29 Mart 2017 Çarşamba

AVRUPA DEVLETLERİNİN OSMANLI DEVLETİ İLE ORTA DOĞU HAKKINDA GÖRÜŞLERİ BÖLÜM 1


AVRUPA DEVLETLERİNİN OSMANLI DEVLETİ İLE ORTA DOĞU HAKKINDA GÖRÜŞLERİ,
BÖLÜM 1 




AVRUPA DEVLETLERİNİN OSMANLI DEVLETİ İLE ORTA DOĞU HAKKINDA GÖRÜŞLERİ VE TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNDE 
MUSUL-HATAY HAKKINDAKİ GİZLİ GÖRÜŞMELER 


SUNUŞ 

Genelkurmay ATASE Başkanlığı tarafından düzenlenen ‘’XVIII. Yüzyıldan Günümüze Orta Doğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri’’ konulu On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu 04 - 06 Nisan 2007 tarihleri arasında İstanbul’da yapılmıştır. 

On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’na üniversitelerin değerli öğretim üyeleri ile Silahlı Kuvvetlerde muvazzaf ve emekli personel katılmış, salonda iki gün süreyle 20 adet bildiri sunulmuştur. 

Bugün Orta Doğu’da meydana gelen kültürel, toplumsal, siyasi, askerî ve iktisadi her sorun, jeopolitik konumundan dolayı Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Tüm bu gelişmelerin ve Türkiye’ye olan etkilerinin kavranabilmesi açısından Birinci Dünya Savaşı öncesinden XXI. yüzyıl başlarına kadar Orta Doğu‘daki siyasi, askerî, ekonomik ve toplumsal gelişmeler ve Orta Doğu’ya yönelik politikalar tarihsel süreç içerisinde yeniden ele alınmıştır. Sempozyumda yer alan bildiriler konuları itibarıyla önemli bir boşluğu doldurmaktadır. 

Eser, On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’nda zaman yetersizliği nedeniyle sunulamayan 16 bildiriden oluşmaktadır. Bu bildiriler, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Türk Askerî Tarih Komisyonu (TATK) Genel Sekreterliğince düzenlenerek yayıma hazırlanmıştır. 

Ziya GÜLER 
Hava Korgeneral 
ATASE ve Dent. Başkanı 



AVRUPA DEVLETLERİNİN OSMANLI DEVLETİ İLE ORTA DOĞU HAKKINDA GÖRÜŞLERİ VE TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNDE 
MUSUL-HATAY HAKKINDAKİ GİZLİ GÖRÜŞMELER 

Prof. Dr. Yücel ÖZKAYA 

İngiltere, XIX. yüzyılda Hindistan ve Güneydoğu Asya’daki çıkarlarını korumak amacı ile Mısır’a, Süveyş’e; Hint Okyanusu’ndaki bölgelerde çıkarlarını korumak için de Basra Körfezi’ne ve bugünkü Irak’a egemen olmak istiyordu. Rusya; Doğu Anadolu’yu, İran ve Azerbaycan ’ı ve özellikle Boğazları ele geçirmeyi arzuluyordu. Fransa; Orta Asya yollarını kontrol etmesi ve Uzak Doğu çıkarları açısından Mezopotamya’ya inmek, Akdeniz ticaretini, Lübnan ve Suriye’yi ele geçirmek suretiyle korumak istiyordu. 

İngiltere, II. Abdülhamit zamanından beri (1876-1909) Orta Doğu’ya yerleşmek istiyordu. II. Abdülhamit, tarihsiz bir muhtıra-ı hümâyununda, İngilizlerin Beyrut ve Suriye’de fesat tohumları ektiklerini, Araplara silah verip, cemiyetler kurdurduklarını öne sürmekteydi ki bunlar doğrudur. II. Abdülhamit muhtırasında İngilizler için “Hicaz ve Yemen sahillerindeki bedevi Araplara yok pahasına silah verilmekte olduğu gibi Beyrut ve Suriye’de Farmason Cemiyeti adıyla bazı cemiyetler kurarak doğrudan doğruya devlet aleyhinde bulunmak tadır. Kısacası, ahalinin fikirlerini hükûmet aleyhine çevirmek maksadıyla her çareye başvurmakta, her teşebbüse girişmekte, ellerinden geleni esirgememektedir.” demektedir. II. Abdülhamit bunun önlenmesi için sağlam bir politika metodu tayin edip, şiddetten sakınmak, deniz ve kara askerini düzenli tutmak, kanun ve düzeni genişletmek önerilerini ortaya koymaktadır.1 II. Abdülhamit bir başka muhtıra-i hümâyununda İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ni nasıl parçalara böleceğini açıklamaktaydı: ”İngiltere’nin (Allah göstermesin) Devlet-i Aliyye’yi tevaif-i mülûk (küçük devletler) şekline koymaya çalıştığı açıktır. Meselâ bu, Arnavutları Arnavutluk, Ermenilerin bulundukları yerlerde Ermenistan ve bütün Arapların oturdukları yerlerde Arap devletleri; aynı zamanda Türklerin oturdukları yerlerde de Türkistan tabiriyle otonomi değil, anatomi yapmaktan ibarettir. Ve bu sırada halifeliği İstanbul’dan kaldırarak halifeliği kendi himayesinde bir alet yapıp, bütün Müslümanlara istediği gibi tasarruf etmektir.2 II. Abdülhamit bu düşüncelerinde haklıdır. Zaten Sevres 
Anlaşması’nda bunların büyük bir bölümü yer almıştır. 1789 Fransa İhtilalinden sonra, milliyetçilik hareketleri hem Avrupa’da, hem de Orta Doğu’da yaygınlaşmıştı. Bunda Avrupa devletlerinin kendi çıkarları için bu hareketleri desteklemesinin büyük rolü vardı. Bu konuda da en büyük rolü Orta Doğu’da İngiltere oynamaktaydı. Araplara bazı haklar verilmeli, buralarda onların isteğine uygun reformlar yapılmalı idi. Bunu en iyi anlayan ve alınacak tedbirleri ortaya koyan kişi Mustafa Kemal’dir. Çanakkale savaşları öncesinde, Sofya’da askerî ateşe iken 1914’te Ali Fuat Cebesoy’a yazdığı mektupta bu hususları gözleye-bilmekte yiz. Mustafa Kemal, henüz genç bir subay iken yazdığı bu mektubunda, Orta Doğu’da gerekli tedbirler alınmazsa buraların elden çıkacağına, Fransa ve İngiltere’nin bu bölgenin bizden ayrılması için çalışmalar yaptığına işaret etmiş, alınacak tedbirlerin neler olduğuna değinmişti. Bu mektup başka yerde yayımlanmadığı için buraya koymakta yarar gördük: “Memleketin kaybedilmek üzere olan küçük parçasını feda etmeyeceğim diye en büyük parçasını hesapsızlık ve bilgisizlik yüzünden feda eden idarecilerimizin bir de mevki ve şöhret peşinde hırsları yüzünden ne hâle geldiğimiz aşikârdır... Milliyetçilik Dünya yüzünde o kadar çok inkişâf etti ki emin olabilirsiniz bir millet çoğunluğa dayanmayan devletlerin dağılması mukadder görülüyor. Hâlâ Anadolu’da, Suriye ve Irak’ta bir Hristiyan azınlığı vardır. Bunların iddiası eksilmemiştir. Bir de büyük bir Arabistan davası çıkmıştır ki bununla İngiltere, Fransa; Arap çoğunluğu olan yerlerimizi bizden ayırıp kendilerine müstemleke yapacaklardır. İçimizde bir de Arap Milliyetçiliği alıp yürümüştür. Bunlardan kültür ve din birliğine inanmayanlar vardır ki bunların menfaat bakımından büyük devletleri aleti olacaklarından şüphe edilemez. Buna mukabil çoğunluğu temiz bir milliyetçilik davası içindedir. Bunlarla görüşüp Arap meselesine bir çözüm 
noktası bulunabilir. Arap meselesi bundan sonra iç siyasetimizin en önemli meselesi olmuştur. İçerde azınlık ve Arap meselesi dururken hangi teşkilat, 
hangi vasıta ile dışarıda da Panturanizm ve Panislamizm umdeleri tahrik edilebilir.”3 Bu belge, aynı zamanda, Mustafa Kemal’in siyaseti ne kadar 
yakından izlediğinin ve geleceği önceden nasıl tespit edebildiğinin bir göstergesidir. 

II. Abdülhamit Ermeni sorununun Avrupalılar tarafından ortaya atıldığını ve Ermenilerin sırtından çıkar sağlamak amacının güdüldüğünü öne sürmektedir. Bizim bir çalışmamızda belirtildiği üzere Sason ve Talori, Kulp isyanlarında olay çıkaran toplum, raporlar ve belgelerden anlaşıldığı üzere Ermenilerdi. II. Abdülhamit, Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’ni Polonya gibi küçük devletlere bölmek istediklerini, Ermenilerin bağımsız devlet kurma vaadiyle aldatıldıklarını, Ermenistan denilen yerlerin şimdi Rusya’nın idaresinde olduğunu belirttikten sonra nüfusa değinmekte ve” Yapılan nüfus yazımı sonucunda Ermenilerin sayısı dokuz yüz bin dolaylarında gösterilmiş ise de Ermeni memurları kendi nüfuslarını çok göstermişlerdir. Türk memurlar, çok vakit ayak basmadıkları yerlerin nüfusunu “papazların söylediklerine göre yazdıklarından bu rakamın abartılı olduğunu belirtip Erzurum’da Ermeni nüfusunun artmasının Rusya’dan ve İran’dan gelen göçlerden kaynaklandığını açıklamaktadır.”4 Avrupa devletlerinin Osmanlı topraklarında Ermeni bölgesi yaratmak istemeleri, özellikle İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu’da Osmanlı Devleti ile aralarında 
tampon bir gücün olması isteklerinden kaynaklanmaktadır. 

Osmanlı Devletinden çıkar sağlamak isteyen devletlerin Kürt sorununu sık sık gündeme getirdiklerini bilmekteyiz. Musul meselesinde bu konu sürekli 
gündemde tutulmuştur. Gizli anlaşma mimarlarından Sykes, Mezopotamya’da bir Kürt Devleti kurulmasını savunuyordu. İngiliz Dışişleri Bakanlığının Siyasal İstihbarat Bölümü, 21.11.1918’deki bildirisinde, bağımsız bir Arap devletinin kurulması için Şerif Hüseyin’e söz verildiğini, Kürdistan kurulduğu takdirde buraya İngiltere’nin dışında bir gücün egemen olmamasını, başlıca merkezlerinin Revandiz, Erbil, Kerkük, Altınköprü, Süleymaniye ve Kif’in olduğu belirtiliyordu. İran’ın temel bütünlüğünü bozmadan tüm Kürt nüfusunu içerecek biçimde bir Kürdistan devleti kurulamazdı. İran’ın toprak bütünlüğüne de müdahale edilemezdi. Ayrıca, 12 Ocak 1919’da Paris Konferansından önce, Fransa Mark Sykes’a, Kürdistan Emirliğinin kurulmasının Fransa’nın çıkarlarına ters düşeceğini açıklamıştı. Tahran’ın bir Kürt Devleti kurulmasına sessiz kalacağı da düşünülemezdi. Bu yüzden İngiltere, Musul vilayetini Kürt bölgesinin denetimine vermekle yetindi.5 23 Mart 1920’de ise İngiliz Hükûmetinin Kürtlerle ilgili kararı 
Wilson’a bildirildi. Türklerle yapılan anlaşmaya, Kürtlerin isterlerse Türkiye’den ayrılma hakkı konacak, Musul’da Kürdistan kurulursa güney Kürdistan’da İngiltere’nin siyasi ve ekonomik etkinliği muhakkak olacak; ama İngiltere yönetsel sorumluluk almayacaktı. Wilson, Musul vilayetinden, Kürt bölgesinden çekilmek istemiyordu. Çünkü, Kürdistan’da ne bir ulusal hareket ne de ulusal liderler vardı. 

