21 Temmuz 2016 Perşembe

Millî Kıbrıs Davamız Nereye?! BÖLÜM 1



Millî Kıbrıs Davamız Nereye?! 

BÖLÜM 1



















E. Büyükelçi Tugay ULUÇEVİK
Emekli Büyükelçi












21 Haziran 2016 - Millî Kıbrıs Davamız Nereye?! 
E. Büyükelçi Tugay ULUÇEVİK  TÜRKSAM

UZMANIMIZIN BİYOGRAFİSİ;

E. Büyükelçi Tugay ULUÇEVİK

Emekli Büyükelçi
Türkiye Dışişleri Bakanlığında çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 1986 - 1989 arasında Birleşik Arap Emirlikleri, 1989-1991 yıllarında Romanya büyükelçiliği, 1992-1995 arasında Kıbrıs işlerinden sorumlu Müsteşar yardımcılığı, 1995-1998 arasında Birleşmiş Milletler Cenevre Ofisi nezdinde Türkiye Daimi Temsilciliği, 1998-2000 yılları arasında Almanya büyükelçisi ardından Dışişleri Bakanlığı Dış Politika Danışma Kurulu üyesi ve emekli olduktan sonra da Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü Genel Sekreter vekilliği görevini yürütmüştür. 
İngilizce bilmektedir.
***


Milli Dava'nın Doğuşu - Türk gençliği ile Türk basını el ele


Kıbrıs konusu için Türkiye'de ilk defa "Millî Dava" deyimini kullanmış olan bir kuşağa mensubum.
Millî Dava'nın günümüze kadar olan gelişmelerini sade vatandaş olarak ve özellikle 1967 - 2004 arasındaki gelişmelerini de Dışişleri Bakanlığındaki hemen hemen tamamı doğrudan Kıbrıs dosyası üzerinde geçmiş olan hizmetlerim vasıtasıyla ilgi, dikkat ve heyecanla yaşadım. Yaşamaya da devam ediyorum.
Türk gençliği Kıbrıs konusundaki duyarlılığını 1952 yılından itibaren somut biçimde ortaya koymaya başlamıştır. Meselâ, Türkiye Millî Gençlik Komitesi 16 Temmuz 1952 tarihinde bir bildiri yayınlamış ve diğer hususlar meyanında şunları da ifade etmiştir:
"Kıbrıs coğrafya itibariyle küçük Asya'ya bağlıdır. Kıbrıs fetih hakkı itibariyle Türk'tür. 1571 de Türk kanıyla sulanarak 307 sene Türk hükümranlığı altında kalmıştır. Kıbrıs adası iktisaden Anadolu'ya bağlıdır. Kıbrıs, askerî ve stratejik bakımdan Türkiye için büyük bir önemi haizdir."[i]
Kıbrıs konusunun 1954 yılında uluslararası bir sorun olarak BM Genel Kurulu'nun gündemine dahil edilmesine yol açan adımlar, 1950'li yılların başından itibaren Yunanistan tarafından atılmıştır. Bu adımları, Yunanistan, BM Yasası'ndaki "halkların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi" ilkesinin Kıbrıs için de uygulanmasını sağlayarak Ada'yı kendi topraklarına katmak maksadıyla atmıştır.
Yunanistan'ın bu girişimlerine Türk gençliği millî bir heyecan içinde tepki göstermiştir.
Türkiye Millî Talebe Federasyonu'nun bünyesinde kurulmuş olan Kıbrıs Komitesi'nin 2 Haziran 1953 günü yayınladığı Bildiri'de "Kıbrıs konusunda hakiki söz sahibinin Türkiye olduğu" vurgulanmış ve "Türk gençliği, .........Kıbrıs davasını benimsemiş ve millî bir dava olarak ele almış bulunmaktadır. Ele aldığı davaları, güç de olsa, halletmesini bilmiş bir Millet'in gençliği olmamız en büyük kudretimizi teşkil etmektedir" ifadesine yer verilmiştir.[ii]
Böylece, Türkiye'de Kıbrıs konusu veya Kıbrıs meselesi için ilk defa olarak "Millî Dava" kavramını kullanan Türk gençliği, "Millî Kıbrıs" davamızda tarihe geçmiştir.
Türk gençliğinin Yunanistan'ın "enosis" emeline karşı gösterdiği bu tepki, ortaya koyduğu heyecan ve dile getirdiği "millî dava" anlayışı Türk basını tarafından kamuoyumuza yansıtılmıştır. O zamanki Hürriyet gazetesinin sahibi ve başyazarı Sedat SİMAVİ başta olmak üzere, basınımızın önde gelen isimleri, Kıbrıs konusunun Türkiye'de "millî dava" olarak benimsenmesinde başrolü oynamışlardır.
Ben de mensup olduğum kuşakla beraber 14 yaşımdan itibaren, yani "Millî davanın"  doğduğu 1953 yılından itibaren, zamanın akışı içinde geçirdiği bütün safhalarına tanıklık ettim. O yıllarda Yurdumuzun her ilinde Kıbrıs için düzenlenmiş olan heyecanlı mitinglere ben de 15 yaşımdan itibaren Ankara'da katılmış bulunuyorum. Bugün de Kıbrıs konusunda o günlerdeki duygu ve heyecanımı muhafaza ediyorum.
Bu sayede de "Millî Davamızın" ilk 50 yıllık devresi ile Kıbrıs "Millî Davamız" bakımından kaygılarla geçen son 13 yıllık dönem arasında kıyaslama yapma imkânına sahip bulunuyorum.

1950'li yıllarda Türkiye'yi çevreleyen dış şartlar

1950'li yıllarda Türk gençliğinin Türk basınıyla dayanışma içinde Türkiye'de "millî dava" ruhunun doğmasında ve yaygınlaşmasında oynadığı tarihî rolün öneminin ve değerinin daha iyi farkedilip değerlendirebilmesi için Türkiye'yi o günlerde çevreleyen dış şartları kısaca hatırlamak lâzımdır:
Türkiye, 2. Dünya Harbi'nin hemen ertesinde Sovyetler Birliği'nin toprak bütünlüğümüze yönelik somut tehditleri ve teşebbüsleri karşısında kalmıştı. Bu vahim durumda, Türkiye dış politikasında önceliği, Batı Dünyasıyla müşterek güvenlik sistemi içinde işbirliği imkânları sağlamaya vermişti. Dikkatini bu yöne teksif etmişti.  Bu sebeple, bu dış tehlike karşısında Kıbrıs konusundaki gelişmeleri takiple yetiniyor, fakat aynı tehdit ve tehlikelere maruz Yunanistan ile o sıralarda görünüşte iyi olan ilişkilerini ve işbirliğini zedelemekten kaçınıyordu.

Dr. Fazıl Küçük'ün ve Rauf Denktaş: "Kıbrıs Girit Olmasın"

İşte,  Türkiye'nin içinde bulunduğu bu şartlarda, Kıbrıslı Türklerin Dr. Fazıl Küçük'ün liderliğindeki ve içinde 24 yaşında bir avukat olarak Rauf Denktaş'ın da yer aldığı önderler kadrosu, çıkardıkları gazete ile,  Ada'da düzenledikleri mitinglerle, Türk Hükûmeti'ne gönderdikleri "Kıbrıs Girit olmasın" mesajlarıyla, Ankara'ya yaptıkları ziyaretlerle,  sadece Türk resmî makamlarını değil, bütün Türk Milleti'ni Rumların ve Yunanların Kıbrıs adasına yönelik gerçek emel ve niyetleri hakkında bilgilendirmekteydi; uyarmaktaydı.
Kıbrıs'tan yükselen, Toros dağlarını aşarak Ankara'ya ulaşan bu uyarıcı sesleri Türk gençliği yankılandırmış; Türk basını da bu sesleri Anadolu'ya yaymıştır. Neticede, Anadolu halkı Kıbrıs Türk halkıyla Millî dava etrafında kenetlenmiş ve bütünleşmiştir.
Anavatan - Yavru Vatan sıcak kucaklaşması ve bütünleşmesi bu şekilde Türk Gençliğinin ve Türk Basınının oynadıkları örnek alınması gereken bu tarihî rolle meydana gelmiştir.
Kıbrıs Türk halkı, Türkiye Ada'ya fiilen gelinceye kadar, Dr. Fazıl Küçük'ün Halkın Sesi gazetesinde çıkan bir yazısındaki  [iii] ifadeyle “biz refahımızı ve yaşama haklarımızı ancak Türk bayrağının gölgesinde bulabileceğimize iman etmiş, inanmış bulunuyoruz; çünkü Türküz ve hiçbir zaman Türklüğün ayaklar altında çiğnenmesine tahammül edemeyiz" diyerek "enosis" yaygaraları ve silâhlı saldırıları karşısında canları pahasına direniyordu. Böylece hem Ada'da kendi varlıklarını, yani Türk varlığını,  hem de anavatanları Türkiye'nin Kıbrıs ile ilgili hayatî çıkarlarını koruyorlardı.  
Bu kahramanlar, 1571 yılından itibaren Anadolu'nun bağrından alınıp Ada'ya getirilmiş olan Kıbrıslı soydaşlarımızdı.

Türk Hükûmeti Kıbrıs Konusunu "Millî Dava" olarak kabul ediyor

Kıbrıs Türk halkı ile beraber Türk kamuoyunun, gençliğiyle ve basınıyla, Kıbrıs konusuna "millî dava" anlayışıyla sahip çıkması, Türk Hükûmeti'nin tutumunu da etkilemiş ve şekillendirmiştir.
1954 ve 1957'de Başbakan Adnan MENDERES tarafından kurulan 22. ve 23. Hükûmetlerin programlarında Kıbrıs konusu "millî dava" olarak zikredilmiştir.  
"Millî Dava" kavramı daha sonra, 28. İsmet İNÖNÜ, 29. Suat Hayri ÜRGÜPLÜ,  30., 31., 32. ve 39. SüleymanDEMİREL, 34. Nihat ERİM,  35. Ferit MELEN, 36. Naim TALU ve 55. Mesut YILMAZ Hükûmetlerinin programlarında da kullanılmıştır.
Türk Milleti'nin Kıbrıs sorununu  "millî dava" olarak benimsemesi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin de konuyu "millî dava" olarak ele alıp yürütmesi,   Liderlerimizin Kıbrıs adasının Türkiye için taşıdığı önemin ve değerin bilinci içinde hareket etmiş olduklarını ortaya koymaktadır.

