21 Temmuz 2016 Perşembe

Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 2


Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 2



Kıbrıs'ta Neler Oluyor? -2-

Yazar: Gözde Kılıç Yaşın


Avro-Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi'nin 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkan ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı Gözde Kılıç Yaşın' ile yaptığı söyleşinin ikinci bölümüdür:


AFASAM: Rum kesimi ile müzakereler hususunda KKTC'nin etkisi ne boyuttadır?

GÖZDE KILIÇ YAŞIN: 

Bu sorunun cevabı olan ve olması gereken şeklinde verilmeli. Olan anlamında 2002-2003 ile başlayan süreçte Kıbrıs Türkü'nün gerçek arzusunun dışında bir yöne zorlandığını net bir şekilde söyleyebiliriz. İlk sorunuzdaki Kıbrıs Türkü'nün "bu söylemden sonra bakış açısında bir değişim oldu mu?" ifadesine sirayet eden "Kıbrıs Türkü, Türkiye'yi istemez" algısı bu dönemde yapılan büyük toplum mühendisliği çalışmasının bir izidir. Hem Türkiye'de hem Kıbrıs'ta iki aynı soydan halkın birbirini "öteki" görmesine dönük kapsamlı bir çalışma özellikle basın ve medya yoluyla başarılı bir operasyon olarak gerçekleştirildi. Bir tarafta "Türkiye'nin esiri yapılmak" diğer tarafta "Nankör" söylemleriyle bir zemin oluşturulmak istendi. Burada belki Mehmet Ali Talat'ın "İlk renkli devrimi sessiz şekilde biz yaptık" mealindeki sözlerini hatırlamak ve arka planını tahayyül etmek öte yandan da tüm o renkli devrimlerin yaşandığı coğrafyalarda nasıl da bir seçim dönemi içerisinde ibrenin tekrar eski yerine döndüğünü yeniden anımsamak yerinde olacaktır. Buraya kadarki sözlerimle "olan" üzerindeki gerçeği yansıtmayan "algı"yı vurgulamak için söylüyorum. 2004 Annan referandumu sonuçlarının da Türkiye'ye yansıtıldığı gibi "Türklerin bir AB pasaportuna Türkiye'yi sattığı" yorumuyla değerlendirilmesi çok büyük bir haksızlıktır. Ne var ki hala daha bu söylemi kullananlar var. 

Ancak o "evet"lerin arkasında Rumlarla bir arada yaşamayı yeniden denemek isteyen kesimin –toplamdaki payları için yüzde 10 diyebiliriz- azınlıkta kaldığını; çoğunluğu "Türkiye'nin AB üyeliği için üzerinize düşeni yapın" telkinlerinin etkisinde kalanların oluşturduğunu söylemek gerekir

Bu "evet"lerde demin bahsettiğim Ada'dan sürüleceklerin de yüzde 65 oranında payının olması yani kendilerini Türkiye'nin proje ve planların uygulayıcısı olarak gören 74 sonrası adaya yerleşmiş Türklerin de "evet" oyu kullanması zaten başlı başına önemli bir veridir. – Referandum oylarının bölgelere göre dökümü, hem yerli Türklerde hem 74 sonrası gelen Türklerde yüzde 65 "evet" çıktığını yine iki kesimden de eşit oranda "hayır" oyunun bulunduğunu göstermektedir.

- Öte yandan Ada'da AB, ABD ve Sorosçu kuruluşların –para dağıtma dahil- yoğun propaganda ve dezenformasyon çalışmasının yanında Türkiye'den önemli yetkililerin de "Rumların "hayır" diyeceğine eminiz, "evet"inizle yeni bir sayfa açılacak", "Türkiye'nin AB üyeliğinin önünü açabilirsiniz ve bunu borçlusunuz", "evet çıkmazsa yapacağımızı bilirsiniz" tehdit ve vaatlerinin de etkili olduğunu ifade edebiliriz. 

Hatta Türkiye'den gelen telkinlerin tüm diğer faktörlere göre 3-4 kat etkili olduğu bilinmektedir. Buna bir de dönemin Genel Kurmay Başkanı'nın planı destekleyen açıklaması eklenirse yüzde 35 "hayır" diyenlerin "hayır"ının anlamı, çok daha net bir şekilde gözler önüne serilmektedir. 2004 sonrası döneme gelelim hemen. Bu süreç gerek Türkiye'de gerekse KKTC'deki yönetimde nedense bir hayal kırıklığı dönemi olmuştur. Ne AB vaatlerini gerçekleştirmiştir, ne "evet"ten umulan değişim yaşanılabilmiştir. 2008'de yeniden başlayan müzakerelerin yönetimi ise eskiden bu yana Rumlarla birleşmeyi savunan ve o dönemin Cumhurbaşkanı olan Mehmet Ali Talat da olmuştur. Bu dönemde Talat'ın herhangi bir yöne zorlandığını söyleyebilmeyi mümkün kılacak hiçbir veri elimizde bulunmuyor. Ankara ve Talat'ın gayet uyumlu hareket ettiği bir dönem söz konusu olmuştur. Hatta 50-60 yıllık kazanımların bir anda yok edilmesi anlamına gelen "tek devlet, tek temsiliyet ve tek vatandaşlık" kriterlerini kabul ettiğinde dahi Talat durdurulmamış, eleştirilmemiş aksine desteklenmiştir. Nitekim artık bu görevden ayrılmış Talat'ın da bu dönem için eleştirisi sadece müzakerelerdeki muhatabı Rum lider Hristofyas'a dönük olmuştur. Talat yarı yolda bırakılmışlık hissini sadece AKEL Genel Başkanı Hristofyas nedeniyle hissetmiş ve bu konudaki şaşkınlığını ve hayal kırıklığını da ifade etmiştir. Nitekim KKTC'deki yeni Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde o güne dek görüştükleri ve üzerinde uzlaştıkları noktaları garanti altına almak için bir metin hazırlamak bir yana ortak basın açıklamasına dahi muhatabını ikna edememiştir. Aksi gibi Hristofyas üzerinde uzlaşı sağlanan noktaların pek az olduğunu söyleyivermiştir. Bu dönemin Kıbrıs Türkü ve Türkiye'nin 'devlet politikası' açısından faydası, "ellerine güç geçirseler yani iktidara gelseler tüm kaderi değiştirip, Rumlarla yeniden tek devlet çatısı altında birleşebileceklerine inanan" ve açıkçası her zaman azınlıkta kalan kesimin çözümsüzlüğünün sebebinin gerçekte Rum devlet anlayışı olduğunu anlamasıdır. Derviş Eroğlu'nun Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonraki dönemde ise Ankara'nın Talat dönemi yaklaşımının sürdürüleceğini yapılan açıklamalarla uluslararası kamuoyuna vaat ettiği ve KKTC Yönetimi'ne de bir anlamda dikte ettiği düşüncesi ağır basmaktadır. 
Bu dönem için KKTC'de yapılan yorumların en çarpıcısı, "imzanın şahine attırılarak" oy tabanı çok daha geniş olan UBP'nin destekçilerinin de anlaşmayı kabul etmeme ihtimalinin ortadan kaldırılmak istendiği yönündeydi. 
Son dönemi Eroğlu'nun gerçekte müzakereleri sürdürmeyi çok da istemeyen bir duruşunun olduğu, sonuca inanmadığı ancak son dakikaya kadar görüşmeleri "istekli imiş gibi" sürdürdüğü ve süreci ileri taşımaya yarayacak yeni tekliflerle masaya oturduğu şeklinde özetleyebiliriz. Bu dönemin belirleyici olan yönlerinden biri, UBP'yi destekleyen medya ve basın organlarının ve yazarlarının Eroğlu döneminde müzakerelerin ayrıntılarına ilişkin eleştirilerinin belirgin şekilde azaldığıdır. 

Kısacası Talat döneminde Türkiye'nin Talat'ın istek ve önerilerine tabi olduğu bir algı; Eroğlu döneminde de tersine Eroğlu'nun Türkiye'nin istek ve planlarına tabi olduğu yönünde bir algı mevcuttur

Gerçekte ise hem bunlar hem tersi geçerli olsa gerek çünkü KKTC heyetleri ikinci bir müzakereyi bir anlamda Türkiye ile yürüterek rotayı birlikte hazırlamaya çalışmaktadır. Ancak kesin gibi gözüken her iki dönemde de "Türkiye'ye rağmen" herhangi bir adım atılmamaktadır. Sorunuzun "olması gereken" yanı ise KKTC'nin kendi kaderini tayin açısından daha fazla "tek başına karar verir" izlenimi vermesi gerektiğidir.

