2 Aralık 2017 Cumartesi

TÜRK BASININDA 1967 ARAP-İSRAİL SAVAŞI BÖLÜM 2

TÜRK BASININDA 1967 ARAP-İSRAİL SAVAŞI BÖLÜM 2



ÜLKE ASKER SAYISI Akşam Milliyet 



Basında Arap-İsrail savaşı hakkındaki tarafların iddiaları genellikle ayrı ayrı verilmiştir. İsrail’in Mısır’ı, Mısır’ın da İsrail’i savaşı başlatan taraf olmakla 
suçladığı haberlerde, Ürdün, Suriye, Irak, Lübnan ve Mısır kuvvetlerinin İsrail’e karşı 5 Haziran günü Türkiye saatiyle saat 11.05’te harekete geçtiği, savaşın akşama doğru İsrail birliklerinin lehine geliştiği, Sina Çölü’ndeki İsrail birliklerinin Mısır topraklarına girerek ilerlemeye başladığı belirtilmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). 

İsrail uçakları Mısır’ın çeşitli bölgeleriyle başkent Kahire’yi bombalarken Arap uçakları da İsrail’in askerî hedeflerine ve petrol bakımından önemli Hayfa’ya 
bomba yağdırmışlardır. Gazze ve Kudüs’te çok şiddetli çarpışmalar olmuştur (Hürriyet, 6 Haziran 1967). Arapların “Tel Aviv’de buluşalım, intikam saati geldi. 
Savaşın ilk kurşununu İsrail sıktı. 70 İsrail uçağını düşürdük.” sözlerine karşılık İsrail, “Tel Aviv İsrail’indir. Necef’te Mısır kuvvetleri geriliyor. Mısır’ın yaptığı 
ani hücum İsrail’i gafil avlayamadı. 150 Mısır uçağını düşürdük.” diye karşılık veriyordu (Tercüman, 6 Haziran 1967). Mısır silahlı kuvvetleri yayınladıkları bir 
bildiride İsrail kuvvetlerinin saat 9. 00’da Mısır’a karşı karadan ve havadan geniş çaplı bir “tecavüze” giriştiği, Mısır’ın bu tecavüze karşı koymak için harekete 
geçtiğini bildirmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Milliyet gazetesi savaş haberlerini en ayrıntılı veren gazetelerden biridir. Gazete cephe cephe savaşı vermiş, İsrail ve Arap taraflarının görüşlerini de yansıtmıştır. Bir yandan İsrail Başbakanı Eşkol’un “havadaki üstünlüğümüz tartışma kabul etmez.” dediği, hiçbir ülkenin İsrail’i bu defa fiilen desteklemediği, hava çarpışmalarında Mısır, Ürdün ve Suriye hava kuvvetlerine kesin bir darbe indirildiği haberi verilirken; diğer taraftan Mısır Silahlı Kuvvetler Komutanı’nın Mısır kuvvetlerinin İsrail topraklarına girmeye başladığı, İsrail saldırılarının püskürtüldüğü haberleri yer almıştır. 

Savaşı ayrıntılı veren diğer bir gazete olan Akşam gazetesinde savaşın sabah saat 7.30’da İsrail uçaklarının Mısır’a saldırısı ile başladığı, İsrail’de genel 
seferberlik ilan edildiği, Ürdün kuvvetlerinin Kudüs’ün İsrail tarafına ilerlemeye devam ettiği bildirilmiştir. Dikkati çeken bir haber ise, Papa VI. Paul’un Kudüs’ün “açık şehir” ilan edilmesini istemesidir (Akşam, 6 Haziran 1967). 

1967 Arap-İsrail savaşı, 5 Haziran sabahı Kahire saatiyle sabah 8. 45’te İsrail uçaklarının Mısır havaalanlarına yaptığı “sürpriz” bir baskınla başlamıştır. İsrail, 
Mısır’ın hiç beklemediği ancak, ani bir baskın yapabileceğini bildiği bölgeden değil, Akdeniz üzerinden batıya oradan da güneye ve doğuya yönelmiş ve hava 
alanlarını bombalamıştır (Armaoğlu, 1994: 248-249). Milliyet yazarı Abdi İpekçi’ye göre bu savaş sürpriz değildir. Çünkü savaşın başlayacağı birkaç 
gün önceden kesinlikle bellidir. Bu savaş diplomatik çabalar başarılı olamadığı takdirde “şimdilik zayıf görülmekle birlikte” bir üçüncü dünya savaşına 
dönüşebilir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Benzer bir düşünce Akşam gazetesinde de dile getirilmiştir. “Yorum” köşesinde yayımlanan “Buhrandan Savaşa” başlıklı 
yazıda; savaşı kimin başlattığının gelen haberlerden çıkartmanın imkânının olmadığı, savaşın “Orta Doğu petrolleri ve emperyalist devletlerin çıkarları uğruna çıktığı” belirtilmiş ve bu savaşın üçüncü dünya savaşına dönüşme tehlikesinin her zamankinden çok olduğu ifade edilmiştir (Akşam, 6 Haziran 1967). 

ABD, İngiltere ve Batı Almanya savaşta tarafsız kalacaklarını açıklamalarına rağmen (Akşam, 6 Haziran 1967), Sovyetler Birliği İsrail’i tecavüzle suçlayarak 
askerî harekâtın kayıtsız şartsız durdurulmasını istemiştir. Sovyet Hükûmeti Araplara mutlak destek sağlayacağını da bildirmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). 
Bu arada Milliyet gazetesi Akdeniz’deki Amerikan, İngiliz ve Rus askerî gücü hakkında da bilgi vermektedir. Bilgiye bakıldığında Amerikan askerî gücünün 
Sovyetler Birliği ve İngiltere’den daha üstün olduğu görülmektedir. 

Savaşın çıkması üzerine BM Güvenlik Konseyi, 5 Haziran sabahı İsrail ve Mısır delegelerinin isteği üzerine olağanüstü bir toplantı yapmış, ancak bir sonuca 
varılamamıştır (Tercüman, 6 Haziran 1967). Hindistan sunduğu bir teklifte tarafların savaştan önceki sınırlarına dönmelerini istemiş, ancak bazı üyelerin 
savaş öncesi duruma dönülmesine yanaşmadıkları için bir sonuç alınamamıştır. Sovyetler Birliği Hindistan’ın teklifini desteklerken ABD bu konunun bir kenara 
bırakılmasını istemiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). 

2. Savaşın İkinci Günü: Gazeteler 6 Haziran tarihli savaşın ikinci gününü “kanlı savaş: binlerce ölü ve yaralı var” (Tercüman, 7 Haziran 1967) “Süveyş 
kapatıldı” (Zafer, 7 Haziran 1967), “İsrail Gazze’yi ve Kudüs’ü aldı” (Milliyet, 7 Haziran 1967) manşetleriyle okuyucularına duyuruyordu. Savaşta İsrail üstünlüğü ele geçirmiş, Mısır’dan Gazze, El Ariş, Hanyunis ve Bafrafah alınmıştır. El Ariş, Mısır’ın önemli bir hava üssü olmakla birlikte Akdeniz sahilindeki demiryolunun da başlangıç noktasıdır. Gazetelere yansıyan habere göre Mısır, bu gerilemeyi kabul etmemekte ve İsrail’in 30 tankının tahrip edildiğini duyurmaktadır. 

Mısır İsrail saldırılarıyla batacak bir geminin uzun bir süre Süveyş Kanalı’nı kapatabileceği gerekçesiyle Süveyş Kanalı’nı kapatmıştır (Akşam-Milliyet, 7 
Haziran 1967). Ürdün cephesinde ise, Kudüs’te göğüs göğüse süngü savaşlarının devam ettiği, ancak İsrail’in Kudüs’ü ele geçirdiği bildirilmiştir. Ayrıca İsrail 
tarafından Ürdün’den Latron, Cenin ve Kalikilya alınmıştır (Milliyet, 7 Haziran 1967). 

Mısır, İsrail’in ilerlemesinden Amerika ve İngiltere’nin büyük çapta hava müdahalesini sorumlu tutmuş, Ürdün sözcüsü de, Ürdün üzerinde bir Amerikan 
avcı uçağının düşürüldüğünü söylemiştir. ABD ve İngiltere bu iddiaları kesinlikle reddetmişlerdir (Akşam, 7 Haziran 1967). Basında Mısır’ın bu şekilde 
davranmakla yenilginin sorumluluğunu üzerinden atmak isteyerek “mızıkacılık” yaptığı dile getirilmiştir (Tercüman, 8 Haziran 1967). İngiltere ve Amerika’nın 
savaşta İsrail’i desteklemelerinden dolayı 6 Hazirandan itibaren Irak, Suriye, Cezayir ve Kuveyt bu iki devlete petrol sevkiyatını durdurmuştur. İngiltere 
Başbakanı Harold Wilson, Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada Arapların bu tavrını bir şantaj olarak değerlendirmiş ve İngiltere’nin petrol konusunda bu 
şantaja boyun eğmeyeceğini söylemiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). 

Savaşın Arapların aleyhine gelişmesi karşısında harekete geçme ihtiyacı hisseden Sovyetler Birliği, 6 Haziran sabahı Kremlin’de bütün Sovyet yöneticilerinin katıldığı üç saat süren olağanüstü bir zirve toplantısı yapmış, toplantı sonrası yayıMlanan bildiride İsrail’in savaşa başladığı sınırlara çekilmesini istemiştir. ABD Dışişleri Bakanı Dean Rush ise; Amerika’nın tarafsızlığının savaşa kayıtsız kalacağı anlamına gelmediğini açıklamış, Fransa eğer bloklar arasında bir savaş çıkarsa Amerika’yı destekleyeceğini bildirmiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Bu olaylar üzerine BM Güvenlik Konseyi’nde ilk günkü anlaşmazlık ikinci gün giderilmiş, Sovyetler Birliği ile ABD’nin anlaşması üzerine içinde eski mevzilere dönmek şartının olmadığı ateşkes kararı onbeş üye ülke tarafından oy birliğiyle kabul edilmiştir (Hürriyet, 7 Haziran 1967). 

3. Savaşın Üçüncü Günü 

Savaşın üçüncü gününü “İsrail ordusu Süveyş’e ulaştı”, “İsrail ordusu Süveyş’te”, “Süveyş düşüyor” gibi manşetlerle okuyucularına duyuran gazeteler, artık savaş hakkında daha doğru bilgiler almaktadırlar. İncelediğimiz gazetelerin tamamının birbirine çok benzeyen başlık ve içerikleri yayımlaması bu düşüncemizi doğrular mahiyettedir. 

Basında yer alan bilgilere göre Ürdün, BM’nin ateşkes çağrısını kabul ederken Mısır, Irak, Suriye ve İsrail reddetmiştir (Zafer, 8 Haziran 1967). 
İsrail, Sina’da Şarm el Şeyh’i ele geçirerek Akabe Körfezi’ndeki ablukaya son vermiştir. Ürdün’den Kudüs’ü tamamen alan İsrail, Ramallah ve Nablus’u da ele 
geçirmiştir (Hürriyet, 8 Haziran 1967). Kudüs’ün İsrail’in eline geçmesi üzerine binlerce Arap mallarını bırakıp şehri terk etmiş, Ürdün’ü göre İsrail bu savaşta 
“kadın ve çocuklara da” ateş açmıştır (Tercüman, 8 Haziran 1967). Mısır’da Kahire Radyosunun cephelerde büyük zafer kazanıldığını ileri sürmesine rağmen 
başkentin Asuvan’a nakli düşünülmüş, Tunus savaş uçakları Kahire’ye gelmiştir (Akşam, 8 Haziran 1967). 

İsrail Genel Kurmay Başkanı Tümgeneral İzak Rabin, Mısır’ın tamamen yenilgiye uğratıldığını, Süveyş Kanalı’na kadar olan geniş bölgenin İsrail’in eline 
geçtiği, Mısır kuvvetlerinin Süveyş Kanalı’nın gerisine çekilmeye çalıştığını bildirmiştir. Kudüs’ün tamamen işgali sonrası buraya gelen İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan, Ağlama Duvarı önünde “ikibin yıllık rüyamız gerçekleşti, buraya döndük, bir daha ayrılmayacağız.” demişti (Milliyet, 8 Haziran 1967). 

Savaştan İngiltere ve ABD’yi sorumlu tutan Sudan, Mısır, Irak, Suriye, Yemen ve Cezayir’in ardından Lübnan ve Moritanya da 7 Haziranda bu iki devletle 
diplomatik ilişkilerini kesmiştir. Irak, Kuveyt ve Cezayir’den sonra Suudi Arabistan ve Libya da bu devletlere petrol satmama kararı almıştır. ABD Başkanı Johnson, savaşın olası bir petrol buhranına yol açabileceğini dikkate alarak, başlıca Amerikan petrol şirketlerinin temsilcilerini olağanüstü tedbir planları hazırlamak üzere Washington’a çağırmıştır (Milliyet, 8 Haziran 1967). 

BM, 6 Hazirandaki ateşkes çağrısına uyulmaması üzerine bu defa tarafların 7 Haziranda saat 20.00’ye kadar ateşkes yapmalarını isteyen bir kararı kabul 
etmiştir. Türk basınında Mısır’ın yenilmesine rağmen 6 Hazirandaki ateşkesi kabul etmemesi anlamlı bulunmuş, bunda Sovyetlerin yardıma gelebileceği 
beklentisinin etkili olduğu ifade edilmiştir (Milliyet, 8 Haziran 1967). Başka bir yorumda ise sorunun ateşkesi kabul etmekle bitmeyeceği İsrail’in kabulü, 
mülteciler meselesinin çözümü gibi önemli sorunların çözümlenmesi gerektiği belirtilmiştir (Akşam, 8 Haziran 1967). 

4. Savaşın Dördüncü Günü 

Mısır’ın BM Güvenlik Konseyi’nin 7 Haziran tarihli ateşkes çağrısını “diğer tarafın da kabul etmesi” şartıyla kabulü üzerine Mısır-İsrail cephesinde ateşkes 
sağlanmıştır. “Arap-İsrail Harbi Durdu” (Hürriyet, 9 Haziran 1967), “Mısır ateşkese evet dedi” (Tercüman, 9 Haziran 1967), “Ateş Kesildi” (Milliyet, 9 
Haziran 1967) başlıklarıyla verilen haberlerde 8 Haziran günü Mısır ile İsrail arasında yapılan savaşta, Mısır’ın, kendisinin ikinci savunma hattına saldıran İsrail ileri harekâtını yer yer durdurduğu, İsrail zırhlı birliğini imha ettiği gibi yazılar yer almıştır. İsrail bu dört günlük savaş boyunca 441 Arap uçağını düşürdüğünü iddia etmiştir (Milliyet, 9 Haziran 1967). Gün boyu devam eden savaşta Mısır’ın ateşkesi kabulü üzerine buradaki savaş 8 Haziran akşamı sona ermiştir. Basında bu olay Mısır’ın “Tel Aviv’de buluşalım” sözlerine İsrail’in “Kahire’de buluşalım” diyerek cevap verdiği şeklinde yorumlanmıştır (Tercüman, 9 Haziran 1967). 

Ürdün cephesinde 7 Haziran saat 22. 00’dan itibaren ateş kesilirken (Akşam, 9 Haziran 1967), Mısır cephesinde de 8 Haziranda ateşkes sağlanmıştır. Mısır’ı 
ateşkese Sovyetler Birliği’nin zorladığı iddia edilmiştir (Hürriyet, 10 Haziran 1967). Mısır’ın ateşkesi bu defa kabulü basın tarafından Mısır’ın Sovyet 
yardımından ümidini kesmesi olarak algılanmış (Milliyet, 9 Haziran 1967) bu savaşın bir Arap-İsrail savaşından ziyade büyük devletlerin çıkar (Zafer, 9 Haziran 1967) ve silah satma (Akşam, 9 Haziran 1967) savaşı olduğu dile getirilmiştir. Mısır’ın da savaştan çekilmesiyle İsrail’in karşısında şimdi sadece tek cephe olarak Suriye kalmıştır. 

