30 Mayıs 2017 Salı

Üç İstanbul’da I. Dünyâ Savaşı BÖLÜM 2

Üç İstanbul’da I. Dünyâ Savaşı BÖLÜM 2


Mektubumu yumruğunuzda buruşturup atmayın. 

Bir sual daha Adnan Bey: Sizi niçin kısık seslerle, korkak gözlerle konuşuyorlar? Bu kadar korkunç olmaya nasıl tahammül ediyorsunuz? 

Kapılardan, pencerelerden korkmadan ismi ağza alın[a]mayan adamlar olmak: Bu, sizin için ne fenâ tâlihtir! Bu, hareketin, fiilin iftirâsıdır: Lakırdı 
ile iftirâ ettikleri yetmiyormuş gibi, bir de gözle, kaşla mı iftirâ? Buna ne pahasına katlanıyorsunuz? 

Sonra bu gizli servetiniz? Bu zindanda nasıl oturuyorsunuz? Güneşten kork, gökten kaç, ölümün deliksiz karanlığında otur; bu simsiyah hayâta siz yaşamak mı diyorsunuz? Ziyâdan niçin korkuyorsunuz? Niçin, niçin, niçin? Heyhat! Gerçek: Siz bu kelimeden rahatsız olu[yo]rsunuz. ‘Niçin’i Sinop’a sürüyorsunuz! 

Biliyorum, bu satırları haset sanacaksınız. Fakat işte Talât Bey! Bu temiz inkılâp çocuğunu, bu parasız devlet adamını niçin o kadar seviyorum? Niçin mi? Söyle[ye]yim Adnan Bey: Size benzemediği için! Onun nâmusu sizin aranızda bîkestir de onun için. 

Sonra, Adnan Bey, bu muhârebe nedir? Telâş etmeyin: ‘Harbe niçin girdiniz?’ demeyeceğim. ‘Muhârebenin cephe arkası niçin bu kadar çirkin?’ diyorum. Bir muhârebeyi bir sarrafa, bir bakkala niçin benzettiniz? Memleket müdâfaası bu derece nasıl çirkinleşir? O güzelliğe nasıl kıydınız?” 




İttihatçılar, savaşın ilk yıllarında çok güçlü görünmektedirler. İktidâra tam hâkimdirler ve gücün nîmetlerinin tadını çıkarmaktadırlar. Onlara bırakın 
yaklaşmayı, dokunan biri ihyâ olmakta, para ve servete kavuşmaktadır. Romanın kahramanlarından birinin söyleyişiyle, “memleketin ne kadar 
aklı başında adamı varsı, küpünü doldurmakla meşgul”dür. Geleceği göremeyen birçok kimse, vaktiyle İttihatçı olmayı düşünemediği için pişmandır. 


Üç İstanbul’un II. Meşrûtiyet döneminin hemen bütün kahramanları çıkar peşindedirler. Romanın önemli tiplerinden biri olan ve savaştan önce 
Talât Paşa tarafından partiden kovulan Sakallı Vasfi, “muhârebede İttihatçı olmadığı için neler kaybettiğini düşün[ür]: Alman Markı dolu İngiliz kasası… 
Kapısı istimbotlu yalı… Aptesânesi kaloriferli konak… Pahalı metres… Viyana seyahati… Berlin ticâreti… 

Sonra da kemikten bacaklarına iki kol değneği gibi dayanan iskelet insanlara, heykelin dargın yüzüyle, servetinin tepesinden bakmak… 

… Sakallı Vasfi, İttihatçı olmadığına, en çok Harbi Umûmî’de yandı. İnsan 1914, 1915, 1916 senelerinde Enver Paşa’nın, Cemal Paşa’nın elini sıkmalıydı.” 

Muhârebe İstanbulu, her gün yeni kötülük ve düşkünlüklere, yeni zenginlik ve sefâletlere sahne olmaktadır. Bir avuç harp zengini dışında halk bütünüyle perîşandır. İttihatçıların yakın çevresi içinde bile sesler yükselmeğe başlamıştır. Sözgelimi, savaşın ağırlaşan şartlarını ve mağlûbiyetin kaçınılmaz olduğunu gören Belkıs’ın amcasının oğlu Ataşenaval Nâşit, bir akşam yemeği sırasında Adnan’a çıkışır: “Hepimiz görüyoruz,” der. “Bu muhârebe çıkar yol değil. Ve yine hepimiz göreceğiz; bir kış daha geçmez, Îtilâf askerleri Galata rıhtımındadırlar.” 

Adnan’ın, Mektebi Hukuk’tan barâber çıktığı arkadaşlarından Moiz de savaşın semirttiği tiplerden biridir. 

“Muhârebe, büyülü bir değneğin ucuyla Moiz’in dişlerini, tırnaklarını bembeyaz yapmış, Adnan’ın karşısına çıkarmıştı. Siyah tırnaklar, sarı dişler muhârebenin arkasında kalmıştı. 
Yıkılan Türkiye’nin parçaları biraz da onun ökçelerinden sarkıyordu. Harbi Umûmî’de ölenlere Borsa’dan bakıyordu. Bu adamın ahlâkında adı konmayan bir hastalığın bacilleleri vardı.” 

Kendi de ahlâkî olarak büyük bir düşkünlük içinde olmasına rağmen Adnan Moiz’e üzülür. “Ah, demir kemikli, kömür dişli harp!” diye söylenir 
kendi kendine. “Büyük kalpli Yahûdi gencini ne hâle soktun.” 

Öte yandan Üç İstanbul’un Mehmet Âkif olduğu bilinen, nâmus ve fazîlet âbidesi şâir Mehmet Raif”i, siyâsete bulaştıktan sonra görmekten kaçındığı eski arkadaşı Adnan kendisini evinde ziyârete geldiğinde, Moiz aleyhinde ağzını açar, gözünü yumar: “Beş cephede yüz binlerce Türk çocuğu, bu adamlar zengin olsun diye mi on dokuz yaşında ölüyorlardı?” 

Memleket büyük sefâlet içindeyken bir avuç savaş zengini şâşaalı bir hayat sürmektedir. 

Harbiye’deki konaklarında verdikleri ziyâfette, etrafta başka ev olmadığı için güneşin evlerinde doğup, evlerinde battığını söyleyerek ışıktan şikâyet 
eden ve “Biraz gölge, bir parça gölge! Şu odaların içine Rembrandt’ın fırçasındaki karanlıktan bir avuç sokabilsem…” diye yakınan Moiz’in karısı 
Raşel’e sivil bir nâzır, “Rembrandt’ın karanlığını mı görmek istiyorsunuz, Madam?” diye seslenir. “Aksaray’dan Topkapı’ya doğru gidin, her evin kapısını 
çalın, yüzünüze istediğiniz karanlık fışkırır.” 

Aynı ziyâfette üstü kapalı biçimde Enver Paşa da eleştirilir. 

“Asker nâzır: 

– Zâten başımıza her belâ, Hatîce Sultan’ın kocasından geliyor ya, neyse,” diye konuşur. Raşel’in gözünde de “İttihat ve Terakki’nin ehemmiyetli adamı”dır 
Adnan. Harbiye’deki konağın büyük yatak odasında onunla sevişirken, savaşın Avrupalı aktörlerini de tanıyıp değerlendirecek kadar Harbi Umûmî’de olan bitene vâkıf olduğunu gösterir Raşel. 
“Raşel, içine düştüğü vak’anın üstünde görünmek istiyor, içinde bir saat çırpındığı yatağın şümulünden kurtulmak için sesine eser arayan san’atkâr 
gibi lakırdısına mevzû arıyordu. Muhârebeyi ve Hindenburg’u Fransızca anlatmaya başladı: 
– 911’de seciyesinin istiklâli yüzünden tekaüt edilen Hindenburg, bence 914’te Tannenberg muhârebesinde iki yüz bin Rus’u Mazures bataklıklarına gömen Hindenburg’dan büyüktür. Fakat Almanya İmparatoru da ne büyük insan ki, üç sene evvel seciyesindeki istiklâle tahammül edemediği Hindenburg’u, 
Harbi Umûmî’de Şarkî Prusya Kumandanlığı’na getirdi. 

Eğer Şarkî Prusya ordusu Prittvitz’in kumandasında kalsaydı, Almanlar o cephede çoktan yenilmişlerdi. Çünkü Renen Kampf ve Samsonov ordularına karşı Prittvitz fenâ vaziyetteydi. Bu adamın yerine Hindenburg gelince Renen Kampf ordusunun önünde bir perde bırakmış, Samsonov ordusuna yüklenmiş ve bu orduyu Tannenberg’de mahvettikten sonra Renen Kampf ordusuna y[önel]miş ve Mazures bataklıklarındaki büyük muhârebe başlamıştı.” 


Üç İstanbul’un bölüm başlıklarından biri Sarıkamış ismini taşır. Mithat Cemal Kuntay’ın hiç şüphesiz Sarıkamış felâketinin önemine vurgu 
yapmak için seçtiği bu isim altında, Sarıkamış felâketinden çok, bu felâketi hazırlayanların, özellikle de savaştan en çok yararlananların ikiyüzlülükleri 
sergilenir. “Bunlar, Talât ve Cemal Paşa’nın bulunmadığı yerlerde Cemiyete muhalif” birtakım tiplerdir. Bu aktörler çoğunlukla Adnan’ın salonunda 
toplanır ve politika oyunu oynarlar. Bu oyuncuların en güçlüsü olan Adnan, Sarıkamış felâketine ağlar ama misâfirlerin hiçbiri bu gözyaşlarına 
inanmaz. 