Kıbrıs Adasının Türkiye İçin Önemine Dair Değerlendirmeler

Kaldı ki, Devlet ricalimizin, siyasetçilerimizin ve hattâ yabancı diplomatların çoğu bugün artık arşivlerde bulunabilen demeçlerini okuduğumuz zaman, birçoğunda, Kıbrıs Adası'nın Türkiye'nin ulusal emniyeti ve ulusal çıkarları ve Kıbrıs'taki Türk varlığının mukadderatı açısından olan öneminin ve konunun "millî davavasfının vurgulanmış olduğunu görmekteyiz. Aynı değerlendirmeye Hükûmet programlarında da rastlamaktayız. Bunlardan bazılarını aşağıya alıntılıyorum:
■ Milletimizin Kurtarıcısı ve Devletimizin Kurcusu Büyük Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün 1930’lu yıllarda Türkiye’nin güney bölgelerinde düzenlenen bir askerî tatbikatta yapılan bir durum değerlendirmesinde, Kıbrıs Adası’nın Türkiye için olan değerini ve önemini “Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece, Türkiye’nin ikmâl yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu Ada bizim için çok önemlidir” sözleriyle dile getirdiği kaynaklarda kayıtlıdır.[iv]
■ CHP Lideri İsmet İNÖNÜ (28 Ağustos 1954) [ İnönü'nün Türkiye Millî Talebe Federasyonu'nun Kıbrıs toplantısında okunan mesajı ]:
" Kıbrıs meselesinde Türkiye'nin millî menfaati .....Kıbrıs'taki soydaşlarının insan haklarına mazhar olarak emniyet içinde yaşamaları ve milliyetlerini muhafaza etmeleridir..... Türkiye'nin toprak emniyeti meselesi bugün de birinci derecede meselemizdir.....Yunanlılar ile dostluk ve ittifak münasebetleri içinde bulunmamız, bizi Kıbrıs meselesinde ihtiyatsız olmağa sevkedemez. Kıbrıs’taki Türklerin mukadderatını ve Ada’nın vatan bütünlüğü için büyük stratejik ehemmiyetini ihmal etmemizi hiçbir insaflı dost bizden isteyemez. Kıbrıs bizim için de hayatî ehemmiyeti haizdir.[v]
■ İngiltere'nin BM nezdindeki Daimî Temsilcisi Büyükelçi  - sonradan İngiltere'nin 1955 ile 1960 arasındaki Dışişleri Bakanı - Selwyn Llyod (24 Eylül 1954) [Yunanistan'ın müracaatı üzerine Kıbrıs konusunun BM'nin dokuzuncu Genel Kurul toplantısında görüşülmesi sırasında]:
  “Kıbrıs coğrafî bakımdan Anadolu’nun bir parçasıdır ve orada 100.000 kişilik Müslüman – Türk kitlesi de oturmaktadır. Kıbrıs tarihte hiçbir zaman Yunanistan’a ait olmamıştır. Ada’da yaşayan mütecanis Türk kitlesi kendi müftüsü ve vakıflarıyla Türkiye’ye ırkî ve kültürel bağlarla bağlıdırlar. Ada’nın ekonomisinde önemli rol oynamaktadırlar..." [vi]
■ C.M.P. Genel Başkanı Bölükbaşı (24 Ağustos 1955) [Edirne'de CMP İl Kongresi'nde]:
“…Kıbrıs iki bakımdan bizi alâkadar etmektedir. Birincisi orada yaşayan yüz bin Türk’ün hayatı bakımından. İkincisi de Kıbrıs’ın Vatan’ın bir parçası oluşu bakımından. ….” [vii]
■ Başbakan Adnan MENFERES (24 Ağustos 1955): [Kıbrıs İngiltere’nin egemenliği altında bulunduğu dönemde Yunanistan’ın 1954 yılında Ada’yı kendisine bağlamak maksadıyla BM’de teşebbüslere başlaması üzerine verdiği uzun demeçten alıntılar ]
 “….Girit’i almak metotlarının Kıbrıs’ta tekrar edilmekte olması, ister istemez  bizi, Yunan irredantizm hareketlerinin başlangıcından bugüne kadar olan seyrini hatırlamaya sevk ediyor. Kıbrıs’taki bir avuç ekseriyetlerine istinat  ederek, dünyanın başına yeni gaileler  açmak isteyenlere, ister istemez , «Ankara önünde ne işiniz vardı?» sualini sormak zaruretini hissettiriyor….Şurasının herkesçe açık biçimde bilinmesi lâzım gelir ki, Türkiye sahillerinin büyük bir kısmı, başka devlete ait olan tarassut (gözetleme) ve tehdit palangalarıyla muhat (kuşatılmış) bulunuyor. Bir Kıbrıs sahası bugün salim (sağlam) görünüyor. Bu bakımdan Kıbrıs Anadolu’nun bir devamından ibarettir ve onun emniyetinin esas noktalarından biridir….” [viii]
■ CMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı (25 Ağustos 1955) [ Başbakan Menderes'in demecine cevaben ]:
"....Kıbrıs meselesi ve oradaki kardeşlerimizi tehdit eden yakın tehlike hakkında Hükûmetimizin bugün gazetelerde okuduğumuz ve çoktanberi beklediğimiz enerjik beyanatını, büyük memnuniyetle karşıladık. Esasen Cumhuriyetçi Millet Partisi'nin dün Edirne'de yapılan Kongresi'nde de Hükûmet'in çok enerjik hareket etmesi lâzım geldiğini; haklarımızı ve Kıbrıs'taki kardeşlerimizi korumak mevzuunda bütün Millet'in kendisiyle beraber olduğunu açıklamıştık. Böylece millî ve vatanî mevzularda, iktidar ve muhalefetin, bir fikir etrafında birleşebileceklerinin sevindirici bir örneğini vermiştik. Bir kere daha belirtmek isteriz ki, vatanî ve millî mevzulardaki hassasiyetimizi iç politika ihtilâflarımız asla gölgeleyemez. Bu itibarla, bugün bütün dikkatimizi Kıbrıs Konferansı ve kardeşlerimizin emniyet meselesi üzerinde toplamış bulunmaktayız...." [ix]
■ CHP Lideri İsmet İNÖNÜ (25 Ağustos 1955) [ Başbakan Menderes'in demecine cevaben ]:
"Kıbrıs davası üzerine hükûmetin beyanatı bize ciddi bir vaziyet göstermektedir. Kıbrıs'taki kardeşlerimizin yakın günlerde umumî bir tecavüz karşısında bulunduğundan resmen bahsedilmiştir. Bütün vatandaşların alâkasının bu vahim haber üzerinde toplanması lâzımdır.
Dış meseleler ve tehlikeler üzerinde iktidarın muhalefetle işbirliği yapması usulü bizde henüz teessüs etmemiştir. Onun için tehlike zamanlarında yapabileceğimizi âcilen bildirmek isteriz. Kıbrıs'taki kardeşlerimizin can ve mallarını tehlikeden korumak için Hükûmet'in alacağı bütün tedbirlerle beraberiz. Kıbrıs Konferansında haklarımızı korumak ve kurtarmak için Hükûmeti bütün gayretlerinde destekleriz. Kıbrıs Konferansı'nın şekli ve neticesi belli oluncaya kadar muhalif parti olarak dikkatimizi bu mevzuda toplayacağız. Dış politikamızın Kıbrıs ile meşgul olacağı bugünlerde iç politikamızın havasının da Kıbrıs ile dolu olduğunu göstermek vazifemizdir." [x]
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü ZORLU ( 1 Eylül 1955): [ Kıbrıs sorununa bir çözüm bulmak için İngiltere’nin daveti üzerine 29 Ağustos – 7 Eylül 1955 tarihlerinde Londra’da toplanan Kıbrıs Konferansında ]:
  Türkiye’nin bir harp vukuunda müdafaa kuvvet ve kudretinin idamesini Kıbrıs’ı hesaba katmaksızın düşünmek bile imkânsızdır.....Kıbrıs adası askerî bakımdan (binnefis) Türkiye’nin kendisinin  ve Türkiye’ye (hemcivar) komşu olan  (şark) doğu memleketlerinin akıbetiyle Türkiye kadar yakından ilgili bir devletin elinde bulunmak zorundadır….Bir harp halinde Türkiye’nin savunma gücünün hariçten beslenmesi ancak Akdeniz’deki batı ve güney limanları vasıtasıyla olabilir…. Türkiye’nin batı limanları….muhtemel düşmanın kuvvetli tesir sahasına dahil bulunmaktadır ve Türkiye bir harp halinde ancak güney limanları vasıtasıyla beslenebilir. İkinci cihan harbinde bu vaziyet bütün açıklığıyla meydana çıkmıştır….. Eğer Ada’nın hakimi aynı zamanda batıdaki adaların da hakimi olursa Türkiye’yi fiilen (muhasara etmiş) kuşatmış olacaktır….. Hiçbir memleket bütün emniyetini, ne kadar dost ve müttefik olursa olsun, tek bir devlete bağlayamaz.....” [xi]
■ 23. Adnan MENDERES Hükûmetinin Programında (25.11.1957-27.05.1960):
".....Dış siyasetimizin hayati bir mevzuu olan Kıbrıs meselesine gelince; bu milli davamıza karar ve düşüncelerimiz katiyet ve sarahatle ortaya konulmuş bulunmaktadır.....Türkiye’nin emniyetinin ve adadaki Türk cemaatinin (istikbâl) geleceği ve (inkişafının) gelişiminin korunması için aldığımız bu kararlı durumun muhafaza olunacağını bir kere daha teyid ederiz...." [xii]
■ Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü ZORLU (28 Şubat 1959) [ TBMM Genel Kurulu'nda Dışişleri Bakanlığı'nın 1959 mâlî yılı bütçesinin görüşülmesi vesilesiyle ]:

