23 Kasım 2017 Perşembe

ENERJİ KAYNAKLARI MÜCADELESİNDE DOĞU AKDENİZ HAVZASI BÖLÜM 2


ENERJİ KAYNAKLARI MÜCADELESİNDE DOĞU AKDENİZ HAVZASI VE DENİZ YETKİ ALANLARI UYUŞMAZLIĞI BÖLÜM 2




Şekil 2: Doğu Akdeniz Doğalgaz Havzaları 

Ayrıca, askeri amaçla kullanılabilecek malzeme akışının kontrol altında 
bulundurulması, kitle imha silahları ve benzeri materyalin yayılmasının 
önlenmesinin uluslararası barış ve güvenlik açısından önemi de bu havzada 
kendini hissettirmektedir. Nitekim NATO, bu amaçlara hizmet etmesi 
maksadıyla 2001 yılından beri bölgede “Etkin Çaba Harekâtı’nı” (Active 
Endeavour) sürdürmektedir. Etkin Çaba Harekâtı’na paralel olarak Türk Silahlı 
Kuvvetleri de 2004 yılından itibaren Akdeniz Kalkanı Harekâtı’nı icra etmekte- 
dir. Doğu Akdeniz’de enerji taşımacılığının güvenliği olmak üzere ulaştırma 
güvenliğini sağlamak amacıyla yürütülen bu harekât, aynı zamanda Türkiye’nin 
deniz yetki alanlarındaki varlığını da göstermeyi hedeflemektedir 
(Akdeniz Kalkanı Harekâtı, http://www.dzkk.tsk.tr/icerik.php?dil= 1&icerik_id=28). 



Şekil 3: Doğu Akdeniz’de doğal kaynak rezerv sahaları (Karaçin, 
2012:10-11) 

 AB’nin de 1990’lı yıllardan itibaren yaşadığı dönüşüm sürecinde dış 
politika ve güvenlik konularını da gündemine alması ve politikalar üretmesine 
paralel olarak Akdeniz havzasını gündemine aldığı ve kıyıdaş devletlerle özel 
ilişkiler geliştirmeye çalıştığı görülmektedir. AB de Akdeniz havzasını kendi etki 
alanı içerisinde değerlendirdiğinden özellikle Kıbrıs Adası'nı bir bütün olarak 
AB’ye tam üye yaparak bölgede stratejik üstünlük elde etmeyi amaçlamıştır 
(Keser, 2012:60; Kaya, 2007:23). AB’ye dâhil olan bir Kıbrıs üzerinden AB’nin 
lider devletleri Almanya - Fransa bloğu, bölgedeki nüfuzunu arttırmayı 
ummaktadır. Öte yandan, Kıbrıs Adası'ndaki iki toplumlu ve iki devletli yapıyı 
göz ardı ederek ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran 1959 tarihli Londra - Zürih 
Antlaşmaları ile 1960 tarihli Lefkoşe Antlaşmalarını da ihlal ederek Kıbrıs’ın bir 
bütün olarak 01.05.2004 tarihinde AB üyesi yapılması, Doğu Akdeniz’de bir 
istikrardan ziyade istikrarsızlığa yol açtığı da söylenebilir. Türkiye’nin bahsi 
geçen antlaşmalardan doğan garantörlük haklarını yok sayan ve garantör 
devletlerin birlikte üye olmadıkları bir örgüte Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de üye 
olmasını engelleyen hükümlere rağmen AB’nin uluslararası hukuku ihlal ederek 
adanın tamamını temsilen Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tam üye olarak kabul etmiştir. 
Kıbrıs Rum kesimi de örgüte üye olmakla, Kıbrıs sorununu AB – Türkiye sorunu 
haline getirmeyi başarmıştır. Son dönemde de Rum kesimi, Kıbrıs Adası'nın tüm 
deniz yetki alanları üzerinde egemenlik iddiasıyla da Kıbrıs sorununu denize 
taşımaya başlamıştır. 

 Son olarak İngiltere’nin de Kıbrıs Adası'nda sahip olduğu askeri üslerin 
varlığı, adayı İngiltere açısından da stratejik düzeyde önemli kılmaktadır. 
İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın, “üslerin jeopolitik öneme sahip ve Birleşik 
Krallık'ın uzun vadeli milli güvenlik çıkarları açısından yüksek öncelikli bir 
bölgede bulunduğunu” ifade etmesi ve Libya’da Kaddafi Rejimi'ne karşı 
düzenlenen NATO harekâtında ABD, Fransa ve İngiliz kuvvetlerinin bu 
üslerden faydalanması birlikte değerlendirildiğinde, Akdeniz güvenliğinde 
Ada’nın önemi daha da net ortaya çıkmaktadır (Keser, 2012:63). Kıbrıs sadece 
İngiltere’nin yakın dönemdeki çıkarları açısından değil, aynı zamanda 
Ortadoğu’da petrol rezervlerinin keşfi ve Süveyş Kanalı’nın açılmasından 
itibaren İngiltere için stratejik öneme haiz olmuştur. Sör Anthony Eden, 
İngiltere’nin ve Batı Avrupa’nın sanayisi için Ortadoğu petrollerine ihtiyaç 
duyduğunu ve Kıbrıs’ın da petrol arzının güvenliğini korumada önemli bir nokta 
olduğunu açıkça ifade etmiştir (Leventis, 2012:7). 

 Dolayısıyla artan önemine bağlı olarak bölge devletlerinin birbirlerine karşı 
gerçekleştirdikleri siyasi ve ekonomik hamleler, havza devletlerini de karşı 
karşıya getirmektedir. 

2. GKRY, İSRAİL VE TÜRKİYE’NİN DOĞU AKDENİZ’DEKİ SİYASİ HAMLELERİ 

GKRY’nin Doğu Akdeniz’de Egemenlik Kurma Çabaları 

 GKRY’nin Kıbrıs Adası’nı çevreleyen denizler üzerinde egemenlik tesis 
etme girişimleri daha eski tarihlere kadar gitmektedir. GKRY, 2000’li yılların 
başında Doğu Akdeniz kıyıdaş devletlerinden Mısır ve Lübnan’la temaslara 
başlamıştır. Böylesine bir diplomasi girişiminin altında Rum Yönetimi’nin Kıbrıs 
sorununu karadan denize taşıma ve içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik 
darboğazdan kurtulma istekleri de yatmaktadır. Öte yandan Doğu Akdeniz’e 
kıyıdaş devletler olan Suriye, 19 Kasım 2003, Lübnan 19 Ekim 2010 ve İsrail 12 
Temmuz 2011 tarihinde münhasır ekonomik bölge ilanında bulunmuştur. 
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ise Avrupa Birliği’nin de desteğini alarak 2 Nisan 
2004 tarihinde KKTC ve Türkiye’nin uluslararası hukukta var olan haklarını yok 
sayarak “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına 21 Mart 2003 tarihinden geçerli olmak 
üzere Birleşmiş Milletler’e 200 millik bir Münhasır Ekonomik Bölge ilanını 
gerçekleştirmiştir. Yaşanan temaslar sonucunda Rum yönetimi 17 Şubat 2003 
tarihinde Mısır, 17 Ocak 2007 tarihinde Lübnan ile Münhasır Ekonomik Bölge 
Sınırlama Anlaşmalarını imzalamıştır (Sınırlar için bakınız şekil 5). Türkiye ve 
KKTC her fırsatta, GKRY’nin Ada'daki Türk toplumunu temsil etmediğini ve 
dolayısıyla GKRY’nin Kıbrıs Türk halkını dikkate almadan yaptığı ve tüm 
Ada'yı hukuken bağlayabilecek tek taraflı işlemlerin ve uluslararası anlaşmaların 
geçersiz olduğunu ifade etmektedir (Başeren, 2015:40). 