Bu ziyâfetlerden birinde, Sarıkamış’tan gelen bir zâbit, Adnan’a kanlı bilançoyu verir. “32.000 kişi olan Dokuzuncu Kolordu, Sarıkamış muhârebesinin sonunda 247 kişi [kalmıştır]. Bu 247 nefer, dört gün daha harbe[derler].. Sonra… 

Binbaşı, Adnan’a gözlerini dikti: 

– Bey, dedi, asker karlı arâzide 25 kilometre yürür. Halbuki Sarıkamış muhârebesinde Enver Paşa, askeri 45 kilometre yürüttü. Adnan, ‘elif’i üç kere uzatarak: 

– Caaanım efendim, dedi, Marne muhârebesinde Alman askeri günde 60 kilometre yapmıştı. Binbaşı: 

– Bey, bey, dedi, Türk askeri Allâhüekber dağında yürüdü, Alman askeri Marne meydanında… 

Binbaşı sustu. Adnan’ın gözlerinin içine baktı: 

– Allahüekber bize 90.000 ölüye mâl oldu. Bu ölüler Şark vilâyetlerinin yayla çocuklarıdır: Uzun boylu, geniş omuzlu ölüler!.. Emin ol bey, Pamir 
yaylasından bu kadar gürbüz Türk yetişmemiştir. Az millet Allâhına bu kadar dinç ölü göndermiştir. Binbaşı belli etmeyerek gözlerinin ucunu sildi. Utandı. Çocukluk devri hayattan sayılmazsa, ilk defa ağlıyordu. 

Adnan, hiç sevmediği Enver Paşa’nın ne yaptığını – kendi bir şey söylemeden misâfirlerinin öğreneceğine sevinerek– sordu. 

Binbaşı içini çekti: 

– Ne mi yaptı? Kaçtı! dedi. Kızaktan otomobile kadar bütün nakil vâsıtalarına binerek kaçtı!” 
Sahneyi, geçen gün gizlice Adnan’dan dinlediği şeyleri anlatarak, Enver Paşa’ya düşman olan Ataşenaval Nâşit tamamlar: 

Erzurum’dan önce kızakla sonra da otomobille İstanbul’a kaçarken Enver Paşa’nın yanında Alman Bronzar Paşa, şoförün yanında da Miralay 
Feldman vardır. “Otomobil geceleri de yoluna devam ediyor; Alman miralayı, uyumasın diye şoförün ağzına çukulata sokuyordu. Çünkü Enver 
Paşa, İstanbul’a felâket haberinden evvel yetişmeliydi; kabinede aleyhinde bir cereyan çıkmasın diye İstanbul’a çabuk [varması] lâzımdı. 

Vekilharç Süleyman, Adnan’ı memnun etmek için genzinden çıkan iltihaplı ses[iy]le: 

– Almanya İmparatoru, Türkiye’deki saltanatını bir şoförün yediği bu çukulatalara medyundur! dedi.” 



Üç İstanbul’da, ülkenin maddî târihsel mîrâsının, Harbi Umûmî’de Avrupalılar tarafından nasıl yağmalandığına da parmak basılır. 

Alman İmparatoru’nun İstibdat’ta “Bergama’yı Berlin’e taşısın diye” Abdülhamit’e yolladığı, “Âsâr-ı atîka mütehassısı” yaşlı Alman âlimini aynı 
imparator Harbi Umûmî’de Cemal Paşa’ya gönderir. Cemal Paşa da, “müzelerden mezarlara kadar her yere serbest girsin diye” âlime binbaşı elbisesi 
giydirir. 

Belkıs’ın akşam yemeğine dâvet ettiği bilim adamı, Bergama 
Akropolü’nü Berlin’e taşıyan Carl Humann’dan başkası değildir. 

Alman âlimle, yemeğin tek Türk dâvetlisi olan Âsurî sakallı asker nâzır, o akşam muhârebeyi de konuşurlar. 

Bir sebepten birbirlerine kızgın oldukları için ağızlarını bıçaklar açmayan Belkıs’la Adnan’ın sessizliğini, muhârebenin fenâ gidişine yoran asker 
nâzır, “memleketin ıstırâbını kocasıyla paylaşan kadına hürmetle dol[ar]”. 

Mütâreke, İmparatorluğun sonu olduğu kadar; Adnan’ın da varlık, debdebe ve saltanatının sonu olur. 

Adnan işgal kuvvetlerine yakalanmamak için Belkıs’la birlikte Ataşenaval Nâşid’in konağına sığınır. Belkıs’ın amcazâdesi Nâşid, 
“Nişantaşı’nın saat beş çaylarında İngilizlerle memleketin batması lâzım geldiğini konuşu[rken]”, bir türlü bulunamayan Adnan’la eşi, konağın başka 
bir odasında saklanmaktadırlar. 


Üç İstanbul’un sonraki sayfalarında da Harbi Umûmî’ye değinir Mithat Cemal. 

Meselâ Adnan, “Harbi Umûmî’de Âyan’da İttihat ve Terakki’yi hırpalayan” Ahmet Rızâ’yı unutmamıştır. 

Harbi Umûmî’de İttihatçı olan Moiz dö Navara, Mütâreke’de İtalyan uyruğuna geçmiş; Raşel’in, yeni sevgilisi Alfred Cevat’ın otuz üçüncü yaş günü için verdiği çayda cazın perîşanlığı, ufku “bin kilometrelik bir mezar”a çevirmiştir. “Altı harp cephesi, [Kafkas, Irak, Filistin, Çanakkale, Galiçya, Romanya], sanki yan yana durmuş, Türk’ün meçhul askerine yüz bin metrelik kabirdi[r].” 

Üç İstanbul, romana konu târihsel dönemler olup bittikten sonra yazılmış değerli bir edebî metindir. Yazar sözkonusu dönemler ve o dönemler içindeki insan ve toplum gerçeğini, olayların sıcaklığı içinden değil, sonrasında ortaya çıkan nesnel, soğukkanlı ve bir sonuca varmış bir yaklaşımla anlatır. Bu yanıyla kurmaca özellikler taşıyan Üç İstanbul’da uzun bir târihi dönem, bir romancı gözüyle gerçeklik planında yeniden üretilir. 

Büyüleyici bir romancıdır Mithat Cemal Kuntay.. Onun eseri, zengin imgelerle beslenen yalın, anlaşılır ve şiirsel Türkçesi ve ruhsal derinliklerine iyice inilmiş insan gerçekliğiyle, bugünün okurlarına olduğu kadar, yazarlarına da çok şey öğretebilecek altın sayfalarla dolu gerçek bir edebiyat şölenidir. Türkçe lezzeti tatmak istedikçe kolayca bulup okuyabilmeleri için, has okurların o altın sayfaların kenarlarını kalın çizgilerle işâretlemeleri gerekiyor. 

Antolojilerin vazgeçmemeleri gereken bir eser olan Üç İstanbul, Rauf Mutluay’ın sözleriyle “Türk romanının hakkı verilmemiş en üstün başarılarından biridir”. 


***

Üç İstanbul’da I. Dünyâ Savaşı BÖLÜM 1


Üç İstanbul’da I. Dünyâ Savaşı BÖLÜM 1 


*Taner Özmen 

Avusturya -Macaristan velîahdı arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’de Saraybosna’da öldürülmesiyle başlayan Avrupa devletleri arasındaki 
gerginlik, Avusturya’nın 27 Temmuz’da Sırbistan’a resmen savaş îlân edip 28 Temmuz’da Belgrat’ı bombalamasıyla, bugün I. Dünya Savaşı olarak isimlendirilen yaklaşık dört buçuk yıllık büyük kavgaya dönüşür ve bu kanlı hesaplaşma, Almanya’nın 11 Kasım 1918’de Müttefikler’in ateşkes 
şartlarını kabul etmesiyle sona erer. 

“Avrupa’da dört merkezî devlete karşı, Avrupa ve diğer kıtalarda bulunan yirmi beş kadar devletin giriştiği ilk büyük savaş [olan] I. Dünyâ Savaşı; Avrupa’da İttifak Devletleri diye adlandırılan Almanya, Avusturya 

-Macaristan, Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan ile Îtilâf Devletleri diye anılan Fransa, İngiltere, Rusya, Sırbistan, Belçika, Lüksemburg, Karadağ, A.B.D., Yunanistan ve Brezilya arasında ol[ur].” 23 Ekim 1914 târihinde Karadeniz’e çıkardığı Türk donanmasının bâzı Rus liman şehirlerini bombalaması ve yapılan savaşta Ruslara âit bâzı gemilerin batırılmasıyla fiilen savaşa dâhil olan Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1918’de imzâladığı Mondros Mütârekesi’yle resmen mağlûbiyeti kabûl eder ve İmparatorluk toprakları Îtilâf Devletleri kuvvetlerince işgal edilir. 

Türk Edebiyâtı ve Birinci Dünyâ Savaşı isimli değerli çalışmasında Erol Köroğlu’nun, “Günümüz târihçiliğinde, 20. yüzyılı gerçek anlamda 
başlatan olayın Birinci Dünyâ Savaşı olduğu kabul edilir,” sözleriyle târihî öneminin altını çizdiği bu kanlı boğazlaşmanın sona ermesinin bu yıl yüzüncü 
yıldönümü. 

