26 Mayıs 2017 Cuma

11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 4


11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA  VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 4



4. DÖNÜŞÜME YÖNELİK ÇABALAR 


Dönüşümün esas amacını, “bilinmeyen ve kesin olmayan tehditlere karşı ülkeyi savunabilmek için ihtiyaç duyulan yeteneklerin temin edilmesi” olarak 
tanımlayan Asch ve Hosek (2004:2), dönüşümün temelinde de “yenilikçi yaklaşımlar”ın bulunduğunu belirtmektedir. “Yenilik” kelimesinin askeri alandaki 
karşılığını “modernizasyon” olarak betimlemek yanlış olmayacaktır. Soğuk Savaş sonrası yeniden şekillenen kuvvet yapıları, insan-yoğun olmaktan giderek 
sıyrılan ve teknolojinin odak noktaya alındığı bir hale dönüşmüştür. Modernizasyon faaliyetlerinin çapı, günümüzde artık, ülkelerin askeri güçlerini 
değerlendirmede vazgeçilmez bir kıstas haline gelmiştir (Şekil-8). 


Şekil-8: 2000 Yılı Savunma Harcamaları İçinde Modernizasyonun (%) Payı (Barry, 2002) 

Dönüşüme yönelik çabaları, modernizasyon ile sınırlamak eksik olacaktır. Rumsfeld, dönüşümden “devrim” olarak söz etmekte ve bu devrimin “düşünme 
tarzlarında, eğitimde ve muharebe etme şekillerinde” yaşanması gerektiğini vurgulamaktadır (Asch ve Hosek, 2004). Kurumların, planlama süreçlerinin ve 
hatta personelin bütünüyle yeniden ele alındığı bir “kültürel değişim” söz konusudur. Tek boyutlu olarak düşünülemeyecek olan dönüşümün şüphesiz birden fazla bileşeni vardır (Tablo-8) ve her bir alt bileşendeki değişim, diğerlerini kolayca etkilemektedir. 



Tablo-7: Savunma Dönüşümünün Bileşenleri (Kugler ve Binnendijk, 2002) 

ABD’de dönüşüme yönelik çabaların 11 Eylül sonrası başladığını söylemek doğru olmayacaktır; ancak 11 Eylül’ün bu çabalara bir ivme kazandırdığı bir gerçektir. 
Nitekim Myers (2004:64), 11 Eylül sonrası oluşan güvenlik çevresinin, dönüşüm çabalarını çarpıcı bir biçimde hızlandırdığını belirtmektedir. “Bölgesel veya 
ahlaki sınır tanımayan, iletişim çağının tüm avantajlarını kullanan, kitle imha silahları arayışı içinde olan ve masum sivilleri hedef alan ‘yeni tip düşman’a karşı” hazırlıksız yakalanan ABD ordusunun bu durumu, kimilerine göre, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle başlayan belirsizlik ve tereddütlerin sonucudur. 
Aslında sözkonusu olan belirsizlik, bütün devletler için geçerlidir; ancak dünyanın tek süper gücünün güvenlik politikalarını, stratejilerini, kuvvet yapılarını, 
silah ve teçhizat envanterini hızlı ve doğru bir şekilde dönüştürememesi ve modernize edememesinin sıradışı bir olay olduğunu da kabul etmek gerekir 
(Leibstone, 2004:10). 

Dönüşüm kavramı, ABD Savunma Bakanlığı’nın gündeminde 1990’ların ortalarından başlamak üzere sürekli yer almıştır. Savunma Bakanlığı her fırsatta 
yaşananların basit bir değişim değil, sonuçta Savunma Bakanlığı’nı her yönden etkileyecek birbirleriyle ilişkili dönüşümler zinciri olduğunu vurgulamıştır. 
Yine de hâlâ çoğu kimsenin kafasında oluşmuş net bir “dönüşüm” tanımı bulunmamaktadır (Asch ve Hosek, 2004:33). Bu eksikliği hisseden ABD Müşterek Kuvvetler Komutanlığı (USJFCOM), web sitesinde “Dönüşüm nedir?” başlığı altında bazı tanımlamalara yer vermektedir.12 Robinson’a13 
göre farklı tanımlar, Savunma Bakanlığı görevlileri arasında bile mevcuttur ve bu uyumsuzluk, dönüşüm çabalarının işbirliğini de olumsuz yönde etkilemektedir. 
İptal edilen Crusader topçu silahı ve Comanche helikopter projelerini bu karmaşaya bağlayan Robinson’a, Leibstone (2004:11) da hak vermektedir. Crusader ve Comanche helikopter programlarının, planlama ve geliştirme çalışmalarının tamamlandıktan ve milyonlarca dolar kaybedildikten sonra iptal edildiğini belirten Leibstone, makalesinde gecikmiş ve ağır işleyen dönüşüm çalışmalarından yakınmaktadır. 

Conetta (2003:27), dönüşümün tanımını ve alanlarını; “uyumluluk”, “savunma reformu” ve “askeri-teknik devrim” başlıkları altında sınıflandırmaktadır. Ona göre ABD, bu üç alanın hiçbirisinde henüz başarılı olmuş değildir. 11 Eylül saldırılarının ortaya çıkardığı “yeni şartlara uyum sağlayamama” zaafı, ABD ordusu için hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Yeni koşullara / tehditlere karşı yeni düşünce tarzları gerektiren dönüşüm çabalarının hedeflerini ise Asch ve Hosek (2004:33) 

Altı başlık altında toplamıştır. 

Bunlar; 

• ABD ülkesi ile denizaşırı üslerini korumak, kitle imha silahları ile bunları atma araçlarını imha etmek, 
• Uzak bölgelerdeki gücü muhafaza etmek ve yeniden tasarlamak, 12 Ayrıntılı bilgi için bkz.  
   13 Colin Robinson’un 25 Haziran 2002 tarihli ve “Defining Transformation” başlıklı makalesine, 
    adresinden ulaşılabilir. 


• Sürekli gözetleme, izleme ve çabuk muharebeye girme yeteneklerini geliştirerek düşmanlara sığınma imkanı vermemek, 
• Bilgi ağlarımızı saldırılara karşı korumak, 
• Değişik ABD kuvvetlerini birbirine bağlamak için bilgi teknolojilerini kullanmak, 
• Engellenemeyen uzaya ulaşma imkanını sürdürmek ve uzay yeteneklerini düşman saldırılarından korumak. 

Yukarıda belirtilenlerin dışında hedefler ortaya koyan savunma uzmanları da mevcuttur. Aslında 11 Eylül sonrası, dönüşüm hedeflerini belirleyen ulusal 
güvenlik politikası konusunda ABD’li uzmanların kafasının bir hayli karışık olduğu görülmektedir. Leibstone (2004:13) üç farklı görüş ve gruba işaret etmektedir: 

• Ağır hava bombardımanı ile başlayıp “temizleyici” kara kuvvetleri ile devam eden büyük çaplı muharebe taraftarları, 
• “Şaşırt ve dehşete düşür” prensibini süratli bir şekilde uygulamak için, hava ve yer unsurlarının karışımından oluşan hafif bir tertiplenmeyi tercih eden 
planlamacılar, 
• Var olan kuvvetleri, antiterörizm ve gerilla muharebeleri için en uygunu olan küçük birimlere bölmeyi tercih eden askeri planlamacılar. 

Binnendijk ve Kugler (2001:3) ise, ABD kuvvetlerini başarılı şekilde değiştirmeyi amaçlayan bir dönüşümün, ulusal güvenlik politikalarının ötesinde, bazı 
sağlam harakat konseptleri ile yönlendirilmesi gerektiği kanısındadır. Sözü edilen 10 konsept şunlardır: 

• Erken giriş harekatları için müşterek tepki darbe kuvvetleri 
• Geliştirilmiş bilgi sistemleri ve kuvvet ağları için uzay temelli kaynaklar 
• Kuvvetlerin korunması için muharebe alanı füze savunmasının süratlendirilmiş tertibi 
• Yeniden düzenlenmiş denizaşırı varlık ve süratli kuvvet projeksiyonu için daha iyi stratejik hareket kabiliyeti 
• Çok taraflı harekatlar için müşterek çalışabilen müttefik kuvvetler 
• Kıyı gücü projeksiyonu için sahil güvenlik harekatı 
• Ulaşılamayan alanlardaki tehditler için uzaktan hedefleme ve giriş kuvveti 
• Müşterek hava harekatı için geliştirilmiş taktik derin darbeler 
• Kesin sonuçlu yakın muharebe harekatı ve kara birlikleri için derin manevra 
• Temkinli ve takviyeli harekat. 