 Mısır ile yapılan antlaşmaya göre GKRY ile Mısır arasındaki MEB sınırı, 
Kıbrıs Adası ile Afrika sahilleri arasında tespit edilen sekiz nokta ile ana karaya 
sahip olan Mısır’ın haklarını törpüleyen şekilde eşit uzaklık çizgisi esas alınarak 
belirlenmiştir (Kaya, 2007:38). Mısır’ın, Türkiye ile bir sınırlandırma antlaşması 
yapmak yerine, kendi kıyıları GKRY oranla daha uzun olmasına rağmen GKRY 
ile eşit uzaklık temelinde anlaşarak bir sınırlandırma yapması önemli miktarda 
deniz yetki alanı kaybetmesine yol açmıştır (Başeren, 2015:35). Türkiye ise bu 
antlaşmayı, kendisine ait deniz alanlarına tecavüz ettiğinden tanımamaktadır. 
Türkiye, yaşanan gelişmeler nedeniyle 2 Mart 2004 tarihinde yayımladığı notada 
“ Uluslararası hukuktan kaynaklanan sebeplerle söz konusu antlaşmayı tanımadığını ve deniz yatağı, deniz yatağının altı ve üzerindeki su kütlesi dâhil olmak üzere 36º16’18” D meridyeninin batısında ve 33º 40’ K paralelinde sınırlandırma sahası ile ilgili tüm hukuki haklarını saklı tuttuğunu” belirtmiştir. 

 Lübnan ile yapılan antlaşma sonrasında da Türkiye, Lübnan’a verdiği nota 
ile yapılan antlaşmanın Türkiye ve KKTC’nin Kıbrıs Adası etrafındaki deniz 
alanlarında hali hazırdaki hak ve çıkarlarını dikkate almadığı ve GKRY’nin 
bütün Ada'yı temsilen tek başına hareket edemeyeceği ifade edilmiştir (Başeren, 2010:153). GKRY’nin Lübnan ile yaptığı anlaşma Güney Kıbrıs Rum 
Yönetimi’nin parlamentosunda onaylanmasına rağmen, Lübnan Parlamentosu 
tarafından onaylanmamıştır. Ayrıca Lübnan Hükümeti 2011 yılında BM Genel 
Sekreterliği’ne gönderdiği bir mektupta GKRY ile İsrail arasında imzalanan 
anlaşmanın “Lübnan’ın egemenlik ve ekonomik haklarının ihlali” ve “bölgedeki 
barış ve güvenliğe” bir tehdit olarak algıladığını ifade etmiştir (Lakes, 2012:41). 

İsrail’in kendisine ait olduğunu ileri sürdüğü MEB’in Lübnan’ın ilan ettiği 
MEB’in yaklaşık 9 km’lik bir kesimiyle çakışması tarafları karşı karşıya 
getirmektedir (Yaycı, 2012;29). Lübnan Yasama Meclisi'nin bu çalışmanın 
hazırlandığı döneme kadar bu antlaşmayı onaylamamış olması, Doğu 
Akdeniz’in bu kısmında 2007’den önceki status qou’nun devam ettiğini 
göstermektedir (Taşdemir, 2012:33). Sonuç olarak, GKRY, MEB’ini uluslararası 
hukuka uygun bir şekilde Türkiye, Yunanistan, KKTC, Mısır, Lübnan, Suriye, 
İsrail ve Filistin ile hakça ilkeler çerçevesinde belirlemelidir.4 

 GKRY, Mısır ile sınırlandırma antlaşması yapmanın ötesinde iki devlet 
arasında 2006 yılında enerji, elektrik, petrol-doğalgaz ile kültür alanlarında 
işbirliği kuran beş adet ikili antlaşma imzalamıştır (Başeren, 2010:150). Bu 
süreçte, 2007 yılında Rum Parlamentosu, çıkardığı petrol yasası ile Kıbrıs 
çevresindeki suları 13 Parsel Hattı’na bölmüş ve bu hatlar içerisinde arama 
ruhsatı vermek için çalışmalara başlamıştır. 26 Ocak 2007 tarihinde Kıbrıs 
Adası’nın 185 km güneyindeki 12 numaralı parsele ait doğal kaynakları arama 
hakları, İsrail menşeli Delek ve ABD menşeli Noble Energy şirketlerine 
verilmiştir. Rum yönetimi bu anlaşmalar ile İsrail’in asgari 12 numaralı parseli 
de kapsayacak şekilde 4.600 km², Lübnan’ın 3.957 km² ve Mısır’ın ise 21.500 
km² deniz yetki alanını da sahiplenmiştir (Yaycı, 2012:28). 

 Rum Yönetimi, Mısır ve Lübnan ile imzaladığı anlaşmalarla bölgeye 
yönelik olarak kendisi açısından hukuki bir zemin oluşturmak istemektedir. Öte 
yandan Rum Yönetimi'nin bu politikası ile İsrail’in bölgeye ilişkin çıkarları 
örtüştüğünden işbirliği yapmaları da kolaylaşmıştır. İsrail’in Hayfa’nın ortalama 
100 km açığında Dalit, Tamar (eski adı Matan), Dolfin, Tanin, Şemşon ve 
Leviathan sahalarında bulduğu yaklaşık 700 milyar m³’lük doğalgaz rezervi bu 
işbirliğini derinleştirmiş ve bölgedeki araştırma çalışmaları hız kazanmıştır. 2011 
yılı Ağustos ayında Noble şirketi, Liberya Bandıralı Noble Homer Ferrington 
adlı platform ile 12. parselde sondaj çalışmalarını hızlandıracağını duyurdu. Bu 
parsel Kıbrıs Adası’nın yaklaşık 200 km güneyinde yer almakta ve İsrail’in en 
önemli doğalgaz kaynağı olan Leviathan’a da sınır oluşturmaktadır 
(http://etkinlik.aydin.edu.tr/dosyalar/34D_dogu_paradigma.pdf). Rum 
yönetiminin, İsrail’li Delek ve ABD’li Noble Energy şirketleri ile bölgede 
doğalgaz ve petrol aramak için sondaj çalışmalarına başlaması, yaşanacak 
mücadelenin önemini ve uluslararası boyutunu ortaya koymaktadır. İsrail’in 
deniz sahalarındaki hidrokarbon kaynaklarının keşfinde hayati rol oynayan 
Noble Energy, 1998’den bu yana Rum Yönetimi’nin İsrail münhasır ekonomik 
bölgesine komşu Afrodit Sahası dâhil, altı sahada hidrokarbon keşfi 
gerçekleştirmiştir. Noble Energy aynı zamanda İsrail’in Aşdod’da yer alan petrol 
bölgesinde de % 47 oranında hisse sahibidir (Henderson, 2012). 

 Türkiye’nin Rum Yönetimi ile olan siyasi ve hukuki sorunlarına paralel 
olarak, Rum Yönetimi'nin İsrail’e arama izni verdiği 13 ruhsat alanının 5 
tanesinin (1,4,5,6,7 nolu) Türkiye’nin deniz yetki alanları ile çakışması, Türkiye 
ve İsrail’i de karşı karşıya getiren temel konulardan birine dönüşmüştür (Bknz. 
Şekil 4 ve 5). Bir bakıma Doğu Akdeniz’de GKRY ve İsrail, Türkiye’ye karşı 
deniz yetki alanları üzerinden bir çevreleme politikası izlemeye başlamıştır. Bu 
çevreleme politikasına Avrupa Birliği (AB), ABD, Rusya da tolerans 
göstermektedir (Yılmaz, 2011:3). Bölgedeki enerji kaynakları üzerinden AB’nin, 
iki beklentisi olduğu söylenebilir. İlki, enerji ihracatı sayesinde GKRY’nin 
ekonomisinin gelişebileceğidir. Diğeri ise Avrupa devletlerinin Rusya’ya olan 
enerji bağımlılığının alternatif enerji kaynakları ile hafifleyebileceği düşüncesidir. 