1967 Arap-İsrail savaşı sadece cephelerde ceryan etmemiştir. Medya da bütün gücüyle bu savaşta kullanılmıştır. Araplarla İsrailliler radyo ve televizyonlarında 
savaşı kendi açılarından ele almış, ele geçirdikleri savaş esirlerinin resimlerini kullanmışlardır. Türk basınında da bu resimlere savaş boyunca rastlanmaktadır. 
Arap ve İsrail esirlerinin resimleri, düşürülen uçakların enkazları, savaşta ölenlerin resimleri en fazla kullanılan resimlerdir. Bu arada İsrail istihbaratı da her fırsatı çok iyi değerlendirmiştir. İsrail gizli servisi 6 Haziran sabahı mahalli saatle 04.50’de Mısır Başkanı Nasır ile Ürdün Kralı Hüseyin’in bir telefon konuşması yaptığını tespit etmiştir. Konuşmada yenilginin sorumluluğunun Amerika ve İngiltere müdahalesine bağlama kararı alındığı belirtilmiştir. İsrail bu görüşmeyi düzenlediği basın toplantısında açıklamıştır (Milliyet, 9 Haziran 1967). 

Savaşta yanlışlıkla vurulan hedefler de olmuştur. Nitekim İsrail uçakları 8 Haziranda Sina Yarımadası’nın kuzeyinde bulunan Amerikan Donanması’na ait 
“Liberty” adlı gemiye yanlışlıkla saldırmış, olayda 10 Amerikalı gemici ölürken 75’i de yaralanmıştır. İsrail bu olaydan dolayı ABD’den resmen özür dilemiştir 
(Hürriyet, 9 Haziran 1967). Bu arada Amerika Akdeniz’deki 6. Filosu’nu yakından takip eden Sovyet gemisine kendisini gözetlemekten vaz geçmesi 
ihtarında bulunmuştur (Akşam, 9 Haziran 1967). 

5. Savaşın Beşinci Günü 

Ürdün’ün 7, Mısır’ında 8 Haziranda ateşkesi kabul etmesiyle İsrail, Suriye ile karşı karşıya kalmıştır. Savaşın beşinci ve altıncı günleri Suriye cephesinde 
geçmesine rağmen, gazetelerde bu cepheden ziyade Mısır ile ilgili haberler daha geniş yer almıştır. Milliyet ve Tercüman “Nasır İstifa Etti.” başlığını kullanırken, 
Akşam “Nasır Düşürüldü.” diye başlık atmıştır. Akşam gazetesi bu başlığın altında verdiği haberde Nasır’ın düşürülmediğini, istifa ettiğini yazarak kendi 
kendizi tekzip etmiştir. 

Mısır Devlet Başkanı Nasır, 9 Haziran akşamı radyo ve televizyondan yaptığı konuşmada, “ağır bir yenilgiye uğradıkları”nı ifadeyle “Hükûmet ve ordudaki 
bütün resmî görevlerimi kesinlikle bırakmaya ve halkın saflarına dönerek, görevime onlarla birlikte devam etmeye karar verdim.” diyerek istifasını açıklamıştır (Tercüman, 10 Haziran 1967). Nasır, yenilgideki sorumluluğu üzerine almakla birlikte, yenilmelerine İsrail’e Amerika ve İngiltere’nin yardım etmelerinin sebep olduğunu da belirtmiştir (Milliyet, 10 Haziran 1967). Nasır’ın istifasıyla birlikte Mareşal Amr ve Savunma Bakanı Şemseddin Badran da görevlerinden çekilmiştir. Başkan Nasır’ın istifa haberinden sonra halk sokaklara dökülmüş, Kahire’de “Nasır’ı İstiyoruz. Emperyalizm Kahrolsun!” sloganlarıyla gösteriler yapmışlardır. Gösterilerin ülke geneline yayılması üzerine Nasır, 10 Haziranda istifasını geri almıştır. 

Basında yer alan savaş haberleri arasında Mısır, Suriye, Ürdün, Kuveyt, Cezayir, Irak, Sudan, Suudi Arabistan, Fas, Libya, Lübnan ve Yemen’den oluşan 
12 Arap devleti ile İsrail arasında yapılan savaşın “84 saat” sürdüğü, ateşkesi Kuveyt ve Cezayir’in kabul etmediği hatta Cezayir’in “Ya zafer ya ölüm!” 
parolasıyla hareket ettiği belirtilmiştir (Tercüman, 10 Haziran 1967). Cezayir her ne kadar böyle demiş olsa da savaş bitmiş şimdi sıra diplomasi savaşına gelmiştir. 

İsrail’in, Mısır’ın ateşkesi kabul etmesiyle Suriye cephesiyle karşı karşıya kaldığını daha önce belirtmiştik. İsrail masaya oturmadan önce güçlü oturabilmek için planladığı hedeflere ulaşmaya çalışmıştır. 9 Haziran sabahı Suriye cephesinde saldırıya geçen İsrail, akşama doğru bu cephede birçok gedikler açmıştır (Akşam, 10 Haziran 1967). BM üçüncü defa tarafları ateşkese davet etmiştir. 

İsrail’in ateşkesi kabul etmemesi üzerine Sovyetler Birliği, Moskova’da bir komunist zirvesi toplamıştır. Zirveye Sovyetlerin yanı sıra Bulgaristan, 
Macaristan, Doğu Almanya, Polonya ve Yugoslavya Komunist Parti liderleri ile Sovyetler Birliği Başbakanı Aleksi Kosigin de katılmıştır. Zirve sonucunda İsrail 
birliklerinin Arap topraklarından 1949 sınırına çekilmesi istenmiş, aksi takdirde bazı zorlayıcı tedbirlere başvurabilecekleri ihtarı yapılmıştır (Hürriyet, 10 
Haziran 1967). 

Bu notaya rağmen İsrail, işgal ettiği yerlerde yerleşmeye yönelik hareketler içine girmiştir. İşgal ettiği Kudüs’e vali tayin etmiş, bu vali Kudüs’te bütün dini 
faaliyetlere izin verileceğini açıklamıştır. İsrail Kudüs’teki dini tapınakları tamir etme kararı almış, bu amaçla Kudüs Belediyesi 20 milyon dolar para ayırmıştır 
(Milliyet, 10 Haziran 1967). İsrail Enformasyon Bakanı Galili, İsrail’in savaş alanında kazandığını siyaset alanında kaybetmeyeceğini söylemiştir. Galili 1949 
anlaşmasıyla İsrail’in “katlanmak zorunda kaldığı” “gayri mantıki” bir sınırın ortaya çıktığını şimdi ise bu sınırların kesin bir şekilde tespit edilmesi gerektiğini 
ifade etmiştir. İsrail Eski Başbakanı Ben Gurion’da İsrail’in acil olarak ele geçirdiği Hebron (Halilürrahman) bölgesinde, Şeria nehrinin batı kıyısında, 
Kudüs’te yerleşim yerleri kurulmasını istemiş, bu suretle “Yahudilere ait olan bu topraklardan çıkmamaya kararlı” olduklarının dünyaya gösterilmesi gerektiğini 
söylemiştir (Akşam, 10 Haziran 1967). İsrail, başta Kudüs olmak üzere işgal ettiği yerlerden çıkmayacağını pek çok kez ifade etmiştir. İsrail’in bu tavrı Arapların iddia ettikleri “İsrail’in emperyalist emeller peşinde koştuğu” iddialarına hak kazandırmaktadır. İsrail’in başka taleplerde de bulunacağı haberleri “uzlaşmanın güç olacağını” göstermektedir (Milliyet, 10 Haziran 1967). 

Türk basını savaşın beşinci gününde, artık kazananın belli olmasından dolayı savaşın başka boyutlarıyla da ilgilenmeye başlamıştır. Nitekim basına göre bu 
savaş 10 milyar dolara mal olmuş, savaşta 650 uçak, 850 tank tahrip edilmiştir. Savaşta sadece Ürdün’ün insan kaybı 15. 000’den fazladır (Milliyet, 10 Haziran 1967). 

6. Savaşın Altıncı ve Son Günü: 

Basında savaşın son günü yani 10 Haziran ile ilgili haberler İsrail-Suriye savaşı ve Nasır’ın istifasını geri almasıyla ilgilidir. 

İsrail, 10 Haziran sabahı yeniden harekete geçmiş, Kuneytra şehrini ele geçirmiş ve böylece Şam’a yaklaşmıştır (Zafer, 11 Haziran 1967). Şam Radyosuna göre 
İsrail bu savaşta “napalm bombası” kullanmak suretiyle Kuneytra’yı almıştır (Akşam, 11 Haziran 1967). Sovyetler Birliği İsrail’i saldırgan taraf olarak ilan 
etmiş, Araplara karşı saldırıya girişmiş olmakla resmen suçlamıştır. İsrail, BM’nin üçüncü defa yaptığı ateşkes çağrısını kabul ettiğini Türkiye saatiyle 17.00’da 
açıklamış (Milliyet, 11 Haziran 1967), böylece altı gün süren savaş sona ermiştir. 

Savaşın son günü ile ilgili basında yer alan diğer bir haber de Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın istifasını geri almasıdır. Nasır, “yalvarma nümayişleri” 
karşısında dayanamamış ve “istifada kararlıydım. Fakat milletin dinleyememezlik edemeyeceğim sesi karşısında görev başında kalmayı kararlaştırdım” diyerek 
istifasını geri almıştır (Milliyet, 11 Haziran 1967). Nasır’ın istifasını geri almasında Sovyet liderlerinin etkili olduğu iddia edilmiştir (Akşam, 12 Haziran 1967). 


7. Savaş Sonrası: 




Türk basınında savaş sonrası değerlendirmeler, İsrail ve Arapların istekleri, BM toplantısı ile ilgili konular yer almıştır. Tebliğimizin konusu “altı gün” savaşları ile sınırlı olduğundan burada Türkiye’nin tutumunun anlaşılmasında faydası olması açısından kısa bir özet verilmiştir. 
Türk basını savaş sonrası yaptığı değerlendirmelerde artık savaşın İsrail tarafından başlatıldığını kesin bir şekilde ifade etmektedir. İsrail’in hedefe 
ulaşmak için “fazla ölü” vermekten çekinmediği, sivil halka ateş açtığı ve napalm bombası kullandığı iddia edilmiştir (Akşam, 11 Haziran 1967). Basında 
yer alan haberlerden biri İsrail’in barış şartlarıdır. Buna göre İsrail, Kudüs’ün tamamı, Süveyş’ten serbest geçiş, Akabe Körfezi’nden istifade etme şartlarını 
öne sürecektir (Hürriyet, 12 Haziran 1967). Başka bir habere göre ise İsrail, tüm Araplar tarafından tanınması ve 1949’daki sınırın yeniden gözden geçirilmesi 
taleplerinde bulunacaktır (Milliyet, 12 Haziran 1967). Haberlere göre İsrail’in toprak talebinin olacağı aşikârdır. Nitekim İsrail Başbakanı Eşkol, parlamentoda 
yaptığı bir konuşmada; “hiç kimse eski duruma döneceğimizi sanmasın. Eski duruma dönmeyeceğiz.” ifadeleriyle bu isteği belirtmiştir (Milliyet, 13 Haziran 
1967). Savunma Bakanı Moşe Dayan da İsrail’in Gazze ve Batı Ürdün’den asla çekilmeyeceği, serbest geçiş hakkı verildiği takdirde Süveyş ve Akabe 
Körfezi’nden çekilebileceklerini söylemiştir (Akşam, 13 Haziran 1967). 

Savaşı kaybeden Arap ülkeleri Sovyetler Birliği’nin yardımıyla masada kazanmak düşüncesindedir. Nitekim Sovyetlerin BM Güvenlik Konseyi’ne 
sunduğu “İsrail saldırısının yerilmesi” teklifi 11 çekimsere karşı 4 oyla reddedilmiştir. “İsrail kuvvetlerinin işgal ettikleri Arap topraklarından derhâl 
ve hiçbir şart ileri sürmeden çekilmesi” teklifi ise bu defa 9 çekimsere karşı 6 oyla reddedilmişti (Milliyet, 15 Haziran 1967). Bunun üzerine Sovyetler Birliği, 
BM Genel Kurulu’nun toplantıya çağrılmasını istedi. 17 Haziranda toplanan BM Genel Kurulu, 5 Temmuz’a kadar 25 toplantı yapmış, hiçbir neticeye varamamakla birlikte mülteciler meselesi ve Kudüs ile ilgili bazı kararlar almıştı. İsrail barış şartları içinde Kudüs’ün bir Musevi şehri olarak kabulünü istiyordu (Zafer, 19 Haziran 1967). İsrail, Kudüs’te bir dizi yeni düzenlemeler yapmış, böylece Kudüs’ü kendi toprağı saymıştı. İsrail’in bu kararı sert tepkilere neden olmuş, Amerika dahi eski Kudüs’ün ilhakını tanımamıştır (Tercüman, 30 Haziran 1967). BM Kudüs’teki yeni düzenlemeleri kabul etmemiştir. 

Sovyetler Birliği Başbakanı Kosigin ile ABD Başkanı Johnson sorunu çözmek amacıyla bir araya gelmişler ancak, sorunu çözmede başarılı olamamışlardır 
(Tercüman, 25-26 Haziran 1967). 

Savaşın kayıpları ile ilgili basında çıkan haberlere baktığımızda; İsrail 679 ölü, 255’i ağır olmak üzere 2563 yaralı vermiştir (Akşam, 13 Haziran 1967). Mısır’ın 
kayıpları resmen açıklanmamakla birlikte Sina yarımadasının ceset dolu olduğu ve bu cesetlerin bir kısmını akbabaların yediği (Hürriyet, 14 Haziran 1967), 10. 
500 esir verdiği, işgal edilen Ürdün topraklarından 130.000 Arabın Doğu’ya göç ettiği belirtilmiştir (Tercüman, 16 Haziran 1967). 

1967 Arap-İsrail savaşı Türk basınında iç siyasi gelişmeler ve Menderes’in mirası haberleri nedeniyle 11 Hazirandan itibaren manşet olma özelliğini 
kaybetmeye başlamıştır. 21 Hazirandan itibaren ise ara sıra manşet olmakla birlikte haberler genellikle kısa bir şekilde yer ayrılmıştır. 

C. Arap-İsrail Savaşı ve Türkiye 

Orta Doğu bunalımının başlaması üzerine Türkiye, sorunun barışçı yollardan çözümlenmesi taraftarı olduğunu 27 Mayıs 1967 tarihinde yaptığı bir açıklamayla belirtmiş, üstü kapalı da olsa Arapları desteklediğini bildirmiştir. 

Türkiye, 5 Haziran sabahı başlayan Arap-İsrail savaşını saat 9.00’da öğrenmiş ve hemen Bakanlar Kurulu olağanüstü toplantıya çağrılmıştır. Bir buçuk saat 
süren toplantı sonrası Başbakan Süleyman Demirel, gazetecilerin sorularını cevaplamıştır. Demirel şöyle konuşmuştur: “Türkiye bir silahlı çatışmanın içinde 
olan bir memleket değil ki tedbirler alsın. Devletlerin vecibelerinin nasıl tayin edildiği bellidir. Türkiye’nin vecibelerinin ne olduğunu da bütün Türkiye efkâr-ı 
umumiyesi bilmektedir. Herkes işine gücüne devam etsin. Orta-Doğu bölgesinde daha önce başlamış olan ihtilaf, bir silahlı çatışma hâline gelmiştir. Ümit ederiz 
ki bu silahlı çatışma, kısa zamanda sulha çevrilebilsin. Hükûmet olayları gayet dikkatle takip ediyor. Tabii ki takibe devam edecektir.” 