Çekilirler ise ortam Türklere kalacaktı. 

Birinci Londra Konferansı’nda İngiltere-Fransa görüşmelerinde ortaya çıkan bağımsız Kürdistan’ın yürümeyeceği görüldü. Fransa, Kürdistan’ın Türkiye’ye verilmesini gündeme getirdi. Ama, bu kabul edilmedi. 12 Şubat 1920’de, Fransa, Musul üzerindeki haklarından vazgeçti, buna karşılık İngiltere’nin Suriye konusunda kendisine yardımını sağladı ve Suriye üzerinden Akdeniz’e bir demir yolu ile petrol hattı yapılması için kolaylık göstermeyi yükümlendi.6 Daha sonraki tarihlerde ve şimdi de bu konu gündemdedir. 20 Ağustos 1941’de Tahran ve civarındaki birkaç büyük şehir Rusya ve İngiltere tarafından işgal edilmişti Bu tarihlerde, Sovyet Azerbaycanı Birinci Sekreteri M. C. Bagirov’un Stalin’e verdiği raporda, Kürtlerin Türkiye aleyhine nasıl kullanıldığı yer almaktadır: “Kürt sorunu İran ve Türkiye’nin en zayıf noktası. İngilizlerin ise en büyük kozlarındandır. Bizim (Sovyetlerin) Kürtlerle ilişkimiz onlarla yabancı devletlerin gizli servisleri arasındaki bağlantıyı kesmek, Kürt devleti kurmak hayaliyle onların silahlandırılmasını önlemek olmalıdır”. Sovyetlerin İran Büyükelçisi Andrey Smirnov ise Moskova’nın Kürt kartını kullanması mesajını vermekte ve “İran’daki Kürt sempatizanları her zaman yabancı ülkelerin elinde oyuncak olmuşlardır. Biz Kürtlerle yapılacak yanlış hesaplardan kaçınmalıyız. Bu, Kürtlerle ilişkilerimizi kesmek anlamına gelmemeli. İlgimiz büyük ölçüde kuzey İran’daki Azerilere yönelik olmalıdır demektedir.” Sovyet raporlarında, 

İngiltere’nin Kürtlere yönelik faaliyetlerinin arttığı, Kürtlere silah verdikleri ve bağımsızlıklarını talep etmelerinin istendiği de yer almaktadır.7 

İngiltere, petrol yatakları yüzünden Irak’a büyük ilgi duymaktaydı. XX. yüzyıl başlarında Churchill bölgeye petrol nedeni ile verdiği önemi Avam Kamarasında şöyle dile getiriyordu: “Baylar şunu biliniz ki bir damla petrol bir damla kandan daha kıymetlidir.”8 

Orta Doğu savaşlarının ana nedeni hiç şüphesiz petroldür. 1901’de İran’da İngiltere tarafından verimli petrol yatakları bulundu. Anglo-Persian Oil 
Company tarafından işletilen İran petrol yataklarına Amerika’nın girmesi engellendi. Aynı tarihlerde, Osmanlı Devleti’nin Irak topraklarında petrol 
yataklarının işletilmesi için de İngiltere ve Alman petrol şirketleri arasında görüşmeler olmaktaydı. Bu amaçlarla kurulan Turkish Petroleum Company’ye iki ülkenin şirketleri de ortak oldular. Ancak Bİrinci Dünya Savaşı bu ortaklığı sona erdirdi. Savaş sonrası, İngiltere, Irak’taki petrol bölgelerini ele geçirdi. 1920’lerde Amerikan petrol şirketleriyle İngiltere arasında yapılan görüşmeler sonucunda, 1927’de varılan “kırmızı cizgi” anlaşması ile uzlaşma sağlandı. Yeni kurulan Iraq Petroleum Company’de Amerikan şirketlerinin hissesi o/o 23,75 olarak belirlendi. Böylece ABD’nin şirketleri, dünyanın en büyük petrol rezervlerinin yer aldığı bölgeye adım atmış oldu. Oysa aynı İngiltere, 1920’de Fransa’nın Musul’dan petrol isteğini bölgeye çok masraf yaptıklarını ileri sürerek reddetmiştir. ABD’nin Stantard Oil adlı şirketi, 1928’de bir İngiliz şirketinin hisselerini satın alarak girdiği Bahreyn’de 1932’de petrol çıkarmaya başladı. İngiliz ve Amerikan şirketleri 1938’de Kuveyt’te petrol buldu. Aynı yıl, Arabistan’da petrol bulundu. 1951’de American Oil Company, Arabistan petrollerini o/o 50 hisse ile işletmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında İran petrollerinin o/o 40’ını Amerikan şirketleri almıştı. Ancak 1979 İran Devrimi Amerika’yı kızdırdı. İsrail’i bölgede kendine bağlı devlet yapmak amacı ile hareket etti. Amerika, bir Yahudi devletini baştan beri istemekteydi. 

Birinci Dünya Savaşı’nda, Siyonistler tarafından hazırlanan Filistin’de bir yurt kurulmasını öngören deklarasyonun, İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour tarafından kabul edildiği ve ABD Başkanı Wilson’un da kaygılarının giderilmesinin ardından 2 Kasım 1917’de The Times’de yayınlandığını bilmekteyiz.9 

Amerika, İsrail’i hep desteklemiştir; esasen, İsrail devletinin kurulduğu tarihte İsrail’in bağımsızlık kararını on bir dakika sonra tanıması bunun bir örneğidir.10 

XIX. yüzyılın sonlarından itibaren Mezopotamya ve Musul’da petrolün varlığı biliniyordu. Bu konuda, Osmanlı Devleti’nin yanı sıra Almanya ve İngiltere’nin de ortak çalışmaları vardır. 1871’de Alman uzmanları burada zengin petrol yataklarının olduğunu açıklamıştı. Ancak kullanım alanının bu tarihlerde az olması, taşınmasının zor olması sorun yaratmıştı. II. Abdülhamit, 1890’da şehzade mülkleri ile Musul ve Bağdat petrol yataklarını kendi kişisel mülküne aktardı. Bu tarihten sonra özellikle Musul ve Mezopotamya’daki petrol şirketleri Osmanlı Devleti ile anlaşarak işletme hakları elde ettiler.11 

Birinci Dünya Savaşı sırasında Irak’a yerleşme planını uygulamaya başladı. Osmanlı Devleti’nin İngilizlere burayı kaptırmamak için yaptığı cihat çağrısı yapması hiçbir işe yaramadı. Aşiret mensupları kimde para varsa kimin kazanma şansı fazla ise onun için dövüşen ya da tarafsız kalan kişilerdi. Bunların çoğu savaşa karışmamayı tercih ederek savaşın sonunda karar vermeyi bekliyorlardı. İngilizler ekonomisi çökmüş olan Osmanlı’ya göre çok zengindiler. Savaşta daha fazla para harcadılar. Osmanlı’nın cihat çağrısı güçlü ve yorulmamış bir ordunun ve aşiretlere verilen altınların yerini tutmadı. İngiltere, emellerini gerçekleştir mek için casusluk ağını bütün Irak’a yaymıştı. Cepheye on kat fazla kuvvet yığdıkları tespit edildiği hâlde, Bağdat’taki ajanları yoluyla kuvvetlerinin çok az olduğunu ileri sürerek yanıltıcı bilgiler yaymışlar, birtakım manda sürülerini asker gibi göstererek Türkleri aldatmışlar, bir saldırıdan korkuyor imajını yaratmışlar ve herkesi bunlara inandırmışlardı. Zaman zaman Bağdat’a propaganda içeren Osmanlıca ve Arapça beyannameleri uçaklarla atmışlar ve Türk askerini firara zorlamışlardı. Irak’taki aşiretleri yanlarına çekmek için büyük paralar harcadılar. Osmanlı Devleti de askere alınan Araplara, Türk askerine göre üç-dört maaş fazla para verdilerse de onlar İngilizlerden de para alarak 
onlara bilgiler sızdırdılar.12 

Almanya’nın da Osmanlı Devleti’nin topraklarında gözü vardı. Almanya ucuz mallar sevk ederek Osmanlı’nın dış ticaretini kendine bağlamış ve Berlin-Bağdat demir yolu inşasını üzerine almıştı. Aslında Osmanlı topraklarında ilk demir yolu yapma düşüncesi İngiltere’den gelmiş; ama yapım işini Almanya ele geçirmişti. Demir yolunun Orta Toroslardan geçmesi, Almanya’nın Doğu Akdeniz’i kontrol etme amacına yönelikti.13 Alman kolonistler, 1892’de, demir yolunun geçtiği yerlerin Almanlara verilmesi gerektiğini öne sürmekteydiler. Bunun karşılığında Almanya, diğer devletlere karşı Osmanlının toprak tamlığını koruyacaktı. 

1908 Meşrutiyetinden sonra bir süre duran demir yolu projesi, ittihatçıların iktidarı ele geçirmesi ile yeniden başladı. Bağdat demir yolu, Alman emperyalizm ini hızlı bir şekilde Anadolu’dan Mezopotamya’ya doğru yaymış ve Almanya’yı baş rakibi İngiltere’nin sömürgesi Hindistan’a doğru ilerletmişti. Almanya’nın düşüncesi demir yolu projesi ile Orta Doğu’yu ve Osmanlı’yı elde tutmaktan kaynaklanmaktaydı. Şunu da kabul etmek gerekir ki Osmanlı Devleti de demir yollarından yararlanmıştır. Tarımsal üretim, yapılan hastane ve istasyonlarda halkın yaşam düzeyi artmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda en az üç aktarma yapılması nedeni ile demir yollarından Osmanlı ve Alman devletleri faydalanamamış, savaş sonunda ise demir yolları İtilaf devletlerinin eline geçmişti.14 

1890’larda, Mezopotamya’nın petrol yatakları İngiltere’nin elinde idi. Bu da Alman emperyalizmini endişelendiriyordu. Her ne kadar henüz petrol 
tam olarak çıkmamış ise de bölgede petrol olduğu biliniyordu. 1901’de Alman Teknik Komisyonu, yaptığı çalışmanın raporunda, buranın bir petrol 
gölü olduğunu belirtmekteydi. Amerika, Osmanlı Devleti’nden petrol arama hakkını almıştı. Almanlar buradaki petrolün Kafkasya’ya göre daha kârlı 
olduğunu düşünüyorlardı. Deutsch Bank, 1904’te Bağdat demir yolunu başlatmak için Fırat ve Dicle’de petrol arama şartını da getirmişti.15 Deutsch 
Bank, Mezopotamya’daki petrolü ele geçirmek için mücadeleye girdi ve 1912’de petrolden yüzde yirmi beşlik bir hisseyi ele geçirebildi.16 Ancak 
Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgi bütün haklarının kaybına neden oldu. 