 Bu gelişmelere 3 Ağustos 2011 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri 
Bakanlığı ve 5 Ağustos 2011 tarihinde KKTC Cumhurbaşkanlığı tarafından tepki 
gösterilmiştir. Fakat tüm tepkilere rağmen Rum Yönetimi 19 Eylül 2011 
tarihinde çalışmalara başlamıştır. Rum Yönetimi, 2011 yılında 12. parselde 
büyük oranda hidrokarbon yatağının tespit edilmesinin ardından, 2012 yılı 
başında 2, 3, 9 ve 11. parsellerle ilgili yeni bir ihale süreci başlatmıştır. 

 Nitekim Rum Yönetimi, Kasım 2012’de bu ikinci ihaleyi de 
sonuçlandırarak 2. ve 3. parselleri İtalyan ENI ile Güney Kore KOGAS şirketleri 
ortaklığına, 9. parseli Fransız TOTAL, NOVATEC ve Rus GAZPROM’un yan 
kuruluşu olan GPB Global Resources’a ve 11. parseli ise Fransız TOTAL 
şirketine ihale etmiştir (Yaycı, 2012:32). Yunanistan ve Rum Yönetimi 
tarafından; bölgedeki 145.000 km²'lik münhasır ekonomik bölge alanından 
Türkiye’nin münhasır ekonomik alanının sadece 41.000 km² olduğu ileri 
sürülmekte ve kalan 71.000 km² ve 33.000 km²'lik alanların ise Yunanistan ve 
GKRY arasında paylaştırıldığı ifade edilmektedir 

(http://enerjienstitusu.com/2011/09/20/akdenizde-dogalgaz-rezervinin-parasal-degeri-7-trilyon-dolar/). 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

ENERJİ KAYNAKLARI MÜCADELESİNDE DOĞU AKDENİZ HAVZASI BÖLÜM 1


ENERJİ KAYNAKLARI MÜCADELESİNDE DOĞU AKDENİZ HAVZASI VE DENİZ YETKİ ALANLARI UYUŞMAZLIĞI BÖLÜM 1



Umut KEDİKLİ1
Taşkın DENİZ2 
1 Yrd.Doç.Dr., Karabük Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, umutkedikli@karabuk.edu.tr. 
2 Yrd.Doç.Dr., Karabük Üniversitesi, Coğrafya Bölümü, taskindeniz@karabuk.edu.tr. 


ÖZET 

Bu makalede Doğu Akdeniz’de yaşanmaya başlayan enerji mücadelesi kapsamında Türkiye, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve İsrail’in havzaya ilişkin siyasi ve hukuki hamleleri ele alınmıştır. Bu çerçevede öncelikle Doğu Akdeniz havzasının siyasi ve ekonomik açıdan önemi vurgulanmıştır. Çalışmanın devamında Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının paylaşımında GRKY’nin, KKTC’nin siyasi ve hukuki varlığını dikkate almadan attığı adımların bölgede gerginlikler yarattığı ifade edilmektedir. 
Ayrıca, GKRY’nin Mısır, Lübnan ve İsrail ile yaptığı MEB sınırlandırma antlaşmalarının uluslararası hukuka aykırılıklar taşıdığı ileri sürülmektedir. 

Makalede, devletler arasında deniz yetki alanlarının paylaşımında uluslararası hukuka uygun şekilde hakça ilkeler çerçevesinde bir sınırlandırmanın yapılması 
gerektiği de irdelenmektedir. Bu amaçla araştırma konusuyla ilgili yerli ve yabancı literatür incelenmiş, sayısal veriler konu ile ilgili kurumlardan temin edilmiş ve konuya ilişkin haritalardan yararlanılmıştır. 

Anahtar Kelimeler: Doğu Akdeniz, Enerji, Münhasır Ekonomik Bölge, Kıta Sahanlığı, 

GİRİŞ 

 İngiliz tarihçi Edward Gibbon’un belirttiği üzere “Dünyanın onca 
zamandır tartıştığı bir kıyı” olan Doğu Akdeniz, son dönemde siyasi, hukuki ve 
ekonomik tartışmaların merkezine yerleşmiştir. Enerji kaynaklarının bulunması 
ile birlikte enerji diplomasisinin ve küresel enerji senaryolarının ilk sıralarına 
yerleşen Doğu Akdeniz, Akdeniz’e kıyıdaş devletler olan Türkiye, Güney Kıbrıs 
Rum Yönetimi (GKRY), Yunanistan, İsrail, Lübnan ve Mısır’ı karşı karşıya 
getirmiştir. 

 Havza devletleri göz önüne alındığında, Türkiye Doğu Akdeniz’e ilişkin 
hukuki argümanları ve önemli coğrafi konumu ile daha istikrarlı bir duruş 
sergilemesine rağmen, Yunanistan ve GKRY’de yaşanan ekonomik kriz, Suriye 
ve Mısır’daki siyasi kargaşa ve İsrail’in başta komşuları ve Türkiye ile arasındaki 
sorunlar, Doğu Akdeniz’deki gerginliğin tırmanmasına da neden olmaktadır. 
Böylesine bir siyasi ortamda bölgedeki enerji kaynaklarının paylaşımı ve 
taşınması ile deniz yetki alanlarının hakça bölüşümü konusunda devletlerin nasıl 
bir dış politika takip edeceği merak konusu olmaktadır. Devletlerin ekonomik 
açıdan enerjiye olan bağımlılığı ile petrol ve doğalgaz sondaj ve depolama 
teknolojisindeki gelişmeler, Doğu Akdeniz’de tespit edilen enerji kaynaklarının 
önemini artırmaktadır. Bu bağlamda, havza devletleri arasında deniz alanları 
üzerinde egemenlik tesis etme konusunda uluslararası hukukta kabul edilen 
ilkeler üzerinden hakça bir paylaşım yapılamadığı takdirde kuvvet kullanımına 
varacak ölçüde gerilimler yaşanabilir. 

Bu makalede, siyasi ve ekonomik coğrafya açısından Doğu Akdeniz’in önemi 
vurgulandıktan sonra enerji diplomasisi açısından bölgede yaşanan gelişmeler ile enerji kaynaklarının keşfi ve kullanımı konusunda aktif siyaset izleyen GKRY, 
KKTC, Türkiye ve İsrail’in tutumları ele alınmaktadır. Bu kapsamda GKRY’nin 
ön-alıcı diplomasi izleyerek kıyıdaş devletlerle yaptığı Münhasır Ekonomik 
Bölge (MEB) sınırlandırma antlaşmalarına değinilmekte ve bu antlaşmaların 
diğer havza devletleri açısından doğurduğu siyasi ve hukuki sonuçlar 
irdelenmektedir. Ayrıca, İsrail’in 20. Yüzyılın ortalarından beri karada 
topraklarını hukuka aykırı genişletmesine paralel olarak denizde de Filistin ve 
Lübnan’ın deniz yetki alanlarındaki haklarını gasp etmeye yönelik adımlarına 
değinilmektedir. Bu gelişmeler karşısında KKTC ve Türkiye’nin attığı siyasi ve 
hukuki adımlar da çalışmanın bir diğer boyutunu oluşturmaktadır. Makalede son 
olarak Doğu Akdeniz’de kıyıdaş devletler arasında deniz yetki alanlarının 
sınırlandırılmasında uyulması gereken uluslararası hukuk kurallarının neler 
olması gerektiği çeşitli uluslararası yargı organlarının kararlarından örneklerle 
açıklanmıştır. 