Demirel, konunun Millî Güvenlik Kurulu’nda görüşülmesinin söz konusu olmadığını, muhalefet liderleriyle görüşülmesinin de şu anda düşünülmediğini 
söylemiştir (Hürriyet, 6 Haziran 1967). Başbakan Demirel’in sözlerine bakıldığında Türkiye’nin savaşı bir sürpriz olarak görmediği, Türkiye’nin 
savaştan etkilenmeyeceği, savaşın kısa sürede barışla sonuçlanacağı düşüncesinde olduğunu görmekteyiz. Hatta Hükûmet’in bu savaşı fazla önemli görmediği gibi bir düşünce içinde olduğunu da sorunun muhalefet ve Millî Güvenlik Kurulu’nda görüşülmesine gerek olmadığı sözlerinden anlayabiliriz. Ancak ilerleyen tarihlerde sorun mecliste ve Millî Güvenlik Kurulu’nda da ele alınacaktır. 

Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, savaş hakkında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bilgi vermek için Çankaya Köşkü’ne gitmeden önce gazetecilerle 
görüşmüş, Suriye sınırına askerî yığınak yapılmayacağını, Arapların Türkiye’den bir taleplerinin olmadığını söylemiştir. Çağlayangil, Türkiye’nin savaşa karşı bir 
tedbir alıp almayacağını soran basın mensuplarına “Türkiye’ye bir tecavüz mü var?” sorusuyla karşılık vermiş, bu konuda alınan bir karar olmadığını bildirmiştir. Nato’nun alarma geçeceği hakkındaki haber için de böyle bir durumun olmadığını belirtmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Ayrıca Türkiye’deki üslerin Araplara karşı kullanılmasında herhangi bir “emrivakiyle” karşılaşılmayacağını da ifade etmiştir (Cumhuriyet, 6 Haziran 1967). Çağlayangil, gazetecilerin sorularını cevapladıktan sonra Cumhurbaşkanıyla görüşmek üzere Çankaya Köşkü’ne gitmiştir. 

İhsan Sabri Çağlayangil, aynı gün Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada milletvekillerine Türkiye’nin savaş karşısındaki tutumunu anlatmıştır. Çağlayangil: “Hükûmetimiz birkaç hafta evvel başlayan buhranın silahlı bir çatışmaya müncer olmaması ve ihtilafın diplomasi yolu ile sona erdirtilmesi gayesiyle elinden gelen gayreti sarf etmiş ve bu maksatla ilgili taraflar nezdinde gerekli itidal tavsiyesinde bulunmuştur. Bu gayretimiz 27 Mayıs tarihli Hükûmet açıklamasında belirtilen esaslar çerçevesinde yürütülmüştür. Gerek müttefiklerimizle, gerek komşularımızla bu mesele üzerinde geniş görüş teatisinde bulunulmuştur. Bu buhranın geniş ihtilaflara meydan vermeden kısa bir zamanda yatışacağını ümit ve temenni ediyoruz.” diyerek, buhran hakkında müttefiklerle görüşmeler yapıldığını, durumun yakından ve dikkatle takip edildiğini söylemiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Dışişleri Bakanı aynı görüşü 6 Haziranda Senato’da yaptığı konuşmada da tekrarlamıştır. Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil gibi Başbakan Demirel de Cumhurbaşkanı’na bilgi vermek üzere Çağlayangil’den sonra saat 17.00 de Çankaya Köşkü’ne gitmiştir (Hürriyet, 6 Haziran 1967). Bu arada Dışişleri Bakanlığı Orta Doğu’daki Türk vatandaşları nın durumlarının iyi olduğunu ve yakından izlendiğini kamuoyuna bildirmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). 

Bakanlar Kurulu 6 Haziran gecesi üç saat kırkbeş dakika süren ve gece saat 0. 45’te sona eren bir toplantıyla Orta Doğu savaşını görüşmüştür. Toplantı sonrası 
Hükûmet sözcüsü Seyfi Öztürk gazetecilerin sorularını cevaplamıştır. Seyfi Öztürk, “Türkiye’nin müsaadesi olmadan Amerikan üslerinin asla kullanılamayacağını” tekrarlamış ve “Tutumumuza tarafsızlık denemez, taraflılık da. Barışın tesisi için bütün gücümüzle çalışıyoruz. Gayet vakur, vatanperver bir tutum içindeyiz” demiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Bu ifadelerle Hükûmet savaş karşısındaki tavrının tarafsızlık olmakla birlikte 27 Mayıstaki bildiride de açıklandığı gibi Araplara yakın olduğunu tekrarlamıştır. 

Orta Doğu’daki savaş Bakanlar Kurulu toplantısının yanı sıra 8 Haziranda Genelkurmay Başkanlığı’nda düzenlenen bir toplantıda da görüşülmüştür. Kara ve Deniz Kuvvetleri Komutanlarının yurt dışında olmalarından dolayı katılamadıkları toplantıda konu ayrıntılı bir şekilde görüşülmüş, Cumhurbaşkanına savaş hakkında bilgi verilmiştir. Toplantıda Türkiye’nin savaş karşısında aldığı ve alması gerekli tedbirler görüşülmüştür (Akşam, 9 Haziran 1967). 

Türkiye’deki siyasi partiler de Orta Doğu’daki savaş karşısında Hükûmetin tarafsızlık politikasını desteklemişlerdir. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü basına 
verdiği bir demeçte, “Orta Doğu’da İsrail’le Arapların barış içinde yaşamaları bizim başlıca dileğimizdir” demekte ve Türkiye’nin “tam bir tarafsızlık” 
göstermekle bölge barışına hizmet edebileceğini belirtmektedir (Akşam, 7 Haziran 1967). Yeni Türkiye Partisi Genel Başkanı İrfan Aksu ile Türkiye 
İşçi Partisi Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, Türkiye’nin tarafsız kalmasını desteklediklerini ancak, Türkiye’deki üslerin kullanılamayacağının kesin bir dille 
Amerika ve Nato’ya bildirilmesini istemişlerdir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Millet Meclisi’nde 7 Haziran günü yapılan görüşmede Arap-İsrail savaşı ile Amerika 
ve Sovyetler Birliği’nin bölge üzerindeki tutumları görüşülmüştür. Gündem dışı yapılan konuşmalarda partileri adına konuşan milletvekilleri partilerinin yukarıda 
belirtilen düşüncelerini tekrarlamışlardır (Milliyet, 8 Haziran 1967). 

Savaş hakkında Türkiye’deki tartışmaların odak noktasını ülkedeki üslerin kullandırılmaması konusu teşkil etmektedir. Basında bu konu hakkında pek çok 
haber çıkmış, bazen üslerin kullanıldığına dair “Amerikalılar İncirlik’e paraşütçü indirdi.” gibi (Akşam, 7 Haziran 1967) haberler de yer almıştır. Hükûmet her gün üsler konusunda açıklama yapmak zorunda kalmış, bu haberlerin asılsız olduğunu, üslerin kullandırılmayacağını tekrarlamıştır. Nitekim Çağlayangil, 7 Haziranda Millet Meclisi’nde yapılan gündem dışı konuşmalara 8 Haziranda cevap vermiş, Türkiye’deki üslerin asla kullanılmayacağını belirtmiştir (Akşam, 9 Haziran 1967). Basında üslerle ilgili çıkan bazı yorumlarda Amerika ve Nato’nun bu üsleri kullanamayacağı, çünkü sorunun bir “komunizm” sorunu olmadığı, Amerika’nın Kıbrıs meselesinde Türkiye’ye bunu bahane göstererek yardım edemeyeceğini yazdığı belirtilmiştir (Milliyet, 8 Haziran 1967). 

Arap-İsrail Savaşı’nda tarafsız kalan Türkiye, savaşın ekonomik boyutundan az da olsa etkilenmiştir. Arap Devletlerinin Batı’ya petrol sevkiyatını durdurması 
karşısında Başbakan Demirel, Türkiye’de akaryakıt sıkıntısının olmayacağını söylemiştir (Tercüman, 7 Haziran 1967). Arapların petrol boykotu hatırlanacağı 
gibi Türkiye’yi kapsamamaktadır. Ancak yinede Arapların petrol boykotuTürkiye-İran boru hattının önemini göstermiştir (Milliyet, 8 Haziran 1967). 

Akaryakıt sıkıntısı çekilmemekle birlikte, ülke genelinde 6 Haziran sabahından itibaren pirinç, un, fasulye gibi bazı gıda maddelerinin fiyatlarında 50 ile 100 
kuruş arasında bir artış olmuştur (Akşam, 7 Haziran 1967). 

Arap-İsrail Savaşı’nın şiddetlenmesi üzerine Dışişleri Bakanlığı, 6 Haziranda Mısır, Ürdün, Irak, Suriye ve İsrail’deki büyükelçilik mensuplarının ailelerinin 
derhâl Türkiye’ye gönderilmesini istemiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Bu arada Orta Doğu ülkelerinde bulunan Türk vatandaşları da Türkiye’ye dönmeye 
başlamışlardır. Bunun yanı sıra Orta Doğu’daki bin kadar Amerikan vatandaşı da havayoluyla İstanbul ve Ankara’ya gelmişlerdir (Akşam, 8 Haziran 1967). 

Türkiye savaşın sonucunun belli olması üzerine Orta Doğu bunalımında Araplardan yana olduğunu belirten açıklamalarda bulunmuştur. Nitekim Dışişleri 
Bakanı Çağlayangil, Türkiye’nin “Kuvvet istimali suretiyle arazi kazancı sağlanması veya pozisyon takviyesi yoluna gidilmesine karşı” olduğunu 10 
Haziranda ilan etmiştir (Akşam, 11 Haziran 1967). Dışişleri Bakanlığı basın sözcüsü yardımcısı Fasuh Celiloğlu da yaptığı açıklamada, bakanın sözlerini 
tekrarlamış ve bu görüşün ilgili devletlerle İsrail’e bildirildiğini söylemiştir (Akşam, 14 Haziran 1967). Sözcü aynı zamanda Akşam gazetesinde çıkan “işgal ettiği yerleri terk etmesi için İsrail’e sert bir nota verdik” haberinin de asılsız olduğunu belirtmiştir (Milliyet, 14 Haziran 1967). 

Orta Doğu buhranında barışı savunan Türkiye, bu tavrını Sovyetler Birliği’nin BM Genel Kurulu’nu olağanüstü toplantıya çağıran teklifini de desteklemekle 
göstermiştir (Cumhuriyet, 17 Haziran 1967). İsrail ve Arap delegelerinin Türkiye’yi kendi taraflarına çekmek için yarışa giriştikleri BM Genel Kurulu’nda 
22 Haziranda yaptığı konuşmada Dışişleri Bakanı Çağlayangil, Türkiye’nin zor kullanılarak toprak kazanımlarını kabul etmeyeceğini belirterek, “Genel 
Kurul’un İsrail kuvvetlerinin işgal ettikleri topraklardan geri çekilmesi hususunda ısrar etmesi gerekmektedir “demiştir (Kürkçüoğlu, 1972: 156). Türkiye Genel 
Kurul’daki oylamalarda da Araplardan yana oy kullanmıştır (Olaylarla..., 1987: 536). 

Arap-İsrail savaşında Hükûmetin resmi tarafsızlık politikasına rağmen, üniversite öğrencileri Arapları desteklemiştir. Savaş öncesi daha önce de 
belirttiğimiz gibi üniversite gençliği bir bildiriyle Arapları desteklediğini açıklarken, savaş döneminde de 7 Haziran tarihinde yayınlanan başka bir bildiriyle Türk gençliğinin Arapları desteklediği tekrarlanmıştır (Akşam, 8 Haziran 1967). Savaş sonrası 24 Haziranda bir grup üniversite öğrencisi Amerika’yı protesto için İstanbul Üniversitesi önünde toplanıp oradan Taksim’e yürümüştür. Bu gösteri gazetelerde çok kısa yer almış, Tercüman gazetesi “Amerikan aleyhtarı miting ilgi görmedi” derken (Tercüman, 25 Haziran 1967), Hürriyet“Amerikan aleyhtarı miting hadisesiz geçti.” başlığını kullanmıştır (Hürriyet, 25 Haziran 1967). Bu arada Mısır’ın Ankara Büyükelçisi 13 Haziranda Türk milletine “özellikle Türk öğrenci birliklerine” kendilerine olan desteklerinden dolayı teşekkür etmiştir (Milliyet, 14 Haziran 1967). 

Türkiye’nin buhran boyunca tarafsızlığı ön planda olmakla birlikte Araplardan yana olan tavrı savaş sonrasında da sadece BM’de Arapları desteklemek şeklinde olmamıştır. Türkiye, Arap ülkelerine savaş sonrası Kızılay aracılığıyla yardım malzemesi göndermiştir. İlk önce savaşta en fazla kayba uğrayan Ürdün’e ilaç, gıda ve giyim malzemesini ihtiva eden bol miktarda yardım ulaştırılmıştır. Ürdün’e yapılan bu yardımı Suriye ve Mısır’a yapılan yardımlar izleyecektir (Tercüman, 14 Haziran 1967). 

SONUÇ 

İsrail’in 5 Haziran 1967 sabahı ani bir hava saldırısıyla Mısır uçaklarının çok büyük bir kısmının yerde imhasıyla başlayan 1967 Arap-İsrail savaşı ile ilgili Türk basınındaki haberler savaş öncesi yer yer manşetten verilirken, savaşla birlikte tamamen manşetten verilmeye başlanmıştır. Savaşın sona ermesiyle birlikte konu basında önemini yitirmeye başlamış, haberler yine birinci sayfada verilmekle birlikte manşet olma vasfını kaybetmiştir. Savaş basında olduğu gibi aktarılmış, haberlere yorum katılmamıştır. 

Türk basınının savaşa hazırlıksız yakalandığını iddia edebiliriz. Zira 5 Haziran günü savaş başlamış olmasına rağmen gazetelerde yer alan köşe yazılarının 
birçoğunda savaştan bahsedilmemektedir. Yorumlar 6 Hazirandan itibaren başlamış, bu yorumlar genel değerlendirmeler çerçevesinde yapılmıştır. 

Gazetelere bakarak Türk halkının tavrını tespit etmek oldukça zordur. Hükûmetin, siyasi partilerin tavrı belirgin olmakla birlikte, sadece öğrenci 
birliklerinin bildiri yayımlaması savaş sonrası İstanbul’daki miting haricinde halkın tavrını gösterecek bir haber yayınlanmamıştır. Basında sadece, 
Çanakkale’de bir Yahudinin “Kabe’ye giderken elimizi öpeceksiniz.” dediğinin iddiası üzerine çıkan olaylar hakkında bilgi verilmiştir (Zafer, 15 Haziran 1967). 
Hükûmet ve siyasi partiler tarafsızlığı savunmakla birlikte Araplardan yana bir tavır sergilemişlerdir. Bu aslında Araplardan yana bir tavırdan ziyade olması 
gereken bir tavırdır. Sürekli barışı ve sorunun barışçı yollardan çözümlenmesini isteyen Türkiye, savaş döneminde de bir an önce barış yapılması taraftarı olmuştur. 

İsrail’in geniş toprak kazanımlarına karşı çıkarak zorla toprak kazanımını kabul etmemiştir. 

Basında Müslümanlarca da önemli olan Kudüs’le ilgili savaş haberleri dışında başka bir haber yoktur. İsrail’in Kudüs’ü işgali normal bir haber olarak 
yer almıştır, diyebiliriz. Bazı gazetelerde sürmanşet hâlinde verilmesine rağmen başlığın içeriği savaş haberlerinden öteye geçmemiştir. Türk basını daha ziyade iç politik meselelerle ilgilenmiş, “ortanın solu” ve “Menderes’in vasiyeti” mevzuları daha fazla yer bulmuştur. Kudüs ile ilgili yazılan bazı yorumlarda da şehrin tarihî süreci anlatılmış üç din tarafından da kutsal olduğu ifade edilmiştir. İsrail’in Kudüs’ü kendi topraklarına katmasının yanlış olduğu belirtilmiştir (Zafer, 4 Temmuz 1967). 