I. Dünyâ Savaşı, hem yapıldığı koşullarda hem de olup bittikten sonra edebiyâtımıza geniş ölçüde yansımış, önemli iktisâdî ve kültürel sonuçları 
da olan büyük bir târihî ve toplumsal olaydır. Bir çok edebî türde değişik yazarlarca verilen örneklerde estetik varlık kazanan I. Dünyâ Savaşı’nı, 
Osmanlı İmparatorluğu’nun başşehri çerçevesinde ele alan Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u, bu bağlamda verilmiş en başarılı örneklerden biridir. 

Kuntay Üç İstanbul’da, I. Dünyâ Savaşı’nı târihî sürekliliği ve bağlantıları içinde, öncesi ve sonrasıyla bir edebî ürüne dönüştürür. 

I. Dünyâ Savaşı şartlarında târihinin belki de en kötü günlerini yaşayan İstanbul, Kuntay’ın romanında toplumsal ve iktisâdî yönden bütün gerçekliğiyle 
gözler önüne serilir. Bu gerçeklik tam bir toplumsal ve iktisâdî alt üst oluşun dile getirilmesinden ibârettir. 

Zafer Toprak da İstanbul Ansiklopedisi’nde yer alan Birinci Dünyâ Savaşında İstanbul başlıklı incelemesinde aynı manzarayı bilimsel bir 
yaklaşımla ve ana çizgileriyle çarpıcı biçimde ortaya koyar. 

“I. Dünyâ Savaşı, Osmanlı pâyitahtı İstanbul’un geleneksel yapısını çökerten, ona bambaşka bir görünüm kazandıran bir savaştı. [Şehr]in tüm dengeleri altüst oldu. Geleneksel gelir bölüşümü çöktü,” temel saptama-sıyla incelemesine başlayan Toprak’ın çizdiği I. Dünyâ Savaşında İstanbul resminde, unun çuvalı 110 kuruş, ekmeğin kilosu 60 paradır.” 

O yıllarda İstanbul’da kıtlıkla istifçilik ve karaborsacılık bir arada görülür. Bâzı kişilerin İttihat ve Terakki aracılığıyla zengin edildiği söylentisi halk arasında yaygınlaşmıştır ve “siyasal bir örgütün ticârî faaliyetlerde bulunması” hoş karşılanmamaktadır. 

Pahalılığı önlemek amacıyla kibrite bile narh uygulanır. Fes, kahve, limontuzu, mum, eczâ, kalay, çakmaktaşı, basma, patiska, salaşpur, mermerşâhi ayrı ayrı narha tâbi tutulan diğer maddelerdir. 

Basma ve patiska için vesîka çıkarılır.. 

Sınır boylarından akan yüz binlerce göçmen, İstanbul’da konut kirâlarının çok fazla artmasına neden olur. 

“İstanbul ilk kez bu boyutlarda bir enflasyonla karşı karşıyla geli[r]. Fiyat artışlarından doğal olarak en çok sâbit gelirli kesimler etkilen[ir]. 

Memur, asker ve emeklinin eline geçen paranın satın alma gücü, günden güne düş[er]. Hayat şartları toplumun bu katmanları için giderek güçleş[ir].” 

Yeni bir zengin sınıf doğar ve halk bunlara harp zengini; harp tüccarı; spekülasyon erbâbı; 331, 332, 333 zengini gibi adlar verir. “Yeni zenginler, 
savaş yıllarında İstanbul’a alışılmadık bir görünüm kazandır[ır]lar. Eğlence düşkünlüğü giderek yaygınlaş[ır]. Toplumsal ahlâk çöküntüye uğra[r]. İstanbul’da ilk kez kumar, alkol ve kadın ticâreti geniş boyutlara ulaş[ır]. [Şehir] yoksulluk ve sefâlet yuvası ol[ur]. Sokaklar, dilenen insanlarla dolup taş[ar].” 

Fethi Nâci’nin değerlendirmesiyle, “kısaca, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışının romanı” olan Kuntay’ın tek romanı Üç İstanbul, Büyük Savaş’ın bitiminden tam yirmi yıl sonra yayımlanır. 

Hiçbir edebî topluluğa ve akıma bağlanmayan Mithat Cemal’in İstibdad, 
II. Meşrûtiyet ve Mütâreke İstanbulunun insan ve toplum gerçekliğini anlattığı Üç İstanbul, özellikle toplumun neredeyse bütün kesimlerini yansıtan 
insan zenginliğiyle, üzerinde dikkatle durulmayı hak eder. Eserin Nisan 1976’da yapılan ikinci baskısına Mithat Cemal Kuntay ve İstanbulları başlıklı bir önsöz yazan Rauf Mutluay’ın söyleyişiyle Kuntay’ın Üç İstanbul’u, “Abdülhamit İstanbulundan yola çıkar, Meşrûtiyet particiliğini, Harbi Umûmî kargaşasını, Mütâreke işgalini, Milli Mücâdele[nin] uzağındaki, bekleyen pâyitahtı gösterdikten sonra Cumhûriyetin [îlânı dolayısıyla çıkarılan af kanûnuna] dokunarak sonuçlanır”. 

Bu dönemlerden ikincisi olan ve 1908 yılında îlan edilen II. Meşrutiyet’le başlayan on yıllık dönem, I. Dünyâ Savaşı’nı da içinde barındırır. 

Yoğun bireysel ve maddî çıkar ilişkilerinin biçimlendirdiği İstanbul’un bu üç dönemi, sosyal, siyâsî ve iktisâdî açıdan tam bir çürüme, kokuşmuşluk 
ve yıkılış çağıdır. 

On üç yılı kapsayan uzun bir târihsel dönemin birinci elden tanıklığı olan Üç İstanbul, Kuntay’ın derin gözlem gücüyle, bu dönemleri ve bu dönemler 
içindeki insan gerçekliğini başarıyla dile getirir. 

Her üç dönemi de yetişkin ve etkin bir birey olarak yaşayan Kuntay, eserini kurarken özellikle kendi deneyim ve yaşantılarından yararlanır. 

1885 yılında İstanbul’da doğan Mithat Cemal Kuntay, anne ve baba tarafından Rumelili bir âilenin çocuğudur. Başarılı bir tahsil hayâtından sonra çeşitli görevlerde bulunan ve 1924 yılında başladığı Beyoğlu 4. Noterliği görevini ölünceye kadar sürdüren Kuntay, edebî çalışmalarına da hiç ara vermemiştir. Roman dışında şiir, tiyatro ve biyografi türlerinde eserler veren Mithat Cemal’in Mehmet Âkif ve anıtsal Nâmık Kemal biyografileri, bu türün edebiyâtımızdaki en yetkin örnekleri sayılırlar. 

Cevdet Kudret’in altını çizdiği gibi, Üç İstanbul’da, “bir kişinin, [romanın temel erkek kahramanı Adnan’ın] çevresinde kümelenmiş olaylar ve türlü tipler yoluyla [sözkonusu] üç devrin toplumsal yapısı çizilmek istenmiş, İmparatorluğun bu çöküş yıllarında toplumun özellikle üst kat insanlarının korkunç ahlâk bozukluğu gösterilmeğe çalışılmıştır”. 

Bir çok eleştirmene göre romanın başkahramanı Adnan, Mithat Cemal’in ta kendisidir. 

Adnan, Hukuk Mektebi mezunu, gazetecilik ve yazarlık yapan bir gençtir. Sonraları iktidârı ele geçirerek İmparatorluğun kaderine hükmedecek 
İttihat-Terakki’ye, parti daha Selânik’te bir cemiyet iken girmiş; arkadaşı Moiz’le mektuplaşarak cemiyete yardım etmeğe başlamış ve böylece örgütün İstanbul’daki adamı olmuştur. Bir ihbar sonucunda, üzerinde Ahmet Rızâ’nın Meşveret gazetesi bulununca tutuklanır, bir süre sonra da Trablusgarp’a sürülür. 10 Temmuz İnkılâbı’yla Meşrûtiyet îlân edilince serbest bırakılan Adnan, İstanbul’a döner. Parti iktidar olduktan sonra da, “İttihat ve Terakki’nin gizli bir odasında bütün Osmanlı İmparatorluğu’nu ellerinde tutan üç dört adamdan biri” olan Adnan, avukatlık yapmaya başlar. 


“Dâhiliye Nâzırı’yla Köprü’ye berâber indikleri her gün Adnan’ın Eminönü’ndeki yazıhânesine birkaç kocaman dâvâ geliyordu: Saray kadar, çiftlik kadar, memleket kadar büyük dâvâlar. Salonunda bilardo, parkında tenis oynanacak kadar ucu bucağı görünmeyen dâvâlar…” 

İlk defa, romanın yarısından epey sonra, Harbi Umûmîde başlıklı bölümde I. Dünyâ Savaşı’ndan söz eder Mithat Cemal. Adnan’la Hidâyet, Adnan’ın Nişantaşı’ndaki konağında Ermeni Meselesi’ni tartışmaktadırlar. Hidâyet Adnan’ı “İttihat ve Terakki edebiyâtı” yapmakla suçlamakta; Adnan’sa onun tezlerini “Patrikhâne edebiyâtı” saymaktadır. Ermenileri savunan Hidâyet’e, “Târih iki düşman kaydeder,” diye cevap verir Adnan. “Önden vuran, arkadan vuran.. Fakat Harbi Umûmî’de üçüncü bir nevi düşman daha görüldü: Yandan vuran! Türk ordusunu yan yana yürü[dük] ler[i] vurdular. Yaralarımızdaki kurşunlardan bir kısmı, bizim paralarımızla alındı.” 