AFASAM: Türkiye Kıbrıs konusunda nasıl bir çözüm istemektedir? KKTC'nin bağımsız bir devlet olarak tanınması Türkiye'nin Kıbrıs üzerindeki etkisini azaltacak mıdır?

GÖZDE KILIÇ YAŞIN: Bu sorunun cevabı çok zor. Hatta cevabı yok dahi denilebilir. Aslında 2002'ye dek ilerleme sağlanamıyorsa da elde edilmiş hakların kaybedilmemesi yönünde bir politika izlenmekteydi. Uzun vadede ise pes eden taraf olmadıkça değişen konjonktürle birlikte kazanılacağını düşünenler vardı. Sonradan "statükoculuk" gibi gerçek durumu tam anlamıyla yansıtmayan bir terimle ifade edilen bu dönemde aslında özellikle rahmetli Denktaş'ın olağanüstü çabasıyla önemli kazanımlar elde edildiği, BM rapor ve kağıtlarına bunların yerleştirildiği ve sonraki görüşmeler açısından bağlayıcılık kazandıran yeni haklar ya da mevcut anayasal hakları -60 Anayasası- garanti altına alan bir hukuk yaratılmıştır. Denktaş'ın samimi niyetinin KKTC'nin tanınmışlığını sağlamak olduğu kesindir. 

Ancak 2002 sürecinde bir politika değişikliğine gidilmiş ve daha büyük kartlarla, daha büyük riskler alınarak daha büyük bir oyuna girişilmiştir. 

Bu dönemde 2004 referandumunda Türklerin yüzde 65 oranında "evet" demesiyle ise beklenen iyileşmenin sağlanamaması bir tarafa Annan'ın referandum sonuçlarına ilişkin raporunda da açık bir dille ifade ettiği "Kıbrıslı Türkler ayrı devlet kurma kararlılıklarından vazgeçmiştir" mealindeki yorum uluslararası kamuoyuna referandumun temel sonucu olarak lanse edilmiştir. 

Bu da aynı dönemde Kosova'nın bağımsızlık ile KKTC'nin durumu arasında benzerlik kuran açıklamaları bıçak gibi kesmiştir. Bu anlamda Türkiye'nin o daha büyük oyununun ilk aşamasında aslında önemli bir kayıp yaşandığı ancak telafi edilemez boyutta olmadığı söylenebilir.

2004'de her iki taraftan da çıkacak güçlü bir "hayır"ın iki devletli formülü zorlayacağına şüphe yok. 

Ancak bugün her halükarda yeniden önemli bir fırsat yakalanmıştır. Türkiye, müzakerelerin sonuçsuz devamını kabul etmeyeceğini çok güçlü bir şekilde ifade etti. Hem fırsatın avantaja çevrilmesi bakımından hem de Türkiye'nin bölgesel güç konumu nedeniyle "söylediğini yapan" devlet imajını güçlendirmesi açısından bu dönem çok önemli. Şahsi kanaatim Ankara'nın adım adım KKTC'nin varlığını güçlendirmek yönünde bir politika izleyeceği yönünde. Şu an bunun görünür adımları KKTC'nin –ancak Kuzey Kıbrıs nitelemesiyle- ekonomik anlamda güçlendirilmesi girişimleridir. Hem adaya borularla su taşınması, hem fiberkablolarla elektrik taşınması hem de petrol kuyuları ve petrol dolum tesisi inşası ile gerek altyapı gerekse de diğer alanlarda yapılan yatırım, verme kararı aldığınız bir yere yapılmaz. 

Öte yandan mülkiyet konusunun da adım adım çözülmekte olduğunu görüyoruz. Bu konuda yakın döneme dek mülkiyet sorunu büyük ölçüde Rum lehine çözülüyordu çünkü Rumlar AİHM'e gidiyordu

Şimdi ise eleştirilecek bazı yönleri olmakla birlikte KKTC'deki Taşınmaz Mal Komisyonu yoluyla mülkiyet sorunu büyük ölçüde çözülmektedir.Her ne kadar AİHM'in verdiği tazminat miktarlarından daha azına karar veriliyor olmasa da ve Türkiye'yi işgalci kabul eden AİHM kararlarını bertaraf etmiyorsa da Türk tarafının inisiyatifiyle ve takas formülünü de devreye sokarak bu en önemli sorun çözülmektedir. Nitekim iki kesim arasındaki birleşme olacaksa da bölünmüşlük kesinleşecekse de bu gerçekten de çözülmesi gereken bir sorundur. Bu sorun çözüldüğünde ise belki de müzakere edecek herhangi bir şey de kalmayacaktır. Maraş konusunda da önemli bir takım hazırlıklar gözlemlenmekte olduğunu ekleyerek sürecin doğru yönetilirse çağa aykırı şekilde birleşmeyi dayatan zihniyette değişim yaratılmasının mümkün olabileceği söyleyebiliriz. Bu noktada Türkiye'de görev yapmış eski bir ABD Büyükelçisi'nin 2007 tarihli bir makalesine atıf yapmak isterim.

Makalede Türkiye'ye Kuzey Kıbrıs'ın ekonomik olarak güçlendirilmesi ve ardından Türkiye'ye ilhak ve Rumlarla birleşmek dahil tüm seçenekleri içeren bir referandumun yapılması ve sonuçlarının da derhal BM'ye bildirilmesi öneriliyordu. 

Buna Mehmet Ali Talat'ın kendisiyle yaptığımız bir televizyon programında yine 2007'de kendisinin yaptırdığı bir kamuoyu yoklamasında iki ayrı devlet formülünü destekleyenlerin oranının yüzde 85'e ulaşmasını nasıl değerlendirdiğini sorduğumda "2004 referandumunda da bağımsızlık seçeneği bulunsaydı, o günde yüzde 85 oranında bu seçenek tercih edilirdi" sözünü ekliyorum. Dolayısıyla aslında şeker hazır ve un kavrulmuş, helva yapımının tamamlanmasına da az kalmış. Ancak bu yürünen yolun sonunda ismi değişmiş bir Kıbrıs Türk Devleti'nin söz konusu olabileceğini de eklemek gerekir.

KKTC'nin tanınması durumunda Türkiye'nin Kıbrıs üzerindeki etkisinin azalacağı yönündeki endişe geçmişten bu yana dile getirilir. Ancak bence İngiliz CommonWealth'İnden çok daha güçlü bir Türk Common Wealt'inin yaratılması durumunda sadece Kıbrıs Türklerinin değil Balkanlardan Kafkaslara ve belki daha da doğuya uzanan geniş bir alanda endişelerin tümünün fırsata çevrilmesi söz konusu olabilir. 

Burada kullanılacak diplomasi dili gerçekten de çok önemli, Kıbrıs Türkü'ne Türkiye'ye tabi küçük bir devletçik muamelesi yapıp, onun siyasi desteğeihtiyacı olduğunda ise umarsamazlık olarak adlandırılacak bir tutuma girilirse Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinde olduğu gibi sorunlar, şüpheler, güven bunalımları ve aşamalı soğumalar yaşanabilir. 

Bunun ötesinde KKTC'nin tanınmasını sağlamakla Türkiye'nin Kıbrıs'ın genelinde sahip olduğu haklardan vazgeçmiş ve Ada'nın yarısını Yunanistan'a vermiş sayılacağını dile getiren kesimlerde bulunmaktadır. Ama bence kullanılamayan haklardansa deniz egemenlik alanlarınızı güvenceye alan yeni bir Türk devleti daha önemlidir. 
Her ne kadar Türkiye'nin Garantörlüğü kağıt üzerinde Kıbrıslı Türkler üzerinde değilse de Kıbrıslı Türklerin en başından bu yana Türkiye'nin bu adımını beklemekte olduğunu da buna ilave etmek gerekir.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/balkanlar-ve-kibris-arastirmalari-merkezi/2012/09/25/6777/kibrista-neler-oluyor-2

..


Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 1




Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 1

Yazar: Gözde Kılıç Yaşın

Avro-Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi'nin 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkan ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı Gözde Kılıç Yaşın'la yaptığı söyleşinin ilk bölümüdür:


AFASAM Avrupa Birliği Bakanı ve Baş müzakareci Egemen Bağış'ın "Gerekirse Kıbrıs'ı Türkiye'ye bağlarız" açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu söylem Türkiye'de ve Kıbrıs Türklerinde nasıl karşılandı? Kıbrıs Türklerinin bu söylemden sonra bakış açılarında bir değişme oldu mu sizce?