Fransa’nın Orta Çağlardan beri Suriye üzerinde gözü vardı. Kapitülasyonlarla Suriye’de ticari haklar nedeni ile söz sahibi oldu. 1840 ve 1860 Lübnan olaylarında Fransa, Marunileri; İngiltere de Dürzileri desteklemiştir. Avrupa’nın buraya karışması ile, sakin bir hayat süren Lübnan halkı kargaşa içinde kalmıştır. Fransız gemileri 1913’te Suriye’ye geldiklerinde Fransız taraftarları coşkun ve heyecanlı gösteriler yapmışlardı. İngiltere ile siyonistler Filistin’de bir Yahudi yurdu istemekte, Fransa’da kendi çıkarları açısından buna karşı çıkmaktaydı. 

Fransa, Doğu Akdeniz’de bir köprü başı tutmak amacıyla mücadele veriyordu. Çünkü Fransa’nın ekonomik çıkarları bunu gerektiriyordu. Fransa pamuk gereksiniminin o/o 7,4’ünü kendi sömürgelerinden, geri kalanını ABD ve İngiltere’den sağlıyordu. Bu yüzden Fransa başta Adana olmak üzere 
Maraş, Urfa, Antep’i hedef olarak benimsemişti. 1919’da Fransız Mühendis Achort Çukurova’yı dolaşmış ve hazırladığı raporda, Marsilya’ya uzak 
olmayan Kilikya’nın Fransa’nın bütün pamuk gereksinimini karşılayabileceğini, bu yüzden Kilikya ile kuzey Suriye’nin ellerinde olmasının gerekli olduğunu vurgulamıştı.17 Birinci Dünya Savaşı sırasında da bu bölgeler gizli anlaşmalar ile İngiltere ve Fransa’ya bırakılıyordu. Bu yüzden Çukurova bölgesi işgale uğrayacaktı. Fransızlar, İngilizlerden devraldıkları bölgede tehcir edilen Ermenileri toplamak, böylece Ermenilerden yararlanmak istiyorlardı. Fransızlar, sözde Çukurova’da bir Ermeni devleti kurma vaadiyle onları aldatıyorlardı. Bölgeyi terk etmek zorunda kalırlar ise Türk Devleti ile Suriye’de yaşayan Araplar arasında tampon bir devlet oluşacak ve Müslümanların birleşmesi önlenecekti.18 Aslında Fransız eski başkanlarından Brand, 27 Mart 1920 günü Fransa Parlemontosunda (Sykess-Picot Anlaşması ile) Kilikya, Adana, Mersin’den İskenderun ile Diyarbakır ve Van Gölü’ne kadar olan toprakların Musul’u da içerecek biçimde Fransa’ya ayrıldığını hatırlatmış ve “Musul, İskenderun’un 
hinterlandıdır. İskenderun da bu bölgenin doğal bir mahrecidir. Fransa, pamuktan mahrumdur. Adana’daki pamuk bu bakımdan son derece 
önemlidir.” diyerek Fransa’nın tutkularını dile getirmişti.19 Musul meselesi daha sonra, gizli anlaşmalarda yer aldığı gibi uygulanmayacak, Suriye’ye 
karşılık Fransa, Musul’u İngiltere’ye bırakacaktır. 

Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin amacı mütareke masasına oturmadan önce Gayyare’deki petrol kuyularını ve Musul şehrini ele geçirmekti. 6. Ordu 26 Ekim 1918’de Kerkük’ü boşalttı. Aynı gün Kerkük de düşmüştü. Musul terki imkân olduğu kadar geç yapılacaktı. Ancak Halep düştüğü için Musul’un elde tutulması zordu. 6. Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa elinden gelen gayreti gösterdi ve 30 Ekim’de mütareke imzalandığında Musul’a İngiliz kuvvetleri giremedi. Ali İhsan Paşa, savaşa son vermek için İngiliz Komutanına 31 Ekim’de bir mektup gönderdi. İngiliz komutan, Mondros’tan habersiz gibi davranarak kan dökülmeden Musul’un kendisine verilmesini istedi. 2 Kasım’da Sadrazam İzzet Paşa, şehrin boşaltılmasını Ali İhsan Paşa’ya bildirdi. İngiliz komutan Mondros’un 7. maddesine gör, Musul’un boşaltılmasını, 16. maddeye göre, Osmanlı kuvvetlerinin kendisine teslimini istiyordu. 8 Kasım’da İngiliz birliği Musul’a geldi ve 9 Kasım’da Ali İhsan Paşa, kuvvetlerini ve ordunun silahlarını teslim etmeyerek Musul ’dan ayrılarak Diyarbakır’a geldi20. Musul’un Misakımillî sınırları içinde olduğu tartışması, düşmesinin Kasım başında olmasından kaynaklanmaktadır. 

Nitekim, Mustafa Kemal Paşa, Ankara’ya geldiğinden bir gün sonra, 28 Aralık 1920’de Ziraat Okulunda yaptığı konuşmada Musul’un mütarekeden önce bizim hudutlarımız içinde olduğunu, dolayısıyla bizde kalması gerektiğini duyurmuştu 21.Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra: 

1 Mayıs 1920’de Mecliste yaptığı konuşmada, Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin millî hudutlar içerisinde olması gerektiğini ifade etmiştir.22 

Büyük zaferden sonra, 24 Ekim 1922’de United Press Muhabirinin “-Petrol arazisini talep edecek misiniz?” sorusuna” Musul vilayeti hudut-u millîmiz 
dâhilindedir” diyerek23 Musul hakkındaki düşüncesini ifade etmişti. 

Lozan Konferansı’nda, Musul hakkında İngiliz ve Türk heyetleri arasında büyük tartışmalar yaşandı. İngiltere’nin konuyu Cemiyet-i Akvam’a (Birleşmiş Milletler) getirmek fikri Türkiye tarafından; plebisit fikri de İngiltere tarafından benimsenmedi. Konunun iki devlet arasında bir sene sonraya bırakılıp görüşülmesi, anlaşma olmazsa Birleşmiş Milletlere getirilmesi, Fransa ve İtalya tarafından da benimseniyordu. Sorun ilk kez 26.11.1922’de İsmet Paşa ile Lord Curzon arasında yapılan özel görüşmede ele alındı. Sonraki günlerde de İngiltere, Musul’u kesinlikle vermeyeceğini tekrarladı. İsmet İnönü, Musul petrollerinden hisse istedi ve Turkish Petroleum Company’ye ortak olmak istendiğini ve bunun için para ödeneceğini belirttiyse de bunun olanaksız olduğu Lord Curzon tarafından beyan edildi. Bunun yerine Irak’a ayrılan o/o 20’lik payın bir kısmının verilebileceği belirtildi. 5 ve 6 Aralık 1922’de gerçekleşen görüşmelerde Rıza Nur, Musul vilayetinin Türkiye’ye verilmesi hâlinde, bütün isteklerini kapsayan bir barış anlaşması imzalayacakları önerisini getirdi ise de Lord Curzon bu öneriyi de reddetti .Lord Curzon’un önerileri 8 Aralık 1922’de İsmet Paşa’ya iletildi. Buna göre İngiltere, Arapları terk etmeyecek, Kürtlerin yaşadığı Koysancak, Revandiz, Süleymaniye kazalarını da içine alan Kürt bölgelerini Türkiye’ye vereceklerdi. Ama Erbil, Kerkük gibi Türkçe konuşulan yerler bizim için daha iyi olabilirdi. Bu öneri hem İsmet Paşa hem de Londra Hükûmeti tarafından reddedildi. Her iki taraf da Musul konusunda kararlıydı. 21 Aralık 1922’de Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa’ya orduların hızla hazırlanmasını emretti. Harekat planına göre Doğu Trakya ve İstanbul’un işgaline eş zamanlı olarak Musul’a operasyon düzenleme emri verildi İsmet Paşa’nın barış ümidi zayıftı. Rauf Bey, her ihtimale karşı ordunun hazırlıklı olduğunu bildirdi. 25 Aralık 1922’de Musul sorunu hakkında Mecliste bilgi veren Rauf Bey, Musul 
konusunda umutlu olduğunu söylüyordu. Ancak İngiltere de herhangi bir olay karşısında hazırlıklıydı ve ordusunu hazırlıyordu. Lord Curzon, 26 Aralık’ta, 
İtilaf devletlerinin Türkiye’ye barış yasası vereceklerini, bunu ya kabul ya da reddetmelerini isteyeceklerini bildiriyordu.24 Çeşitli konuşmalar oluyor; ama 
sonuç alınamıyordu. Gerek Musul gerekse diğer konulardaki anlaşmazlıklar nedeni ile 20 Kasım’da başlayan konferans 4 Şubat 1923’te kesildi. İsmet 
Paşa ve heyeti gizli meclis toplantılarında konuyu gündeme getirdiler. 

Karşılıklı notalar sonuç vermedi. Ankara’ya gelen Hasan Bey, 1 Ocak 1923’te Meclisteki gizli oturumda, İngilizlerin geri adım atmayacaklarını açıklayıp İngiltere’nin ve heyetimizin bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getirmişti: “Musul Meselesinde de az çok teati-i efkâr edilmiş ve İngiltere’nin bizim heyet-i murahhasaya yazdığı muhtıra ile nokta-i nazarlarını bildirmişlerdir. Bunda tarihî, siyasi, ırki, iktisadi birçok esbap ve delâ ile istinaden (delillere dayanarak) Musul’un Irak’ın bir cüzi olduğu ve Irakla kalması meselesi üzerinde nokta-i nazarlarını bildirmişlerdir. Buna mukabil aynı esbap ve delil üzerine Lord Curzon’a İsmet Paşa tarafından suret-i hususiyede bir muhtıra verilmiş ve Musul’un Türkiye’de, bizim hâkimiyetimizde kalması kati olarak bildirilmişti.”25 

Sonraki görüşmelerden sonuç alınamadı. 17 Ocak 1923’te Musul için iki tarafın savaşmayacağı, bu yüzden konunun Birleşmiş Milletlere getirilmesi önerildi. 27 Ocak’ta İsmet Paşa, Musul’dan vazgeçilmesi şeklindeki raporunu hazırladı. Bu rapora, karşıt görüşteki Hasan ve Rıza Beylerin görüşlerini de ekledi.26 

25 Ocak 1923’te Meclisteki gizli görüşmelerde Vekiller Heyeti adına konuşan Hüseyin Rauf Bey, Musul’un bize ait olduğunu, bunu delillerle ispat 
edeceklerini Lord Curzon’a söylediklerini, Lord Curzon ise verdiği cevapta, Musul’un Irak’a yani kendilerine ait olduğunu, anlaşamazlarsa konuyu 
Cemiyet-i Akvama getireceklerini, Türk delegelerinin bunu kabul etmediğini; ama Fransa ve İtalya’nın bu konuda İngiltere’yi desteklediği bilgisini 
vermişti.27 28 Ocak 1923’te, Türkiye Büyük Millet Meclisindeki gizli oturumda İcra Vekilleri Başkanı Rauf Bey’in konuşması ile Musul meselesi yine gündeme 
geldi. Maddeler hâlinde Türk temsilcilerinin uygulayacağı hususlar tespit edildi ve gönderilecek yönerge oy birliği ile onaylandı28 . 