"...... Kıbrıs meselesi Türkiye bakımından hayati bir ehemmiyet arz etmekte idi. Kıbrıs meselesinde menfaatlerimizin lâyıkı ile korunması için şu şartların tahakkuku lâzım gelmekte idi: 1. Kıbrıs'ın hiçbir zaman diğer yabancı bir devlete ilhak edilmemesi; 2. Kıbrıs'taki Türk cemaatinin inkişafının önlenmemesi ve onun Adada bir ekalliyet (azınlık) muamelesine tâbi tutulmaması; 3. Adanın Türkiye'nin emniyeti için arz ettiği büyük ehemmiyet nazarı itibara alınarak Adanın müdafaasının temini ve müdafaaya Türkiye'nin iştiraki....." [xiii]

■ Başbakan Süleyman DEMİREL (12 Eylül 1967 ) [ Yunanistan Başbakanı Kolias ile Keşan ve Dedeağaç'ta görüştükten ve Yunan Askerî  Hükûmeti'nin Kıbrıs için ENOSİS Teklifini reddettikten sonra Basın Toplantısında ]:

".....Türkiye'nin Ada üzerindeki tarihî hakları ve Adanın Türkiye'nin güvenliği bakımından önemi de, meseleye çözüm yolu ararken daima göz önünde bulundurduğumuz bir husustur...... Kıbrıs işinin bugüne kadar barışçı bir çözüm yoluna kavuşamamasında Yunanistan'ın Ada'yı  kendisine ilhaktan gayri bir hal şeklini mümkün  görmemesi başlıca amil olmuştur. Türk tezi ise, yürürlükteki Antlaşmaların tarafların rızası olmadan değiştirilememesi; cemaatlerden birinin diğerine  tahakküm edememesi; Lozan'da bu bölgede kurulmuş  olan dengenin bozulmaması ve Ada'nın bir başka devlete tek taraflı ilhakının önlenmesi esasları dahilinde ihtilâfa bir çözüm yolu aranmasıdır......Bizim Kıbrıs siyasetimizin temelini, Kıbrıs'ın statüsünü tayin eden Antlaşmalar teşkil eder.....Biz müzakere etmiş olmak için müzakere kabul etmeyi ne kadar fuzuli görüyorsak,  müzakerelerden kaçmayı da o kadar icapsız sayarız. Aksi halde geriye müzakere  kapısını kapayarak gerginlik ve çatışma yolunu açmak kalır..... Kıbrıs meselemizde, şeref ve haysiyetsimizden bir fedakârlık yapılamaz.  Türk Milleti şeref ve haysiyeti için her türlü fedakârlığı yapabileceğini tarih boyunca ispat etmiştir...... " [xiv]

■ AP Genel Başkanı ve Muhalefet Lideri Süleyman DEMİREL (20 Temmuz 1974) [ Kıbrıs Barış Harekâtı TBMM'nin Olağanüstü Birleşik Toplantısında yaptığı konuşma ]:

".....TBMM'nin millî meseleler karşısında bütün iç çekişmelerini bir kenara atıp, cihan âleme karşı tek vücut halinde hareket etmesi,  aynı zamanda, Milletimizin de millî meseleler karşısında yekvücut olduğunun kanıtını oluşturacaktır.....'Kıbrıs davası,  aslında Türkiye için ne bir toprak davasıdır  ne de sadece Kıbrıs'ta yaşayan 150 bin soydaşımızın güvenliği davasıdır. Bunları çok aşan bir davadır.....Kıbrıs davası 1829'da Mora yarımadasından başlayarak hep Osmanlı İmparatorluğu aleyhine büyüyerek gelen Elen idealizmine, megali  idea'ya 'dur' deme davasıdır.....Kıbrıs davası karşısında Türk Milletinin gösterdiği hassasiyet bir tarihî şuurun neticesidir......Bugün bir Kıbrıs davası hâlâ elimizde var ise, olabilmiş ise, bir Kıbrıs davasında tutacak bir yerimiz, önemli tutacak bir yerimiz var ise, Kıbrıs'a Osmanlı İmparatorluğu'nun aslında Anadolu'nun tabiî bir uzantısı olan bu adaya 1570'de götürüp bıraktığı, 300 sene sonra 1878'de terk edip geldiği Türk Milletinin asil evladı, orada bayrak için ve Büyük Türk Topluluğu için şecaat ve kahramanlık göstermiş; 450.000 Rum'un içerisinde 73 ayrı yerde dağınık bir şekilde olmalarına rağmen, ölmüşler, işkence görmüşler, açlığa tabi tutulmuşlar ve bunların çok büyük bir kısmı da Kıbrıs Anayasası'nın mer'i olduğu zamanda olmuş, bunların büyük kısmını da yaptıran Arşövek Makarios'tur; öyle olmuş, ama Türk varlığını muhafaza etmekte hayatiyet gösterebilmişlerdir....Ada'da  bir yeni nizam kurulacaktır, bir yeni nizam kaçınılmazdır.....Konu üzerinde söylenecek sözler geride kalmıştır. Bugün sabahtan itibaren konu üzerinde yeni bir dönem açılmıştır. Konu üzerinde şu veya bu denebilir. Bugün denecek tek bir şey vardır : ......Bu ülkenin çocukları, Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşları, bugün tek kalp halinde. Yüce Milletimizin değerli varlığı, Türk tarihinin şanlı sayfalarını yazan, Türk Milletinin özü, hamaset ve vatanperverlik dolu, kahramanlık dolu Türk Silahlı Kuvvetlerinin gün batmadan başarıya ulaşmasını temenni etmek, hepimizin en büyük emelidir. (AP, CHP ve CGP sıralarından "Bravo" sesleri, şiddetli alkışlar) Cenabı Allah'ın milletimizi, devletimizi, onun mümessillerini, Türk Silâhlı Kuvvetlerini başarıya ulaştırmasını ve Milletimizi daima başı dik millet olarak tutmasını niyaz ediyor,hepinize saygılarımı sunuyorum. (AP, CHP, CGP, MSP sıralanandan alkışlar.[xv]

■ 6. Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK [ Rauf DENKTAŞ'ın naklettiği değerlendirmesi ]:

''Kıbrıs adası, Türkiye'nin denizlere açık bir ülke olmasını engelleyecek bir konumdadır.'' [xvi]

■ DSP Genel Başkanı Zonguldak Milletvekili Bülent ECEVİT (25 Ağustos 1992) [TBBM Genel Kurul'u Olağanüstü Kıbrıs Toplantısı]:

"....Bundan 390 yıl önce, Ünlü İngiliz oyun yazarı Shakespeare, Othello adlı piyesinde, bir politikacının ağzından, Kıbrıs'ın, Türkiye için stratejik önemini vurguluyordu ve 'Türk, kendini öncelikle ilgilendiren bir konuyu gerilere itecek kadar idraksiz değildir' diyordu. Shakespeare'den 390 yıl sonra, Türkiye'yi yönetenlerin, Kıbrıs'ı, Türkiye için bir yük ve engel gibi görmek idraksizliğini sürdürmeyeceklerini umarım...." [xvii]

■ RP Genel Başkan Konya Milletvekili NECMETTİN ERBAKAN (25 Ağustos 1992) [ TBMM Kıbrıs Olağanüstü Toplantı ] :

"....Kıbrıs, bizim için en hayatî ehemmiyeti haiz bir yer; güvenliğimiz buna bağlı....." [xviii]

■ MÇP Genel Başkanı Yozgat Milletvekili ALPASLAN TÜRKEŞ (25 Ağustos 1992) [ TBMM Genel Kurulu Kıbrıs Olağanüstü Toplantı ]:

"....Kıbrıs Adası, ..... Türkiye'nin güvenliğiyle çok yakından ilgilidirKıbrıs üzerinde Türkiye'mizin bir başarısızlığı, bütün Türk cumhuriyetlerinde, Türk âleminde Türkiye'ye karşı beslenen itimadı sarsar. O bakımdan, Kıbrıs meselesinin çözümü Türkiye için bir sınav mahiyetindedir. Bu sebepten, bu meselenin üzerine, milletimiz, önemle eğilmiş bulunmaktadır, hükümetlerimiz de, milletimizin bu arzusunu dikkate alarak, bu meselede Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini bağımsız bir cumhuriyet olarak yaşatmayı hedef almalıdır. Bu, milletimize yeni imkânlar açacaktır...."[xix]

■ RP Genel Başkanı Konya Milletvekili NECMETTİN ERBAKAN (10 Haziran 1993) [ TBMM'de Kıbrıs konusunda Genel Görüşme açılması önergesi üzerinde ön görüşmede ] :

"....... Türkiye Büyük Millet Meclisinde tarihî bir oturumu yapıyoruz; baş millî meselemiz olan Kıbrıs konusunu görüşüyoruz; Kıbrıs konusu hakkında bir genel görüşmenin gündeme alınıp alınmaması konusunu müzakere ediyoruz....... Refah Partisi olarak biz, Türkiye'de vatanımızı nasıl bölünmez bir bütün olarak kabul ediyorsak, Kıbrıs da, bizim ikinci vatanımızdır, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini de, aynen, bölünmez bir bütün olarak kabul ediyoruz; Türkiye bölünmez de Kıbrıs bölünür mü?..... (RP sıralarından alkışlar)" [xx]




*****

Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 2


Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 2



Kıbrıs'ta Neler Oluyor? -2-

Yazar: Gözde Kılıç Yaşın


Avro-Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi'nin 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkan ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı Gözde Kılıç Yaşın' ile yaptığı söyleşinin ikinci bölümüdür:


AFASAM: Rum kesimi ile müzakereler hususunda KKTC'nin etkisi ne boyuttadır?