GÖZDE KILIÇ YAŞIN: Egemen Bağış'ın açıklaması, gerçekten de çok ciddi ve bir yanıyla riskli bir yanıyla büyük bir sorumluluk doğuran bir yanıyla da "eh nihayet!" olarak tanımlanabilecek bir açıklamaydı. Ancak biliyoruz ki bu açıklama, öncesinde ve sonrasında bazı adımları da gerektirir. Bu adımların atıldığına ilişkin herhangi bir emareden bahsetmek şimdilik mümkün değil. Kesin olan ise bu güne dek Türk tarafı aleyhine işleyen sürecin bundan sonra lehe dönüştürülmesi açısından önemli bir fırsat döneminin söz konusu olduğudur. Sırasıyla gidilirse bu açıklama bir ilhak anlamına gelmektedir. İlhak için uygun bir zeminin Kıbrıs'ta oluşturulduğu söylenemez.

Türkiye'nin Kıbrıs politikası bu anlamda soru işaretleriyle dolu ve dışarıdan bakıldığında1974 Mutlu Barış Harekatı'ndan sonra Türkiye, Kıbrıs'ta ne yapmak istediğini bilemiyor izlenimi oluşmaktadır. Uluslararası konferansların kulis arkalarında hep şöyle sözler duyarız: "Tamam Türkiye'yi destekleyelim ama ne istiyorsunuz; KKTC ilan edildi ama birleşmek üzere ilan edildiği açıklandı." Dolayısıyla esasen uluslararası konjonktür KKTC'nin ayrı bir devlet olarak tanınması için uygun bir dönemde ancak açıkça söylemek gerekirse en son dönem açısından 2003'den bu yana hem KKTC'den yükselen ses özellikle Batı'ya "Türkler Rumlarla aynı devlet çatısı altında yaşamak istiyor" şeklinde lanse ediliyor hem de Türkiye açıkça birleşmeyi desteklediğini deklare ediyor.
Şunu söylemek istiyorum, yaklaşık son 10 yıldır birleşmeyi zorlayan yeni bir uluslararası baskının bir parçası olmayı tercih eden Türkiye'nin bir anda "ilhak" seçeneğini gündeme getirmesi çok da "tutarlı" algılanmayacaktır. Ancak zaten Egemen Bağış ilhak seçeneğini, iki liderin uzlaşarak birleşeceği, uzlaşarak ayrılacağı ve iki devlet formülüne gidebileceği gibi iki seçeneğin yanında üçüncü bir opsiyon olarak kullanmıştır. Hatta açıklamasında "gönlümüzden geçen budur" ifadesiyle Ankara'nın tercihinin ve hedefinin iki devletin tek bir çatı altında birleşmesi, olduğunu vurgulamıştır. Bu nedenle de 10 yıllık yeni Kıbrıs yaklaşımında önemli bir değişim olmadığı ortadadır. Ancak aynı zamanda hükümet temsilcilerinin çeşitli zamanlarda Temmuz'a dek çözümün bulunmaması durumunda Türkiye'nin müzakerelerin belirsiz bir zaman takvimiyle sonsuza dek sürmesine izin vermeyeceği ve B Planı'nı devreye sokacağı açıklamaları, bana kalırsa sözünün arkasında durmayı gerektirecek ciddiyette yapılmıştır. Bu nedenle Bağış'ın açıklamasının üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen Türkiye'nin milad olarak belirlediği Temmuz ayına ulaşılmış olduğuna göre o gün ifade edilen tüm seçeneklerin artık masada sayılamayacağını –çünkü teorik olarak liderlerin uzlaşması beklentisi artık söz konusu değildir ve müzakerelere Türkiye'nin tanıdığı süre sona ermiştir- ancak ilhak seçeneğinin tartışılabilir olduğunu kabul etmek gerekir.
Türkiye'de açıklamaya tepki gösterenler liberal kesimde genel olarak Bağış'ın sözleri nedeniyle AB ile işlerin biraz daha zora gireceği yönündeydi. Daha milliyetçi olarak tarif edebileceğimiz kesimin de açıklamaya şüpheyle yaklaştığını söyleyebiliriz. Ancak gerçek anlamda tartışılmadığını, biraz duymazdan gelindiğini, açıklamayı tamamlayıcı adımların beklendiğini, bir yalanma ya da düzeltme geleceğinin düşünüldüğünü ifade edebiliriz.

Ancak açıklamanın tamamı zaten düzgün bir şekilde tüm seçeneklerin mümkün olabileceğini ifade etmekteydi ve Türkiye'nin bu seçeneklere eşit mesafede olmaktan ziyade "birleşme" formülüne yakın olduğunu belirtmekteydi. 

Ancak basında ilk defa bir yetkilinin ağzından yüksek sesle ifade edilmiş olması nedeniyle "ilhak" seçeneği ön plana çıkarıldı. Bu nedenle düzeltme yapılması gerekli olmayan bir açıklamada "seçmeli" ancak kısa bir tartışma söz konusu olmuştu. KKTC'de de aynı şekilde kısa ve şüpheli bir dalgalanma yarattığı ancak yine şüpheyle yaklaşıldığını gözlemledik.

Kimilerinin "ilhak" projesinin zaten Milli Selamet Partisi'nin ajandasında bulunan bir plan olduğunu ve yine aynı tabandan sayılabilecek biri tarafından yeniden gündeme getirildiğini söylediklerini gördük

Kimilerinin açıklamanın diğer noktalarına odaklandığını, kimilerinin ise "neden gerçekleşemeyeceğini" açıklamaya giriştiğini gördük. Bazı kesimler, açıklamanın Kıbrıslı Türkleri gerçek anlamda ilgilendiren bir yanı olmadığını ve müzakere sürecini hızlandırmak gayesiyle Rumları harekete geçirmek için bir nevi "sünnetçi korkutması" olduğunu ve gerçek niyeti ifade etmediğini dile getirdi. Kimilerine göre ise Kıbrıs raporunu hazırlamakta olan Ban Ki Moon'a bir mesaj gayesi güdülmekteydi. Ancak genel olarak bu seçeneğe ve yaklaşıma mesafeli durulduğunu söyleyebiliriz. Gerek Türkiye'de gerekse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde bu açıklama üzerine tartışmalar çok da uzamamış ve sanki bıçakla kesilmiş gibi aniden durmuştur. 

Asıl önemli konu olan bu görüşün Egemen Bağış'ın kişisel görüşü mü yoksa Türkiye Hükümeti'nin üzerinde düşündüğü bir formül mü olduğu ve KKTC liderleriyle istişare edilip edilmediği gibi noktalar ise muallak kalmıştır. Bunun ötesini tarif edebilmek için bazı analizleri gündeme getirmek gerekir. 

Öncelikle 1974 sonrasında hiçbir dönemde Kıbrıslı Türklerin ilhak projesi için hazırlanmadığını, hep "en iyi ihtimal" olarak tanınmanın gündemde tutulduğunu ancak yıllar içerisinde bir nevi "öğrenilmiş çaresizlik" tutumunun halkın ruhuna işlediğini ve tanınmaya dair ümitlerin her geçen yıl azaldığını söylemek mümkün.

Dolayısıyla ilhak seçeneğine ilişkin zemin uluslararası kamuoyunda olduğu gibi Kıbrıslı Türkler arasında da yaratılmamıştır. Bu anlamda bir örnek kabilinde –arkasında her ne kadar farklı nedenler de bulunuyorsa da- trafikteki İngiliz sisteminin değiştirilmemesi, elektrik anahtarlarının hala İngiliz tipi üç girişli üretilmesi ve yeni binalarda da bu sistemin kullanılması, Post Office ibaresinin dahi değiştirilmemesini sayabiliriz. Yani eğer bir ilhak projesi gündemde ya da hiç değilse sumen altında tutuluyor olsaydı, eski dönemin bittiğini ve yeni dönemin vazgeçilmez olduğunu vurgulayacak ve ufak ayrıntılarda Türkiye ile aynılaştıracak değişikliklere gidilmesi bir yöntem olarak düşünülebilirdi. Bu ne rahmetli Denktaş dahil herhangi bir Kıbrıs lideri tarafından gerçekleştirilmiştir ne de Türkiye'deki yönetim tarafından herhangi bir dönemde istenilmiştir. Önemsiz bir ayrıntı gibi durmaktaysa da bana kalırsa önemli bir psikolojik unsurdur.