ABD savunmasındaki dönüşüm çabaları elbette sadece bunlarla sınırlı değildir. Ekonomik sorunlar nedeniyle “küçülme”nin sıklıkla tartışıldığı ve dönüşüm 
hedeflerinin arasında yer aldığı Pentagon, 1987’de beri, bilhassa personel sayısında önemli oranlarda azaltmaya gitmiştir. Savunma Bakanlığı tarafından 
hazırlanan “Defense Manpower Requirements Report” (2004) verilerine göre, Bakanlık, 1987 yılından itibaren 799 bin askeri ve 446 bin sivil çalışan ile 
yollarını ayırmıştır. 
Bilgi ve teknolojideki ilerlemeler, insangücü ihtiyacında artışa gerek kalmaksızın, yetenekleri artırmıştır. Ancak 11 Eylül olayları ve küresel çaptaki terörle 
mücadele, insangücü ihtiyacını geçici olarak da olsa tekrar gündeme taşımıştır. Sözkonusu ihtiyacın uzun dönemli olması hem mümkün görünmemektedir, 
hem de ABD’nin uzun vadeli çıkarlarına uygun değildir; zira artan maliyetlerin yükü her geçen gün ağırlaşmaktadır (Tablo-9). 

ABD Savunma Bakanlığı ve ordusunda, 11 Eylül sonrası hız kazanan dönüşüm çabalarının yoğunlaşarak sürmesi beklenmelidir. Nitekim Rumsfeld (2004), 
dönüşüm çalışmalarının 2004 yılına yönelik hedefini “daha hafif, daha çevik, daha kolay tertiplenebilen bir müşterek kuvvet oluşturma ve akıllıca risk alma ile yeniliği ödüllendiren bir kültürü aşılama” olarak belirtmiştir. İnsangücü planlamasından uzay çalışmalarına, silah teknolojilerinden konsept ve doktrinlere (düşünce tarzlarına), planlama ilkelerinden tehdit algılamalarına kadar oldukça geniş bir alanı kapsayan ve kapsayacak olan bu çalışmaların, 
Savunma Bakanlığı’na yönelen eleştirilerin önünü kesip kesmeyeceğini şimdiden tahmin etmek kolay değildir; ancak kabaran bütçe faturalarına gerekçe olarak 
gösterilmeye daha uzun bir süre devam edeceği açıktır. 


Tablo-8: ABD Savunma Bakanlığı İnsangücü (x1000) (Defense Manpower Requirements Report, 2004) 


Geleceğin harekat çözümlerine paralel olarak ve kurumlar arası koordinasyonu sağlayacak şekilde; politika belirleme, planlama ve kaynak tahsisi konuları ile ABD Savunma Bakanlığı’nın halihazır yapısını da (EK-A) içerecek geniş kapsamlı dönüşüm faaliyetlerinin, önümüzdeki dönemde daha da ivme kazanarak devam etmesi beklenmelidir. Zira Flanagan ve diğerlerinin (2001:22) de vurguladığı gibi; yeni gereksinimler, görevler ve öncelikler, algılanışlarından daha süratli olarak ortaya çıkmaktadırlar. Bunlara ayak uydurabilmek, “dönüşen” bir yapı ile bile kolay olmayacaktır. Savunma planlamasının dinamik ve 
esnek hale getirilmesi zorunludur. 

Mazarr (1994), yüzyüze bulunulan dönüşüm zorunluluğunu, Napolyon’un 1805 yılında Rusya ve Avusturya ordularına karşı kazandığı zafer ile anlatmakta, 
Napolyon’un kendi ordusunda başlattığı dönüşüm hareketinin, baş döndürücü bir değişim hızına sahip çağımızda örnek alınması gerektiğini belirtmektedir. 
Zira gelecekte savaşların seyri; sosyal, teknolojik ve politik gelişimin güçlü bir kombinasyonu ile değişecektir. 

5.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..




***

11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 3


11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA  VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 3



    1997 yılında ABD’nin temel milli hedefleri şu şekilde sıralanmaktaydı: Yurt içi ve yurt dışındaki Amerikan vatandaşlarının can güvenliklerini sağlamak, 
egemenliği korumak, değerleri, kurumları ve topraklarının dokunulmazlığı ile ülke bağımsızlığını ve siyasi özgürlüğü muhazafa etmek, ülkenin ve insanlarının 
refahını sağlamak. (Uncertainty, But No Mystery, 1997). Aslında 1997 QDR’nin ortaya koyduğu görevler ile bu görevlerden özellikle son ikisi üzerine yaptığı 
özel vurgu, belirtilen hedeflere ulaşma yollarında önemli değişimler yaşandığını göstermekteydi. Bu kapsamlı görevler; mevcut krizlere müdahale etmek, 
stratejik çevreyi şekillendirmek ve belirsiz bir gelecek için şimdiden hazırlanmak olarak tanımlanmaktaydı (Conetta, 2000). Savunma Bakanlığı daha 
sonra bu görevleri, “şekillendir, cevap ver, şimdiden hazırlan” şeklinde sloğanlaştıracaktı. 

1997 QDR’nin ardından, ABD Kongresi, alternatif ve bağımsız bir değerlendirme komitesi kurulmasını ve QDR’nin tartışılmasını istedi. Ulusal Savunma 
Paneli (NDP), birkaç savunma konsepti ve kuvvet yapısında değişiklik öngören tavsiyeler geliştirdi. 2001 Ocak ayında hazırlanmasına başlanılan ve 11 Eylül 
saldırılarından sadece birkaç gün önce tamamlanan ikinci QDR ise, Savunma Bakanlığı’nın “dönüşüm” hedeflerine dikkat çekmekteydi. Belgede, birinci önceliğin, geniş çaplı “asimetrik” tehditlere karşı ABD halkı ve topraklarının savunulmasında olduğu açıkça belirtilmekteydi (Schrader ve diğerleri, 2003). Hepsinden önemlisi, ABD savunma planlamasında “tehdit temelli”den “yetenek temelli” yaklaşıma geçiş, esas dikkatleri çeken değişim habercisiydi. 

Donald Rumsfeld (2004b), 11 Eylül Komisyonu’na verdiği ifadede değişime yönelik diğer çalışmalardan şöyle söz ediyordu: 

“(...) ABD’nin pekçok harp planının iki yıldan daha eski olduğunu gördüm. Hatta bazı planların dayandırıldıkları varsayımlar üç veya dört yıldır günümüze 
uyarlanmamıştı. 
2001 Mayıs’ında harp planlarının hazırlanma şeklinin modernize edilmesine yönelik bir süreç başlattık. Böylelikle planların hazırlanma süresinde azalma, 
güncellenme sıklıklarında artma, plan yapılarında da güvenlik çevresinde olagelen değişimlere daha fazla esneklik ve uyumluluk gösterme gibi amaçlarımıza ulaşmayı hedefliyoruz.” 

Umulmadık bir anda, umulmadık bir tarzda ve umulmadık boyutta gerçekleşen terör eylemleri, görünüşte İkiz Kuleler’i hedef almıştı; ancak saldırılar 
dünya kamuoyunda daha farklı değerlendirildi. Dünyanın en büyük gücü, kendi evinde vurulmuştu ve bunun karşılıksız kalmayacağı açıktı. 
ABD, saldırıları “İslamcı terör”le özdeşleştirdi. Parachini (2004), sözkonusu tehditle mücadele etmek için ABD yönetiminin geniş kapsamlı politik-askeri 
strateji izlemesi ve bu stratejinin de; teröristlere ve terör örgütlerine saldırmak, İslamcı terörün gelişmesini önlemek ve terörist saldırılara karşı hazırlıklı 
olmak politikalarının kararlılıkla uygulanmasını da kapsaması gerektiğini söylemekteydi. Peki gerçekte ABD savunma planlama ve stratejilerinde ne gibi 
değişimler yaşanmıştır? Ulusal hedeflerden bütçeye, uluslar arası ilişkilerden güvenlik politikalarına, bu değişimler hangi boyutta gerçekleşmiştir? 

11 Eylül olayları bu noktada nasıl bir milat teşkil etmiştir? Bu sorulara, araştırmamızın ikinci bölümünde cevap arayacağız. 

ÖNLEYİCİ SAVAŞ 


İkiz Kuleler’e yönelik saldırılar, dünya politikasını ve elbette ABD ulusal ve dış politikasını da büyük ölçüde değiştirmiştir. Saldırılar sonrası yoğun bir iç ve dış 
değerlendirmeler dönemi yaşayan ABD’nin, 11 Eylül sonrası “aldığı dersler”, yaşanan / yaşanacak olan değişimler hakkında önemli ipuçları vermektedir. 
Walt (2001:58) bu dersleri dört başlık altında toplamaktadır: 

• ABD dış politikası bedelden bağımsız değildir 
• ABD, kendisini düşündüğünden daha az popülerdir 
• Somali, Ruanda, Afganistan gibi başarısız ülkeler birer ulusal güvenlik problemidir 
• ABD yoluna yalnız devam edemez 

Kuşkusuz, alınan dersleri bunlarla sınırlamak doğru olmayacaktır; ekonomik, politik, hatta sosyolojik pekçok boyuttan söz etmek mümkündür. Ancak belki de 
üzerinde en fazla durulması gereken boyut savunma planlama ve stratejileri olmalıdır. 