Hidâyet’i iknâ etmek için Süleyman’a birtakım belgeler okutur Adnan. Ermeni kaynaklarına âit bu belgelerde Taşnak Komitesi’nin çirkin yüzü bütün çıplaklığıyla görülmekte, Îtilaf Devletleri’nin yedinci müttefiki olan Ermeniler’in Osmanlı’ya nasıl ihânet ettikleri hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde ortaya konulmaktadır. 

Tam bir harp zengini olan Adnan, iktisâdi koşulların ne kadar ağır olduğunu ve insanların nasıl yoksullaştıklarını belirtmek için, kendisinden her gün borç para istendiğini, “Harbi Umûmî’nin böyle mahzurları” olduğunu düşünür. Savaştan önce veremli annesiyle birlikte yaşayan yoksul gazeteci, savaş koşullarında birdenbire zenginleşince, katı ve acımasız bir adam olmuştur. 

“Sokakta kendi kendine yürürken bile [düşüncesini açıklayan] bir yüzü var[dı]. Her lakırdıya cevap vermiyor; bir ufak tebessüm, dudağında cevap yerine duruyor[du].” Bir küçük sözü, kısa bir bakışıyla “elçiler, nâzırlar, umum müdürler yaratıyordu. Selâmını neredeyse borsada oynayacaklardı.” 

Karısı Belkıs’la birlikte savaştan sonra Avrupa’da nerelere gideceklerini bile tasarlayan Adnan, “kimsenin doğrusunu bilmediği kadar zengindi[r]. 
Adnan’da zenginlerin coğrafyası, milyoner koleksiyoncuların arkeolojisi; Belkıs’ta, zengin sahne artistlerinin tuvalet masasındaki kimyâ vardı; bir 
damlası elli şişe ilâç fiyatına lâvantalar, bir ponponluğu beş çuval un fiyatına pudralar.. “ 

Savaş koşulları Adnan’ı bir güç merkezi yapmıştır. 

“Hükûmetin içinde değildi, [fakat] hükûmetti. Altı seneden beri her lâkırdısı doğruydu. 10 Temmuz’dan beri ona kimse îtiraz etmiyordu. Açlara sanki bir locadan bakıyordu, bir piyes seyreder gibi… Para, maddî mesâfeyi azaltırken mânevîsini çoğaltıyordu. Adnan istediği yere beş dakîkada giriyordu; her istediği şey beş dakîkada cebinde, mîdesinde, kollarındaydı… Fakat memleketin felâketleri ondan kaçıyordu, uzakta duruyordu; İstanbul’un kapısında yığılan genç ölüleri, Çanakkale’de balya balya şehitleri –[onlar] sanki Çin’de vebâdan ölenler[miş gibi]– uzaktan seçemiyordu. 

Memleketin ıstırâbına, resmini çekecek gibi hesaplı mesâfeden bakan bir adam olmuştur Adnan. 
Savaş birçok kimseyi suça bulaştırmıştır. Kimse Adnan’dan servetinin “hesâbını soracak kadar fazîletli değildi[r]”. 

Kazanıp sırıtanlar, kazanmayıp somurtanlar Harbi Umûmî’de Türkiye’nin târifidir. 

[Adnan] resmî adam değildi – gene [de] onun her bayramını elçiler tebrik ediyorlardı; sokakta kendini belli etmeyerek yürüyen polisler, kolları ve 
bacaklarıyla selâm kesiliyorlardı. Onu sokakta görmeyerek geçen az kadın vardı. Saat beş çayları o gelecek diye kalabalıktı; o neşeliyse harbi kazanıyorduk, 
o somurtuyorsa Bağdat düşmüştü!” 

Osmanlı toplumu, günün koşullarında güce ve zenginliğe tapar olmuştur. 

“Tebessümü iltimastı” Adnan’ın; önüne “Bizim!” sözcüğünü iliştirdiği bir “ismin sâhibi, elçi, vâli, müsteşar oluyordu. Onun önünde [Sultan] V. 
Mehmet, şehzâdelerinden utanıyor, bu oğlanları nasıl adam edeceğini ona soruyordu.” 

Bu arada, Adnan’a yazdığı mektupta “kauçuktan pansuman eldiveni”nden söz eden, sâbık Mâliye Nâzırı Sıddık Paşa’nın kızı Süheylâ, İstanbul’un bir hastânesinde gönüllü olarak Çanakkale yaralılarının pansumanlarını yapmaktadır. 

Vaktiyle Adnan’ın edebiyat dersleri verdiği Süheylâ, mektubunda peşpeşe sorular sorarak temiz bir sevgiyle âşık olduğu genç adamı sîgaya çeker; 
maddeler hâlinde sıraladığı sorularla içini döker, Talât Paşa dışında bütün yöneticileri suçlar, hâlâ sevdiği adamla ince ince alay eder. 

“1 – Türk çocuklarının memleket için hudutlarda elele öldüklerinden haberiniz var mı? İnsanların memleketleri için öleceğini kabul ediyor musunuz? 

2 – İktidar mevkiinden çekildikten sonra da vatanperver misiniz? Fırkanız düştükten sonra da memleketi sevecek misiniz? 

3 – Yirmi dört saatin kaç dakîkasında memleketi düşündüğünüzü sorarlarsa söyleyecek vaktiniz var mı? 

Adnan Bey, Türk kanı çok güzeldir; onu Türk neferinin yarasında görüyorum. Kaputuna, kefenine sığmayan bir dağ parçası, bir dakîkanın ucunda duran bir damla kan kadar ufak manzarayla ölüyor, kayboluyor, uçup gidiyor. Bu büyük ölüm, bu kadar küçük olmaya râzı oluyor; bu ne korkunç bir tevâzudur, değil mi? Bu bir damla kanın önünde niçin sarardınız Adnan Bey? 

Bu kanlar, bu yaralar olmasaydı, siz ve arkadaşlarınız zengin olmayacaktınız diyorlar; onun için mi? Fakat bu sözler size bir iftirâdır, değil mi? Bunların iftirâ olmasına muhtâcım. Bu iftirâya kızıyorsunuz, değil mi? Benim bu hiddetinize ihtiyâcım var. Yirmi yaşında ölenler, sizin için bir borsa meselesi değildir, değil mi? Allah aşkına ‘Değildir!’ deyin. Susuyorsunuz; o halde Belkıs Hanımefendi’nin başı için bu iftirâyı reddedin. 

Delil istemiyorum; kuru inkârınıza bile râzıyım. Ne yapayım; ben inkılâbı, bir aşkın heyecânına yakışmayan hesâbın, rakamın şuurlu soğukkanı ile sevdim. Keşki bu türlü sevmeseydim, keşke her aşk gibi bu da bende bir kasırga kadar mantıksız olsaydı; o zaman etrâfımı, o zaman sizin bugünkü çehrenizi de belki görmezdim. Ne olur, bana acıyın ve bana söyleyin; onlar yalan söylüyorlar: Siz dâvânızı unutmadınız, siz bayrağınızı bırakmadınız, siz 10 Temmuz’u, bu vaadi tutacaksınız, değil mi? Balkan mağlûbiyetinde kahrımdan niçin ölmedim, hâlâ onun mâtemindeyim; o hüznün içindeki bir Türk kadınına bu cevâbı çok görmeyin, söyleyin: ‘Biz memleketi ikbal mevkiinde değilken de seviyoruz,’ deyin, ‘Bu sevgi, bir sahne işi değildir,’ deyin. Sizden bu kadarcık bir fedâkârlık istiyorum. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***



Askeriyenin Birinci Dünya Harbi Yayınları


Askeriyenin Birinci Dünya Harbi Yayınları 


*D. Mehmet Doğan 

Savaşı askerler yaptı, kitabını başkaları yazdı! Kısaca anlatmak gerekirse, olan budur... Bugün üzerinden bir asır geçmiş olan 1. Dünya Savaşı ile ilgili 
yüzlerce, belki binlerce kitap yazılmıştır. İlmî kitaplar, araştırma-inceleme eserleri, edebî eserler… 

Bu toplam içinde askerlere, yani savaşın asıl tarafı olanlara ait kaç kitap vardır? 

Çok fazla değil ve tesbiti de kolay değil. “Cihet-i askeriye” demek olan bir kurumun bünyesinde, Genelkurmay çatısı altında bulunan bir Daire’nin 
yayınladığı kitaplar kesin olarak askerlere mal edilebilir. Bu birimin adı Harp Tarihi Başkanlığı, şimdiki adıyla, Genelkurmay Askerî Tarih ve 
Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı. 

Bu Daire bir hayli kitap yayınlamış. Başta Atatürk kitapları. 77 Atatürk kitabı… İçinde çizgi romanlar bile var! 