Kıbrıs Türkleri her daim kaderlerini Türkiye ile bir tutmuştur ancak aynı zamanda Rumlardan tamamen farklı oldukları bilinçlerini korurken Türkiye ile aynılaşmaktan da bir şekilde endişe duymuşlardır. 

Bunda pek çok etken söz konusu olabilir ama özellikle Türkiye'den oraya ilk yerleştirilen ya da yerleşen kesimlerin arasında düşük eğitim ve suça meyilli olmak gibi özellikler etkili olmuştur. Algılardan yola çıkarsak Türkiye'nin istemediği, bu nedenle çok da iyi olmayan kişilerin Kıbrıs'a gönderildiğine ilişkin bir düşünce belirleyici olmuştur. Bunun haricinde ada insanı olmanın getirdiği bir dış etkenlerden ve değiştirilmekten korunma, kendi kimliğini koruma gibi faktörler ve burada tamamının analizi mümkün olmayan farklı sebepler de bulunmaktadır. Ancak bu noktada "ilhak" seçeneğini olumsuz karşılayan ve istemeyen kesim dediğimizde, yerli Kıbrıslı Türkler ile 1974 sonrasında Ada'ya yerleşen ve artık"Kıbrıslı" olan Türklerin birbirine eşit oranda bu kesim içerisinde yer aldığını vurgulamak gerekir. Tıpkı Annan Planı referandumunda esasen Ada'dan atılacak ve asla "-Birleşik- Kıbrıs Cumhuriyeti" vatandaşı yapılmayacak olmalarına rağmen 1974 sonrası yerleşen Türklerin daha yüksek oranda "evet"i oylaması gibi bir durum söz konusudur. Bu nedenle de "ilhak" seçeneğini hayata geçirecek bir kitleden neden bahsedilemeyeceğini izah edebilmek için çok daha derinlikli sosyolojik ve psikolojik analizlerin siyasi analizleri desteklemesi gerekir.

Yine konuyu netleştirmek adına belirtmek gerekir ki, Türkiye'yi her koşulda tek seçenek ve vazgeçilmez hami olarak gören ve Türkiye'ye canı gönülden bağlı olan kesimler için dahi –ki bu kesimin oranı UBP, DP ve birkaç küçük partinin oy toplamına eşit sayılabilir ve bu da bu partilerin en kötü günlerinde yine de yüzde 55'i aşar- ayrı bir devlet olarak "tanınma", ilhak'tan yeğdir. 

Son dönemde Türkiye'deki hükümetten gelen Kıbrıs Türklerini tabiri caizse aşağılayan ifadelerin de bu tercihe yönelecek olanların oranını arttırdığı kesindir.
İlhak seçeneğinden bahsedip de uluslararası hukuktaki yerinden bahsetmemek olmaz. Bu noktada öncelikle belirtilmesi gereken Garantörlük Anlaşması'nın Türkiye'yi Kıbrıslı Türklere karşı değil esasen -lafzi okumada- Kıbrıs Cumhuriyeti'nin devamını sağlamak konusunda yükümlendirdiğidir. 

Bunun anlamı Türkiye'nin Garantörlük Hakkı ile elde ettiği yeni bir düzen kurma hakkı değil, Londra ve Zürih Anlaşmaları'nın yarattığı devletin ayakta kalmasını sağlama yükümlülüğüdür. 

BU anlamda Türkiye'nin "ilhak"tan bahsetmesi, Garantörlük Hakkı'nı zedeleyen bir yaklaşımdır ve zaten Garantörlük Hakkı'nın tamamen kaldırılmasını ön koşul olarak dayatan Rum Kesimi'nin ekmeğine de yağ sürmektedir. Ancak hemen belirtilmeli ki bir anlamda İsmet İnönü'nün ifade ettiği "Yeni bir dünya kurulur Türkiye de orada yerini alır" sözündeki gibi bir dönem söz konusudur ve bu nedenle zaten Türkiye'nin üye olmadığı bir birliğe Rumların girmesiyle, İsrail'le petrol aramasıyla, Fransa'ya üs sözü vermesiyle, Doğu Akdeniz ülkeleriyle imzaladığı Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmalarıyla ve en başında Türklere dönük delilli soykırım girişimiyle delik deşik yapılmış Londra ve Zürih Anlaşmalarından doğan yükümlülüklerin de askıya alınabileceğini düşünmek mümkün. Burada ise Kendi Kaderini Tayin Hakkı'nın devreye girmesi zaten her koşulda kaçınılmazdır ve bu anlamda KKTC'deki zeminin "ilhak" sonucuna hazır olmaması, bu seçeneği devre dışı bırakacaktır.

Eklemek isterim ki, ayrı bir devlet olarak tanınma için gereken her türlü girişimin, isteniyorsa ilhak için koşulların ve en önemlisi bunları hayata geçirmek adına Kendi Kaderini Tayin Hakkı referandumunun Kıbrıslı Türklerce yapılması, kesinlikle daha etkili sonuçlar getirecektir. Uluslararası hukukun her zaman adil işlemeyen açmazlarına takılmamak adına Türkiye'nin de tercihini bu yönde kullanması akıllıca olacaktır. Tıpkı Kosova-Arnavutluk ilişkisi gibi bir ilişkiden bahsediyorum ve Türkiye'nin bu adımları Kıbrıslı Türklerin kendilerine bırakmasının ya da en azından böyle bir izlenimin yaratılmasının daha doğru olacağını düşünüyorum. Nitekim Kıbrıs'ta bunun savaşını vermeye hazır ancak Türkiye'yi çiğnemek istemeyen ve Türkiye'nin –kendilerince- anlaşılmayan planlarını sekteye uğratmak istemeyen ciddi bir kesimin var olduğu da kesindir.
Jack Straw'ın Bağış'ın açıklamasından bir gün önce "Herhangi bir ilerleme yokluğunda uluslararası toplum adada kuzey ve güney olarak bölünmeyi desteklemeli"yönündeki sözleri de mutlaka bir anlam dahilinde dikkate alınmalı. Ancak bu açıklamalarda Rumları müzakereye zorlama niyetinin bulunma ihtimali de göz ardı edilmemeli. Ancak açıklamaların gerçek niyet ve hedefi her ne olursa olsun gelinen noktada özellikle uluslararası konjonktürün yeni şekillenmesinin KKTC'nin tanınmasını kolaylaştıran pek çok faktörü içerdiğinin de unutulmaması gerektiğini vurgulamak isterim.

Her türlü seçenek için ise esas olan iradedir. Bu irade de kuşkusuz Kıbrıslı Türklerin iradesi olacaktır. 

Ancak açıklamayı bütünlüklü değerlendirmek gerekirse Türkiye'nin şu anda ilhak seçeneği gibi bir alternatif üzerinde çalışmadığı kanısındayım. Ankara'nın B Planı'nı devreye soktuğunu söylemek için de henüz erken ancak kesin olan birleşmenin gerçekleşmediği noktada Türkiye'nin "devlet politikası" olarak tercih edeceği yön, KKTC'nin varlığını -belki Kuzey Kıbrıs gibi yeni bir isimle- pekiştirmek olacaktır.

AFASAM: Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik sürecinde Kıbrıs çok önemli bir konumda yer almıştır. Size göre son dönem Türk Dış Politikasını göz önüne alarak değerlendirdiğimizde bundan sonraki süreçte dış politikada Kıbrısın yeri nasıl bir konumda olacaktır?


GÖZDE KILIÇ YAŞIN: 

Türkiye'nin AB üyelik sürecinde Kıbrıs'ın önemli bir yeri olduğu bir aldatmacaydı. Bugün zaten anlaşılıyor ki Türkiye'nin AB politikası da aslında üye yapılmayacağının bilinciyle Batı'dan kopmadan ve Gümrük Birliği Anlaşması'ndan doğan ancak alınamayan hakları mümkün mertebe işler kılmak noktasındadır. Kıbrıs'In bu konuda bir bahane olduğu o dönemde de çok yazılıp-çizilmişti ve ben Kıbrıs meselesinin AB'nin istekleri doğrultusunda çözüldüğünde Türkiye'nin AB üyelik sürecinin kolaylaşacağına inandığını söyleyenlerin o dönemde de bunun hiç de böyle olmadığını bildiğini düşünüyorum. Hani gerçekten buna inanıyorlardıysa da şimdi Almanya ve Fransa'nın tavrı başta olmak üzere işin hiç de öyle olmadığını ispatlayan pek çok delille artık "bahane" sözcüğünün anlamını öğrendikleri kesin.

