19 Eylül 2016 Pazartesi

Ortadoğu’daki Olayların Dini ve Mezhebi Arkaplanını Anlamaya Çalışmak




Ortadoğu’daki Olayların Dini ve Mezhebi Arka Planını Anlamaya Çalışmak



Prof. Dr. Hasan Onat


   Dünya, takibi hiç de kolay olmayan, çok hızlı bir değişim ve dönüşüm süreci yaşamaktadır. 

Olayların akışı, olgu ile algı arasındaki mesafenin kaybolması, hayal ile hakikat arasındaki sınırların buharlaşması, olup biteni doğru anlamayı, neredeyse imkansız hale getirmiştir. Ancak ortada açık seçik bazı gerçekler vardır: Suriye’de, Irak’ta her gün onlarca, yüzlerce insan öldürülmektedir ve bu insanlar Müslümandır. Müslümanların yaşadıkları her yerde kan vardır, gözyaşı vardır, zulüm vardır. 

Müslümanların yaşadıkları topraklarda, insan onuru ile hiç bağdaşmayan şiddet ve terörün oldukça verimli olduğunu düşünmemek için hiçbir sebep yoktur. Eğer bu olumsuzlukların üstesinden gelmek, Müslümanın, kendisi gibi düşünmediği için bir başka Müslümanı öldürmesinin önüne geçmek, masum insanların hak etmedikleri zulümlere maruz kalmalarını engellemek gibi bir niyetimiz var ise atılması gereken ilk adım, olup biteni doğru anlamak olacaktır. Herhangi bir olay veya olguyu doğru anlayabilmenin ön koşulu da “ Doğru ”, “ Sağlam ” 
ve “ Güvenilir ” bilgidir. 
  İnsanla ilgili hiçbir olay, hiçbir zaman tek bir sebeple izah edilemez. Her olayın birden çok sebebi vardır. Ancak bazı sebepler vardır ki, diğerlerini peşinden sürükler. İslam dünyasında yaşanan, insanın içini acıtan ölümlerin ana sebebi, kanaatimizce, İslam’ın “ İnsan ”a verdiği değerin, Müslümanlar tarafından bilinmemesi, birey bilincinin gelişmemesi ve İslam’ın insan hayatına anlam kazandıran kurucu ilkelerinin göz ardı edilmesidir. Mevcut Müslüman kültürde, her şey, ama her şey “ insan ”dan daha değerlidir. İnsan için var olan, insanın 
insanlığını en iyi şekilde gerçekleştirebilmesi için destek olan din, insanın önüne geçmiştir. 

Devlet, insana hizmet için var olması gerekirken, insanı ezer hale gelmiştir. 

Eğer Müslüman kalarak kendi sorunlarımıza çözüm bulmak istiyorsak, yapmamız gereken, din anlayışımızı yeniden gözden geçirmek olacaktır. Çünkü mevcut yaygın din anlayışında hemen her şey dinleştiği için, din gittikçe daha işlevsiz hale gelmeye başlamıştır. 
Sözümüzün en kolay anlaşılır kanıtı, bugün konumuz olan mezhep meselesidir. 

   Hz. Muhammed’in vefatından çok sonraları ortaya çıkmaya başlayan mezhepler, sadece ve sadece dinin anlaşılma biçimleridir. 
Bütün mezhepler beşeri oluşumlardır. Hiçbir mezhep İslam’la özdeşleştirilemez. Ne var ki, mezhep ve dini özdeş algılayan, sadece kendi mezhebini “ Hak Mezhep ” olarak gören bazı Müslümanlar, kendileri gibi düşünmeyenleri, kolayca İslam dairesi dışına iterek, ötekileştire bilmektedirler. İslam dünyası, tarihinde ilk defa, küresel ölçekte yayılma istidadı taşıyan bir Şii - Sünni mezhep çatışması riski ile karşı karşıyadır.   

  Mezhep, kelime olarak gidilen yol demektir. Hz. Muhammed’in vefa-tından sonra, Müslümanlar arasında, muhtelif sebeplerden dolayı farklı din anlayışları ortaya çıkmıştır. İşin gerçeği, her insan biricik, özgün bir varlık olduğu için, her insanın din anlayışında mutlaka kendine özgü bir boyut var olmak durumunda dır. Burada bizi ilgilendiren bireysel anlayış farklılıkları değildir; farklı anlayış biçimlerinin toplumda kabul görerek, var olandan farklı kurumsal nitelik kazanmasıdır. Tek tek bireylerin farklı farklı düşünmesi ile farklı anlayış biçimlerinin toplumda kabul görmesi aynı şey değildir. Bazı görüş ve düşünceler etrafında bir araya gelen, zümreleşen insanlar, bir güç oluşturmayı başardıkları zaman, sosyal hayatın akışında da etkin olmaya başlarlar. İşte mezhep, cemaat ve tarikat türü oluşumlar, farklılıkların kurumsal nitelik kazanması ve toplumsal hayatta belirleyici olmaya başlaması ile birlikte ortaya çıkan oluşumlardır. Öyle ise mezhepleri şöyle tanımlamak mümkündür: Din anlayışındaki farklılaşmaların, zamanla kurumsallaşması sonucunda ortaya çıkan, insanların dini anlama biçimlerini ve dünya görüşlerini kendi talepleri ve ilkeleri doğrultusunda şekillendirmeyi başaran, dini nitelikli beşeri oluşumlara mezhep adı verilmekte dir. Söz konusu farklılaşmalar doğrudan insanların inanç dünyaları ile ilgiliyse buna bağlı olarak ortaya çıkan mezhepler, siyasi ve itikadi mezheplerdir. Farklılaşmalar dinin görünür boyutu ile fıkıh ve muamelatla ilgili ise bunlara da fıkhi /ameli mezhepler adı verilmektedir. 

Burada altı çizilmesi gereken en önemli husus, bütün mezheplerin beşeri oluşumlar olduğu gerçeğidir. Bu sebepten, adı ne olursa olsun, hiçbir mezhep İslam ile özdeşleştirilemez. Mezhepler konusunu anlamaya çalışırken, birkaç önemli hususa dikkatinizi çekmek istiyoruz: 

1. İlk oluşum süreçleri hariç, insanlar çoğunlukla mezhepleri hazır bulurlar; insanların içine doğdukları geleneğin hakim rengidir mezhepler. 

Çok az kimse, bilinçli olarak mezhebini seçer. 

2. Her mezhebin oluşturduğu, insanların dini ve olup bitenleri nasıl anlayacakları, nasıl düşünecekleri ve nasıl davranacakları konusunda belirleyici olan bir zihniyeti vardır. Her mezhep, müntesiplerinin ortak yönlerini 
artırmaya çalışır. Bunun için de, insanların hangi istikamette, nasıl düşünecek lerinin belirlenmesi, yapılabilecek en kolay iştir. 

3. Hiçbir mezhep, doğduğu zamanki hali ile hiç değişmeden, dönüşmeden daha sonraki nesillere ulaşmaz. Bir başka ifade ile insan ürünü olan mezhepler, insanın varlık yapısına bağlı olarak, değişerek, dönüşerek varlığını sürdürür. Her mezhep, her zaman yeni bir mezheptir; ancak değişme ve dönüşme, her zaman diliminde aynı hızda ve aynı şekilde gerçekleşmez. 

4. Mezhepler, çoğu zaman bireylerin mezhep konusundaki tutum ve tavırlarından bağımsız olarak varlığını sürdürür. 

Burada belirleyici olan, insanların mezhepleri ile ilişkileridir. 
Birilerinin ya da devletin farklı birimlerinin mezhep karşıtı olması, mezheplerin yok edilmesi anlamına gelmediği gibi, mezhep kurmak istemekle de mezhepler ortaya çıkmaz. Mezheplerin çoğu, mezhep kurucusu olarak kabul edilen ismin vefatından çok sonraları ortaya çıkmıştır. 

5. Toplumda çoğu zaman, mezhep ve din kavramları özdeş olarak algılanmakta dır. 

6. Mezheplerle ilgili yaygın algıda belirleyici olduğunu düşündüğümüz “ hak mezhep ” ve “ batıl mezhep ” kavramları, siyaseten üretilen kavramlardır. Mezheplerin hak veya batıl olduklarından değil, eğer mutlaka konuşulacak ise bireylerin inançlarının hak veya batıl olduklarından söz edilebilir. 

Bu girizgahtan sonra, bir tespitle işe başlayalım: Maalesef, genelde din konusunda, özelde de mezhep konusunda, ileri düzeyde bir bilgi boşluğu mevcuttur. “ İslam dünyasında din konusunda bilgi sahibi olmakla, dindar olmak birbirine karıştırılıyor ” şeklinde bir genelleme yapsak, sanırım pek de haksızlık etmiş sayılmayız... 

İsterseniz, hep birlikte düşünelim: 

Din konusunda, mezhep konusunda, hepimizin kafasında pek çok bilgi vardır. Bildiklerimizin kaynağını hiç sorguladık mı? 

Din alanındaki bilgilerimizin önemli bir kısmı işiterek elde ettiğimiz, şifahi kültür türünden değil mi? 
Din alanındaki bilgilerinin doğrusunu yanlıştan nasıl ayırabileceğimiz konusunda elimizde bir ölçüt var mı? Hemen hepimizin zihninde en azından Hanefilik, Maturidilik gibi mezheple ilgili sembolik değeri yüksek bir isim vardır; mezhepler konusunda birkaç isim, birkaç cümle dışında ne söyleyebiliriz ki? Bu, sizleri de düşünmeye davet ettiğimiz hususlar, bize, dinin en temelde bilgi işi olduğunu göstermektedir. 
    Maalesef, sadece ülkemizde değil, İslam dünyasında da, hatta bütün dünyada “din” konusu büyük ölçüde problemlidir; konuşulması da, anlaşılması da, tartışılması da çok kolay değildir. Din, dindarın da, din karşılı olanların da, çok iyi bildiğini zannettiği bir konudur. 

Her ne sebepten ise, herkes, din konusunda neyi, ne kadar bildiğini, bildiğinin ne kadar doğru olduğunu pek sorgulamak istemez. 