Johnsen (1998), 21 nci yüzyılın güvenlik çevresini ve ABD ordusundan beklenen görevleri tanımlarken “caydırıcılık, zorlayıcılık ve şekillendirme” üzerinde 
durmakta (Şekil-4) ve dünyada artan istikrarsızlık döneminin, ABD ordusunu denizaşırı müdahalelere mecbur kılacağı yönünde uyarılarda bulunmaktadır. 

Halbuki kimilerince 11 Eylül’ün bizatihi kendisi “istikrarsızlık ortamı yaratma fırsatı” olarak değerlendirilmektedir (Kaynak, 2004). Hatta Joxe (2003:213) bunu bir adım daha ileri götürerek; saldırıların, “becerilerini kanıtlamak üzere bir yıldır hazır bekleyen ABD’nin küresel silahlı kuvvetlerinin parlak bir karşılık 
verebileceği koşulları yaratmak için” tam istenen zamanda meydana geldiğini belirtmektedir. 


Şekil-4: Zorlayıcılık, Caydırıcılık, Şekillendirme (Johnsen, 1998:11) 

11 Eylül sonrası ABD savunma plan, program ve faaliyetlerinde yaşanan değişimler, daha önce belirttiğimiz üzere geniş bir alanı kapsamaktadır. Bu bölümde, birkaç başlık altında söz konusu değişimleri inceleyeceğiz. 

1. ULUSAL GÜVENLİK STRATEJİSİ 

Bush yönetiminin önümüzdeki 20 yıl içinde yüzleşmek zorunda kaldığı/ kalacağı stratejik tehditleri daha belirgin olarak ortaya koyan Bunn ve Sokolsky 
(2001:65), 11 Eylül’den evvel, bu tehditleri potansiyel Rus tehlikesinin yeniden canlanması, Çin’den gelebilecek düşmanca tehditler ve (K.Kore, Irak, İran vb.) 
endişe kaynağı ülkelerin düşmanlıkları olarak tanımlamaktaydı. 1997 QDR de aynı yönde tehdit ve küresel güvenlik çevresi tanımları ortaya koymaktaydı 
(Tablo-3). 

11 Eylül saldırıları, “terörizm” olgusunu gözle görülür biçimde ön plana koymuştur. ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi (2002) belgesinin giriş 
paragraflarında bu yönde önemli göstergelere rastlamak mümkündür. Belgede; geçmişte ihtiyaç duyulan büyük ordular ve geniş çaplı endüstriyel yeteneklerin yerini, bir tank almak için yapılacak harcamadan daha azını sarf ederek amaçlarına ulaşabilen insanların “gölge şebekeleri”ne bıraktığı belirtilmektedir. Belgede yeni stratejinin hedefinin sadece daha güvenli değil, aynı zamanda daha iyi bir dünya olduğu vurgulanmakta ve stratejik hedeflere götürecek alt görevler şu şekilde sıralanmaktadır: 

• Küresel terör ile mücadele edebilmek için müttefikleri güçlendirmek, 
• Bölgesel çatışmaları engellemek için diğer ülkelerle işbirliği yapmak, 
• Düşmanların kitle imha silahları tehdidini önlemek, 
• Serbest piyasa ve serbest ticareti teşvik ederek, bir küresel ekonomik gelişme dönemi başlatmak, 
• Demokrasiyi yayarak ve açık toplumlar inşa ederek gelişim çemberini genişletmek, 
• Diğer küresel güç merkezleri ile işbirliği takvimi geliştirmek, 
• Ulusal güvenlik kurumlarını, 21 nci yüzyılın tehdit ve tehlikelerini karşılayacak şekilde dönüştürmek. 

Tehditler Küresel Güvenlik Çevresi 





Tablo-3: Tehdit Özeti -QDR 1997 (Tangredi, 2000:33) 

Bir zamanlar en büyük tehdit olarak Sovyet nükleer silahları gösteriliyorken, Bush yönetiminin Ulusal Güvenlik Stratejisi, günümüzün güvenlik tehditlerini çok daha farklı tanımlamaktadır. 11 Eylül’ün ardından üzerinde en fazla tartışılan belgelerden biri olan ve Beyaz Saray tarafından hazırlanan Ulusal Güvenlik 
Stratejisi’nde değişen tehdit algılamaları ile ilgili şu ifadelere rastlanmaktadır: 

“Ulusumuzun yüzyüze kaldığı en ciddi tehlike, köktencilik ve teknolojinin kesişme noktasında bulunmaktadır. Düşmanlarımız, kitle imha silahları geliştirme arayışı içinde olduklarını açıkça deklare etmişlerdir ve kanıtlar göstermektedir ki, bu konuda oldukça kararlıdırlar” (2002:2) 

11 Eylül sonrası kulaklara en fazla çalınan kavramlardan ikisi, kuşkusuz, “caydırıcılık” ve “önleyici savaş” kavramlarıdır. Her iki kavrama da Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde büyük önem verilmekte ve sıklıkla atıfta bulunulmaktadır; ancak Wirtz ve Russell’a (2003:120) göre uluslar arası kamuoyu ABD ile aynı fikirde değildir. 
Uluslar arası kamuoyu, ABD’nin tek taraflı veya önleyici savaş doktrinin tehlikeli olduğu düşüncesindedir; zira bu tür hamlelerin, 2 nci Dünya Savaşı’nın 
ardından büyük zorluklarla oluşturulan bazı uluslar arası kurum, kuruluş ve hatta gelenekleri hiçe saymak anlamına geleceği kanaati hakimdir. Konu uluslar 
arası terörizm olduğunda, bu karşı duruşun zayıfladığını söylemek ise yanlış olmasa gerek. 

2. SAVUNMA BÜTÇESİ 

ABD savunma örgütlerinin yapısı ve buna bağlı olarak da planlama, programlama, bütçeleme süreçleri, uzun yıllardan beri tartışılmaktadır. 80’li yıllardan beri üzerinden en fazla konuşulan konuların başında ise, hiç şüphe yok ki, savunma bütçesi gelmektedir (Hobkirk, 1983). Deniz aşırı operasyonlarla birlikte kabaran fatura, her yıl yaklaşık olarak 500 milyar dolar dış ticaret açığı veren ABD’de, savunma harcamalarını kamuoyu nezdinde tartışılır hale getirmiştir. Tartışılan sadece harcamaların boyutu değildir elbette; savunma ihalelerindeki “şaibeler” de gündemden düşmemektedir. 

Kamu harcamalarını yakından izleyen Center For Public Integrity (CFPI) (Kamu Dürüstlüğü Denetleme Merkezi) adlı bir kuruluşun yayımladığı bir rapora göre, 
çok az sayıda dev firma, Pentagon harcamalarından aslan payını, üstelik ihalelere teklif vererek rekabet etmelerine gerek kalmadan almaktadır. 
1998-2003 döneminde listenin başında 94 milyar dolarla Lockheed Martin bulunmaktadır. Bunu 81 milyar dolarla Boeing izlemektedir. Raytheon 39 milyar 
dolarla 3 ncü, General Dynamics de 34 milyar dolarla 4 ncü sıradadır. Rapor, savunma alanında çalışan en büyük 10 firmanın başkanlık seçimlerinde adaylık 
kampanyalarına toplam 35.7 milyon dolar bağış yaptığına, lobi etkinliklerine de 414.6 milyon dolar harcadıklarına, buna karşılık Pentagon kontratlarından 
340 milyar dolar kazandıklarına dikkat çekmektedir.8 


11 Eylül saldırılarının ardından, ABD Kongresi, adeta tehditlere cevap olarak, 2003 yılı için savunma bütçesinde 49.6 milyar dolarlık artış öngörmüştü. Bütçe açığı 500 milyar doları zorlarken, yönetim, gelecek beş yıl için toplam 2.2 trilyon dolarlık bir askeri harcama planlamaktaydı. Bu rakamlara, şimdiden 166 milyar doları aşan Afganistan ve Irak operasyonlarının maliyetinin dahil edilmediğini de belirtelim (A Unified Security Budget for the United States, 2004). 