Birinci Dünya Savaşı ile ilgili kitapların sayısı 2013 kataloğuna göre, 54 adet! Bunlardan üç tanesi Cumhuriyet öncesi ve eski harfli. 1931’de yayınlanan 
bir kitaptan sonra uzun bir ara var (36 sene). 

1967’de yeniden bu konuda kitaplar yayınlanmaya başlanıyor. İlk yıl “Birinci Dünya Harbi Serisi”nde üç kitap birden neşrediliyor. Ertesi yıl 
boş geçiyor. 1969 ve 1970’de birer kitap çıkıyor. 1976’ya kadar boşluk var. 1976’da 1 kitap çıkıyor, ertesi sene boş. 1978’de 3, 1979’da 2, 1980’de bir 
eser yayınlanıyor, 1985’e kadar yayın yok. 1985 ve 1986’da birer kitap çıkarılıyor. 1990’a kadar ara ve bu yıl 1 kitaptan sonra 2 yıl daha boş. 1993’de 
3 kitapla âdeta hamle yapılıyor. 1994 ve 1995’te yayın yok. 1996’da 3 kitap, 1997’de iki kitaptan sonra 1998 boş geçiyor. 1999 ve 2000’de birer kitap 
yayınlanıyor. 2001’de yayın yapılmıyor, 2002’de iki kitap, 2003-2004 boş, 2005’te tek kitap. 

Her ne hikmetse, 2006 rekor yılı: 10 kitap birden! Bundan sonraki yıllar: 2007’de 3, 2008’de yok, 2009’da 4, 2010’da yok, 2011’de 1 ve 2012’de 
3 kitap... 

Yayın yapılmayan yıllar nasıl bir tesadüfse, darbe ve müdahale sonrasına rastlıyor! 1971’den sonra 1976’ya kadar yayın yok, 1980’den sonraki 
beş yıl kitap yayınlanmıyor. 28 Şubat’tan sonra da bir hayli yıl boş geçiyor. 

Neden peki? Bu sıralarda Askeriye ideolojik tahkimat için yayın yapıyor. Atatürkçülük kitaplarına hız veriliyor. 

ATASE’nin yayın dizileri arasında “Çanakkale Harbi Serisi”ni de unutmamak gerekiyor. Hatta bu serinin ilk kitabı daha erken bir tarihte, 1957’de 
yayınlanmış. Toplam 23 kitap var bu seride. Bunlardan 7’si Birinci Dünya Harbi dizisinde de yer alıyor. 

Böyle bir taramaya neden ihtiyaç hissettik? Kütüphanemizde uzun süredir okunmaya bekleyen şu kitaptan ötürü: Birinci Dünya Harbi’nde 
Türk Harbi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Siyasî ve Askerî Hazırlıkları ve Harbe Girişi.1 

Bu bir başlangıç kitabı esasen. 1970 yılında yayınlanan bu kitabın Önsöz’ünden “Tarih Yazarı Uzman Emekli Tuğgeneral Cemal Akbay tarafından yazıldığını, Harp Tarihi Başkanlığı’nın yetkili komisyonlarınca incelendiğini” öğreniyoruz. 

Tarih Yazarı Uzman Emekli Tuğgeneral Cemal Akbay’ın başka bir eserine ve hayatı ile ilgili bilgiye rastlıyamadık. Ancak Aykırı Haber sitesinde, Ünal İnanç’a ait olduğu anlaşılan şu not dikkatimizi çekti. “1958 yılının sonlarıydı. Sivil Savunma Teşkilatı, Seferberlik Dairesi adıyla İçişleri Bakanlığında yeni kuruluyordu. Rahmetli eniştem Tuğgeneral Cemal Akbay da bu teşkilatın başındaydı. Tunalı Caddesindeki tiyatronun bulunduğu bina Seferberlik Dairesiydi. Dönemin İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik’i orada tanıdım.” 

Buradan, Cemal Akbay’ın emeklilikten sonra “Tarih Yazarı Uzman” olarak Harp Tarihi Dairesinde çalıştığını ve işte bu görevdeyken bu kitabı 
yazdığını tahmin edebiliriz. 

Kitabın Giriş’inde Birinci Dünya Harbi’nden önce dünyanın siyasî durumu özetleniyor. Fahir Armaoğlu’nun Siyasî Tarih Dersleri, General Fahri 
Belen’in Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, Yusuf Hikmet Bayur’un Türk İnkılâbı Tarihi’nin muhtelif ciltlerinin kaynak olarak kullanıldığı anlaşılıyor. 

1.Dünya Savaşında Türk Harbi. 1. C. Osmanlı İmparatorluğu’nun Siyasî ve Askerî Hazırlıkları ve Harbe Girişi. Genel Kurmay Basımevi, Ankara 1970 
Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Resmî Yayınları Serisi no. 3 

Kitabın 1. Bölümünde Osmanlı Devleti’nin Siyasî Durumu ele alınıyor. 1878-1914 dönemini kapsayan bu bölümde, önce dış siyasî durum, sonra Osmanlı Devleti’nin harbe girişi ve nihayet iç siyasî durum üzerinde duruluyor. Bu bölümde başta Yusuf Hikmet Bayur’un İnkılâp tarihi olmak üzere Fahir Armaoğlu ve Fahri Belen’in kitaplarına dayanılıyor. Ek olarak Nihat Erim’in Devletarası Hukuk ve Siyasî Tarih Metinleri, Cemil Bilsel’in 
Lozan’ı ile Talat ve Cemal paşaların hatıraları zikrediliyor. Kitabı asıl farklı kılan, bu bölümden itibaren kullanılan Genelkurmay’a ait arşiv belgeleridir. 


İlk belgeler ilgi çekici. 8/9 ağustos 1914 gecesi, Alman Askerî Heyeti başkanı Enver Paşa’nın müsadesi olduğunu bildirerek Çanakkale’de Müstahkem 
Mevkiler Kumandanı Veber Paşa’ya şifre ile, Göben ve Breslav’ın Çanakkale Boğazı’na gireceğini, yardımcı olunmasını bildiriyor. Fakat nöbetçi 
yüzbaşı buna mani oluyor. Başkomutan Vekili Enver Paşa bunun üzerine şu emri veriyor: “Almanya hükümetinin Göben ve Breslav isimli harp 
gemilerinin düşmanla muharebeye tutuşmuş olması muhtemeldir. Adı geçen gemiler Bogaz’a sığınırlarsa, gemilerine müsaade ve kabul ediniz” 
deniliyor. Ayrıca, yabancı gemilerin Boğaz’dan çıkmaları mayın hatlarının bozulduğu öne sürülerek yasaklanıyor, geçidin açık bulundurulması, Göben 
ve Breslav hakkında devletler hukukuna göre işlem yapılması ve başka devletlere ait harp gemilerinin Boğaz’a zorla girmek istemeleri halinde karşı 
konulması bildiriliyor. (sf. 62-63) 

2. Bölümün başlığı: “İmparatorluğun ve komşularının coğrafî ve stratejik durumu, İmparatorluğun harp gücü, İtilaf devletlerinin Osmanlı cephelerine 
ayırdığı silahlı kuvvetler.” Bu bölümün “Sosyal durum” alt bölümünden aktaracağımız satırlar yazarın konuyu kavrayışı hakkında bir fikir verebilir: 

“Sosyal durum itibarıyla Osmanlı İmparatorluğundaki hak şu sınıflara ayrılıyordu: 

-Hanedana mensup olanlar; 

-Ağalar, beyler ve memleket ileri gelenleri; 

-Devlet memurları (subay, sivil memur, öğretmen); 

-Tüccarlar ve sanatçılar; 

-Esnaf ve sanatkârlar; 

-Köylü ve amele. 

Ağalar, eşraf sömürücü ve hükmedici; aydınlar azınlıkta idi. Halk cahil, hangi tarafa gideceğini kestirmekten uzak, ileri akımlara ilgisizdi…Halk yukarıda da belirtildiği üzere, cehalet içinde, taassuba ve asılsız uydurma şeylere bağlı idi. Aydınların çoğu da yetişme tarzına göre muhafazakârdı. Az sayıda yenilik tarfdarı vardı. Layik düşünce henüz memlekete girme-mişti.” (sf.154-155) 

Bu kısa iktibas, yazarın “sosyal durum” kavrayışını ortaya koyuyor. “Sınıf” tasnifindeki keyfilik, yanında “tüccarlar ve sanatçılar”, “esnaf ve sanatkârlar” ayırımı şaşırtıcı. “Tüccarlar, esnaf ve sanatkâr” demek yeterli olabilirdi. Hele sanatçı ile sanatkârın farkını anlamak mümkün değli! 

Halkın cehaleti, aydınların muhafazakârlığı layik düşüncenin memlekete girmeyişi… Birinci Dünya Harbi ile ilgili bir kitapta, başarısızlığın belli başlı 
sebebi olarak zikredilmiş olabilir. Fakat daha sonra “Büyük çoğunluğu meydana getiren köylü itaat, zorluğa ve sıkıntıya dayanma kaabiliyeti bakımından 
İmparatorluğun ve cesareti ile ordunun dayanağı idi” denilmesinden, bu durumun bir zaaf olmadığı çıkarılabilir. 