1. STRATEJİK KONUMUYLA AKDENİZ HAVZASI 

 Akdeniz’in önemi, her bir köşesinde Rusya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika 
olmak üzere ekonomik gelişiminin sürdürülmesi için enerjiye bağımlı Avrupa 
Birliği’ni (AB), ABD’yi, Çin’i besleyen önemli enerji kaynaklarının bulunduğu 
bir üçgenin ortasında yer almasından kaynaklanmaktadır. Geçmişte olduğu gibi 
2000’li yıllarda da rakip güçlerin ekonomik ve askeri üstünlük mücadelesine 
kaynaklık eden etrafındaki topraklar ile doğal kaynaklar ve bu kaynakların nakil 
güzergahları için mücadele sahası olan bu üçgen, jeopolitik ile enerji arasındaki 
simbiyotik ilişkinin bu coğrafyada devam ettiğini de göstermektedir (Özer, 
2013:68). Yakın coğrafyası olan Avrupa’ya geniş Ortadoğu bölgesinden yasadışı 
göç, uyuşturucu kaçakçılığı ve terörizm gibi güvenlik sorunları da ihraç eden 
güzergâhta bulunan Akdeniz havzasının güvenliği ve istikrarı Avrupa ve kıyısı 
olan devletler açısından da önemlidir (Keser,2012:58). Bu önem, Soğuk Savaş 
döneminden günümüze bakiye kalan bir özellik de taşımaktadır. 

 Bu noktada, Akdeniz Havzası’nın coğrafi yapısı hakkında bilgi vermek 
gerekirse, yarı kapalı bir deniz olan Akdeniz, Doğu ve Batı havzaları olmak 
üzere iki büyük havzadan oluşmaktadır. Doğu Akdeniz Havzası, Batı Akdeniz 
Havzası’ndan Tunus’taki Bon Burnu ile Sicilya Adası’nın batıya uzanan ucu 
olan Lilibeo Burnu arasında çizilen hat ile ayrılır (Başeren, 2013:2; Şekil 1). 
Çeşitli strateji uzmanlarına göre ise Akdeniz, Cebelitarık Boğazı ile Malta Adası 
arasında kalan kısım Batı Akdeniz, Malta Adası ile 27. Meridyen arasında kalan 
kısım Orta Akdeniz ve 27. Meridyenin doğusunda kalan kısım Doğu Akdeniz 
olmak üzere üç bölgeden oluşmaktadır. 

Çalışmanın odak noktasını oluşturan Doğu Akdeniz havzası, Türkiye ve 
Suriye üzerinden Mezopotamya ve Orta Asya’ya, Süveyş Kanalı üzerinden de 
Arap Yarımadası ve Basra Körfezi’ne ulaşmaktadır. Akdeniz’e kıyısı olan 
devletler ile Avrupa, Güneydoğu Asya ve Afrika devletlerine yapılan deniz 
ticaretinin düğüm noktası olan Doğu Akdeniz’in önemi, Süveyş Kanalı’nın 
açılmasıyla daha da artırmıştır. Böylesine bir ayrımda Doğu Akdeniz’de 
Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin Gazze Şeridi, Filistin Batı Şeria, Mısır, 
Libya, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), GKRY ve Ürdün yer 
almaktadır (Yıldız, 2011). 



Şekil 1: Akdeniz Havzası ve Doğu Akdeniz Havzası Kıyıdaş Devletleri 

 Havza, içinde barındırdığı adalar açısından ele alındığında ise Kıbrıs Adası, 
Sicilya, Malta ve Meis gibi adalara nazaran jeostratejik açıdan daha önemlidir. 
Doğu Akdeniz’in, Cebelitarık, Süveyş ve Karadeniz üzerinden işleyen 
uluslararası deniz ticaretini kontrol edebilen önemli bir coğrafya olduğu ve 
üzerinde yer alan deniz trafik hatlarının dünya ticareti için hayati önem taşıdığı 
bilinen bir gerçekliktir. Kıbrıs Adası’nın Ortadoğu ve Afrika’ya olan yakınlığı, bu 
coğrafyalara yönelik askeri ve istihbari faaliyetlerde adanın stratejik önemini 
arttıran bir faktördür (Keser, 2012:59; Yaycı, 2012:5). Kıbrıs Adası’nı da içinde 
barındıran Doğu Akdeniz Havza’sı, hem Orta Doğu coğrafyasından Batı’ya 
yönelik enerjinin ve ticari malların hem de Hint Okyanusu’ndan Avrupa ve ters 
yöne akan ticari malların nakli açısından da önemli bir güzergâh oluşturmakta dır. Hem Süveyş Kanalı’ndan işleyen transit deniz taşımacılığının 
ve hem de İskenderun Körfezi’nden yürütülen deniz taşımacılığının kontrolü 
açısından Kıbrıs Adası stratejik bir konumda bulunmaktadır. Bulunduğu konum 
itibariyle uluslararası ilişkilerde jeopolitik kuramlar açısından özellikle Deniz 


Hâkimiyeti Teorisi’ne3 de uygun bir şekilde Kıbrıs Adası üzerinde hâkimiyet 
sahibi olan devletlerin Akdeniz Havzası üzerinden Ortadoğu bölgesini kontrol 
etmesi de mümkündür. Kıbrıs’ın jeopolitik açıdan önemi değerlendirilirken 
bölgesel anlamda güç merkezlerine, çatışmalı alanlara yakınlığına ve ekonomik 
kaynakların varlığına bakılarak bir analiz yapılmalıdır (Tamçelik, 2011:11). 
Alfred Mahan tarafından şekillendirilen Deniz Hâkimiyeti Teorisi üzerinden 
Kıbrıs Adası’nın stratejik önemini açıklamak gerekirse, Süveyş Kanalı 
aracılığıyla Hint ve Pasifik okyanuslarına açılan Akdeniz’in doğusunun 
kontrolünde Kıbrıs önemli bir konumdadır. Deniz ulaşım yollarına ve bu 
yolların geçtiği stratejik kara alanlarına hâkim olmak Deniz Hakimiyeti 
Teorisinde Dünya’ya hâkim olmak için önemlidir (Tamçelik, 2011:19-20). 
Kıbrıs’taki siyasi uyuşmazlığın yıllardır çözülememesinin arkasındaki 
nedenlerden birisi de Soğuk Savaş döneminden arta kalan bir şekilde hangi 
küresel gücün Ada üzerinde kontrol elde edeceğinin belli olamamasıdır (Yaycı, 
2012:6). Küresel güçler Kıbrıs’ı ilgilendiren her konuya müdahil olma ve 
sorunların çözümünü kendi çıkarlarına uygun şekilde yönlendirmeye 
çalışmaktadırlar (Tamçelik, 2011:20). 