GÖZDE KILIÇ YAŞIN: 

Bu sorunun cevabı olan ve olması gereken şeklinde verilmeli. Olan anlamında 2002-2003 ile başlayan süreçte Kıbrıs Türkü'nün gerçek arzusunun dışında bir yöne zorlandığını net bir şekilde söyleyebiliriz. İlk sorunuzdaki Kıbrıs Türkü'nün "bu söylemden sonra bakış açısında bir değişim oldu mu?" ifadesine sirayet eden "Kıbrıs Türkü, Türkiye'yi istemez" algısı bu dönemde yapılan büyük toplum mühendisliği çalışmasının bir izidir. Hem Türkiye'de hem Kıbrıs'ta iki aynı soydan halkın birbirini "öteki" görmesine dönük kapsamlı bir çalışma özellikle basın ve medya yoluyla başarılı bir operasyon olarak gerçekleştirildi. Bir tarafta "Türkiye'nin esiri yapılmak" diğer tarafta "Nankör" söylemleriyle bir zemin oluşturulmak istendi. Burada belki Mehmet Ali Talat'ın "İlk renkli devrimi sessiz şekilde biz yaptık" mealindeki sözlerini hatırlamak ve arka planını tahayyül etmek öte yandan da tüm o renkli devrimlerin yaşandığı coğrafyalarda nasıl da bir seçim dönemi içerisinde ibrenin tekrar eski yerine döndüğünü yeniden anımsamak yerinde olacaktır. Buraya kadarki sözlerimle "olan" üzerindeki gerçeği yansıtmayan "algı"yı vurgulamak için söylüyorum. 2004 Annan referandumu sonuçlarının da Türkiye'ye yansıtıldığı gibi "Türklerin bir AB pasaportuna Türkiye'yi sattığı" yorumuyla değerlendirilmesi çok büyük bir haksızlıktır. Ne var ki hala daha bu söylemi kullananlar var. 

Ancak o "evet"lerin arkasında Rumlarla bir arada yaşamayı yeniden denemek isteyen kesimin –toplamdaki payları için yüzde 10 diyebiliriz- azınlıkta kaldığını; çoğunluğu "Türkiye'nin AB üyeliği için üzerinize düşeni yapın" telkinlerinin etkisinde kalanların oluşturduğunu söylemek gerekir

Bu "evet"lerde demin bahsettiğim Ada'dan sürüleceklerin de yüzde 65 oranında payının olması yani kendilerini Türkiye'nin proje ve planların uygulayıcısı olarak gören 74 sonrası adaya yerleşmiş Türklerin de "evet" oyu kullanması zaten başlı başına önemli bir veridir. – Referandum oylarının bölgelere göre dökümü, hem yerli Türklerde hem 74 sonrası gelen Türklerde yüzde 65 "evet" çıktığını yine iki kesimden de eşit oranda "hayır" oyunun bulunduğunu göstermektedir.

- Öte yandan Ada'da AB, ABD ve Sorosçu kuruluşların –para dağıtma dahil- yoğun propaganda ve dezenformasyon çalışmasının yanında Türkiye'den önemli yetkililerin de "Rumların "hayır" diyeceğine eminiz, "evet"inizle yeni bir sayfa açılacak", "Türkiye'nin AB üyeliğinin önünü açabilirsiniz ve bunu borçlusunuz", "evet çıkmazsa yapacağımızı bilirsiniz" tehdit ve vaatlerinin de etkili olduğunu ifade edebiliriz. 

Hatta Türkiye'den gelen telkinlerin tüm diğer faktörlere göre 3-4 kat etkili olduğu bilinmektedir. Buna bir de dönemin Genel Kurmay Başkanı'nın planı destekleyen açıklaması eklenirse yüzde 35 "hayır" diyenlerin "hayır"ının anlamı, çok daha net bir şekilde gözler önüne serilmektedir. 2004 sonrası döneme gelelim hemen. Bu süreç gerek Türkiye'de gerekse KKTC'deki yönetimde nedense bir hayal kırıklığı dönemi olmuştur. Ne AB vaatlerini gerçekleştirmiştir, ne "evet"ten umulan değişim yaşanılabilmiştir. 2008'de yeniden başlayan müzakerelerin yönetimi ise eskiden bu yana Rumlarla birleşmeyi savunan ve o dönemin Cumhurbaşkanı olan Mehmet Ali Talat da olmuştur. Bu dönemde Talat'ın herhangi bir yöne zorlandığını söyleyebilmeyi mümkün kılacak hiçbir veri elimizde bulunmuyor. Ankara ve Talat'ın gayet uyumlu hareket ettiği bir dönem söz konusu olmuştur. Hatta 50-60 yıllık kazanımların bir anda yok edilmesi anlamına gelen "tek devlet, tek temsiliyet ve tek vatandaşlık" kriterlerini kabul ettiğinde dahi Talat durdurulmamış, eleştirilmemiş aksine desteklenmiştir. Nitekim artık bu görevden ayrılmış Talat'ın da bu dönem için eleştirisi sadece müzakerelerdeki muhatabı Rum lider Hristofyas'a dönük olmuştur. Talat yarı yolda bırakılmışlık hissini sadece AKEL Genel Başkanı Hristofyas nedeniyle hissetmiş ve bu konudaki şaşkınlığını ve hayal kırıklığını da ifade etmiştir. Nitekim KKTC'deki yeni Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde o güne dek görüştükleri ve üzerinde uzlaştıkları noktaları garanti altına almak için bir metin hazırlamak bir yana ortak basın açıklamasına dahi muhatabını ikna edememiştir. Aksi gibi Hristofyas üzerinde uzlaşı sağlanan noktaların pek az olduğunu söyleyivermiştir. Bu dönemin Kıbrıs Türkü ve Türkiye'nin 'devlet politikası' açısından faydası, "ellerine güç geçirseler yani iktidara gelseler tüm kaderi değiştirip, Rumlarla yeniden tek devlet çatısı altında birleşebileceklerine inanan" ve açıkçası her zaman azınlıkta kalan kesimin çözümsüzlüğünün sebebinin gerçekte Rum devlet anlayışı olduğunu anlamasıdır. Derviş Eroğlu'nun Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonraki dönemde ise Ankara'nın Talat dönemi yaklaşımının sürdürüleceğini yapılan açıklamalarla uluslararası kamuoyuna vaat ettiği ve KKTC Yönetimi'ne de bir anlamda dikte ettiği düşüncesi ağır basmaktadır. 
Bu dönem için KKTC'de yapılan yorumların en çarpıcısı, "imzanın şahine attırılarak" oy tabanı çok daha geniş olan UBP'nin destekçilerinin de anlaşmayı kabul etmeme ihtimalinin ortadan kaldırılmak istendiği yönündeydi. 
Son dönemi Eroğlu'nun gerçekte müzakereleri sürdürmeyi çok da istemeyen bir duruşunun olduğu, sonuca inanmadığı ancak son dakikaya kadar görüşmeleri "istekli imiş gibi" sürdürdüğü ve süreci ileri taşımaya yarayacak yeni tekliflerle masaya oturduğu şeklinde özetleyebiliriz. Bu dönemin belirleyici olan yönlerinden biri, UBP'yi destekleyen medya ve basın organlarının ve yazarlarının Eroğlu döneminde müzakerelerin ayrıntılarına ilişkin eleştirilerinin belirgin şekilde azaldığıdır. 

Kısacası Talat döneminde Türkiye'nin Talat'ın istek ve önerilerine tabi olduğu bir algı; Eroğlu döneminde de tersine Eroğlu'nun Türkiye'nin istek ve planlarına tabi olduğu yönünde bir algı mevcuttur

Gerçekte ise hem bunlar hem tersi geçerli olsa gerek çünkü KKTC heyetleri ikinci bir müzakereyi bir anlamda Türkiye ile yürüterek rotayı birlikte hazırlamaya çalışmaktadır. Ancak kesin gibi gözüken her iki dönemde de "Türkiye'ye rağmen" herhangi bir adım atılmamaktadır. Sorunuzun "olması gereken" yanı ise KKTC'nin kendi kaderini tayin açısından daha fazla "tek başına karar verir" izlenimi vermesi gerektiğidir.

AFASAM: Türkiye Kıbrıs konusunda nasıl bir çözüm istemektedir? KKTC'nin bağımsız bir devlet olarak tanınması Türkiye'nin Kıbrıs üzerindeki etkisini azaltacak mıdır?

GÖZDE KILIÇ YAŞIN: Bu sorunun cevabı çok zor. Hatta cevabı yok dahi denilebilir. Aslında 2002'ye dek ilerleme sağlanamıyorsa da elde edilmiş hakların kaybedilmemesi yönünde bir politika izlenmekteydi. Uzun vadede ise pes eden taraf olmadıkça değişen konjonktürle birlikte kazanılacağını düşünenler vardı. Sonradan "statükoculuk" gibi gerçek durumu tam anlamıyla yansıtmayan bir terimle ifade edilen bu dönemde aslında özellikle rahmetli Denktaş'ın olağanüstü çabasıyla önemli kazanımlar elde edildiği, BM rapor ve kağıtlarına bunların yerleştirildiği ve sonraki görüşmeler açısından bağlayıcılık kazandıran yeni haklar ya da mevcut anayasal hakları -60 Anayasası- garanti altına alan bir hukuk yaratılmıştır. Denktaş'ın samimi niyetinin KKTC'nin tanınmışlığını sağlamak olduğu kesindir. 

Ancak 2002 sürecinde bir politika değişikliğine gidilmiş ve daha büyük kartlarla, daha büyük riskler alınarak daha büyük bir oyuna girişilmiştir. 

Bu dönemde 2004 referandumunda Türklerin yüzde 65 oranında "evet" demesiyle ise beklenen iyileşmenin sağlanamaması bir tarafa Annan'ın referandum sonuçlarına ilişkin raporunda da açık bir dille ifade ettiği "Kıbrıslı Türkler ayrı devlet kurma kararlılıklarından vazgeçmiştir" mealindeki yorum uluslararası kamuoyuna referandumun temel sonucu olarak lanse edilmiştir. 

Bu da aynı dönemde Kosova'nın bağımsızlık ile KKTC'nin durumu arasında benzerlik kuran açıklamaları bıçak gibi kesmiştir. Bu anlamda Türkiye'nin o daha büyük oyununun ilk aşamasında aslında önemli bir kayıp yaşandığı ancak telafi edilemez boyutta olmadığı söylenebilir.