Kiutabın 3. Bölümü “Sefer planları seferberlik ve yığınak planları ile uygulamaları” bışlağını taşıyor. Son (4.) bölüm “Birinci Dünya Harbinde 
rol oynayan başlıca Osmanlı devlet adamlarının kişilikleri”ne ayrılmış. Bu bölümdeki bilgilerin dönemin genel kaynaklarından derlendiği anlaşılıyor. 
Nihayet ekler bölümünde alnan elçisi şu belgelere yer veriliyor: Vangeyhaym’ın Enver Paşa ile yaptığı görüşmelere ait Alman Dışişleri Bakanlığına çektiği iki telgrafın sureti, Genelkurmaş 2. Yarbaşkanı Hafız Hakkı Bey’in Bulgaristan dönüşü verdiği rapor, Cihad-ı Ekber Hattı Hümayunu, Cihad-ı Mukaddes fetvaları, Birinci Dünya Harbi’nde Türk Deniz Kuvvetleri, Birinci Dünya Harbi’nde Rus Karadeniz filosu, Başkomutanlık Vekaletine doğrudan doğruya bağlı olan birlik ve makamlar, Enver Paşa’nın orduyu islahına dair beyannamesi, Alman Islah Heyeti şeması, Alman Islah Heyeti Sözleşmesi, Birinci Dünya Harbi’nde ilk plan, Boğazları zaptetmek için Rusya’nın Birinci Dünya Harbinden evvelki hazırlığı. 

Burada Seri’de yer alan kitapların listesini veriyoruz. Bu listeye bakarak şunu söyleyebiliriz. Harp Tarihi Dairesi, Genelkurmay içinde süreklilik arzeden 
bir birim olmakla beraber, yönetiminin sürekli değişmesi, devamlı bir araştırmacı-yazar kadrosuna sahip olmaması ve süreklilik arzeden bir 
yayın siyasetine sahip olunmaması yüzünden istikrarlı bir neşriyat yapılamamıştır. Ortaya konulan eserler de kitabı hazırlayanın gücü nisbetinde 
başarılı olabilmiştir. 


Birinci Dünya Harbi Serisi kitapları: 

Harb-i Umumî Tarihi Hermann Stegemann, Çev.Mehmet Nihad 1334 (1918) 

Türkiye’de Beş Sene Liman von Sanders 1337 (1921) 

Yıldırım (1. bs. Osmanlıca) Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet 1337 (1921) 

Büyük Harb’in Baytarî Tarihine Methal-Merkez Cildinin Netayic-i İlmiye 
Faslı Harp Tarihi Encümeni 1931 

Birinci Dünya Harbi, Avrupa Cepheleri, Makedonya Cephesi, C 7, Ks. 3 Fazıl Karlıdağ-Kâni Ciner 1967 

Birinci Dünya Harbi, Avrupa Cepheleri, Galiçya Cephesi, C 7, Ks. 1 Cihat Akçakayalıoğlu 1967 

Birinci Dünya Harbi, Avrupa Cepheleri, Romanya Cephesi, C 7, Ks. 2 Fikri Güleç 1967 

Birinci Dünya Harbi, Türk Hava Harekâtı, C 9 İhsan Göymen 1969 

Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Siyasi ve Askerî Hazırlıkları ve Harbe Girişi, C 1 Cemal Akbay 1970 (1. bs.) 1991 (2. bs.) 

Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Deniz Harekâtı, C 8 Saim Besbelli 1976 

Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Hicaz, Asir, Yemen Cepheleri ve Libya Harekâtı, 1914-1918, C 6 Şükrü Erkal 1978 

Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Çanakkale Cephesi (Amfibi Harekâtı) V. Cilt, II. Kitap Remzi Yiğitgüden Muhterem Saral Reşat Hallı 1978 

Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi Kafkas Cephesi, 2’nci Ordu Harekâtı 1916 - 1918, C 2, Ks. 2 Fikri Güleç 1978 

Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Sina - Filistin Cephesi, Harbin Başlangıcından İkinci Gazze Muharebeleri Sonuna Kadar, C 4, Ks. 1Yahya 
Okçu Hilmi Üstünsoy 1979 

Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Irak - İran Cephesi, (1914 - 1918), C 3, Ks. 1 Nezihi Fırat Behzat Balkış 1979 

Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Osmanlı Devri, Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Çanakkale Cephesi Harekâtı (Haziran 1915 -Ocak 1916) 

V. Cilt, III. Kitap) İrfan Tekşüt Necati Ökse 1980 Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Osmanlı Devri, Birinci Dünya Harbi, İdari 
Faaliyetler ve Lojistik, C 10 Necmi Koral Remzi Önal Nusret Baycan Selahattin Kızılırmak Rauf Atakan 1985 

Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Sina - Filistin Cephesi, İkinci Gazze Muharebesi Sonundan Mondros Mütarekesi’ne Kadar Yapılan 
Harekât (21 Nisan 1917 - 30 Ekim 1918), C 4, Ks. 2 Kamil Önalp Hilmi Üstünsoy 1986 

Sarıkamış Harekâtı (12 - 24 Aralık 1914) Nikolkski Çev.Nazmi Türkçe Sadeleştiren: Ersel Kaya 1990 (2. bs.) 

Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Kafkas Cephesi, III. Ordu Harekâtı, C 2, Birinci Kitap Naci Kır Hakkı Altınbilek 1993 

Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Kafkas Cephesi, III. Ordu Harekâtı, C 2, İkinci Kitap Naci Kır Hakkı Altınbilek 1993 

Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Çanakkale Cephesi Harekâtı (Haziran 1914 -25 Nisan 1915) V. Cilt, I. Kitap Muhterem Saral Alpaslan Orhon Şükrü Erkal 1993 

Birinci Dünya Harbi’nde Erzurum ve Çevresinde Ermeni Hareketleri (1914 - 1918) Muammer Demirel 1996 

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusunun Azerbaycan ve Dağıstan Harekâtı, Azerbaycan ve Dağıstan’ın Bağımsızlığını Kazanması (1918) Nâsır Yüceer 1996 (1. bs.) 2002 (2. bs.) 

Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Avrupa Cepheleri (Özet) Gülhan Barlas 1996 

Birinci Dünya Savaşı Kronolojisi Kemal Arı 1997 

Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Çanakkale Cephesi Harekâtı V. Cilt, 1., 2., 3. Kitapların Özetlenmiş Tarihi Şükrü Erkal 1997 (1. bs.) 2002 (2. bs.) 

Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Cephelerinde Beyannamelerle Psikolojik Harp Sadık Sarısaman 1999 

Birinci Dünya Savaşı Sırasında Ermenilerin Türklere Yaptığı Katliamfotoğraflar Arşiv Şube Müdürlüğü 2000 

Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi İran-Irak Cephesi 1914-1918, C 3, ks. 2 Necati Ökse 2002 

Yıldırım Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet Yay.Haz.Selim Turhan Özden Çalhan 
Nurcan Fidan Alev Keskin Mehmet Yavuz 2002 

Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi -1935 Yılında Harp Akademisinde Verilen Konferanslar- Fevzi Çakmak Yay.Haz.Ahmet Tetik Sema Kiper 
Ayşe Seven Serdar Demirtaş 2005 

Irak Muharebeleri’nde 3’üncü Piyade Alayı Hatıraları Şükrü Kanatlı Yay. Haz.Fatma İilhan 2006 

Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde Sağ Kanat Harekâtı Recep Balkan Yay.Haz.Kerime Şahiner 2006 

Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas ve Irak Cephesi’nde 5’inci Seferî Kuvvetler (52’nci Tümen) Hulusi Baykoç Yay.Haz.Zekeriya Türkmen 
Özlem Demireğen 2006 

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Rumeli Müfrezesi (Takviyeli 177’nci Piyade Alayı) Mustafa Erem Yay.Haz.Zekeriya Türkmen Alev Keskin 
2006 

Kafkas Cephesi’nde 10’uncu Kolordunun Birinci Dünya Savaşı’nın Başlangıcından Sarıkamış Muharebeleri’nin Sonuna Kadar Olan Harekâtı 

Yb. Selahattin Yay.Haz.Zekeriya Türkmen Alev Kesekin Fatma İlhan 2006 

1918 Yılında Türk Ordusunun Filistin ve Suriye’den Çekilişinde 3’üncü Süvari Tümeninin Harekâtı Şerif Güralp Yay.Haz.Zekeriya Türkmen Fatma İlhan 2006 

Birinci Dünya Harbi’nde Bakü Yollarında 5’inci Kafkas Piyade Tümeni 

Rüştü Türker Yay.Haz.Ahmet Tetik Mehmet Korkmaz 2006 

Birinci Dünya Savaşı’nda Mısır Seferi Çerçevesinde Birinci Kanal Akını 

Em.Alb.Muzaffer Yay.Haz.Hülya Toker 2006 

Birinci Dünya Harbi’nde Azerbaycan ve Dağıstan Muharebeleri’nde 15’inci Piyade Tümeni Süleyman İzzet Yeğin Yay.Haz.Ahmet Tetik Mehmet Korkmaz 2006 

Birinci Dünya Savaşı’nda 10’uncu Kolordu ve Sarıkamış Muharebeleri Hakkında Bir Konferans Yarbay Selahattin Yayıma Haz. Zekeriya Türkmen Alev Keskin 2006 

Birinci Dünya Savaşı Kafkas Cephesi Hatıraları Aziz Samih İlter Yay.Haz. Zekeriya Türkmen Elmas Çelik 2007 

Birinci Dünya Savaşı Kafkas Cephesi Muharebeleri Alman Yarbay Guze Çev.Hakkı Akoğuz Yay.Haz.Alev Keskin 2007 