Mustafa Kemal Paşa, 30 Ocak 1923’te, İzmir’de Musul’un ana vatandan koparılamayacağını, Milletler Cemiyetinin bu işe ilgisinin bulunmadığını belirtti.29 Bunlar büyük bir ihtimalle, İngiltere’den ödünler koparılması için söylenen sözlerdi. Musul için savaş yapılması düşünülmüyordu. Bunlar, fanatik ve hayal peşinde olanların heyecanını yatıştırmak için söylenmiş sözlerdi. Nitekim bir gün sonra, Türk delegasyonu barış için Musul konusunda İngiltere ile uzlaşmak gerektiğini açıklıyordu. Bu seferki yazıda yalnızca İsmet Paşa’nın değil, Rıza Nur ve Hasan beylerin de imzaları vardı. İsmet Paşa, Musul meselesinde Milletler Cemiyetine başvuru hususunu 4 Şubat 1923’te kabul etti. Ancak Fransa ve İtalya ile olan mali ve hukuksal konularda tam uzlaşma olmadığı için konferans kesildi. İsmet Paşa, geri döndükten sonra Mecliste yaptığı konuşmada, Musul meselesinin şimdilik sonraya bırakıldığını, bir sene içinde İngiltere ile görüşüp sorunu çözeceklerini, anlaşma olmazsa Milletler Cemiyetine başvurulacağını beyan edince Mecliste büyük tartışmalar ve gürültüler oluştu. İsmet Paşa, daha sonra “Mesail-i araziye, bilfiil işgal etmediğimiz bir yeri işgal etmek, o/o 99 
oraya silahla inmeye mütevekkiftir (uygundur). Bu her memlekette ve bizim memleketimizin tarihinde de baştan aşağı böyle olmuştur... Vaziyeti olduğu 
gibi söylüyorum... 

Arada yine müttefiklerin vesait-i lâzimesi (gerekli vasıtaları) mevcuttur. 
Bununla sizin kararınız üzerine tesir etmek istemiyorum. 

Biz bir noktayı silahla alabiliriz veyahut alamayız veyahut almak için teşebbüs ederiz, etmeyiz. O başka bir meseledir. Siyasi olan vaziyet heyet-i umumiyesiyle (genel hatlarıyla) budur” diyerek30 konunun savaş ya da barışla çözülebileceğini, Meclisin bu konudaki düşüncesini sormuş; ancak 
kendisinin barış taraftarı olduğuna da işaret etmiştir. Erzurum Milletvekili Durak Bey, Musul’un bir sene sonraya bırakılmasının doğru olmadığını, 
Türkçede Sona kalan dona kalır diye bir atasözü olduğunu, böyle bir kararın Musul’un kaybı demek olduğunu, Musul’u kaybedince doğuda bir yerimizin 
kalmayacağını öne sürmüştür.31 İzmit Milletvekili Sırrı Bey, Misakımillî’den vazgeçilmeyeceğini bütün dünyaya duyurduklarını öne sürüp Heyet-i 
Vekiliyeyi, Misakımillî kavramına sadık mı değil mi bunu düşünmesi gerekir diye itham etmiştir.32 Erzurum Milletvekili ve İcra Vekilleri Heyeti Başkanı 
Hüseyin Rauf Bey, projenin incelendikten ve kabul edilmemesinden sonra karar verip harbe başlamak, bunun için de çok düşünmek lazım dedikten 
sonra, diğer izahatlara geçmiş, Musul meselesinin bir sene sonraya bırakılıp bir sene sonra İngiltere ile görüşmeyi, anlaşma olmazsa meseleyi Milletler 
Cemiyetine bırakmak istediklerini izah etmiştir.33 Antalya Milletvekili Rasih Efendi’nin “Heyet-i Vekiliyenin böyle düşüneceğini hiç tasavvur etmezdik” 
sözünü iki kez tekrarlaması üzerine Hüseyin Rauf Bey, Cemiyet-i Akvam kelimesinin Misakımillî’de yer almadığını öne sürmesi üzerine, Karahisar-ı 
Sahip Milletvekili Hulusi Bey “Sulh olamayacak.” hitabına da “Biz harbi sulh için yapıyoruz. Sulhu harp için yapmıyoruz ve behemal (elbette) sulha 
muvaffakiyetle dâhil olacağız. Gayet haklı.” cevabını vermiş. Sözleri inşallah sesleri ile kesilmiştir. Hulusi Bey’in “İstediğinizde şekil de yok.” sözlerine de 
“Az zamanda başarılı olacağız” diye karşılık vermişti. Karesi Milletvekili Basri Bey’in “Misakımillî’den gayri sulh yoktur. Cemiyet-i akvam yok idi o zaman” 
şeklindeki itirazına “ Musul’u talik etmek (tehir, belli bir zamana bırakmak) ve icap ederse harp etmek imkânını elde tutarak (gürültüler)... Müsaade buyrun 
elde tutarak sulh için teşebbüste bulunmak. Sulh için müşterek kanaatimizdir zannediyorum. Bir teşebbüsümüz de akim neticesiz) kalacak. Kalabilir. 
Sarih (açık) söylüyorum, maruzatım harp midir... Sulh çıkmayacaktır. Ve kuvvetle bu kararları verirken bunu teemmül ederek (etraflıca düşünerek) 
bunu da bilerek yapıyoruz.” Dedikten sonra henüz karar verilmediğini, kararın bu Mecliste alınacağını açıklamıştır. Daha sonraki konuşmalarında bu konuda kendi fikrini, büyük bir olasılıkla hükûmetin düşüncesini savaşa hayır şeklinde açıklamıştır: “Yani bu muahedeyi atıyoruz. Harp ediyoruz, biz bu fikirde değiliz ve daha heyet-i celileniz (yüce heyetiniz) bu fikir ve mütalaatta değildir.”34 

27 Şubat 1923’te Musul konusunda süregelen bu tartışmalar, Mecliste heyecanlı bir hava yaratmıştır. Siirt Milletvekili Necmettin Bey, Hüseyin Rauf Bey’e, geçen toplantılarda Musul’un çok önemli olduğunu, burayı terk etmenin doğu vilayetlerinin hepsinin terki demek olduğunu öne sürdüğünü, bu fikirlerinin değişip değişmediğini sordu. Hüseyin Rauf Bey, fikirlerinin değişmediğini; ancak mesenin Cemiyet-i Akvama devredileceğini öne sürmüştü. Ama Rauf Bey’e itirazlar ve sataşmalar artmıştır. Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey’in Musul’un Misakımillî sınırları içinde mi sorusuna Rauf “İçindedir.” cevabını vermiştir. Antalya Milletvekili Rasih Efendi’nin, o cephedeki askerin terhisi Musul’u kaybını, terhis edilmemesi savaşa neden olacağını belirtmesi üzerine, Rauf Bey Genelkurmay Başkanlığının gerekeni yapabilecek kudrette olduğunu söylemekle iktifa etmiştir. 

Çeşitli konuşmalardan sonra, Mustafa Kemal Paşa söz almış, Musul meselesinin bir sene sonraya bırakılmasında zarar olmadığını, buna izin verilmezse ne yapmaya mecburuz sorusu sorulduğunda “ Musul’u vermemekte ısrar edersek muharebeye dâhil oluruz. Binaenaleyh, Musul meselesini bir seneye kadar hâlletmek üzere talik edip sulha geçmek ve muharebeyi kabul etmek mümkün müdür, kabil midir ve faideli midir? Bu muhakemeyi suhuletle (kolaylıkla) yapabiliriz ve bunun için zannetmem ki vaziyet-i askeriye hakkında vaziyet-i hariciye hakkında fazla malumata arz-ı ihtiyaç arz edersiniz. Fakat lazım görülürse Musul meselesini müspet veya menfi bir surette hâllederiz” dedikten sonra, Sırrı Bey’in “Heyet-i Murahhasa’yi mahvetmiş. Heyet-i Vekiliye, Misakımillî’yi feda etmiş” sözlerine temasla Misakımillî’nin ne olduğunu anlatmıştır. 

“ Ben diyorum ki Sırrı Bey, Misakımillî’nin ne olduğunu anlamamıştır. 
Misakımillî’nin ne olduğunu evvela anlamalı, ondan (sonra) mütecavizlerin kimler olduğunu meydana koymalı. Efendiler arazi meselesi ve hudut meselesi 
Misakımillî’nin, mâlûm-u aliniz, birinci maddesinin daire-i şümulundadır. 
Misakımillî şu hat bu hat diye hiçbir vakitte hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve heyet-i celilenin isabet-i nazarıdır. Yoksa bu 
haritası mevcut bir hudut yoktur. Bunun için de yapılmış olan işlerde veya yapılması teklif olunan işlerde hiçbir vakitte buna tasarruf edilmemiştir. 
Bilakis (tersine) riayet edilmiştir.” Daha sonra, Musul meselesine değinerek bunun tehirinin Musul’dan vazgeçmek demek olmadığını şöyle ifade etmiştir: 
“Musul meselesini muharebeye girmemek için bir sene sonraya tâlik etmek demek ondan sarf-ı nazar etmek demek değildir. Belki bunun istihsâli (elde 
edilmesi) için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamana intizârdır (beklemedir). 

Bugün sulh yaparız, bir ay sonra, iki ay sonra Musul meselesini hâlletmeye (çözmeye) kıyâm ederiz (kalkarız). Fakat bugün Musul meselesini hâlletmek 
istediğimiz vakit bu meselede karşınıza yalnız İngiliz değil, Fransa, İtalya, Japonya ve bütün dünyanın düşmanları vardır. Yalnız karşı karşıya kaldığımız zaman İngilizlerle karşılaşacağız.” Mustafa Kemal, daha sonra, savaş ile Musul’u almanın kolay olduğunu; ancak o zaman da yeni bir açılacağını, bunu da düşünmek gerekeceğini de hatırlatmıştır.35 

Sırrı Bey, Mustafa Kemal Paşanın Misakımillî’yi anlamadığı yolundaki ithamına üzülmüştü. Söz alarak bizzat Misakımillî’kendisinin yazdığını söyleyince Mustafa Kemal Paşa da “ Keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok bela koydunuz. Yani bugün katiyeti ihlâl eder sözlerden başka bir şey yapmadınız.”36 cevabını vererek Misakımillî’nin tam ve mükemmel olarak hazırlanmadığına, eksikliklerinin bulunduğuna dikkat çekmiştir. 

4 Mart Cumartesi günü, Erzincan Mebusu Hüseyin, İsmet Paşa’ya, Musul meselesi bir sene içinde uygun bir şekilde çözümlenmezse ne olacaktır? Savaş mı yapılacak yoksa Musul’dan vaz mı geçilecek sorusunu yöneltince İsmet Paşa, savaş ve sulhun Meclisin alacağı kararlar olduğunu hatırlatmıştır.37 Fanatik düşüncelerle hareket etmeyip ılımlı ve olumlu konuşanlar da vardı. Nitekim aynı gün, Edirne Milletvekili Şeref Bey, Misakımillî’nin muhakkak savaş yapmayı gerektirmediğini, milletin çok acılı günler yaşadığını, Milletler Cemiyetinde sonucun oy birliği ile alındığını, Türkiye’nin aykırı oy kullanması hâlinde karar alınamayacağını ileri sürdü.38 Daha sonra, Rauf Bey de, Musul meselesinin sonraya bırakılmasının yararlarından söz etti.39 Aynı gün, ikinci oturumda, Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey, İngiltere’nin kendileri için en büyük düşman olduğunu, İngilizlerden dost olmayacağını öne sürerek Musul için “Musul’u bugün vermeyen ne için yarın versin? Gayesi orada bir Kürt Hükûmeti teşkil edip senin memleketini parçalayıp neticede bir Ermenistan teşkil etmek değil midir? -Kürdistan size söylüyorum- Kürdistan Hükûmeti yapamaz. Kürdün 
lisanı yoktur. Yazısı yoktur. Kürdün harfi yoktur. Yarın oralarda Ermeniler hâkim olacak.” dedikten sonra, Cemiyet-i Akvam Musul’u vermezse savaşarak alırız demenin aldatmaca olduğunu ileri sürmüştür.40 Kürt sorunu daha o sıralarda tam olarak ortaya atılmıştı. Rusya’nın da daha sonra belirttiği üzere Türkiye’nin yumuşak karnı olan bu sorun ileriki tarihlerde de sık sık ortaya atılacaktır. Bu bazen gizli, bazen açık olarak ortaya atılacak. Kürtler de bundan cesaret alarak harekete girişeceklerdir. Hüseyin Avni Bey’in daha sonraki konuşmaları da hep bu yoldadır. 