Sorunun nerden kaynaklandığına gelince; “ Din ” in öncelikle bir ” Bilgi ” işi olduğu pek bilinmemektedir. Dindar olmak da, tutarlı bir din karşıtı olmak da, sadece ve sadece bu alanda güvenilir bilgi sahibi olmakla mümkün olabilir. Dinin bilgi boyutu göz ardı edildiği için, çoğu insan gündelik hayatta gördüklerine, tanık olduklarına ve gözlemlerine dayalı bir tavır sergilemektedir. Bu durum, tepkisel tutum ve tavırların belirleyici olmasına yol açmaktadır. Sonuçta, insanların iletişimini kolaylaştırması gereken din, kutuplaşmayı, kamplaşmayı 
artırır hale gelmektedir. İnsanlar, birbirlerini kolayca ötekileştirebilmektedir. Oysa kimin inanıp inanmadığı; hangi dine, nasıl inandığı; nasıl bir tutum ve tavır içinde olduğu hiç kimsenin meselesi değildir; olmamalıdır. Şöyle bir gerçek de ortadadır: 

Tarih boyunca, insanların toplu halde yaşadığı her yerde din de var olmuştur. Şimdiye kadar yapılan araştırmalar, dinden bütünüyle uzak bir toplumun var olduğunu göstermemiştir. Bu durumda bizi ilgilendiren en mühim nokta şu olmaktadır: İçinde yaşadığımız toplumu anlamak istiyorsak, bu toplumda yaşamanın bize yüklediği entelektüel bir sorumluluğun farkındaysak, dindar ya da din karşıtı olmaktan öte, öncelikle dini doğru anlamak durumundayız. Din konusunda, özgürce düşünebilecek kadar doğru bilgi sahibi olmayanlar, içinde 
yaşadıkları kültürü doğru anlayamayacakları gibi, evrensel ölçekte düşünme imkanına da kolay kolay kavuşamazlar. 

Türkiye’nin de, İslam dünyasının da temel açmazlarından birisinin din konusundaki bilgi boşluğu olduğunu düşünmekteyiz. 

Din alanında, tahminlerin ötesinde, korkunç bir cehalet vardır. Suriye’de, Irakta ve diğer halkı Müslüman olan ülkelerde yaşanan tüm olumsuzlukların ve akan kanın cehaletten ve hamakattan (ahmaklıktan) başka bir izahı olabilir mi? İşin en kötü yanı, bilerek ya da bilmeyerek cehaletin teşvik ediliyor olmasıdır... Din alanındaki cehalet ve bilgi boşluğu, dinin doğasında var olan bir-leştiricilik, 
bütünleştiricilik, toplumsallaştırma ve sosyalleştirme gibi birtakım niteliklerin etkin olmasını engellemektedir. Din, birleştirmek yerine ayrıştırmaya, çarpık görüş, düşünce ve eylemlere meşruiyet kazandırmaya başlamaktadır. Daha ötesi, dinin kendisi çatışmanın bir parçası haline dönüşmektedir. Din alanındaki cehalet ve bilgi boşluğu, dinin lehinde veya karşısındaki, birtakım tepkisel tutum ve tavırların, dinle özdeşleştirilmesi gibi bir yanılgıya yol açmaktadır. Bu, anlayışın en hafif ifadelerinden birisi için, “ onlar Müslüman ise, ben değilim” şeklinde kurulan cümleler olduğunu hatırlamakta fayda vardır. Birtakım bireysel veya toplumsal yanlışlar üzerinden dinin bütünüyle mahkum edilmesi de, bilgisizliğin sonuçlarından birisidir. Din alanındaki cehalet ve bilgi boşluğu, İslam gibi akıl temelli, bilginin değer olduğunu vurgulayan, bilimi teşvik eden bir dinin, akıl ve bilim düşmanlığını meşrulaştırmak için kullanılmasına da sebep 
olmaktadır. Her ne kadar akıl düşmanlığını akıl ile yaptığının farkında bile olmayanların ciddiye alınması doğru değil ise de İslam gibi bir dinin akıl karşıtı ahlaksız duruşlara payanda yapılması, İslam’a yapılabilecek en büyük saygısızlık ve kötülüktür. Aynı şekilde bilim düşmanlığı da, din ile temellendirilmek istenmektedir. Oysa, Kur’an’ın ilk ayeti “ oku! ” diye başlamaktadır. Kur’an, insandan bilmediği şeyin ardına gitmemesini, bilgi ve belgeye dayalı olarak düşünmesini ve yaşamasını istemektedir. Diğer taraftan, din alanındaki bilgi boşluğu ve cehalet, bütün insanlığın ortak tecrübesinin ürünü olan birtakım evrensel nitelikli kazanımların anlaşılmasını zorlaştırdığı gibi, bazı yüksek 
değerlerin İslam’a karşı   olduğu şeklinde ciddi yanılsamalara da sebep olmaktadır. 

İslam’ın demokrasi, temel hak ve özgürlükler, insan hakları gibi yüksek değerleri karşı olması düşünülebilir mi? Dinin anlaşılması planında, Müslümanları kan dökülmesine kadar uzanan çatışmalara sürükleyen yanlışlardan birisinin, mezhep, cemaat, tarikat gibi beşeri oluşumları dinin yerine koymak olduğunu düşünmekteyiz. Oysa, daha önce de dikkat çekmeye çalıştığımız gibi, bütün mezhepler beşeri oluşumlardır. 

Hz. Muhammed’in sağlığında herhangi bir mezhep, cemaat, tarikat yoktu. Kur’an herhangi bir mezhepten, cemaatten, tarikattan söz etmez. 

Adı ne olursa olsun, hiçbir mezhep, kendisini İslam’ın yerine koyamaz. Hiçbir mezhep, İslam’ı tek başına kendisinin temsil ettiğini iddia edemez. Söz mezheplere gelince, akla gelen ilk soru, mezheplerin niçin ortaya çıktığı olmaktadır. Bu sorunun cevabını anlayabilmek için, insanların bir grup halinde, farklı anlayışlara sahip olmalarının sebeplerini düşün-mek gerekmektedir. Toplumdaki gruplaşmalara dikkat edecek olursak, insanların daha güvenli, daha müreffeh bir hayat için örgütlendiklerini görürüz. Örgütlü yapılar, beraberinde güç birikmesini getirirler. Sosyal hayattaki en önemli güç kaynağı da, siyasi erktir. Siyaset, toplumların idare etme sanatı olarak tarif edilse de, esas itibariyle, güç kontrolü ve toplumu biçimlendirme faaliyeti olarak anlaşılmalıdır. İnsanların grup halinde farklı düşünmelerinin en mühim sebeplerinden birisi siyaset ve siyasi güçtür. Erken dönemde ortaya çıkan mezheplere bakacak olursak, çoğunun var olan iktidarlara karşı, bir tür muhalefet olarak işlev gördüğünü anlayabiliriz. 

Demek ki, mezheplerin ortaya çıkmasında etkili olan en mühim sebeplerden birisi siyasettir. İnsan sosyal bir varlıktır; hayatını toplum içinde sürdürür; hayatın anla-mını diğer insanlarla birlikte yaşarken yakalayabilir. Öyleyse, insanların farklı düşünmelerinde içinde bulundukları ortam, oldukça belirleyici olmak durumundadır. Bunun için her insanın içinde yetiştiği toplumun bir ürünü olduğu söylenmektedir. Ekonominin, üretimin insanların bireysel ve toplumsal hayatındaki yerini görmezlikten gelmek mümkün olabilir mi?

Şimdi mezhebin tanımını tekrar hatırlamakta fayda olduğunu düşünüyoruz:   “ Din anlayışındaki farklılaşmaların kurumsallaşması sonucu ortaya çıkan beşeri oluşumlara Mezhep denir.” Bu tanımı daha iyi anlayabilmek için, şu soruları sorabiliriz: 

-Din nedir?
-Dinin anlaşılma biçimi nedir?
-Dinin anlayışındaki farklılaşma ne demektir?
-Dinin anlaşılmasındaki farklılaşmaların kurumsallaşması ne demektir?
-Beşeri oluşum nedir?-Sorulması gereken bir diğer soru, din ve mezhep arasında ne fark vardır? 

    Aslında bütün bu soruların cevabı mezheple ilgili tanımda saklıdır. Mezhepler, dini anlayışların farklılaşması ve bu farklılaşmanın kurumsallaşması sonucu ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla burada kastedilen din olan İslam, kurucu ilkeleri Tanrı tarafından belirlenmiş, belirleyici tek bilgi kaynağı Kur’an ve akıl olan bir dindir. Dini anlayan, yaşayan ve kurumsallaştıran insanın ta kendisidir. 
Din alanındaki anlayış farklılıkları, uygun ortamlar bulunca kurumsallaşmaya ve toplumda iz bırakmaya başlar. 

Bizim sorunumuz, beşeri olan anlayış farklılıkların ve bunlara dayalı olarak ortaya çıkan kurumsal yapıların kutsallaştırılarak dinin yerine ikame edilmesidir. Mezhep, cemaat, tarikat dinin yerini aldığı zaman, ister istemez din devre dışı kalmış olmaktadır. 
Şimdi Ortadoğu’da yaşananlar üzerinden konuyu biraz daha anlaşılır kılmak mümkün görünmektedir. 
Yeryüzünde 1,5 milyar’ı aşkın Müslüman yaşamaktadır. Bu Müslümanların her biri aynı inanç, düşünce ve yaşam tarzına sahip değiller. 
Örneğin şu anda gündemde IŞİD ve El-Kaide gibi gruplar mevcuttur. Söz konusu gruplar şiddet eylemleri sırasında “ Alla-hu Ekber ” diye bağırmaktadırlar ancak öldürdükleri veya infaz ettikleri kişilerin de aynı şekilde son sözleri “ Allahu Ekber ”dir. Ölen de öldüren de Müslüman olduğunu söylemekte, din adına öldürdüğünü, din için şehit olduğunu iddia etmektedir. 

Her iki taraf için de, “ Müslüman değil ” demek doğru olur mu? 