2004'de her iki taraftan da çıkacak güçlü bir "hayır"ın iki devletli formülü zorlayacağına şüphe yok. 

Ancak bugün her halükarda yeniden önemli bir fırsat yakalanmıştır. Türkiye, müzakerelerin sonuçsuz devamını kabul etmeyeceğini çok güçlü bir şekilde ifade etti. Hem fırsatın avantaja çevrilmesi bakımından hem de Türkiye'nin bölgesel güç konumu nedeniyle "söylediğini yapan" devlet imajını güçlendirmesi açısından bu dönem çok önemli. Şahsi kanaatim Ankara'nın adım adım KKTC'nin varlığını güçlendirmek yönünde bir politika izleyeceği yönünde. Şu an bunun görünür adımları KKTC'nin –ancak Kuzey Kıbrıs nitelemesiyle- ekonomik anlamda güçlendirilmesi girişimleridir. Hem adaya borularla su taşınması, hem fiberkablolarla elektrik taşınması hem de petrol kuyuları ve petrol dolum tesisi inşası ile gerek altyapı gerekse de diğer alanlarda yapılan yatırım, verme kararı aldığınız bir yere yapılmaz. 

Öte yandan mülkiyet konusunun da adım adım çözülmekte olduğunu görüyoruz. Bu konuda yakın döneme dek mülkiyet sorunu büyük ölçüde Rum lehine çözülüyordu çünkü Rumlar AİHM'e gidiyordu

Şimdi ise eleştirilecek bazı yönleri olmakla birlikte KKTC'deki Taşınmaz Mal Komisyonu yoluyla mülkiyet sorunu büyük ölçüde çözülmektedir.Her ne kadar AİHM'in verdiği tazminat miktarlarından daha azına karar veriliyor olmasa da ve Türkiye'yi işgalci kabul eden AİHM kararlarını bertaraf etmiyorsa da Türk tarafının inisiyatifiyle ve takas formülünü de devreye sokarak bu en önemli sorun çözülmektedir. Nitekim iki kesim arasındaki birleşme olacaksa da bölünmüşlük kesinleşecekse de bu gerçekten de çözülmesi gereken bir sorundur. Bu sorun çözüldüğünde ise belki de müzakere edecek herhangi bir şey de kalmayacaktır. Maraş konusunda da önemli bir takım hazırlıklar gözlemlenmekte olduğunu ekleyerek sürecin doğru yönetilirse çağa aykırı şekilde birleşmeyi dayatan zihniyette değişim yaratılmasının mümkün olabileceği söyleyebiliriz. Bu noktada Türkiye'de görev yapmış eski bir ABD Büyükelçisi'nin 2007 tarihli bir makalesine atıf yapmak isterim.

Makalede Türkiye'ye Kuzey Kıbrıs'ın ekonomik olarak güçlendirilmesi ve ardından Türkiye'ye ilhak ve Rumlarla birleşmek dahil tüm seçenekleri içeren bir referandumun yapılması ve sonuçlarının da derhal BM'ye bildirilmesi öneriliyordu. 

Buna Mehmet Ali Talat'ın kendisiyle yaptığımız bir televizyon programında yine 2007'de kendisinin yaptırdığı bir kamuoyu yoklamasında iki ayrı devlet formülünü destekleyenlerin oranının yüzde 85'e ulaşmasını nasıl değerlendirdiğini sorduğumda "2004 referandumunda da bağımsızlık seçeneği bulunsaydı, o günde yüzde 85 oranında bu seçenek tercih edilirdi" sözünü ekliyorum. Dolayısıyla aslında şeker hazır ve un kavrulmuş, helva yapımının tamamlanmasına da az kalmış. Ancak bu yürünen yolun sonunda ismi değişmiş bir Kıbrıs Türk Devleti'nin söz konusu olabileceğini de eklemek gerekir.

KKTC'nin tanınması durumunda Türkiye'nin Kıbrıs üzerindeki etkisinin azalacağı yönündeki endişe geçmişten bu yana dile getirilir. Ancak bence İngiliz CommonWealth'İnden çok daha güçlü bir Türk Common Wealt'inin yaratılması durumunda sadece Kıbrıs Türklerinin değil Balkanlardan Kafkaslara ve belki daha da doğuya uzanan geniş bir alanda endişelerin tümünün fırsata çevrilmesi söz konusu olabilir. 

Burada kullanılacak diplomasi dili gerçekten de çok önemli, Kıbrıs Türkü'ne Türkiye'ye tabi küçük bir devletçik muamelesi yapıp, onun siyasi desteğeihtiyacı olduğunda ise umarsamazlık olarak adlandırılacak bir tutuma girilirse Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinde olduğu gibi sorunlar, şüpheler, güven bunalımları ve aşamalı soğumalar yaşanabilir. 

Bunun ötesinde KKTC'nin tanınmasını sağlamakla Türkiye'nin Kıbrıs'ın genelinde sahip olduğu haklardan vazgeçmiş ve Ada'nın yarısını Yunanistan'a vermiş sayılacağını dile getiren kesimlerde bulunmaktadır. Ama bence kullanılamayan haklardansa deniz egemenlik alanlarınızı güvenceye alan yeni bir Türk devleti daha önemlidir. 
Her ne kadar Türkiye'nin Garantörlüğü kağıt üzerinde Kıbrıslı Türkler üzerinde değilse de Kıbrıslı Türklerin en başından bu yana Türkiye'nin bu adımını beklemekte olduğunu da buna ilave etmek gerekir.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/balkanlar-ve-kibris-arastirmalari-merkezi/2012/09/25/6777/kibrista-neler-oluyor-2

..


Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 1




Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 1

Yazar: Gözde Kılıç Yaşın

Avro-Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi'nin 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkan ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı Gözde Kılıç Yaşın'la yaptığı söyleşinin ilk bölümüdür:


AFASAM Avrupa Birliği Bakanı ve Baş müzakareci Egemen Bağış'ın "Gerekirse Kıbrıs'ı Türkiye'ye bağlarız" açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu söylem Türkiye'de ve Kıbrıs Türklerinde nasıl karşılandı? Kıbrıs Türklerinin bu söylemden sonra bakış açılarında bir değişme oldu mu sizce?

GÖZDE KILIÇ YAŞIN: Egemen Bağış'ın açıklaması, gerçekten de çok ciddi ve bir yanıyla riskli bir yanıyla büyük bir sorumluluk doğuran bir yanıyla da "eh nihayet!" olarak tanımlanabilecek bir açıklamaydı. Ancak biliyoruz ki bu açıklama, öncesinde ve sonrasında bazı adımları da gerektirir. Bu adımların atıldığına ilişkin herhangi bir emareden bahsetmek şimdilik mümkün değil. Kesin olan ise bu güne dek Türk tarafı aleyhine işleyen sürecin bundan sonra lehe dönüştürülmesi açısından önemli bir fırsat döneminin söz konusu olduğudur. Sırasıyla gidilirse bu açıklama bir ilhak anlamına gelmektedir. İlhak için uygun bir zeminin Kıbrıs'ta oluşturulduğu söylenemez.

Türkiye'nin Kıbrıs politikası bu anlamda soru işaretleriyle dolu ve dışarıdan bakıldığında1974 Mutlu Barış Harekatı'ndan sonra Türkiye, Kıbrıs'ta ne yapmak istediğini bilemiyor izlenimi oluşmaktadır. Uluslararası konferansların kulis arkalarında hep şöyle sözler duyarız: "Tamam Türkiye'yi destekleyelim ama ne istiyorsunuz; KKTC ilan edildi ama birleşmek üzere ilan edildiği açıklandı." Dolayısıyla esasen uluslararası konjonktür KKTC'nin ayrı bir devlet olarak tanınması için uygun bir dönemde ancak açıkça söylemek gerekirse en son dönem açısından 2003'den bu yana hem KKTC'den yükselen ses özellikle Batı'ya "Türkler Rumlarla aynı devlet çatısı altında yaşamak istiyor" şeklinde lanse ediliyor hem de Türkiye açıkça birleşmeyi desteklediğini deklare ediyor.
Şunu söylemek istiyorum, yaklaşık son 10 yıldır birleşmeyi zorlayan yeni bir uluslararası baskının bir parçası olmayı tercih eden Türkiye'nin bir anda "ilhak" seçeneğini gündeme getirmesi çok da "tutarlı" algılanmayacaktır. Ancak zaten Egemen Bağış ilhak seçeneğini, iki liderin uzlaşarak birleşeceği, uzlaşarak ayrılacağı ve iki devlet formülüne gidebileceği gibi iki seçeneğin yanında üçüncü bir opsiyon olarak kullanmıştır. Hatta açıklamasında "gönlümüzden geçen budur" ifadesiyle Ankara'nın tercihinin ve hedefinin iki devletin tek bir çatı altında birleşmesi, olduğunu vurgulamıştır. Bu nedenle de 10 yıllık yeni Kıbrıs yaklaşımında önemli bir değişim olmadığı ortadadır. Ancak aynı zamanda hükümet temsilcilerinin çeşitli zamanlarda Temmuz'a dek çözümün bulunmaması durumunda Türkiye'nin müzakerelerin belirsiz bir zaman takvimiyle sonsuza dek sürmesine izin vermeyeceği ve B Planı'nı devreye sokacağı açıklamaları, bana kalırsa sözünün arkasında durmayı gerektirecek ciddiyette yapılmıştır. Bu nedenle Bağış'ın açıklamasının üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen Türkiye'nin milad olarak belirlediği Temmuz ayına ulaşılmış olduğuna göre o gün ifade edilen tüm seçeneklerin artık masada sayılamayacağını –çünkü teorik olarak liderlerin uzlaşması beklentisi artık söz konusu değildir ve müzakerelere Türkiye'nin tanıdığı süre sona ermiştir- ancak ilhak seçeneğinin tartışılabilir olduğunu kabul etmek gerekir.
Türkiye'de açıklamaya tepki gösterenler liberal kesimde genel olarak Bağış'ın sözleri nedeniyle AB ile işlerin biraz daha zora gireceği yönündeydi. Daha milliyetçi olarak tarif edebileceğimiz kesimin de açıklamaya şüpheyle yaklaştığını söyleyebiliriz. Ancak gerçek anlamda tartışılmadığını, biraz duymazdan gelindiğini, açıklamayı tamamlayıcı adımların beklendiğini, bir yalanma ya da düzeltme geleceğinin düşünüldüğünü ifade edebiliriz.