5 Mart 1923’te Sırrı Bey, Kürtlerin bizimle yaşaması gerektiğini ispatlayan pek çok sözün edildiğini; ancak İngiltere Musul’da kendi çıkarı için Kürt Devleti kurarsa İran’daki Kürtlerin de buraya geleceğini, İngiliz terbiyesi içinde yetişecek bir toplumun Türkiye ve İran için tehlike oluşturacağını öne sürüp İngiltere’nin amacını “Zaten İngilizlerin gayesi de hiçbir yerde kuvvetli bir İslam Hükûmeti bulunmamasına matuftur.” şekline ifade etmişti.41 Sırrı Bey, bu düşüncesinde yanılıyor. İngiltere daha önce de belirttiğimiz üzere burada bir Kürt devleti kurmayı düşünmüyor. Bunu hem İran devletinden çekindiğinden hem de kendi çıkarlarına aykırı olduğu için doğru bulmuyor. Zaten bu tarihlerde, Kürtlerin de ne liderleri ne de böyle bir istekleri mevcuttur. Bu konu silah tüccarları ve çıkarı olan diğer Avrupa devletleri tarafından ileride kullanılacaktır. Menteşe Milletvekili Tevfik Rüştü Bey, şimdiye kadar iki tarafın ortaya koyduğu önerileri açıkladıktan sonra, Musul meselesi konferansta çözülmüş olarak gelse idi iyi olacaktı dedikten sonra kendi düşüncesini “Kanaatimizi ne için gizleyelim? Heyet-i murahhasa bunu bu şekilde idi, itiraf ederim ki arkadaşlar kendi namıma söylüyorum, sulh 
bizatihi büyük... belki bu kadar yıpratmayacak ve itiraz edilmeyecekti. 
Fakat getirilememiştir ve getirilemez. Binaenaleyh (Bundan dolayı), bu şekilde sulha gitmek ve sulha doğru hareket yapmak ve sulh olmayınca o sulhu 
harben almaya samimi bir fikirde bulunduğumuz kanaatindeyim.” tarzında açıklar ve meselenin Cemiyet-i Akvama getirilmesinin de bir kâr olduğunu 
savunur. Aynı gün dördüncü toplantıda, Erzurum Milletvekili Ali Şükrü Bey, Musul sorununu bir sene sonraya bırakmanın ayıp olduğunu, İngiltere’nin 
Irak’tan çekilmek istediğini, Avam Kamarasında Irak’ın boşaltılmasını istemeyenlerin çok az bir farkla kazandıklarını, bunun Musul meselesini bir 
sene sonraya bırakmak istememizden kaynaklandığını, Lozan Heyetinin görevini tam yapmadığını ileri sürmüştü.42 Ali Şükrü Bey, bunda yanılıyor. 
Musul meselesinin bir sene sonraya bırakılmasını Lozan Heyeti değil, İngiltere ısrarla istemiş, Fransa ve İtalya da kendisine destek vermişti. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,




***

1860-1861 CEBEL-İ LÜBNAN’DA MARUNİ DÜRZİ ÇATIŞMALARI,


1860-1861 CEBEL-İ LÜBNAN’DA MARUNİ DÜRZİ ÇATIŞMALARI,


SUNUŞ 

Genelkurmay ATASE Başkanlığı tarafından düzenlenen ‘’XVIII. Yüzyıldan Günümüze Orta Doğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri’’ konulu On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu 04 - 06 Nisan 2007 tarihleri arasında İstanbul’da yapılmıştır. 

On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’na üniversitelerin değerli öğretim üyeleri ile Silahlı Kuvvetlerde muvazzaf ve emekli personel katılmış, salonda iki gün süreyle 20 adet bildiri sunulmuştur. 

Bugün Orta Doğu’da meydana gelen kültürel, toplumsal, siyasi, askerî ve iktisadi her sorun, jeopolitik konumundan dolayı Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Tüm bu gelişmelerin ve Türkiye’ye olan etkilerinin kavranabilmesi açısından Birinci Dünya Savaşı öncesinden XXI. yüzyıl başlarına kadar Orta Doğu‘daki siyasi, askerî, ekonomik ve toplumsal gelişmeler ve Orta Doğu’ya yönelik politikalar tarihsel süreç içerisinde yeniden ele alınmıştır. Sempozyumda yer alan bildiriler konuları itibarıyla önemli bir boşluğu doldurmaktadır. 

Eser, On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’nda zaman yetersizliği nedeniyle sunulamayan 16 bildiriden oluşmaktadır. Bu bildiriler, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Türk Askerî Tarih Komisyonu (TATK) Genel Sekreterliğince düzenlenerek yayıma hazırlanmıştır. 

Ziya GÜLER 
Hava Korgeneral 
ATASE ve Dent. Başkanı 

1860-1861 CEBEL-İ LÜBNAN’DA MARUNİ DÜRZİ ÇATIŞMALARI ÇERÇEVESİNDE OSMANLI’NIN ORTA DOĞU SİYASETİ 

Olcay Özkaya Duman
* Mustafa Kemal Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü. 


Giriş 

İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu rekabetinin esasını diplomasi ve kültür, elçilikler ve konsolosluklar, dinî misyonerler, okullar oluşturmuştur.1 
Bu çıkarımı sorgulama adına Orta Doğu coğrafyasında yer alan Lübnan’ın XIX. yüzyıla değin Osmanlı idaresi altındaki tarihî ve toplumsal dokusunu 
ana hatlarıyla tahlil etmeye çalışacağız. 

Bilindiği üzere, XIX. yüzyıldaki yenilik ve değişim hareketlerinin bir parçası olarak devlet yönetiminde girişilen reformlar çerçevesinde taşrada 
asırlar boyu uygulanan eyalet örgütlenmesinden, Fransa’dan örnek alınan ve o şekilde kurulan vilayet örgütlenmesine geçilmiştir. Bunun ilk örnek 
uygulaması 1861 tarihli Cebel-i Lübnan Nizamnamesi’ne geçilmesi denilebilir.234 

Bu yeni vilayet sisteminin daha sonra Anadolu ve çevresindeki Erzurum, Halep, Suriye gibi yerlerde ve hatta Bosna, Edirne gibi Balkan topraklarında da uygulamaya konulduğu bilinmektedir.5 Vilayet nizamnamesi merkezî otoritenin taşra eyaletlerindeki uygulaması ile uzak eyaletlerde varlığının güçlendirilmesine yönelik oluşturulmuş sistemin kendisi idi. Bu sistemle amaçlanan daha sonra da bahsedeceğimiz üzere öncelikle mevcut otoritenin güvence altına alınması ve bu varlığın çok uzaklarda kendisini korumasıdır. Bu anlamda süregelen işleyişten, o bölgede olup bitenlerden, olması gereken veya olmaması gerekenlerin bölgede işleyişini takip etmek bu sistemde hedeflenen idi. Zamanın tarihsel gerçekliği ve Osmanlı Devleti’nin o zaman içinde bulunduğu siyasal yapı, böyle bir düzenlemenin özellikle Lübnan coğrafyasında uygulama aciliyetini ortaya çıkarmıştı. 

Lübnan’da yürürlüğe giren Nizamname konusunda 1305 tarihli Salname-i Cebel-i Lübnan salnamesi bölgede yeni oluşturulan bu mutasarrıflık düzenini yansıtan önemli bir kaynak olup konuyu inceleme de çalışmaya açıklık getirir Konu üzerinde yapılan genel çalışmaları incelerken çoğunlukla özel nitelikli Arap bölgelerinin önemle vurgulandığını gördük. XIX. yüzyılda Lübnan’ın durumunu ortaya koyan eserlerde araştırmacıların Lübnan ve Filistin’i de kapsayan Suriye bölgesinin coğrafyasını oldukça kapsamlı bir şekilde açıkladıklarını ancak konunun Osmanlı Orta Doğu politikası çerçevesinde yeteri kadar ele alınmadığını görebiliriz. 

Bizim de çalışmamızda faydalandığımız bazı kaynaklardan bahsetmek gerekirse Ma’oz Suriye’deki Tanzimat dönemi yerel yönetim uygulamalarına değinmiş 
ve özellikle meclisi ana konu olarak ele almıştır.Salibi ise 1839’dan 1878’e kadar Lübnan’ın genel görünümünü anlatmaya çalışmıştır. Tibavi’nin ve Fawaz’ın çalışmaları da yine aynı doğrultuda olmakla birlikte özellikle bölgenin ekonomik, demografik yapısı üzerinde durmuştur.Spagnolo ise makalesinde 1860 sonrası Lübnan bunalımını ele almıştır. 

Bölgenin Coğrafi Yapısı 

Cebel-i Lübnan, Trablusşam hizasından Sayda (Sidon) sınırlarına kadar Akdeniz kıyıları boyunca uzanan ve dar bir kıyı şeridi bırakarak birden yükselen bir dağ silsilesinin adıdır. Cebel-i Lübnan, adını karlarla kaplı, gümüş yeşili, ulu sedirlerle süslü ve de kireç taşlı görünümünden de aldığı bilinir.6 

Bölgede harita üzerinde görebileceğimiz yaklaşık 3000 metreye kadar yükselen bir dizi sıradağ bulunmaktadır. Bunların 1. sırasına Lübnan, 2. sırasını Anti-Lübnan dağları denilmektedir. Lübnan ve Anti-Lübnan dağları arasında kalan vadi Beka Vadisi olarak bilinir. Kuzeyden güneye doğru sırasıyla Asi, Litani ve Ürdün Irmaklarıyla sulanan bu vadiden Beyrut’tan Şam’a giden yol geçer. Beka Vadisi’nin doğusunda Lübnanlara paralel olarak uzanan Anti-Lübnan Dağları yükselir. Bu dağların doğusunda da önce Şam Ovası ondan sonra da Suriye Çölü vardır. Şam ovası Anti- Lübnanlardan inen sularla ne kadar verimliyse sudan yoksun Suriye Çölü de o kadar kuru ve verimsizdir.7 

Bölgenin Sosyo-Etnik Yapısı 

Bölgede İslam’ın dışında Hristiyanlık inancı ve onun çevresinde gelişen farklı mezhepler de bulunuyordu. Bunlar arasında bölgede diğerlerine göre daha yoğunlukta önce Maruniler, Rumlar (Katolik-Ortodoks), Süryaniler, Ermeniler (Katolik, Protestan, Gregoryen) gibi kendi içlerinde mezheplere bölünmüşlerdi. Bahsedildiği gibi bölgede Müslüman ve Hristiyan’ın dışında büyük şehirlerde Yahudi toplulukları da vardı.8 

Denilebilir ki Lübnan yüzyıllar boyu Hristiyan ve Müslümanların iç içe yaşamış olduğu gerçeğine sahip bir coğrafyadır. Hristiyanlar içinde en kalabalık mezhep Katolik’i benimsemiş olan “Maruniler” adını verdikleri grup idi; daha sonra “Grek-Ortodoks”lar ve “Grek-Katolik”ler ve son olarak diğerlerine oranla sayıca daha az olan “ Ermeniler” bulunmaktaydı. 