Sonuç itibarıyla Türk basını, her ne kadar yapılan yayınların “İsrail’i destekler” nitelikte olduğu iddia edilse bile (Zafer, 23 Haziran 1967), 
Hükûmetin tavrına paralel olarak tarafsız bir yayın yapmış, olayları yorumsuz aktarmıştır. 

KAYNAKÇA 

a. Kitaplar 

Arap Büyükelçilerinin Müşterek Tebliği, (1967), İstanbul, Aksiseda Matbaası. 
Arap Mültecileri Meselesi, (1967), Ankara, İsrail Enformasyon Servisi. 
Armaoğlu, Fahir, (1994), Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları (19481988), 3. Baskı, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 
Erendil, Muzaffer, (1979), Arap-İsrail Hapleri ve Bu Harplerden Alınacak Dersler, Ankara, Gelenkurmay Basımevi. 
İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban’ın 19 Haziran 1967 Günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Yaptığı Konuşmanın Metni, (1968), Ankara, İsrail 
Enformasyon Servisi. 
Konferans Broşürü, (1975), Ankara, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Harp Tarihî Başkanlığı. 
Kürkçüoğlu, Ömer E., (1972), Türkiye’nin Arap Orta Doğu’suna Karşı 
Politikası (1945-1970), Ankara. 
Olaylarla Türk Dış Politikası, (1987), C. I, Ankara. 
Millî Türk Talebe Birliğinin Bildirisi, (1967), İstanbul. 

b. Gazeteler 
Akşam 
Cumhuriyet 
Hürriyet 
Milliyet 
Tercüman 
Zafer 

http://www.ayk.gov.tr/wp-content/uploads/2015/01/OMURBEKOV-T.-N.-%D0%9E%D0%9C%D0%A3%D0%A0%D0%91%D0%95%D0%9A%D0%9E%D0%92-%D0%A2.-%D0%9D.-%D0%A0%D0%BE%D0%BB-%D1%8C-%D0%B8-%D0%BC%D0%B5%D1%81%D1%82%D0%BE-%D0%B2%D1%8B%D0%B4%D0%B0%D1%8E-%D1%89%D0%B8%D1%85%D1%81%D1%8F-%D0%BB%D0%B8%D1%87%D0%BD%D0%BE%D1%81%D1%82%D0%B5%D0%B9-%D0%B2-%D0%B8%D1%81%D1%82%D0%BE%D1%80%D0%B8%D0%B8-%D0%9A%D1%8B%D1%80%D0%B3%D1%8B%D0%B7%D1%81%D1%82%D0%B0%D0%BD%D0%B0-XIX-%D0%B2..pdf



***

TÜRK BASININDA 1967 ARAP-İSRAİL SAVAŞI BÖLÜM 1

TÜRK BASININDA 1967 ARAP-İSRAİL SAVAŞI BÖLÜM 1




Kenan OLGUN 
TÜRKİYE

ÖZET 

1967 yılında yaşanan Arap-İsrail savaşı “6 Gün” savaşı olarak da anılmaktadır. İsrail’in ani bir hava saldırısı sonucu başlayan savaş, ilk gün Mısır hava 
kuvvetlerinin imhasıyla sonuçlanmış, hava üstünlüğünü ele geçiren İsrail bu avantajını çok iyi kullanmıştır. Bu çalışmada 6 gün süren ve İsrail’in, Mısır, 
Suriye ve Ürdün’e karşı yaptığı savaşta topraklarını birkaç misli genişletmesi ve ayrıca bu savaş neticesinde Kudüs’ün İsrail’in eline geçmesinin Türk kamuoyu 
tarafından nasıl görüldüğü incelenecektir. 

Anahtar Kelimeler: 1967 Arap-İsrail Savaşı, Kudüs, İsrail, Orta Doğu, Mısır,Kenan OLGUN,  



GİRİŞ 

İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948 yılından itibaren Orta Doğu’da bir Arapİsrail sorunu başlamış, konumuz olan 1967 yılına kadar bu sorun, 1948 ve 1956 
yıllarında olmak üzere iki defa savaşa dönüşmüştür. İsrail Devleti’nin kurulması sonrası başlangıçta gerilla mücadelesi şeklinde başlayan çatışmalar, gittikçe 
büyüyerek çevredeki Arap devletlerinin savaşa girmesine yol açmış, Araplar bu savaşa birlikte katılmak suretiyle beraberlik göstermişlerdir (Erendil, 1979: 9). 
1956 Süveyş Savaşı’nın Arap-İsrail meselesi ile doğrudan bağlantısı yoktur (Armaoğlu, 1994: 115). Mısır’da General Necip ve arkadaşları bir darbeyle 
1952 yılında Mısır Kralı Faruk’u ülkeden uzaklaştırmışlardır. 1954’te iktidarı ele geçiren Albay Cemal Abdül Nasır İngiltere’nin Süveyş Kanalı’ndan çekilmesini 
istemiştir. 26 Temmuz 1956 tarihinde de Mısır Süveyş Kanalı’nı millîleştirmiştir. 

Kanalın millîleştirilmesi buradaki çıkarlarına ters düşen İngiltere ve Fransa’yı birbirlerine yaklaştırmış, Mısır’a karşı ortak bir harekâta girişmelerine neden 
olmuştur. İsrail, İngiltere ve Fransa’nın Mısır’a karşı başlattığı harekâta paralel olarak 29 Ekim 1956’da harekete geçmiş, beş gün içinde Sina yarımadasının 
büyük bir bölümünü işgal etmiştir. Savaş, Birleşmiş Milletler ve Amerika’nın baskısı üzerine 7 Kasım 1956 tarihinde sona ermiştir. İsrail, görüşmelerden sonra işgal ettiği bölgeleri 6 Mart 1957’den itibaren terk etmiş, bu bölgelere Birleşmiş Milletler barış gücü yerleştirilmiştir (Konferans Broşürü, 1975: 53). 

1956 savaşının gerçek sebebi Fahir Armaoğlu’nun da ifade ettiği gibi “Nasır’ın Arap dünyasının liderliğine oynaması, ‘Pan Arabizm’ veya ‘Arap Milliyetçiliği’ 
politikası ve bu liderliğin ve politikanın Batı’nın bölgedeki çıkarlarına ters düşmesi”dir (Armaoğlu, 1994: 115). 1967 Arap-İsrail Savaşı Araplarla İsrail 
arasındaki üçüncü savaştır. 

A. Savaş Öncesi Durum 

1956 savaşını Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır) kaybetmişti. Mısır Devlet Başkanı Nasır, bu savaşı İngiltere ve Fransa’nın İsrail’in yanında yer almasından 
dolayı kaybettiklerini düşünüyordu. Oysa İsrail’e yardım yapılmamış olsaydı yenilmesi muhakkaktı. Bu amaçla Nasır, iyice hazırlanmadan ve milletlerarası 
atmosfer müsait hâle gelmeden İsrail’le savaşmamaya dikkat etmiştir (Armaoğlu, 1994: 240). 

1. Savaşın Nedenleri 

1967 Mayısında Orta Doğu’daki kuvvetler dengesi, Arapların lehineydi. Zira İsrail’in yanında yer alan ABD’nin bir Vietnam sorunu vardı. Ayrıca İngiltere ve 
Fransa’nın da silahli desteğini uluslararası şartlar gözönünde bulundurulduğunda İsrail’in elde etmesi zordu (Kürkçüoğlu, 1972: 141). Oysa Sovyetler Birliği, 
1955’ten beri Arapların yanındaydı. Onları devamlı bir surette silahlandırıyor, askerî eğitim için uzman desteği sağlıyordu. Araplar 1967 savaşı öncesi silah ve 
teçhizat bakımından İsrail’den üstün konumda gözüküyorlardı. 

Araplara göre 1967 savaşının sebebi; “İsrail’i çeviren Arap Devletlerinin topraklarına karşı” İsrail tarafından gerçekleştirilen “zalim saldırı ve kışkırtma” 
hareketleriydi. Araplar savaşın en önemli sebeplerinden biri olarak 1948 yılından beri var olan “Arap mülteciler meselesi”ni göstermekteydi. İsrail’in kurulması 
sonrası İsrail topraklarında yaşayan binlerce Filistinli yurtlarını terk etmek zorunda kalmış, çevredeki Arap ülkelerine sığınmıştı. Bu göçmenler Arap Devletlerinden İsrail’e saldırılar düzenlemekteydi. Türkiye’deki Arap Büyükelçilerinin 27 Mayıs 1967 tarihinde yayınladıkları ortak bildiriye göre Filistinlilerin bu saldırıları “Arap ülkesinin iradesinden uzak olarak” gerçekleştirilmekteydi. 

Filistinlilerin “ Gizli olarak teşkilatlanmaları münasebetiyle” de faaliyetlerinin herhangi bir Arap Devleti tarafından kontrol altına alınması imkânsızdı 
(Arap Büyükelçilerinin…, 1967: 3-4). Türk basınında Hürriyet gazetesinde özet (Hürriyet, 28 Mayıs 1967), Zafer gazetesinde ise tam metin olarak yayınlanan 
(Zafer, 2, 3, 4 Haziran 1967) Arap Büyükelçilerinin bildirisinde; Arap Devletlerinin “milliyetçilik ve insanlık açılarından” İsrail’in içinde askerî hedefleri vurmakta ısrar eden bu “komandoların kahramanlığını” takdir etmekten de kendilerini alamadıkları ifade ediliyordu. 

Araplar, mülteciler sorunundan hareketle İsrail’i ortadan kaldırmayı düşünürken, İsrail, mülteciler meselesinin çözümlendiği düşüncesindedir. İsrail 
Enformasyon Servisi tarafından yayımlanan “Arap Mülteciler Meselesi” isimli 29 sayfalık bir kitapçıkta bu sorun “siyasal ve sosyo-iktisadi yönleri olan” bir konu 
olarak iki kısımda ele alınıyordu. İsrail, ülkesinden göç eden mültecilerin geçen süreç içinde yaşadıkları yöreye uyum sağladığı, buradaki insanlarla dinleri ve 
dillerinin bir olduğu, gelenek ve medeniyetlerinin benzediği fikrindeydi. Böylece sorunun sosyo-iktisadi kısmı “kendi kendine” çözümlenmişti. Ancak, sorunun 
siyasi kısmı Arap liderlerinin sorunu “açık tutmaya ve İsrail’e karşı bir silah olarak kullanmaya kararlı gibi” olmalarından dolayı çözümlenememişti. Buna 
rağmen İsrail, “sağduyunun galip geleceğine” inanmaktaydı (Arap Mülteciler..., 1967: 3, 28). 

İsrail’e göre İsrail’in “varolma hakkı”nın zorla reddedildiği 1967 savaşı aslında Orta Doğu’da büyük güçlerin çıkar çatışmalarının bir sonucuydu. İsrail’e 
göre Sovyetler Birliği’nin “tek taraflı politikası” bu savaşa neden olmuştu. İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban’ın 19 Haziran 1967 günü Birleşmiş Milletler Genel 
Kurulu’nda yaptığı konuşmaya göre Sovyetler Birliği, 1955 yılından beri Arap Devletlerine, 1000’den fazlası Mısır’a olmak üzere 2000 tank vermişti. 700 
modern jet avcı ve bombardıman uçağının yanı sıra yer füzeleri de temin etmişti. 1961’den beri Sovyet silahları, “Mısır’a İsrail’i fethetmek arzusunda” yardımcı olmuşlardı. Sovyetler İsrail’in niyetleri hakkında Arap Hükûmetleri nezdinde “alarm verici ve ateşleyici” raporlar yaymak suretiyle “tahrikçi” bir rol oynamıştı. Sovyetler Birliği’nin bu tavrı Arap kaynaklarında açıkça anlaşılıyordu (İsrail Dışişleri..., 1968: 21-24). 

2. Savaşa Götüren Gelişmeler 

Türk basınında “Orta-Doğu Buhranı” (Zafer), “Ortaşark Buhranı” (Tercüman) olarak isimlendirilen 1967 Arap-İsrail savaşı, Suriye ile ilgili olan gelişmeler 
sonucunda başlamıştır. 

1967 başından beri Suriye ile İsrail ilişkileri gergindi. İsrail, Filistinli gerillaların Suriye’den topraklarına girdiğini iddia ediyordu. 24 Mart 1967 tarihinde İsrail 
Genekurmay Başkanı İzak Rabin, bu saldırılar devam ettiği takdirde, Suriye’ye karşı harekete geçmenin gerekli olabileceğini söylüyordu. Nitekim iki taraf 
arasındaki gerginlik 7 Nisan 1967’de sınır savaşına dönüşmüş, hava çatışmasında 13 uçak düşmüştü (Hürriyet, 10 Haziran 1967). Bu durum karşısında İsrail Başbakanı Levi Eşkol da 14 Mayısta, Rabin’in sözlerini tekrarlamıştı (Kürkçüoğlu, 1972: 142). 

Türkiye’deki Arap Büyükelçileri de İsrail’in bu iddialarını doğrulamaktaydı. İsrail, Filistin fedailerinin hareket noktası olarak yapacakları veya faaliyetleri 
yolunda geçecekleri Arap ülkelerine saldıracağını açıklamıştı. İsrail’in bu açıklaması Araplara göre “Filistin mültecilerinin yaşadıkları bütün Arap Devletleri 
ile savaşmak istediği” anlamına gelmekteydi. Nitekim İsrail Başbakanı da Şam şehrini işgal edeceğini ilan etmişti. İsrail, Suriye sınırına büyük bir yığınak 
yapmaktaydı. Bu durum karşısında Arap Devletleri, “Suriye’yi savunmak” için birlikte hareket edeceklerini ve “herhangi bir siyonizm tehlikesine karşı” beraber 
olacaklarını ilan ediyorlardı (Arap Mültecileri..., 1967: 4-5). 

Mısır makamları İsrail’in Suriye’ye hücuma hazırlandığını ve böyle bir hücum hâlinde derhâl Suriye’nin yardımına koşmak için İsrail’e karşı harekete 
başlayacaklarını bildirmekteydiler. Doğu Bölgesi Komutanlığı’na atanan General Abdulmuhsin Murteza, birliklerinin “Yahudilere karşı kutsal bir savaş açmaya” 
hazır olduklarını belirtmişti (Hürriyet, 20 Mayıs 1967). Mısır Devlet Başkanı Nasır, 9 Haziranda yaptığı konuşmada: “Sovyetler Birliği’ndeki dostlarımız geçen ayın başında Moskova’yı ziyaret eden parlamento heyetimizi, Suriye’ye karşı bir taarruz planının mevcudiyeti hususunda ikaz etmişlerdir.” diyerek Sovyetler Birliği’nin Mısır’a, İsrail’in Suriye’ye saldıracağına dair bilgi verdiğini ifade ediyordu. 

İsrail tarafından Sovyetler Birliği, daha öncede ifade edildiği gibi savaşın başlamasında “önemli bir rol oynamakla” itham edilmektedir. İsrail Dışişleri 
Bakanı Eban, BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada Sovyetler Birliği’nin savaşta oynadığı rolü ifade etmiş, Suriye meselesinde Sovyetlerin Mısır’a 
“yanlış” bilgi verdiğini belirtmiştir. Eban, 23 Mayıs tarihli bir TASS bildirisinde; “Knesset’in Dışişleri ve Güvenlik Komitesi 9 Mayısta Kabineye Suriye’ye karşı bir 
harp harekâtı yürütmesi için özel yetkiler vermiştir. Suriye hududuna yığılan İsrail kuvvetleri harp için alarm durumuna geçirilmiştir. Memlekette genel seferberlik ilan edilmiştir” denildiğini ifadeyle “bu hikâyenin” bir tek kelimesinin dahi doğru olmadığını söylemiştir. Eban’a göre bu haberler hikâye olmakla birlikte bunların Arap ülkelerinde yayılması “alevlendirici” bir netice verilmesine neden olabilirdi (İsrail Dışişleri..., 1968: 24). 

