10 Nisan 2017 Pazartesi

Azerbaycan Tarihçiliginin Gelişimine Yeni Bakış BÖLÜM 1

Azerbaycan Tarihçiliğinin Gelişimine Yeni Bakış BÖLÜM 1


Azerbaycan Tarihçiliginin Gelişimine Yeni Bakış: Tarihçiliyin Perspektifleri 

Sevinc GASIMOVA 
Bakü DevletÜniversitesi, 
qasimovasevinc@mail.ru 

Aytekin YUSİFLİ 
Bakü Devlet Üniversitesi 
yusifliaytekin@gmail.com 

Özet 

Tarih toplumda yaşanan en önemli olayları özünde yansıtıp, nesillerin hafızasına ileten ve insan hayatı ile iç içe olduğundan tarihçiler bu süreçte enerji kaynağı olarak hareket ederek, yaşanan olayları ve günlük sosyal-toplumsal süreçleri kaleme alıp, tahlil etmekle nesillere aktarma işlevini gerçekleştirirler. Tarih toplumun özünüderketmesidirse, tarixçilik (historiography) tarihçinin 
kendisini derketmesidir. Eğer toplum tarihi bilmeden körse, tarihçiligi anlamayan tarihçi de tarihçi değildir. Tarihçilik tarihi eserleri sentez edip, her türlü olduğu sürenin, veya olay ve gelişmelerin kaydedilmesi, araştırılması ve araştırılma seviyesini tespit edip gelecek perspektifleri aydınlaşdırdığı için makalede, dünya tarihçiliyinin bir parçası olan Azerbaycan'da tarihi bilgilerin oluşup gelişmesi ve 
bilime dönüşümü aşamalarına yeni görünümü doğrultusunda gözden geçrilecek, XIV yüzyılın başlarında tarihi biliklerde bilimsel yönün oluşmaya başlaması sürecine dikkat çekilecek, XIX yüzyıldan başlayarak çeşitli kavram ve temayullerin oluşması ve böylece hangi sonuçların elde edilmesi açıklanacak, dünya tarih elminini esas sütunu sayılan tarihçiligin gittikçe daha önemli bir 
amile dönüşmesi olgularına açıklık getirilecektir. Aynı zamanda tarihi gerçekleri ortaya çıkarıp mükemmel sonuçlar elde etmeyi birleştiren tarihçiliyin perspektiflerini de belirleme konularında tartışılmasına dönüşecek, Azerbaycanda tarihçilik okullarının yeri ve önemi vurğulanmakla niçin son zamanlarda Azerbaycan'da böyle tarihi okullarının oluşmaması nedenlerine açıklık getirilmek le bunların tartışmasına yer verilecek ve kaldırma yolları belirlenecek tir. 

Anahtar kelimeler: Tarih, Tarihçilik okulları, Perspektifler, Sevinc GASIMOVA, Aytekin YUSİFLİ , Bakü Devlet Üniversitesi,

Giriş 

İlmi Tarihçilik (Historiografhy) tüm bilim ve tekniğin başarılar elde ettiği XIX yüzyılda oluşmuş ve toplumun belli dönemine ilişkin bilimsel eserlerin dönemsel, kronolojik, problematik formda gruplaştırıp tetkik etmeyi ve gelecek pers pektifleri ortaya çıkarmak meselelerini özünde birleştirdiğinden günümüzde tarih biliminin gelişim seviyesini müeyyenleşdirmeyi, ayrı ayrı dönemlerin incelenmesi derecesini açıklamağı, bu bilimin gelişmesine katkıda bulunan faktörleri ve engel yaratan güçleri bulup ortaya çıkarmayı, böylece bilimin gelişimini planlı şekilde yönlendirmeyi ortaya qoyacağız. Tarihçilik bilimsel toplumun yüksek bilimsel konusu gibi hep belli bir ideolojik etkilere maruz kaldığından devlet -hakimiyet ideolojisinin kondekturasına göre araştırma çalışmalarını analiz edir. Tarihçiligin siyasetten asılılığı gelişmenin tüm aşamalarında tezahürünü bulmuştur. Öyle ki, farklı dönemlerde iç ve dış faktörlerin karşılıklı gelişimi tarih bilimine çeşitli  yönlerden etkisini göstermiştir. XVII yüzyıla kadar Azerbaycan'da tarihi eserler neredeyse hükümet ve devlet siparişiyle yazılmış, ayrı ayrı hükümdarların esasen hayat ve faliyyetlerini anlatan eserler daha çoğluk teşkil ediyordu. Azerbaycan'da XVII yüzyıldan başlayarak tarihi bilgilerin giderek bilime dönüşmesi sürecinin başlangıcı olarak ilk kez mülahaza yürüdüp gelecek araştırmaların hizmetine vere bilir, Azerbaycan'da tarihçiligin dövrileşmesine dair belli fikirler oluşturmak ve bilimsel sonuçlar elde edebiliriz. 


Periyodik olarak Azerbaycan tarihçiligini birkaç temel döneme ayrılabiliriz: 

1. Feodal tarixçiliyi, 
2. Tarihin bilime dönüşümü, eğitimci-milli demokratik eğilim, 
3. Tarih biliminde Sovyet dönemi, 
4. Modern milli-bağımsız yön. 

Aynı zamanda her bir dönemi de bir kaç aşamalara bölebiliriz. 

Feodal tarixçiliyi dönemi, feodalizmekadarki tarihsel bilginin gelişimi, ilk ortaçağ dönemi, gelişmiş feodal dönemi, XVII-XVIII yüzyıllar dönemi vb. Ama şartı olarak feodal tarixçiliyi dönemini iki büyük evreye ayırmak mümkündür. Birinci aşama feodal tarihçiliyi ve tarihi bilgiler dönemi, ikinci aşama ise tarihi bilgilerin giderek bilime dönüşüme başlanması tarihsel süreci. Bu aşama XVII-XVIII asırları özünde ehtiva ediyor. Tarihin bilime dönüşümü dönemi XIX yüzyılın I yarısında sona erdiği için sürecin sona erme aşamasında, çeşitli eğilimlerin ortaya çıkıp teşekkül bulması dönemi (XIX yüzyılın II yarısı) ve burjuva-kapitalist ilişkilerin krizi ve devrimci-demokratik eğilimlerin gelişmesi (XX yüzyılın başları) dönemine ayırmak olar.Sovyet tarihşünaslığı dönemini Azerbaycan'da Sovyet döneminde tarih biliminin gelişimi ile ilgili olarak aşağıdaki aşamalara bölmek mümkündür: 1. 1920-1930 yıllar: Sovyet tarih biliminin oluşması ve gelişmesi, 2. 1940-1950 yıllar: Sovyet tarihçiliginin oluşumu ve bilimsel kavramların oluşması. Bu dönemin kendisini de iki aşamaya ayırabiliriz. 

1. Büyük Vatan Savaşı döneminde tarihçilik ve savaştan sonra, özellikle Azerbaycan SSC Bilimler Akademisi yapılmasının ardından bilimin gelişmesi, 

2. 1960-1980 yılları: Azerbaycan Sovyet tarihçiliyinin en yüksek gelişme dönemi. Tartışmada bunlara bir daha dikkat çekilecektir. 

Yöntem: Makaleni karşılaştırmalı analiz yönteminden istifade etmekle sorunlara açıklık getirilmeye çalışilmiştır. 

Tarihi bilginin bilime dönüşmesinekadarki aşamada tarihçilik 

Bilindiği gibi, eski zamanlardan insanlar yaşadıkları doğayla temasta olmuş ve o zaman yaşanan süreçleri kavramaya çalışmışlardır. Zaman zaman insanların toplumda rolü artdıkca, hayat tecrübesi geliştikçe, onlar geçmişte yaşanan olaylara dönüp bakmaya ihtiyaç duymuş ve orada yaşanan iyi yönleri kendilerine örnek almış, kötü tarafları ise tekrar etmemeye çalışmışlardır. Bununla da 
insanlarda hep geriye bakmak birikimi oluşmuştur. Bu deneyde onlar, kendi dönemlerinin kabile, aşiret veya küçük bir kurum başkanlarına, tarihi presedentlere istinad etmekle, onların hangi hak ve görevleri taşıdıklarını ve onları aşmamayı irad tutmuşlardır. Geçmiş dönemde yaşamış bilge ihtiyarlardan örnekler getirmiş ve kahramanlık gösteren insanlara benzemeye gayret göstermişlerdir. 

Burada onlarda geçmişe karşı ilk felsefi-tarihsel bilgiler bazen mitolojik fikirlerle düzenleşmişdir. 

Bu nedenle tarihi bilgilerin kuruluşunun ilk dönemleri, felsefi gözlemlerle yoğun bağlı olmuştur. Çoğu durumda ise, ekser dünya halklarının ilk tarihi bilgileri, eski mitolojik felsefi eserlerle bize ulaşmıştır. İnsanlar yaşadıkları çağın gereklerine uygun olarak, geçmişin iyi yanlarını bazen daha çok fantezilerle eşlik etmiş ve bu da onların motiflerinin mife çervilmesine yol açmıştır. Ünlü Sovyet tarihçisi B.Grekof kayıt ediyordu ki, efsanelerde tarihi gerçeğin tohumları da olabilir”. Bu nedenle tarihi araştırmayla uğraşan bilim adamları bu kaliteye öncelik vermeli ve mitolojik metinleri tarihilik açısından tetkik etmelidir. 

Bilindiği gibi, çok eski bir tarihe sahip olan devletlerin tarihi çeşitli dilli kaynaklar bazında öğrenilir. Azerbaycan da böyle Devletlerdendir. 

Zamanın denemelerinden çıkan bu devlet uzun yıllar yabancı imparatorlukların saldırılarına maruz kalsa da, kendi milli varlığını korumuş ve duruş 
getirmiştir. Azerbaycan tarihçiliyi dünya tarihçiliyinin bir parçasıdır. Belirtmek gerekir ki, henüz yazının oluşumuna kadar basit Tarihi fikir ve tarihi bilgiler mevcut olmuş ve bu her halkın tarihinde izlenen bir süreçtir. Her bir dönemde tarihi bilgi belirli gelişim aşamalarından geçmiş ve onun yönleri mevcut olmuştur. Yazıyakadarki tarihimiz masallarda, neğmelerde, çeşitli rivayetlerde,efsanelerde ifade edildi ki, bunlar da zaman-zaman insan tefekküründen nesli hafızalara kaydedilmiş ve muhafaza olunmuştur. R.Alıye“Azerbaycan masallarında efsanevi görüşler” adlı eserinde yazıyor: 
“Masal geçmiş zamana ait olduğuna göre tabii ki, orada zaman şartı üstün olmalıdır. Fakat masal kahramanının yaşadığı dönem tasvire gelmediği için nağılla zaman arasında sınır farkedilmez. Bu yüzden de masallardaki olaylar bize yakın olan dönemde meydana gelmiş gibi görünüyor. E.Ağayefle M. Seyidovun birlikte yazdıkları “Azerbaycan efsanevi tefekkurunun Kaynakları” adlı kitabına yazılan önsözde şöyle bir fikir ileri sürmektedir ki, “birkaç mitolojik karakterlerin oluşumunda hangi soykökün daha çok katılımı ve üstün etkisi meselesi araştırmada geniş yer tutarsada, amma burada tarihilik ilkesi unudulamaz.”. M. Seyidofun “Azerbaycan halkının soykökünü düşünürken” (Bakü, 
1989), Ağayar Şükürovun üç kitaptan oluşan “Mitoloji” (Bakü, 1995), N.Rzayevin “Yüzyılların sesi” (Bakü, 1974), “Mucize gerineler” (Bakü, 1984), “Ecdatların iziyle” (Bakü, 1992), A.Qraçın “Eski türk aşamasının kronolojik ve etnik sınırları” (M., 1980), “Türkoloji toplu” (M., 1976) adlı araştırma eserlerini gözden geçirdikce bir daha emin olursan ki, kaynaklar ne kadar çok olsa da, en doğru yol tarihi olgunun kendisinden çıkış etmekle, onun esasında teorik ümmumileştirmeğe doğru gitmektir. Halkımızın hafızasına dayanan, milli, manevi, ahlaki değerlerinden behrelenen mitolojisi, masalları sadece sanatsal düşüncenin ürünü olarak hareket edemez. 1988 yılında yayınlanan “Azerbaycan mitolojik metinleri” adlı toplunun malzemeleri gösteriyor ki, halkın yazıyakadarki yaşam tarzı, inançları, astral ve dini görüşleri, gelenek mitolojik metinlerde ebediyen durur. Odur ki, halkın tarihini, kültürünü ve ahlakını öğrenirken bu olgulara ciddi yaklaşılmalı, çeşitli bilimlerin karşılıklı ilişkisinden geniş şekilde kullanılmalıdır. İlgili bilimler denilince tarih, arkeoloji, etnoloji, antropoloji, dilbilim, psikoloji vb. öngörülüyor. Son zamanlarda ise bilimlerin yüksek gelişmesi ve hızlı entegrasyonu sonucunda folklor araştırmalarında bir takım başka bilimlerden (kibernetika, bilgisayar, yapısal dilbilim, semiotika vb.) de başarıyla kullanılıyor. Bütün bunlar her bir halkın tarihi hayatının 
çeşitli tezahürlerini ve belirtilerini ayrı ayrı değil, bir bütün olarak karmaşık şekilde öğrenmeye sağlar. 