2002 bütçesi, 2001 yılına oranla 14.2 milyar dolarlık bir artış göstermekteydi. Beyaz Saray kaynaklarına göre9, bu artışın nedenleri arasında askeri 
ödemelerdeki artış, lojman yapımı, araştırma geliştirme faaliyetlerine kaynak aktarımı, üs yapımı gibi konular yer almaktaydı. 

Savunma Bakanlığı bütçesinin 1986-2002 yılları arasında izlediği seyir, yıllık ortalama yüzde 4.6’lık bir büyümeye işaret etmekteydi (Şekil-5). 

8 Cumhuriyet, 4 Ekim 2004. 
9 http://www.whitehouse.gov/news/usbudget/blueprint/bud18.html 



Corbin’e (2003:5) göre, her ne kadar askeri harcamalar, askeri güç veya yeteneklerin doğrudan bir göstergesi olmasa da, ülkelerin harcamalarının 
karşılaştırılması, bazı gerçekleri açığa çıkarabilmektedir. 



Şekil-5: ABD Savunma Bakanlığı Bütçe Seyri (1998-2002) 

Şekil-6’da ABD ile bazı “potansiyel düşmanlar”ının, müttefiklerinin ve ilgi alanı içindeki bazı ülkelerin 2002 yılına ait askeri harcamalarının karşılaştırması 
görülmektedir. Tablo açıkça ortaya koymakta ki, ABD, “kendi liginde oynamaktadır.” 

ABD ile ilişkileri zayıf ülkeler 
ABD müttefikleri 
Diğer ülkeler 



Şekil-6: Karşılaştırmalı Küresel Askeri Harcamalar, 2002 (Corbin, 2003:4) 


Artan maliyetlerin, Savunma Bakanlığı’nı yeni tedbirler almaya zorladığını tahmin etmek hiç de zor değildir. Sözkonusu tedbirler arasında çoğunluğu 
Almanya’dakiler olmak üzere Avrupa’daki bazı üslerin kapatılması öncelikli yer tutmaktadır. Nitekim Almanya’daki üslerin idamesinin Pentagon’a yıllık 
maliyetinin 7 milyar dolar olduğu belirtilmektedir. Ancak kimi uzmanlar, konunun maliyet veya “stratejik esneklik” ile açıklanamayacağını, arka planında 
“Yaşlı Avrupa”yı “cezalandırmak” gibi daha başka nedenlerin olabileceğini düşünmektedirler10. Almanya’daki toplam 26 birliğin yer değiştirme planlarına 
rağmen, İngiltere’de konuşlu bulunan 12 bin asker ile ilgili benzer kararlar alınmamış olması, bu düşünceyi kuvvetlendirmektedir. Tüm bunlara ilave olarak, ABD’nin sözkonusu “küçülme” operasyonunda başarılı olup olamayacağı da sorgulanmaktadır. Nitekim McInerney (1998), 1978 ile 1988 yılları arasında önemli üslerin hiçbirisinin, Kongre’nin kamu sektöründe iş kaybı yaratacağı yönündeki endişesi nedeniyle kapatılamadığını hatırlatmaktadır. 

Eldeki tüm verilere rağmen, 11 Eylül sonrası savunma harcamalarındaki artışın ne kadarının, terörist saldırılarla doğrudan ilişkilendirilebileceğini söylemek 
mümkün değildir; bu noktada başka faktörlerin katkısını da göz ardı etmemek gerekir. Yine de İkiz Kuleler’i hedef alan saldırıların, “bütçeyi şişiren” en önemli 
etken olduğu söylenebilir. Savunma Enformasyon Merkezi’nin verilerine göre (Kosiak, 2003:8), 11 Eylül sonrası savunma harcamalarındaki toplam artış 
160 milyar dolardır. Bu yüklüce miktarın hangi alanlarda kullanıldığı Tablo-4’de görülmektedir. 

Hellman’ın (2001), 2 nci Dünya Savaşı’ndan itibaren barış dönemlerindeki en büyük üçüncü artış olarak vurguladığı 2002 savunma bütçesi, 2001 bütçesine 
yüzde 10.5’lik bir fark atmakta ve bu oran 32.6 milyar dolara tekabül etmekteydi. Böylece ortaya 342.2 milyar dolarlık bir fatura çıkmaktaydı. 2003 yılı bütçesi, 2002’ye göre 45.3 milyar dolarlık bir artış göstermekte ve 396.1 milyar dolara ulaşmaktaydı. Bu tutarın 27.2 milyar doları terörizm ile mücadele için ayrılmıştı. 

Harcamalardaki artışa paralel olarak bütçe açığı da hızla büyümekte ve 2003 için öngörülen miktar 80 milyar dolar sınırlarını zorlamaktaydı. 
2004 yılında savunma harcamalarına ayrılan pay, 399.1 milyar dolara ulaştı. Yönetim, bir sonraki altı yıl için toplam 2.7 trilyon dolarlık askeri harcama 
öngörüyordu. 
10 Lawrence J. Korb. The New York Times, 30 Temmuz 2003 




Tablo-4: 11 Eylül Sonrası Ülke Güvenliği, Terörizmle Mücadele ve Savunma Harcamaları (Security After 9/11, 2003:9) 

2005 yılı bütçesine bakıldığında, öncekilerden çok farklı bir tablo ile karşılaşılmamaktadır. Şekil-7’den de görüleceği üzere 11 

ABD bütçesinin aslan payını askeri harcamalar oluşturmaya devam etmektedir. Planlamaya dahil edilen ve bütçeden pay ayrılan alanlar arasında Irak ve 
Afganistan operasyonları ile terörizm ile mücadele çalışmalarının bulunmadığı görülmektedir. Buna gerekçe olarak Savunma Bakanlığı’nın, sözkonusu 
faaliyetlerin alacağı boyutları önceden kestirememesi gösterilmektedir. 


Şekil-7: 2005 Yılı ABD Ayrıştırılmış Bütçe Bilgileri 

11 Ayrıntılı bilgi için bkz. 
< http://www.armscontrolcenter.org/archives/000567.php > 


11 Eylül sonrası hızlı ve keskin bir yükseliş trendine giren ABD savunma bütçesinin ileriki yıllarda izleyeceği seyri anlamak için, başlamış ve devam etmekte olan önemli ve “pahalı” silah sistem projelerini de bilmek gereklidir. 2005 yılı bütçesinde belirtilen bu projeler arasında yer alan silah sistemleri, adetleri, her bir birimin maliyeti ve toplam tutarlar, Tablo-6’da verilmiştir. 




Tablo-5: Bütçede Yer Alan Bazı Silah Sistemleri 

(http://www.armscontrolcenter.org/archives/000567.php) 


Conetta (2002a), 11 Eylül’den önce, savunma harcamalarında 50 milyar dolarlık bir artışın geniş bir uzlaşma ile kabul görmesinin, ekonominin zayıflığı, 
ekonomik tahmincilerin karamsarlığı gibi nedenlerle, politik olarak çok zor gerçekleşeceğini belirtmektedir. Ancak 11 Eylül’den sonra, yani 2001’den itibaren, gelecek 10 yıldaki bütçe fazlası miktarı yüzde 71 oranında düşmüştür. 2007 Pentagon bütçesinin 451 milyar dolar olması beklenmektedir. Savunma Bakanlığı, rakamlardaki büyümenin, bütünüyle terörizmle mücadeleyi yansıtmadığını; araştırma geliştirme faaliyetleri, balistik füze savunma programı ve yeni nesil silah programları gibi çalışmaların da sözü edilen rakamlara dahil olduğunu vurgulamaktadır (Kosiak, 2003:11). Yine de pastadan en büyük payı, terörizmle mücadele faaliyetlerinin aldığı bilinmektedir. 

3. ASKERİ YARDIMLAR 

Beyaz Saray tarafından hazırlanan ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde, terörizm ve terörizmi finanse eden kaynaklar ile mücadele etmek için “bölgesel 
ortaklar” ile işbirliğini geliştirmeye özel önem atfedilmektedir: 

“Bölgesel ortaklarımızı, teröristleri izole eden bir işbirliği içinde olmaları yönünde teşvik etmeyi sürdüreceğiz. Bölgesel mücadele sonucu, tehdit belirli bir 
devlete yöneldiğinde, sözkonusu devlete, görevin başarılması [teröristlerin imhası] için askeri, yasal, politik ve mali yönlerden destek sağlayacağız (2002:6).” 