Bu insanlar aynı kültürün bir ürünüdür; farklı düşünmeleri son derece doğaldır. Sorun, sadece kendi mezheplerini tek doğru olarak, daha doğrusu İslam olarak görmeleri, karşısındakileri İslam’ın dışında değerlendirmeleridir. Şu anda Ortadoğu’da yaşanan, fiilen bir mezhep çatışmasıdır. 
İnsanların bir kısmı Şii ya da Sünni oldukları için, Şiiler ya da Sünniler tarafından öldürülmektedir. Dünya üzerindeki Müslümanların yaklaşık %10-15’inin Şii olduğunu bilmekteyiz. Müslümanların çoğunluğu Sünni anlayışa, bir başka ifade ile Ehl-i Sünnet ve Cemaat’a mensuptur. Sünni görüşü paylaşanların da önemli bir kısmı amelde Hanefi veya Şafii’dir. Ayrıca Hanbeli ve Maliki mezhebine mensup olanlar da vardır. Ehl-i Sünnet anlayışının itikadi boyutunda ise Maturidilik ve Eş’arilik belirleyici olmuştur.  Yaşayan Şiilik denilince de 
akla öncelikle İran gelmektedir. İran İslam Cumhuriyeti’nin anayasasında devletin dininin İslam ve mezhebinin de Caferiye - İsna Aşeriye olduğu açıkça belirtilmektedir. Caferiye, İmamiye ve İsna aşeriyye aynı anlamda kullanılmaktadır. Cafer Es-Sadık’tan dolayı Caferiye, masum imamların sayısının 12 olmasından dolayı İsna aşeriye yani Oniki İmamcılık ve imamet meselesinin dinin asıllarından sayılması sebebiyle de İmamiye ismi kullanılmaktadır. Şia’nın en büyük kolunu İmamiye oluşturmaktadır. Yeri gelmişken Şiiliğin de tek tip olmadığını ve farklılıkların, farklı kolların bulunduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Günümüzde bu Şiilik şemsiyesi altında, 
Şia’nın üç kolu yer alır: 

İmamiye (onun yaşayan alt kolu Nusayriliktir), 
İsmailiye (onun yaşayan alt kolu Dürziliktir) ve 
Zeydilik mevcuttur. 

Zeydiye gaib imamı kabul etmemesi ve Ebu Bekir ve Ömer’in daha az faziletli olmalarına rağmen imam olabileceği görüşüyle İmamiye’den ayrılır. 

İsmaililiğin bir başka ismi Seb’iyye yani yedi imamcılardır. İmamiye Oniki İmam kabul ederken, İsmailiye yedi imam kabul eder.

İmamiye Şiasına mensup olanlara göre 12. İmam Muhammed Mehdi, hicri 260 yılında, öldürülme korkusundan dolayı  saklanmıştır. 

Hicri 328 yılına kadar devam eden Birinci gizlilik dönemin adı “ Gaybet-i Suğra ” yani küçük gizliliktir. O tarihten itibaren “ Büyük Gizlilik ” dönemi başlar. Onlara göre 12. İmam halen sağdır. 

12. İmam Muhammed Mehdi’nin, kıyamete yakın bir zamanda insanların arasına gelip yeryüzünü adalet ile dolduracağına inanılmaktadır. 

Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi, Ortadoğu’da hatta İslam dünyasında olup bitenleri doğru anlayabilmek için, din faktörünü bütün yönleri ile hesaba katmak gerekmektedir. Şu anda Irak’ta, Suriye’de, Pakistan’da ve benzeri yerlerde, fiilen bir mezhep çatışması yaşanmaktadır. Mezhepler, ötekileştirmeyi ve olup bitenleri meşrulaştırmayı kolaylaştırmaktadır. Olayları biraz daha yakından anlamaya çalışalım. Suriye’de bir savaş yaşanıyor ve bu savaşın tarafları kimlerdir? Savaşın odağında ne bulunmaktadır? Aslında Suriye’de Savaşı ’ nın odağında doğrudan mezhep yoktur. 

Ortada bir iktidar kavgası vardır. Bu kavganın uluslararası boyutu mevcuttur. İşin içine İran ve Suudi Arabistan girince, mezhepler de kendiliğinden girmiş olmaktadır.  Mezhepler savaşları meşrulaştırmak için son derece uygun enstrümanlardır. Irak’ta ise mezhep savaşı açıklıkla görülmektedir. Türkiye’nin Suriye politikalarında düştüğü bir yanılgı vardı. Türkiye, Esed’in içinden geldiği Nusayrilerin (toplumun yaklaşık % 10-12’sini teşkil ederler) yeterince güçlü olmadığını, Esed’in bütün gücünü bunlardan aldığını, muhalifler desteklenirse, Esed’in kolayca iktidardan düşürebileceğini zannediyordu. Halbuki Esed gücünü, 
daha çok zengin, aristokrat Sünni kesimden almaktadır. Bu Sünni kesim bü-rokraside ve devlette ciddi bir yer edinmiştir. İnsanlar kurulu düzenin bozulmasından, sahip oldukları kaybetmekten her zaman korkarlar. Olay ve olguları doğru değerlendirebilmek için, insan gerçeğini ve tarihi daima hesaba katmak gerekir. Suriye’deki olayların odağında, esas itibariyle iktidar kavgasının yer aldığını ifade etmeye çalışmıştık. Buradaki gelişmelerin İslam dünyasını derinden etkileyen  Arap Baharı’ndan bağımsız olacağı elbette düşünülemez. 

Ancak her bölgenin her ülkenin kendine özgü niteliklerinin de belirleyici olduğu bilinen bir husustur. Bizler, Arap dünyasındaki gelişmeleri, daha çok Batı basını üzerinden okumaya çalışıyoruz. Bunun ciddi bir handikap olduğunu hatırlamakta fayda vardır. Diğer taraftan, çözüm odaklı yürümek, bilgi ile hareket etmeyi gerektirir. Sanıyorum, İslam dünyasında olup bitenleri bilgiden çok, duygu ile 
değerlendiğimizi söylemek pek yanlış sayılmaz... 

Türkiye açısından Ortadoğu’daki meseleleri ele alırken verilere dayalı değil de duygulara göre hareket ediyor olmamız, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Suriye’de bir iktidar kavgası yaşanırken ekonomik kaygılar da söz konusu olmuştur. Bir taraf (Rejim) elindeki gücü korumaya çalışırken diğer taraf (Muhalifler) güç elde etme peşindeydi ve bu çatışmanın yarattığı bir boşluk bulunuyordu. Bu boşluktan yararlanmak isteyenler ise her zaman olacaktır. Esed rejimi de doğal olarak kendi çekirdek tabanından destek almak istedi ve buna karşılık oradaki otorite boşluğu farklı oluşumları Suriye’ye taşıdı. Hemen arkasından yaşananlar ise Suriye’deki gelişmelerin kaderini değiştiren en önemli hadiselerden biridir. Söz konusu gelişme İran’ın yönlendirmesi ile Hizbullah’ın Suriye rejiminin yanında savaşta yer almasıdır. Buradaki soru İran’ın neden Suriye rejiminin yanında olduğu ve Hizbullah’ı neden rejimin yanında savaşmaya yönlendirdiği sorusudur. Tabii ki İran’ın Suriye’ye destek vermesi bir mezhep dayanışmasıdır ancak, mezhep dayanışmasının ötesinde, eğer İran Suriye’deki üstünlüğünü kaybederse Lübnan’daki üstünlüğünü kaybedecektir. Lübnan’daki üstünlüğünü kaybederse İran’ın Irak’taki Şii kesimle irtibatı büyük ölçüde zedelenmiş olacaktır. Görüldüğü gibi İran’ın bu mezhepsel desteği aslında kendi güç ve iktidar algısı ve ulusal çıkarları ile ilgilidir. İran, dünyada Şiilerin yaşadığı her yer ile ciddi olarak ilgilenmektedir. Bu durum da Din ile siyasi iktidarın, 
Din ile ticaretin iç içe geçmiş olduğu bir yapının oluşmasına yol açmaktadır. Mezhep ise bu savaşı meşrulaştırıcı bir rol üstlenmiştir. 

Irak’ta %60, Suriye’de %12, Azerbaycan’da %70, Bahreyn, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirliklerinde %30- %70 Şii nüfus bulunurken, Orta Asya’ya uzandığımızda Pakistan’da %15-20, Hindistan’da %15-20, Afganistan %15 oranında Şii’nin yaşadığı görülecektir. 

Bu ise şu anlama gelmektedir; İran eğer Suriye’deki gücünü kaybederse Körfez ülkeleri ile de irtibatını ve buradaki gücünü kaybedecektir. 

İran güçlendiği tak-tirde, Körfez ülkelerindeki (Suudi Arabistan’daki) Şii’leri de kullanma potansiyeline sahip olacaktır. Irak açısından ilginç bir durum söz konusudur. ABD’nin Irak’a müdahalesi İran’ın önünü açmıştır. 
Maliki’nin politikaları, Sünni anlayışa sahip olanları merkezi yapıdan daha da uzaklaştırmış, Saddam’ın gitmesiyle travma yaşayanlarla birlikte, Sünnilik vurgusu canlanmaya başlamıştır. 

Burada ortaya çıkan boşluk, Sünni vurgunun Şiilere karşı yönlendirilmesini kolaylaştırmıştır. Nitekim IŞiD, bu boşluğu çok iyi değerlendirmiş ve Sünni aşiretlerden destek bulmuştur. IŞİD Suriye’de Esed güçlerine karşı savaşan gruplardan birisi idi. Daha önce elKaide’nin şemsiye altında varlığını sürdürür ken, Bağdadi ile birlikte daha bağımsız hareket etmeye başladı. Suriye’de, İslam dünyasında muhtelif yerlerden devşirdiği, daha çok günahkarlık duygusu baskın olan insanları, arınmaya ve kurtuluşa davet ederek savaşın bir parçası haline getirdi. Irak’ta Kuzey kendine özgün bir yapıya sahiptir.
Diğer taraftan ülkenin orta bölgesinde azımsanamayacak bir sayıda Sünni nüfus mevcuttur fakat iktidar Şiilerin elindedir. 