İşte bu amilin dâhil edilmesi tarihçilikde en eski dönemlerin öğrenilmesi çalışmasında, tabii ki, daha az önem arz etmezdi. Dolayısıyla, beşer tarihinde tuttuğu böyle bir müstesna konuma göre mitolojinin öğrenilmesi son birkaç yüz yıl boyunca hep bilimin ilgi odağı olmuştur. S.Xuk “Ortadoğu'nun mitolojisi” adlı eserinde Mısır, Sümer, Asur, Babil, Suryani ve b. eski uygarlıkların miflerinin bir tür sınıflandırmasını verirken haklı olarak arkaik sinkretizmin özülünün ve başlıca koşulunun mitolojiden ibaret olduğu kanaatına gelmiştir. Modern arkeolojinin tekamülünedek birkaç halkların erken dönem hayatlarını yansıtan tek kaynak bu halkların mifleri, epos ve nağmeleri olmuştur. Örneğin, “İliada” ve “Odisseya” ellinlilerin m.ö.II binyılın sonu – m.ö. I binyılın başlarına dair yaşamını öğrenmek için son derece değerli bilgiler verir. “Mahabharata” ve“Ramayana” e. e I binyılın ortalarında mevcut olan eski Hint toplumunu adeta yeniden canlandırıyor. Erken Ortaçağ döneminde meydana gelen eposlar, ayrıca İskandinavya, İzlanda sağaları da bu açıdan değerli tarihi kaynak olarak dikkat çekmektedir. Hatta sosyal gelişmenin sonraki gidişinde bile, yani tarihi bilgiler literatürden ayrılmaya başladıktan sonra da son önemini kaynak olarak tutmakta devam ediyor. 


Diyelim ki, Çin tarihinin Çjou dönemini öğrenmek için “Şu çzin”- “Belgeler kitabı” veya “Tarihi Miraslar kitabı” hangi önemi arz ediyorsa, o döneme dair “Neğmeler kitabı” – “Şi çzin” de aynı önemi taşımaktadır. O. Volobuyev ve S. Sekirinskiye göre tarihçilik sosyal bir bilim olarak, sözlü halk edebiyatı ise sanatın bir türü olarak gelişmenin kurallara uygunluğunu temsil eder. Tarihi kanuna uyğunluklar, tarihi eğilimleri farklı halkların ve şahsiyetlerin bakış açısında psihika ve etkinliğinden süzülüp geçerek kendini gösterir. Tarihi süreçlerin sosyal mahiyetini anlamak için, yani ekonomik-siyasi proseslerin herhangi tarihi dönem için karakteristik olan sosyal modelini kurmak için, S.Sekirinskiye göre, araştırma zengin kaynak ve tarihçilik tabanına sahip olmalıdır. M.Pogodine 
göre ise tarihçi tarihe hiçbir yenilik getirmiyor, sadece kaynaklarda ve tarihçilikde verilen bilgileri toplar, özetlemekle tarihi sonuç çıkarar. Üretilen tarihi sonuç ise, M.Pogodine göre, tarihsel olguların kalite yekunundan başka bir şey değildir. O, “Tarihi aforizmlerinden” birinde gösteriyor ki, tarihçinin temel görevi tarihi olayları ve belgeleri sentez ve analiz etmek, onları ayarlamak ve “bir tür kanun ve kuralları” yaratmaktan ibarettir. O, tarihi süreçlerin gelişimini doğa olaylarının gelişimi ile eynileşdirerek tarihin net bilimler gibi çalışma fikrini ileri sürmüştür. Bu fikir Pogodin de Kant'ın pozitifist görüşlerinin etkisi altında oluşmuştur. 

Demek ki, bunlar yazılı değil, sözlü formda ötürülüp. 

Toplumun sınıflara bölünmesi ve devletlerin ortaya çıkması Tarihi bilgiye olan talebi artırdı ve her tarihsel aşamada hakim tabaka, hükümdar kendi tarihini (askeri salname, askeri tarih biçiminde de olsa) gelecek nesle ulaştırmayı, kendi uğurlarından bahsedilmesi için bunların kaleme alınmasına ve böylece yazının oluşması bu bilgilerin toplanmasına olanak verdi. Sovyet alimlerinden M.Dyakonof V.M.Jirmunski, E.M.Meletinski arkaik mif ve eposun tarihçilige tronsfer olunmasından bahsederek arkaik formda beşer toplumunun aşamalarını da kaydetmişlerdir. 

Ortaçağ döneminde tarihçilik ( Nakli Nitelikte eserler ) 

Feodalizm döneminde (ortaçağda) tarihçilikde provindensialist görünümü mevcut olmuştur. Yani olayların ilahi güç tarafından kontrol edildiği iddia ediliyor, tarihi tefekkürün karakterini feodal - kilise ideolojisi belli ediyordu. Bu zaman tarihçilige semavi dinlerin, hüsusen de İncil ve Kuran'ın büyük etkisi kendini gösteriyordu. Bu dönemde tarihi eserlerin en yaygın biçimi olanageografik eserler geniş yayılır, “Felsefe Teolojinin yardımcısıdır” ilkesi esas hesap edilirdi. En eski zamanlardan farklı olarak, ortaçağ döneminde insanların geçmişe ve geleceğe bakış ve ilişkileri değişmeye başlamıştır. Hıristiyanlık, sonra da İslam'ın gelmesiyle ilgili olarak toplumda dini tarihizm hakim konuma yükselirdi. Bu ise insanları antik dönemde gezegenler, kainat vb. mühüm fikir ve bakışlardan “özgür” ederek onları sınırlı biçimde düşünmeye zorlar. İlkin ortaçağ toplumunun insanları dinin güçlü etkisiyle her şeyin ilahi bir güç tarafından yaratıldığını ve bu konuda daha fazla fikirlesmeyin lüzumsuz olduğunu düşünüyorlardı. Ona göre de ilkin orta çağda tarihi bilikler zayıf formada inkişaf etmiştir. Erken orta çağda mövcud olan tarihi kaynaklar hemin dövrün tarıhçilik eserleri hesabedilsede, burda verilen melumatlar esasen tarihi bilik nümuneleridir. Bu sıraya Azerbaycan tarihine dair ilk kaynak olan Kitab-ı Dede Korkut destanını dahil edebiliriz. Esas metni “Kitab-ı Dede Korkut ala lisani taifeyi oğuzan” adlanan epos Türkçe konuşan halkların ortak yazılı abidesi gibi kabul edilmiş, Azerbaycan'ın tarihi coğrafyası, sosyal-ekonomik ve sosyal hayatını öğrenmek için çok değerlidir. 200 yıldan fazla bir zamandır ki, bu destanın araştırılmasına başlanmış ve günümüze kadar devam etmektedir. Azerbaycan'da tarihi bilginin gelişmesinde önemli rolü olan eserlerden biri de 
yerel narrativ kaynak olan M. Kalankaytuklunun “Ağvan tarihi” eseridir. Onun hangi halkın tarihi edebi fikrinin ve becerisinin örneği olması hakkında kızgın tartışmanın arası bugün de sengimir. S.Aliyarlının tebirince desek “onu benimsemek isteyen, kendi adına çıkarmak isteyenlere eserin ruhu, yazısı, desti- hattı onun sadece Alban halkına - Azerbaycanlılara ait olduğunu doğruluyor”. Bu eser eski ermeni dilinde (grabarda) günümüze ulaşsa da, ona sahip olabilecek tek halk albanlardır. Albanlar Azerbaycan halkının soyköklerinden biri ve onun ecdatlarındandır. Bununla ilgili kafkasşünas Y.İ.Krupnof yazıyordu: “Albaniya tarihinin öğrenilmesi”nde hiçbir yasak, sınırlama ve zorlama olmamalıdır. Albaniya tarihini çeşitli ülkelerin bilim adamları öğrenirler, ama, bir şey de 
bilinmektedir ki, Kafkas Albaniyasının kaderiyle herkesten çok azerbaycanlılar meşgul olmalıdırlar. Bu alanda onlar dünya bilimi karşısında sorumlu ve dünya bilimine yükümlüdürler”. Bu şimdi de tarihi topraklarımıza göz diken ve onu kendi toprağı hesap eden ermeni tarihçilerine esaslı ve tutarlı cevaptır. VII-IX yüzyıllarda Güney Kafkasya Araplar tarafından işgal edildikten ve onun arazisi Arap hilafetinin bünyesine Azerbaycan ve Arran eyaletleri şeklinde dahil olduktan, Azerbaycan Müslüman dünyasının bir parçasına çevrildiyinden buraya ilgi artmış ve bu yüzden de VII-IX yüzyıllarda Güney Kafkasya'nın, ayrıca, Azerbaycan'ın tarihinin araştırılmasında Arap salnameçileri ve coğrafi yaşünaslarının eserleri kendine özgü yer tutmuştur.Yani bunlar tarihi bilginin bilime çevrilmesinde önemli rol taşımışlar. Bu kaynaklara, öncelikle kompilyativ nitelikteki kaynaklara dikkatli yaklaşmakla devrin tarihi olaylarını objektiv tarzda ortaya koyma imkanını elde edebiliriz. Bunların işeriğinde et-Teberinin, el-Balazurinin, el-İstehrinin, İbn Xordadbehin, el-Mesudinin, en-Nadiminin, ibn Miskaveyhin, ibn el-Asirin vb.eserlerinde Azerbaycan tarihiyle ilgili materyallerin bu gün de ne derecede mühim rol taşıdığının şahiti oluruz. Bu kaynakların tarihçilik açısından öğrenilmesinde N.Velihanlının, Z.Bunyatofun misilsiz hizmetleri vardır. Azerbaycanda orta çağ tarihçiliyinin pik noktası büyük ansiklopedik alim Nasiruddin Tusidir. Onun iri hacimli Eğitim eseri, ayrıca zic-Elxani (Elxanın tabloları) eseri XIII yüzyıldan XVII yüzyılın sonuna kadar, hemen hemen 