Bölgedeki Müslüman topluluk içinde “Sünni”, “Şii” ve yine bu grupta yer alan ancak diğerlerinden farklı kendilerine özgü gelenek ve ibadet şekilleri olan adına “Dürzi” dedikleri topluluk da vardı. Genel olarak bölgede üç mezhep hâlinde ayrışmış İslam topluluğu yaşamaktaydı.9 

Bölgenin sosyolojik yapısını irdelerken bölgede ağırlığın Maruni ve Dürzi grupları tarafından oluştuğunu biliyoruz. Maruniler, inançları bakımından Katolik kilisesine bağlıydılar. IV. yüzyılda yaşamış olduğuna inanılan Maron isimli bir rahibin kurduğu mezhebi izledikleri ve buna tabi olmayı kabul ettikleri için onlara Maruni denilmektedir. 

Lübnan coğrafyasında var olan bu farklı inanç sistemlerine inanan toplumların çeşitliliği açık ve görünen bir gerçektir. Her bir kiliseden ayrı ve aslında esastan tamamen ayrışmış ayrı doktrinler oluşturmak üzere ayrılan gruplar mevcuttu. Lübnanlı Marunilerin dışında yedi imama inanan Şiiler olan İsmaillerden ayrılarak kendine özgü bir inanç sitemi oluşturan, cevel-ül Ensariye ya da Suriye’nin Cebel bölgesinde yaşayan Nusayriler, Suriye’nin Cebel-i Dürzi yöresinde yaşayan ve İsrail’de de varlığını koruyan daha önce de neye inandıklarını açıklamaya çalıştığımız Dürzi toplulukları gerçeği bölgenin etnikitesini renklendirmiş; ancak bu durum ileriki zamanlarda idari yapıda zorluklar da oluşturmuştur.10 

Akarlı’ya göre Cebel-i Lübnan “Memalik-i Mahrüse-i Şahane’nin bir parçasıydı. Osmanlı Devleti’nin hükümranlık alanı içindeydi. Osmanlı Devleti’nin bu yöre üstündeki hâkimiyetini sürdürmek istemesi doğaldı. Fakat Cebel-i Lübnan, bundan da öte Osmanlı Devleti’nin Avrupa devletler topluluğu içerisinde barınmaya, yaşamaya hakkı olduğunu kanıtlaması için geçmek zorunda olduğu bir sınav hâline girmişti. Aksi takdirde başka birçok vilayet gibi Cebel-i Lübnan da Osmanlı Devleti’nden koparılacaktı. 

Cebel-i Lübnan Suriye’nin kapısı olmak özelliği ile Osmanlı Devleti’nin kolayca vazgeçemeyeceği bir yerdi. Suriye’yi korumaya verilen önem ölçüsünde Cebel-i Lübnan’ı da dış müdahaleden uzak tutmak zorunluydu. Aslında Osmanlı Devleti’nin bölgede neyi hedeflediği de resmî olarak ilan edilmişti ve bu Osmanlı Devleti’nin dış politikasındaki stratejisine de yön verecekti. Bu strateji de Avrupa devletlerine yönelik çeşitli yeni yaklaşımları ortaya koyacaktı.11 

Bu strateji 1861 Nizamnamesi’nin giriş bölümünde Sultan Abdülmecid’in ağzından şöyle ifade edilmişti: 

“Cebel-i Lübnan’ın vuku’at-ı müekkide-i ahiresi kalb-i hümayun-ı şahaneme ne derecelerde tesir ve teessüfü mücib olduğu cümlenin malumudur. Memalik-i Mahrüse-i Devlet-i Aliyyemin her bir tarafında sakin her sınıf teba’amın emniyet ve refahları akdem…” 

Bu Nizamnamedeki bazı hükümler 1864’te değiştirilmişse de esas amacın “cebel-i Lübnan’da sakin ve mutavattın ehali ve teba’anın refah ve emniyetleri”olduğu vurgulanmaktadır.12 Buradan anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti Cebel-i Lübnan’a da en çok güvenlik ve asayiş ile ülkenin huzur ve rahat içinde olmasına önem verdiği ve her sınıf tebaaya eşit davranan adil bir yönetimin kökleşmesini, kısacası kurulan düzenin iyi işlemesini ve yerleşmesini istediği sonucu çıkarılmaktadır. 

Osmanlı Devleti bölgede izlediği siyasetin dış yüzü ile iç yüzü arasında fark ayırt etmemeye dikkat etmiştir. Bu yorumu belgelerin incelenmesi sonucu yapılan çalışmaları inceleyerek edindik. Bölgede asayişin bozulmasının her şeyin üstünde tutulduğu, bu tutumun ardında yatan temel kaygının da her türlü dış baskı ve müdahaleye karşı Saltanat-ı Seniyye’nin hukukunu korumak olduğu anlaşılmaktadır. 

Osmanlı devleti idaresindeki Lübnan bölgesinin sosyal yapısını gözden geçirdiğimizde karşımıza ilk çıkan bölgede özellikle Beyrut’un doğusu ile güneydoğusunda ve “Şuf” adıyla bilinen dağlık yörelerde çoğunlukla Dürzi topluluğunun yaşaması gerçeğidir. Ancak çeşitli feodal beylerin egemen olduğu bu dönemde Dürzi topluluğu içinde birlik kurulamamış çeşitli feodal aileler arasında sürekli bir iç çekişme yaşanmıştır.13 

Aslında XVI. ve XVII. yüzyıllara bakıldığında Lübnan’da sayıca en kalabalık olan Maruniler görünüyordu. Daha çok Beyrut’un doğu ve kuzeydoğusunda yaşa yan Marunilerin sayıca fazla olmalarına rağmen ülkedeki etkinlikleri çok fazla olmamıştır. Ancak devrin güçlü Dürzi aileleri ile yakın ilişkiler kurdukları da biliniyordu.14 XVIII. yüzyılda Lübnan’daki geleneksel Dürzi üstünlüğünün azaldığı görülmeye başlanır. Her şeyden önce Dürzi aileler arasında var olan yoğun çekişmeler gerek sayısal gerek ekonomik açıdan Dürzilerin gücünün azalmasına neden olmuştu. Dürzilerin bu iç çekişmeleri ve tek bir güçlü aile etrafında birlik oluşturamamaları giderek zayıflamalarına ortam hazırlamıştır. Bu dönemdeki esas mücadele, Canbolat ailesi ile diğer Dürzi ailelerinin bünyesinde toplandığı “ Yabaki Grubu ” arasında oluşacaktı.15 

Süreç içerisinde Dürzi aileler arasında yaşanan gelişmeler sosyal yapıyı da farklılaştıracaktı. Dürzilerin önde gelen Şihab ve Abullam ailelerinin iç bünyelerindeki toplumlar ve bir kısmının din değiştirerek Hristiyanlaşması, ki bu da Dürzileri zayıflatan bir başka unsur olarak görülmekteydi. Böylece 
Lübnan’daki geleneksel Dürzi egemenliği azalmaya; buna karşın Maruni Hristiyanlarının ekonomik ve siyasi güçleri artmaya başlamıştır. 

Peki Ne Olmuş da Maruni Hristiyanlarının Zamanla Bölgede Güçleri Artmıştı? 

Önceki paragraflarda anlatmaya çalıştığımız Dürzi aileler ve toplumu içinde zamanla gözlemlenen gelişmeler esasen bu güç dengesinin değişimine neden olmuştur. Ancak bu gelişmelerin dışında bu dönemde Marunilerin ele geçirdikleri bazı üstünlükler süreci kendi lehlerine çevirecekti. Her şeyden önce Maruniler Orta Doğu ile Avrupa arasındaki ipek ticaretinin Lübnan ile ilgili kısmını ellerinde tutmaktan dolayı ekonomik bir üstünlük elde etmişlerdi. Ayrıca Suriye’den gelen çok sayıda Katolik aile dini yönden kendilerine daha yakın gördükleri Maruniler ile kaynaşmaya başlamışlardır.16 

Lübnan Osmanlı idaresi tarafından atanan valiler ile yönetildi. Osmanlıların terk edilen topraklarda uyguladıkları idari tarz Lübnan’daki 
çeşitli din ve mezheplerin dinî, sosyal ve kültürel varlıklarını Osmanlı idaresinde kaldıkları yaklaşık 400 yıl süre ile korumalarını sağladı.17 

Faklı dönemlerde bölgede ortaya çıkmış çeşitli isyanlardan söz edilmektedir. Cebel-i Lübnan’da Ma’anoğulları ailesinin bölgede nüfuzlarını kuvvetlen dirmek ve hâkimiyet tesis etmek için çok defa baş kaldırmış oldukları bilinmektedir. Bu aileden gelen kimselerin III. Murad (1574-1595) zamanında çıkardıkları isyanı Mısır Valisi İbrahim Paşa’nın bastırdığı ancak bu isyandan da önce aynı bölgede isyanların varlığından bahsedilir.18 

Zaman zaman Avrupa devletleri ile temasta bulunan Ma’anoğlu Fahreddin, Floransa dukalığı ile gizli askerî maddeleri bulunan bir ticaret anlaşması imzalamıştır. Ma’anoğlu Kuyucu Murad Paşa’nın kendisini sıkıştıran göreviyle Şam Beylerbeyi Hafız Paşa’yı görevlendirmesi sonucu yoğun baskı altında kalan II. Fahreddin yerine oğlu Ali’yi emirliğe, kardeşi Yunus’u da onun yardımcılığına getirerek 15 Eylül 1613’te Sayda’da Fransız gemisine binerek İtalya’ya geçmiştir.19 

Fahreddin’in bölge üzerinde tekrar yoğunlaştırmak istediği nufuzu ve etkisi kırılmaya ve bu gücün tesisi engellenmeye IV. Murad döneminde çalışılmıştır. Osmanlı Devlet’nin uzun süre uğraştıran bu süreç XVII. yüzyılın ikinci çeyreğinde tamamlanmış olup bölgede Osmanlı denetimi sağlanmış ve düzen bu şekilde devam etmiştir. 

XVII. yüzyılda bölge yönetimine II. Beşir unvanı ile Hristiyan Beşir Şihab’ın atanmasıyla Hristiyan unsura güç verilmiş olunur. II. Beşir 1840’a dek Avrupa devletlerinin desteğini almıştır. Esasen Lübnan’daki Osmanlı Valisi Cezzar Ahmed Paşa ile arası iyi olmayan Emir Beşir gene de Osmanlı idaresi ile ilişkilerini her zaman sıkılaştırmaya da özen göstermiştir.20 

Lübnan’daki idari yapı Emeviler hâkimiyetinden sonra iki kaymakamlık dönemi yaşamıştır. 3 Eylül 1840’ta Osmanlı idaresinin III. Beşir’i Lübnan emirliğine ataması sonrası bölgede iç siyasi dengeler değişmiş ve buna paralel olarak gelişen Dürzi-Maruni beyler arası iç çatışmalar gerçekleşmiştir. 1830’larda başlayan ve 1840’lara değin aralıklarla süregelen ayrılıkçı gruplaşmalar bölgede feodal yapıyı zaman içinde güçlendirmiştir. Emir adı verilen bu yerel idarecilerin merkezî otorite boşluğundan yararlanarak güçlendikleri ve Osmanlı idari yapısı için tehdit oluşturdukları görülmüştür.21 Bu sürece ayrıntıları ile değineceğiz. 