 Enerji taşımacılığı açısından 2013 yılı rakamlarıyla yılda yaklaşık beş 
milyar varil ham petrol (yıllık üretimin %10’u) Süveyş Kanalı ve SUMED (Arap 
Petrol Boru Hattı) aracılığıyla batılı pazarlara bu coğrafyadan ulaştırılmaktadır 
(World Oil Transit Checkpoints, http://www.eia.gov/countries/regions-
topics.cfm?fips=WOTC). Ayrıca, Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattının 
açılmasıyla birlikte, Hazar Denizi enerji kaynaklarının bir kısmının (1,2 Milyon 
Varil) ve Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı ile de Kuzey Irak petrollerinin bir 
kısmının İskenderun Körfezi üzerinden batılı pazarlara ulaştırılmaya başlanması 
Doğu Akdeniz’in stratejik önemini arttırmıştır. 

 Son olarak uluslararası deniz ticari ve enerji taşımacılığının ötesinde, Doğu 
Akdeniz’de bulunduğu ilan edilen doğalgaz ve petrol rezervleri, enerji kaynakları 
bağlamında havzanın ekonomik değerine de ayrı bir önem kazandırmaktadır 
(Yaycı, 2012:9). Enerji kaynakları açısından değerlendirildiğinde ise bölgedeki 
enerji sahaları değişik isimler ile ifade edilmektedir. Doğu Akdeniz enerji 
havzasının merkezini oluşturan Kıbrıs Adası’nın güneyindeki saha Afrodit, Kıbrıs 
Adası ile İsrail arasında (Afrodit’in güneydoğusunda) kalan saha Leviathan, 
Kıbrıs Adası ile Mısır arasında kalan saha Nil ve Kıbrıs Adası ile Girit Adası’nın 
güneydoğusunda kalan saha ise Herodot olarak adlandırılmaktadır (Enerji 
Havzaları için bakınız şekil 2 - 3). İsrail ile Kıbrıs arasında kalan sahada Amerika 
merkezli Jeolojik Araştırma Kurumu (USGS) tahminen ortalama 1.7 milyon 
varil petrol ve 122 trilyon metre küp gaz rezervinin olduğunu ifade etmiştir. 
GKRY’nin verdiği arama izinleri ile bölgede çalışmalar yapan Noble Energy 
şirketi de yaklaşık 33 trilyon metreküp gaz tespit etmiştir(Lakes, 2012:39). 
Kıbrıs’ın günümüzdeki enerji ihtiyacının yılda ortalama 1 milyar metre küpten 
az olduğu dikkate alındığında bölgede keşfedilen gaz rezervlerinin Kıbrıs’a 100 
yıl kadar yetebileceği düşünülebilir (Lakes, 2012:81). GKRY, 1959-60 
Antlaşmalarıyla oluşturulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yasal temsilcisi olduğu 
iddiasıyla Ada etrafında günümüze kadar henüz saptanmamış Münhasır 
Ekonomik Bölge (MEB) ve Kıta Sahanlığı alanları üzerinde egemenlik tesis 
etmeye ve bu egemenliğini de bölgedeki komşu devletlerle yaptığı sınırlandırma 
antlaşmaları ile meşrulaştırmaya çalışmaktadır. GKRY’nin İsrail, Mısır ve 
Lübnan ile yaptığı bu antlaşmalar Doğu Akdeniz’in önemini daha da 
arttırmaktadır (Kaya, 2007:25). Bu kapsamda Kıbrıs Adası’nın deniz altındaki 
doğal uzantısı konumundaki kıta sahanlığının ve MEB’in gerek ada üzerindeki 
iki siyasi otorite arasında ve gerekse komşu devletlerle uluslararası hukuka 
uygun bir şekilde sınırlandırılması gerekmektedir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

22 Kasım 2017 Çarşamba

Türkiye-ABD İlişkilerinde İhtiyatlı İyimserlik Dönemi

Türkiye-ABD İlişkilerinde İhtiyatlı İyimserlik Dönemi,


Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY*
* Prof. Dr., Bölüm Başkanı Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, YTÜ, BİLGESAM Başkan Yardımcısı. 
E-posta: nursinguney@bilgesam.org


ABD-Türkiye ilişkilerinde kısa dönemli iyimserliğimizi uzun döneme taşımanın iki kilit noktası var: İlki, Astana sürecinin işlemesidir. Bu sürecin işlemesinde
Türkiye-Rusya ilişkilerindeki olumlu atmosfer ve Fırat Kalkanı’ndaki askeri başarı önemlidir. İkinci nokta Türkiye-ABD ilişkilerinin mihenk taşı; Washington’ın, güvenli bölge ve Suriye’nin güvenli hale getirilmesinde PYD’ye yapılan yatırımdan vazgeçmesidir.

Obama Yönetimi’nin Orta Doğu politikasının ki Trump ve ekibinin benimsediği söylem ve seçim zaferleri bu politikanın bir felaket olduğunu sürekli
ABD kamuoyuna hatırlatıyor- bedelini en ağır biçimde ödeyenlerden biri olan Ankara ile Washington DC’nin arası uzun süredir soğuktu. Türkiye-ABD
ilişkileri güven ve güvensizliğin iç içe geçtiği bir tarihe sahip olduğundan, rahatlıkla söyleyebiliriz. Yine “işte öyle bir dönemden” geçiyorduk. Bu dönemi
sağ salim, hatta stratejik elini güçlendirerek atlatmanın yolunu da Türkiye bulmuş gözüküyordu: Rusya ile ilişkileri iyileştirip ABD’yi dengele, dostların
sayısı arttır, diplomatik pazarlıklarda etkili ol, Suriye’de defacto güvenli bölgeyi askeri başarı üzerinden kur ve koru. Tüm bu selamete rağmen Ortadoğu özelinde, dünya genelinde ciddi bir mücadele sürüp gitmekte. Bu nedenle Trump yönetimi iş başına gelip, ilk 20 günlük icraatları sonrası ABD içerisinde bir kavgayı ateşlediklerinde, ateşlemek için de Obama’nın malum siyasi eserlerini hallaç pamuğu gibi savurduklarında Ankara Washington’da neler oluyor sorusunu sormaya başladı. Nihayetinde Erdoğan ve Trump arasında Suriye odaklı ve terörizmle mücadele stratejisine yönelik bir telefon görüşmesi gerçekleşti. Bu görüşme kadar önemli başka bir gelişme de stratejileri sahada kurgulayacak figürlerden birinin CIA Başkanı Mike Pompeo’nun Türkiye-ABD İlişkilerinde İhtiyatlı İyimserlik Dönemi Ankara ziyaretiydi. Batılı liderlerin birer ikişer Ankara ile temas kurması, uzun bir aradan sonra siyasi diyaloğun hem de bölgesel güvenlik meseleleri üzerinden yeniden başlaması Türkiye’de iki farklı pencereden yorumlandı.
Bir pencereden bakanlar Batı-Türkiye ama özellikle Trump ABD’si ile Ankara arasında ilişkilerin yeniden stratejik bir derinlik kazanacağını söyleyen
iyimser görüşün penceresi. Diğer pencereden bakanlarsa Ankara’yı ve bizleri uyarıyorlar. İhtiyat, ihtiyat, daha fazla ihtiyat. Bu değerlendirmemizde, biz ise
ortada bir konum benimseyeceğiz ve kısa dönemde ABD-Türkiye ilişkileriyle ilgili ihtiyatlı bir iyimserlik içinde olabileceğimizi söyleyeceğiz. Nedenlerini
açıklayalım.