Şimdi İŞID’ın ortaya çıkmasında en önemli etkenler nedir diye sorulacak olursa, Kürtler kendilerine özgü bir böl-gede, ülkenin kuzeyinde kendilerine daha güvenli bir bölge yarattılar. Diğer yandan Şii’ler iktidardır. Cumhurbaşkanı, Sünni kökenli Talabani, sessiz ve yönetimdeki etkisi çok azdır. Ülkedeki tüm güçler Başbakan Maliki’nin elindedir ve Başbakan Maliki de İran ile işbirliği içerisindedir. 
Bu çerçevede meselenin farklı boyutlarına baktığımız zaman ülkedeki Sünni’ler yakın zamana kadar iktidarı (Maliki yönetimini) destekliyorlardı ancak Maliki iktidarı ülkedeki Sünnileri büyük ölçüde dışlamıştır. Diğer yandan Tarık Haşimi’nin yargılanması ve Türkiye’ye kaçması, bardağı taşıran son damlalardan birisi olmuştur. Bu arada söz konusu dışlanma sonucu ülkede bir Sünni Öfke birikmiştir. 
İşte burada IŞİD’ın yaptığı şey biriken bu Sünni Öfkeyi bir güce dönüştürmek oldu. Ve buradaki aşiretlerden beslenen IŞİD’ın bölgede önemli bir toplumsal desteği de bulunmaktadır. Basından öğrenebildiğimiz kadarıyla Tarık Haşimi de IŞİD’i desteklediğini açıklamıştır.
Irak’da adından hiç söz edilmeyen, kayda değer bir Türkmen kitlesi mevcuttur.  Musul, Kerkük, Telafer, Tuzhurmatu gibi yerlerde yaşayan Türkmenlerin nüfusu hakkında maalesef elimizde güvenilir veriler yoktur. Türkmenlerin görmezlikten gelinmesi, üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gerekli olan bir husustur. 

Türkmenlerin bir kısmı Şii, bir kısmı ise Sünnidir. Şii ve Sünni Türkmen-ler maalesef bir birlik oluşturamamışlardır. 
Son IŞİD katliamlarında en çok zarar görenlerin Şii Türkmenler olduğu bilinmektedir.  
Bu durum, Şiilik-Sünnilik meselesinin Araplardan ve Farslardan çok Türklerin meselesi olduğunu akla getirmektedir. 
Türkmenlerin karşı karşıya kaldıkları bu tablo, ayrı bir tartışma konusuyken, konumuz odağında olan Mezhep farklılaşması Türkmenlerin en büyük dertlerini oluşturmaktadır. Çünkü Türkmenlerin içlerinde de Sünni ve Şii gruplar birbirleri ile uğraşmaktalar. 
Türkmenlerin, Irak denkleminde hiç telaffuz edilmemesinin ana sebeplerinden biri de budur.  Bu gibi sebeplerden dolayı mezhepsel ayrılıkları bilmeden Ortadoğu’daki sorunları anlamak da mümkün değildir. Konunun iki farklı boyutuna daha dikkat çekmek istiyoruz. 
Ortadoğu’da olup bitenler, temelde siyasi ve ekonomiktir. Din ve mezhepler, çatışmaları meşrulaştırmak için acımasızca kullanılmaktadır. 
Diğer yandan Ortadoğu’daki bu mevcut kavganın bir başka açıdan Petrol kavgası ol-duğunu söylenemez mi?  Petrol rafinelerinin kimde olduğu konusunda son zamanlarda bazı haberler çıkmıştır. IŞİD, ülkenin önemli rafinelerini elinde bulundurduğunu belirtirken, ardından ülke yönetimi bunu ya-lanlayarak rafinelerin kendi kontrolleri altında olduğunu belirttiler. Bu yüzden devletin ve IŞİD gibi grupların ayakta durabilmeleri için gelir kaynaklarına ihtiyaç vardır. Meseleye biraz daha farklı bir açıdan da bakabiliriz: Petrol denildiği zaman işin 
içine doğrudan İran’da girmiş olmuyor mu? 

Örneğin IŞİD’in ve Suriye’deki El-Nusra cephesi gibi grupların sermayeleri aslında Körfez sermayeleridir. Ve Ortadoğu’daki savaşların devlet anlamında iki tarafı mevcuttur ki bunlar İran ve Suudi Arabistan’dır. 

Bu iki ülke fiilen savaşın içinde değillerdir ancak aslında Ortadoğu’daki savaşın tam da içindeler. Örneğin IŞİD eğer Bağdat’a saldırıya geçerse İran’ın sessiz kalacağı düşünülebilir mi?. Burada sorulması gereken önemli bir soru şudur: Ortadoğu’daki gelişmeler, acaba domino tesiri ile bütün İslam dünyasına yayılabilecek bir Şii-Sünni çatışmasına yol açabilir mi? Ve eğer böyle bir çatışma ortaya çıkarsa Türkiye’nin tavrı ne olur ? Kanaatimizce, İslam dünyası böylesi küresel boyut kazanabilecek bir çatışma riski ile karşı karşıyadır. 
Böyle bir savaş, şayet başlarsa, ne zaman biteceğini kestirmek asla mümkün olamaz. 

Böylesi bir Savaşı, ancak Türkiye önleyebilir. 

Türkiye’nin etkili olabilmesi için de, öncelikle kendi iç sorunlarının üstesinden gelmesi, ülkeyi kolay kutuplaşan bir ülke olmaktan, dini, ayrılıkçı duruşlara meşruiyet kazandıran bir araç olmaktan çıkartması gerekmektedir.  Cevaplanması son derece zor ancak sorulması gereken bir diğer soru da petrol ile ilgilidir. Bilindiği gibi Petrolün 35-55 yıllık bir ömrü bulunmak-tadır ve dolayısı ile burada savaşlara sebep olan petrol sınırsız değildir. Teknolojinin, tarımın ve farklı bir gelişimin olmadığı, tüm sermayenin petrol üzerine kurulu olduğu bu 
bölgede (Ortadoğu) var olan petrolün tükenmesi durumunda Ortadoğu’nun durumu ne olur? Ki Kuzey Irak Kürtleri şu anda var olan petrolüne güvenerek bağımsızlık girişimlerine bulunuyor ve tüm strateji var olan petrol üzerinden yürütülüyor. Ancak burada da petrolün sonlanması ne anlama gelmektedir? Kısaca özetleyecek olursak; mezhepler beşeri oluşumlardır. Bilindiği gibi İslamiyet’in doğuşunda mezheplerden söz edilemez. Sonradan ortaya çıkmışlardır. Mezhepler kendi zamanlarında, günümüz siyasi partileri gibi  işlev görmüşlerdir. 

Günümüz siyasi partileri nasıl siyasi iktidarı elde etmeye çalışıyorlarsa Mezhepler de aynı eğilimde olmuşlardır. 

Buradan yola çıkarak “ Mezheplerin ortaya çıkışında temel belirleyici faktör Siyasettir, Siyasi erki ele geçirme çabasıdır ” diyebiliriz.  

Mezhepler hiçbir zaman din ile özdeşleştirilmemelidir. İslam bireyi esas alan bir dindir. İman bireyseldir; dileyen inanır, dileyen inkar eder. 
Kimse kimseyi, ne Müslüman olması konusunda ne de birtakım ibadetleri yerine getirme konusunda zorlayabilir. İslam açısından sorumluluk da bireysel dir; kimse kimsenin günahını çekmez. İslam açısından cennete hak eden gider; cennete toplu rezervasyon mümkün değildir. Mezhep,cemaat veya tarikat farklılıkları, ne insanların bir başkasını ötekileştirmesini ne de İslam dışı ilan etmesini gerektirir. Bir insanın Müslüman olması için herhangi bir mezhebe veya tarikata bağlı olması kesinlikle gerekmez. 

Bu söylediğimiz mezhepleri ortadan kaldıralım şeklinde anlaşılmamalıdır. Mezhepler vardır; insanların bazı ihtiyaçlarına cevap verdiği müddetçe var olmaya da devam edecektir. 

Sorun mezheplerin var olması değil, mezheplerin dinin yerini almasıdır.
Mezheplerin varlığı tabii ki inkar edilemez ancak din ile de özdeşleştirilemez: 

Mezhepler beşeri oluşumlardır. 

İslam dünyasında akan kanın durmasını, insanların onurlu bir yaşam sürdürmesi ni  istiyorsak, biraz da Müslümanların üretmiş oldukları kültürü eleştirel bir çerçevede yeniden değerlendirmemiz, tenkit ve tahlile tabi tutmamız gerekmektedir. Müslümanların üretmiş oldukları kültür, mevcut haliyle şiddet üretmektedir. Ve bu şiddetin damarlarının kurutulması gerekmektedir. 
Bu kültürde insan buharlaşmış, görünmez hale gelmiştir. 

İslam’ın insana insan olarak değer verdiğinin yeniden keşfedilmesine ihtiyaç vardır. Bu anlamda insanlara mezhebin din olmadığını anlatabilirseniz, mezhep ayrılıkları bir zenginlik olarak anlaşılır. Ondan dolayı insanlar birbirlerini öldürmezler. 

Ne var ki mezhep ve din arasındaki farkın anlaşılması, maalesef Müslümanların bütün sorunlarının çözüleceği anlamına gelmemektedir. 

Sorunların en temelinde yatan şey Cehalet ve Hamakattır. Bu iki temel sorunun giderilmediği sürece Müslümanlar birbirlerini öldürmeye devam ederler. Benim burada yaptığım ise insanları din ve mezhep konusunda aydınlanmasını sağlamak ve burada bile öğrenilenlerle belki insanların ölmesini engellemeye çalışmaktır. Sözün özü şu dur ki, Dini çatışmaların odağından çıkartmamız gerekiyor.  

Dinin çatışmaların odağından çıkması, mezhepler açısından bakıldığında, mezheplerin din olmadığını insanlara anlatılmasına bağlıdır. 

Başka bir açıdan bakıldığında ise, İslam dininin üst seviyede rasyonel bir din olduğu gerçeğini görmeye ve İslam dininin siyasi meseleleri insana bıraktığı gerçeğinin doğru anlaşılmasına bağlıdır. 