İsrail’in Suriye ile ilgili planları hakkında Mısır’a bilgi geldiğine dair Türk basınında da yazılar çıkmıştır. 10 Haziran 1967 tarihli Akşam gazetesinde 
yayınlanan “Nasır’ı kim yanılttı?” yazısında; 13 Mayıs günü Kahire’de Mareşal Amr’ın Suriye Savunma Bakanı Hafız Esat’tan “gizli ve önemli” kaydıyla bir 
mesaj aldığı, mesajda İsrail kuvvetlerinin Suriye sınırının zayıf noktalarında toplanarak yığınak yapmaya başladığının bildirildiği ve alınan tedbirlerin 
sıralandığı belirtiliyordu. Aynı gün Nasır’a Mısır gizli servisi, İsrail’in 16 Mayıs gecesi ani bir saldırıya geçmek için yığınak yaptığını bildirmiştir. Bunun üzerine 
Nasır, “üç gün içinde İsrail’in Suriye’ye yapacağı saldırıya engel olmak ve Arap âleminde kendisine karşı olan itimatsızlığı ortadan silmek.” düşüncesiyle Mısır 
kuvvetlerini harekete geçirmiştir (Akşam, 10 Haziran 1967). Bu arada Irak, İsrail’e karşı herhangi bir Arap harekâtını destekleyeceğini Nasır’a bildirmiştir. Bunun yanı sıra Irak Savunma Bakanı General Şakir Mahmut Şükrü de gazetecilerin sorularına: “1967 yılının Filistin davası için kesin bir yıl olacağına inanıyorum. Irak ordusu şimdi tamamiyle savaş düzenindedir ve Suriye kuvvetlerinin yanı başında çarpışmalara katılmaya hazırdır.” demekle Irak’ın, İsrail’in Suriye’ye saldırması hâlinde Suriye’nin yanında olacağını bir kez daha tekrarlıyordu. 

Mısır, bu bilgilerin ışığında İsrail’e karşı bir askerî harekât yönünde ilk adımı 16 Mayısta attı. Bu tarihte Mısır’da olağanüstü hal ilan edildi ve bütün silahlı 
kuvvetlerin savaşa hazır durumda oldukları açıklandı. Bunu Ürdün, Suriye, Irak ve Kuveyt’te de olağanüstü hal ilanları izledi. 18 Mayısta Nasır, BM Genel 
Sekreteri U-Thant ile görüşerek 1956 savaşından beri Gazze ve Sina’da bulunan BM Barış Gücü’nün geri çekilmesini istedi. Bu istek olumlu karşılanarak BM 
askerleri bölgeden çekilmeye başladı. 19 Mayısta bu kuvvetlerin yerini Mısır askerlerinin alması “durumu birden bire ciddileştirmiş” ve Mısır-İsrail sınırında 
“harp tehlikesine” neden olmuştu (Hürriyet, 20 Mayıs 1967). 

İsrail, BM Barış Gücü askerlerinin geri çekilmesini, İsrail’in askerî güvenliğine ve hayati deniz hürriyetine karşı meydana gelecek “zarar” nedeniyle kendi fikrinin 
alınmadan yapılmasına karşı çıkmıştı. İsrail BM’nin barışı koruma faaliyetleriyle ilgili tutumunun “bu tecrübeyle sarsıldığı” düşüncesindeydi. İsrail’e göre BM 
askerlerinin çekilmesi “ilk dumanlar ve alevler belirir belirmez ortadan kaybolan itfaiyecilerin durumuna” benzetilmekteydi (İsrail Dışişleri…, 1968: 11-12). İsrail 
BM’nin “barışı koruma “işlevini kaybettiğini düşünürken, Arap Devletleri, BM askerlerinin çekilmesinin nedenini İsrail’in bir saldırısı karşısında bu askerlerin 
“selametini korumak.” olarak belirtiyorlardı (Arap Büyükelçilerinin..., 1967: 5). 

21 Mayıs 1967 tarihinde Mısır’da bütün ihtiyatlar askere çağrılmış, genel seferberlik ilan edilmişken (Hürriyet, 22 Mayıs 1967) İsrail’de ise kısmi 
seferberlik ilan edilmiştir. Orta Doğu’da durumun iyice gerginleşmesi üzerine ABD Başkanı Johnson, Sovyetler Birliği Başbakanı Aleksandır Kosigin’e gizli 
bir mesaj yollamış, Arap-İsrail anlaşmazlığının kontrolden çıkmasını önlemek için birlikte faaliyet gösterme teklifinde bulunmuştur (Zafer, 22 Mayıs 1967). Bu 
esnada askerî hazırlıklarını sürdüren Mısır, İsrail sınırına asker ve tank yığmaya devam etmiş, Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün ortak hareket için birleşmiştir 
(Tercüman, 23 Mayıs 1967). Mısır kuvvetleri Akabe Körfezi’nin girişinde yer alan stratejik Şarm el Şeyh Bölgesi’ne 21 Mayıstan itibaren yerleşmeye başlamıştır 
(Hürriyet, 23 Mayıs 1967). Mısır’ın bu bölgeye yerleşmesi Akabe Körfezini kontrol etmesi anlamına geliyordu. Zaten Mısır da bir süre sonra bu bölgeye 
yerleşmenin getirdiği avantajla savaşa giden yolda en önemli adımı atacaktı. 

23 Mayısta Mısır, savaşa giden yolda en önemli adım olan Akabe Körfezi’nin girişindeki Tiran Boğazı’nı İsrail gemilerinin geçişine kapattı. Başkan Nasır, 23 
Mayısta Sina’da Mısırlı havacılara hitaben yaptığı konuşmada “bundan böyle bütün İsrail bandıralı veya stratejik madde taşıyan gemilerin Akabe Körfezi’ne 
giriş ve çıkışları yasaklanmıştır.” demişti. Ayrıca “İsrail bizi savaşla tehdit etmek istiyorsa buyursun.” diyerek savaşa hazır olduklarını belirtiyordu. Nasır 
konuşmasında “Şimdi İsrail ile karşı karşıyayız. İsrail, İngiltere ve Fransa olmadan şansını denemek istiyorsa, kendisini bekliyoruz.” demekle de 1956 savaşında İsrail’in yanında olanların bu defa olmadığı ve savaşı kendilerinin kazanacağına emin olduğunu ifade ediyordu (Hürriyet-Zafer, 24 Mayıs 1967). Nasır bu sözleriyle aynı zamanda Araplar açısından İsrail’le savaş için uluslararası ortamın hazır olduğunu da belirmekteydi. 

Araplar Akabe Körfezi’ni “kapalı bir körfez” olarak görmekteydi. Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın karasuları olarak görülen Akabe Körfezi’nin kapatılması, 
Mısır’ın “hükümranlığını teyit etmek” ve “düşman İsrail” gemilerine kapatılmak suretiyle istiklal ve güvenliklerini korumak yolunda alınacak en olağan tedbirdi 
(Arap Büyükelçilerinin..., 1967: 7-8). Oysa İsrail’e göre abluka, “silah zoruyla konan ve tatbik edilen bir harp hareketi”ydi. Tarihte hiçbir zaman abluka ve barış yanyana varolmamıştı. Abluka bir insanı yavaş yavaş boğarak öldürmekle eş değerde idi. Nitekim İsrail, Mısır’ın bu hareketini “savaş ilanı” kabul ediyordu 
(Tercüman, 24 Mayıs 1967). İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban’ın ifadesiyle “ablukanın tatbik edildiği andan itibaren fiili çatışmalar” başlamıştı. Artık İsrail, 
BM kararlarına uymak zorunda değildi (İsrail Dışişleri..., 1968: 17). 

Mısır Akabe Körfezi’ni kapatmakla İsrail’e gidecek mal ve özellikle petrolün önünü kesmişti. İsrail’in buna tepkisi ise yukarıda belirtildiği gibi İsrail gemilerine yapılacak bir saldırının savaş ilanı sayılacağını bildirmesiydi (Armaoğlu, 1994: 243). Türk basınında “Tehlikeli adım da atıldı.” şeklinde değerlendirilen bu olay, üçüncü dünya savaşına gidişte tehlikeli bir adım olarak görülmekte ve “Vietnem savaşı ile etrafa sıçramayan ateş, buradan mı acaba dünyayı saracak.” denilmekteydi (Tercüman, 25 Mayıs 1967). 

Sovyetler Birliği, 23 Mayısta bir açıklama yaparak bu bunalımda açıkça Arapları desteklediğini bildirmişti. Yapılan açıklamada “mütecavize karşı mukavemette 
bulunacağı” ifade edilmişti (Zafer, 25 Mayıs 1967). ABD Başkanı Johnson ise, Orta Doğu ülkelerini barışı bozacak davranışlardan kaçınmaya davet ediyordu. 
BM Genel Sekreteri U-Thant sorunu görüşmek üzere 23-25 Mayıs arasında Mısır’a gitmiş, karatmadan dolayı mum ışığı altında yenen yemekte Nasır, “İlk 
ateşi açan Mısır olmayacaktır.” demişti (Akşam, 10 Haziran 1967). U-Thant bu görüşmelerinde barış yönünde bir gelişme kaydedemiştir. Genel Sekreterin bu 
başarısızlığı savaşa bir adım daha yaklaşılması demekti. 

Orta Doğu buhranında Sovyetler Birliği Arapları desteklerken, Amerika İsrail’i desteklemekteydi (Hürriyet, 25 Mayıs 1967). ABD Başkanı Johnson 
Mısır Devlet Başkanı Nasır’a sert bir nota vererek “icabında zor kullanılacağı”nı bildirmişti. Amerikan 6. filosu Akabe Körfezi’nin açılmasına destek için Girit 
açıklarından Mısır’a hareket etmişti (Tercüman, 28 Mayıs 1967). Amerika’nın bu hareketi Orta Doğu buhranını bir kat daha şiddetlendirmişti (Hürriyet, 23 Mayıs 
1967). Amerikan gemilerinin hareketi üzerine Sovyetler Birliği, Amerika’dan Akdeniz’deki filolarını geri çekmesini istedi. Bu sırada Mısır Savunma Bakanı 
Şemseddin Badran, ani olarak Moskova’ya gitti. Gerginleşen durum karşısında Fransa, harekete geçerek kendilerinin de dâhil olacağı İngiltere, Sovyetler Birliği 
ve ABD’nin katılacağı dörtlü bir konferans önerdi (Hürriyet, 26 Mayıs 1967). Fransa’nın girişimine rağmen sorun Arapları açıkça destekleyen Sovyetler 
Birliği’nin Türkiye’ye bir bildirimde bulunarak boğazlardan 30 Mayıs ile 7 Haziran arasında 10 savaş gemisinin Akdeniz’e geçirileceğini haber vermesiyle 
daha da derinleşmişti (Hürriyet, 30 Mayıs 1967). Amerikan 6. Filosu’na karşı basının tabiriyle “gövde gösterisi” için ilk Sovyet gemisi 31 Mayısta Boğazlardan 
geçmişti (Tercüman, 31 Mayıs 1967). Bu esnada İngiltere ise Akdeniz’deki hava ve deniz kuvvetlerini takviye etmişti. 




ABD Başkanı Johnson’un Mısır’a “İsrail ile Mısır sınırdaki yığınaklarını aynı zamanda çekmeli, Barış gücü, nihai karar verilinceye kadar Gazze ve 
Şarm el Şeyh’e geri dönmeli, Mısır, Akabe Körfezi’ndeki deniz ulaşımını hiçbir şekilde sınırlamayacağını resmen bildirmeli, Mısır kuvvetleri Gazze’den 
çekilmeli” şeklindeki isteklerini ihtiva eden teklifleri Nasır tarafından 26 Mayısta reddedilmişti (Tercüman, 27 Mayıs 1967). Nasır, Akabe üzerindeki haklarından 
vazgeçmeyeceklerini belirttiği gibi, “şavaşta gayemiz İsrail’i mahvetmek olacaktır” diyordu (Hürriyet, 27 Mayıs 1967). Türkiye’deki Arap Büyükelçileri 
ortak bir dildiri yayınlayarak Orta Doğu’daki buhrana İsrail’in sebep olduğu ve bu bildiriyle buhranın içyüzünün açıklanacağını ilan ediyorlardı (Hürriyet, 28 
Mayıs 1967: Arap Büyükelçilerinin..., 1967: 3). 

Orta Doğu’da savaş atmosferinin hızla yoğunlaştığı sırada Mısır Millet Meclis 29 Mayısta, Başkan Nasır’a oy birliğiyle olağanüstü yetkiler verilmesini kabul 
etti (Tercüman, 30 Mayıs 1967). Nasır bunun üzerine yaptığı konuşmada “eğer Batılı ülkeler haklarımızı çiğnemeye çalışırlarsa bize saygı göstermeyi onlara 
öğreteceğiz” demişti (Tercüman, 31 Mayıs 1967). Nasır’a göre Akabe girişinde yer alan Tiran Boğazı Mısır’ın karasularıydı ve dünyada hiçbir kuvvet Mısır’ı 
topraklarına hâkim olmakta alıkoyamazdı. Oysa İngiltere Akabe Körfezini uluslararası bir su yolu sayıyordu. Bu gelişmeler karşısında ablukaya karşı 
müdahale yapılması ve ablukanın kaldırılması beklenmekteydi (Zafer, 31 Mayıs 1967). Fakat Mısır bu kararında azimliydi ve hiçbir kuvvet onları bu kararından 
alıkoyamazdı. Bu kararlılığını Akabe Körfezi’ne girmeye çalışan Liberya bandıralı bir tankeri durdurmakla göstermişti (Hürriyet, 31 Mayıs 1967). Bütün Arap 
Devletleri Arap topraklarını korumaya ve sularının ve topraklarının her karışına olan egemenliklerini savunmaya kararlıydılar (Arap Büyükelçilerinin..., 1967:7). 

Savaşa hazırlık yolunda Mısır ile Ürdün arasında 30 Mayısta bir savunma anlaşması imzalandı (Hürriyet, 31 Mayıs 1967). Orta Doğu’da en buhranlı günlerin yaşandığı bu dönemde basında İsrail’in “yıldırım taarruzuna” girişebileceği (Hürriyet, 30 Mayıs 1967), İsrail’in Mısır’ı bir haftada yenebilecek güce sahip olduğu (Hürriyet, 24 Mayıs 1967) gibi haberler yer alıyordu. Mısır İsrail’in ani bir hava saldırısından çekinmekteydi (Zafer, 5 Haziran 1967). İsrail’in yıldırım harekâtına geçerek Mısır Halkı’nı “gafil” avlamaması için halktan verilen alarmdan sonra bütün ışıkları söndürmesi ve sığınaklara gitmesi isteniyordu. Ayrıca yaşları 18 ile 50 arasında olan herkes halk kuvvetlerine katılmaya çağrılmıştı (Hürriyet, 5 Haziran 1967). Bu arada İsrail, savaş için bir yandan askerî hazırlıklarına devam ederken diğer yandan da kabinede savaşa yönelik değişikliklere gitmiştir. 1956 savaşında Mısır’a karşı savaşmış olan Moşe Dayan Savunma Bakanlığı’na getirilmişti (Zafer, 2 Haziran 1967). 