İhtiyatlı olalım, Çünkü Washington DC’nin Ortadoğu’da icraat ve icraatsızlığı ile yapabileceklerine karşı ihtiyatlı olmak için Ankara’nın hem Türkiye-ABD 
ilişkilerinin kendi yaşanmışlıklarından hem de bugün ABD’nin içinde olduğu durumdan kaynaklanan sebepleri var. ABD’nin bir müttefiki olarak Türkiye’yi tehditlere karşı koruma, savunma teknolojisi yönünden destekleme, Batı güvenliği için önemli bir aktör olan Türkiye’ye bu rolü üzerinden gerekli diplomatik saygı ile davranma konusunda hep eksikleri oldu. Her seferinde de Türkiye, kendi kendini korumak, kendi milli savunma sanayini geliştirmek ve kendi diplomatik oyununu kurmak durumunda kaldı. Obama yönetimleri dönemi bu tarihin adeta bir özeti gibiydi. Çünkü Obama -aslında farklı bir solukmuş
gibi görünürken, bu bakımdan doktrinleri heyecan yaratırken, uygulamalarıyla ABD’nin 1989 sonrası benimsediği liberal hegemonyacı anlayışın bir
parçası olduğunu gösterdi. Nitekim Ortadoğu’da bölgesel güçlerin bir düzen anlayışı geliştirmesinin önüne set konuldu, devlet dışı örgütlerle işbirliği yapıldı,
vekalet savaşları bölge ve bölge dışı aktör ve rakiplerin güçsüzleşmesi için seyredildi, bölgede savaşın içerisinde hep tutulacak ama diğerlerini de
hep yoracak bir güç olarak İran desteklendi, nihayetinde vekalet savaşları içerisinde de PYD/PKK silahlandırıldı. 

Kısaca 1991, 2003, 2013’ün yan yana okunabileceği bir çizgiden bahsediyoruz. Bu çizginin stratejik aklının hala ABD kurumlarında yaşadığı da bir gerçek. Amerika liberal hegemonyanın kurumlarına çok yatırım yaptı, maliyetini de üstlendi. Bugün bu yatırım maliyet denkleminden emin olunmayabilir ki Trump seçimleri kazandı  ama liberal hegemonyanın yararından hiç şüphesi olmayanlar da var. Trump’ın müesses nizam (the establishment) ile kavgası bu açıdan elbette ki önemli. Son dönemdeki ABD içi tartışmalar ise şunu gösteriyor Trump’ın duruşu net, tavrı kesin ama zaferinin üzerinde bulutlar dolaşıyor. Hatta Obama yönetimini eleştirip Trump’ı, bu yönetimin dış politikasını izlememesi konusunda cesaretlendirenler art arda ikaz sinyalleri gönderiyorlar: “Bu kadar dik, bu kadar yıkıcı olma, stratejik amacını belirlemeden müesses nizama bu kadar sert saldırma”. Sözün özü, ABD içi kavganın geleceği ve Trump’ın elinin
gelecekte ne kadar serbest olabileceği belirsiz.

Ankara bu hususları elbette dikkate alıyor, dikkate almaya da devam edecek ama iyimser olmak için de yeterince sebep var. İlk olarak Trump 
reddimiras yapmakla kalmadı, Obama mirasının değersiz olduğunu da ilan etti.

15 Temmuz başarısız darbe girişiminin ardından Ankara’ya yolladığı destek mesajının gücü bu duruşuyla daha da arttı. En önemlisi son 1-2 haftada
ortaya çıkan tablo: Ortadoğu ile ilgili muhafazakâr klişelere (mültecilerin yasaklanması vb) sarılmış görülen Trump yönetimi Suriye konusuna ilgi göstermeye, bu ilginin bir parçası olarak da Ankara’nın Suriye’nin geleceği hakkında sözlerine -yani Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması- çağrısına
kulak vermeye başladı. Nitekim Nisan ayına Obama yönetimi tarafından ertelenmiş olan Rakka operasyonu gündeme alındı ve bu operasyonda ABD’ye
Türkiye’nin de katkıda bulunabileceği dillendirildi. Rakka’da DAEŞ karşıtı koalisyona Ankara’nın destek sağlayabileceği ilk kez söylenilmiyor, ilk kez
önerilmiyor ama ilk kez ciddi bir muhatap buluyor. Hatırlayalım, Ankara’nın benzeri teklifine hayır diyen Obama yönetimi, PYD’yi Suriye’de kara gücü
olarak ilan etmişti. Üstelik DAEŞ terörünün bizzat hedefi olan Türkiye’yi PYD/PKK karşısında diplomatik alanda da sıkıştırmak için sınır güvenliğine
yönelik suçlamalar kullanılmıştı. Şu anda Washington DC’de, Pentegon, Savunma Bakanlığı, Beyaz Saray üçgeninde bu söylemin yerine çok farklı bir
söylem benimsenmeye başlandı. Öncelikle ABD’leri Ankara’yı Al-Bab’daki başarısı için kutladı. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinin DAEŞ’den temizlenmesi
noktasındaki askeri kabiliyet ve kontrolünün övülmesinden donra yapılan açıklama çok daha önemli ve ilginç. Washington, Ankara’nın sağladığı
sınır kontrolü sayesinde Suriye’de sıkışan DAEŞ militanlarının Batı’ya geçişinin önemli ölçüde azaldığını vurguladılar. Bu iki vurgu- Ankara bunları
20 günde başaramayacağına göre- hem Obama yönetimleri altında Türkiye karşıtı benimsenen söylemin haksızlığının ortaya dökülmesi anlamına geliyordu,
hem de Türkiye-ABD ilişkileri için bir fırsat kapısını Suriye üzerinden açıverdi. Kapının aralığından ilk görünen Rakka operasyonunda olası bir işbirliği.

Rakka’nın ötesi güvenli bölge

Suriye’nin kontrolü açısından, bu arada toprak bütünlüğü açısından Al Bab’daki mücadelenin çok önemli olduğu defalarca yazılıp çizildi. Al Bab
operasyonunun doğası, ÖSO birliklerinin kapasitesinin sınanması vb açılardan da da Al-Bab’daki askeri başarı çok önemliydi. Rakka operasyonu ise
hem sembolik hem de stratejik bir öneme sahip olacak. Rakka, bilindiği gibi, DAEŞ’in başkenti olarak DAEŞ’in Suriye’deki varlığı açısından bir sembol.
Bu sembol indirilirken, Suriye’nin toprak bütünlüğünün garanti altına alınması, yani çeşitli terörist unsurların kara gücü haline getirilerek DAEŞ’le mücadele üzerinden meşrulaştırılmaması çok önemli. Bu konuda Türkiye Rakka’da işbirliği önerme cesaretini kendinde buluyor çünkü hem kendi kapasitesi, hem de ÖSO’yu kontrol altında tutma becerisiyle Al Bab’da DAEŞ’in yenilebileceğini küresel ve bölgesel aktörlere göstermiş oldu. Bu noktada Ankara PYD’nin PKK ile organik bağını gösteren delilleri CIA başkanının Türkiye-ABD İlişkilerinde İhtiyatlı İyimserlik Dönemi önüne koyarak konunun Ankara ve ABD için de kazan-kazan noktasıyla sonuçlanabileceğini gösteriyor. Ankara’nın ümit ettiği bir gelişme daha böylece gerçekleşebilir. Türkiye olası Rakka operasyonuna destek veren tek güç olmak istemiyor, koalisyonun yerel Arap unsurlarıyla beraber hareket etmek istiyor. Böylece Astana süreci bölgesel zeminde daha da kuvvetlenir. Rakka operasyonunun elbette bir ötesi var ve ABD-Türkiye işbirliği kapısının açılan aralığından Rakka’nın ötesine bakıldığında karşımıza, güvenli bölge planları çıkıyor.