Bir ilahiyatçı olarak İslam’ın siyasi meseleleri insana bıraktığını söyleyebilirim. İslam’ın egemenlik iddiası yoktur. Ancak bir Müslüman’ın egemenlik iddiası olabilir. Bir Müslüman, bu toprakları daha iyi idare edebileceğine ve adaleti sağlayabileceğini inanabilir ve bu doğal bir haktır. 

İslam size der ki; 
Sizin dininiz size, benim dinim bana. Dinde zorlama yoktur. 
Dileyen İnanır, Dileyen inkar eder. 
İslam bir Rejimden, bir Sistemden söz etmez. 

Diğer yandan Kur’an’da Siyasi prensipler denilebilecek kurucu ilkeler
bulunmaktadır. 

Bu İlkelerden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:

-Aklın her anlamda ön planda tutulması, 
-İşlerin istişare, danışılarak, şura ile halledilmesi,
-İşlerin ehline verilmesi,
-Adaletin hayatın tüm alanlarında sağlanması,
-Bilgiyle, belgeyle ve verilere dayalı olarak hareket edilmesi...

Bu ilkelerin, aynı zamanda insanlığın ortak tecrübesi olan gelişmiş demokrasilerin de kurucu ilkeleri olduğunu görmek zor değildir. 
Dinin, en temelde bilgi işi olduğunu, bilmekten korkmamak gerektiğini, bilgiye açık olmanın dinin gereği olduğunu anlayabilirsek, dinin sorun olmaktan çıkarılabileceğini, farklılıkların zenginlik olarak görülebileceğini anlayabiliriz.


RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 
ORSAM TUTANAKLARI 
Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****

18 Eylül 2016 Pazar

Suriye’de İç Dinamikler ve 2011 Halk Ayaklanması BÖLÜM 2




Suriye’de İç Dinamikler ve 2011 Halk Ayaklanması  BÖLÜM 2


En çok tartışılan öneri ise askeri önlemler alınmasıdır. 

Kapsamlı bir uluslararası müdahale çok zor gözükse de Libya benzeri bir müdahale tarzının Suriye’ye uygulanabileceği öne sürülmektedir. 

Ancak bu seçenek de hali hazırda Libya’ya uluslararası müdahaleyi mümkün kılan koşulların Suriye’de oluşmamış olması nedeniyle mümkün gözükmemek tedir. Milliyetçi ideolojisi ile farklı toplumsal grupların desteğini almaktadır. Azınlık toplulukları açısından Sünni Arap çoğunluğun eziciliğine karşı kapsayıcı bir ideolojiye sahip seküler Baas ideolojisi daha tercih edilir kabul edilmektedir. Yönetim ayrıca ülkede istikrarı savunan üst sınıf Sünni Araplar arasında da desteğe sahiptir. Bu açıdan Suriye rejimini tamamen bir azınlık iktidarı olarak tanımlamak doğru olmayacaktır. Otoriter bir devlet olmakla birlikte toplumun bazı kesimlerinin desteğini alan bir yönetim olarak görmek daha doğrudur. 
Suriye’de ekonomik yaşama baktığımızda büyük ölçüde devlet kontrolünde bir yapı karşımıza çıkmaktadır. Biraz önce bahsedilen siyasi, askeri seçkinlerin bu ekonomik yapının devamı yönünde ciddi çıkarları vardır. 

Özellikle güvenlik birimlerinin en önemli noktalarını elinde bulunduran yöneticiler, sistemin çöküşüyle sonuçlanabilecek bir ekonomik açılım 
hareketinden çekinmektedir. Çünkü, “devlet burjuvazisi” adı verilen bu kesim, üretim ve yatırım araçları üzerindeki kullanım haklarından yararlanarak 
toplumsal mülkiyet üzerinden zenginleşmektedir. Siyaset ve ekonominin, siyasetçi ve işadamlarının iç içe olduğu, birbirini desteklediği bir yapı mevcuttur. Ülkenin en zengin işadamları aynı zamanda üst düzey bir yetkilinin yakını durumundadır. Örneğin Suriye’deki protesto gösterilerinde halkın en fazla tepki gösterdiği ülkenin en zengin ismi olan Rami Maluf, Beşar Esad’ın anne tarafından kuzenidir. Suriye’de değişim, sadece statüleri, mezhep temelinde şekillenen siyasal iktidarı değil ekonomik ilişkileri da tehdit etmektedir. Bu da Suriye’de değişimin önündeki en önemli engellerden biridir. 

Suriye’de Halk Ayaklanması 

2010 yılının sonunda Tunus’ta başlayan Arap halk ayaklanması hareketi Mart 2011 ayı ortasında Suriye’ye sıçramıştır, böylece Ortadoğu’yu saran 
isyan dalgasının son durağı Suriye olmuştur. Suriye’de protesto gösterileri durdurulamamakta ve artarak devam etmektedir. Yönetimin olayları 
sert biçimde bastırması rejimin meşruiyetini her geçen gün azaltmaktadır. 

Suriye’de 15 Mart 2011 tarihinde başlayan halk ayaklanmasının birinci yılını doldurduğu 2012 Mayıs ayı itibarıyla 15 000 ’in üzerinde sivil hayatını kaybetmiştir. Kayıp ve akıbeti bilinmeyen insanların sayısı ise daha fazladır. Birinci yılın sonunda ortaya çıkan gerçek Suriye’de iktidar mücadelesinin tam bir bilek güreşine dönüştüğü ve hem rejim hem de muhalefetin pozisyonlarından geri dönmesinin çok zor olduğudur. İşte bu noktada Suriye’ye ilişkin olarak yanıtı en fazla merak edilen soru Suriye’deki olayların nereye varacağı, Tunus, Mısır veya Libya örneklerinden birinin yaşanıp yaşanmayacağıdır. Arap Baharı’nın yaşanmasının temelinde siyasal baskı, ekonomik kaynaklarının adil bir şekilde dağılmaması, etnik-mezhepsel farklılıklar gibi faktörler yatmaktaydı. Suriye, ilk kısımlarda anlatıldığı üzere bu açılardan iktidar değişimlerinin 
yaşandığı Mısır ve Tunus ile benzer özellikler taşımaktadır. Buna rağmen Suriye’nin sosyal, siyasal yapısındaki bazı farklılıklar diğer örneklerdeki 
gibi kısa sürede bir iktidar değişiminin yaşanmasına engel oldu. Bunlar arasında Suriye toplumunun heterojen yapısı, ordu ve diğer güvenlik yapılanmasında bir mezhepsel azınlık grubunun etkin olması, Irak tecrübesinin yarattığı iç savaş korkusu, örgütlü muhalefetin yokluğu, bölgesel (İran) ve küresel (Rusya ve Çin) düzeyde rejime destek veriliyor olması bu faktörler arasında sayılabilir. Suriye’yi; Mısır, Tunus ve uluslararası müdahaleye maruz kalan Libya’dan farklı kılan bir diğer özellik Suriye rejiminin belli kesimler arasında belli bir meşruiyete sahip olmasıdır. 

Baas Partisi’nin siyasi alandaki tekelinden rahatsızlık olsa da rejimin “Arap milliyetçi ve seküler” ideolojisi birçok kesim için ülke güvenliği ve istikrarının garantisi olarak görülmektedir. Bu durum şehirleşmiş, üst sınıflar ve azınlık toplulukları için kısmen geçerlidir. Aksi bir yönetim anlayışının heterojen yapıya sahip Suriye halkı arasındaki mezhepsel ve etnik çatışmaları körüklemesi riski bulunmaktadır. Rejimin sunduğu en büyük “hizmet” güvenliktir. 2003 işgali sonrası yaşanan Irak tecrübesi, güçlü bir merkezi otoritenin ortadan kalkmasının nasıl sonuçlanacağı konusunda Suriye halkına kötü bir örnek sunmuştur. Irak’ta yaşanan terör, güvenlik problemleri, siyasal istikrarsızlık, etnik ve mezhepsel çatışmalar insanların en temel ihtiyacı olan güvenlik talebini diğer isteklerin önüne geçirmiştir. Bu nedenle Irak tecrübesi Suriye halkını “özgürlük ya 
da kaos” seçimine zorlamaktadır. Bu kaygı da yönetimin meşruiyetini bahsedilenkesimler arasında artırmaktadır. Suriye’yi Mısır ve Tunus’tan farklı kılan en önemli faktör güvenlik birimlerinin yapısıdır. Siyasi yapı kısmında anlatıldığı üzere Suriye’de güvenlik birimleri bir açıdan rejimin kendisi demektir. Sivil ve askeri güvenlik birimlerinin kilit noktalarında Arap Alevilerin bulunuyor olması nedeni ile güvenlik birimleri rejime yönelik başkaldırıyı kendi varlıklarına tehdit olarak algılayacak ve tamamen Esad yönetiminin yanında yer alacaktır. Dolayısıyla Suriye ordusunun Mısır ve Tunus’tan farklı olarak liderin yanında bir bütün olarak yer alması daha büyük ihtimaldir. Bu da rejim değişikliği ihtimalini 
zayıflatan bir faktördür. Şu aşamada doğrudan bir askeri müdahale sadece bazı Suriyeli muhalifler tarafından dile getirilmektedir. Olası bir müdahalenin başarı şansının düşüklüğü ve müdahalenin bölgede yeni bir Irak veya Afganistan yaratacağı düşüncesi herkesi kaygılandırmaktadır. 

Ayrıca olası bir savaşın bölgeselleşeceği hatta uluslar arası boyut kazanması olasılığı mevcuttur. Müdahalenin Suriye içi istikrarı olumsuz etkilemesi söz konusu olabilir. Uzun süreli gerilla tarzı direniş hareketleri, terör örgütlerinin alan bulması gibi sonuçlar doğabilir. Dolayısıyla Suriye sorununun nasıl çözüleceği konusu büyük bir soru işareti konumundadır. 

Önerilen seçenekler; uygulanmasının zorluğu, sonuçlarının kestirilemiyor olması, mevcut durumdan daha kötüsünü üretebileceği, sonuç alma şansının düşük olması gibi nedenlerle hayata geçirilememektedir. En çok tartışılan öneri ise askeri önlemler alınmasıdır. Kapsamlı bir uluslararası müdahale çok zor gözükse de Libya benzeri bir müdahale tarzının Suriye’ye uygulanabileceği öne sürülmektedir. Ancak bu seçenek de hali hazırda Libya’ya uluslararası müdahaleyi mümkün kılan koşulların Suriye’de oluşmamış olması nedeniyle mümkün gözükmemektedir. 