Mısır, İsrail çevresindeki çemberi iyice daraltmak amacıyla Irak’ı 4 Haziranda Mısır-Ürdün savunma anlaşmasına bağlayan protokolü imzaladı. İmza töreni 
sonrası Nasır, Kahire Radyosuna verdiği beyanatta “sizi savaşla karşılıyoruz ve intikam alabilmek için savaşın başlaması arzusuyla yanıyoruz. Bu, dünyanın, 
Arapların ne olduğunu ve İsrail’in ne olduğunu anlamasını sağlayacaktır” diyerek artık savaşın kaçınılmazlığını dile getiriyordu (İsrail Dışişleri..., 1968: 14). Bu 
arada Çin de Mısır’a yardım teklif etmiş, Sovyetlerin taahhütlerinden vazgeçmesi hâlinde askerî yardım yapacağını bildirmişti (Hürriyet, 5 Haziran 1967). Savaşın 
başladığı 5 Haziran yaklaştıkça taraflar arasında yer yer küçük çaplı çatışmalar da yaşanıyordu. 2 Haziranda Suriye ve İsrail kuvvetleri İsrail toprakları içinde 
çarpışmış, iki İsrailli ve bir Suriyeli ölmüştü. Ayrıca Ürdün, bir İsrail helikopterine uçaksavarla ateş açmıştı (Hürriyet, 3 Haziran 1967). 

Türk basını Orta Doğu buhranını Mayıs ayı içinde yoğun olarak çoğu zaman sürmanşetten verirken Haziran ayının ilk günleri küçük puntolarla ve çoğunlukla ilk sayfanın alt sıralarında kısa haberler şeklinde vermiştir. Bunda iç siyasi gelişmeler etkili olmuştur diyebiliriz. Zira Cumhuriyet Halk Partisi’nden kopmalar, “ortanın solu” tartışmaları, Eski Başbakan Adnan Menderes’in oğlu Yüksel Menderes’e yazdığı 17 Eylül 1961 tarihli Vasiyetnamesi gazete sütunlarında ilk haber olarak yer almıştır. Hürriyet gazetesi 1 ve 2 Haziran günlerini sürmanşetten Menderes’in vasiyetine ayırırken diğer gazetelerde de benzer bir durum söz konusudur. 

3. Türkiye’nin Savaş Öncesi Politikası 

Türkiye, iktidarda bulunan Adalet Partisi’nin Hükûmet programında yer alan “Orta Doğu’daki ve Magrip’teki kardeş Arap ve Müslüman memleketler ile her türlü şüphe ve teredütten uzak, hakiki ve yakın bir dostluk kurmak ve çeşitli sahalarda verimli bir iş birliğini geliştirmek başlıca amaçlarımızdan biri olacaktır… Arap memleketleri meşru davalarında Türkiye’nin anlayış ve desteğini görebilirler.” ifadesiyle Arapların yanında yer aldığını açıkça belirtmiştir. Türkiye’de sağ ve sol çevreler Araplara karşı izlenecek politikada birleşmişlerdir (Olaylarla…, 1987: 534). 

Orta Doğu buhranını yakından ve dikkatle takip eden Hükûmet, bu amaçla bazen Arap ülkelerinin büyükelçileriyle de görüşmeler yapmıştır (Zafer, 24 Mayıs 1967). Basında çıkan haberlere göre Türkiye, son zamanlarda Arap dünyası ile artan dostluk ilişkilerinin zedelenmemesini temin amacıyla Arapları 
desteklemiştir. Haberde “Türkiye’nin bir tek İsrail için Arap âlemini feda etmeyeceği” yazılmıştır (Zafer, 26 Mayıs 1967). Basında Türkiye’nin Arapları 
desteklemesi gerektiğine dair çıkan haberlerin çoğu Türkiye’nin Araplara yakın olmasından ziyade Kıbrıs meselesi gibi uluslararası sorunlarda yalnız kalmamak 
amacıyla böyle davranılmasını açıkça olmamakla birlikte ima etmektedirler. 

Basında Türkiye’nin Orta Doğu politikasının nasıl olmasına dair yazılar çıkarken Bakanlar Kurulu, 27 Mayısta yaptığı toplantıda Orta Doğu buhranını 
görüşmüş, Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla yayımladığı bildiriyle Türkiye’nin tutumunu açıklamıştır. Bildiride; “Hükûmet, Orta Doğu buhranının gelişmesini 
büyük bir dikkatle izlemektedir. Bölgede barış ve güvenliğin hâkim olmasına büyük önem atfeden ve bu yolda her zaman elinden gelen gayreti sarfetmekten 
geri kalmamış olan Türkiye’nin barışı tehdit edici durumların meydana gelmesinden ciddi endişe duyacağı tabiidir. Türkiye, barışın ihlaline yol açacak 
bütün hareketlerden kaçınılması lüzumuna kani bulunarak, buhrana son verecek gayretleri desteklemektedir. Türk Hükûmeti, her zaman olduğu gibi, bu kerre de 
buhrana sebebiyet veren durumun mütelaasında, Birleşmiş Milletler yasası ile hak ve adalet prensiplerine dayanmak gerektiği inancındadır. Bu arada Hükûmetimiz, komşuları ile iyi dostluk münasebetleri çerçevesi içinde Türkiye ile Arap memleketler arasında mevcut yakın ilişkileri de gözönünde bulundurmaktadır.” denilmekle, anlaşmazlığın barışçı yollardan çözünlenmesi istenmiştir (Hürriyet, 29 Mayıs 1967). Bildirideki “mevcut yakın ilişki” sözü ile üstü kapalı olarak Arap ülkelerinin desteklendiği belirtilmektedir (Olaylarla..., 1987: 535). Gazete haberlerine bakıldığında da Hükûmet’in bildiriyle Arap ülkelerini desteklediği sonucuna varılabilir. Çıkan haberler Türkiye’nin Arapları desteklediği şeklindedir. Ayrıca Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Irak Cumhurbaşkanı’na yazdığı mektupta da Türkiye’nin Arap dünyasını desteklediğini bildirmiştir (Zafer, 30 Mayıs 1967). Millî Türk Talebe Birliği de yayımladığı bir bildiriyle Türk yüksek öğrenim gençliğinin Arap-İsrail çatışmasında Arap ülkelerini desteklediklerini açıklamışlardır (Zafer, 1 Haziran 1967). Yurttaş diye başlayan bildiride açıkça Araplara destek belirtilmiş, bu savaşın Arapların İsrail’e karşı yaptığı bağımsızlık savaşı olduğu, bu savaşın iki tarafa da silah satan “emperyalistlerin” yararına olduğu, Kıbrıs meselesinin Arap ülkelerinin desteğine bağlı olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca Türkiye’deki NATO üslerinin Arap ülkelerine karşı kullanılmaması istenmiştir. Türk Halkı’nı ve Millet Meclisi Üyelerini Arap ülkelerini desteklemeye çağıran bildiri “Mutlu ve güzel günler Türk ulusunundur.” ifadeleriyle sona ermektedir (Millî Türk..., 1967). 

Türk Hükûmeti buhranla ilgili resmî görüşünü 27 Mayısta ilan etmişti. Bildirinin yanı sıra Hükûmet yetkilileri Türkiye’deki NATO üslerinin Türkiye’nin izni olmadan kullanılamayacağını da ifade etmişlerdir (Hürriyet, 29 Mayıs 1967). Bu üsler konusu savaş döneminde daha fazla gündeme gelecektir. 

B. Savaşın Seyri 

1967 Arap-İsrail savaşı 5 Haziran günü sabah erken saatte İsrail uçaklarının Mısır hava üslerine yaptığı ani saldırısıyla başlamış, 10 Haziranda ateşkesin 
kabulüyle sona ermiştir. Türk basınında birçok gazetenin “84 saatlik savaş” olarak değerlendirdikleri 1967 savaşı, Mısır’ın “beklediği” gibi İsrail tarafından 
yıldırım taarruzuyla başlamıştır. Bu taarruzda İsrail Mısır uçaklarının 393’ünü yerde kullanılamaz hâlegetirmiş, ilk günkü mücadelede Mısır’ın uçak kaybı 416 
olmuştur. Aslında İsrail’in bu saldırısıyla “üç saat içinde” kazandığı savaş, fiilî olarak İsrail ile Mısır, Ürdün ve Suriye arasında olmuştur. Basında savaşla ilgili 
haberler savaş boyunca her gün en önemli haber olarak yer almıştır. Biz burada basında çıkan haberleri gün gün inceleyeceğiz. 

1. Savaşın Birinci Günü 

İsrail tarafından “yaşamak veya yok olmak” şeklinde algılanan savaş (İsrail Dışişleri..., 1968: 20), yukarıda belirtildiği gibi İsrail’in 5 Haziran sabahı ani 
saldırısıyla başlamıştır. Gazeteler savaşın başladığını haber vermekle birlikte kimin başlattığı noktasında yeterli bir bilgi verememektedir. Savaş “Araplarla 
İsrail Arasında Savaş Başladı” (Zafer, 6 Haziran 1967), “Savaş Başladı” (Milliyet, 6 Haziran 1967), “Orta-Doğu’da Harp” (Hürriyet, 6 Haziran 1967), “Arap-İsrail 
Savaşı Başladı” (Terciman, 6 Haziran 1967) gibi büyük puntolarla sürmanşetten okuyucularına duyurulmuştur. Zafer gazetesinin yarım sayfa ayırdığı haberde 
42 İsrail, 10 Mısır uçağının düşürüldüğü, Necef Çölü’nde şiddetli çarpışmaların olduğu yazılmıştır. Aslında Zafer gazetesi ilk gün savaştan ziyade iç politikaya 
daha fazla ağırlık vermiştir denebilir. Zira 5 Haziran tarihli gazetenin “başmakale” kısmında Füruzan Tekil “YTP’nin Durumu” isimli bir yazı kaleme almıştır. Zafer’in ilk sayfasının yarısı iç siyasi meselelere ayrılmıştır. 

Türk basını savaşın ilk günü yaşananları haritalar eşliğinde göstermiş, tarafların askerî durumu hakkında bilgi vermiştir. Her gazetenin askerî güç 
hakkında verdikleri bilgiler çoğunlukla birbirini tutmamaktadır. Milliyet gazetesinde Mehmet Ali Birand’ın verdiği rakamlar Londra’daki “Stratejik 
İlimler Akademisi”ne dayandırılmaktayken Akşam gazetesinde sayıların nereden alındığına dair bir bilgi yoktur (Akşam-Milliyet, 6 Haziran 1967). Buna iki 
gazeteye göre tarafların asker sayısı, tank ve uçak sayıları şöyledir: 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

KÜRT AÇILIMI VE TÜRK KİMLİĞİ

KÜRT AÇILIMI VE TÜRK KİMLİĞİ 



KÜRT AÇILIMI VE TÜRK KİMLİĞİ
İkbal Vurucu* tarafından yazıldı.
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü   
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi,
04 Şubat 2010 Perşembe
[*]21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü DYÇ Araştırmaları Bilimsel Danışmanı.


Kürt Açılımının en sorunlu alanı, Türk kimliğinin bu açılımın neresinde olduğu sualinin cevabında yatar.


Kürt sorunu "bilimcileri"nin bu suale verdikleri cevap açık ve net bir şekilde, Türk kimliğinin ve Türkiye devletinin kurucu vasfının yok edilmesi ve bu kimlik 
işlevinin sınırlarının daraltılması anlamına gelir.Peki, bu ne demektir? Kürt açılımının görünen veya gösterilen boyutu hep terör bağlantılıdır. Çünkü, 
açılımın meşrulaştırılması ve halk tarafından kabulü bu zeminde mümkün görülmektedir. Fakat, ortaya çıkan tartışmalardan da gözlemlediğimiz gibi, Kürt 
açılımı esas olarak görülen, duyulan, orada var olan boyutunun dışındaki yani sahnenin arkasındaki işlevi ve amacı ile gerçek anlamını kazanmaktadır. Göz 
önünden sürekli kaçırılan bu boyutların ifşa edilmesi Kürt açılımının taşıdığı önemin, niteliğinin, amacının ve hedefinin bütün yönleriyle ortaya çıkmasına 
katkı sağlayacaktır. Aslında halk sağduyusunun da hissettiği bir tehlikenin varlığı yoğun olarak Kürt açılımında tecessüm etmektedir. Hükümetin Alevi açılımını çok daha önce başlatmış olmasına rağmen hiçbir muhalefetle karşılaşılmaması, aksine devletin ilgili kurumları ve sivil toplumun elbirliği ile desteklediği "açılım" acaba niye "Kürt Açılımı"nda büyük bir dirençle karşılaşmış ve bugünkü kargaşanın da başlamasına sebep olmuştur? Bunun cevabı Kürt Açılımının ne olduğunun da cevabıdır. Ben,bu durumun psikolojik olarak arka planında Türk milletinin kendi evi olan kimliğinin ve devletinin "tehlike" altında olduğunu hissetmesine ve görmesine bağlıyorum. 

Bu seri halindeki yazılarımda, Kürt açılımda Türk kimliğinin konumu ve geleceği konusundaki bir kısım çözümlemelerimi sizinle paylaşacağım.

Birey ve mensubu olduğu toplumsal grup bir anlamlar evreni içinde yaşar. Bu evren bireyin bütün bilişsel ve davranışsal eylemler alanının güdüleyici 
kaynağını oluşturur. Bireyin her hareketi bu zeminde bir anlam bütünlüğünü sağlayan dil, tarih, toplumsal ve kültürel değer ve normlar ve sosyalleşme 
ajanlarından müteşekkildir. Bireyin eylemler örüntüsünün anlaşılması yanında bireylerin oluşturduğu grup, kurum ve örgütlerin yapısı da işlerliği sağlayan 
bireylerin bu bilişsel ve davranışsal eylem kaynaklarından bağımsız değildir. Konumuz açısından siyasal partiler ve özellikle hükümetler, icraatlarının 
seçimini, yöntemini, edimcilerini seçerken bu iklimin havasını teneffüs eder ve siyasal eylemlerini uygulamaya sokarlar. Siyasal aktörlerin bu politik icraatlarını anlamak için uygulayıcıların yer aldığı anlamlar evrenini göz önünde bulundurmak gereklidir.

Hükümet, Kürt Açılımını Kürt sorunu olarak tanımladıkları sorun üzerinden çözme yoluna girerken bir noktaya dikkat etmek gerekmektedir. Bu da Türk halkının sert tepki gösterdiği uygulamalara yönelik bazı haberlere karşı, Kürt Açılımının içeriğinin "sadece Başbakan ve Açılımdan sorumlu koordinatör Bakan'ın sözlerine göre" değerlendirilmesi yönünde bildirilen görüştür. Bu durum, açılımın bilgi kaynağının kontrol altında tutulması ve istenildiği gibi yönlendirilmesini de beraberinde getirir. Bununla birlikte Kürt Açılımının ne olduğunun veya olmadığının yorumlanması çok dar bir alanla sınırlandırılmış olmaktadır. Oysa bu konunun bir geçmişi olduğu, aniden ortaya çıkmadığı, uygulamaya sokulacak politikaların bir ön zihinsel ve maddi hazırlığının olduğu gerçektir. Bu sebeple bu açılımı gerçekleştiren kişi ve grupların yani açılımın aktörlerinin ideolojik, zihinsel, mesleki ve kültürel iklimlerinin betimlenmesi önem arz eder. 

Kürt Açılımının önemini, Türk kimliğinin konumu açısından ortaya koymak için başta hükümet olmak üzere hükümetin toplumsal ve kültürel hegemonya sahasını oluşturan mekanizmanın kollarını teşkil eden STÖ, KİA, düşünce kuruluşları, sendikalar, aydınlar vb. toplumsal ve siyasal aktörlerin konuya yaklaşımını bilmek ve çözümlemelerin merkezi unsurları olarak değerlendirmek gerekmekte dir. Kürt Açılımının amacı, yöntemi, teknikleri, taktikleri bir bakıma bu kompleks  yapının ortak aklıyla oluşmaktadır ve bu aklı anlamak Kürt açılımını anlamak demektir. Bu noktada Polis Akademisindeki Kürt Açılımı Çalıştayı başta olmak üzere ilgili Bakan'ın görüştüğü kişi ve grupların ideolojik konumlarına bakmak bu açıdan önemli ip uçları taşımaktadır. Yani, Kürt Açılımının ideolojik rengini ve karakterini bize bildirmektedir.