11 Eylül sonrası tepkisini “Eğer bizimle birlikte değilseniz, karşımızdasınız demektir.” şeklinde ortaya koyan ABD’de askeri yardımlar, “çevre şekillendirme” stratejisinin de önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Esas itibariyle bu yardımlar, ABD topraklarının korunmasına yöneliktir. Ancak Gabelnick’e (2002) göre, yardımın boyutları, amacının dışına çıkacak kadar büyümüş durumdadır. Afganistan’da yürütülen “Sonsuz Özgürlük Operasyonu”nu esnasında gerek üs sağlayarak, gerekse hava sahasını açarak ABD’ye destek veren Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan, Azerbaycan, Ermenistan gibi ülkeler, askeri araç, silah ve teçhizat yardımı ile ödüllendirilmişlerdir. Yardımların tutarı da dikkat çekici boyutlardadır. 2001 yılında 3.57 milyar dolar olan Dış Askeri Finansman miktarı, 2003 yılında 4.12 milyar dolara ulaşmıştır. Askeri yardımlar temelinde, bazı ülkelerin 11 Eylül öncesi ve sonrası durumları Tablo-7’de belirtilmiştir. 



Tablo-6: ABD Askeri Yardım Envanteri 

(http://www.cdi.org/program/document.cfm?documentid=652&programID=39&from_page) 

ABD’nin, stratejik noktalardaki ülkeler ile ilişkilerini devam ettirme niyeti açıktır. Terörizm ile mücadele doktrininin temellerinden biri olan bu niyetin etkili bir 
şekilde hayata geçirilebilmesi, Conetta’ya (2002b) göre, Arap ve İslam ülkeleri ile yoğun bir işbirliği içinde bulunulmasına bağlıdır. Ona göre terörizm ile 
mücadele programının ulusal ve uluslar arası boyutları bulunmaktadır; bu durumda yeni ortaklıklara kapı açacak yeni gayretler içinde bulunulmalıdır. 

Görünen o ki, ABD, ilgi alanı dahilinde bulunan stratejik ülkeleri desteklemeye devam edecektir. Bütçenin hassas dengeler üzerinde bulunduğu ve kamuoyundan yükselen tepkiler göz önüne alındığında, uluslar arası askeri yardımların, gelecekte gündemdeki tartışma maddeleri arasında yer alacağını söylemek kehanet olmayacaktır. 


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 2



11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA  VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 2



Küreselleşme ile ekonomik verileri ilişkilendirenler haksız sayılmamalıdır;   çünkü küreselleşmenin politik, kültürel, sosyal, demografik, çevresel ve askeri 
etkilerinin yanısıra çok sayıda ekonomik yansıması da mevcuttur. Ancak sözkonusu olan ABD savunma stratejisi olduğunda, konunun güvenlik boyutu ön plana çıkmaktadır. Nitekim küreselleşmenin uluslar arası güvenlik üzerindeki etkileri, ABD savunma stratejisinde; Avrasya’dan, Avrasya’nın güney ve doğu bölgelerine, Kuzey Afrika’ya, Ortadoğu’ya, Kuzeydoğu Asya ve Okyanusya’ya doğru genişleyen bir perspektifi odak almayı, daha sofistike silahları ve asimetrik operasyonları gözönünde bulundurmayı esas tutan bir yapılanmayı beraberinde getirmiştir (Flanagan ve diğerleri, 2001). 

Güç savaşlarında hakimiyeti elde bulundurmaya yönelik yeniden yapılandırma çalışmalarının, kuşkusuz, ABD’ye bir maliyeti de olmalıydı. Buna mukabil, savunma uzmanlarının, bütçe yükünü minimum düzeye çekme çalışmaları sonuç vermeye başlamıştı. Nitekim bütçe göstergeleri de bu durumu doğrular 
nitelikteydi (Şekil-2). Pentagon’un sorunlarının büyük miktardaki paralarla çözülemeyeceğini düşünenler, tehdit oranlarında azalma olmasına karşın, muharebe ihtiyaçlarının önemli ölçülerde artmasına dikkatleri çekerek, problemin çözümünü “kaynak yönetimi” gibi daha başka noktalarda arama uğraşı içindeydiler (Conetta & Knight, 2000). 1997-2001 yılları arasındaki ABD savunma bütçesinin incelendiği bir çalışmada ise, savunma bütçesinin, zirve noktaya ulaştığı Soğuk Savaş yıllarından itibaren bir düşüş sergilediği görülmekteydi (Corbin & Levitsky, 2003). 



Şekil-2: ABD Askeri Harcamaları, 1945-2008 (Corbin & Levitsky, 2003) 

ABD askeri gücünde 1945’ten bu yana dört önemli “azaltma” politikası4 yaşandığını belirten Ullman (1995), 2 nci Dünya Savaşı’nın ardından Truman 
yönetiminin büyük oranlarda askeri gücü tasfiye etmesinin, sözkonusu politikaların ilk ayağını oluşturduğunu belirtmektedir. Daha sonra Eisenhower 
yönetiminin 1953 yılından başlamak üzere savunma harcamalarında önemli kesintilere gitmesi, 1969 yılında Güneydoğu Asya krizinin ve 1989 yılında da 
Soğuk Savaş’ın sona ermesi; Ullman’ın sözünü ettiği “azaltma” politikalarının yapıtaşlarını oluşturmaktadır. Nitekim John F. Kennedy’nin, 1961’de Beyaz Saray’a girdiğinde Savunma Bakanı’na verdiği ilk talimatlardan biri, ülkenin savunulması için neye gereksinim duyulduğunun belirlenmesi ve bunun mümkün olan en düşük maliyetle yapılması olmuştur (Kugler, 2001:109). 

11 Eylül olaylarından 12 yıl önce, yani 1989’da, Berlin Duvarı’nın yıkılması ile, savunma planlama ve stratejilerini şekillendiren tehdit ve tehlikelerin de azaldığı inancı, sadece ABD’de değil, dünya genelinde savunma harcamalarının ciddi boyutlarda (üçte bir oranında) kısılmasını sağlamıştır. ABD’nin eski ve potansiyel “düşman”larının5 savunma harcamalarında da, 1985-2001 yılları arasında yüzde 72’ye varan azalmalar görülmüştür. Buna rağmen ABD savunma 
harcamalarındaki düşüş oranı sadece yüzde 17 düzeyinde kalmıştır (Conetta, 2003). 1985-2001 yılları arasındaki verilere bakıldığında şöyle bir tablo 
ile karşılaşılmaktadır: 


4 1950-2000 yılları arasında, ABD Savunma Bakanlığı insangücü ihtiyacındaki değişim veri ve yüzdeleri için EK-B’ye bakınız. 



Tablo-2: ABD Savunma Harcamaları Trendi (Kugler, 2001) 

Mali alandaki “daraltma” politikası, kendisini, denizaşırı askeri varlıkta da hissettirmekteydi. Vietnam Savaşı’na sahne olan 1966-1971 yılları arasında yüzde 35’lere varan denizaşırı askeri varlık oranı, takip eden yıllarda gözle görülür ölçüde düşüş göstermektedir (Şekil-3). Düşüş trendinin, Birinci Körfez Savaşı’nın patlak verdiği 1990-1991 yıllarında sekteye uğradığı dikkat çekmektedir.6 



Şekil-3: ABD Denizaşırı Askeri Varlık Yüzdeleri 

19 Mayıs 1997 tarihinde Pentagon, 21 nci yüzyıla yönelik bir stratejik taslak (Quadrennial Defense Review -QDR) yayınlamıştı. Taslak; birçok askeri üssün 
kapatılmasını, planlı uçuşların sayısının azaltılmasını ve aktif görevdeki birliklerin sayısında da 60 bine yakın indirime gidilmesini öngörmekteydi. 

RAND analistleri, belgeyi, Pentagon’un stratejik düşüncelerinde önemli değişimlerin yaşanmaya başladığının göstergesi olarak değerlendirdi. 

RAND Ulusal Savunma Araştırma Enstitüsü’nün stratejik planlamacılarından, aynı zamanda Carter ve Reagan dönemlerinde de Savunma Bakanlığı’nda görev 
yapmış olan Paul K. Davis sözkonusu değişime vurgu yapmaktadır: 

“Muhtemeldir ki tarihçiler 1997 QDR’yi, Amerikan savunma sisteminin yeni dönemin gerçekleriyle yüzleşmeye başladığı bir dönüm noktası olarak 
hatırlayacaklardır. Yine de herşey, yeni stratejinin sert program kararlarıyla desteklenip desteklenmeyeceğine bağlıdır.” (Escaping the Box, 1997) 

Bazı savunma stratejistlerine göre, dünyadaki belirsizlik, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle daha da artmıştır ve bu durum, savunma alanında etkili bir planlama yı gerektirmektedir. Soğuk Savaş döneminde savaşılacak taraf(lar)ın ve dolayısıyla planların da belli olması, ABD’nin, Kore ve Vietnam gibi öngörül memiş krizlerle baş etmek zorunda kalmasını engelleyememişti. Soğuk Savaş’ın ardından gelmesi umulan istikrar dönemi, bölgesel kriz ve çatışmaların gölgesinde kaldı. 