Bilindiği gibi Trump, yönetimi devralır almaz Pentegon’a Suriye’de olası güvenli bölge planları üzerinde çalışması için emir verdi. Pentegon’un tek planla
yetinmeyeceği muhakkak. Bir gerçeklik de şu anda Türkiye’nin kendi askeri gücü ile bizzat kurduğu ve koruduğu terörden arındırılmış bir defacto güvenli bölgeye  sahip olduğu. Eğer ABD planlarıyla Türkiye’nin sahada askeri ve diplomatik imkân ve kabiliyetlerini kullanarak sağladığı güvenli bölge modelleri örtüşür se iki aktörün ilişkilerinin geleceği açık olacaktır. Bu olasılık bugün dillendirildiği için iyimseriz ama kısa dönemde bu işbirliğinin önü ne kadar açıksa uzun dönemde bu işbirliğine karşı çeşitli faktörlerin ortaya çıkma olasılığı o kadar yüksek.

Uzun dönemde ihtimaller

Önümüzdeki günlerde Trump yönetiminin Ankara’nın önerilerini ciddiye alma şansı var, çünkü Ankara Al Bab’da söylediğini yapabildi. Zaten
Trump’da iktidara geldiğinde terörizmle mücadelede gücü kendinden menkul devlet dışı aktörler yerine devletlerle işbirliği yapmak kararlılığında olduğunu
göstermişti. Hatta sadece devlet-devlet işbirliği değil, güçlü liderler arasında gerçekleşecek işbirliklerini önemsediği biliniyor. Üstelik Rusya ile iyi iliş-
kiler kurmaktan bahseden Trump ekibinin Astana sürecinde inisiyatifi Türkiye-Rusya yakınlaşmasına kaptıran Obama’dan hiç hoşlanmadıklarını bu
yazının çeşitli yerlerinde vurguladık. Avrupa güvenliği gibi ABD için sembolik önemde bir meselede dahi sert bir tutum takınıp Avrupa’yı Avrupalılara
havale eden Trump yönetimi altında hareket eden Trans-Atlantik bürokrasisi Batı ile Ankara arasında yapıcı (konstructivist) bir diyalog kurmayı tercih
edebilir. Aktörler birbirlerine jest yaparlar, kimlikler ve buna bağlı çıkarlar yeniden tanımlanıverir, hele ki Suriye’de DAEŞ’e karşı askeri başarı kazanılıyorsa. 

Uzun dönemde ise bu iyimserliği gölgeleyebilecek bazı belirsizlikler var. Yazımızın ilk satırlarında vurguladık; Trump ve müesses nizam arası savaş
bitmedi. ABD’de ve ABD güvenlik bürokrasisinde sonunda PKK/PYD’ye yatırım yapan liberal hegemonyacı, önemli, etkili figürler hala var. Avrupalılar 
Trump ABD’si ile nasıl baş edeceklerini bilemediklerinden Trump’ı Avrupa güvenliğinin en önemli sorunu olarak tanımlamaya başladılar. Kısaca Batı
cephesinin ikiye-üçe bölünmesi katlanılmaz hale gelirse Trump karşıtı politikalar güçlenebilir. Daha önemlisi, Trump ekibinin Türkiye-Rusya yakınlaş-
masının Obama ABD’sini dengeleme olduğunu anladıkları muhakkak ve bu konuda bir şey yapmak istiyorlar ama ABD-Rusya ilişkilerinin geleceğini de 
Rusya’nın küresel çıkarları için atacağı adımların ciddiyeti belirleyecek yani Akdeniz’de, Pasifik’te, Çin ve İran ile ilişkilerde Moskova’nın alacağı tavır önem kazanacak.

Bugün kısa dönemli iyimserliğimizi uzun döneme taşımanın iki kilit noktası var görünüyor: İlk nokta, Astana sürecinin işlemesidir. Bu sürecin işlemesinde
Türkiye-Rusya ilişkilerindeki olumlu atmosfer ne kadar etkiliyse Ankara’nın Suriye’de Fırat Kalkanı özelinde askeri başarı sağlaması da o kadar önemlidir.
İkinci nokta Türkiye-ABD ilişkilerinin mihenk taşı; Washington DC’nin güvenli bölge ve Suriye’nin güvenli hale getirilmesinde PYD’ye yapılan yatırımdan
ciddi bir biçimde vazgeçmesi. Umuyoruz bu iki noktada da olumlu gelişmeler olur, zor bir sürecin neticesinde sonunda daha güvenli bir sınır ötesine sahip oluruz. O güne kadar tüm iyimserliğimize rağmen askeri kabiliyetlerle sahada, diplomatik kabiliyetlerle masada olan ve gerektiğinde kendi savunmasını kendi araçlarıyla üstlenebilecek bir ülke olmak zorundayız.

Bu yazı 11.02.2017 tarihinde Star Gazetesinde yaymlanmıştır.


http://bilgestrateji.com/makale/BS2017-1/Turkiye-ABD-Iliskilerinde-Ihtiyatli-Iyimserlik-Donemi.pdf


***

O DÖNEMDE, BÜLENT ARINÇ İSTEĞİNİ REDDETTİM


O DÖNEMDE, BÜLENT  ARINÇ İSTEĞİNİ REDDETTİM


Emekli Tuğgeneral NAİM BABÜROĞLU: 


Emekli Tuğgeneral Naim Babüroğlu, yeni piyasaya çıkan kitabında, Manisa Garnizon Komutanı olduğu dönemde şehit ailesi ziyaretine kente gelip protestolarla 
karşılaşan Bülent Arınç'ın kendisinden bir isteği olduğunu ve bu isteği neden reddettiğini anlattı.

Emekli Tuğgeneral Naim Babüroğlu'nun yeni kitabı "Beni Hatırlayınız - Cumhuriyet'in Sonbaharı" Asi Kitap'tan yayımlandı.

2007’de Manisa’da bir şehit ailesini ziyaret etmek isteyen ve o dönem TBMM Başkanı olan Arınç, protestolarla karşılaşmıştı.

Hürriyet'te yer alan habere göre, o günlerde Manisa Garnizon Komutanı olan Babüroğlu’nun kaleminden yaşananlar:


VİDEO EKLE;


"4 Ağustos 2006'da Yüksek Askeri Şura kararları gereği tuğgeneral rütbesine yükseltildiğimi ve Manisa'ya Tugay Komutanı olarak atandığımı öğrendim, 
14 Ağustos 2006'da da Tugay Komutanlığını törenle devraldım.

Tugay komutanlığımın birinci yılı dolmadan, 11 Haziran 2007'de Şırnak'ta şehit düşen Yarbay Melih Gülova için Manisa'da yapılan törene izdiham derecesinde 
yoğun bir katılım oldu. Camide ve şehit cenazesinin konulduğu top arabasının arkasından yürüyüşte hükümete ve Manisa milletvekili ve Meclis Başkanı 
Bülent Arınç'a karşı yoğun bir protesto gösterisi yapıldı. ‘Manisa seninle rezil oluyor’, ‘Meclis Başkanı devlet düşmanı’, ‘Arınç dışarı’, ‘AKP, PKK omuz omuza’ 
sloganları atan kalabalığın tepkisinin büyümesi üzerine, Arınç cenaze kortejinden ayrılmak zorunda kaldı. Şehidin ailesi de Arınç'ın taziyesini kabul etmedi.
Camide, Bülent Arınç bana dönerek, ‘Camide bu şekilde protestonun uygun olmadığını halka siz söylerseniz sizi dinlerler’ diyerek, camideki protesto eden 
halka duyuru yapmamı istedi. 