Kürt Açılımının merkezine, sorunun Kürt sorunu olduğu aksiyomundan hareket edildiğinde, bu kavramın içeriği, kapsamı, unsurları, yöntemi, çözüm yolları 
belirlenebilir. Böylece Kürt sorununun ne olduğunun cevabının verilmesi Kürt Açılımının da ne olduğunun cevabının verilmesi demektir. Öncelikle şu 
tespitimizi yapalım: Kürt sorunu Türk sorunlu aydınların bir sorunudur. Güneydoğu sorunu gibi bir tanımlama özellikle ekonomik ve sosyal bir geri 
kalmışlık olarak toplumsal nitelik gösterirken Kürt sorunu tanımlaması siyasal bir etnik tanınma sorunu olarak ortaya konulmaktadır. Anayasal tanınma, Kürtçe 
eğitim, yayın, güvenlikte ve kültürde özerk bir yapı talebi bu eksende değerlendirilebilir. Kürt sorununun kabulü, etnik bir sorunun varlığını tasdik 
anlamı taşır. Milli devletin etnik sorun kabulü, çözümünde etnik mahiyet taşıması anlamına gelir.

Bunun anlamı ise, Kürt sorunun çözüm sürecinin Türk kimliğinin geri çekilmesi, izole edilmesi, varlık alanının ve işlevinin daralması demektir. Türk kimliği 
ile Kürt sorunun çözümü arasında ters korelasyon vardır. Yani, Kürt sorununda ilerleme Türk sorunun paralel olarak doğuşuna kaynaklık eder. Biri etkinlik 
alanını genişletirken biri daraltır. Biri çıkar biri düşer. Oysa modern milli devlet tek millet üzerine var olmuştur. Sosyolojik farklılıklar yurttaşlık kurumu gibi mekanizmalar aracılığıyla siyasal ve hukuki alanda tek millet haline gelir. Bu sebeple birden fazla milletin varlığı devletin de birden fazla olması anlamına gelir.

Sonuç olarak etnik temelli sorunlar Türk kimliğinin devlet kimliği olmasından çıkması anlamına gelir. Yani evrensel formda milli devlet biter ve sadece bizim 
seçkinlerin entelektüel fantezilerini süsleyen bir dünya vatandaşlığı ve doğal olarak bir Dünya Devleti bekleriz. O zamana kadar ne mi yaparız? 36 etnik grubun oluşturduğu Anadolu Birleşik Devletlerinde yaşarız!

Kürt Açılımında Türk kimliğinin konumu ve algılanış biçiminin ortaya konulması, işletilen sürecin görünen ve görünmeyen boyutlarının anlaşılmasında büyük önem arz eder.

Zihniyet çözümlemesi için Kürt Açılımı edimcilerinin kendilerini ifade ettikleri kavram ve sözlerin içeriklerinin ifşa edilmesi, eylemlerin ortaya çıkışının 
kaynağı olan anlam dünyasının anlaşılmasında anahtar rolü vardır. Bir bütün olarak bu düşünme ve konuşma edimlerinin anlamlarının ortaya konulması algılama, eylem, bilişsel evrenin birbirine bağımlı bütüncül yapısı sebebiyle, konuyu mümkün olan en iyi anlama yöntemlerinin başında gelir. Böylece bireyin 
gözlemlenebilir davranış örüntüsünün kaynağı ve amacı da belirlenebilir. Bu açıklama ekseninde "millet" ve "Türk" kavramlarının algılanış biçiminin bilinmesi konumuzun anlaşılması ve Türk kimliğinin Kürt Açılımı sürecindeki gerçek konumunu belirlememize yardımcı olacaktır.

Son dönemlerde vurucu ve akıcı üslubuyla kimlik konularında önemli metinler üreten Prof. Dr. İskender Öksüz, milli görüş geleneğinin "Millet" kavrayışını 
şöyle ifade eder: "… Biraz Vahabi, biraz İhvan-ı Müslim ilhamlı bizim 'Millî Görüş', başlangıçtan beri 'milliyet' kavramından sıkıntılıdır. Bir kere İhvanı 
Müslim, tıpkı Komünizm gibi enternasyonalistlik iddiasındadır. ... Peki, millet bunların neresinde? Bu onlar için zor bir sorudur. En değişmeyen, fakat o derece de takiye içeren tutum, Sayın Necmettin Erbakan Hocamızınki: Hoca o latif sesiyle, her 'milletimiz' dediğinde, Osmanlı'nın millet sistemindeki milleti 
kasteder. O anlamı bilmeyenler bunu fark etmeyeceklerinden ve Hoca da bunun pek alâ farkında bulunduğundan, ifade ustalıklı bir takiyedir. Eski Osmanlı'da 
'millet', ümmet, hatta mezhep ifade eden bir kelimedir. 'Ortodoks Milleti', 'Yahudi Milleti' gibi. Bu milletin, bildiğimiz milletle bir ilgisi yoktur tabiî..." devamında şöyle der: "Muhterem hocamızın, 'milliyetçilik' dendiği anda 'biz ırkçılığa karşıyız' tepkisini vermesi bundandır. 'Millî görüş' katiyen 'milliyetçi görüş' değildir." Öksüz'ün, Milli Görüş ve büyük ölçüde kozmopolit İslamcıların kavramlar setindeki bu ince ayrıntıya dikkat çekmesi kayda geçmelidir. 

Her terim kavram değildir. Kavramlaştırma terimin anlamlaştırılması sürecini tanımlar. Millet teriminin kullanımı toplumun genel algılayışında Türk, Arap, 
İngiliz vb. bir toplumu anlatmak içindir. Bu anlamın dışındaki kullanım yani terimin araçsallaştırılmasında genel kitlenin verdiği "anlamın" biçimsel 
ifadesine bir atıf söz konusudur. "Hangi millettensin?" sorusu, genel olarak "Türk" diye verilen bir cevap içerir. Fakat milli görüşün zihniyet dünyasını 
içselleştiren bireyler "millet"i farklı bir anlamda kullanmaktadır. Sorun da bu zümrenin kullanışı ile genel kabulü arasındaki bağın bilinçli bir şekilde ters 
yüz edilmesindedir. Özellikle politik uygulamalardaki çelişkilerin ve çatışmaların ana kaynağı budur.

Türk olarak kavramlaştırılan milletin devlet felsefesi ve siyasal yapısından dışlanma sürecinde, asla kullanımı ihmal edilmeyen "millet" teriminin genelin 
tepkisini engelleme gibi bir işlevi de vardır. Bunun yanında asıl kullanım biçiminin asla ve kat'a "Türk-dışı" bir kullanıma sahip olmayacağı inancını da 
besler. Bir noktayı da vurgulamalıyız ki, Kürt Açılımını başlatan kozmopolit İslamcı aktörler ile Açılımı geliştiren ve içeriklendiren 2. Cumhuriyetçi 
liberal seçkinlerin sosyolojik ve siyasi-hukuki olarak millet kavramını kullanışları da birbirleriyle uyuşmaz. Kozmopolit İslamcılar belirttiğimiz anlamda "millet"i kodlarken, liberal aydınlar "millet" gibi kolektif bir varlığın gerçekliğini reddederler. Aynı kavram karşısındaki bu farklı duruşlar Türk kimliği karşıtlığında birleşmektedir. Terimin bu farklı anlamlarda kullanımı, Kürt Açılımının toplumsal meşruiyetinin sağlanması sürecini işleten mekanizmalar tarafından titiz bir biçimde kullanıma sokulmaktadır. Bu farklı ideolojik kümeye mensup aydınları "millet" kavramının kullanımında birleştiren husus Türk kimliğini dışlayan söz konusu bu müphemleştirilen yapısıdır.

Millet teriminin modern kullanımı ve toplum tarafında algılanan vasfı ise açık ve net biçimde "Türk"tür. Türk kavramının kullanımda ise iki veçhe vardır. 

1- Siyasi-hukuki kullanımı, 
2- Sosyolojik ve tarihsel kullanımı. 

Bu kullanım formu evrensel karakterlidir. 

BM üyesi bütün devletlerde geçerlidir. 

Milletin siyasi-hukuki vasfı genellikle olması gereken ve aynı devlet bünyesindeki vatandaşların "eşit" hak ve hukuk ve sorumluluklara sahip olmasını zorunlu 
kılar. Milli devlet bu zorunluluğun normatif kaynağıdır. Hukuk devleti gibi ana vasfı ise bu eşitliğin teminatıdır. Tarihsel-sosyolojik vasfı ise Türk kavramı nın ilk kullanışından buyana gelişen süreçte teşekkül eden bir olgu olarak müşterek dil, tarih kavrayışı, kültürel kodlar, din, gelenek gibi vasıflarıyla tecessüm eden toplumdur. "Türk" hem tarihsel temelli etno-kültürel bir olguyu ifade ederken hem de vatandaşlık zemininde siyasi-hukuki bir olguyu karşılar. Bu durum bir paradoks değildir. Zorunlu bir diyalektik yapı içerir. Çünkü her devletin bir kurucu "asabiyesi" vardır.

İkinci anlamda "Türk" tek bir sosyolojik bütünlüğü kapsarken birinci anlamda pek çok sosyolojik gerçeklikleri kapsayarak devlet olma düzeyinde bir bütün olmayı gösterir. Başka bir ifade ile millet farklı kültürel ve etnik yapılanmaların üstünde bir kültürel oluşumun göstergesidir. Etnisite ise milletin oluşturucu 
kanallarından biri hüviyetindedir. Ve dar bir cemaat dayanışması, grup yapısı mevcuttur. Sık kullanılan bir tanımlamayla etnisite bir "dil cemaatidir". Her 
millet bir etnik töze sahipken her etnisite millet değildir. Bu iki kavram arasındaki ayırt edici bir başka düzey siyasallık durumudur. Millet mevcut 
konumunu kültürel olgunlaşmışlık seviyesine bağlı olarak devleti gerçekleştirirken etnisitede bu seviye söz konusu değildir.

Kürt açılımı tartışmalarında da sorunun vurucu noktası burada yatmaktadır. 

Bilinçli olarak devletin eşit, özgür, hak ve sorumluluklara sahip birey yurttaşlardan müteşekkil olduğu gerçeği göz ardı edilerek sosyolojik Türk 
varlığının hukuki devlet karakteri üzerinden tasfiye edilmek istenmesidir. Yani, devlete adını ve rengini veren sosyolojik Türk kaynağının bu işlevine son 
verilme çabası gözlenmektedir. Türk kavramının bireysel algılanışı, devlet kurucu vasfı, eğitim gibi devletin temel kurumlarındaki müfredatı belirleyen ana 
konumu yani devletin varlık koşulu olan sosyolojik-kültürel zemininin en başat tartışma konusu olması Kürt açılımında Türk kimliğinin konumunun ne olacağını da belirleyecektir. Açılımın somut uygulamaları bize Türk kültürü, tarihi, dili ekseninde devlet renginin etkinlik sahasının daraltıldığı, işlevsizleştirildiğini göstermektedir.

Kürt açılımını, bundan daha önce başlayan Alevi Açılımı gibi çalışmalardan ayıran en temel özelliği, her iki açılıma karşı farklı toplumsal gruplar 
tarafından geliştirilen değişik tepki ve sert muhalefet biçiminde yatar.

Her iki açılıma karşı, toplumun önemli aktörlerince birbirine karşıt iki davranış biçimi geliştirilmiştir. Peki bu tepkilere neden olan uyum, destek, 
çatışma ve uzlaşmazlık kaynakları nelerdir? Kürt Açılımı adıyla ortaya çıkan çalışma başta Türk milliyetçileri olmak üzere toplumdan beklenmeyen bir tepkinin doğmasına sebep olmuş ve bir anda Kürt açılımını sekteye uğratmıştır. Sorduğumuz sualin cevabı çok basittir. Türkiye Devletinin egemenlik paylaşımı ve bunun tezahürü olan görüntüler, eylemler ve uygulamalardır. Başka bir deyişle Türk devletinin kurucu irade veya kimliğinin varlığına son verme girişimidir. Etnik mahiyette Kürt sorunu ve bunun ötesinde 36 etnik grubun her birinin etnik sorunları çerçevesinde Açılımın amaçları içerisinde değerlendirilmiş tir. Sorunlara etnik temelde bir teşhisin konulması, geliştirilen direnç noktaları nın da sert olmasını beraberinde getirmiştir.

Fakat, devletin Türk karakteri veya başka bir deyişle Türk kimliğinin tasfiye edilmesi durumu açık ve aşikar olarak dillendirilmemiş ve gelen tepkiler üzerine 
"terörün yok edilmesi" ve "daha çok demokrasi" olarak Kürt açılımının gerekçesi formüle edilmiştir. Bu iki gerekçe üzerinde halk nezdinde bir meşrulaştırma 
girişiminde bulunulmuştur. Bu meşrulaştırmanın toplumsal ayağını mümkün kılmak için KİA, STÖ, düşünce kuruluşları (SETA, USAK vb.), sendikalar, üniversiteler gibi toplumsal aktörler bilfiil devreye sokulmuştur.

Alevi Açılımına harcanmayan propaganda, mesai, güç ve enerjinin Kürt açılımı için seferber edilmesi düşündürücüdür. Bununla birlikte gayet meşru olan söz 
konusu iki gerekçenin niye bu kadar sert bir muhalefet ve tepkiyle karşılanmış olduğu ve son kertede sokak çatışmalarına kadar varan olaylara kaynaklık etmesi, amacın ifade edilenden ve görünür kılınandan çok farklı bir boyutu olduğu şeklinde okunabilir. İktidar Kürt açılımında, açıkça ifade edilen ve dolaylı 
yollardan ifade edilebilen olmak üzere iki yol izlemiştir. İktidar hegemonyasının sağlanması işlevini üstlenen yukarda ki toplumsal aktörler, hükümetin doğrudan ve dolaylı olarak Kürt açılımını içeriklendirme gibi bir misyonu da üstlenmişlerdir. Bizim açımızdan önemli olan da bu stratejik ortak aklı hükümet için üreten erklerin "Kürt Sorunu" üzerinde sağladıkları oydaşmadır. "Kürt sorunu" tanımlamasının neye karşılık geldiği ise açık ve net olarak bu aktörlerce yazılmaktadır. Kürt sorununun ne olduğunun bilinmesi Kürt açılımının da ne olduğunun bilinmesini sağlayacaktır.

Kürt açılımının aktörlerinin sadece başbakan ve koordinatör bakanın sözleri ile asla sınırlandırılamayacağını daha önce belirtmiştik. Çünkü bu açılım çok geniş 
bir konsepte işlev gören aktörlere sahiptir. Bu noktadan hareketle açılımın her bir boyutu kendi sahasında aktörlerin etkin mesaisini gerektirmektedir. Kürt 
açılımının toplumsal meşrulaştırımı nın sağlanması ve toplum tarafından hazmedilmesi sürecinde ki hegemonya kurma mekanizmasının önemli bir ayağını oluşturan KİA, STÖ, düşünce kuruluşlarından içerik konusunda siyasi kanadın aksine net bilgiler alabilmekte yiz.