Libya’da müdahaleyi mümkün kılan Kaddafi rejimi içinde ciddi ayrışımların yaşanması, önemli siyasi ve askeri figürlerin muhalif kampa geçmesi, merkezi otoriteye karşı mücadele yürütebilecek nispeten organize homojen bir siyasi ve silahlı muhalif yapının varlığı, bu yapının uluslararası meşruiyet kazanması ve hepsinden önemlisi bir bölgenin kontrolünün tamamen muhaliflerin eline geçmesi yani Bingazi gibi bir güvenli bölgenin oluşmasıydı. Suriye örneğine bakıldığında ise bu etkenler açısından hiçbirinin tam anlamıyla gerçekleşmediği görülmektedir. 

Suriye yönetimi içinden yaşanan kopuşlar şimdiye kadar nitelik ve nicelik açısından düşük seviyede kalmıştır. Siyasetçi ve bürokratlar arasından 
bazı milletvekilleri ve diplomatlar dışında önemli bir kopuş gerçekleşmemiştir. Esad rejiminin devlet yetkilileri üzerinde halen kontrole sahip olduğu görülmektedir. Güvenlik birimleri içinden kopuşlar nispeten daha fazla olmakla birlikte bu da Suriye ordusu ile silahlı muhalefet arasındaki dengeyi muhalifler lehine bozacak çapta değildir. Şimdiye kadar Suriye ordusundan en üst rütbeli kopuş 2012 yılının başında Türkiye’ye sığınan Tuğgeneral Mustafa Ahmed El-Şeyh olmuştur. Onun dışında Suriye ordusundan kopan subayların oluşturduğu “Özgür Suriye Ordusu”na (ÖSO) mensup subayların sayısının 15 bin civarında olduğu örgütün yetkilileri tarafından dile getirilmektedir. ÖSO’nun liderliğini ise albay rütbesindeki bir subay yürütmektedir. Siyasi muhalefete baktığımızda da halk ayaklanmasını yönlendirebilecek, protestocular üzerinde doğrudan 
etki ve yönlendirme kapasitesine sahip bir muhalefetin oluşamadığı görülmekte dir. Homojen bir siyasal ve askeri muhalefet açısından baktığımızda da sorunlu bir durum karşımıza çıkmaktadır. Askeri muhalefet olarak ÖSO ön plana çıksa da, Türkiye’deki liderliğin içerdeki yapı üzerindeki etkinliği ve içerdeki birimlerin kendi aralarındaki koordinasyonu konularında eksiklikler olduğu görülmektedir. Ayrıca Askeri Konsey gibi, ÖSO’dan farklı bazı askeri yapılanmaların da ortaya çıkmaya başladığı görülmektedir. Siyasal muhalefet açısından da homojenlik sorunu mevcuttur. 

Her ne kadar Suriye Ulusal Konseyi öne çıksa da Suriye içinde faaliyet gösteren ve farklı yaklaşımlara sahip “Demokratik Değişim için Ulusal Koordinasyon Komitesi” gibi alternatif yapılar da mevcuttur. En önemlisi ise Suriyeli muhalifler belli bir bölgenin muhaliflerin kontrolüne kalıcı olarak ele geçirememiş yani Libya’daki Bingazi tarzı bir güvenli bölge oluşturamamıştır. Her ne kadar ÖSO; Humus, Hama, Idlib ve hatta Şam’ın kenar mahallelerinde kontrolü ele geçirse de bu kalıcı olamamakta ve şehirlerin tamamına yayılamamaktadır. Söz konusu 
nedenlerle Suriye’de değişimi savunan aktörler Suriye yönetiminin hareket tarzını etkilemek için sırasıyla; ekonomik yaptırım, diplomatik baskı, muhalefete siyasal destek gibi dış politika araçlarını hayata geçirmiştir. 

Diğer taraftan ÖSO her ne kadar sınırlı imkanlara sahip olsa da muhalefetin güçlü olduğu Şam’ın banliyöleri, Hama, Humus, Dara, Idlib ve Deyr ez Zor gibi vilayetlerde halktan da aldığı destek ile kontrolü ele geçirmeyi başarabilmiştir. Ancak Suriye yönetimi şehirlere orduyu sokarak söz konusu bölgelerde sırasıyla kontrolü geri almıştır. Bu durum Suriye’de değişimi savunan aktörler arasında, baskıları dikkate almayan Esad yönetimine karşı daha sert askeri önlemlerin alınması düşüncesini güçlendirmiştir. 

Suriye’de Değişim ve Türkiye 

Türkiye-Suriye ilişkileri 1999 yılından bu yana kademeli olarak gelişmiş ve son olarak vizelerin kaldırılmasıyla toplumsal, ekonomik bütünleşme yolunda önemli bir adım atılmıştı. Ancak 15 Mart 2011 tarihinde Suriye’ye sıçrayan “Arap Baharı” bu süreci tersine çevirdi. Bunun temel nedeni Türkiye’nin uzun zamandan beri dış politikanın merkezine “meşruiyet ve değer merkezli dış politika” kavramlarını oturtmasından kaynaklanmıştı. Bu yaklaşım Türkiye’nin Ortadoğu’daki değişim dalgasında “demokrasi” taleplerinin yani bölge halklarının yanında yer almasını gerektirmekteydi. Aksi bir tutum söylem ile eylem arasında çelişki yaratarak Türk dış politikasında meşruiyet krizi yaratabilirdi. 

Ancak reel politikanın gerekleri Türkiye’nin bazı sorunlarda hızlı adım atmasına engel olmuştu. Suriye bu açıdan en çarpıcı örneklerden biri oldu. Türkiye 2000’ler boyunca Suriye’ye yönelik ABD’nin sertlik yanlısı politikalarına karşılık uzun vadeye yayılmış, iç dinamikler yoluyla sağlanacak bir değişimi savunmuştu. Bu anlamda bazı alanlarda sonuç da alınmıştı. Suriye’nin Batı ile ilişkileri Türkiye sayesinde nispeten düzelmiş, Suriye içindeki reformcu kanat güçlenmişti. Ancak “Arap Baharı” bölgede hızlı ve köklü bir değişim talebini beraberinde getirdi. 

İşte bu durum Türkiye’nin uzun yıllardır başarmaya çalıştığı ve mesafe kat ettiği Suriye’de değişim sürecini çok kısa bir süreç içinde gerçekleşmesi zorunluluğunu beraberinde getirdi. “Değer merkezli dış politika ve reel politika” ikilemi içinde kalan Türkiye son 10 yılda yakın ilişkiler kurduğu Esad yönetimine karşı eleştirel bir tavır almak durumunda kaldı. 

“ Rejim Bekası ” sorunu ile yüzleşen Suriye yönetimi Türkiye’nin sorunu “ Sivil halkın meşru talepleri ” olarak tanımlamasından rahatsızlık duydu. 

Buna karşılık Türkiye, uzun yıllardır desteklediği Esad yönetimine ilettiği reform telkinlerinin dikkate alınmamasından “ hayal kırıklığı ” duyduğunu açıkça ifade etti. Türkiye belli bir süre daha “ Suriye’den umudunu kesmediğini ve halen reform yapabileceğine olan inancını” dile getirmişti. Ancak Suriye ordusunun Humus, Deyr ez Zor ve özellikle Hama’ya düzenlediği askeri operasyonlar Türkiye’nin umutlarının neredeyse tükenmesine yol açtı. Hama operasyonunun 1982 yılındaki “ Hama Katliamını ” hatırlatması ve Başbakan Erdoğan’ın daha önce “yeni Hama’lar istemiyoruz” açıklamasını yapmış olması, operasyonun Türkiye açısından bir dönüm noktası olmasına neden oldu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu da daha sonraki açıklamalarında“Hama’da başlayan olayların kendilerini derinden etkilediğini, Hama’da yaşanan olayların yönteminin ve zamanlamasının kabul edilmesinin mümkün olmadığını” ifade etti. Türkiye operasyonlar sonrasında, Başbakan Erdoğan’ın ifadesi ile “sabrının sonuna geldi.” Bu sert dış politika söylemi “Suriye’nin olayları şiddet yoluyla bastırmaya devam etmesi durumunda Türkiye’nin hangi yeni dış politika araçlarını hayata geçireceği” sorusunu beraberinde getirmişti. 10 yılı aşkın bir sürede kurulan çok boyutlu ve derin ilişkiler birkaç ay içinde yukarıda özetlenmeye çalışılan süreçte hızla gerilemiştir. İşte böyle bir ortamda Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin mesajlarını ve beklentilerini iletmek üzere 9 Ağustos 2011 tarihinde Şam’a kritik bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Suriye lideri Beşar Esad arasında gerçekleşen görüşme, Türkiye-Suriye ilişkileri açısından dönüm noktası olmuştur. Türkiye her ne kadar halk ayaklanmasının bastırılış şekline eleştirel yaklaşsa da olaylar başladığı tarihten bu yana Batı ile Suriye yönetimi arasında bir “Kalkan” vazifesi görmüştür. Daha hızlı ve somut adımların atılmasını bekleyen, atılmaması durumunda uluslararası baskının artmasını ve yaptırımlar uygulanmasını savunan Batı, Türkiye’nin Esad yönetimini ikna edebileceği beklentisi nedeniyle daha yumuşak bir tavır sergilemiştir. 
Ancak Esad-Davutoğlu görüşmesinde gündeme gelen beklentilerin karşılanmaması ile Türkiye’nin Batı ile Suriye arasında kalkan olma 
durumu sona ermiştir. Böylece Türkiye, Suriye’ye yönelik olarak “baskı ve izolasyon” politikası uygulamaya başlamıştır. Suriye yönetiminin 

Türkiye’nin telkinlerini dikkate almayarak sorunu güç yolu ile çözmeye çalışmasının Türkiye açısından doğuracağı en büyük risk istikrarsızlığın uzun süreye yayılacak olmasıdır. Sorun devam ettikçe Türkiye açısından siyasi, güvenlik ve ekonomik maliyetler artacaktır. 



RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 
Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****

Suriye’de İç Dinamikler ve 2011 Halk Ayaklanması BÖLÜM 1



Suriye’de İç Dinamikler ve 2011 Halk Ayaklanması BÖLÜM 1



Suriye’de İç Dinamikler ve 2011 Halk Ayaklanması,
Oytun Orhan, 


    Suriye toplumunun etnik açıdan homojen ancak dinsel ve mezhepsel açıdan heterojen bir yapıya sahip olduğunu söylemek mümkündür. 

Etnik açıdan bakıldığında nüfusun %85’ine yakınını Suriyeli Araplar oluşturmakta dır. Etnik azınlıklar olarak %8-10 arası Kürtler, %4 civarında Türkmenler ve %3’lük Ermeni nüfus bulunmaktadır. Dinsel ve mezhepsel açıdan bakıldığında ise farklı bir tablo ile karşılaşılmaktadır.

Ülkenin %70’ine yakını Sünni Müslüman’dır. Etnik azınlık Kürt ve Türkmenler çoğunluk Sünni Müslüman gruba dahildir. Diğer Müslüman mezhepsel azınlıklar; Arap Aleviler (Nusayriler), Dürziler ve İsmaililer’dir. 
Bunun yanı sıra önemli oranda Hıristiyan topluluklar yer almaktadır. Hıristiyanlar da kendi içinde birçok mezhebe ayrılmıştır. Hıristiyan mezhepleri nüfus oranlarına göre büyükten küçüğe sırasıyla Rum Ortodoks, Rum Katolik, Ermeni Ortodoks, Suriyeli Ortodoks, Ermeni Katolik, Suriyeli Katolik, Süryaniler, Maruniler, Keldaniler, ve Protestanlar’dan oluşmaktadır. 

Etnik mezhepsel grupların genel nüfusa oranına ilişkin kesin bilgiler bulunmamaktadır. Çeşitli kaynaklarda yer alan verilerden yola çıkarak 
yaklaşık 23 milyonluk Suriye nüfusunun etnik-mezhepsel dağılımına ilişkin rakamların şu şekilde olduğu söylenebilir: 

%55- 60 Sünni Arap, 
%12-14 arasında Arap Alevi, 
%10-12 Hıristiyan, 
%8-10 civarında Kürtler, 
%4-5 Dürziler, 
%4 Türkmenler ve 
%1 İsmaililer. 

Çoğunluk Sünni Araplardan sonra en fazla nüfusa sahip azınlık Arap Alevilerdir. Arap Alevilerin çıkış yeri ülkenin kuzeybatı bölgesinde Akdeniz’e paralel uzanan Nusayriye dağları bölgesidir. Halen büyük çoğunluğu Nusayriye dağlarının bulunduğu Lazkiye vilayetinde yaşamaktadır. 

Şiiliğin bir kolu olan Arap Aleviliği geçmişte Sünni Müslüman inancı tarafından “gerçek Müslüman olmamakla” itham edilmiş bir mezhepti. 

Yakın geçmişe kadar son derece içe kapalı bir topluluk olan Arap Alevileri 20. yüzyılın ortalarından Suriye siyasal yaşamında artan etkilerine paralel olarak öne çıkmıştır. 30 yıl boyunca ülkeyi yöneten Hafız Esad ve şu anki Devlet Başkanı Beşar Esad Arap Alevi mezhebine mensuptur. 

Diğer azınlık grup Hıristiyanlar ise Suriye’nin en eski yerleşik topluluklarındandır ve kendilerini büyük Arap toplumunun bir parçası (Ermeniler hariç) olarak görmektedir. Baas Partisi’nin kurucularından Mişel Eflak dahil olmak üzere ülkenin önde gelen Arap milliyetçi ideologları ve siyasetçileri Hıristiyanlar arasından çıkmıştır. En fazla nüfusa sahip etnik azınlık Kürtler, kendilerine ait dilleri, farklı kültürleri olması açısından diğer topluluklardan ayrılmaktadır. Çoğunluğu ülkenin kuzeydoğusundaki Haseke vilayetinde yaşamaktadır. Bunun yanı sıra kuzeyde Türkiye sınırı boyunca ve Şam, Halep gibi büyük şehirlerde de Kürtler yaşamaktadır. Diğer etnik azınlıklar Türkmenler ve Ermenilerdir. 

Türkmenler, Memlükler tarafından 12. yüzyılda bölgeye yerleştirilen Türkmen boylarının devamıdır. Türkmenler Halep, Şam, Humus, Hama, Tartus ve Golan bölgelerinde yaşamaktadır. Ermeniler ise 20. yüzyılın başında ülkeye gelmiştir. Etnik kimlikleri ve dillerini koruyan Ermeniler Halep çevresinde yoğunlaşmaktadır. Şiiliğin bir kolu olarak görülse de daha çok kendine has bir İslam inancına sahip olan Dürziler Suveyda vilayeti nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır. Dürzi Dağları olarak bilinen bölgeden dağılan Dürziler ülkenin geçmişinde önemli siyasi roller üstlenmiştir. Son olarak İsmaililer, %1’lik nüfus oranlarına rağmen geçmişte orduda ve günümüzde bürokraside önemli roller üstlenmiş 

Şiiliğin bir kolu olan mezhepsel azınlık topluluğudur. 

Siyasi ve Ekonomik Yapı 

1946 yılında bağımsızlığını kazanmasıyla beraber istikrarsızlığın hakim olduğu, askeri darbelerin birbirini izlediği Suriye’de, Hafız Esad’ın 1970 yılında iktidara gelişiyle beraber ülkede göreceli bir istikrar hakim olmuştur. Diğer taraftan 1970 yılında kurulan siyasi yapı Suriye’ye otoriter-totaliter bir devlet niteliği kazandırmıştır. Aynı siyasal yapı günümüzde de korunmaktadır. Hafız Esad, ülkenin tüm siyasal, askeri, güvenlik ve yasama konularında devlet başkanına geniş yetkiler veren yapıyla tüm kurumlar üzerinde tam bir hakimiyet sağlamıştır. Suriye’de siyaset, tepeden aşağıya doğru şu kurumlar çerçevesinde şekillenmektedir: Devlet Başkanı, Başkan Danışmanları ve Yardımcıları, Askeri–Sivil Güvenlik Birimleri ve İstihbarat, Ulusal İlerici Cephe (Baas Partisi), Meclis ve Hükümet. 

   Anayasaya göre devlet başkanları yedi yıllık dönemler için seçilmektedir. 
   Kanunlar devlet başkanına çok geniş yetkiler sunmaktadır. 

Yine anayasaya göre devlet başkanı sadece devlet ve hükümetin değil aynı zamanda silahlı kuvvetlerin de başı konumundadır. Devlet başkanı “devletin genel politikalarını belirlemekle yetkilidir. Meclis’i toplama ve feshetme, tüm anayasal değişiklikleri onaylama, meclis oturumda olmadığı zamanlarda 
kanun yapma, acil ihtiyaçların ortaya çıkması durumunda yasalar çıkarmak ve acil önlemler alma”, Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini atama gibi geniş yetkileri bulunmaktadır. Başkan tüm bakanları belirlemekte, başbakanı görevlendirmekte ve yargıçları atamaktadır. Bunun yanı sıra tüm güvenlik ve ordu birimlerine atamalar devlet başkanı tarafından gerçekleştirilmektedir. Devlet başkanı aynı zamanda ülkenin “ Öncü Partisi ” Baas’ın genel sekreterliği ve Baas Partisi ile beraber 7 partinin ittifakından oluşan “Ulusal İlerici Cephe’nin başkanlığını görevlerini de yürütmektedir. Genel Sekreter partinin 90 kişilik merkez komitesi dahil olmak üzere Baas Partisi’nin tüm organlarına yapılan atamaları kontrol 
etmektedir. Hafız Esad’ın iktidara gelişinden sonra devlet başkanlığı seçimi ilk kez 1971 yılında düzenlenmiştir. O tarihten bu yana 7 yılda bir düzenlenen seçimlerde sürekli olarak tek aday olarak katılan Hafız Esad ve sonra Beşar Esad oyların %99.9’unu alarak devlet başkanlıklarına seçilmiştir. Bir tek 2007 yılında gerçekleşen seçimde Beşar Esad %97,6 ile şimdiye kadarki“en düşük” oranla devlet başkanlığı görevine seçilmiştir. Devlet Başkanı’nın çevresinde ise danışmanlar, askeri ve sivil güvenlik birimlerinin, istihbarat kuruluşlarının başındaki isimlerden oluşan “yakın çevre” yer almaktadır. Suriye’de ülkeyi esas yöneten grup da devlet başkanı ile beraber yakın çevredir. İç ve dış politikada 
makro düzeyde önemli kararlar sınırlı sayıdaki bu seçkin grup tarafından alınmaktadır. Bu birimlerde görev alanların çoğunluğunu Arap Aleviler 

(Nusayriler), Lazkiye kökenliler hatta Esad ailesinin yakın akrabaları
oluşturmakta dır. Ordu ve diğer güvenlik birimlerinin başlarındaki kişilerin 
%90’ına yakını Arap Alevilerdendir. Ancak mezhepsel ya da aile bağlarından daha önemli olan rejim ve devlet başkanına sadakattir. Bu nedenle rejim içinde Arap Alevi olmayan birçok önde gelen isim de bulunmaktadır. Bu arada bütün Arap Alevilerin de sistem içinde eşit role sahip olmadıklarını söylemek gerekmektedir. Başlıca altı farklı aşiretten oluşan Arap Aleviler arasında Hafız Esad’ın mensup olduğu Kalabiye aşireti, Beşar Esad’ın annesinin mensubu olduğu Hadadin aşireti ve geleneksel olarak Kalabiye aşireti ile yakın ilişkisi olan Hayatin aşiretleri sistem içinde daha fazla role sahiptir. 