Avrupa bilimine ışık saçmıştır. Azerbaycan tarihçiliginin bilimsel hayatında en önemli yeniliklerden biri Fazlullah Raşidettinin yazdığı çoxciltlik “Came et-tevarih” eseridir. Bu eser halk edebiyatı ile ilgili gelişmiş Oğuz Türklerinin tarihinin ilk dönemini öğrenmek için önemlidir. Tarihçilik geleneklerinin gelişmesinde F.Raşidettinden sonra neredeyse onun takipçisi sayılan Hamdullah Kazvininin önemli rolü olmuştur. Hamdullah Kazvini biri coğrafya ve ikisi tarihe ait olmak üzere üç eser yazmıştır. Bunlar Tarih-i Qozide (1330), Zefername (1334) ve Nüzhet-ül-külub (1340) adlı eserleridir. Tarixçiliyin, tarihi bilgilerin bilime dönüşmesi yönünde, gelişmesinde XIV yüzyılın sonu, XV yüzyılın başlarında yaşamış Abd ür-reşit bin Salih el-Bakuvinin hizmetleri de degerlendirilmelidir. Onun Kitap Telxis el-Âsâr ve acayip el-malik el kahhar eseri söz konusu dönemin tarihi coğrafyası için vazgeçilmezdir. XVI yüzyılın ilk yılları Azerbaycan Türklerinin tarihinde yeni bir dönemin başlanmasıydı. Azerbaycan'da sülale değişikliği ile Safevi devletinin I Şah İsmail tarafından temelinin atılması sosyal yaşamın tüm alanlarında hızlı gelişmeye yol açdığı gibi tarihçilik gelenekleri de kendisinin yüksek aşamasına 
ulaşmış oldu. Bu dönemin en önemli tarihçilerinden biri Hasan Bey Rumlu hesab ediliyor. Onun on iki ciltlik Ahsen et-tevarih eserinde Safevi hükümdarları I Şah İsmail, I Tahmasp, II Şah İsmail ve Muhammed Xudabende dönemindeki olaylardan bahsediliyor. XIV yüzyıldan Reşideddin tarafından başlatılan tarihe bilimsel bakışın gelişimi, tarihçilerin kendi eserlerini yaratırken, kendisinden önceki eserlere müracaat etmesi ve bazen onlara eleştirel yaklaşımı vb. başarıyla sürdürülmüştür. Bu dönemde ortaya çıkan eserlerin en önemli ve temel özelliği, tarihi olayları daha net ve dolgun vermekten ibaretti. Tarihçiler sadece salnameçilikle meşgul olmamış,tarihi olaylara kendi yaklaşımlarını da açıklamakla kendilerinden önce yazılan eserlere istinad etmekle sintez ve analiz 
metodundan da istifade etmişlerdir. XVI yüzyılın ikinci yarısından Safevi devletinde tarihçilik okulunun temel özelliklerinden biri hükümdarların dünyayı süslemesi hakkında fikir gelenekleri meydana getirmekti ki, bu gelenek XVIII yüzyılın sonuna kadar, çeşitli hükümdarlara şamil olmak üzere devam etmiştir. I Şah Abbas'ın sarayında, sarayın birçok eyan ve çalışanlarının yanı sıra münşisi 
ve tarihçi de olurdu. “Tarihi alem arayı” adı ile ilk eser yazarı belli olmayan (anonim) “Tarihi alem arayı İsmail” eseri olmuştur, sonradan Muhammed Zafer Hasan el-Musevi adlı şahıs tarafından yüzü aktarılan (XVIII yüzyılda) ve bize kadar bu nüshası ulaşan bu eserde, muhakkak ki, Şah İsmail'in kimliği, yarattığı devlet ve faaliyetleri hakkında çok dolgun bilgiler verilmiştir. Diğer bir eser yine 
yazarı belli olmayan ve bazı fikirlere göre XVI yüzyılın sonu, diğer bilgilere göre XVII yüzyılın ikinci yarısında, 1675 yılında, Safevi hükümdarı Şah Süleyman (1666-1695) döneminde yazıldığı tahmin edilen “Tarihi alem arayi Safevi” adlı büyük hacimli eserdir. Bu eser son zamanlar üze çıkarılmış ve uzun zaman tarihçilik dışında kalmıştır. “Alem arayi Safevi” eseri Safeviler devletinin tarihini baştan başa öğrenip keşfetmek için eşsiz bir öneme sahiptir. Bu eserde Safevî Devleti hükümdarlarının dış politikasına daha fazla yer verilmiş, Osmanlı-Safevi, Safevi-Moğol, Safevi-Orta Asya'nın bir takım küçük feodal devletleri vb. arasındaki ilişkilere ve savaşlara açıklık getirilmiştir. Safeviler döneminde “Alem arayi” istilahında eser yazma geleneğini sürdüren ve bu eserlerin zirvesinde duran en büyük eserlerden biride İ.Münşinin “Tarih alem arayi Abbasi” adlı büyük hacimlieseridir. İ.Münşinin bu eseri ister hacmine, ister tarihçilik kapasitesine, hem de uygulama potansiyeline göre bu dönemde oluşan tüm eserlerden seçilmiş ve belirtildiği gibi zirvede yer almıştır. İskender bey saray meselelerinde etkin görev yapmış ve 1626 yılında Şah Abbas'ın Bağdat Seferi'ne katılmıştır. “Tarih-i alem arayi Abbasi” İskender Bey'in kaleminden çıkmış tek eser değildi. I Abbas'ın ölümünden sonra, onun torunu Şah Sefinin (1629-1642) iktidara gelmesi ile İskender beye yeni şahın tarihini yazmak tahsis edilmiş ve o, Şah Sefinin tarihi hakkında kitap yazmaya başlamıştır. Fakat 1634 yılında vefat etmesi İskender beye bu eseri tamamlamaya imkan vermemiştir. Bu eser 1938 yılında “Zeyle-i tarihi alemara-yi Abbasi” adı ile İran alimi S.Hansari tarafından yayımlanmıştır. Ayrıca, İskender Bey Münşi tarafından derlenen “Kitab-i teressül bin münşeht-i Hoca İskender bey Münşi” adlı resmi belgeler koleksiyonu da mevcuttur ve bu kitabın elyazması nüshası Niderlandın Leyden şehrinde muhafıze olunur. “Tarih-i alemara-yi Abbasi” eseri dönemin daha önce kaydedilen en tutarlı kaynaklardan, en mükemmel devlet resmi belgelerinden ve saray hayat tecrübesinden yararlanmıştır. Bu ise eserin bilimsel kapasitesinin önemini artıran amillerdendir. Eserde ciddi kronolojik ardicilliga riayet 
edilmiştir. İskender bey eserde derin bilimsel analizler aparmaktan da çekinmemiş ve yeri geldikçe ayrı ayrı şahsiyetlerin hayat faaliyetine geniş yer vermiştir. Şüphesiz ki, İskender Bey Münşinin ana  dili  Azerbaycan türkcesiydi, fakat o, eserini farsça yazmıştır. Çünkü o zamanlar bir takım Yakın ve Orta Doğu ülkelerinde tarihi eserlerin geleneksel olarak farsça kaleme alınması devam ediyordu. 


Buna rağmen, “Tarih-i alemara-yi Abbasi” de çok sayıda Türkçe kelimelere ve istilahlara, hatta bazı beytlere ve cümlelere rastlaşılmaktadır. “Tarih-i alemara-yi Abbasi” nin tarzında Teymurilerin saray tarihçiliginin geleneklerinin etkisi de duyulur. Bunu eserin birinci ciltinin sonunda yazarın kendisi de itiraf ediyor. İskender bey Münşinin “Tarih-i alemara-yi Abbasi” eseri Azerbaycan tarihçiliginin en mükemmel eserlerinden biridir. Bir kaç yabancı araştırmacılar da İskender bey Münşinin bu eserini yüksek değerlendirmişlerdir. İngiliz tarihçi C.R.Uols XVI-XVII asırlardaki Safevi tarihşünaslığını değerlendirirken yazıyor: “Bu iki yüzyılda kurulan tarihi eserler arasında İskender beyin “Alemara“eseri öyle bir avantaja sahiptir ki, onunla aynı dönemin başka tarihi eserleri arasında karşılaştırma yapmak aşırı düzeyde orantılı görünür. Bu eser tüm islam tarihçiliginin en değerli eserlerinden biridir ve gerçekten de, bu tarihçiliginin gelenekleri çerçevesinde yazılmış mükemmel bir kitapdır. Bazı araştırmacıların İskender bey Münşinin yaratıcılığına karşı önyargılı fikirlerini eleştiren R.M.Seyvori “Tarih-i alemara-yi Abbasi” ni farsdilli tarihçiliginin en büyük eserlerinden biri olarak kabul ederek, İskender Beyi “Safevi tarihçilerinin önderi” adlandırırdı. Ona göre, İskender Bey “asıl sanat eseri olan bir tarihi kitap yaratmıştır“. Azerbaycan tarihçiligi XVII yüzyılın başlarından itibaren olaylara problematik şekilde dokunma deneyimini kazanmış ve bilimsel tarihçiligin temeli atılmış, Tarihçilikde “Tarih-i alem arayi” geleneği XVIII yüzyılda da devam ettirilmiştir. Bu açıdan öncelikle Muhammed Kazım'ın “Tarih-i alem ara-yi Nadiri” eserini belirtebiliriz. XVIII yüzyılın ikinci yarısı ve XIX yüzyılın başlarında Güney Kafkasya'da hem iç, hem de dış durumun karmaşıklığı bu bölgenin sosyal-siyasi gelişimine etkisini göstermiştir. Bu dönemde de bilimin ve kültürün her alanında olduğu gibi, tarihçilikde de ister form, gerekse içerik itibarı ile halen feodal tarihçiligin karakteristik özellik lerini muhafaza ediyordu. Azerbaycan tarihçiligi feodal toplumunun hakim sınıfına mensup olan şahların, hanların, beylerin çıkarlarına hizmet ettiği için, esas itibarı ile ancak saray çerçevesinde gelişiyordu. Hükümdarların yaşam aktivitesini tarif etmekle uğraşan saray tarihçileri olayları kronolojik prensip esasında tertip ediyorlardı. Bu dönem Azerbaycan tarihi için siyasi peraken delik dönemi gibi seciyyelendirilebilir. Belirtmek gerekir ki, Azerbaycan'da mevcut olan küçük feodal hanlıklar tek merkezde birleşmek yerine, merkezden kaçmaya tercih ediyor ve kişisel çıkarları uğruna aralarında mücadeleler götürüyorlardı. Bu dönem Azerbaycan tarihşünaslığında devletçilik tarihi gibi tetkik edilse de, genel olarak Azerbaycan mülklerinin siyasi tarihinde ağır bir iz bırakmıştır. Bu 
döneme ait bir grup tarihçiler eski geleneklere uyarak Azerbaycan Türklerinin kurmuş oldukları Qacarlar devletinin tarihini kaleme alan aydınlar idi. Böyle eserlerden, Muhammed Rezi Tebrizi'nin “Zinet üt-tevarih”, Muhammed Sadık Mervezinin “Cahanara”, Abdurrazak Dünbulinin “Maasiri Sultaniyye” eserlerini nümune getire biliriz. 

Azerbaycan'da bilimsel tarihçilik 

XIX yüzyılın başlarından itibaren humanitar bilim alanları içerisinde tarihçiliyin değindiği konuların genişliği ve araştırma yöntemlerinin modernliği ile dikkati çekiyordu. Bu zaman Azerbaycan tarihi özetlenir, Kafkasya ayrı ayrı hanlıkların şahsında öğreniliyordu. Bu dönemde Azerbaycan'da zadegan-mülkedar (klerikal) tarihçiliginin en önemli temsilcisi A.Bakıhanof “Gülüstan-i İrem” eseri ile 
Azerbaycan tarihşünaslığını yeni ve yüksek bir aşamaya kaldırdı. A. Bakıhanofun Azerbaycan tarihşünaslığına getirdiği yeniliğin iki seciyyevi hüsusiyyeti vardır. Bunlardan birincisi, Azerbaycan tarihi anlayışında müellifin ireli sürdüğü kavramın, ikincisi ise kabul ettiği araştırma yönteminin yeniliyinden oluşur. A. Bakıhanofun “Gülüstan-i İrem” ine kadar Azerbaycan tarihi öz eksini bilavasıta çeşitli ülkelerin, vilayetlerin ve ayrı ayrı hanlıkların tarihine dair yazılan eserlerde bulmuştu. Önceki tarihçilerin eserlerinde gördüğümüz gibi, Azerbaycan coğrafi-ekonomik ve siyasi vahid gibi ögrenilmir, İran tarihini belirten İran salnamelerinde Azerbaycan tarihinin farklı olayları perakende şekilde eksini buluyordu. XIX yüzyılın ortalarından başlayarak, feodallıklara parçalanmış 
Azerbaycan'ın ayrı ayrı hanlıklarının tarihine dair küçük eserlerin yazılması gelenek halini almaya başlayır. Tarihçilige kronist eserler gibi dahil olan bu eserlerde kısa siyasi-ekonomik ve sosyal tarihi kronoloje uymakla salname biçiminde yansıtılırdı. XIX yüzyılın ikinci yarısı ve yirminci yüzyılın başlarından bu biçimli eserlerde sadece bir hanlığın değil, tüm Azerbaycan, Kafkasya ve yakın 
ülkelerin sosyal-siyasi hayatı kısa açıklamalar biçiminde işıklandırılmıştır. Böyle eserlerden Karabağ Hanlığı'nın tarihine adanmış yazarların emeğini özellikle değerlendirmek gerekir. XIX-XX yüzyılın başlarında Karabağ Hanlığı'nın sosyo-politik ve sosyo-ekonomik tarihine dair birdenbire birkaç eser meydana geldi. Bunlardan Mirze Adığüzelbeyin, Mirze Camalın, Mirze Yusuf Nersesofun, Mir Mehti 


Hazaninin, Rzakulubey Mirza Camal oğlunun, Ahmet Bey Cavanşirin v.b. milli tarihçilerin meydana çıkması tarihçilikde yeni gelenegin tazahuru idi. Azerbaycan tarihçiliginde bu dönemde önemli bir yer tutan ve “Karabağnameler” genel adı ile tarihçiligde yer tutan bu eserlerin özel çalışma ve analiz edilmesi gerekliliği de ortaya çıkıyordu. “Karabağnameler” adı altında bu eserler 1989-1991 yıllarında 
bir yere toplanmış, N.Ahundof ve A.Farzaliyef tarafından yayımlanmıştır. Ayrıca “Karabağnameler” A.Hüseynzade tarafından tarihçilik açısından geniş biçimde çözümlenmiş ve değerli sonuçlar elde edilmiştir. Bu dönem tarihçiligiyle ilgili sonda tartışma aparıla bilir. XX yüzyılın başlarında Kafkasya'nın aynı zamanda Azerbaycan'ın eski, ortaçağ ve yeni dönem tarihinin öğrenilmesine rus 
tarihşünasları da girişimler göstermiştir. Bu alanda bazı tarihçiler öncelikle makalelerle tarihi olayları takip etmiş ve sonradan eserler yazmışlardır. Bu zaman Rusyanın siyasi meraklarına uyğun olarak tarihçi-şarkşünaslar tarihin çeşitli sorunlarına da değinmişlerdir. İ.L.Seqal “Eski Albaniya ve şehirleri” (Kafkas 1907, .204) makalesini yazmakla Kafkasya'nın bu eski ülkesi hakkında belirli fikir söylemeye çalışmıştır. Daha sonra İ.L.Seqal fikrini daha da netleştirerek “Zakafkasyanın geçmişinden sayfalar – Berde” (Kafkas 1912, 264) makalesi ile Berde şehrinin tarihine kısa bir yolculuk yapmıştır. Azerbaycan 
eğitimcisi R.Efendiyefin “Gebele ilçesi” (......, XXXII, I s. 1-9) makalesinde Kafkas Albaniyasının bu antik şehri hakkında melumatlar vermiştir. Diğer bir tarihşünas V.V.Bartold XX yüzyılın başlarında Azerbaycan tarihinin bazı meselelerine dair fikirler söylemiş, onun makaleleri Baküde neşr edilmiştir. O, islam dini tarihine dair eserlerinde Arap ve Batı Avrupa alimlerinin dine ilişkilerine eleştirel yaklaşım göstererek, islam dini hakkında geniş malzeme toplayıp, dinin ortaya çıkması ve yayılması tarihi hakkında yeni görüşlerini ortaya koymuştur. XX yüzyılın başlarında Azerbaycan tarihinin çeşitli meseleleri A.Y.Krımskinin de dikkatini çekmiştir. İslam ve Doğu tarihinin araştırmacısı olan A.Y.Krımski, Doğu tarihinin dünya tarihinin bir parçası olarak araştırmış, 
Azerbaycan'a dair “Kuzey veya Kafkas Azerbaycan'ı, Klasik Albaniya tarihinden sayfalar – Şeki, Nizami ve çağdaşları hakkında eserler yazmıştır. A.Y.Krımski bu eserleri yazarken çeşitli ve büyük miktarda belge ve malzemeler kullanmış ve değerli alıntılar yaparak mühim sonuçlar elde etmiştir. Bu nedenle, A.Y.Krımskinin eserleri Azerbaycan tarihini öğrenmek için özel öneme sahiptir. Rus tarihşünasları neyinki kendileri Azerbaycan tarihinin öğrenilmesine ivme vermiş, hatta yerel yazarları bu işe yönlendirmeye ve harekete getirmeye sövk etmişlerdir. Rus tarihşünaslarının en önemli rollerinden biri de bundan ibaretti. XIX yüzyılın sonu - XX yüzyılın başlarında tüm dünyada bir uyanış, bir devrimci değişiklikler döneminin başlandığını biliriz ve bu devrimci değişiklikler, bilime 
ve kültüre de yansımıştır. XX yüzyılın başlarında Rusya aydınlarının bağımsızlık fikirleri Azerbaycanda de etkisini göstermekteydi. Öncü aydınların milli kimlik bilincinin uyanışı, milli idrak gelişme aşamalarında idi. İşte bu dönemde Azerbaycan'ın yetenekli gençleri çeşitli bilim kurumlarında eğitim almaya gönderilmişti ki, bu da iyi sonuç gösteriyordu. Bu kişiler işte ulusal-
demokratik hareketin gelişmesinde önemli rol oynuyorlardı. Yabancı ülkelerde Avrupa bilimine yiyelenen fikir öncüleri yavaş yavaş anlıyorlardı ki, büyük amallara, ideyalara ulaşmak için ilk önce millet kendini idrak etmeli, kan hafızasına dayanarak milletin tarihi, manevi değerlerini araştırmak zeruridir. 