Bu noktada özellikle Kürt açılımının önde gelen destekçilerinden ve bünyesinde bulundurduğu STÖ, KİA vb. yapılarla önemli bir güç olan kozmopolit dini bir 
cemaatin yayın organı Zaman gazetesinde, Kürtçü liberal teorisyenlerden Prof. Dr. Levent Köker önemli tespitlerde bulunmakta ve açılımın içeriklendirilme sinde ciddi katkıları olanların başında gelmektedir. "Demokratik Açılım'ı Doğru Anlamak ve Anlatmak", isimli makalesinde, "Kürt sorunu, Kürt kimliğinin  tanınması sorunudur ve bu bağlamda bir çağdaş insan hakları ve demokrasi sorunu olarak karşımızda durmaktadır" tespitinde bulunur ve sorunun bu niteliğinin ise, "dünya üzerindeki pek çok benzer örnekte olduğu gibi, 'milliyetçi' bir ideolojinin ve buna bağlı olarak 'bağımsızlıkçı' bir siyasetin şiddete müracaat 
ederek kendisini ifade edişine de yol açmıştır" demektedir. Özetle, diyor Köker, "akl-ı selim sahiplerince tekrar tekrar vurgulandığı gibi, bir Kürt milliyetçiliğinin ve buna bağlanabilecek olan PKK gerçeğinin varlığına rağmen, Kürt sorunu, bu boyutları da içine alan daha geniş ve kapsamlı bir sorun olarak Kürt kimliğinin tanınması sorunudur."[1]

Kimliğin tanınması sosyolojik ve siyasî bazı sorun alanları doğurur. Resmi ağızlardan 36 etnik grubun varlığının telaffuz edildiği ve her birinin etnik 
sorunları olduğu ön kabulüne dayanıldığında kimliğin tanınmasının sadece Kürtlerle sınırlandırılması durumunda diğer etnik grupların durumunun ne olacağı sorununda olduğu gibi. Konu doğrudan üniter ve milli devletin meşruiyet temellerinin sorgulanmasıdır. Sorun, milletin iktidara nasıl daha fazla 
katılımının sağlanması gibi bir sorgulama değil aksine bizzat varoluşunun müzakere edilmesidir. Her yurttaşın eşit hak ve sorumluluklara sahip olduğu, bu 
yurttaşlar bütünün "Türk milletini" teşkil ettiğini anayasa da açıkça belirtilmesine rağmen birey-yurttaşlığın yerine etnik, dini, mezhepsel temelde 
bir yurttaşlık kurumunun ikame edilmek istenmesi doğrudan devletin bu üniter-milli karakterinin tasfiyesi anlamını taşır.

Egemenliğin paylaşılmasının siyasal dilde anlamı devletin egemenlik alanlarının etnik temelde yeniden tanzim edilmesidir. Başbakanın ABD gezisinde açıkça ifade ettiği açılımın "hazmettire hazmettire yürütüleceği" yönündeki yöntem tanımlaması konunun önemi ve hangi zorluklara müteallik olduğunun bir göstergesi durumundadır. Kürt açılımının sadece bu yönteminin bile ne anlama geldiğinin ortaya konulması sorunun sanıldığından da ciddi boyutlarda bir "varoluş" boyutunu gösterir. Çünkü "daha çok demokrasi" ve "terörün bitirilmesi" gerekçelerinin "hazmettire hazmettire" kabul ettirilecek bir boyutu söz konusu değildir.

Kürt Açılımı sürecinde Türk kimliği, Kürt kimliğine kıyasla çok fazla belirsizliğe sahiptir veya bilinçli bir şekilde tartışma dışı bırakılmaktadır.

Oysa, Türkiye'nin geleceğinde ve "daha çok demokratikleşme" sürecinde Kürt kimliğinin alacağı siyasal konum "Kürt Sorunu" çerçevesinde yoğun bir şekilde 
müzakere edilirken[2] "Kürt Sorunu" ile diyalektik bir yapı arz eden Türk kimliğinin siyasal boyutu göz ardı edilmektedir. Bu tartışmalarda dikkat çeken 
Kürt Açılımının "Kürt Sorunu" aksiyomundan hareketle içeriği doldurulmaya, bilimsel temelleri inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bütün bu sorun alanları ise 
Türk kimliğinin devlet ve kültür yaşamından ne ölçüde geri çekileceği ve yerinin yeni kimliklerle dolduracağı sorunu ile birlikte at başı gitmektedir. Belli bir 
amacı ve gelecek tasavvuru içeren bu açılımın vatandaşlık ve anayasal düzlemde Türk, Türklük, Türk millet ile ilgili tartışmaları Kürt kimliği lehine Türk 
kimliği aleyhine bir gelişme gösterdiği görülmektedir. Bu hassasiyet sahiplerine sert eleştiriler yöneltilse de bu yönde bir durum kabul edilmeme gibi bir eğilim 
göze çarpmaktadır. Bir kuruntu, saplantı, Sevr paranoyası, ırkçılık gibi ithamlar muhatabına yöneltilmektedir. En üst düzeyde, 36 etnik gruptan bahsedilirken Türklüğü de bu grupların içinden bir grup olarak anılması ve etnik grup düzeyinde değerlendirilmesi Açılımın yaratıcısı kadro ile Türk kimliği arasında ciddi bir sorun olduğunu aşikâr kılmaktadır. Bu eksende Türkiyelilik veya anayasal vatandaşlığın Türklük yerine ikame edilecek kimlik olarak tasavvuru bir sorun alanı olarak Türk kimliğini Sosyo-politik bir gerçeklik zeminine oturtmakta dır.

Türk kimliğinin alacağı konum hakkındaki algının ve bunun yarattığı rahatsızlığın dışavurumu olan tartışmaların, bizzat Kürt Açılımının uygulayıcısı 
olan hükümet partisine mensup vekiller içerisinde de görülmesi özel bir anlam içerir. Bu durum Türklük konusunda bir sorun olduğu gerçeğinin artık 
yadsınamayacağı anlamına gelir. Açıkça ifade edilmekten kaçınılsa da Türk kimliğinin mevcut konumu ve geleceği açısından durum olumlu bir yöne doğru 
gitmemektedir. Türkiye devletinin Türk karakterinin silinmesi ölçüsünde demokratikleşmenin gerçekleştirilebileceği düşünülmektedir. Türklüğün başta 
anayasa olmak üzere devletin kurucu kimlik olma özelliğinden çıkarılmasının demokratikleşmenin ön koşulu olarak belirlenmesi bu gerekçenin meşrulaştırım 
referanslarının müphemliği ile sekteye uğramaktadır. Birleşmiş Milletlere üye hiçbir devlet kendini milli kimliklerden soyutlamış değildir. Zaten bu durum 
"Devlet" olgusu ile de örtüşmemektedir. Bu noktada "Bize özgü bir çözüm" söylemi, Türklüğün işlevsizleştirilmesiyle demokratikleşmenin ancak mümkün 
olduğu yönündeki yaklaşımın doğrulanması olarak okunabilir. Böylece bu uygulama AB gibi referans olan ülkelerin tecrübe ve mevcut yapılarının göz ardı 
edilmesini mümkün kılmaktadır.

Hükümetin önde gelen milletvekillerinin de Türk kimliğinin Kürt Açılımının neresinde olduğu yönündeki kaygılarını dile getirmeleri sorunu salt muhalefetin, 
ırkçıların, şovenistlerin bir sorunu olmaktan çıkarmaktadır. Reha Çamuroğlu'nun görüşleri bu konu da kayda geçmelidir. Ona göre, Başeskioğlu'nun İçişleri Bakanı Beşir Atalay'a yönelik eleştirileri çok önemlidir. Sayın Başeskioğlu, 'Neden Türk sözcüğünü ağzınıza almıyorsunuz?' diye sormaktadır. Çamuroğlu, "Bu memlekette Çerkes, Abhaza, Boşnak, Laz; birçok etnik unsur var. Ancak tek bir millet var: Türk milleti. Sayın İçişleri Bakanı bunu hiç telaffuz etmeyecek, 
öyle mi? Bu, bizimle dalga geçmektir. Türklük bir etnik unsur değil bir ulusun adıdır. Bunu idrak etmeden ilerleme katedilemez. Bunun bedeli ağır olur. Millet 
devletin meşruiyetini sorgulamaya başlar. Bunu yapmaya kimsenin hakkı yok,"[3] demektedir. Görüldüğü gibi Türk kimliğinin gelecekte tasavvur edilen konumuyla ilgili kaygılar ortaktır.

Bununla birlikte, AKP milletvekili Ayşenur Bahçekapılı ise Neşe Düzel ile yaptığı söyleşide, Anayasanın ne zaman değişeceği konusunda ki soruya "Bir tarih 
veremem ama demokratik açılım konusunda atılan her adım bizi anayasa değişikliğine daha çok yaklaştırıyor. Demokratik açılım başarılı olursa anayasa 
değişir. Çünkü demokratik açılım anayasa değişikliğini kapsıyor. Demokratik açılımı kısa, orta ve uzun vadeli olarak düşünürsek, demokratik açılımın uzun 
vadede anayasa değişikliğiyle sonuçlanması gerekiyor. Zaten anayasa değişikliği olmadan demokratik açılım yapılamaz ki…" demektedir. Düzel'in "Neler değişecek Anayasa'da?", sorusuna "… kurumların temizlenmesi, haklar ve özgürlüklerle ilgili sınırlamaların azaltılması, hayatın sivilleştirilmesi gerekiyor. Ayrıca vatandaşlık tanımı da değiştirilecek. Herkes kendi etnik kökenini ifade edebilecek ve üst kimlik olarak "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım" diyecek. İşte bu, sorunu çözer. Zaten Kürt vatandaşların da üniter yapıyla, tek bayrakla ve resmî dilin Türkçe olmasıyla ilgili bir itirazı yok," diye cevap vermektedir. 
Arkasında Düzel, başka bir önemli soru sorar: "Vatandaşlıktaki 'Türklük' tanımı kalkacak öyle mi?", cevap gayet açık ve nettir: "Tabii. Yoksa demokratikleşmeyi 
yapamazsınız," bu cevabı tamamlayan soru ve cevap ise şu: "Anayasa değişikliği için hazırlıklar var mı?", "Şu anda her alanda çalışmalar var. Mesela yargı 
reformu hazırlanıyor. Kültürel hakların tanınması konusunda çalışmalar yapılıyor. Bunlarla, toplumun kendisini özgürce ifade etmesi amaçlanıyor. Bütün 
bunlar, anayasa değişikliği için birer hazırlıktır."[4]

Kürt Açılımıyla Türkiye devletinin Türk karakterine resmi düzeyde dil ile ikrar edilmemiş bir mücadele sürdürüldüğü görülmektedir. Bazı önemli sorunların 
tespiti ve anlaşılmasında önemsiz gibi görülen ve arka planda kalan olay ve olgular önemli rol oynar. Başka bir deyişle, kimi zaman önemsiz gibi addedilen 
şeyler büyük olayların anlaşılmasına en büyük katkıyı sağlar. Kürt açılımını da bu zeminde değerlendirmek gerekir. Başbakan dahil bakanların ve açılımı "halka 
anlatmakla" görevli vekillerin açılımı hep muhalefeti eleştirmekle sınırlamaları; bazı bakanların Kürt Açılımını anlatacağı topluluk önünde ilgili 
notları bulamayınca kürsüden inmesi gibi eylem biçimleri zihinsel arka planın çözümlenmesinde işlevseldir. Konunun başka bir veçhesi de şudur: Açılımda 
Kürtlüğü anlatanlar hep açık açık dillendiriliyor fakat sıra Türklüğe gelince muhalefeti eleştirmekle sınırlamak aslında "Türk Milleti"nden gizlenen gerçeği ifade eder.


[1] Levent KÖKER, "'Demokratik Açılım'ı Doğru Anlamak ve Anlatmak", Zaman Gazetesi, 21 Kasım 2009.
[2] Zaman Gazetesinin "Yorum" sayfası, Star Gazetesinin "Açık Görüş" eki, Radikal Gazetesinin "Radikal 2" ve "Tartışı-Yorum" ek ve bölümleri ile Yeni 
Şafak Gazetesinin "Yorum" sayfası Kürt Sorunu konulu araştırma ve yorumların en istikrarlı ve yoğun olarak sürdürüldüğü yerlerdir. Kayda geçmesi gereken önemli bir nokta da Radikal Gazetesi dışındaki gazetelerin "İslamcı-Muhafazakar" yayın organları olarak bilinmesidir. Ve bu yayın organlarında "Kürt Sorunu" tanım ve aksiyomundan hareketle Kürtçü bir perspektifte yazılar yoğun olarak yer almaktadır. Bu durumda bize göstermektedir ki, İslamcı-Muhafazakar kesimin düşünsel kısırlık içindeki aydınları rollerini yani kendi entelektüeller fikri üretimlerini Marksist ve Liberal seçkinlere devretmişlerdir. 
[3] "AKP'de açılım çatlağı, 
       http://www.aksam.com.tr/2009/11/25/haber/3993/siyaset/haber.html.".
[4] Ayşenur Bahçekapılı: 'Başbakan hayatını riske atıyor', Neşe Düzel'in söyleşisi, Taraf Gazetesi, 30.11.2009.


İkbal Vurucu
Uzman Hakkında
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi
ikbalvurucu@hotmail.com
İkbal Vurucu
Uzman Hakkında
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi
ikbalvurucu@hotmail.com

Uzmanın Diğer Yazıları

  Kürt Açılımından Vazgeçilebilir mi?
  “Turancılık değil Türk Dili Konuşan Ülkeler Birliği” !?
  MHP’nin Türk Siyasi Hayatından Tasfiyesi Mümkün Mü?
  Anayasal Vatandaşlık ve Çok Kültürlülük
  Türkiye’de Liberallerin Zihniyet Koordinatlarının Şifresini Çözmek
  Yurttaşlık ve Kürtlerin Temsilcisi Nosyonu
  Türk Silahlı Kuvvetlerinde Kadın Olmak
  Tarihsiz Türkler, Hocalı Katliamı ve TRT
  Terörizm Karşısındaki Zafiyete Bir Örnek: Şivan Perver ve Arınç Olayı
  Kürt Açılımıyla Gelinen Son Nokta: Dalga Dalga Yayılan Türk Sorunu
  Kürt Açılımı Türk’e, TSK’ya, Türkiye Devleti’ne Hakaret Etmeyi Meşrulaştırıyor mu?
  Erdoğan'ın "Milliyetçi" Söyleminin Şifresi
  Federasyonu Tartışmak Demokrasinin Gereği Midir?
  Terörizmi Meşrulaştıran Seçkinler ve Teröriste Terörist Demek
  Türk’e Kin Duyma ve Nefret Suçları-3
  PKK bile olumlanırken Türk milliyetçiliği olumsuzlanmaktadır!
  Türk Kimliği Karşıtlarını Anlamada Bir Araç Olarak “Nefret Suçları”-2
  Türk Kimliği Karşıtlarını Anlamada Bir Araç Olarak “Nefret Suçları”
  Bölünme Korkusu Bir Paranoya mıdır?
  Tek Tipleştirme Söylemi ve Sorunlu Zihniyetler
  Mustafa Akyol ve Ege Cansen Arasında Kalan Türk Kimliği
  Akdamar’dan Sümela’ya Tarih-Mekân İlişkisi ve Türk Kimliği
  Referandumun Ortaya Çıkardığı Tek Sonuç: “Demokrasinin Sefaleti”
  “Düşünce”nin Bitişi: Aydınlar ve Terör

  NORMALLEŞEMEYEN ZİHNİYET
  KÜRT AÇILIMIYLA TECESSÜM EDEN TÜRK SORUNU-5
  KÜRT AÇILIMIYLA TECESSÜM EDEN TÜRK SORUNU-4
  KÜRT AÇILIMINDA ZAFİYET NOKTALARI
  KÜRT AÇILIMI VE TÜRK KİMLİĞİ
  KÜRT AÇILIMIYLA TECESSÜM EDEN TÜRK SORUNU-3
  KÜRT AÇILIMIYLA TECESSÜM EDEN TÜRK SORUNU-2
  KÜRT AÇILIMIYLA TECESSÜM EDEN TÜRK SORUNU-1
  KÜRT AÇILIMI VE TÜRK KİMLİĞİ-4
  KÜRT AÇILIMI VE TÜRK KİMLİĞİ-3
  KÜRT AÇILIMI VE TÜRK KİMLİĞİ-2
  KÜRT AÇILIMI VE TÜRK KİMLİĞİ-1
  KÜRT AÇILIMDA ZAFİYETLER-7
  KÜRT AÇILIMINDA ZAFİYETLER-6
  KÜRT AÇILIMINDA ZAFİYETLER-5
  KÜRT AÇILIMINDA ZAFİYETLER-4

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2010/02/04/3309/kurt-acilimi-ve-turk-kimligi