1860 Sürecine Nasıl Gelindi? 

1845 öncesi bölge, Osmanlı idari yapısı altında oldukça düzenli bir şekilde, Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve bir süre sonra da oğlu İbrahim Paşa’nın idari reformlarıyla yönetiliyordu. Bölgede yaşayan yerli halkın refahı ve eşitliği kanunlarla korunuyordu. Öte yandan etnik yapının çok renkli olması, idari konularda özel yasaların hazırlanmasına neden oluyordu.22 

Lübnan’da 1845 ortalarından başlanarak Osmanlı yönetimine ve Feodal yapıya karşı yer yer ayaklanmalar çıktığı, bu arada Dürzilerle Maruniler arasında çatışmalar da yaşandığı görülüyor. Bu huzursuzluk 1859 ve 1860’larda giderek çoğalmış ve iki topluluk arasında genel bir gerginliğe yol açmıştır. Bu gerginlik 1860’ta belirginleşmiş.23 

Bölgede Tanzimat Fermanı’nın da tesis edilmeye çalışıldığı bu dönemde sürekli Dürziler ve Maruniler kendilerine özel imtiyazlar talep ve iddia ediyorlardı. Emir Kasım’ın Hristiyan olması ve Marunileri himaye etme yönünde yaptığı girişimler Dürzilerin isyanına neden oldu. Emirlik merkezi sayılan Duyr-ul Kamer’de Dürzi kabile reislerinden bazılarının tahriki ile Marunilere saldırıldı. Bir süre sonra olaya Sayda Müşiri el koydu. Olaylar Dar-ul Kamer’den civar bölgelere kısa sürede sıçramıştı.24 

Kaynaklara göre bölgede Dürzilerin yanı sıra Nusayriler, Yahudiler, Mütevaliler, Rafiziler, Güneş’e ve Ay’a tapanlar, Yezidiler, Araplar da Suriyede’ki karışıklıklara katılmışlardı.25 Ayaklanmaların kızışmasıyla isyan, 

Lübnan Dağlarını aşmış Biga’dan Zahlen’e kadar yakın bölgelere de sıçramıştır. 1860’da Lübnan’da başlayan iç karışıklıklar Şam’da büyük bir Hristiyan katliamını ateşledi. İç karışıklıklar bir ticari kriz anında Osmanlı reformlarına ve Avrupalıların bu reformla bağlantılı olan çıkarlarına muhalefetin bir ifadesi gibiydi denilebilir. Bu gelişme Avrupalı güçlerin müdahalesine sebep olmuş ve bu süreç sonunda da açıklamaya çalışacağımız söz konusu özel bir rejimin bu bölgede kurulmaya çalışılmasına yol açacaktır. 

Şam, Beyrut dışında daha pek çok kent 1860 yılında iç karışıklıklara maruz kalmıştır. Kimi kaynaklara göre bu karışıklık ve isyanlar da Lübnan’ın 
sosyoekonomik yapısında, daha Mehmed Ali Paşa’nın işgali sırasında başladığını bildiğimiz değişikliklerin, Şekip Efendi düzeniyle26 hızlanıp kuvvetlenmesinde etkili olmuştur.27 

Osmanlı Devleti Lübnan’a olağanüstü yetkilerle Şekip Efendi’yi göndermiştir. Bu görev atamasında büyük devletlerin baskıları olduğu da bilinmektedir. Şekip Efendi “Şekip Efendi Düzeni” olarak da tanımlanan tedbirleri uygulamaya koydu; halkın elinden silahları alınacak, daha 1844 yılında ortaya çıkan ilk isyana karışanlar affedilecek, vergi genel bir değer üzerinden alınacak, isyanda malları yağma edilenlere tazminat verilecekti.28 

Bahsettiğimiz bu düzen yerli idarecilerin yarı-bağımsızlığına, yeni feodal haklara bir sınır çizildiği, üstelik halkı meclisler yoluyla mahalli idarede söz sahibi ettiği için toprak sahiplerinin Lübnan’da yüzyıllardır süregelen mevcut nüfuzunu sarsmıştır. Bu durum Lübnan’daki sosyoekonomik yapıdaki değişimi olumsuz etkilemiştir. Sonuç olarak Şekip Efendi döneminin Lübnan’daki topluluk yapılarındaki ayrılıklar ve başkalıklar yüzünden Marunilerle Dürziler arasında farklı sonuçlar yarattığını da görebiliyoruz. Örneğin geleneklerine bağlı, kapalı bir topluluk içinde yaşayan Dürziler, Şekip Efendi’nin getirdiği yeniliklere rağmen Şeyh ve emirlerine bağlı kalmaya devam etmişlerdir. Pek çoğu tarımla uğraşan bu topluluk toprağın mülkiyeti konusuna fazlaca önem vermiyordu. Toprak sahiplerinin buyruğundan kurtularak çalıştıkları toprakları kendi mülkiyetine geçirme çabası bundan dolayı daha çok Maruni köylüleri arasında gelişmiştir.29 

Bahsetmeye çalıştığımız Maruni köylülerinin mülkiyet edinme girişimleri büyük ölçüde Dürzi şeyh ve emirlerine karşı bir hareket olarak da algılanmıştır. Hak ve topraklarını korumak isteyen Dürzi emir şeyhlerini bu durum karısında Dürzi köylüleri silahlandırmayı seçince, iki taraf arasında o anlatmaya çalıştığımız bir dizi çatışma kaçınılmaz olmuştur.30 Önemli olan bir şey daha vardır ki bu süreçte gözden kaçırılmamalıdır: Maruniler mücadelelerini sadece Dürzi şeyh ve emirlerine karşı değil kendi feodal beylerine karşı da gerçekleştirmişlerdir. 

Maruni köylülerinin hareketinde Maruni din adamlarına değinilmeli. Tanyus31 ayaklanması olarak bilinen karışıklığa Maruni din adamlarının katıldığı ve onları bu konuda yönlendirdikleri de bilinir. Toprak sahiplerinin nüfuzu kırıldıkça kendi nüfuzlarını artırmak isteyen din adamları, Fransızların etkisi altında kalarak Liberalizmi Maruni köylerine taşımak istemişlerdir. Bu süreçte çıkan pek çok ayaklanmaya önder olmuşlar ya da taraf tutmuşlardır.32 

Bu süreci Fransa, bölgede kendi nüfuzunu tesis etme adına kullanacaktır, Maruni feodalitesinin çöküşünü menfaatleri açısından değerlendirerek ve bu amaçla din adamlarını kullanmıştır. İngiltere ise Fransa’ya rağmen ve ona karşı bölgede kendini var edebilme adına Dürzi menfaatlerini destekler görünmeyi amaç edinecektir. Örneğin 1860 olayları sonrası İngiltere’nin Beyrut’a yolladığı Lord Duffer’ın oradan Londra’ya gönderdiği raporlardan birinde Maruni din adamlarının bu olaylar sırasında ortalığı yatıştırma yerine Maruni köylüleri Dürzilere karşı kışkırttıklarından yakınılmıştır.33 

Sonuç olarak bilmek gerekir ki ekonomik kaygılar çerçevesinde bölge içerisinde zaman zaman çok yönlü çoğu zaman anlaşılmayacak ölçüde karmaşık çıkar politikaları uygulanmıştır. Sosyal yapı içinde bulunan etnik gruplar dinsel yapıdaki yöneticiler ya da idari yapıda yer alan güçler ekonomik gücü artırmak dolayısıyla bölgede düşündükleri siyasi nüfuzu tesis etmeye yönelik çabalar sergilemişlerdir. 

Lübnan olaylarının İstanbul merkezde duyulması üzerine Osmanlı idaresi “Fevkalade Memuriyet-i Mahsusa” ile görevlendirilen Hariciye Nazırı 
Fuat Paşa34’yı bölgede tüm mülki ve askerî memurların üzerinde yetkin mercii olarak olay mahalline göndermiştir.35 

Fuat Paşa Beyrut’a varınca Dürzilerle Maruniler arasındaki çarpışmanın durduğu ve iki taraf arasında Sayda Valisi Hurşit Paşa’nın da girişimiyle bir barışın yapıldığını gördü.36 Fuat Paşa’nın bölgede güvenliği sağlayacak önlemleri dikkatlice aldığı görülmüştür. Ayrıca isyana katılanlardan yüze yakın kişiyi cezalandırmıştır. İstanbul’da yapılan uzun tartışmalar sonucu 9 Haziran 1861 tarihli “Lübnan Nizamnamesi” ile bölgede yeni bir yönetim şeklinin kurulmasına karar verildi.37 

İstanbul’da beş Avrupa devleti (Fransa, İngiltere, Avusturya, Rusya, Prusya temsilcileri) ile Osmanlı Devleti arasında bahsi geçen “Lübnan Nizamnamesi” adı verilen bir yönetim, bir de Protokol 9 Haziran 1861’de imzalanmıştır. 17 maddeli bu nizamname ile Lübnan’a yeni bir düzen getirilmiştir. Bu Nizamnamenin giriş bölümünde yeni düzenlemeye duyulan ihtiyacın nedenleri Sultan Abdulmecid’in ağzından aktarılmıştır. Bu Nizamname 1864’te yeniden yazılacaktır. Bundaki amacın “Cebel-i Lübnan’da sakin ve mutavattın ahali ve teba’anın istihsal-i asbab-ı refah ve emniyetleri…” olduğu vurgulanmıştır.38 

Protokolün onayından takriben dokuz gün sonra Bâb-ı Âli bir Katolik Ermeni olan Telgraf Müdürü Davit Efendi’yi ilk Lübnan Mutasarrıfı olarak seçer ancak bir süre sonra da yerine Franko Paşa isimli bir Hristiyan Arap geçmiştir ve 22 Haziran’da görev kendisine tebliğ edilmiştir.39 

Haziran 1861 tarihli Cebel-i Lübnan Nizamnamesi’nin uygulanmasının akabinde büyük devletlerin aynı statüyü bütün Balkanlarda uygulamak istedikleri de bilinmektedir. Bâb-ı Âlî bürokratları, özellikle Balkan vilayetlerinde acil bir idari reforma gitmedikleri takdirde dış müdahalelerin artabileceği ihtimalinden endişeliydiler. Diğer faktörlerin yanında bunun da etkisiyle 1864’te bir “Vilayet Nizamnamesi” kaleme alındı. Bu önce Tuna vilayetinde uygulandı daha sonra yakın vilayetlerde de tesis edilmeye çalışıldı. Bu nizamnamenin uygulamadaki başarısı üzerine 1871 yılı başında tüm imparatorlukta uygulanmak üzere “İdare-i Umumiye-yi Vilayet Nizamnamesi” hazırlandı.40 

Görüldüğü üzere 1861 Vilayet Nizamnamesi, ardından 1864 ve 1871 gelişmelerini de getirmiştir 41. 

Bâb-ı Âlî’nin tüm bu girişimlerde temel aldığı esas anlaşıldığı gibi öncelikle merkeziyetçi yapıyı tesis etmek, korumak olmuştur. 