Drama’dan Sina -Filistin’e Savaş Günlüğü (1917 -1918) Yay.Haz.Sami Tengi Ahmet Tetik Sema Demirtaş Ayşe Seven 2007 

Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri, C I Yay.Haz.Hülya Tokar Nurcan Aslan 2009 

Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri, C II Yay.Haz.Hülya Toker Nurcan Aslan 2009 

Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri, C III Yay.Haz.Hülya Toker Nurcan Aslan 2009 

Bir Doktorun Harp ve Memleket Anıları Metin Özata 2009 

Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde Sağlık Hizmetleri Yay.Haz. Özlem Demireğen Alev Keskin Fatma İlhan 2011 

Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale Cephesi (Haziran 1914 -25 Nisan 1915) V. Cilt, I. Kitap Muhterem Saral Alpaslan Orhon Şükrü Erkal 
Güncelleyen: Hülya Toker 2012 

Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale Cephesi (Amfibi Harekâtı) V. Cilt, 

II. Kitap Remzi Yiğitgüden Muhterem Saral Reşat Hallı Güncelleyen: Özlem Demireğen 2012 Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale Cephesi 
(4 Haziran 1915 -9 Ocak 1916) V. Cilt, III. Kitap İrfan Tekşüt Necati Ökse Güncelleyen: Betül Sayın 2012 

***

Osmanlı Ordusunda Bir Nefer


Osmanlı Ordusunda Bir Nefer 


Osmanlı Ordusunda Bir Nefer1* 
* Osmanlı Ordusunda Bir Nefer, İbrahim Arıkan,272 sf, Timaş yay. İst.2010 
Mehmet Kurtoğlu 


Son yıllarda yakın tarihe ilginin fazlasıyla arttığını, çok sayıda hatırat kitabının yayınlandığını görüyoruz. Özellikle yakın tarihimizin karanlık noktalarını aydınlatan kitapların daha çok revaç gördüğü bir gerçek. Yakın tarih ile ilgili hatıraların yayınlanması bilhassa önemlidir. Zira tarih ancak bilgi, belge ve dönemin hatıralardan hareketle yazılıp anlaşılabilir.. 


I. Dünya Harbi’nin 100. Yılını doldurduğu bu günlerde, bu savaşın kendi tarihimiz açısından bir muhasebesi yapılmış mıdır? Bu savaşın bizim için önemi büyük. 
Zira bu savaştan sonra imparatorluğumuz dağılmış, yüz binlerce insanımız farklı cephelerde şehit olmuş, yaralanmış, esir düşmüş, en önemlisi 
anavatanımız işgale uğramıştır. 

Tarihimizin bu trajik döneminin iç yüzünü ancak yayınlanan kitap ve hatıratlardan teferruatlı bir şekilde öğrenebiliyoruz. Ülkemizde hatıra yazma, 
günlük tutma geleneği yaygın olmadığından, az sayıda hatırat daha da önem kazanmaktadır. 

Ülkemizde genellikle üst kademede, okumuş insanların hatıratları öne çıkmaktadır. Cumhuriyet dönemi hatıralarına baktığımızda, büyük 
çoğunluğunun ordu ve devlet kademesinde bulunmuş insanlar tarafından yazıldığını görürüz. Özellik savaş hatıralarını yüksek kademedeki komutanların yazdığı bir geçek. İstisnalardan biri I. Dünya Savaşında Çanakkale, Galiçya ve Filistin cephelerinde savaşmış İbrahim Arıkan’ın kaleme aldığı hatırattır. Timaş yayınları hatırat dizisi içinde yayınlanan “Osmanlı Ordusunda Bir Nefer” adlı kitap, I. Dünya Savaşı’nı sıradan bir askerin gözüyle anlatıyor. 1893 yılında Kırklareli’nin Akviran köyünde doğan İbrahim Arıkan, Balkan Savaşı’na kadar hayatını köyünde geçirmiş, 1912 yılında Kırklareli’nin Bulgarlar tarafından işgal edilmesi üzerine ailesiyle birlikte İstanbul Mecidiyeköy’e taşınmıştır. 1914 yılında gönüllü olarak jandarma yazılıp, jandarma okuluna kaydolmuş, 1914’de Çanakkale Savaşları başlayınca gönüllü olarak savaşa katılmıştır. 5 ay Çanakkale’de savaşıp kahramanlıklar göstermiş ardından 1916 yılında Galiçya cephesine gönderilmiştir. Burada Arıkan, üç yerinden yaralanmış üç ay hastanede yatmıştır. Galiçya’da Rusların mağlup olmasının ardından Anavatana dönmüş, 1917 yılında ise Filistin cephesine gönderilmiş, kanal cephesinde çarpışırken İngilizlere esir düşmüştür. 17 ay esir kalan Arıkan, 1920 yılında Türkiye’ye dönmüştür. Hatıratı dikte ettirerek daktiloyla yazdırılmıştır. 

Arıkan, hatıratının başında ülkenin o zamanki durumunu tanımlarken; “harp talihi Türk milletini hayal kırıklığına uğratmıştı” der. Çanakkale boğazına 
iki Alman savaş gemisinin girmesiyle başlayan savaşa Osmanlı devleti de dâhil olur ve böylece Türk ordusu birçok cephede savaşmak zorunda kalır. Çanakkale Savaşı’nın başlamasıyla birlikte eli silah tutan herkes silâh altına alınır. Bu sırada Arıkan, savaşa katılmak üzere Arabistan’dan gelen acemi ve Türkçe bilmez Arap neferlerini Yeniköy sırtlarında talim ve terbiye ile meşgul olur. Daha sonra gönüllü olarak Çanakkale cephesine sevk edilir. Burada göğüs göğüse savaşan Arıkan, yaşanılan her türlü olumlu ve olumsuz olayları nakletmekten çekinmez. Örneğin bölük komutanıyla tartışan herhangi bir neferin onu öldürmekle tehdit etmesinden tutun da, bölük içindeki hırsızlıklara kadar her şeye yer verir. Böylece savaşı bütün çıplaklığıyla ortaya koyar. “Kumkale’den Yeniköy’e kadar uzanan sahil mıntıkasında tahkimatla ikinci bir hat vücuda getirdik. Bilahare ordu komutanı Liman Von Sanders tarafından teftiş esnasında bu siperler kapattırıldı. Sebep olarak da ikinci hat mevcutken askerin birinci hatta cansiperane harp etmeyeceği, ikinci hat mevcut olmadığı takdirde askerin arkadan ümit olmadığı için ölünceye kadar harp edeceği ve bu suretle de düşmanın bir adım dahi ilerleyemeyeceği bildirildi.” Bu savaş taktiğinin iyi niyetli olup olmadığını bilemiyoruz. Ama böylesine bir taktiğin yapıldığı savaşta 
Türk ordusunun nasıl bir savaş verdiğini de anlamamıza yetiyor. Yazar, ayrıca “ Burada dikili baş hedeflerine bomba talimi yapıyorduk. İngiliz topları 
tarafından tahrip edilen Yenişehir’in ne kadar demir kapı ve penceresi varsa askere toplattılar ve İstanbul”a gönderdiler. Memlekette müthiş demir 
buhranı mevcuttu. Kumkale’deki mevzilerimizde kısa obüs ve manteli toplarımız çoktu!” diye yazdığı hatıratında, Türk ordusunun bir yandan cephede savaşırken diğer yandan ülkenin ihtiyacı olan demir toplaması, Çanakkale savaşının hangi şartlar altında verildiğinin bir göstergesidir. 

Arıkan daha sonra Galiçya cephesine giderken geçtiği şehirleri ve yaralandığında kaldığı hastanenin imkânlarını Türkiye’nin o zamanki durumuyla kıyaslayarak anlatır. Yazarın anlattıklarından o dönemde Osmanlının gerek teknolojik gerek şehircilik bakımından Avrupa’dan oldukça geri kaldığını görmek mümkündür. 

Ayrıca cephedeki askerin siperdeki durumunu ise şöyle tasvir eder; “siperdeki vaziyete gelince; erzakımız her gün yalnız böcekli bakla. Uyku katiyen 
yok. Fişekler belde. Tüfek daimi surette elde. Siperde ayaklarını uzatacak yer dahi bulamazsın. Kış hükmünü icraya başladı. Düşmanın karakedi bombaları arttı. Sık sık zayiat veriyoruz. Her manga siperinde iki adet çelik mazgalımız var. Siperlerin akıntısı olmadığı için yağmurdan biriken suları karavanalarla siperden atıyoruz. Yine de su ve çamurdan kurtulamıyoruz. 

Uykusuzluktan gözlerimiz kıpkırmızı oldu. Bitler görünür şekil aldı. Ateş hattında yirmi gün bu minval üzerine kaldık. (…) Çamaşır yıkamak yine yoktu. Temizlik ciheti güçleşti. Çerden çöpten tahtalarla yapılmış, üzerine bir miktar ot ve toprak örtülü güya korunmuş bir mahal içersinde bulunuyorduk.” 