Bunun için ulusal okullar açmak, program ve ders kitapları yaratmak önemliydi. Bu sırada milli aydınlar yetişmekte idi ki, bunlar da kendi eserlerinde, yayın organlarındaki konuşmalarında halkı gaflet uykusundan uyandırırdılar. Bu zaman milliyet, hürriyet, inkılap ve müsavat fikirleri genişleniyor, millet inanmaya başlıyordu ki, “istiklal dışında onun için ek Azerbaycan yoktur”. Bu aydınlar Azerbaycanın milli bağımsızlığını ümumtürk özgürlüğünün bir parçası olarak idrak edirdilerse de, siyasi ergenlikleri tam değildi. Fakat mevcut yapıya karşı mücadele, islahatçılığı gerektiren milli aydınlar halkın ihtiyaçlarını çara sunmak iktidarında idiler ki, bunlardan A. Hüseyinzade, A. Topçubaşof, M.E. Resulzade, A. Ağaoğlu ve N. Nerimanovun etkinliğini vurgulamak gerekir. Bu aydınların eserlerinin tarihçilikde önemli yeri vardır. Çünki bahıs olunan dövrde milli düşünce tarihçiligin problematikasını da degiştirmişti. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Türk Tarih Kurumu’nun Türkiye’deki Tarih Anlayışına Etkisi , BÖLÜM 2


  Türk Tarih Kurumu’nun Türkiye’deki Tarih Anlayışına Etkisi , BÖLÜM 2



 “…Miladın 1870 senesinde Almanya ve Fransa arasında çıkan büyük savaşa bir bakın. Bu savaşta Almanlar galip gelmiş ve muzaffer olarak Paris’i fethetmişti… 
Almanya’nın gözleri kamaştıran o muhteşem galibiyetine, “öğretmenlerin zaferi” ismi verilmişti… Fransızların sürekli devam eden hakaretlerine karşı koymak ve 
intikam almak isteyen sabırlı, ciddi ve birlik taraftarı Alman öğretmenleri, Bonapart belası ortadan kalkar kalkmaz kurulan okullarda, Alman gençlerinin 
beyinlerine intikam fikrini ve birlik hevesini ektiler…” (Mehmet Arif, 2006: 19). 

Daha önceden belirtildiği üzere burada bahsedilen milli birlik ve vatan mevhumları “Osmanlılık” bilinci üzerinden tesis edilmiştir. Ancak tarih dersine yüklenen bu işlev, Cumhuriyet devrinde atılacak olan adımlar açısından temel oluşturmuştur denilebilir. 

Bu dönemde tarih eğitimi alanındaki önemli anlayış değişikliklerinden birisi de pedagojik alanda meydana gelen gelişimlerdir. Tarih eğitiminde görsel materyallerin kullanımı, müze eğitimi, değerler eğitimi vb. uygulamaların ilk örnekleri bu dönemde okutulan tarih derslerinde görülebilir (Dönmez ve Oruç, 2006). 

Tercüme dalgasının Tanzimat devrinden itibaren başlayıp bu dönemde de devam etmesi “milli” nitelikli eserlerin neşrini mümkün kılmamıştır. Zira tercümeyle birlikte “batıcılık” akımının etkisi kitaplara ve ders programlarına yansımış olup, müelliflerin gerçekleştirdikleri tercümelere milli nokta-i nazardan yorumlar getirememeleri bu durumun etkisini kuvvetlendirmiştir. Diğer yandan 
önceki dönemlerden beri süregelen İslam tarihi ve Osmanlı devlet tarihi anlayışı bu dönemde de devam etmiş olup, Türk tarihi hakkında gerçekleştirilen az sayıdaki çalışma da ders programlarına yansımamıştır. Bu tercüme dalgası yaklaşık olarak 1920’li yılların sonuna kadar, Cumhuriyet’in ilanından sonraki süreçte de devam edecektir. Bu sebeple bu süreçte “milli tarih”i ön plana çıkaran eser ve öğretim programlarının vücuda getirilmesi çok güç olmuş ve az sayıdaki örnekle sınırlı kalmıştır. İhsan Sungu’nun 1922 tarihli raporu bu durumu güzel bir şekilde özetlemektedir: 

 “Mekteplerimizde okutulmak üzere tercüme edilen bir tarih kitabı İslamiyet’te zekatın onda bir olarak hesap edildiğini ve Asurlar hakkında tetkikatta bulunmak için en seri vasıtanın Louvre müzesini ziyaret etmekten ibaret bulunduğunu kaydeden kıraat kitaplarımıza bakılsa bu milletin ruhuna, bu milletin harsına tercüman olmaktan ziyade hepsinden bir tercüme kokusu, bize büsbütün yabancı bir havayı manevisi hissedilir…” (Safran, 2002: 826’den akt. Şengül, 2007: 80). 

3. Cumhuriyet Döneminde Tarih Anlayışı 

II. Meşrutiyet dönemi, Türk milletinin yaşadığı isyanlar, Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı gibi felaketler sebebiyle tarih alanındaki hareketliliğin nihai netice doğuramadığı bir dönem olmuştur. O dönemde Türk tarihi hususunda yapılan çalışmaların eğitime ve dolayısıyla da tabana yansımadığı daha önce örnekleriyle belirtilmişti. Ancak bu dönemde yapılan çalışmalar ve doğurduğu anlayış değişikliği Cumhuriyet döneminde yapılacak olan çalışmalara büyük ölçüde zemin hazırlamıştır. 

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Türk yurdunun İtilaf devletlerinin saldırısına maruz kalması, Anadolu merkezli bir direniş hareketinin hasıl olmasına sebep olmuş; yaklaşık üç yıl süren zorlu bir mücadelenin ardından Anadolu Türklüğü mukadderatını eline alma başarımını göstermiştir. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde gerçekleştirilen bu milli kurtuluş hareketini izleyen dönemde ise; Anadolu Türklüğünü tüm müesseseleri ile çağdaşlaştırmayı gaye edinen bir inkılap hareketi başlamıştır. 1923’te cumhuriyetin ilanının ardından hızlanan bu yenileşme hareketi, öncelikli olarak toplumun zaruri ihtiyaçlarını gidermeye yönelmiş; yoğun mesai sebebiyle tarih alanındaki çalışmalar hızlı bir şekilde başlayamamıştır. Ancak yaşanan büyük felaketler, buhranlar ve büyük inkılaplar, tarih ilminin ilerlemesi ve tarih görüşünün değişmesine de zemin yaratmaktadır (Kodaman, 1982’den akt. Turan ve diğ. 2014). Bu yönüyle düşünüldüğünde Milli Mücadele dönemi ve sonrasında yaşananların da benzer etkileri yaratması kaçınılmaz olmuştur. 

Avrupa’da milli devletlerin teşekkülü esnasında tarihin rolüne daha önceden değinilmişti. Milli devletler; ortak kültürün tesis edilmesi, milli kültürün köklerinin ortaya çıkarılması ve inşa edilmek istenen millet formuna bir meşruiyet payandası bulabilmek için tarihe eğilmek zorunda kalırlar (Köken, 2014: 76). Yeni Türk devleti de, yeni millet yapısını Türk tarihinin ve yüksek Türk kültürünün kazandırdığı değerler üzerine inşa etme yolunu seçmiştir. Dönmez (2008) cumhuriyetin ilk yıllarının Türkiye’de milli bir kimlik oluşturma süreci olduğunu belirtmektedir. Şimşek ve Satan (2011) da, kurumlar ve çalışmalar açısından romantik tarihçiliğin asıl Cumhuriyet döneminde kendisini gösterdiğini belirtmiştir (s.21). 

Cumhuriyet döneminde, milli kimliğin inşasında büyük bir rol yüklenen bu tarih anlayışının geçireceği evrimi daha iyi anlayabilmek adına; onun karakteristiğini belirleyen temel faktörleri hatırlamakta fayda olduğu düşünülmektedir. 20. Yüzyılın başlarında Türkiye’de yeniden şekillenmekte olan tarih anlayışı üzerinde yüzlerce yıllık bir geleneğin ürünü olan Osmanlı geleneksel tarih yazıcılığından devralınan miras, 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve giderek güçlenen Türk milliyetçiliği düşüncesi ve 19. Yüzyıl Osmanlı aydınını derinden etkileyen pozitivist düşüncenin etkisi vardır (Sönmez, 2010: 98-99). Devralınan bu düşünsel miras göz önünde bulundurulduğunda Cumhuriyet aydınlarının da ilk yıllarda benzer nitelikleri sergiliyor olması gayet doğal karşılanmalıdır. 

Cumhuriyet döneminde milli kimliğin yaratılması hususunda tarih ve tarih eğitimine biçilen yeni rol, hiç de kolay olmayan bir kampanyaya işaret ediyordu. Hatta bu husus diğer inkılapların da düğümlendiği bir noktada merkez unsuru teşkil ediyordu. Zira Atatürk’ün bütün inkılaplarında temel güçlük, Türkiye ile Türklüğün, Osmanlı kimliğini benimsememiş fakat Türk olduğunun da 
bilincine varmamış Türklere bu hususun nasıl kabul ettirileceği noktasında kilitleniyordu. Bu husus devletin adı için dahi geçerliydi. Milli nüfusun %75’ini oluşturan köylülerin büyük çoğunluğu Türkçe anlıyor, konuşuyor ama henüz Türk oduğunun bilincinde görünmüyordu (Güvenç, 1996: 227-236). Bu sebeple tarih çalışmalarının “milli kimlik” kazandırıcı işlevi, Türkiye deneyinde büyük önem taşıyordu. 

Atatürk bizzat tarih ile yakından ilgili bir liderdi. Bu husus onun tarih çalışmalarına doğrudan alakadar olması konusunda etkili olmuştur. Atatürk’ün tarih çalışmaları konusundaki beklentilerinin temel direnek noktasını “ulusal bağımsızlığın” bilim alanında da tamamlanması, Avrupa’nın Türklere karşı yönelttiği “tarih tezi” silahına, aynı cinsten bir silah ile karşılık verilmesi anlayışı oluşturuyordu (Aydoğan, 2006: 27; Karal, 1946: 3). Ancak bu çalışmalar Cumhuriyet’in ilanından Atatürk’ün ölümüne kadar geçen sürede kesintisiz şekilde aynı anlayış ve hızla devam etmemiştir. Aslan (2012), Atatürk dönemindeki tarih çalışmalarını “Türk Tarih Tezi”nin öncesi ve sonrasını esas alarak sınıflandırma yoluna gitmiştir. Zira “Türk Tarih Tezi”nin oluşturulmaya başlanması ve Türk Tarih Kurumu ile bu tez ile ilgili çalışmaların sistematize edilmesi; bulgularının eğitim programlarına, ders kitaplarına yansıtılması aynı zamanda büyük bir paradigma değişikliğine işaret etmektedir. 
Geçmişten devralınan üç ayaklı mirastan özellikle “Osmanlı geleneksel tarih yazıcılığının” tarih anlayışı üzerindeki etkisinin kırıldığı; pozitivist düşüncenin etkisinin arttırıldığı; milliyetçi düşüncenin ise Anadolu menşeili olacak şekilde revize edilerek etkisinin arttırıldığı ve tüm bu paradigma değişikliklerinin daha önceki dönemlerin başaramadığı şekilde eğitim sistemine kanalize edildiği bir sürece işaret etmektedir. 1923-1931 yılları arasındaki ilk dönemin başlarında ise etkili bir tarih görüşü ortaya koymak mümkün olmamıştır. Zira bu dönemdeki faaliyetlerin geneli, devlet ve toplumun yapısal düzenini yeni baştan kurma meşguliyetinden ibaretti. 