Çok geçmeden, Doğu-Batı çekişmesinin sona ermesinin, barış ve istikrar demek olmadığı anlaşıldı. Kore’den Güneydoğu Asya’ya, Hindistan’dan Güneybatı 
Asya’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya, “güvensizlik” var olmaya devam etti. Bu defa istikrarsızlığın kökleri daha derinlerdeydi ve karmaşıktı: kabilecilik, sınır 
anlaşmazlıkları, zayıf veya kanunsuz yönetimler ve dinsel fanatizm (Gompert ve diğerleri, 2004:3). Aslında tüm bunlardan daha tehlikeli bir sorun, gelişmiş 
ülkelerin müdahale etmemekten yana tavır koymalarıyla, gittikçe daha kronik hale gelmekteydi. Az gelişmiş ülkelerin payına, dünya “refah pastası”ndan düşen dilimin boyutu giderek küçülmekteydi. 

Sanayileşmiş ülkeler, dünya nüfusunun sadece yüzde 28’ine sahipti; ancak zenginliğin yüzde 70’ini ellerinde bulunduruyorlardı (Flanagan ve diğerleri, 2001:9). 
Açlık ve yoksulluğun hüküm sürdüğü bölgelerde gelişen ve serpilen “terörizm” dalgasının, yakın bir gelecekte hangi kıyıları dövmeye başlayacağını kimse 
kestiremiyordu. 

1990’lı yılların başından itibaren köklü bir değişim geçiren terörizmin bu yeni “kimliği”, 1990’lı yıllar boyunca çoğu kimse tarafından fark edilemedi. Bu nedenle terörizm algılamaları ve terörizme dönük politikalar, terörizmin doğduğu 30 yıl öncesininkilerle neredeyse aynı kaldı. 1990’lı yıllarda terörist olayların sayısında bir düşüş gözlenmesine rağmen, olaylarda ölen insanların oranı genel olarak yükselmişti. Yani teröristler daha az aktif olmalarına karşın, daha ölümcüldüler (Hoffman, 2002). Dünyanın küreselleşmesine karşılık terörizm de küreselleşiyor ve terörist eylemler, dünyaya yön veren politikaları etkileme / yönlendirme amacı ile hedef sahalarını genişletiyorlardı. Kuşkusuz bu “asimetrik tehdit”in alacağı boyutu önceden kestirebilenler de vardı. Danzig (1999:14), “ABD’nin en büyük güvenlik riskleri”ni tanımladığı kitabında, “üç büyük tehlike”yi açıklıyor7 ve bunlar arasında “travmatik saldırılar”a dikkat çekiyordu: 

“(...) Tıpkı fizikte olduğu gibi savaşta da aynı kural geçerlidir: Her hareket, karşıt bir tepki doğurur. Her güç, zayıf yönünü ortaya çıkaracak farklı bir alanın 
araştırılmasına davetiye çıkarır. 

Eğer biz, klasik savaş alanlarında yenilmez olarak algılanıyorsak, düşmanlarımız bizi klasik olmayan şekillerle yenmeye çalışacaklardır. (...)” 

Değişen tehdit algoritmaları, pek çok ülkede olduğu gibi ABD’de de savunma anlayışının sorgulanması sonucunu doğurdu. “Açık sınırları ve açık toplum 
niteliği ile teröristler için kolay hedef teşkil eden” (Rumsfeld, 2004b) ABD’de savunma stratejilerinin sorgulanması, esasen, Soğuk Savaş yıllarına 
dayanmaktadır. Stratejik vizyon eksikliğinden ve uzun dönemli planlamaların yapıl(a)mayışından yakınan uzmanlar, o dönemde bunu bir zayıflık olarak 
nitelendirmekteydiler (Smith ve diğerleri, 1987). Stratejik planlamaya atfedilen önemin arka planında “geleceğin tasarlanması” yatmaktaydı. 
Nitekim bu önemi, dönemin ABD başkanı Eisenhower da 1958 yılında yaptığı bir konuşmada vurgulamıştı: 

“Hiçbir askeri görev; bizi ulusal hedeflerimize ulaştıracak olan kuvvet yapılarında ve silah sistemlerinde devrim yaratabilecek stratejik planlar geliştirmekten 
daha önemli değildir.” (Lovelace, 1995) 

Ochmanek ve Hosmer (1997), stratejinin, temel milli hedefler belirlemekle başladığını ve sözkonusu ABD olduğunda, bu hedeflerin Cumhuriyet’in kuruluşundan beri değişmediğinin söylenebileceğini ifade etmektedirler. Yazarlara göre tehditler, tehlikeler, fırsatlar gibi uluslar arası çevre koşullarının incelenmesi ve ABD kuvvetlerinin hazırlıklı olması gereken görevlerin tespiti gibi aşamalar; sözkonusu hedeflerin tanımlanmasının ardından gelmelidir. 

5 Bu ülkeler Sovyetler Birliği ile Varşova Paktı’nın diğer üyeleri, Çin, Kuzey Kore, Kuzey Vietnam, İran, Irak, Suriye, Libya ve Küba’dır. 

6 “Active Duty Military Personnel Strengths by Regional Area and by Country”, produced by the Statistical Analysis Division of the Directorate for Information 
Operations and Reports, US Department of Defense(DoD). Ayrıntılı bilgi için adresine bakılabilir. 

7 Yazar bu tehlikeleri, “büyük bir askeri düşmana karşı yenilenmiş rekabet, travmatik saldırılar ve destek kaybı” olarak sıralamaktadır. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..



***


11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 1


11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA  VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 1 



Yunus ÖZTÜRK 
© 2005 
GİRİŞ 


Takvim yaprakları 11 Eylül 2001’i gösterdiğinde, çoğu kimse, dünyanın yeni bir dönemeç eşiğinde olduğunun farkında değildi. Ajanslara ve haber merkezlerine, 
“New York saat dilimine göre 8:45’te, Boston Massachusetts’tan kalkan ve kaçırılmış olan 11 sefer sayılı Amerikan Havayolları uçağı, Dünya Ticaret Merkezi’nin kuzey kulesine çarparak büyük bir delik açtı ve binada yangın çıktı.” şeklinde düşen “son dakika” haberi, aslında, uluslararası sistemde hemen hemen herşeyin yeniden tanımlanacağı farklı bir döneme girildiğinin işaretçisiydi. 

Başkan Bush’un, “erken” sayılabilecek bir zamanlamayla, yaşanan olayı “açık bir terörist saldırı” olarak nitelendirmesinin ardından, gözler, Amerika Birleşik 
Devletleri (ABD)’nin “sorunlu” olarak adlandırdığı bölgelere çevrildi. Hazar Havzası ve Ortadoğu’ya beklenen müdahaleler gelmekte gecikmedi; Afganistan ve Irak’a yönelik “özgürleştirme” operasyonları birbiri ardına geldi. Kimilerince “haklı ve gerekli” bulunan bu operasyonlar, kimilerince de “ölçüsüz ve aşırı” tepkiler olarak nitelendirilerek kıyasıya eleştirildi. Süregelen tartışmalar, çoğu kimse için, değerler ve fikirlerin yeni bir tablosunu yapma ve birçok konuda yeniden düşünme fırsatı anlamına gelmekteydi. 

Geliştirilen düşünce sistematikleri, haklı olarak, Soğuk Savaş yıllarını da kapsamaktaydı. Berlin Duvarı’nın yıkılması, ardından Doğu Avrupa’daki bürokratik yapıların çökmesi, dünyadaki dengelerin hızlı bir değişim sürecine girdiğinin habercisiydi. Kısa bir süre sonra, bürokratik rejimlerin merkezi ve hegemon gücü olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin de çökmesiyle birlikte, dünyadaki politik dengeler altüst oluyordu. 1989 Aralık ayında ABD ve Sovyetler Birliği devlet başkanlarının, Malta buluşmasında Soğuk Savaş’ı sona erdiren açıklamalarından sonra ABD’nin uluslararası sistemde hegemon rolünü sürdürmesinin önünde bir engel kalmadığı açıklamaları sıklıkla dile getirilmişti. 1989-1993 yılları arasında görev yapan, dönemin ABD Başkanı George Bush, “yeni dünya düzeni” olarak tanımladığı ve sonraları “çelişkisiz ve uyum içindelik” nitelikleri ile tanıtılan yeni bir dönemin “müjde”sini vermekteydi. Sözkonusu dönem, Francis Fukuyama ve Samuel P. Huntington’ın tezlerinin çarpışmasına da sahne olmaktaydı. Fukuyama’ya göre “yeni dünya düzeni”nde çelişkilerin ortadan kalkması, “tarihin sonu” anlamına geliyordu. 