Yakın çevre içinde güvenlik ve istihbarat birimlerinin kilit isimleri büyük önem taşımaktadır. Halen Suriye’de birbirinden bağımsız çalışan ve doğrudan başkana karşı sorumlu 15 civarında güvenlik ve istihbarat birimi görev yapmaktadır. İstihbarat ve güvenlik sistemi üç ayak üzerine oturmaktadır. Birincisi, Siyasi Güvenlik, Askeri İstihbarat ve Hava Kuvvetleri İstihbarat gibi geleneksel istihbarat kurumları (Muhaberat)’dır. 

İkincisi Özel Kuvvetler, Savunma Tugayları, Başkanlık Muhafızları gibi istihbarat ve operasyonel yetkileri ve sorumlulukları olan birimlerdir. 
Sonuncusu da “ Üçüncü Silahlı Tümen ” gibi özel-siyasi-askeri birimlerdir. Bütün bu birimler ve bunların alt oluşumları 1970li yıllarda Hafız Esad tarafından oluşturulan “Başkanlık Güvenlik Konseyi” tarafından koordine edilmektedir. Bunlar dışında bir de Savunma Tugayları gibi paramiliter kuvvetler ve “Shabbeeha” isminde“gençlik çeteleri” olarak bilinen rejime bağlı sivil-silahlı milis kuvvetleri yer almaktadır. 
Güvenlik birimlerinin ve başlarındaki kişilerin sistem içindeki merkezi rolüne karşılık meclis, siyasi partiler, hükümet gibi aktörlerin karar alma süreçlerinde çok fazla etkili olmadığı görülmektedir. Bu kurumların hem yetki alanları sınırlıdır hem de bahsedilen “yakın çevre”nin onaylamadığı adımları atmaları mümkün değildir. Siyasal alandaki figürlerin mezhepsel dağılımına bakıldığında büyük çoğunluğunun Sünni olduğu gözükmektedir. 

Meclis seçimleri dört yılda bir gerçekleştirilmektedir. 250 sandalyeli Meclis’te hangi partinin ne kadar sandalye alacağı seçimler öncesinde belirlenmekte dir. 167 sandalye Ulusal İlerici Cephe’ye mensup partilere ayrılmış durumdadır. 167 sandalye içinde de Baas Partisi 134 sandalye ile en fazla sandalyeye sahip partidir. Baas Partisi’nin Meclis’teki çoğunluğu anayasa ile güvence altına alınmış durumdadır. Cephe içindeki diğer partilere 1 ile 8 arasında değişen sayılarda koltuk verilmektedir. 167’dan geriye kalan sandalyeler ise bağımsız milletvekillerine dağıtılmaktadır. 

Bağımsız milletvekilleri kotasından, rejim karşıtı olmasa da eleştirel isimlerin Meclis’e seçilmesi mümkün olmaktadır. Ilımlı İslami görüşlere sahip kişiler, seküler-liberal-reformcu kesimden bazı isimler buna örnek olarak verilebilir. Ancak Devlet Başkanı’nın tam denetimi altında olan Meclis’in en önemli işlevlerinden biri rejimin almış olduğu kararlara, uyguladığı politikalara karşı meşruiyet duygusunun yaratılmasını sağlamaktır. Suriye’de tüm yasal siyasal partiler 1972 yılında Hafız Esad tarafından oluşturulan “Ulusal İlerici Cephe” isimli bir çatı yapılanma içinde faaliyet göstermektedir. Başlangıçta Baas Partisi’nin öncülüğünde sol gelenekten gelen dört parti ile kurulan Cephe şu anda toplam 11 partinin ittifakından oluşmaktadır. Arap Sosyalist Partisi, Suriye Komünist Partisi, Suriye Sosyal Nasyonalist Partisi gibi hareketlerin yer aldığı Cephe, rejimin siyasal tabanının genişletilmesi işlevini görmektedir. Ancak Baas Partisi dışındaki partilerin rolleri son derece sınırlıdır. Suriye Meclis’inde bu partilere az sayıda sandalye ayrılmaktadır. Politika yapımı, planlama veya herhangi bir siyasi güç oluşturma fonksiyonu bulunmamaktadır. 

Baas Partisi ise Ulusal İlerici Cephe içinde öncü rol oynamaktadır. Partiyi rejimin “demokratik yüzü” olarak tanımlamak mümkündür. Ancak parti bu rolünün yanı sıra devlet içinde veya herhangi bir görevde yükselmenin araçlarından birine dönüşmüş durumdadır. Ülkedeki doktor, öğretmen, akademisyen, avukat, gazeteci gibi birçok önde gelen meslek grubu üyeleri parti üyesidir. Ülkedeki çoğu “sivil toplum örgütü” partinin kolları olarak faaliyet göstermektedir. Ticaret odaları, spor kulüpleri, kadın ve gençlik birlikleri, sanatçılar ve yazarlar birlikleri, çiftçi birlikleri gibi kuruluşlar parti tarafından kontrol edilmektedir. Gençler ve çocukların ideolojik eğitiminde aktif rol almaktadır. Dolayısıyla Baas Partisi halkın seferber edilmesi ve kontrolü aracına dönüşmüş durumdadır. Suriye Anayasası Baas Partisi’nin liderlik rolünü kabul etmekte ve bir maddesinde 
“toplumun ve devletin öncü partisi” olarak tanımlanmaktadır. Böylece bu madde Suriye’nin tek partili sistemini yasallaştırmaktadır. Suriye’de Arap Alevi mezhebine mensup kişiler kritik görevleri yürütmekle beraber mezhepçilik hiçbir zaman devlet ideolojisi olarak takip edilmemiştir. Bu anlamda rejimin daha kapsayıcı bir yaklaşıma sahip olduğunu ve Arap Aleviler dışından da kesimlerin desteğini almış bir yönetim olduğunu söylemek mümkündür. Suriye yönetimi, seküler-Arap noktada Suriye’ye ilişkin olarak yanıtı en fazla merak edilen soru Suriye’deki olayların nereye varacağı, Tunus, Mısır veya Libya örneklerinden birinin yaşanıp yaşanmayacağıdır. Arap Baharı’nın yaşanmasının temelinde siyasal baskı, ekonomik kaynaklarının adil bir şekilde dağılmaması, etnik-mezhepsel farklılıklar gibi faktörler yatmaktaydı. Suriye, ilk kısımlarda anlatıldığı 
üzere bu açılardan iktidar değişimlerinin yaşandığı Mısır ve Tunus ile benzer özellikler taşımaktadır. Buna rağmen Suriye’nin sosyal, siyasal yapısındaki bazı farklılıklar diğer örneklerdeki gibi kısa sürede bir iktidar değişiminin yaşanmasına engel oldu. Bunlar arasında Suriye toplumunun heterojen yapısı, ordu ve diğer güvenlik yapılanmasında bir mezhepsel azınlık grubunun etkin olması, Irak tecrübesinin yarattığı iç savaş korkusu, örgütlü muhalefetin yokluğu, bölgesel (İran) ve küresel (Rusya ve Çin) düzeyde rejime destek veriliyor olması bu faktörler arasında sayılabilir. 

Suriye’yi; Mısır, Tunus ve uluslararası müdahaleye maruz kalan Libya’dan farklı kılan bir diğer özellik Suriye rejiminin belli kesimler arasında belli bir meşruiyete sahip olmasıdır. Baas Partisi’nin siyasi alandaki tekelinden rahatsızlık olsa da rejimin “Arap milliyetçi ve seküler” ideolojisi birçok kesim için ülke güvenliği ve istikrarının garantisi olarak görülmektedir. Bu durum şehirleşmiş, üst sınıflar ve azınlık toplulukları için kısmen geçerlidir. Aksi bir yönetim anlayışının heterojen yapıya sahip Suriye halkı arasındaki mezhepsel ve etnik çatışmaları körüklemesi riski bulunmaktadır. Rejimin sunduğu en büyük “hizmet” güvenliktir. 

2003 işgali sonrası yaşanan Irak tecrübesi, güçlü bir merkezi otoritenin ortadan kalkmasının nasıl sonuçlanacağı konusunda Suriye halkına kötü bir örnek sunmuştur. Irak’ta yaşanan terör, güvenlik problemleri, siyasal istikrarsızlık, etnik ve mezhepsel çatışmalar insanların en temel ihtiyacı olan güvenlik talebini diğer isteklerin önüne geçirmiştir. Bu nedenle Irak tecrübesi Suriye halkını “özgürlük ya da kaos” seçimine zorlamaktadır. 

Bu kaygı da yönetimin meşruiyetini bahsedilen kesimler arasında artırmaktadır. Suriye’yi Mısır ve Tunus’tan farklı kılan en önemli faktör güvenlik birimlerinin yapısıdır. Siyasi yapı kısmında anlatıldığı üzere Suriye’de güvenlik birimleri bir açıdan rejimin kendisi demektir. Sivil ve askeri güvenlik birimlerinin kilit noktalarında Arap Alevilerin bulunuyor olması nedeni ile güvenlik birimleri rejime yönelik başkaldırıyı kendi varlıklarına tehdit olarak algılayacak ve tamamen Esad yönetiminin yanında yer alacaktır. Dolayısıyla Suriye ordusunun Mısır ve Tunus’tan farklı olarak liderin yanında bir bütün olarak yer alması daha büyük ihtimaldir. Bu da rejim değişikliği ihtimalini zayıflatan bir faktördür Şu 
aşamada doğrudan bir askeri müdahale sadece bazı Suriyeli muhalifler tarafından dile getirilmektedir. Olası bir müdahalenin başarı şansının 
düşüklüğü ve müdahalenin bölgede yeni bir Irak veya Afganistan yaratacağı düşüncesi herkesi kaygılandırmaktadır. Ayrıca olası bir savaşın 
bölgeselleşeceği hatta uluslar arası boyut kazanması olasılığı mevcuttur. 

Müdahalenin Suriye içi istikrarı olumsuz etkilemesi söz konusu olabilir. Uzun süreli gerilla tarzı direniş hareketleri, terör örgütlerinin alan bulması gibi sonuçlar doğabilir. Dolayısıyla Suriye sorununun nasıl çözüleceği konusu büyük bir soru işareti konumundadır. Önerilen seçenekler; uygulanmasının zorluğu, sonuçlarının kestirilemiyor olması, mevcut durumdan daha kötüsünü üretebileceği, sonuç alma şansının düşük olması gibi nedenlerle hayata geçirilememektedir. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


****