Yusuf Akçura (2010), yeni Türk devletinin kurulmasının hemen akabinde yeni ders kitaplarının hazırlanmasının mümkün olmadığını belirtmektedir. Değiştirilen tarih öğretim programlarına rağmen, o programlara göre ders kitapları hemen neşrolunamamıştır. Ancak seneler geçtikçe eski kitapların milliyet ve halkçılık esaslarına göre bir dereceye kadar ıslah edilmeye çalışıldığı veya bu 
esaslara göre yeni kitaplar yazılmaya çalışıldığı görülmektedir. Ancak Akçura (2010) “bu kitapları yazanlar da itiraf etseler gerektir ki, yapılan tadiller ve ıslahlar asıldan ziyade şekle, ruhtan ziyade maddeye aittir” (s.596) demektedir. Ziya Gökalp’in de daha önceden aynı noktaya dikkat çekmesi ve özellikle tercüme kitaplar sebebiyle tarihi olaylara Fransız nokta-i nazarından baktığımızı belirtmesi bu konuda ciddi sorunların varlığına işaret etmektedir (Ziya Gökalp, 2011: 50). Bu konuda Avrupalıların sömürgecilik doğrultusundaki istilalarına “fetih” adının verilmesi (Akçura, 2010: 602), tarih kitaplarımızda bir “Şark Meselesi”nden bahsolunması (Ziya Gökalp, 2011: 50), Halife Memun’u mukayese amacıyla Türk toplumuna ondan daha yabancı olan XIV. Louis’in örnek verilmesi (Akçura, 2010: 600), İbranilere övgüler dizilmesi (Akçura, 2010: 599) gibi hususlar misal olarak gösterilebilir. 

Akçura (2010), Ali Reşat Bey’in 1929 yılında Türk liseleri için hazırlanan tarih kitabını örnek vererek mevcut durumu açıklama yoluna girmiştir. Ali Reşat Bey’in 1929 yılında Maarif Vekaleti tarafından Devlet Matbaası’nda bastırılan bu eserinde kutsal kitaplara atıf bulunmamakta, menkıbelere yer verilmemektedir. Akçura (2010) bu açıdan eserin, Mizancı Murad’dan o tarihe kadar gerçekleşen 
büyük bir dönüşüme işaret ettiğini belirtmekte ve bunun küçümsenmemesi gerektiğini eklemektedir. Ancak eserin “milliliği” hususunda önemli eleştiriler getirmektedir. Zira kitap büyük ölçüde Avrupa’nın umumi tarihlerinden gerçekleştirilen tercümelerle vücut bulmuştur. Bu sebeple de Türk tarihine ayrılan kısımlar oldukça sınırlıdır: 

 “Türklere sıra, ancak kitabın birinci sülüsü sonlarında gelir. Müelif Türk kavminin tarih sahnesine çıktığı zamana ait takribi bir tarih dahi göstermemekle 
beraber, yazılan şeyler, Milattan birkaç asır sonra gibi anlaşılmaktadır. Yanılmıyorsam “İskitler” hiç mevzubahis olmamıştır. Ali Reşat Bey, Türk kısmını 
Leon Kahun’dan almış ve müspet vakıalardan ziyade efsaneler ve hikayelerle meşgul olmuştur. Türklerin medeniyeti hakkında hemen hiçbir şey yazılmamıştır. 

Orhon abideleri üzerinde lüzumu kadar durulmamıştır. 336 sayfalık bir kitapta İslamdan evvel Türklere tahsis olunan kısım 24 sayfadan ibarettir. Ve umumiyetle denilebilir ki bu faslı okuyan talebe Türklüğe muhabbet bağlayamaz…” (Akçura, 2010: 600). 

Cumhuriyet döneminin ilk programı olan “1924 İlk Mektepler Müfredat Programı”ndan “Saltanat, Osmanlı Hanedanı ve Hilafet ile ilgili konular çıkarılmış ve yerlerine Türk Kurtuluş Savaşı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kuruluşu, Sevr ve Lozan anlaşmaları, Hilafet’in kaldırılması gibi konular eklenmiştir (Aslan, 2012: 336). Bu değişikliğin genç kuşakları duyuşsal olarak Osmanlı’dan kopararak yeni düzene entegre etmeyi amaçladığı söylenebilir. Benzer bir müfredat değişikliği ortaöğretimde de gerçekleştirilmiştir. Bu değişiklikte de Cumhuriyet’in eğitim ve kültür politikalarıyla çelişen konuların ayıklandığı söylenebilir. Eski Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ ve Yakın Çağ olarak bölümlere ayrılan tarih dersi konuları, daha çok Avrupa tarihi ve kısmen Osmanlı Devleti tarihi ağırlıklı olarak sıralanmıştır. 
Derste özgürlükçü fikirlere de yer verilmesi önemli bir nokta olarak görülebilir (Şengül, 2007). Ancak tarih öğretimi Avrupa merkezli olacak şekilde kurgulanmıştı. Türk tarihinden ziyade, genel tarih ve Avrupa tarihine öncelik verilmekteydi. Çapa (2002) bu programın öncekilerden en önemli farkının, İslam Tarih ve Medeniyeti’ne yer verilmemesi oduğunu belirtmektedir. Ancak bu Türk-İslam devletlerinden bahsedilmediği anlamına gelmemektedir. Şengül (2007) öğretim programlarını siyasi düşünce akımları açısından incelediği çalışmasında, 1924 programındaki en etkili fikir akımının “Batıcılık” olduğunu belirlemiştir. Buna göre Türkçülük akımı ülke politikasına yön veren bir akım olmasına rağmen tarih öğretim programına yansımamıştır. Bu husus Meşrutiyet dönemindeki 
programların durumu ile benzerlik göstermektedir. Türkçülük akımının ilk kez eğitim programlarına yansıması ise 1927 yılına ait tarih öğretim programı ile olmuştur. Bu programla birlikte Türk kültür ve medeniyeti de önemli bir nokta olarak derslerdeki yerini almıştır. Ziya Gökalp tarafından kaleme alınan “Türk Medeniyeti Tarihi” adlı eser de liselerde okutulmaya başlanmıştır (Şengül, 2007). Bu programın hedefi şu şekilde tayin edilmiştir: “Çocuklara Türk milletinin mazisi hakkında malumat verip onlarda milli şuur uyandırmak; bugünkü medeniyetin uzun bir mazinin mahsulü olduğunu anlatmak; büyük şahısların hayat ve hareketleri tasvir edilerek çocuklara imtisale şayan numuneler göstermek” (Çapa, 2002). Bu programda Türk tarihinin başlangıçtan Cumhuriyet’e kadar bir bütün halinde ele alınıyor oluşu önemlidir. Bu daha önceki öğretim program larında görülmemiş bir durumun gerçekleştiğini göstermektedir. 1927 programının bir diğer önemli yanı tarih öğretim yöntemi konusunda getirdiği yeniliklerdir. Tarih dersini sıkıcı olmaktan kurtarmak amacıyla, yakın çevrede bulunan müzelere ve tarihsel mekanlara araştırma ve inceleme gezilerinin düzenlenmesinin istenmesi ve önemli tarihsel kişiliklerle sözlü tarih çalışmalarının özendirilmesi bu yeniliklerden bazılarıdır (Aslan, 2012: 345). Bu yeniliklerin II. Meşrutiyet döneminde Satı Bey, İhsan Sungu ve İhsan 
Şerif gibi eğitimcilerin gerçekleştirdiği tarih derslerinde de görüldüğünü hatırlamakta fayda vardır. 


Cumhuriyet döneminde 1928 yılına kadar tarih çalışmalarında büyük bir atılımın gerçekleşmediği görülmektedir. Ancak Afet İnan’ın bu tarihte Atatürk’e Türk ırkının sarı ırka mensup olduğunu ve Avrupa zihniyetine göre “secondaire” (ikinci) nevi insan tipi olduğunu yazan bir Fransız tarih kitabını göstererek bunun böyle olup olmadığını sorması (Karal, 1946: 4), bundan sonra gerçekleşecek olan tarih çalışmalarını adeta tetiklemiştir. Zira Avrupa’nın tarih sahasındaki bu saldırılarına yine aynı cinsten bir silahla yanıt verme zaruriyeti doğmuş ve bu alandaki çalışmaların gayesini bu husus domine etmiştir. 

Türk tarihi ile ilgili çalışmaların bu tarihten itibaren yoğunlaştırılmasında şu hususların etkili olduğu söylenebilir: 

. Türklerin sarı ırktan olduğuna dair dünyada yayılmış olan yanlış bilgiler, 
. Türklerin medeni kabiliyet ve istidattan mahrum olduğu iddiası, 
. Türk toprakları üzerindeki tarihi iddialar (Karal, 1946: 2-3). 


Özellikle sonuncu maddede belirtilen husus, Milli Mücadele yıllarında fiili sahada tesir yaratması bakımından önemlidir. Zira Yunanlıların Batı Anadolu, İtalyan ların Güney Anadolu, Ermenilerin Doğu Anadolu’daki toprak taleplerini bu tipten tarih tezleri ile destekleme girişimleri mevzunun ehemmiyetini gözler önüne sermektedir. Tüm bu hususlar Türk tarihi konusunda gerçekleştirilecek 
olan çalışmalara motivasyon kaynağı oluşturmuştur. 

Karal (1946) Atatürk’ün bu konuda aydınlatılmasını istediği meseleleri şu şekilde belirtmiştir: Türkiye’nin en eski yerli halkı kimlerdir? Türkiye’de ilk medeniyet nasıl kurulmuş veya kimler tarafından getirilmiştir? Türklerin cihan tarihinde ve dünya medeniyetinde yeri nedir? Türklerin bir aşiret olarak, Anadolu’da devlet kurmaları bir tarih efsanesidir. Şu halde bu devletin kurulması için getirilecek izahat ne şekilde olmalıdır? İslam tarihinin gerçek hüviyeti nedir? Türklerin İslam tarihinde rolü ne olmuştur? (s.4) 

Belirlenen gayelere ulaşılabilmesi için öncelikle en yeni tarih yayınlarından bir kitaplık kurulmuş ve tarih ile uğraşabilecek kimselerle birlikte bu yayınlar incelenmeye başlanmıştır. Kitaplar tercüme edilerek özetleri çıkarılmakta ve raporlar hazırlanmakta idi. Ancak çalışmaların sistemleştirilmesi 23 Nisan 1930’da toplanmış olan Türk Ocakları 6. Kurultayı’nda Türk Tarihi Tetkik Heyeti adlı bir encümenin kurulması ile ancak mümkün oldu. Bu esnada bir yandan devam eden çalışmalar ilk meyvesini 1930 yılında yayımlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları” isimli kitap ile verdi. İstenen düzey tam olarak yakalanamamıştı; Atatürk her ne kadar kitabı tam olarak beğenmese de; bu çalışma Türk Tarih Tezi ile ilgili ilk ipuçlarını vermesi bakımından önemlidir. Ancak Türk Tarih Tezi’nin ve tarih çalışmalarının bilimsel bir sistematiğe bağlanması ancak Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin (Türk Tarih Kurumu) kurulması ile mümkün oldu. 

3.1. Türk Tarih Kurumu ve Tarih Anlayışı Üzerindeki Etkisi 

Türk Ocakları 15 Nisan 1931’de kapatılınca, ona bağlı olarak faaliyet gösteren Türk Tarihi Tetkik Heyeti de doğal olarak ortadan kalkmış oluyordu. Ancak Türk tarihinin araştırılması çalışmalarına ara verilmemesi için aynı tarihte Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kurulmuştur (Turan ve diğ., 2014: 207). Atatürk’ün bu cemiyetten istediği “ülkenin eski uygarlıklarını ortaya çıkarmak”, “bugünkü Türkiye halkıyla Türk kavimlerinin birbirleriyle ilişkisini çözmek” ve “genel Türk tarihinin, bilimsel tutarlılık içinde yazılmasını” sağlamaktı (Aydoğan, 2006: 26). 

Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin kuruluş nizamnamesi şu maddelerden meydana gelmiştir: 

1. Türkiye Cumhuriyeti Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin yüksek himayeleri altında ve Ankara şehrinde (Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti) adlı ilmi bir cemiyet kurulmuştur. 
2. Türkiye Cumhuriyeti Maarif Vekili bu cemiyetin fahri reisidir. 
3. Cemiyetin maksadı, Türk tarihini tetkik ve elde edilen neticeleri neşir ve tamim etmektir. 
4. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti maksadına ermek için aşağıdaki vasıtaları kullanır: 

a) Toplanıp ilmi müzakerelerde bulunmak; 
b) Türk Tarihi membalarını araştırıp bastırmak; 
c)Türk Tarihini aydınlatmaya yarayacak vesaik ve malzemeyi elde etmek için icap eden yerlere taharri, hafir ve keşif heyetleri göndermek; 
d) Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti mesaisinin semerelerini her türlü yollarla neşre çalışmak. 