Vali bey yanımızdaydı, Emniyet Müdürü ise üç-dört adım uzağımızdaydı. Olumsuz haberler çıktı

Vali Bey ve Emniyet Müdürü dururken Garnizon Komutanı olarak General rütbesiyle böyle bir duyuru yapmam elbette uygun değildi. Ben de Emniyet Müdürüne 
Arınç'ın bu isteğini ilettim, o da emniyet tedbirleri ile ilgilendiğinden halka böyle bir uyarıyı yapamadı.

Arınç haklıydı elbette, muhtemelen halk beni dinleyecekti; ancak o ortamda, Vali, Belediye Başkanı ve Emniyet Müdürü vardı ve bu duyuruyu yapmak onlara düşerdi. 
Bu cenaze töreninin ardından, gelecek günlerde sık sık basında benimle ilgili olumsuz haberlerin çıkacağı ve manşet olacağım aklıma gelmemişti."



***

KÜRT SORUNU DOSYASI

KÜRT SORUNU DOSYASI 



NAİM BABÜROĞLU 

Batı Ülkelerinin Kürt Politikası ve Türkiye - 1 Batı Ülkeleri, Türkiye ve ulusçuluğa yönelen Arap ülkelerine karşı sürekli Kürtleri kullandılar. 


1918-1938 yılları arasında, Anadolu’da 12 Kürt ayaklanması çıkarken, Kurtuluş Savaşı sırasında dış kaynaklı ve din motifli 60 gerici ayaklanma oldu. Batılılar, Türkiye sınırları dışında kalan Kürtler üzerinde de çeşitli oyunlar oynadılar. Irak, Türkiye’den koparıldıktan sonra İngiltere her sıkıştığında, Bağdat’taki Arap yöneticilere karşı Iraklı Kürt lider Şeyh Mahmut Berzenci’yi kullanarak Kürtlerin yoğun yaşadığı yerlerde ayaklanma başlatırdı. Dün Irak’ta Berzenci, Türkiye’de Şeyh Sait nasıl kullanıldıysa bugün de Kuzey Irak’taki Kürt liderleri, PKK ve diğer terör örgütleri öyle kullanılmaktadır.(1) 

Batı ülkeleri, günümüzde Kürtler ve Siyasi İslam üzerine şekillendirdikleri Ortadoğu politikalarını, Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa’ya karşı da uygulamışlardı. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir A. Calthorpe, 1919’da Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği gizli raporda şöyle yazıyordu: “Binbaşı Noel (İngiliz ajan), Kürt şefleriyle görüş birliğine varırsa, bundan büyük faydalar sağlayacağını söylüyor… Kürtler henüz Mustafa Kemal’e karşı ayaklanmadılar ama Noel bunu başaracağından emin.”(2) 

İngiliz Ajanı Noel, Elazığ Valisi Ali Galip ile birlikte 1919’da Sivas Kongresi’ni basmayı bile düşündü, ancak bunu başaramadı. Mustafa Kemal Paşa, 1919’da Sivas Kongresi’nde yaptığı konuşmada şunları söyledi: “İngilizlerin amacının, para ile ülkemizde propaganda yapmak ve Kürtlere Kürdistan kurma sözü vererek onları aleyhimize ve bize karşı suikast düzenlemeye yöneltmek olduğu anlaşılmış, karşı önlemler alınmıştır.”(3) 

İngiltere’nin İstanbul Büyükelçiliği’nde görevli Türkiye uzmanı Ryan, 23 Eylül 1920 tarihli gizli raporunda:“Millicileri ezmek için iç ayaklanmalara güvenilmesi gerektiğini” yazıyordu.(4) 

1925 yılında, Bağdat’taki Fransız Yüksek Komiserliği, Paris’e gönderdiği gizli raporda Şeyh Sait isyanı ile ilgili şunları yazar: “Şeyh Sait ayaklanması kendiliğinden birdenbire ortaya çıkmadı. Kürdistan dağları yabancıların kışkırtması ve desteği ile ayaklandı. Bu bölgede ortaya çıkan olaylar, İngilizlerin uğradıkları yenilgiden sonra hiç affetmedikleri Mustafa Kemal’e karşı yürüttükleri siyasetin bir parçasıdır. Kürt ayaklanması bundan daha iyi koşullarda patlak veremezdi. Ayaklanma, Türklerin Musul üzerindeki iddialarını araştıran komisyonda, Türklerin kendi topraklarındaki Kürtler arasında bile huzuru sağlayamayacağını gösterecekti.”(5) 

International Press’in Londra muhabiri, 5 Ağustos 1930 tarihli gazetede şunları kaleme aldı: “Irak’taki Kürtler, Musul petrol bölgesinde yaşamaktadırlar. İngilizler, bu bölgeleri gerektiğinden fazla güçlük çıkmadan Irak’tan koparmak için, buralarda bir çeşit ‘Kürt Özerkliği’ oluşturmuşlardır. Amaç, İngilizlerin bu özerk Kürdistan ile Türkiye, Suriye ve İran Kürtleri özerinde çalışma yapabilecekleri bir merkez oluşturmaktır.” ABD’nin Ortadoğu’ya vermek istedikleri yeni biçimi, ABD’li Profesör Noam Chomsky, 1983’te yayımlanan “Kader Üçgeni” adlı kitabında kaleme aldı. 

Kitapta, Kudüs Amerikan Girişimcilik Enstitüsünün raporuna yer verdi. Bu raporda şu bilgiler vardı: “Ortadoğu’da ulusalcılık ve ulusal kimlik yok edilmeli, bunun için de Ortadoğu Osmanlılaştırılmalıdır. Böylece bölgede Batı çıkarlarına karşı çıkacak ulusal güç ve direnç kalmayacak, sistemlerin çarkları rahatlıkla işleyecektir. ABD için en tehlikeli düşman ve tehdit, bağımsızlık tehdididir…” ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) eski Ortadoğu Direktörü Graham Fuller, 1990’da şunları söyledi: “Kemalizm bitti. Dünyadaki bütün liderler gibi o da sonsuza dek yaşayacak bir ürün veremedi. Oysa İncil ve Kur’an hala veriyor. Bu nedenle, kendisine entelektüel güven duyan Türkiye, İslam’ın günlük yaşamdaki yerini almasını yeniden düşünmelidir.”(6)

 ABD Dışişleri eski Bakanı Condoleezza Rice, Ulusal Güvenlik Danışmanı iken 7 Ağustos 2003’te Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında, 22 (Türkiye dahil 23 ülke) ülkenin rejimi ile sınırlarının değişeceğini belirtmişti. Moritanya, Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Sudan, İsrail, Ürdün, Suudi Arabistan, Yemen, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar, Kuveyt, Irak, Suriye, Lübnan, Türkiye, İran, Afganistan, Pakistan’ın oluşturduğu ülkeler, 17 milyon kilometrekarelik bir coğrafyayı kapsamaktaydı.(7) 

Sonraki yazımızda, konuyu incelemeyi sürdüreceğiz. 

(1) Bitmeyen Oyun, Metin Aydoğan, Umay Yayınları, İzmir, 2005. 
(2) Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanmaları, Tekin Yayıncılık, 1995. 
(3) Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanmaları, Tekin Yayıncılık, 1995. 
(4) Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.1., İstanbul, 1973. 
(5) Bitmeyen Oyun, Metin Aydoğan, Umay Yayınları, İzmir, 2005. 
(6) Cumhuriyet Gazetesi, 26 Şubat 1990. 
(7) Metin Aydoğan, Türkiye Nereye Gidiyor, 6. Baskı, Umay Yayınları, İzmir, 2007. - 


http://www.skandalgazete.com/2016/12/ozel-buro-kurt-sorunu-dosyasi-naim-baburoglu-bati-ulkelerinin-kurt-politikasi-ve-turkiye-1-h767.html




***