Ancak açıklamanın tamamı zaten düzgün bir şekilde tüm seçeneklerin mümkün olabileceğini ifade etmekteydi ve Türkiye'nin bu seçeneklere eşit mesafede olmaktan ziyade "birleşme" formülüne yakın olduğunu belirtmekteydi. 

Ancak basında ilk defa bir yetkilinin ağzından yüksek sesle ifade edilmiş olması nedeniyle "ilhak" seçeneği ön plana çıkarıldı. Bu nedenle düzeltme yapılması gerekli olmayan bir açıklamada "seçmeli" ancak kısa bir tartışma söz konusu olmuştu. KKTC'de de aynı şekilde kısa ve şüpheli bir dalgalanma yarattığı ancak yine şüpheyle yaklaşıldığını gözlemledik.

Kimilerinin "ilhak" projesinin zaten Milli Selamet Partisi'nin ajandasında bulunan bir plan olduğunu ve yine aynı tabandan sayılabilecek biri tarafından yeniden gündeme getirildiğini söylediklerini gördük

Kimilerinin açıklamanın diğer noktalarına odaklandığını, kimilerinin ise "neden gerçekleşemeyeceğini" açıklamaya giriştiğini gördük. Bazı kesimler, açıklamanın Kıbrıslı Türkleri gerçek anlamda ilgilendiren bir yanı olmadığını ve müzakere sürecini hızlandırmak gayesiyle Rumları harekete geçirmek için bir nevi "sünnetçi korkutması" olduğunu ve gerçek niyeti ifade etmediğini dile getirdi. Kimilerine göre ise Kıbrıs raporunu hazırlamakta olan Ban Ki Moon'a bir mesaj gayesi güdülmekteydi. Ancak genel olarak bu seçeneğe ve yaklaşıma mesafeli durulduğunu söyleyebiliriz. Gerek Türkiye'de gerekse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde bu açıklama üzerine tartışmalar çok da uzamamış ve sanki bıçakla kesilmiş gibi aniden durmuştur. 

Asıl önemli konu olan bu görüşün Egemen Bağış'ın kişisel görüşü mü yoksa Türkiye Hükümeti'nin üzerinde düşündüğü bir formül mü olduğu ve KKTC liderleriyle istişare edilip edilmediği gibi noktalar ise muallak kalmıştır. Bunun ötesini tarif edebilmek için bazı analizleri gündeme getirmek gerekir. 

Öncelikle 1974 sonrasında hiçbir dönemde Kıbrıslı Türklerin ilhak projesi için hazırlanmadığını, hep "en iyi ihtimal" olarak tanınmanın gündemde tutulduğunu ancak yıllar içerisinde bir nevi "öğrenilmiş çaresizlik" tutumunun halkın ruhuna işlediğini ve tanınmaya dair ümitlerin her geçen yıl azaldığını söylemek mümkün.

Dolayısıyla ilhak seçeneğine ilişkin zemin uluslararası kamuoyunda olduğu gibi Kıbrıslı Türkler arasında da yaratılmamıştır. Bu anlamda bir örnek kabilinde –arkasında her ne kadar farklı nedenler de bulunuyorsa da- trafikteki İngiliz sisteminin değiştirilmemesi, elektrik anahtarlarının hala İngiliz tipi üç girişli üretilmesi ve yeni binalarda da bu sistemin kullanılması, Post Office ibaresinin dahi değiştirilmemesini sayabiliriz. Yani eğer bir ilhak projesi gündemde ya da hiç değilse sumen altında tutuluyor olsaydı, eski dönemin bittiğini ve yeni dönemin vazgeçilmez olduğunu vurgulayacak ve ufak ayrıntılarda Türkiye ile aynılaştıracak değişikliklere gidilmesi bir yöntem olarak düşünülebilirdi. Bu ne rahmetli Denktaş dahil herhangi bir Kıbrıs lideri tarafından gerçekleştirilmiştir ne de Türkiye'deki yönetim tarafından herhangi bir dönemde istenilmiştir. Önemsiz bir ayrıntı gibi durmaktaysa da bana kalırsa önemli bir psikolojik unsurdur.

Kıbrıs Türkleri her daim kaderlerini Türkiye ile bir tutmuştur ancak aynı zamanda Rumlardan tamamen farklı oldukları bilinçlerini korurken Türkiye ile aynılaşmaktan da bir şekilde endişe duymuşlardır. 

Bunda pek çok etken söz konusu olabilir ama özellikle Türkiye'den oraya ilk yerleştirilen ya da yerleşen kesimlerin arasında düşük eğitim ve suça meyilli olmak gibi özellikler etkili olmuştur. Algılardan yola çıkarsak Türkiye'nin istemediği, bu nedenle çok da iyi olmayan kişilerin Kıbrıs'a gönderildiğine ilişkin bir düşünce belirleyici olmuştur. Bunun haricinde ada insanı olmanın getirdiği bir dış etkenlerden ve değiştirilmekten korunma, kendi kimliğini koruma gibi faktörler ve burada tamamının analizi mümkün olmayan farklı sebepler de bulunmaktadır. Ancak bu noktada "ilhak" seçeneğini olumsuz karşılayan ve istemeyen kesim dediğimizde, yerli Kıbrıslı Türkler ile 1974 sonrasında Ada'ya yerleşen ve artık"Kıbrıslı" olan Türklerin birbirine eşit oranda bu kesim içerisinde yer aldığını vurgulamak gerekir. Tıpkı Annan Planı referandumunda esasen Ada'dan atılacak ve asla "-Birleşik- Kıbrıs Cumhuriyeti" vatandaşı yapılmayacak olmalarına rağmen 1974 sonrası yerleşen Türklerin daha yüksek oranda "evet"i oylaması gibi bir durum söz konusudur. Bu nedenle de "ilhak" seçeneğini hayata geçirecek bir kitleden neden bahsedilemeyeceğini izah edebilmek için çok daha derinlikli sosyolojik ve psikolojik analizlerin siyasi analizleri desteklemesi gerekir.

Yine konuyu netleştirmek adına belirtmek gerekir ki, Türkiye'yi her koşulda tek seçenek ve vazgeçilmez hami olarak gören ve Türkiye'ye canı gönülden bağlı olan kesimler için dahi –ki bu kesimin oranı UBP, DP ve birkaç küçük partinin oy toplamına eşit sayılabilir ve bu da bu partilerin en kötü günlerinde yine de yüzde 55'i aşar- ayrı bir devlet olarak "tanınma", ilhak'tan yeğdir. 

Son dönemde Türkiye'deki hükümetten gelen Kıbrıs Türklerini tabiri caizse aşağılayan ifadelerin de bu tercihe yönelecek olanların oranını arttırdığı kesindir.
İlhak seçeneğinden bahsedip de uluslararası hukuktaki yerinden bahsetmemek olmaz. Bu noktada öncelikle belirtilmesi gereken Garantörlük Anlaşması'nın Türkiye'yi Kıbrıslı Türklere karşı değil esasen -lafzi okumada- Kıbrıs Cumhuriyeti'nin devamını sağlamak konusunda yükümlendirdiğidir. 

Bunun anlamı Türkiye'nin Garantörlük Hakkı ile elde ettiği yeni bir düzen kurma hakkı değil, Londra ve Zürih Anlaşmaları'nın yarattığı devletin ayakta kalmasını sağlama yükümlülüğüdür. 

BU anlamda Türkiye'nin "ilhak"tan bahsetmesi, Garantörlük Hakkı'nı zedeleyen bir yaklaşımdır ve zaten Garantörlük Hakkı'nın tamamen kaldırılmasını ön koşul olarak dayatan Rum Kesimi'nin ekmeğine de yağ sürmektedir. Ancak hemen belirtilmeli ki bir anlamda İsmet İnönü'nün ifade ettiği "Yeni bir dünya kurulur Türkiye de orada yerini alır" sözündeki gibi bir dönem söz konusudur ve bu nedenle zaten Türkiye'nin üye olmadığı bir birliğe Rumların girmesiyle, İsrail'le petrol aramasıyla, Fransa'ya üs sözü vermesiyle, Doğu Akdeniz ülkeleriyle imzaladığı Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmalarıyla ve en başında Türklere dönük delilli soykırım girişimiyle delik deşik yapılmış Londra ve Zürih Anlaşmalarından doğan yükümlülüklerin de askıya alınabileceğini düşünmek mümkün. Burada ise Kendi Kaderini Tayin Hakkı'nın devreye girmesi zaten her koşulda kaçınılmazdır ve bu anlamda KKTC'deki zeminin "ilhak" sonucuna hazır olmaması, bu seçeneği devre dışı bırakacaktır.

Eklemek isterim ki, ayrı bir devlet olarak tanınma için gereken her türlü girişimin, isteniyorsa ilhak için koşulların ve en önemlisi bunları hayata geçirmek adına Kendi Kaderini Tayin Hakkı referandumunun Kıbrıslı Türklerce yapılması, kesinlikle daha etkili sonuçlar getirecektir. Uluslararası hukukun her zaman adil işlemeyen açmazlarına takılmamak adına Türkiye'nin de tercihini bu yönde kullanması akıllıca olacaktır. Tıpkı Kosova-Arnavutluk ilişkisi gibi bir ilişkiden bahsediyorum ve Türkiye'nin bu adımları Kıbrıslı Türklerin kendilerine bırakmasının ya da en azından böyle bir izlenimin yaratılmasının daha doğru olacağını düşünüyorum. Nitekim Kıbrıs'ta bunun savaşını vermeye hazır ancak Türkiye'yi çiğnemek istemeyen ve Türkiye'nin –kendilerince- anlaşılmayan planlarını sekteye uğratmak istemeyen ciddi bir kesimin var olduğu da kesindir.
Jack Straw'ın Bağış'ın açıklamasından bir gün önce "Herhangi bir ilerleme yokluğunda uluslararası toplum adada kuzey ve güney olarak bölünmeyi desteklemeli"yönündeki sözleri de mutlaka bir anlam dahilinde dikkate alınmalı. Ancak bu açıklamalarda Rumları müzakereye zorlama niyetinin bulunma ihtimali de göz ardı edilmemeli. Ancak açıklamaların gerçek niyet ve hedefi her ne olursa olsun gelinen noktada özellikle uluslararası konjonktürün yeni şekillenmesinin KKTC'nin tanınmasını kolaylaştıran pek çok faktörü içerdiğinin de unutulmaması gerektiğini vurgulamak isterim.