AB ile ilişkiler zaten uzun süre önce dondu ve canlandırmak da faydasız gibi görünüyor. Kesin olan Kıbrıs'ın gerçek bir engel olmadığı. 

Türk Dış Politikası'nın ise Orta Doğu'ya ve özel olarak Suriye'ye odaklandığını gözlemlemek mümkün. Ancak Kıbrıs'ın yeni dönemde önemsizleştiğini söylemek imkansız. Aksine Kıbrıs bu politikaların ağırlık noktasıdır. Çünkü Suriye meselesi de dahil olmak üzere Ortadoğu'nun yeniden şekillenmesinde Doğu Akdeniz egemenlik paylaşımı savaşının payı reddedilemez. Kıbrıs devreden çıkması ise Türkiye'nin Doğu Akdeniz egemenlik mücadelesinde önemli bir dayanağının ayağının altından çekilmesi demektir. 

Daha açık bir ifadeyle Doğu Akdeniz'de istikrarı hedefliyorsak ve özellikle deniz egemenlik haklarımızı heba etmek istemiyorsak Birleşik Kıbrıs için müzakereleri zorlamanın bir mantığı bulunmuyor. Özellikle 2003'de tırmandırılan ve destekleyenlerce de eleştirenlerce de zaman zaman "ver-kurtul" ibaresiyle özetlenen Kıbrıs/KKTC yaklaşımı bugünün koşullarına son derece uyumsuz görünüyor. Aynı şekilde, aynı dönemde Mehmet Ali Talat'ın dillendirdiği "Kıbrıs'ın hiçbir stratejik önemi yok" ifadesinin yanlışlığı da anlamamakta en çok direnenlerce de artık net şekilde görülüyor.
Vurgulamak isterim ki Kıbrıs, çevresinde petrol ve doğalgaz yatakları bulunmasaydı da Türkiye için önemlidir. Ancak bugün sadece enerji kaynakları bakımından değil Orta Doğu'nun yeniden şekillendirilmesi ve Doğu Akdeniz paylaşımı savaşında "en uzun sahildar devlet olan Türkiye'nin" denize çıkışının baki kalması bakımından da Kıbrıs'taki Türk varlığının önemi açıktır. 

Türkiye gibi "bölgesel güç" olduğundan bahsedilen bir devletin öncelikle deniz egemenlik sahalarındaki haklarını koruyabilmesi beklenir ve bu da KKTC'nin kaderi ile son derece ilişkilidir. 

Ankara'nın da bunun bilincinde olduğu kesin. Gerek petrol dolum tesisleri inşası gerek açılan iki adet petrol kuyusu gerek Kıbrıs-Türkiye arasındaki sahada yapılan sismik çalışmalar gerekse de Başbakan Erdoğan'ın 2011'deki Mutlu Barış Harekatı kutlamaları için yaptığı KKTC ziyaretinde ifade ettiği "Bundan sonra Karpaz, Güzelyurt ve Maraş"ın verilmesi söz konusu değildir, o Annan Planı'nda kaldı" açıklaması ve bu açıklamanın gerçek ve samimi bir ifade olduğunu ispatlarcasına Güzelyurt ve Karpaz'da yapılan yatırımlar ve Maraş'taki Türk Vakıf mallarına ilişkin arka plan çalışmaları bu bilincin tezahürüdür. Dolayısıyla yeni kargaşa döneminde Türk Dış Politikası'nda Kıbrıs'ın önemi düne göre daha da artmıştır. Şahsi kanaatim –belki de iyimser bir beklentidir- Kıbrıs'ın yüzeyde müzakere söylemi olsa da derinde müzakere harici konularla ele alınacağı ancak bunların yüksek sesle ifade edilmeyeceği ve bundan sonra zamanın Kıbrıs Türkü lehine de işleyeceği yönündedir. Burada ayrıntılarından bahsetmenin uygun olmayacağını düşündüğüm bazı gelişmelerin de kanaatimi desteklediğini söylemekle yetinmek isterim.


Ropörtaj:  2 Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR

http://afasam.org/tr/featured/21-yuzyil-turkiye-enstitusu-kibris-uzmani-gozde-kilic-yasin-ile-kibris-uzerine-roportaj-/


..

SEN GELMEZSEN ŞAFAK SÖKMEZ., KIBRIS BARIŞ HAREKATININ 42 YILI KUTLU OLSUN



SEN GELMEZSEN ŞAFAK SÖKMEZ., KIBRIS BARIŞ HAREKATININ 42 YILI KUTLU OLSUN

Kıbrıs Barış Harekatı’nın 42. Yılı: Sen Gelmezsen Şafak Sökmez

Yazar: Gözde Kılıç Yaşın


Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde 20 Temmuz Barış ve Özgürlük Bayramı'nda Kıbrıs harekâtının 41’inci yılı çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Bu çerçevede 19 Temmuz’u 20 Temmuz’a bağlayan gece harekâtın şehit ve gazilerini anmak için Yavuz Çıkarma Plajı’nda 6 yıldır yapılan “Şafak Nöbeti” artık gelenekselleşmiş bir etkinlik halini aldı. Şafak Nöbeti, 1974’te şafakla adaya gelen Türk askerini bekleyişi ifade eden temsili bir etkinliktir. Her yıl çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu binlerce kişi ellerinde bayraklar ve meşalelerle şafak nöbetini tutmak üzere konvoy halinde 20 Temmuz 1974’te Türk Ordusu’nun adaya ilk adımını attığı Yavuz Çıkarma Plajı’na iniyor. Plaj üzerine kurulan platformda bu sene sema gösterisi gerçekleştirilmesi, Din İşleri Başkanlığı'na bağlı 25 imamın katıldığı zafer duası, şehit olan Türk askerleri için Kuran-ı Kerim okunması ardından havai fişek gösterileri yapıldı. Gece, sabah ezanının sahilde okunması ve havai fişeklerin atılmasıyla son buldu. Aslında Şafak Nöbeti, devlet törenlerinin düzeyinin düşürülmesi durumunda halkın kendi kutlu günlerine nasıl sahip çıkacağının bir göstergesi olarak da görülmelidir.






Katılımın çok yoğun olması, 20 Temmuz’un algılanışında Kıbrıs Türkünün hemfikir olduğu izlenimi yaratıyor. Nitekim 20 Temmuz 1974’ü izleyen süreç için kimi zaman farklı görüşler gündeme gelse de 20 Temmuz 1974’te başlayan ve 16 Ağustos 1974 günü sona eren Kıbrıs Barış Harekatı’nın Türklere dönük katliamları durduran bir müdahale olduğuna itiraz eden yok gibi görünüyor. Harekat düzenlenmemiş ve Yunan Darbesi başarı ile sonuçlanmış olsaydı Muratağa, Sandallar, Atlılar, Taşkent gibi köylerde yapılan toplu katliâmların kısa bir süre içinde adanın tamamında gerçekleştirileceğine hiçbir kesimin şüphesi bulunmuyor. Nitekim Muratağa- Sandallar- Atlılar, Alâminyo, Taşkent, Ayvasıl'da yaşananların Rumların bir "iç savaş" görünümüyle tüm Türkleri Ada'dan temizleme niyetinin sonucu olduğu da BM raporlarında yer almaktadır. 







Rum hükümetinin aldığı bir kararla Türkler, Ada'nın yüzde 3'lük kısmında yaşamaya mahkûm edilmiş, temel yiyecek ve ilaç temininden dahi yoksun bırakan ağır bir ambargoya tabi tutulmuşlardı. Bu döneme ilişkin BM Güvenlik Gücü'nün yaptıkları ve yapmadıkları da aslında sürecin gidişatını belirleyen temel faktörlerdendi. 17 Mart 1964'te BM Barış Gücü askerleri Ada'ya çıkmış, ilk iş olarak da silahsızlandırmaya girişmişti. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı George W. Ball, döneme ilişkin raporunda,[1] 


    1964'de BM Güvenlik Konseyi'nden acilen Barış Gücü isteyen Makarios'un amacının Türkiye'nin müdahalesini engellemek ve "Rumların Türk kıyımına rahatça devam etmesini sağlamak" olduğunu açıkça dile getiriyor. Nitekim BM Barış Gücü, 1963-1974 yılları arasında Kıbrıs'ta Türklere Rumlar tarafından uygulanan insanlık dışı katliamların, evlerin ve köylerin zorla boşaltılmasının, izolasyonların, dolaşım özgürlüğü kısıtlamasının önüne geçememişti. Dahası Türklerin ellerinden kendilerini savunabilecekleri silahlarını toplamakla da yeni katliamların önünü açmıştı.