5. Cemiyetin maksadına hizmet edebilecek zatlar ve manevi şahıslar, hangi milliyetten olursa olsun, Cemiyetin asli, fahri veya muhabir azalığına kabul olunabilirler. 
6. Cemiyete girmek isteyenler, azadan iki zatın teklifi ve Riyaset Heyetinin tasvip ve kararıyla kabul olunurlar. 
7. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin 6 azadan mürekkep bir Riyaset Heyeti vardır. Bunlar aralarından bir reis, iki reis vekili, bir umumi katip, bir de veznedar seçerler. Riyaset Heyeti Cemiyetin teessüsünde bu vazifeye intihap olunmuş zatlardır. İnhilal vukuunda Cemiyet azası arasından birinin Riyaset Heyetine intihabı aynı heyete aittir. 
8. Riyaset Heyetinin karar ve davetiyle Cemiyet azasının hepsi veya bir kısmı toplanır ve Riyaset Heyetinin hazırladığı ruzname üzerinde ilmi müzakerelerde bulunur. 
9. Cemiyet mesaisinin neticelerini her üç ayda bir defa tespit ederek Yüksek Hamisine arzeder. 
10. İdari meseleler, Riyaset Heyetinde müzakere olunarak bir karara bağlanır. 
11. Cemiyetin varidatı, teberrulardan, taahhütlerden, neşriyat satışlarından, konferanslar duhuliyesinden toplanır. 
12. Cemiyetin mali idaresi Riyaset Heyetinin elindedir. Senetlerde, mukavelelerde biri veznedar olmak üzere Riyaset Heyetinden üç kişinin imzasının bulunması şarttır. 
13. Umumi Katip, Cemiyetin Hükümet nezdinde ve mahkemelerde mes’ul murahhasıdır (Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Nizamnamesi, 1932: 3-7’den akt. Dönmez, 2013: 382-383). 


Kuruluş nizamnamesinden de görüldüğü üzere; cemiyetin temel amacı Türk tarihi konusunda araştırma yaparak elde edilen neticelerle ilgili yayınlar hazırlamaktır. Bu cemiyet ile Türk tarihi araştırmaları artık kurumsallaşmanın getirdiği bir sisteme oturmuş ve bu çalışmalarla oluşturulan tezler, büyük ölçüde gayelerine ulaşmıştır. Hiç şüphe yok ki; Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin en 
önemli çalışması Türk Tarih Tezi’nin sistemleştirilmesi ve gerçekleştirilen bilimsel toplantılarla, hazırlanan yayınlarla Avrupa’da Türk milleti ile ilgili oluşturulan olumsuz iddiaların ortadan kaldırılması olmuştur. Ancak Türk Tarih Tezi sadece dışarıya yönelik hazırlanmamış; içeriye dönük olarak da önemli misyonların gerçekleştirilmesine hizmet etmiştir. 

Çalışmanın bu kısmında özellikle Türk Tarih Tezi’nin oluşturulması, muhteviyatı, bu konudaki çalışmalar ve neticeleri üzerinde durulacaktır. 

Ondokuzuncu yüzyılda Avrupa’da pozitivist bilim anlayışının da etkisiyle Antropoloji çalışmaları hız kazanmış ve “ırklar” hakkında hala tartışılan bazı tezler ileri sürülmüştür. Örneğin Comte de Gobineau’nun “yüksek ırklar aşağı ırklar” nazariyesine göre yüksek ırk olan “Ari ırkın en asil kadim zümreleri” Orta Asya’da Pamir ve Altay yurdunda ortaya çıkıp, orada medenileştikten sonra 
Avrupa’ya ve diğer yerlere gitmişlerdi. Sonradan Almanların “Yeni Cermen Nazariyesi” ortaya atılmış ve “Homo-Europoeus”un (Avrupa adamı) Almanya’da ortaya çıkıp buradan dünyaya yayıldığı belirtilmiştir. Daha sonra bu ırk nazariyeleri ile medeniyet arasında bir ilişki kurulmuş ve ilk medeniyeti kuranların brekisefal kafalı ve beyaz insanlar oldukları iddia edilmiştir. Böylece “Avrupa ırk itibariyle üstün olduğu için medeniyette de üstündür” görüşü benimsenmiştir (Köken, 2014: 99). Esasında Avrupa merkezci bu bakış açısı, Avrupa’nın sömürge faaliyetlerinin de meşruiyetini ortaya koyma çabasından ibaretti (Satan, 2013). Ancak Avrupa’nın sömürge faaliyetlerinin, siyasi-askeri alanda Anadolu’daki milli mücadele neticesinde bölgesel olarak sekteye uğraması, tarih ve ırk tezlerinin de sorgulanmasına yol açtı. Bu konudaki ilk ve en önemli örneklerden birisini “Türk Tarih Tezi” oluşturmaktadır. 

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1918’de Paris Konferansı’nda; Yunanlılar, İtalyanlar, Fransızlar tarihi, coğrafi ve medeniyet hususunda “deliller” ileri sürerek Türklerin Anadolu’nun yerli halkı olmadığını, Türklerin Anadolu’yu zorla istila eden barbar güçler olduğunu ve Anadolu’nun esasen kendilerinin hakkı olduğunu iddia etmişlerdir (Köken, 2014: 103). Yunanlıların Bizans’a, İtalyanların Roma İmparatorluğu’na atıfta bulunarak tezlerini destekleme çabaları dikkat çekicidir. 

Avrupa’daki ırk ve medeniyet teorileri ile Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki bu iddilar, Türk Tarih Tezi’nin muhteviyatını ve gayesini büyük ölçüde şekillendirmiştir. Zira Türk Tarih Tezi, büyük ölçüde Anadolu’nun eski bir Türk vatanı olduğu üzerinde durmuş ve İlk Çağ uygarlıkları ile Türk tarihi arasında bağlantılar tesis edilmeye çalışılmıştır. Türk Tarih Tezi’nin bir savaşımın ürünü 
olduğu, bu tezin sistemleştirilmesinde büyük etkisi olan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde konuşan Reşit Galip’in şu sözlerinden anlaşılmaktadır: 

 “Darülfünunumuzun, muallim mekteplerimizin, liselerimizin, ortamekteplerimizin muhterem, güzide okutucuları; hakikat sizce ve bizce sabittir. 
Her asil manada cevheri tükenmez Türklük kanı taşıyanlar, bundan şüphe edemezler. Davamız bizim hakikatimizi bütün beşeriyetin itikatları sırasına 
koymaktır. Sizlerin ve elinizden yetişecek beynelmilel Türk tarih otoritelerinin bilgi ve irşat şimşekleri Türk tarihine asırlardır katran yağdıran yerli ve yabancı 
taassup bulutlarını paralaya paralaya dağıtacak, Türk tarihi Ergenekon’dan çıkacaktır. Bu yalnız tarihimizin değili ezeli ve ebedi hakikatin zaferi olacaktır” 
(Türk Tarih Kurumu, 2010: 161). 

“Türk Tarihinin Anahatları” kitabının başlangıç kısmında kitabın yazılma amacında da aynı “yabancılar”ın iddialarına atıflar bulunmakta; yabancı tarih kitapları sebebiyle Türklerin ataları hakkında yanlış bilgiler edindikleri, bu sebeple kendi benliklerini tanıma ve geliştirme konusunda büyük zarara uğradıkları belirtilmektedir (Türk Tarihi Tetkik Heyeti, 1996: 25). 

Cumhuriyetin, yeni kurulan devlet içerisinde milli kimliğin tesisine dayalı olarak, ortak kültür potasında buluşturmayı düşündüğü “Türk milleti”, Türk Tarih Tezi’nin içerideki motivasyon kaynağını oluştururken; yukarıda sayılan sebepler ise dış motivasyon kaynağını oluşturmaktadır. Köken (2014) bu amaçları; “iç” cephenin güçlendirilmesi ve “dış” cephenin zayıflatılması şeklinde 
ifade etmiştir. 

Tarihi iddilardan dolayı, dış cepheye karşı verilecek en güçlü mesajın Anadolu’nun Türk yurdu olduğunun ispatı olduğu görülmektedir. Diğer bir husus ise Türklerin “medeniyetsiz-barbar” bir kavim olmadığı, tarihin ilk devirlerinden itibaren ilk medeniyeti Türklerin meydana getirdiği ve sonrasında Dünya’ya yaydıkları iddiasının gündeme getirilmesidir. Türk Tarih Tezi’nin bazı iddiaları 
abartılı olarak bulunsa da; kendisine yöneltilen silaha aynı şekilde karşılık verdiği gerçeğini göz önünden ayırmamak gerekir. 

Türk antropologlar ve arkeologlar Anadolu’nun tarih öncesi dönemlerden beri Türklerin mensup oldukları beyaz ırkın Alpin koluyla meskun olduğunu ve buradaki halkların Orta Asya’daki Türk anayurdundan gelmiş olduklarını göstermeye çalışmışlardır (Durgun, 2015). Ortaya atılan bu yeni görüşlere göre Türk metaforu tekrardan şekillenmiştir. Buna göre Anadolu ahalisi, Hitit ve benzeri isimlerle adlandırılmış olan Türklerdir. Bunlar tarihten evvel Orta Asya yaylasından batıya gerçekleşen göçlerle buraya gelmişlerdir (Türk Tarihi Tetkik Heyeti, 1996: 192). Kısacası Avrupalıların Anadolu’dan söküp atmak istedikleri Türklerin, aslında bu toprakların gerçek sahibi oldukları mesajı verilmeye çalışılmıştır. Bu konuda Afet İnan’ın Birinci Türk Tarih Kongresi’nde sunduğu “Tarihten Evvel Tarihin Fecrinde” başlıklı bildirisi önemli katkılar yapmıştır (İnan, 2010). Afet İnan (2010)’ın bildirisi büyük ölçüde Eugene Pittard’ın görüşlerine dayanıyordu. Pittard ise uzun yıllar boyunca Anadolu’da yaptığı araştırmalarda Anadolu’da neolitik kültürün oluştuğunu, bunun Orta Asya kavimler göçüyle bağlantılı olduğunu belirtmişti. Ancak göç edenlere Türk adını vermekte acele 
etmemişti. Afet İnan’ın bildirisi Pittard’ın bu söylemlerini Türklere atfetmesi açısından bir mihenk taşı olmuştur. Pittard da 1937 yılındaki İkinci Türk Tarih Kongresi’nin açılışında yaptığı konuşmada Türk Tarih Tezi ile örtüşen bir konuşma yaparak Türklerin geçmişte Eti adını taşıdıklarını, birkaç bin yıl sonra da Selçuk, Osmanlı ve Türk ismiyle anıldıklarını söylemiştir (Toprak, 2012: 164). 

Türkün ana yurdu olarak Orta Asya yaylası gösterilmiş olup; bu yurdun bel kemiği olarak da “Altaylar-Pamir” mıntıkası verilmiştir. Türkler bu mıntıkada, milattan en az 9000 yıl önce kültür sahibi bir ırk olarak ele alınmıştır (İnan, 2010: 30). Comte de Gobineau’nun “yüksek ırklar aşağı ırklar” nazariyesine göre yüksek ırk olan “Ari ırkın en asil kadim zümreleri”nin Orta Asya’da Pamir ve Altay yurdunda ortaya çıkıp, orada medenileştikten sonra Avrupa’ya ve diğer yerlere gittikleri yönündeki tezleri göz önünde bulundurulduğunda; Afet İnan’a bu konuda yol gösteren görüşlerin büyük ölçüde Avrupa menşeili olduğu söylenebilir. Avrupalı’nın itibar ettiği unsurların, Türkleştirilmeye çalışıldığı söylense yanlış olmayacaktır. 

Kodaman (1982) Türk Tarih Tezi’nin ana hatlarını şu şekilde sunmaktadır: 

1. Medeniyetin ilk çıkış yeri Orta Asya’dır. 
2. Brekisefal ve beyaz ırkın ilk yurdu Orta Asya’dır. 
3. Türkler brekisefal ve beyaz ırktan olup, ana yurtları Orta Asya’dır. 
4. İlk medeniyetin yaratıcısı Türkler olmuştur. 
5. Tarih öncesi devirde Orta Asya’da meydana gelen büyük ve uzun süren kuraklık yüzünden bu medeniyet dağılmış ve sahibi olan Türkler de Hind’e, Çin’e, Mezopotamya’ya, 

Anadolu’ya, Kafkasya’ya, Balkanlara ve Dünya’nın diğer yerlerine göç etmişlerdir. Bu göç esnasında gittikleri yerlere medeniyetlerini götürmüşler ve oralardaki toplumlara öğretmişlerdir. Böylece medeniyet dünyaya Türkler tarafından yayılmıştır. 
6. Anadolu’nun ilk yerli halkı olan Hititler, Orta Asya’dan gelmiş Türkler olup bizim atalarımızdır (akt. Dönmez, 2013: 384). 