Huntington ise makalesinde, küreselleşen ve zenginleşen dünyayı, “medeniyetler çatışması”nın (clash of civilizations) beklediğini düşünüyordu. Ona göre 
içine girilen yeni tarihsel dönem aslında medeniyetlerin savaştığı bir dönem olacaktı.1 


SSCB’nin çökmesiyle, ABD ekonomik, askeri, teknolojik ve siyasi olarak “tek kutuplu” hale gelen dünyada hakimiyet mücadelesi verirken, küresel güçler 
arasındaki “hegemonya savaşı” bazen örtülü, bazen açık olarak yaşanmaya başladı. 
Dengeler değişmekteydi; ve bu durum, kuşkusuz, “silahlanma ve savaş” demekti. 
Öyle ki, bu önü alınamaz tırmanış, soyut düşmanlar ve her an saldırı tehlikesi ile yüzyüze bulunan ülkeler ile, George Orwell’in “1984” adlı eserini anımsatan 
tarzda cereyan etmekteydi. 

Küreselleşme projelerinin hız kazanmaya başladığı bir dönemde yaşananlar, korkuları daha çok derinleştirmekle kalmadı; hızla “dengesiz küreselleşme”ye doğru sapan rotanın düzeltilmesi gerekliliğini de tartışmaya açtı. ABD eski başkanlarından Bill Clinton, “yeni dünya düzeninin nimetlerinden büyük ölçüde sanayileşmiş ülkelerin faydalandığını” söyleyerek tartışmalara yeni bir boyut kazandırdı. Tüm bunlar olurken, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle yeni “bahane ve taktikler”2 bulma yarışında öne çıkan ABD, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından gelen Panama işgalinin “bahane ve taktikleri”ni hatırlatan politikalar geliştirmekte kararlı olduğunu birinci ağızdan duyurmaktaydı: 

Huntington’un sözkonusu makalesinin tümüne 
adresinden ulaşılabilir. 

2 Noam Chomsky, 8 Aralık 2001 tarihinde Tufts Üniversitesi’nde verdiği, “11 Eylül’ün Ardından: Barışa, Adalete ve Güvenliğe Giden Yollar” başlıklı konferansta, Soğuk Savaş sonrası dönemin temel karakterinin “revize edilmiş bahaneler ve taktikler” olduğunu belirtmektedir. 




“(...) Bu yalnız Amerika'nın savaşı değildir. Tehlikede olan sadece Amerika'nın özgürlüğü değildir. Bu, dünyanın savaşıdır. Bu, medeniyetin savaşıdır. Bu savaş 
ilerleme ve plüralizme, hoşgörü ve özgürlüğe inananların savaşıdır. (...) Yöntem daha belli değildir ama sonuç kesindir. Özgürlük ve korku, adalet ve şiddet 
her zaman savaşmıştır ve şunu biliyoruz ki, Tanrı bunların arasında tarafsız değildir." 

Başkan, yöntemin henüz belli olmadığını vurgulasa da, hem yöntem hem de hedefler konusunda önceden varılmış bir mutabakatın var olduğu kendisini hemen hissettirecekti. Savunmaya ayrılan bütçe olağandışı bir şekilde artırıldı, planlar revize edildi, orduda “dönüşüm” çalışmalarına hız verildi. Öyle ki bu “dönüşüm” çalışmalarına, “ABD’yi daha güvenli bir ülke haline getirme”de kilit rol biçildi. Zira, Soğuk Savaş yıllarında ulus devletlere karşı yürütülecek “büyük” savaşlar üzerine inşa edilen savunma anlayışı, yeni dönemde yerini, karmaşık ve çok çeşitli çatışmalarla “baş edebilecek” bir askeri yeteneğe sahip olma anlayışına bırakmak zorundaydı. Esas itibariyle, Savunma Bakanlığı’nın yeniden yapılanma ve dönüşüm hedefleri, 11 Eylül olaylarından sadece günler önce tamamlanan “Dört Yıllık Savunma İncelemesi (QDR)”nde ayrıntılı olarak yer almaktaydı. Sözkonusu belgede, öncelikli hedefin ABD vatanını ve vatandaşlarını “asimetrik tehditler”e karşı savunmak olduğu belirtiliyordu (Rumsfeld, 2004b) 

Tüm bunlar olurken Birleşmiş Milletler (BM) 28 Eylül 2001 tarihinde aldığı 1373 sayılı karar ile, “olası” operasyonlara “meşru müdafaa” niteliği vererek yeşil ışık 
yaktı. Kuzey Atlantik İttifakı (NATO), meşhur 5 nci maddesini yürürlüğe koymakta gecikmedi ve “tarafların, Kuzey Amerika'da veya Avrupa'da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldırı olursa (...) silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan taraf ya da taraflara yardımcı olacakları konusunda anlaşmış 
oldukları”nı ilan etti. 

Tarihindeki en büyük terör olayını yaşayan ABD, “misilleme olarak” Afganistan'daki hedefleri 7 Ekim 2001'de bombalamaya başladı. 63 gün süren, 13 Kasım 2001 tarihinde Kabil’in alınmasıyla sona eren ve amacı “terör yuvalarını ortadan kaldırmak” olarak belirlenen operasyona “Sonsuz Özgürlük” adı verilmesi de, aykırı sesleri susturamadı. Ardından gelen Irak müdahalesi, kamuoyuna, “Irak’a demokrasi” sloganı ile sunuldu; ne var ki bu müdahale, ABD’nin, bozulan dengeleri kendi lehine çevirmekte ne denli kararlı olduğunun bir göstergesi olarak kabul görmekteydi. Kararlılığın göstergesi olarak, savunma harcamalarına ayırdığı payı hatırı sayılır ölçülerde ve “keskin” bir şekilde artıran ABD, silahlanma yarışını “uzay”a taşımayı da içeren radikal hamleler yapmaya başladı. 

Uluslar arası sistemde beklenilenin aksine, ABD’nin “etki sahası” önünde engellerin yükselmeye başladığı bir dönemde meydana gelen 11 Eylül saldırıları, 
kuşkusuz, oluşan engelleri aşması adına ABD’ye, kullanabileceği bir “fırsat” da yaratmıştır. Denilebilir ki, 1990-2000 yılları arası dönemde, sınırlarını 
belirlemekte zorlanılan uluslar arası sistemin gözden geçirilerek yeniden “dizayn edilebilmesi” için bir arayış içine girilmiştir. Bu dönemin nasıl bir yapılanmaya 
yol açacağı ise bölgesel ve uluslararası düzeydeki gelişmelerin şekli ve ittifakların alacakları tutumlarla doğrudan ilişkili olacaktır. 

“Dünyaya hükmetme” iddiasındaki bir “süper gücün” savunma planlama ve stratejilerini inceleme iddiasındaki bir çalışmanın, tarihi perspektiften bağımsız olarak gerçekleştirilebileceğini düşünmek elbette olanaksızdır. Geleceğe dönük projelerin ardındaki düşüncelerin izini sürerek stratejilerin kökenine inmeye çalışmak, çoğu zaman, gelişen olayları doğru bir şekilde anlamlandırabilmenin tek yoludur. ABD’nin bugününü ve geleceğini tartışmadan önce, temel stratejisinin ne olduğunun tespiti bu nedenle önemlidir. 1899 yılında dönemin ABD başkanı Theodor Roosevelt’in Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşma, ABD’nin 20 nci yüzyıldaki (ve aslında aynı zamanda sonraki yüzyıldaki) temel stratejisini ortaya koyar niteliktedir: 

“(...) Size rahat bir hayatın değil, mücadelelerle dolu bir hayatın gereklerini söylüyorum. 20 nci yüzyıl önümüze, pek çok ulusun kaderini belirleyecek muazzam bir ufuk açıyor. Yerimizde oturursak, sert mücadelelerden uzak durursak bizden daha cesur ve daha güçlü olanlar bizi geçeceklerdir.” 

Bu araştırmamızda biz, 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD savunma planlama ve stratejilerinde ne gibi değişimler yaşandığını inceledik. Bilindiği üzere 11 
Eylül saldırılarının olağanüstülüğü ve yarattığı şaşkınlığın yanı sıra uluslar arası ilişkiler alanında yol açtığı belirsizlikler, bu alanda hızla gelişen bir literatürün 
oluşmasına sebep olmuştur. Bu yönüyle, araştırmamızda kaynakça yönünden sıkıntı yaşamadığımızı itiraf etmeliyiz. Literatürün bol olması, elbette, daha seçici olma, birkaç kaynaktan doğrulatma gibi hassasiyetleri de beraberinde getirmektedir. 