Barış Harekatı’nın 41. Yıldönümü Kutlamalarındaki Aksaklıklar

Barış Harekatı yıllardır kutlanıyor ancak bu yıl Cumhurbaşkanı’nın sol kesimden gelen Mustafa Akıncı olması, iktidar partisinin sol CTP olması bir takım itirazların da gündeme gelmesine sebep oluyor. İtirazların genel çerçevesi de bir yandan müzakereler yürütülürken bir yandan Rum tarafının “yas günü” olarak gördüğü bir günün, “işgal” olarak değerlendirdiği bir Harekât’ın kutlanıyor olmasının ikircikli bir duruş yarattığı yönündedir. Pek tabi ki bu yorumlara EOKA’nın (Ethniki Organosis Kibriyon Agoniston) Kıbrıs’ı kan gölüne çevirerek terör ve tedhiş hareketlerine başladığı 1 Nisan 1955’e atfen 1 Nisan’ların Rum tarafında kahramanlık günü olarak kutlandığı ibaresi eklenmemektedir. Aynı mantıkla Rum tarafının da 1 Nisan kutlamalarını ve bugün madalya dağıtımını bırakması ve hatta Kanlı Noel’e atfen 21 Aralık’ların Rum tarafında da yas günü ilan edilmesi gerekmez miydi? 1974'e dek süren ve  500 Türkün kurşuna dizilmesine, yüzlercesinin canlı canlı gömülmesine, yakılmasına ya da kuyulara atılmasına, 30 bin insanın evlerini terk etmesine ve 103 Türk köyünün tamamen yok edilmesine sebep olan ağır katliam Aralık 1963'te Kanlı Noel'le başlamış mıydı? 

Nitekim Kıbrıs Türk solunun en büyük açmazı, “ayarı” Türk siyasilere vermeye çalışırken Rum siyasiler ve Rum Kilisesi’nin pozisyonunu göz ardı etmeleridir.







Barış Harekatı’nın 41. Yılı kutlamalarına gölge düşüren bir diğer gelişme de Rum Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis’in Mustafa Akıncı’nın “1974 sadece barış harekâtı değil bir savaştı” şeklindeki sözlerini selamladığını ifade eden yazılı açıklamasıydı.  Aynı yaklaşımı Rum gazetelerin de sürdürdüğü gözlemlenmektedir. Simerini, haberi “Akıncı’nın 1974’le İlgili İtirafı... Kıbrıslı Türk Lider En Büyük Kurbanların Kıbrıslı Rumlar Olduğunu Kabul Ediyor” başlık ve spotlarıyla duyururken. Alithia, “Akıncı, Ankara’yı Düzeltiyor! Kıbrıslı Türk Lider Mesajında ‘Barış Harekâtı’ Değil Savaştı ve En Büyük Kurbanları Kıbrıslı Rumlardı Dedi” başlığını kullandı. Politis ise “Mustafa Akıncı’dan Tarihi Özeleştiri... 1974 Savaştı, Kurbanları Kıbrıslı Rumlardı” başlığını tercih ederken ve Fileleftheros da “Akıncı: 1974’ün En Büyük Kurbanları Kıbrıslı Rumlardı” başlığını kullandı.[2] Halbuki KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın konuşmasının başı ve sonunda daha farklı bir mana yüklüydü. Nitekim "Tarihi hep 20 Temmuz gününden başlatmak isteyenler var ancak 20 Temmuz aslında bir sonuç... Onun 5 gün öncesi var, 15 Temmuz olmasa 20 Temmuz da olmazdı" sözleri faşist Yunan cuntasının 15 Temmuz'daki Enosis amaçlı darbesine makul bir göndermedir. Anastasiadis ve Rum basının ön plana çıkardığı sözlerin bütünü de aynı şekilde darbeyi ön plana çıkarıyordu: “Kuşkusuz ki biz adına ‘Barış Harekatı’ desek de bu bir savaştı.. Kimimiz yaşamını, kimimiz yakınını kaybetti. Ocaklar söndü, aileler dağıldı... Ayrıca binlercemiz göçmenlik travmasıyla başa çıkmak durumunda kaldık. Kıbrıs Rum toplumu, Yunan cuntasının sebep olduğu 1974 trajedisinin en büyük mağdurlarından birisi oldu.”[3]






Bu çerçevede öncelikle KKTC solunun da esasen 20 Temmuz 1974 konusunda Kıbrıs Türklerinin geri kalanıyla aynı fikirde olduğu tespiti yapılmalıdır. Akıncı bazı köşe yazarlarının eleştirilerine de söz konusu açıklamasıyla cevap vermiştir. İkinci olarak ise Akıncı’nın Rum tarafının bir takım açıklamaları nasıl saptırabildiğini görmesi ve Türk gazeteci veya araştırmacıların müzakere sürecine ilişkin gelişmeleri Rum basınından öğrenmek zorunda kalmasının yarattığı benzer sakıncaları gidermesi gerekmektedir. Sonuçta Anastasiadis ya da Rum basının bir açıklamayı tamamen farklı bir anlamda söylenmiş gibi yorumlaması sadece Rum kamuoyuna Akıncı’yı sempatik göstermek için yapılmamıştır. Hatta muhtemelen bu sebeplerden biri dahi değildir. Türk vatanseverlerin Akıncı’ya güveninin yıpratılmasının daha esaslı bir sebep olacağı açıktır. Müzakerelerle ilgili olarak da Anastasiadis'in Akıncı ile uzlaşmanın çok kolay olacağı yönündeki ima içeren sözlerinin arka planında aynı niyet yatıyor gibi görünmektedir. 




Sonuç: Yunan Mahkemelerinin Barış Harekatı Yorumu

Rum basınının çarpıtmalarına ve Türk basınındaki törenlerden vazgeçilsin yönündeki anlamsız çağrıya rağmen –zira Şafak Nöbeti halk hareketidirve devlet töreni kaldırılacak olsa bile devam edecek gibi görünmektedir- Türk Barış Harekatı’nın 41. Yıldönümü KKTC’de coşkuyla kutlanmıştır. Tüm itirazı olanlara da Yunanistan mahkemelerinin bir kararını sunmak yerinde olacaktır. 22 Temmuz 1974'de Lefkoşa üzerinde uçarken, Kıbrıslı Rumların açtıkları ateş sonucu düşüp parçalanan Yunan Delta nakliye uçağının içinde ölen oğlu için tazminat talebinde bulunan bir Yunan'ın davayı temyiz mahkemesine taşıması üzerine Yunanistan yüksek mahkemesi tartışmaları çözecek bir karar vermiştir.  Atina Temyiz Mahkemesi'nin 21 Mart 1979 tarih ve 2658/79 sayılı kararına göre[4]

"Türkiye'nin Zürih ve Londra Antlaşmaları çerçevesinde garantör devlet olarak Kıbrıs'a müdahalesi yasaldır. 

Asıl sorumlu, haklarında dava açılan Yunanlı Subaylardır. Zürih Antlaşmasını imzalayan devletler, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere, garantör devletler olarak Kıbrıs'ın herhangi bir devletle birleşmesini, bölünmesini, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin güvenliğini garanti altına alıp, koruyacaklarına dair taahhütlerde bulunmuşlardır. 15 Temmuz 1974'te General Yuannidis, Ada'daki Yunan Birliği Komutanı General Yorgacis ve 102 Yunanlı subayın yer aldığı darbeyi yapmıştır. Kıbrıs Anayasası ayaklar altına alındıktan sonra, adamları Nicos Sampson başa getirilmiştir. Türkiye 20 Temmuz 1974'te ancak yaratılan bu durumdan sonra Adaya müdahalede bulunmuştur."Atina Temyiz Mahkemesi her ne kadar 20 Temmuz 1974 öncesi yaşanan katliamlara girmiyorsa da gelişmelerin kronolojisinde tarihi gerçekleri ortaya koyuyor. Sonuçta bu yıl Kıbrıs'ta barışın, huzurun 42. yılıdır: Kutlu Olsun... 