Tarih Tezi’nin iddialarından da görüldüğü üzere Avrupalıların geliştirdikleri nazariyelere, onların cinsinden bir yanıt üretilmiştir. Oluşturulan bu yanıt üzerinde ise pozitivist düşüncenin yoğunluğu (ırk ve antropolojik veriler) hissedilmektedir. Avrupalıların yaptığı gibi ırk ve medeniyet arasında bir bağlantı kurularak beyaz ırktan, brekisefal kafa yapısına sahip Türklerin ilk medeniyetin kurucuları olarak gösterildiği görülmektedir. Romantik tarihçiliğin en bariz örneklerinden birisini teşkil edecek nitelikte güçlü Türklük vurgusu ve büyük düşünceler hissedilmektedir. 

Alman kültür ve ülkü birliğinin tesis edilmesi yolunda önemli faaliyetler yürüten “Eski Alman Tarihsel Bilgi Cemiyeti” Almanya’nın tarihsel anıtlarını, Roma İmparatorluğu’nun öncesine sarkacak şekilde Vizigotlar, Burgonlar, Vandallar ve Lombardlara zamanına kadar uzatmış; ve Alman kimliğinin temel erdemini coğrafyanın ve dilin sürekliliği üzerine tesis etmişti (Geary, 2012). Türk 
Tarih Tezi üzerinde de benzer temayüllerin olduğu hissedilmektedir. Anadolu’nun İlk Çağ ve tarih öncesi dönemleri ile Türklük arasında bağlantı kurma çabası Almanya’daki deneyi andırmaktadır. 

Lakin Türk tarihinin geniş bir coğrafya içerisinde zuhur etmesi ve göç olgusunu barındırıyor oluşu, binlerce yıllık geçmişini aynı coğrafya üzerinde geriye götürebilen Alman deneyi ile uyuşmamaktadır. 

Bu husus Türk tarihi anlayışı konusunda bazı problemleri de beraberinde getirmiştir. Anadolu’nun Türklüğü’nü tarihi, coğrafi, kültürel ve antropolojik temellere dayandırarak kanıtlama gayreti, Türk Tarih Tezi’nin Anadolu üzerine odaklanması sonucunu doğurmuştur. Bunun sebeplerinden birisi de devletin ideolojisi açısından tehlikeli bulunan “panislamist” ve “pantürkist” fikirlere karşı koymak olabilir (Köken, 2014: 92). Bu durum Türk tarihi anlayışı içerisine “Anadoluculuk” adı verilen bir bakış açısının girmesine sebep olmuştur. “Anadoluculuk” nazariyesi, Türk tarihini Anadolu Türklerinin tarihinden ibaret olarak ele almakta; “Türk”ü de Anadolu Türkü olarak görmektedir. Bu durum Osmanlı’nın son dönemlerinde Rusya’dan göç ederek gelen bazı aydınların ve özellikle de Zeki Velidi Togan’ın tepkisini çekmiştir. Togan Türk Tarih Tezi’ne; Türk milliyetçiliğinin kapsamını Anadolu ile sınırladığı için karşı çıkmıştır. Rusya’daki mücadelesinin verdiği perspektifle tarihi karakterinin büyük ölçüde bunu gerekli kıldığı söylenebilir (Özbek, 1997-a). Zira Togan’ın, Türkiye’de oluşturulan bu Tarih Tezi ile uyuşamamasının altında, onun milliyetçilik ve Türkçülük anlayışının, Türkiyeli Türkçülerden tamamen farklı bir tarihsel çerçeve tarafından şekillendirilmiş olması yatmaktadır (Özbek, 1997-b: 15). Togan’a göre Türk milliyetçiliği için en büyük tehlikeyi, Türkistan’da ve Azerbaycan’da olduğu gibi Türkiye’de de milliyetçiliğin mahalli tezahürü sıfatıyla “Anadoluculuk” güdenler oluşturmaktadır. Ona göre Türk; “Türk dilinde konuşan, hatta bazen dilini unuttuğu halde milli şuurunu muhafaza eden insandır” (Özbek, 1997-a: 22). Bu açıdan “umumi Türklük” fikrine sahip olduğu söylenebilir. Ancak diğer yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet ideolojisi olarak benimseyeceği Türkçülüğün en azından başlangıçta ve görünüşte Anadolu ile sınırlı olması gerçekçi politikaların bir ürünü olarak nitelendirilebilir. Yoksa Türk Tarih Tezi’nin 
oluşmasında büyük emeği geçen Atatürk’ün Türk dünyası hakkındaki görüşleri gayet açıktır. 

Atsız (2011) da, 1930’larda şekillenen tarih anlayışını güçlü şekilde eleştirenler arasında yer almaktadır. Birinci eleştirisi Türk tarihinin, hanedan tarihleri olarak ele alınması üzerinedir. Türk tarihini hanedanların isimleriyle Selçuklu-Osmanlı vb. şekillerde isimlendirerek tarihte çok sayıda kurulmuş-yıkılmış Türk devletinden bahsedilmesinin onu bütüncül olarak algılamayı güçleştirdiğini; 
oysa tek bir Türk milletinin var olduğunu ve tarihin de onun tarihi olduğunu belirtmektedir. Bu eleştirisini yöneltirken de Avrupa tarihlerinde hanedanlara yaklaşımlardan örneklerle desteklemektedir. Diğer bir eleştirisi ise “dil, antropoloji, kanun ve örf bakımından Türklerle hiçbir ilişiği” olmadığını söylediği Hititlerin Türkiye Türklerinin atası olarak gösterilmesi ile alakalıdır. 
Hititlerin yazılarının okunduğunu ve Turanlı olmadıklarının anlaşıldığını belirtmektedir. Ayrıca tarihteki pek çok milletin Türk olarak gösterilmesinin, çocukların kitaplara olan güvenini sarstığını ve herkesin Türk olmasından sonra Türklüğün bir imtiyaz olmaktan çıktığını, bunun da milliyet duygusunun zayıflamasına yol açtığını iddia etmektedir (Atsız, 2011). Yinanç (2011)’ında bu konuda benzer eleştirileri bulunmaktadır. 

Türk Tarih Tezi, Türk Tarih Kurumu tarafından yapılan çalışmalarla geliştirildikten sonra, hatta büyük ölçüde aynı süreçte, eğitim programlarına da yansımaları görülmüştür. Tarihi süreç içerisinde incelediğimiz tarih anlayışımız içerisinde, Türkçülük akımının en güçlü şekilde tarih eğitimine yansıması ancak Türk Tarih Tezi ile mümkün olmuştur. “Türk Tarihinin Ana Hatları” isimli kitap her ne kadar okullarda okutulmasa da daha sonraki çalışmalara kılavuz olmuş ve liseler için hazırlanan Tarih 1, Tarih 2, Tarih 3 ve Tarih 4 kitaplarının temelini oluşturmuştur (Şengül, 2007). Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarının eğitime yansıtılmasıyla birlikte “milli tarih öğretimi” insanlık tarihi içerisindeki konumuyla ele alınmış ve diğer milletlere düşmanlık besleyen bir vasıta haline getirilme den milli bilinci kuvvetlendirecek bir formda sunulmuştur. Hatta tarih yazımının ve eğitiminin bu yönü kurumun katıldığı uluslar arası kongrelerde bir övünç kaynağı olarak sunulmuştur (Çapa, 2002). Diğer yandan oluşturulan ve bilimsel faaliyetlerle desteklenen tez sayesinde Avrupa’da Türklerle ilgili önyargıların kırılmasını sağlamış; “sarı ırk” söylemi büyük ölçüde zayıflatılmıştır. 

Oluşturulan Türk Tarih Tezi, uluslar arası alandan da kısmen destek almıştır. Bu hususta özellikle Macarların ilgi ve desteği dikkat çekmektedir. Macar dili ve tarihinin Türk dili ve tarihi ile bağlantılarının geçmişi, Macaristan’daki Türkoloji çalışmaları; ardından da Türkiye’de Hungaroloji Enstitüsü’nün kurulması bu ilişkilerin gelişmesi üzerinde etkili olmuştur (Çolak, 2010). 

Türk Tarih Kurumu’nun çalışmaları ve Türk Tarih Tezi’nin tesisi, Asya kökenli “aydınlanmacı” anlayışın ortaya koyulmasını mümkün kılarak; Avrupa merkezci tarih ve aydınlanma anlayışının yediği ilk büyük darbelerden birisini oluşturmuştur. Böylelikle İstiklal Harbi ile Avrupa sömürgeciliğinin askeri-siyasi kanadına gösterilen direniş; Türk Tarih Tezi’nin ortaya konulması 
suretiyle de Avrupa sömürgeciliğinin meşruiyet kanalı olan “aydınlanmacılık” anlayışı önüne bir set çekilmesiyle tamamlanmıştır. Önceki dönemlerde Avrupa’dan yapılan tarih nakillerinin etkisiyle Türk milleti üzerinde oluşan “eziklik” duygusu, bu yeni bilimsel gelişmelerin eğitim kanalıyla tabana sirayet etmesi neticesinde yerini “kendine güven” duygusuna bırakmıştır. Tanzimat döneminden beri süregelen milliyetçilik ve pozitivizm düşüncelerinin, bu dönemde devlet ideolojisini yönlendiren aygıtlara sirayet etmesi en mükemmel seviyede gerçekleşmiş ve tarih anlayışında uzun müddet devam eden milli tarihin pozitivist yorumunun evrimi büyük ölçüde nihayete ermiştir. 

Türk Tarih Kurumu’nun, Türkiye’deki tarih anlayışı üzerindeki en büyük etkilerinden birisi de onu bilimsel esaslara oturtmuş olmasıdır. Tarih araştırmalarında kanıt ve belge kullanımı, arkeolojik kazılar, geziler, bilimsel toplantılar, yayınlar vb. hususlar tarih anlayışındaki bilimselliğin artışında rol oynamıştır. Ayrıca kurum, uluslar arası bilimsel toplantılara da katılarak yurt dışındaki tarih çalışmalarını da büyük ölçüde takip etmiştir. 

 Tartışma ve Sonuç 

Türk tarihinin çok uzun bir zaman içerisinde, geniş bir coğrafyaya yayılarak şekillenmesi, bizzat o tarihi yaşayan, yapan, yazan, araştıran ve algılayan özneleri için bazı güçlüklere sebep olmuştur. 

Osmanlı İmparatorluğu zamanında hakim olan tarih anlayışı, bahsedilen güçlüklerin mahiyeti hakkında fikir verebilir. Türkistan’dan gerçekleşen “Büyük Oğuz Göçü” neticesinde Anadolu’nun yurt tutulmasının akabinde bölgede beyliklerin kurulması, Selçuklu hakimiyeti ve ardından da Osmanlı hakimiyetinin tesisi neticesinde Anadolu büyük ölçüde Türkleşmişti. Ancak Osmanlı’daki 
tarih anlayışına göre; yalnızca İslam tarihi ve devletin son yüzyıllarına doğru da hanedan çevresinde şekillenen bir Osmanlı tarihi vardı. Tarih anlayışının ve eğitiminin, kimlik üzerindeki etkisi Osmanlı deneyinde de kendisini büyük ölçüde göstermişti. Zira ne Osmanlı millet sistemi tam olarak oturmuştu, ne de Türklük bilinci vardı. Tebaanın kimliği büyük ölçüde “müslümanlık” üzerinden 
şekillenmişti. Ancak Fransız İhtilali ve Aydınlanma Çağı’nın ardından Avrupa’da gelişen ve sonrasında dünyaya yayılan milliyetçilik, özgürlük, eşitlik, bilimsel alanda pozitivizm vb. düşünceler 19. Yüzyılda Osmanlı coğrafyasına da yavaş yavaş girmeye başladı. Ne var ki bu yüzyılın son çeyreğinde ve 20. Yüzyılın başlarında Sultan II. Abdülhamit’in, devletin içerisinde bulunduğu zor 
durumla baş etmek adına, Avrupa’dan ithal edilen bu yeni düşüncelerin etkisini azaltmak için tarih çalışmaları ve tarih eğitimini sekteye uğratması, düşüncenin içtimai hayatta fiiliyata ermesini geciktirdi. Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük (Akçura, 2012) düşünce akımlarının varlık mücadelesi verdiği bu dönemde; Osmanlıcılık ve İslamcılık düşünce akımlarının, Balkan Savaşları, 
Trablusgarp Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı sırasında yediği darbelerle geri plana düşmesi, Türkçülük ve Batıcılık akımlarının ön plana çıkmasıyla sonuçlandı. Atatürk’ün milli kimliğin farkına varılması hususunda “…Biz ne olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmak lığımızmış” (Keskin, 1999: 102) şeklinde ifade bulan sözü bu konuyu gayet açık bir şekilde özetlemektedir. 

Türkçülük ve Batıcılığın tarih alanına yansıması ise; aslında 19. Yüzyılın başlarında Avrupa’da başta Almanya, Fransa ve İngiltere’de görülen “milli tarihin pozitivist yorumu”nu Türkiye’ye getirecek olan düşünsel gücün harekete geçmesi anlamına geliyordu. Türkçülük akımı, “milli” düşüncenin tekamülünü hızlandırdığı gibi, Batıcılık akımı ise “pozitivist” ve “seküler” bilim anlayışının Türkiye’de yerleşmesi için ortamı uygun hale getirecekti. 