Avrupa devletlerinin her biri kendilerine göre bir sebeple barış ve uyumdan yana görünüyorlardı. Kimse, kimsenin ayağına basmak istemiyordu. Devletlerin kendilerinin imzaladıkları ve henüz mürekkebi kurumamış Cebel-i Lübnan Nizamnamesi’nin işletilmesi için titizlikle çalışan Osmanlı Devleti’ne karşı çıkmak, uyumun bozulmasından başka sonuç vermezdi. Dış müdahaleye karşı nizamnamenin sağladığı güvence dolayısı ile Osmanlı Devleti’nde nizamname şartlarına uymaya oldukça özen göstereceklerdir. Öyle anlaşılıyor ki nizamnamenin işletilmesinde mutasarrıfın göstereceği başarıyı salt dış müdahaleye karşı güvence değil, aynı zamanda bölgeyi devlet hâkimiyeti altına almanın ön şartı saydılar. 
Mutasarrıftan, kurulacak düzenin Saltanat-ı Seniyye’nin eseri olduğunu göstermesini beklediler ki bu başarı Osmanlı Devleti’nin dış politikasına da 
yansıtılacaktı. 

1841’den başlayan ve 1900’lü yıllarda devam eden Cebel bölgesi Osmanlı idari tutumu hiç renk değiştirmemiştir. Avrupa Devletleri ile aralarında kurdukları yeni düzen uzlaşı diplomasisini ön planda tutmuştu. Bu kanıya dönem dönem Osmanlı idaresinin dönemin mutasarrıflarına gönderdikleri yazıların niteliklerin den varıyoruz. Örneğin son dönemlerde Naum Paşa’nın yerine geçen Muzaffer Paşa’ya gönderilen belge. Bu belge devletin Cebel-i Lübnan siyasetinin ve Avrupa ülkelerine karşı olan yaklaşımının ana hatlarının değişmediğini göstermektedir. Bölgede başlıca amaç asayişin korunması, toplumun farklı unsurları arasındaki çekişmelerin sıcak çatışmalara dönüşmemesinin sağlanması idi. Nizami askerî birliklere mümkün olduğu kadar başvurmaksızın bunu gerçekleştirme zorunluluğunu duymuşlardı. Bu konuda diplomatik girişimlere öncelik verilecekti. Böylece var olan yabancı baskının dolaysız, fiilî müdahaleye dönüşmesi önlenebilecekti.42 

Sonuç 

Sonuç olarak denilebilir ki aslında günümüzde olduğu gibi o zamanlarda da Orta Doğu bölgesi ve Lübnan coğrafyası karmaşık ve sıkıntılı olaylara, karışıklık ve kaosa sahne olmuştu. Lübnan ve Suriye Avrupa’da büyük yankılar uyandırmış ve de III. Napoleon’un dahi askerî müdahalede bulunmak isteği gündeme gelmişti. Ancak açıklamaya çalıştığımız üzere Paris’te sorun Fransa, İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya ile Osmanlı Devleti’nin resmî protokolü imzalamalarıyla çözümlenmişti. Böylece Fransa’nın bu işten kârlı çıkması önlenebilmişti, denebilir. Devletlerin ortak çıkarları ve Osmanlı Devleti’nin ısrarlı tavrı belki de bu sonucu yaratmıştı. Bu belge “Beyoğlu protokolü” olarak da bilinmektedir. Belge Lübnan’ı imtiyazlı, müstakil bir sancak hâline getirmiş ve bu düzen 1914’e kadar sürdürülmüştür. 

Nizamname her ne kadar Avrupa devletlerinin siyasal hesaplaşmaları çerçevesinde düzenlenmişse de bölge, İstanbul’a doğrudan bağlanmıştır. 
O dönem için yeni nesil adına ayrık karmaşanın ve buhranın dindirilmiş olduğu söylenebilir. Tanınmış aileler ve konsolosluklar arasındaki çekişmeler bölgenin yönetiminde hak sahibi olma gibi çabalar az da olsa devam etmiştir. 

Uluslararası ilişkiler bakımından, devletler arası çıkar çatışmalarının devletleri belirli saflara itebilmesi veya safların değişebilmesi ve denge politikasının taşıdığı hayati önemi, XIX. yüzyılda gerçekleşen Lübnan olaylarını ele alan araştırmamızda ortaya koymaya çalıştık. Bu çerçevede Lübnan sorunu, Osmanlı Devleti’nin dış müdahalelerin de etkisiyle giderek kendi iç meselelerini denge politikasının imkânlarını zorlayarak çözmeye çalışmasına tipik bir örnek olarak gösterilebilir. 

Sonuç olarak hemen hemen bütün uluslararası sorunlarda olduğu gibi Cebel-i Lübnan meselesinde de devletler arası çıkar çatışmalarının birinci derecede rol oynadığı ve bu çatışmalara taraf olan devletlerin bölgenin sosyo-etnik yapısını ne denli kullanarak amaçlarına ulaşmaya çalıştıkları süreç açık bir biçimde görülmektedir. 


DİPNOTLAR;

1 S. Hatipoğlu; “Birinci Dünya Savaşı’nın Sonunda Orta Doğu’da İngiliz Fransız Rekabeti”, Yeni Türkiye, Sayı 31 (Ocak-Şubat), Ankara 2000, s. 354. 
2 B. Parlak; “Osmanlı Devleti’nde Taşra Yönetimi ve XIX. Yüzyıldaki Değişim Süreci”, Yeni Türkiye, Sayı 31 (Ocak-Şubat), Ankara, 2002.; s. 468. 
3 B. Lewis; Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev.:M. Kıratlı, TTK Yayınları, Ankara, 1970. s. 120. 
4 G. R. Okandan; “Tanzimat ve Adliye Teşkilatı”, Tanzimat’ın 100. Yıldönümü Münasebetiyle Tanzimat I., İstanbul, 1940s. 111. 
5 Parlak; s. 468. 
6 Ş. Tekindağ; “Canbolat”, İslam Ansiklopedisi, C. 3., MEB Yayınları, İstanbul, 1945, s. 665. 
7 H. Ülman; 1860-61 Suriye Buhranı, Ankara, 1966.s. 4. 
8 A. H. Hourani; Syria and Lebanon: A Political Essay, 1954, s. 121. Ülman; s. 6. 
9 L. Fawaz; “The civil war of 1860 in Mount Lebanon and Damascus”, X. Türk Tarih Kongresi (1986), C. 4, Ankara, 1992, s. 1373. 
10 S. Yerasimos; Milliyetler ve Sınırları; Balkanlar, Kafkaslar, ve Orta Doğu, İstanbul, 1999, s. 120. 
11 E. D. Akarlı; Cebel-i Lübnan’da Mutasarrıflık Düzeni 1861-1915 Yayımlanmış Doçentlik Tezi, İstanbul, Boğaziçi Üni., 1981, s. 58. 
12 Akarlı; s. 59 
13 C. İ. Acar; Lübnan Bunalımı ve Filistin Sorunu, Ankara, TTK Yayınları, 1989, s. 7. Fawaz; s. 1374. Tekindağ; s. 665. 
14 Hourani, s. 121. 
15 Acar; s. 8. 
16 Acar; s. 8. 
17 Ülman; s. 7 
18 M. Cezar; Mufassal Osmanlı Tarihi, C. 5, İstanbul, 1960, s. 1896. 
19 a.g.e.; s. 1896. 
20 K. P. Hitti; Lebanon in History: From the Earliest Times to the Present, London, 1957, s. 412. R. Uçarol; Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, C. 3, İstanbul, 1989, s. 402. 
21 A. Schölch; “Was There a Feodal systemin Ottoman Lebanon and Paletsine, Paletsine in the late Ottoman Period, Ed.: David Kushner, İsrail, 1986.s. 137 
22 Ş Altundağ; “Kavalalı M.Ali Paşa’nın suriye’deki Hakimiyeti Esnasında Tatbik Ettiği İdare Tarzı”, Belleten, C. 8, Ankara, 1994, s. 238. 
23 Ülman; s. 25. 
24 R. Kaynar; Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, Ankara, 1985, s. 408. 
25 K. Salıbı; “The 1860 Upheaval in Damascus as Seen by al- Sayyid Muhammed Abu’l-Suu’d al- Hasibi, Notable and Later”, Beginnings of Modernistion in the Middle East: Nineteeth Century, Ed: William F. Folk ve Fiehand Law, London, 1968, s. 188. 
26 Hariciye Nazırı Şekip Efendinin önerdiği düzene göre, Dürzi ve Maruni sancaklarında vergileri her dinin mahalli temsilcileri toplayacak kendi dindaşlarının bulunduğu köylerde diğer idari sorumlulukları da yükleneceklerdi. Ayrıca her sancakta bütün dini grupları temsil eden aylıklı temsilcilerden oluşan 
bir meclis kurulacaktı. Meclis, bölge yöneticilerine danışmanlık yapacak ve kendi cemaatlerinin lideri olarak yönetici ailelerin yerini alacaklardı. 
Gencer; s. 450. 
27 V. Potyemkin; Uluslararası İlişkiler Tarihi, Çev.: Atila Tokatlı, C. 1, İstanbul, 1997, s. 612. 
28 E. Z. Karal; Osmanlı Tarihi, C. 8., TTK Yayınları, Ankara, 1994, s. 212. A. İ. Gencer; Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C. 11, İstanbul, 1987, s. 450. 
29 Ülman; s. 26. 
30 Gencer; s. 449 
31 Tanyus Şahin Olayı: Maruni Khazin ailesinin Kesrevan’daki topraklarında yaşayan Maruniler 1858 yılında Tanyus Şahin adınaki bir köylünün önderliğinde Khazinlilere karşı ayaklanmışlar. 
Bu aile üyelerinin bir kısmını öldürmüşler kalanların mallarını yağmalayıp kendilerini de topraklarından kovmuşlar. Tanyus Şahin ertesi yıl bu topraklardan kendi başkanlığı altında bir köylü yönetimi kuduğunu ilan eder. Bir süre sonra da genişleyerek de Dürzi bölgesini tehdit eder hale gelmiş. Gökbilgin; s.687. Tanyus Şahin ile ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Tekindağ; 1945. 
32 Ülman; s. 27. 
33 a.g.e.; 28. 
34 Fuat Paşa İngiltere’nin isteğine uyarak daha geniş çaplı bir hale gelmesi muhtemel olan bir Avrupa müdahalesini önlemeye .çalışmıştır. Avrupa kamuoyunun dikkatini çeken Cebel-i Lübnan sorunu gündemi her an ısındırmaktaydı. Fuat Paşa Avrupa kamuoyunu yatıştırmayı asıl hedef belirleyerek yaptığı tüm ıslahatların Avrupa’da duyulmasını sağlamak için yardımcısı Abro Efendiyi bu konuda görevlendirmiştir (Abro Efendi;Beyrut’ta Fuat Paşa’nın yokluğunda Karma Soruşturma Kurulu’nda Osmanlı temsilcisi idi.) (Ülman, 1963:42 ). 
35 A., Lütfi; Lütfi Tarihi, C. 10, TTK Yayınları, Ankara, 1988, s. 17. 
36 Ülman; s. 39 
37 Gencer; s. 485. 
38 Akarlı; s. 58 
39 Tekindağ; s. 106 
40 Ortaylı, İ., Osmanlı İmparatorluğunun Son Yüzyılı, Hil Yayınları, İstanbul, 1995, s. 136. 
41 1861 tarihli Vilayet Nizamnamesi 1305 tarihli Salname-i Cebel-i Lübnan kayıtlarında geçmektedir. 
42 Akarlı; s. 94. 


***