[1]George W. Ball, The Past Has Another Pattern, Memoirs, Norton & Co, New York 1982
[2]Akıncı'nın '20 Temmuz' konuşması Rum basınında ses getirdi,  http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/58/news/167740/PageName/GUNEY_KIBRIS, 20
 Temmuz 2015
[3] Akıncı’nın açıklamasının tamamı için bkz. http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/35/news/167738/PageName/KIBRIS_HABERLERI
[4]Söz konusu kararın çevirisi, konuyu basına ilk kez taşıyan Prof. Dr. Ata Atun tarafından yapılmıştır. 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/balkanlar-ve-kibris-arastirmalari-merkezi/2015/07/20/8242/kibris-baris-harekatinin-41-yili-sen-gelmezsen-safak-sokmez


.

20 Temmuz 2016 Çarşamba

ATATÜRK DİYOR Kİ...



ATATÜRK DİYOR   Kİ...







"Ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler milletlerini
 yaşamak ve ilerlemek imkanlarına kavuştururlar."

 "Milletin sevgisi kadar büyük mükafat yoktur."

 "Beni olağanüstü bir kişi olarak yorumlamayınız.  Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir."

 "Milletimizin temel yararı ile ilgili konularda yabancıların bizce hiçbir önemi yoktur.

 "Biz gidişimizi yabancıların görüşlerine uydurma güçsüzlüğünü kötü görenlerdeniz."

 "Bu ulusu ben değil içimizdeki ruh, damarımızdaki kan kurtarmıştır."

 "Ey Türk gençliği ! Birinci vazifen Türk istiklal ve cumhuriyetini ilelebet
 korumak ve müdafaa etmektir.Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki
 asıl kanda mevcuttur"

 "Biz uygarlıktan,ilimden ve fenden kuvvet alıyor ve ona göre
 yürüyoruz."

 " Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için
 en hakiki mürşit ilimdir , fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak
 gaflettir, cehalettir, dalalettir "

 "Milletimiz daha da dindar olmalıdır diyorum.Ama bütün sadelik ve güzelliği ile.Dinime,bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor.
 Şu anda batıl itikatlardan oluşan ikinci bir din mevcuttur.Fakat bu cahiller sırası gelince aydınlatılacaktır."

 "'Eşini mutlu edecek herkes evlenmelidir.Çoluk çocuk sahibi olmalıdır

 "Bana bakmayınız.Benim hayatım başka türlü düzenlenmiştir."

 "Çocuk sevgisi insan için bir ihtiyaçtır."

 "Dünyada ne görüyorsak KADIN'IN eseridir."

 "Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir milletiz."

 "Korku üzerine egemenlik kurulamaz."

 "Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür."

 "Bu millet bağımsızlıktan yoksun yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır."

 "Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız vazifenin temelidir."

 "Tam bağımsızlık denildiği zaman, tabii, siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, harsı, vs. her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik kast olunmaktadır."

 "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım."

 "Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur."

 "Tarihimiz en mutlu dönemi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır."

 "Peygamberimiz tilmizlerine dünya milletlerine İslamiyeti kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hükümeti başına geçmelerini emretmedi. Peygamberin zihninden asla böyle bir fikir geçmemiştir."

 "Milletin saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisidir."

 "Hükümetlerin icraatı menfi olup da millet itiraz etmez ve iktidarı düşürmezse bütün küsur ve kabahatlere katılmış demektir."

 "Gerçi bize milliyetçi derler. Ama, biz öyle milliyetçileriz ki, işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız."

 "Biz doğrudan doğruya millet severiz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur."
 "Bilelim ki milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar."

 "Türkiye'de Bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Türk Hükümetinin ilk gayesi, halka hürriyet ve saadet vermek, askerlerimize olduğu kadar sivil halkımıza da iyi bakmaktır."

 "Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır."

 "Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır."

 "Bizim dinimiz, milletimize hakir, miskin ve zelil olmayı tavsiye etmez. Tam tersine Allah da, Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini korumalarını emrediyor."

 "Bütün zorba hükümdarlar hep dini alet edindiler; Hakiki ulema, dini bütün alimler hiçbir vakit bu zorba hükümdarlara boyun eğmediler. Fakat gerçekte alım olmamakla beraber, sırf o kılıkta bulundukları için alım sanılan, çıkarına düşkün haris ve imansız bir takım hocalar da vardır. Hükümdarlar iste bunları ele aldılar ve iste bunlar dine uygundur diye fetva verdiler. Gerektikçe yanlış hadisler uydurmaktan çekinmediler. Gerçek ve imanlı ulema her vakit her devirde bunların kinine hedef oldu."

 "İntisap etmekle bahtiyar olduğumuz İslam dinini, aşırlardan beri alışılmış olduğu üzere bir siyaset vasıtası mevkiinden kurtarmak ve yükseltmek elzem olduğu hakikatini müşehade ediyoruz. Mukaddes ve lahuti olan inançlarımızı ve vicdanlarımızı çapraşık ve değişken olan ve her türlü menfaat ve ihtirasların tecellisine sahne olan siyasetten ve siyasetle ilgili bütün hususlardan bir an evvel ve kesin olarak kurtarmak, milletin, dünya ve ahiret saadetinin emrettiği bir zarurettir."

 "Bizi yanlış yola sevk eden habisler, biliniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki, hep din kisvesi altındaki küfür ve alçaklıktan gelmiştir. Onlar her hayırlı hareketi dinle karşılarlar, halbuki hamdolsun hepimiz dindarız, artık bizim dinin icaplarını, dinin yasaklarını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Milletimizin içinde hakiki, ciddi alimler vardır. Milletimiz bu gibi alimleriyle iftihar eder. Bu gibi alimlere gidin, bu efendi bize böyle diyor, siz ne diyorsunuz deyin. Fakat umumiyetle buna da ihtiyaç yoktur. Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Eğer bizim dinimiz akla mantığa uygun bir din olmasaydı mükemmel olamazdı, dinlerin sonuncusu olmazdı.























"Bir memleketin, bir memleket halkının düşmandan zarar görmesi acıdır. Fakat kendi ırkından büyük tanıdığı insanlardan vefasızlık, felaket görmesi daha acıdır."

 "Efendiler biz hayat ve istiklal isteyen bir milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı yok etmeyi göze alırız."

 "Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını söyler. Bazı kimseler modern olmayı kafir olmak sayıyorlar. Asıl kafirlik onların bu inanışıdır."

 "Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müridler, meczuplar memleketi olamaz."

 Masum halka beş vakit namazdan başka, geceleri de fazla namaz kılmayı vaiz ve nasihat etmek belki de ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından olursa bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mü?

 "İlk olarak KURAN'ın dilimize çevrilmesini emrettim. Bu da ilk defa olarak Türkçe ye çevriliyor."

 "Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir."

 "Efendiler siz hayatınızda mebus olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Fakat hiç bir zaman sanatkar olamazsınız."

 "Sayın öğretmenler, hiç bir zaman düşüncelerinizden çıkmasın ki cumhuriyet sizden "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" nesiller ister."

 "Ulusları kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir."

 "Öğretmenler, yeni kuşak sizin eseriniz olacaktır."

 "Bu memleketin sahibi ve toplumumuzun asıl unsuru köylüdür."

 "Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek müstakil olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete layık olan köylüdür."

 "Bir kere memlekette topraksız köylü bırakmamalıdır. Bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın hiç bir sebep ve suretle bölünemez bir mahiyet alması, büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus yoğunluğuna ve toprak verim derecesine göre sınırlanması gerekir."

 "Milletimizin bugünkü yönetimi gerçek özelliği ile bir halk yönetimidir."

 "Büyük davamız en medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir."

 "Biz Türkler ruhen demokrat doğmuş bir milletiz."

 "Milletin kaynağı toplum hayatının esası olan kadın ancak faziletli olursa görevini yerine getirebilir."

 "Kadınlarımız erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, daha çok bilgili olmak zorunluluğundadır. Gerçekten ulusun anası olmak istiyorlarsa böyle olmalıdırlar."