II. Meşrutiyet dönemi her ne kadar özgür düşünce ortamının, eskiye nazaran arttığı bir dönem olsa da; yurt içi ve dışındaki önemli siyasi meseleler bu dönemde “tarih” alanında bir atılım gerçekleşmesinin önüne geçmiştir. Esasında tarih alanındaki kurumsallaşma çalışmaları; Türk Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocakları, Türk Bilgi Derneği vb. kuruluşların teşekkülü ile büyük ölçüde 
hızlanmıştı. Ancak bu kurumların güç şartlar altında gerçekleştirdikleri çalışmalar tabana sirayet edecek nitelikte bir “tarih anlayışı” değişimine sebep olmamıştı. Zira Türkçülük akımı, İttihat ve Terakki ile iktidara gelmiş olmasına rağmen; okullarda özendirilen milliyetçilik hala “Osmanlı millet sistemi” ve milletler mozaiği “Osmanlı Vatanı” üzerine şekillenmişti. Satı Bey, İhsan Sungu, İhsan 
Şerif ve Abdüllatif Bey’in tarih ders planlarının bu durumu net bir şekilde yansıttığına daha önceden değinilmişti. Bu durum Cumhuriyet’in ilk yıllarında da büyük ölçüde devam etti. İktidardaki güç, büyük ölçüde Türkçülük akımına göre hareket ediyordu. Ancak tarih anlayışı ve tarih eğitimi, iktidarın yoğun ajandasından dolayı ilk yıllarda gündeme alınamamıştı. II. Meşrutiyet döneminde Avrupa’dan tercüme edilen tarih kitapları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da hala kullanımda idi. Ali Reşat Bey’in 1929’da basılan ve liselerde kullanılan “Umumi Tarih” kitabı bu anlayışın devam ettiğini büyük ölçüde göstermektedir. 

Tarih anlayışındaki en büyük değişim, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin 1931’de kurulmasının ardından meydana gelmiştir. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, birkaç yıl öncesinde başlatılan Türk Tarih Tezi oluşturma çabalarına, 1932 yılında düzenlediği “Birinci Türk Tarih Kongresi” ile bilimsel bir nitelik kazandırmıştır. Bu hareket aynı zamanda çalışmaların tüm dünyaya duyurulması ve 
sistemleştirilmesinin de önünü açmıştır. Zira bu tarihten sonra tüm yurtta bir tarih seferberliği başlatılmış ve Avrupa’nın Anadolu üzerindeki emellerini yansıtan Tarih Tezlerine ve ırk mitosuna karşı adeta bilimsel-kültürel bir savaş başlatılmıştır. Türk Tarih Kurumu bünyesinde gerçekleştirilen arkeolojik kazılar ve Cumhuriyet tarihinin en büyük antrolopoji çalışmaları, tezi somut veriler ve 
kanıtlarla destekleyerek Avrupa’nın itibar göstereceği bir forma sokmuştur. Nitekim 1937 yılındaki İkinci Türk Tarih Kongresi ile Türk Tarih Tezi yabancı bilim adamlarının da desteği ile büyük ölçüde tamamlanmıştır. Bu çalışmalar gerçekten de Avrupa’daki iddiaların ve Türklerin “sarı ırk”tan olduklarını iddia eden ırk mitosunun geri plana düşmesine, bir müddet sonra da unutulmasına sebep olmuştur. Türk Tarih Tezi’nin Anadolu’nun ilk sahipleri olarak Türkleri göstermesi, ilk medeniyet kurucusu olarak Türkleri göstermesi ve Avrupa medeniyetinin kökenine dahi Türk izlerini serpiştirmesi; Avrupa’nın Türklere yönelttiği silaha etkili bir cevap vermişti. Bu çalışmalar dış cephedeki konumu sağlamlaştırırken; aynı zamanda son yüzyıllarda gururu kırılmış ve güçlüklere 
göğüs germek zorunda kalmış olan Türk milletinin de “milli bilinç” kazanması hususunda önemli katkılar sağlamıştır. Zira bu dönemde ilk kez “milli tarih” eğitim programlarına girmiş ve genç kuşaklar bu programlar doğrultusunda yetiştirilmiştir. Türk Tarih Kurumu, 19. Yüzyılın başlarında Avrupa’da “milli tarih” yazan “Monumenta Germaniae Historica”, “French Ecole des Chartes” ve 
“The English Public Records Office”in (Köken, 2014: 78) işlevini, 1931’den sonra Türkiye’de çok kısa bir süre içerisinde gerçekleştirmiştir. 

Anadolu’da yaşayan Türk milletine “milli bilinç” yeni tarih anlayışı ile aşılanmıştır. Ancak Avrupa’nın Anadolu üzerindeki iddialarını çürütmek amacıyla; Anadolu’yu sahiplenme dürtüsü, yeni tarih anlayışına da büyük ölçüde şekil vermiştir. Türkistan ve Rusya’dan gelen Türkçü aydınların bazıları bu hususa tepki göstermiş ve inşa edilen milli tarihin “mahalli milliyetçiliğin” ürünü olduğunu savunarak bu hususun Türk dünyasına zarar vereceğini iddia etmişlerdir. Bu konuda en dikkat çekici eleştirileri Başkurdistan’da Sovyetlere karşı milli mücadele vermiş olan Zeki Velidi Togan gerçekleştirmiştir. Ancak bu tarz eleştiriler Türk Tarih Tezi üzerinde önemli bir etki yapmamıştır. Anadolu menşeili Türk tarihi anlayışı, Türkiye’de büyük ölçüde yerleşmiş olup halen devam etmektedir. 

Türk Tarih Kurumu, 1930’lu yıllarda Türkiye’deki tarih anlayışı üzerinde önemli bir paradigma değişikliğini gerçekleştirdikten sonra çalışmalarına devam etmiştir. Türkiye’de tarih ve tarihçiliğin gelişmesinde kuşkusuz en büyük rol bu kuruma aittir. Günümüzde de bu işlevini büyük ölçüde yerine getirmektedir. 

Kurum, 7 Kasım 1982’de kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 134. maddesi ile kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesine dahil edilmiştir. Türk Tarih Kurumu bu dönemden itibaren de ilk kuruluş amaçları doğrultusunda çalışmalarına devam etmiş ve etmektedir (Türk Tarih Kurumu, 2016). 

Türk Tarih Kurumu tarafından 1937 yılından beri yayımlanan Belleten dergisi, sonraki yıllarda Türkiye’de bilimsel tarihçiliğin gelişmesi hususunda önemli bir rol üstlenmiştir. Bugün de uluslar arası standartları yakalamış önemli yayınlar arasındadır. 


Kaynakça 

Akagündüz, Ü. (2015). II. Meşrutiyet Yılları Düşünce Dünyamızda Tarih ve Tarih Yazımı Üstüne Bir Değerlendirme. Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi (21), 3-31. 
Akçura, Y. (2010). Tarih Yazmak ve Tarih Okutmak Usullerine Dair. Birinci Türk Tarihi Kongresi Konferanslar Müzakere Zabıtları. Ankara: Türk Tarih Kurumu. 
Akçura, Y. (2012). Üç Tarz-ı Siyaset. Ankara: Kilit Yayınları. 
Akman, Ş. T. (2011). Türk Tarih Tezi Bağlamında Erken Cumhuriyet Dönemi Resmi Tarih Yazımının İdeolojik ve Politik Karakteri. Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi , 1 (1), 80-109. 
Aslan, E. (2012). Atatürk Döneminde Tarih Eğitimi-I: "Türk Tarih Tezi" Öncesi Dönem (1923-1931). Eğitim ve Bilim , 37 (164), 331-346. 
Atsız, H. N. (2011). Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır? A. Şimşek ve A. Satan içinde, Milli Tarihin İnşası - Makaleler (s. 197-208). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Avcı Akçalı, A. ve Çam, İ. D. (2015). II. Abdülhamit ve II. Meşrutiyet Dönemleri Eğitim Anlayışları 
Bağlamında Mizancı Murad ve Ahmet Refik'in (Altınay) Umumi Tarih Ders Kitapları. Milli Eğitim (207), 119-144. Aydoğan, M. (2006). Türk Uygarlığı. İstanbul: Umay Yayınları. 
Çalen, M. K. (2013). Celal Nuri'ye Göre Muhit, Irk, Zaman Teorisi Bağlamında Eski Türkler ile Osmanlı Türkleri Arasındaki Münasebetler. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , 15 (1), 279-296. 
Çapa, M. (2002). Cumhuriyet'in İlk Yıllarında Tarih Öğretimi. Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk You Dergisi (29-30), 39-55. 
Çolak, M. (2010). Atatürk, Macarlar ve Türk Tarih Tezi. Türkiyat Araştırmaları Dergisi (27), 371-402. 
Demircioğlu, İ. H. (2012). Osmanlı Devletİ'nde Tarih Yazımının Tarih Öğretimi Üzerine Etkileri. Milli Eğitim (193), 115-125. 
Dönmez, C. (2008). Tarihi Gerekçeleriyle Harf İnkılabı ve Kazanımları. Ankara: Gazi Kitabevi. 
Dönmez, C. ve Oruç, Ş. (2006). II. Meşrutiyet Dönemi Tarih Öğretimi. Ankara: Gazi Kitabevi. 
Durgun, Ş. (2015). Ulus İnşa Sürecinde Irkçı Tesirler. Türk Yurdu (333), 39-44. 
Geary, P. J. (2012). Uluslar Miti ve Avrupa'nın Kökenleri. (Ç. Sümer, Çev.) Ankara: Tan Kitabevi. 
Güvenç, B. (1996). Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları. İstanbul: Remzi Kitabevi. Türk Tarih Heyeti (1996). Türk Tarihinin Ana Hatları. İstanbul: Kaynak Yayınları. 
İnan, A. (2010). Tarihten Evvel Tarihin Fecrinde. Birinci Türk Tarih Kongresi. Ankara: Türk Tarih Kurumu. 
Karal, E. Z. (1946). Atatürk'ün Türk Tarihi Tezi. Ankara. 
Keskin, M. (1999). Atatürk'ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi. 
Köken, N. (2014). Cumhuriyet Dönemi Tarih Anlayışları ve Tarih Eğitimi (1923-1960). Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi. 
Köprülü, F. (2011). Bizde Tarih ve Müverrihler Hakkında. A. Şimşek ve A. Satan içinde, Milli Tarihin İnşası - Makaleler (s. 31-46). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Türk Tarih Kurumu (2010). Birinci Türk Tarih Kongresi. Ankara: Türk Tarih Kurumu. 
Türk Tarih Kurumu (2016). Türk Tarih Kurumu'nun Tarihçesi. 06 09, 2016 tarihinde Türk Tarih Kurumu: 
http://www.ttk.gov.tr/index.php?Page=Sayfa&No=1 adresinden alındı 
Mehmed Arif (2006). Başımıza Gelenler. İstanbul: Babıali Kültür Yayıncılığı. 
Türk Ocakları (2016). Türk Ocakları Derneği Tüzüğü. 06 10, 2016 tarihinde Türk Ocakları Genel Merkezi: 
http://turkocaklari.org.tr/sayfa/3510/tuzuk.html adresinden alındı 
Oral, M. (2006). Türkiye'de Romantik Tarihçilik (1910-1940). Ankara: Asli Yayın Dağıtım. 
Özbek, N. (1997-b). Zeki Velidi Togan ve Milliyetler Sorunu: Küçük Başkurdistan’dan Büyük 
Türkistan’a. Toplumsal Tarih , 8 (44), 15-23. 
Özbek, N. (1997-a). Zeki Velidi Togan ve Türk Tarih Tezi. Toplumsal Tarih , 8 (45), 20-27. 
Saray, M. (1995). Atatürk ve Türk Dünyası. Ankara: Türk Tarih Kurumu. 
Satan, A. (2013). Avrupamerkezcilik ve Türk Tarih Tezi. İnsan ve Toplum Dergisi , 3 (6), 333-342. 
Sönmez, E. (2010). Annales Okulu ve Türkiye'de Tarih Yazımı, Annales Okulu'nun Türkiye'deki Tarih Yazımına Etkisi: Başlangıçtan 1980'e. Ankara: Tan Yayınevi. 
Şengül, T. (2007). Siyasi Düşünce Akımları ve Tarih Ders Programlarındaki Düşünsel Değişim (1908-1930). Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi , 40 (1), 63-97. 
Şimşek, A. ve Satan, A. (2011). Milli Tarihin İnşası - Makaleler. İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Toprak, Z. (2012). Darwin'den Dersim'e Cumhuriyet ve Antropoloji. İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. 
Turan, M. (2015). Türk Milli Devleti'nin İnşasında Tarihi Süreç ve Gerekçeler. Türk Yurdu (333), 30-33. 
Turan, R., Safran, M., Hayta, N., Çakmak, M. A., Dönmez, C. ve Şahin, M. (2014). Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi. Ankara: Yargı Yayınevi. 
Ülken, H. Z. (2011). Tarih Şuuru ve Vatan. A. Şimşek ve A. Satan içinde, Milli Tarihin İnşası - Makaleler (s. 209-228). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Yinanç, M. H. (2011). Tanzimat'tan Meşrutiyet'e Kadar Bizde Tarihçilik. A. Şimşek ve A. Satan içinde, Milli Tarihin İnşası - Makaleler (s. 59-96). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Ziya Gökalp (2011). Tarih İlim mi? Yoksa Sanat mı? A. Şimşek ve A. Satan içinde, Milli Tarihin İnşası - Makaleler (s. 47-48). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 


***