Daha sonra düşen bir top mermisiyle toprak altında kalır ve gözünü açtığında kendini sargı mahallinde bulur. Yara almamıştır ama toprak altında kaldığı için vücudunun her yeri ağrımaktadır. Çanakkale’de düşman bozguna uğrayarak kaçar. Ölen düşman askerlerin altın dişlerini sökmek de savaş ganimetleri arasındadır. Arıkan, düşmanın terk ettiği mevzileri gezerken gördüklerini şöyle anlatır: “Aynı mahalde birbirine benzeyen birkaç İngiliz ve birkaç Fransız sömürge askeri naşı gördüm. Bizim askerler, bunların ağızlarını çıkarıp altın diş aramışlardı. Hatta bir kaçının saçları henüz çürümemiş, kıvırcık siyah, zenci idiler. Yakınlarında da kokuşmuş bir kurt naaşı vardı. İngilizlerin, kaçtıkları gece siperlerden çekildiklerini bize hissettirmemek için bir takım hileler yaptıkları belli oluyordu. 

İki gaz yağı tenekesi araları açık olmak üzere birbirinin üzerine konmuş, üstteki teneke su ile doldurulmuş, altında ufak bir delik var. Altta bulunan tenekenin üst kısmında ise bir huni olup tüfeğin tetiğine bağlanmış Üstteki tenekeden alttakine tedricen akan su tenekenin ağırlığını arttırıyor, neticede tetik düşüyor ve tüfek de patlıyor. Tüfeğin namlusu tabii olarak bizim siperlerin üstünden vızlayıp geçmekte olduğundan biz de İngilizlerin eskisi gibi siperlerinde olduğuna hüküm veriyorduk. Hâlbuki İngilizler saatlerce evvel siperlerinden kaçmışlardı.” 

Çanakkale zaferinden sonra bu defa müttefiklerimiz Almanya, Avusturya, Macaristan ile birlikte Sırplara ve Ruslara karşı Galiçya’da savaşmak zorunda kalıyoruz. Çanakkale’den henüz dönmüş olan, yıllardır savaşıp yorgun düşmüş Mehmetçiklerin yeni bir cephede savaşması kolay değildir. Yıllardır ailesini görmeyen, aç susuz perişan bir şekilde yedi düvele karşı koyan askerlerimiz, savaşın verdiği yorgunluk ve bitkinliği içindedir. 

Tabi bu arada firarlar başını alıp gitmektedir. Yeni bir cepheye askeri sevk etmek kolay değildir. Bu yüzden komutanlar askerlere Avusturya’da asayişi temin etmek için Galiçya cephesine hareket edileceğini söyler. Askerler tren yoluyla sevk edilir. Ne gittikleri yeri bilmektedirler ne de bu meçhul yolculukta kendilerini nelerin beklediğini… Arıkan, yol boyunca geçtiği şehir ve kasabaları tasvir ederken, gâvur memleketleriyle Osmanlıyı kıyaslar ve aradaki derin uçurumu bizzat gözleriyle görür. “”Gıyaben Avrupa diye tanıdığımız bu memleketlerin payitaht şehri, kasabası, caddeleri, istasyon binaları, çarşı ve pazarlarının temizlik ve intizamı akıllara durgunluk getirecek derecede muntazamdı. Bir başka dünyanın başka insanları denilebilecek vaziyette idiler. Hayalimde çok canlandırdığım bu mamur memleketleri tahayyülümün çok üstünde bulmuştum, uzun seyahate lüzum bile yoktu. Yalnız tren güzergâhındaki mevcudiyeti görmek her şeyi bütün çıplaklığıyla gösteriyordu. Burada ufak dahi olsa bir mukayese olması için yalnız muharebe hatlarındaki müşahedelerimi arz ediyorum. Mukayese için Avusturya Macaristan ve Sırbistan’ın telgraf ve telefon direklerini görmek kâfi idi. Bunlar çok muntazam ve tamamen demirden yapılmıştı. Bulgaristan’da ise yangın olduğunda direk otlardan yanmaması 
için aşağı kısımları bir metre kadar demirden üst kısmı ise ağaçtan yapılmış idi. Bizim Türkiye’nin muhabere direkleri ise hepsi ağaçtan ve muntazam 
değildi. Burada hangi milletin daha çalışkan ve hangi milletin memleketinin daha mamur olduğunu düşünmeye lüzum kalmıyordu.” 

Galiçya’da göğüs göğüse muharebede büyük kahramanlıklar gösteren Mehmetçik, Alman askerlerinin bırakıp kaçtığı siperlerde dahi savaşır. 
Büyük bir mücadele verilir. Bu arada üç yerinden yaralanan Arıkan, üç ay hastanede kalır. Bu sırada Mari adında bir hemşireyle duygusal bir 
aşk yaşar. Onun evlenme teklifine olumsuz yanıt verir. Daha sonra tekrar cepheye döner. Düşman tarafından yapılan birçok taarruzu Türk ordusu 
geri çevirir. Otuz üç bin mevcutlu bir kolordu ile Galiçya’ya ayak basan Türk ordusu, yirmi iki bin şehidini Galiçya’ya gömerek Anavatan’a döner. 
Arıkan’ın bağlı olduğu Beyoğlu Jandarma Taburu ise doksan altı neferle katıldığı Galiçya’dan ancak on bir nefer ile geri döner… 

Arıkan, Galiçya cephesinden döndükten sonra bu defa Filistin cephesine gönderilir. İstanbul’dan Şam’a yolda gördüklerini anlatır. Daha sonra 
Şam’da istirahat ederler. “Şam’ın birçok yerlerini gezdik. Gördüklerim ve anladıklarım bana yeni bir dünyaya daha dâhil olduğumuz hükmünü veriyordu. 
Hiç şüphesiz ki burada hayat şartlarımız değişecekti. İklim başka, kıyafet başka, lisan başka, milli adetler başka, ağaç ve meyveler dahi başka ve her şeyi başka bir memlekette nasıl hayatı devam ettirecektik. Başlarına kefiye, ageller üzerine uzun entariler giymiş Araplar bizi hayrette içinde bırakıyordu. Halep’ten itibaren Türk parasını, yani kâğıt parayı, Araplar almazlardı. Çarşı ve pazarlarında altın ve gümüş karşılığında ancak ihtiyaç temin edilebilirdi. Bu memleket halkı Türk hâkimiyeti altında asırlarca vatandaşımız ve dindaşımız olarak kaldığı halde Türklüğün aleyhinde faaliyetten geri kalmıyorlardı. Arabistan halkının Türk askerine nefretle baktığı ve kin beslediği yüzlerinden okunuyordu. Çünkü Cemal Paşa İngiliz emellerine çalışan Şeyh Abdullah’ın oğlunu Şam’da idam etmişti.” 

Filistin cephesinde Arıkan’ı rahatsız eden Arapların İngilizler ile birlikte Türklere karşı savaşmasıdır. Arap topraklarına vardıklarında yollarını kesen Arap bedevilerinin, hırsızlık ve talan olaylarına yer verir. Özellikle Arapların silaha olan düşkünlüklerini dile getirir. İngilizlerle savaşırken dikkatini çeken bir diğer nokta İngilizlerin silah ve mühimmat olarak oldukça ileri ve güçlü olduklarıdır. Bir yandan Türk ordusu Filistin’e sevk edilirken, diğer yandan Gazze cephesinden bozguna uğradığı ve geri çekildiği haberleri gelir. 18 Kasım 1918’de Tulkerm kasabasına hareket eden ordu, Kalkilya kalesinde konaklar. Daha sonra Kudüs’ü tepeden gören Telliful tepesine yerleşir. Burada İngilizlerle göğüs göğse savaşır. Bu tepede İngilizler büyük kayıp verir. Yollardaki erzak kamyonları Araplar tarafından talan edilir. İki gün boyunca aç susuz savaşan askerlere ihtiyat 
erzaklarını yemeleri emredilir. Oysa ihtiyat erzakı hiçbir neferin çantasında kalmamıştır. Arıkan, daha sonra askerin bu duruma düşmesinin arkasında başlarındaki subayların paraları iç etmeleri olduğunu belirtir. İngilizlerin güçlü taarruzlarıyla dağılan tabur, esir düşer. Otuz beş bin esir Mısır’a sevk edilir ve İsmailiye kampında on yedi ay iki gün esir kaldıktan sonra Anavatan’a dönerler. Gemileri dört gün İstanbul boğazında bekler. 

Dördüncü gün bir Türk subayı gelip İngilizlerden eserleri devir alır. Arıkan, üç cephede savaştıktan sonra geldiği anavatanın İngilizler tarafından işgal edildiğini görünce büyük bir yıkım yaşar. Çünkü Filistin cephesi hariç galip oldukları, hatta elin gâvuru için savaştıkları halde kendi ülkeleri işgal edilmiştir. 

Birinci Dünya Savaşı’nın canlı tanığı ve üç cephede biri olan İbrahim Arıkan’ın hatıratının en önemli özelliği, bir nefer olarak savaşı bir askerin gözüyle anlatmasıdır. Savaşmış rütbesiz bir neferin gözünden savaşın şartları içinde; acımasızlığı, kahramanlık ve hainlikleri, merhamet ve zalimlikleri, herhangi bir kaygı duymadan anlatılmasıdır. Geçmiş ve gelecek su gibi birbirine benzediğine göre, tarihi bilmek ve ondan ibret almak ve bir felsefe çıkarmak gerekir. Bu bağlamda Osmanlı Ordusunda Bir Nefer kitabı daha da anlam kazanmaktadır… 


***