Kardak Kayalıkları Krizi 
  Ege Denizi’nde Egemenliği Tartışmalı Ada, Adacık, Kayalıklar Sorunu ve Son 
  Durum: Kardak Kayalıkları Kimin? 
  Türk Dış Politikası “Quo Vadis”? : Dış Politikada Bir “Reset” Mümkün Mü? 
  Dış Politikada “Reset” mi Yoksa Yeni Tavizler mi?: AKP Hükümeti’nin Son Dönem 
  Kıbrıs ve Ermenistan Açılımları 
  Türkiye Ortadoğu’da “Dengeleyici Güç” Olabilir mi? 
  Türk Dış Politikasını Etkileyen Bir Unsur: Askeri Kapasite 
  TSK’nın 1983–2010 Yılları Arasında Kuzey Irak’ta PKK Unsurlarına Karşı 
  Yürüttüğü Sınır Ötesi Operasyonlardaki Başarısı Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Demokratikleşme Paketi”nin Seçim Sistemi Üzerinden Bir Değerlendirmesi: 
  “Türkiye Cumhuriyeti’nin Zaman Ayarları”yla Oynamak 
  Dış Politikada “Değerli yalnızlık” ya da “Yanlış Hesabın Şam’dan Dönmesi”  
  İnsanlığın Olağan Durumu “Savaş” ve Bir Medeniyet Hâli “Barış” Üzerine  
  Kürt Sorunu’nda “Federalizm” Tartışmaları Üzerine 
  “Arap Baharı” Sürecinde Türk Dış Politikasında Proaktiflik Yitimi 
  Asker Neden Darbe Yapar? 
  Taksim Gezi Parkı Olayları ve Yeni Rejim Kodları  
  Araftaki Suriye Politikası 
  Reyhanlı’daki Patlamalar: Dış Politikada Deli Dumrulluğun Artan Faturası 
  Aziz Babuşçu’nun Sözleri Üzerinden Türkiye’nin Gelecek On Yılı 
  Demokratik Açılım ve Terörle Mücadele Süreci:Yanlış Bilinenler ve Temel 
  Açmazlar 
  Türk Dış Politikasının Akdeniz’de Batışının Hikayesi: AKP’nin Dış Politikadaki 
  Pirus Zaferleri 




Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

***