Biz istatistiki bilgiler için mümkün olduğunca resmi kaynaklara başvurmaya çalışarak, sözünü ettiğimiz hassasiyetleri kısmen karşılamaya gayret ettik. 
Her ne kadar yorum içeren ifadelerden özenle kaçınmaya çalışsak da, tanıklık ettiğimiz olayların zihnimizdeki yansımaları, araştırmamızı kaleme alırken yer 
yer su yüzüne çıkmayı başardı. 

YAKLAŞAN FIRTINA 

Strategic Forum dergisinin Temmuz 2001 tarihli sayısında “21 nci Yüzyılın Ordusu: Yakın Geçmişten Dersler” başlıklı bir makale kaleme alan emekli general Anthony C. Zinni, ABD ordusunun “geleneksel olmayan” tehditlere karşı hazırlıklı olup olmadığının sorgulanması gerektiğini söylüyor ve ekliyordu: 

“Geleceği kimse tahmin edemez; ancak gelişen tehditler karşısında bazı yargılarda bulunmamız mümkündür. Bunlardan [bu tehditlerden] bir kısmı, geçen yüzyıldan hazırlıklı olduklarımız olmayacaktır ve tamamı, yeni dünya düzenini tehdit edecektir. Ordu, sözkonusu tehdit ve tehlikeleri karşılayabilecek 
dönüşümü gerçekleştirmelidir.” (2001) 

Küreselleşmenin hız kazanmaya başlamasıyla sınırlarını “açık” hale getiren ABD’nin yüzyüze kaldığı tehditler, henüz, Zinni’nin öngördüğü şekliyle “yeni dünya düzeni”ne meydan okur hale gelmeye başlamamıştı. “Terör”, “terörizm”, “terörist” gibi kavramlar, dünya uluslarının gündeminde ağırlıklı olarak yer almıyordu. 
Soğuk Savaş yıllarının etkisindeki düşünce sistematikleri de, “asimetrik” tehdit değerlendirmesine yönelik fikir yürütmelerde bulunamayacak derecede 
öngörüden yoksundu. Başta ABD olmak üzere, başat konumdaki bazı ülkelerin, küresel rekabet ve çıkar savaşlarının ulaşacağı boyutu önceden kestirdiklerinden olsa gerek, savunma doktrin ve stratejilerinde önemli değişimlere gitmeye başladığı tarih, 1993’tü. O tarihten bugüne dünya, gelir dağılımındaki dengesizlik dışında, büyük ölçüde değişime uğradı. Küreselleşmenin “getiri”si olarak görülen bu dengesizlik, kimilerine göre, ileriki yıllarda dünyanın başını fazlasıyla ağrıtacak olan terörizmi besleyen en “bereketli” kaynaktı; kurutulmadığı sürece küresel barış sadece hayal olarak kalacaktı. Ancak bu o kadar da kolay değildi. 

2000 yılında yapılan bir araştırmanın bulgularına göre, demokratik yönetim tarzını benimsemiş ülkelerde Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) 17 bin dolar iken, bu rakam, Orta Afrika, Güney Asya gibi diğer bazı ülkelerde, 3 bin 400 dolara kadar düşmekteydi (The Military Balance, 2000). 



Şekil-1: Parçalı Dünya Ekonomisi (The Military Balance, 2000) 

20 nci yüzyılın en büyük ekonomik operasyonu olarak bilinen 1973 petrol krizi, o yıllarda, ABD aleyhine gelişen süreci tersine çevirmesi ve Avrupa’nın arka 
planda kalma rolünü sürdürmesi sonuçlarını doğurmuş ve en büyük “ekonomik operasyon” olarak tarihe geçmişti. Ekonomik göstergeler ile “süper güç”lük sıfatı arasındaki “doğru orantı”, bugün, belki de her zamankinden daha fazla hissedilmektedir. Yapılan son bir araştırmaya göre 3 Avrupa Birliği (AB), 15 üyeli iken, ABD’nin milli gelirinin 831 milyar dolar altında kalmaktaydı; ancak 2004 yılında, üye olarak kabul ettiği 10 Doğu Avrupa ülkesi ile birlikte ABD’yi 116 milyar dolar geride bırakarak dünyanın en büyük ekonomik gücü haline gelmiştir (Tablo-1). 

3 Cumhuriyet , 18 Aralık 2004. 





Tablo-1: Toplam Milli Gelir’de İlk Beş Ülke 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

18 Mayıs 2017 Perşembe

Trump - Erdoğan görüşmesi,


Trump - Erdoğan görüşmesi


ABD Başkanı Donald Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan, Beyaz Saray’da ilk kez bir araya geldi. 
Kritik görüşme öncesi Trump, Erdoğan’ı kapıda karşıladı. 
İkili görüşme öncesi birlikte basın mensuplarına poz verdi. 
Ardından birlikte görüşen Trump ve Erdoğan, görüşme sonrası basın mensuplarına açıklamalarda bulundu.
Basın toplantısında Trump’ın öne çıkan açıklamaları şu şekilde oldu:

– Türkiye ve ABD, on yıllardır büyük müttefikler. 

Soğuk Savaş’ta Türkiye, Sovyetler Birliği’nin genişlemesini engelledi. Türkiye’nin Kore Savaşı boyunca gösterdikleri büyük cesaret hala hafızalarımızda.

– Kore´deki savaştaki cesaretleri, bizim askerlerimizin unutmadığı şeylerdendir. McCarty, Türk askerlerinin şerefini ve cesaretini takdir etmişti ve dünyanın 
en iyi askerlerden olduğunu söylemişti.

–  Türkiye´yi terör örgütü ile olan mücadelede destekliyoruz. Türkiye´nin liderliğinden de mutluyuz ve Türkiye´nin çabalarını 
da memnuniyetle karşılıyoruz.

– Türk halkı son yıllarda korkunç terör saldırılarına maruz kaldı. Biz de bu saldırılara karşı Türkiye’ye destek olduk ve başsağlığı 
dileklerimizi ilettik. IŞİD ve PKK terör örgütlerine karşı Türkiye’ye destek veriyoruz.

– Türkiye ile ilişkimizi hiç kimse yenemeyecektir.

– Türkiye’nin Suriye’deki çabalarına destek veriyoruz. Suriye’de şiddetin azaltılması için çabalıyoruz.

– Erdoğan ile ticareti geliştirmek için görüştük. İki ülke arasındaki ilişkileri bu yönde geliştirebiliriz.

– Silah siparişi vermiştik ve bunun gelmesini bekliyoruz.

ERDOĞAN’IN AÇIKLAMALARI

– Öncelikle ABD Başkanı Sayın Trump’a ve ekibine şahsım ve heyetime gösterdikleri ilgiden dolayı teşekkür ediyorum. 
Bir kez daha huzurlarınızda, Sayın Trump’ı seçimlerde elde ettiği başarıdan dolayı tebrik ediyorum. 

Az önce ikili bir görüşme gerçekleştirdik. Köklü geçmişe dayanan ve stratejik ortaklıkları ele aldık.

– Türkiye ile ABD arasındaki bağlar demokratik ve müşterek bağlar arasında gerçekleşmiştir. Aramızdaki ilişkileri güçlü tutmamız, küresel barış için önemlidir. 
Bölgemizin içinden geçtiği bu çalkantılı dönemde iki ülkenin göstereceği işbirliği her zamankinden daha önemlidir.

– Esasen, ABD, BM ve NATO gibi kilit kurumlar ile yakın ilişkiler içerisindeyiz. Önümüzdeki süreçte bu platformlar başta olmak üzere diyaloğu artırmanın 
çabasındayız. Doğrusu ben bu ziyaretimizi tarihi bir dönüm noktası teşkil edeceğine inanıyorum.– Gerek ikili görüşmemiz, gerek heyetler arası görüşmemizin geleceğimize yönelik daha büyük kazanımlar sağlayacağına inanıyorum. 

DEAŞ başta olmak üzere bölgemizdeki tüm terör örgütlerine müşterek bir tavır koymamız çok önemlidir. Ortak geleceğimizi tehdit eden terör örgütlerine 
karşı ayrım yapmamakta kararlıyız. Bölgemizin geleceğinde terör örgütlerine yer yok. Özellikle YPG-PYD terör örgütlerinin muhatap alınması, uluslararası 
mutabakata uygun değildir. Suriye, Irak, Yemen’deki durumu kaosa çevirmek istenler elbet kaybedecektir.

– Gülen ile beklentilerimizi açıkça ifade ettik.

– Bilhassa Suriye rejiminin kimyasal saldırısı sonrası takınılan tutumu son derece yerinde buluyoruz.

Kaynak: Trump - Erdoğan görüşmesinden kritik PYD açıklaması 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/trump-erdogan-gorusmesinden-kritik-pyd-aciklamasi-163683h.htm

***