Her türlü seçenek için ise esas olan iradedir. Bu irade de kuşkusuz Kıbrıslı Türklerin iradesi olacaktır. 

Ancak açıklamayı bütünlüklü değerlendirmek gerekirse Türkiye'nin şu anda ilhak seçeneği gibi bir alternatif üzerinde çalışmadığı kanısındayım. Ankara'nın B Planı'nı devreye soktuğunu söylemek için de henüz erken ancak kesin olan birleşmenin gerçekleşmediği noktada Türkiye'nin "devlet politikası" olarak tercih edeceği yön, KKTC'nin varlığını -belki Kuzey Kıbrıs gibi yeni bir isimle- pekiştirmek olacaktır.

AFASAM: Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik sürecinde Kıbrıs çok önemli bir konumda yer almıştır. Size göre son dönem Türk Dış Politikasını göz önüne alarak değerlendirdiğimizde bundan sonraki süreçte dış politikada Kıbrısın yeri nasıl bir konumda olacaktır?


GÖZDE KILIÇ YAŞIN: 

Türkiye'nin AB üyelik sürecinde Kıbrıs'ın önemli bir yeri olduğu bir aldatmacaydı. Bugün zaten anlaşılıyor ki Türkiye'nin AB politikası da aslında üye yapılmayacağının bilinciyle Batı'dan kopmadan ve Gümrük Birliği Anlaşması'ndan doğan ancak alınamayan hakları mümkün mertebe işler kılmak noktasındadır. Kıbrıs'In bu konuda bir bahane olduğu o dönemde de çok yazılıp-çizilmişti ve ben Kıbrıs meselesinin AB'nin istekleri doğrultusunda çözüldüğünde Türkiye'nin AB üyelik sürecinin kolaylaşacağına inandığını söyleyenlerin o dönemde de bunun hiç de böyle olmadığını bildiğini düşünüyorum. Hani gerçekten buna inanıyorlardıysa da şimdi Almanya ve Fransa'nın tavrı başta olmak üzere işin hiç de öyle olmadığını ispatlayan pek çok delille artık "bahane" sözcüğünün anlamını öğrendikleri kesin.

AB ile ilişkiler zaten uzun süre önce dondu ve canlandırmak da faydasız gibi görünüyor. Kesin olan Kıbrıs'ın gerçek bir engel olmadığı. 

Türk Dış Politikası'nın ise Orta Doğu'ya ve özel olarak Suriye'ye odaklandığını gözlemlemek mümkün. Ancak Kıbrıs'ın yeni dönemde önemsizleştiğini söylemek imkansız. Aksine Kıbrıs bu politikaların ağırlık noktasıdır. Çünkü Suriye meselesi de dahil olmak üzere Ortadoğu'nun yeniden şekillenmesinde Doğu Akdeniz egemenlik paylaşımı savaşının payı reddedilemez. Kıbrıs devreden çıkması ise Türkiye'nin Doğu Akdeniz egemenlik mücadelesinde önemli bir dayanağının ayağının altından çekilmesi demektir. 

Daha açık bir ifadeyle Doğu Akdeniz'de istikrarı hedefliyorsak ve özellikle deniz egemenlik haklarımızı heba etmek istemiyorsak Birleşik Kıbrıs için müzakereleri zorlamanın bir mantığı bulunmuyor. Özellikle 2003'de tırmandırılan ve destekleyenlerce de eleştirenlerce de zaman zaman "ver-kurtul" ibaresiyle özetlenen Kıbrıs/KKTC yaklaşımı bugünün koşullarına son derece uyumsuz görünüyor. Aynı şekilde, aynı dönemde Mehmet Ali Talat'ın dillendirdiği "Kıbrıs'ın hiçbir stratejik önemi yok" ifadesinin yanlışlığı da anlamamakta en çok direnenlerce de artık net şekilde görülüyor.
Vurgulamak isterim ki Kıbrıs, çevresinde petrol ve doğalgaz yatakları bulunmasaydı da Türkiye için önemlidir. Ancak bugün sadece enerji kaynakları bakımından değil Orta Doğu'nun yeniden şekillendirilmesi ve Doğu Akdeniz paylaşımı savaşında "en uzun sahildar devlet olan Türkiye'nin" denize çıkışının baki kalması bakımından da Kıbrıs'taki Türk varlığının önemi açıktır. 

Türkiye gibi "bölgesel güç" olduğundan bahsedilen bir devletin öncelikle deniz egemenlik sahalarındaki haklarını koruyabilmesi beklenir ve bu da KKTC'nin kaderi ile son derece ilişkilidir. 

Ankara'nın da bunun bilincinde olduğu kesin. Gerek petrol dolum tesisleri inşası gerek açılan iki adet petrol kuyusu gerek Kıbrıs-Türkiye arasındaki sahada yapılan sismik çalışmalar gerekse de Başbakan Erdoğan'ın 2011'deki Mutlu Barış Harekatı kutlamaları için yaptığı KKTC ziyaretinde ifade ettiği "Bundan sonra Karpaz, Güzelyurt ve Maraş"ın verilmesi söz konusu değildir, o Annan Planı'nda kaldı" açıklaması ve bu açıklamanın gerçek ve samimi bir ifade olduğunu ispatlarcasına Güzelyurt ve Karpaz'da yapılan yatırımlar ve Maraş'taki Türk Vakıf mallarına ilişkin arka plan çalışmaları bu bilincin tezahürüdür. Dolayısıyla yeni kargaşa döneminde Türk Dış Politikası'nda Kıbrıs'ın önemi düne göre daha da artmıştır. Şahsi kanaatim –belki de iyimser bir beklentidir- Kıbrıs'ın yüzeyde müzakere söylemi olsa da derinde müzakere harici konularla ele alınacağı ancak bunların yüksek sesle ifade edilmeyeceği ve bundan sonra zamanın Kıbrıs Türkü lehine de işleyeceği yönündedir. Burada ayrıntılarından bahsetmenin uygun olmayacağını düşündüğüm bazı gelişmelerin de kanaatimi desteklediğini söylemekle yetinmek isterim.


Ropörtaj:  2 Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR

http://afasam.org/tr/featured/21-yuzyil-turkiye-enstitusu-kibris-uzmani-gozde-kilic-yasin-ile-kibris-uzerine-roportaj-/


..

SEN GELMEZSEN ŞAFAK SÖKMEZ., KIBRIS BARIŞ HAREKATININ 42 YILI KUTLU OLSUN



SEN GELMEZSEN ŞAFAK SÖKMEZ., KIBRIS BARIŞ HAREKATININ 42 YILI KUTLU OLSUN

Kıbrıs Barış Harekatı’nın 42. Yılı: Sen Gelmezsen Şafak Sökmez

Yazar: Gözde Kılıç Yaşın


Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde 20 Temmuz Barış ve Özgürlük Bayramı'nda Kıbrıs harekâtının 41’inci yılı çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Bu çerçevede 19 Temmuz’u 20 Temmuz’a bağlayan gece harekâtın şehit ve gazilerini anmak için Yavuz Çıkarma Plajı’nda 6 yıldır yapılan “Şafak Nöbeti” artık gelenekselleşmiş bir etkinlik halini aldı. Şafak Nöbeti, 1974’te şafakla adaya gelen Türk askerini bekleyişi ifade eden temsili bir etkinliktir. Her yıl çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu binlerce kişi ellerinde bayraklar ve meşalelerle şafak nöbetini tutmak üzere konvoy halinde 20 Temmuz 1974’te Türk Ordusu’nun adaya ilk adımını attığı Yavuz Çıkarma Plajı’na iniyor. Plaj üzerine kurulan platformda bu sene sema gösterisi gerçekleştirilmesi, Din İşleri Başkanlığı'na bağlı 25 imamın katıldığı zafer duası, şehit olan Türk askerleri için Kuran-ı Kerim okunması ardından havai fişek gösterileri yapıldı. Gece, sabah ezanının sahilde okunması ve havai fişeklerin atılmasıyla son buldu. Aslında Şafak Nöbeti, devlet törenlerinin düzeyinin düşürülmesi durumunda halkın kendi kutlu günlerine nasıl sahip çıkacağının bir göstergesi olarak da görülmelidir.






Katılımın çok yoğun olması, 20 Temmuz’un algılanışında Kıbrıs Türkünün hemfikir olduğu izlenimi yaratıyor. Nitekim 20 Temmuz 1974’ü izleyen süreç için kimi zaman farklı görüşler gündeme gelse de 20 Temmuz 1974’te başlayan ve 16 Ağustos 1974 günü sona eren Kıbrıs Barış Harekatı’nın Türklere dönük katliamları durduran bir müdahale olduğuna itiraz eden yok gibi görünüyor. Harekat düzenlenmemiş ve Yunan Darbesi başarı ile sonuçlanmış olsaydı Muratağa, Sandallar, Atlılar, Taşkent gibi köylerde yapılan toplu katliâmların kısa bir süre içinde adanın tamamında gerçekleştirileceğine hiçbir kesimin şüphesi bulunmuyor. Nitekim Muratağa- Sandallar- Atlılar, Alâminyo, Taşkent, Ayvasıl'da yaşananların Rumların bir "iç savaş" görünümüyle tüm Türkleri Ada'dan temizleme niyetinin sonucu olduğu da BM raporlarında yer almaktadır. 