 "Ben toprak büyütme meraklısı değilim. Barış bozma alışkanlığım yoktur. Ancak sözleşmeye dayanan hakkımızın isteyicisiyim. Onu almazsam edemem. Büyük meclisin kürsüsünden milletime söz verdim.
Hatay'ı alacağım. Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getirmezsem milletimin huzuruna çıkamam. Yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim, Yenilmem. Yenilirsem bir dakika yaşayamam."

 "Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet bu doğrudur. Benim isteyip de yapamayacağım bir şey yoktur. Çünki ben zoraki ve insafsızca hareket etmesini bilmem. Ben kalpleri
kırarak değil kazanarak hükmetmek isterim."

 "Hayatta tam mutluluk ve esenlik ancak gelecek kuşakların şerefi, varlığı, esenliği için çalışmakta bulunabilir."

 "Millete efendilik yoktur. Ona hizmet etmek vardır. Bu millete hizmet eden önün efendisi olur."

 "Beni görmek demek ille yüzümü görmek değildir. Benim düşüncelerimi, benim duygularımı anlıyorsanız bu yeter."

 "Benim naçiz vücudum bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ebediyyen payidar kalacaktır."


 "Milletimi şimdiye kadar söylediğim sözlerle ve hareketlerimle aldatmamış olmakla gurur duyuyorum."

 "Basın, ulusun ortak sesidir. Bir güç, bir okul, bir yol göstericidir."

 "Büyüklük odur ki kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın. Memleket için gerçek ülkü ne ise onu görecek ve o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, seni yoldan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen burada direneceksin. Önünde sonsuz engeller yığılacaktır. Kendini büyük değil, küçük, araçsız hiç telakki edecek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacak, ondan sonra sana büyüksün derlerse bunu diyenlere güleceksin."

 "Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsan, uzaktan bütün doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve egemenliklerine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yer yüzünden yok olacak ve yerlerini milletler arasında hiç bir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır."

 "Yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyetinin temeli burada atıldı. Bu meydanda akan Türk kanları, bu gökte dolaşan şehit ruhları, devlet ve cumhuriyetimizin sonsuz bekçileridir."

 "Ey yükselen yeni kuşak, gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak olan sizsiniz."

 "Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Bunun içindir ki milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, doğuştan zekasını, bilime bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu, her zaman ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek milli ülkümüzdür."

 "Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni özelliği ve büyük medeni kabiliyeti bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır."

 "NE MUTLU TÜRKUM DİYENE"

 "Bir takım şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara talih ve hayatlarını emanet eden insanlardan mürekkep bir kütleye, medeni bir millet nazariyle bakılabilir mi?"

 "Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır."

 "Tekkeler de behemahal kapatılmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti her şubede irşatlarda bulunacak kudreti haizdir. Hiçbirimiz tekkelerin irşadına muhtaç değiliz. Biz medeniyet, ilim ve fenden kuvvet alıyoruz. Başka bir şey tanımıyoruz."

 "Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre malik olmak, seçtiği bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz. Vicdan hürriyeti, mutlak ve taarruz edilemez, ferdin tabii haklarının en mühimlerinden tanınmalıdır."

 "Türkiye Cumhuriyetinde herkes Allaha istediği gibi ibadet eder. Türk Cumhuriyetinin resmi dini yoktur. Türkiye'de bir kimsenin fikirlerini, zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilemez."


 "Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapmak lazım geldiğini düşünmek yanı meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlıbaşına faaliyette bulunmak elzemdir."


 "Türk milletinin istidadı ve kesin kararı medeniyet yolunda, durmadan, yılmadan ilerlemektir."

 "Medeniyet öyle kuvvetli bir ışıktır ki, ona bigane olanları yakar, mahveder."

 "Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkumdurlar."

 "Sarık ve cüppeyle artık dünyada muvaffak olmanın imkanı yoktur. Yaptığımız muazzam inkılaplarla medeni bir millet olduğumuzu cihana ispat ettik."

 "Bizim ahenktar, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir."

 "Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet boşunadır. O, gafil ve itaatsizler hakkında çok amansız davranır."

 "Fıkıhtaki "zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkar olunamaz" kaidesi adalet siyasetimizin temel taşıdır."

 "Hissiyatı ve vicdanı telakkiyatı, ilim ve fenle besleyip eğiterek toplumun gerçek huzur ve saadetine çalışmak ulvi bir görüştür."

 "Hiçbir iyi inkılap, hakikati görenler dışında ekseriyetin reyine müracaatla yapılamaz."

 "İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil mıdır ki, bu kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki, bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin?

 "Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın."

 "Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde Anadolu köylü kadınının üstünde kadın çalışmasını zikretmeye imkan yoktur ve dünyada hiçbir milletin kadını "Ben Anadolu kadınının daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim" diyemez."


 "Kimse inkar edemez ki, bu harpte ve ondan evvelki harplerde milletin hayat kabiliyetini tutan hep kadınlarımızdır."


 "Onun için, hepimiz büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı şükran ve minnetle ebediyen taziz ve takdis edelim."

 "Türk kadını dünyanın en aydın ve faziletli ve en ağır kadını olmalıdır."

 "Milleti ve içtimai zemini hazırlamadan inkılaplar yapılamaz."

 "Bir başka çağdan kalma adetlerinizde, alışkanlıklarınızda direnirseniz, cüzzamlılar, paryalar gibi tek basınıza kala kalırsınız. Benliğinize bağlı kalın ama, gelişmiş uluslar için gerekli olan şeyleri Batı'dan almasını bilin. Yoksa, bilim ve yeni düşünceler sizi bir lokmada yiyip bitirebilirler."

 "Mesuliyet yükü herşeyden, ölümden de ağırdır."

 "Benim Türk Milletine, Türk Cumhuriyetine ve Türklüğün istikbaline ait görevlerim bitmemiştir. Sizler, onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz."

 "Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük bir gayeyi ede etmek için belli başlı vasıtadır. Gaye fikirdir. Bir fikre dayanmayan zafer yaşayamaz. Her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir alem doğmalıdır. Yoksa başlı başına zafer boşa gitmiş bir gayrettir."

 "Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk Milletine canımı vereceğim."

 "Yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz."

 "Her Türk ferdinin son nefesi, Türk Milletinin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedi olduğunu göstermelidir."
 "Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur."

 "Zafer "zafer benimdir" diyebilenin, muvaffakiyet, "muvaffak olacağım" diye başlayanın ve "muvaffak öldüm" diyebilenindir."

 "Çalışma, insanların vücut kuvvetlerini geliştirir ve hayat için gereken şeyleri temin eder. Çalışmaksızın, fikri gelişme ve ahlaki ilerleme de mümkün değildir. "Tembellik bütün fenalıkların anasıdır.""

 "Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve şumüllü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur."

 "Herhalde alemde bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir."

 "Bir ulus, bir toplum yalnız bir kişinin çabası ile adımcık bile atamaz."

 "Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Benim sizden istediğim şey, yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman da, durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir."

 "Sizler, yanı yeni Türkiye'nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir."

 "Biz cahil dediğimiz zaman mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir."

 "Dünyanın her tarafında öğretmenler insan topluluğunun en fedakar ve muhterem unsurlarıdır."

 "Benim için ordumuzun kıymetini ifadede ölçü şudur: Türk ordusunun bir kıtası muadilinin behemehal mağlup eder, iki mislini durdurur ve tespit eder."

 "Size Bombasırtı vakasını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperlerimiz arasında mesafemiz sekiz metre, yanı ölüm muhakkak, muhakkak... Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulamamacasına tamamen düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar gıptaya sayan bir itidal ve tevekkülle, biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kuran-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler, kelime-i şahadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren, şaşılacak ve övülecek bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebesini kazandıran bir yüksek ruhtur."

 "Türkler bütün medeni milletlerin dostudurlar."

 "Ben düşündüklerimi, sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı zamanda lüzumlu olmayan bir sözü kalbimde taşımak iktidarında olmayan bir adamım. Çünkü ben bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima halkın huzurunda söylemeliyim. Yanlışım varsa, halk beni tekzip eder. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmada halkın beni tekzip ettiğini görmedim."

 "Hakikati konuşmaktan korkmayınız."

 "Meseleleri hadiselere göre değil, aslında olduğu gibi ele almak lazımdır."

 "Tatbik eden, icra eden, karar verenden daima daha kuvvetlidir."

 "Lüzumuna kanı olduğumuz bir işi derhal yapmalıyız."

 "Fikirler, cebir ve şiddetle, top ve tüfekle asla öldürülemez."