Rum hükümetinin aldığı bir kararla Türkler, Ada'nın yüzde 3'lük kısmında yaşamaya mahkûm edilmiş, temel yiyecek ve ilaç temininden dahi yoksun bırakan ağır bir ambargoya tabi tutulmuşlardı. Bu döneme ilişkin BM Güvenlik Gücü'nün yaptıkları ve yapmadıkları da aslında sürecin gidişatını belirleyen temel faktörlerdendi. 17 Mart 1964'te BM Barış Gücü askerleri Ada'ya çıkmış, ilk iş olarak da silahsızlandırmaya girişmişti. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı George W. Ball, döneme ilişkin raporunda,[1] 


    1964'de BM Güvenlik Konseyi'nden acilen Barış Gücü isteyen Makarios'un amacının Türkiye'nin müdahalesini engellemek ve "Rumların Türk kıyımına rahatça devam etmesini sağlamak" olduğunu açıkça dile getiriyor. Nitekim BM Barış Gücü, 1963-1974 yılları arasında Kıbrıs'ta Türklere Rumlar tarafından uygulanan insanlık dışı katliamların, evlerin ve köylerin zorla boşaltılmasının, izolasyonların, dolaşım özgürlüğü kısıtlamasının önüne geçememişti. Dahası Türklerin ellerinden kendilerini savunabilecekleri silahlarını toplamakla da yeni katliamların önünü açmıştı.

Barış Harekatı’nın 41. Yıldönümü Kutlamalarındaki Aksaklıklar

Barış Harekatı yıllardır kutlanıyor ancak bu yıl Cumhurbaşkanı’nın sol kesimden gelen Mustafa Akıncı olması, iktidar partisinin sol CTP olması bir takım itirazların da gündeme gelmesine sebep oluyor. İtirazların genel çerçevesi de bir yandan müzakereler yürütülürken bir yandan Rum tarafının “yas günü” olarak gördüğü bir günün, “işgal” olarak değerlendirdiği bir Harekât’ın kutlanıyor olmasının ikircikli bir duruş yarattığı yönündedir. Pek tabi ki bu yorumlara EOKA’nın (Ethniki Organosis Kibriyon Agoniston) Kıbrıs’ı kan gölüne çevirerek terör ve tedhiş hareketlerine başladığı 1 Nisan 1955’e atfen 1 Nisan’ların Rum tarafında kahramanlık günü olarak kutlandığı ibaresi eklenmemektedir. Aynı mantıkla Rum tarafının da 1 Nisan kutlamalarını ve bugün madalya dağıtımını bırakması ve hatta Kanlı Noel’e atfen 21 Aralık’ların Rum tarafında da yas günü ilan edilmesi gerekmez miydi? 1974'e dek süren ve  500 Türkün kurşuna dizilmesine, yüzlercesinin canlı canlı gömülmesine, yakılmasına ya da kuyulara atılmasına, 30 bin insanın evlerini terk etmesine ve 103 Türk köyünün tamamen yok edilmesine sebep olan ağır katliam Aralık 1963'te Kanlı Noel'le başlamış mıydı? 

Nitekim Kıbrıs Türk solunun en büyük açmazı, “ayarı” Türk siyasilere vermeye çalışırken Rum siyasiler ve Rum Kilisesi’nin pozisyonunu göz ardı etmeleridir.







Barış Harekatı’nın 41. Yılı kutlamalarına gölge düşüren bir diğer gelişme de Rum Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis’in Mustafa Akıncı’nın “1974 sadece barış harekâtı değil bir savaştı” şeklindeki sözlerini selamladığını ifade eden yazılı açıklamasıydı.  Aynı yaklaşımı Rum gazetelerin de sürdürdüğü gözlemlenmektedir. Simerini, haberi “Akıncı’nın 1974’le İlgili İtirafı... Kıbrıslı Türk Lider En Büyük Kurbanların Kıbrıslı Rumlar Olduğunu Kabul Ediyor” başlık ve spotlarıyla duyururken. Alithia, “Akıncı, Ankara’yı Düzeltiyor! Kıbrıslı Türk Lider Mesajında ‘Barış Harekâtı’ Değil Savaştı ve En Büyük Kurbanları Kıbrıslı Rumlardı Dedi” başlığını kullandı. Politis ise “Mustafa Akıncı’dan Tarihi Özeleştiri... 1974 Savaştı, Kurbanları Kıbrıslı Rumlardı” başlığını tercih ederken ve Fileleftheros da “Akıncı: 1974’ün En Büyük Kurbanları Kıbrıslı Rumlardı” başlığını kullandı.[2] Halbuki KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın konuşmasının başı ve sonunda daha farklı bir mana yüklüydü. Nitekim "Tarihi hep 20 Temmuz gününden başlatmak isteyenler var ancak 20 Temmuz aslında bir sonuç... Onun 5 gün öncesi var, 15 Temmuz olmasa 20 Temmuz da olmazdı" sözleri faşist Yunan cuntasının 15 Temmuz'daki Enosis amaçlı darbesine makul bir göndermedir. Anastasiadis ve Rum basının ön plana çıkardığı sözlerin bütünü de aynı şekilde darbeyi ön plana çıkarıyordu: “Kuşkusuz ki biz adına ‘Barış Harekatı’ desek de bu bir savaştı.. Kimimiz yaşamını, kimimiz yakınını kaybetti. Ocaklar söndü, aileler dağıldı... Ayrıca binlercemiz göçmenlik travmasıyla başa çıkmak durumunda kaldık. Kıbrıs Rum toplumu, Yunan cuntasının sebep olduğu 1974 trajedisinin en büyük mağdurlarından birisi oldu.”[3]






Bu çerçevede öncelikle KKTC solunun da esasen 20 Temmuz 1974 konusunda Kıbrıs Türklerinin geri kalanıyla aynı fikirde olduğu tespiti yapılmalıdır. Akıncı bazı köşe yazarlarının eleştirilerine de söz konusu açıklamasıyla cevap vermiştir. İkinci olarak ise Akıncı’nın Rum tarafının bir takım açıklamaları nasıl saptırabildiğini görmesi ve Türk gazeteci veya araştırmacıların müzakere sürecine ilişkin gelişmeleri Rum basınından öğrenmek zorunda kalmasının yarattığı benzer sakıncaları gidermesi gerekmektedir. Sonuçta Anastasiadis ya da Rum basının bir açıklamayı tamamen farklı bir anlamda söylenmiş gibi yorumlaması sadece Rum kamuoyuna Akıncı’yı sempatik göstermek için yapılmamıştır. Hatta muhtemelen bu sebeplerden biri dahi değildir. Türk vatanseverlerin Akıncı’ya güveninin yıpratılmasının daha esaslı bir sebep olacağı açıktır. Müzakerelerle ilgili olarak da Anastasiadis'in Akıncı ile uzlaşmanın çok kolay olacağı yönündeki ima içeren sözlerinin arka planında aynı niyet yatıyor gibi görünmektedir. 




Sonuç: Yunan Mahkemelerinin Barış Harekatı Yorumu

Rum basınının çarpıtmalarına ve Türk basınındaki törenlerden vazgeçilsin yönündeki anlamsız çağrıya rağmen –zira Şafak Nöbeti halk hareketidirve devlet töreni kaldırılacak olsa bile devam edecek gibi görünmektedir- Türk Barış Harekatı’nın 41. Yıldönümü KKTC’de coşkuyla kutlanmıştır. Tüm itirazı olanlara da Yunanistan mahkemelerinin bir kararını sunmak yerinde olacaktır. 22 Temmuz 1974'de Lefkoşa üzerinde uçarken, Kıbrıslı Rumların açtıkları ateş sonucu düşüp parçalanan Yunan Delta nakliye uçağının içinde ölen oğlu için tazminat talebinde bulunan bir Yunan'ın davayı temyiz mahkemesine taşıması üzerine Yunanistan yüksek mahkemesi tartışmaları çözecek bir karar vermiştir.  Atina Temyiz Mahkemesi'nin 21 Mart 1979 tarih ve 2658/79 sayılı kararına göre[4]

"Türkiye'nin Zürih ve Londra Antlaşmaları çerçevesinde garantör devlet olarak Kıbrıs'a müdahalesi yasaldır. 

Asıl sorumlu, haklarında dava açılan Yunanlı Subaylardır. Zürih Antlaşmasını imzalayan devletler, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere, garantör devletler olarak Kıbrıs'ın herhangi bir devletle birleşmesini, bölünmesini, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin güvenliğini garanti altına alıp, koruyacaklarına dair taahhütlerde bulunmuşlardır. 15 Temmuz 1974'te General Yuannidis, Ada'daki Yunan Birliği Komutanı General Yorgacis ve 102 Yunanlı subayın yer aldığı darbeyi yapmıştır. Kıbrıs Anayasası ayaklar altına alındıktan sonra, adamları Nicos Sampson başa getirilmiştir. Türkiye 20 Temmuz 1974'te ancak yaratılan bu durumdan sonra Adaya müdahalede bulunmuştur."Atina Temyiz Mahkemesi her ne kadar 20 Temmuz 1974 öncesi yaşanan katliamlara girmiyorsa da gelişmelerin kronolojisinde tarihi gerçekleri ortaya koyuyor. Sonuçta bu yıl Kıbrıs'ta barışın, huzurun 42. yılıdır: Kutlu Olsun... 


[1]George W. Ball, The Past Has Another Pattern, Memoirs, Norton & Co, New York 1982
[2]Akıncı'nın '20 Temmuz' konuşması Rum basınında ses getirdi,  http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/58/news/167740/PageName/GUNEY_KIBRIS, 20
 Temmuz 2015
[3] Akıncı’nın açıklamasının tamamı için bkz. http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/35/news/167738/PageName/KIBRIS_HABERLERI
[4]Söz konusu kararın çevirisi, konuyu basına ilk kez taşıyan Prof. Dr. Ata Atun tarafından yapılmıştır. 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/balkanlar-ve-kibris-arastirmalari-merkezi/2015/07/20/8242/kibris-baris-harekatinin-41-yili-sen-gelmezsen-safak-sokmez


.