4 Aralık 2017 Pazartesi

BOR CEVHERİ ve UYGULANAN POLİTİKALAR

BOR CEVHERİ ve UYGULANAN POLİTİKALAR



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar
Muhittin Ziya Gözler tarafından yazıldı.
02 Ocak 2014 Perşembe


 1455 yılına kadar doğu ve batıda bilim ve teknolojide küçük ama zamanın yapısına ve ruhuna uygun gelişmeler kaydediliyor, doğuda Türk-İslam âlimlerinin ortaya koyduğu fikirler ışığında önemli değişiklikler yaşanıyor ve özellikle de bilim ve mimaride önemli eserler vücuda getiriliyordu. 1455 yılına, matbaada ilk kitabın basılmasına dek dünya üzerinde 30 bin adet kitap olduğu tahmin edilmektedir. Bu tarihten sonra geçen yarım asırlık zaman içinde bilim, felsefe, edebiyat, sanat ve din alanında sayıları 10 milyona yaklaşan kitabın basıldığı ileri sürülmektedir. Batılılar, 15-17.yüzyıllar arasında bilim, felsefe, sanat ve dinde gerçekleştirdikleri ıslahat hareketlerinden sonra dünyaya açılmaya başlamışlar, coğrafi keşiflerle de kaynak arayışını hızlandırarak kendi 
topraklarından uzaklardaki ülkeleri işgal ederek o ülkelerin kaynaklarını kullanmak için sömürgeler ve dominyonlar kurmaya başlamışlardır. 1565’de kurşun kalem, 1643’de barometre, 1663’de teleskop, 1671’de basit bir hesap makinesi, 1752’de paratoner, 1852’de elektromıknatıs, 1866’da dinamit, 1876’da telefon icat edilmiştir. 1299-1699 yılları arasında cihan hâkimiyeti ülküsü ile güçlü bir imparatorluk kurmuş olan Osmanlı İmparatorluğu batının değişen bu fikri, ilmi, teknik ve dini gelişmelerinden bihaber olarak ayakta durmaya çalışırken batı bu fırsatı kaçırmamış bu ’’Muhteşem İmparatorluğu’’ yıkmak için sürekli fırsat kollamaya başlamış, nihayet içerden ve dışarıdan giriştiği sosyal, kültürel ve iktisadi faaliyetler neticesinde hepimiz için hazin olan son gerçekleşmiştir. 1839 Osmanlı-İngiliz Ticaret Sözleşmesi, Osmanlı sanayini ortadan kaldırmayı ve de ülkeyi batının bir açık pazarı haline dönüştürmeyi 
amaçlıyordu. Gelişen ve değişen şartlar karşısında batı, Osmanlı’nın madenlerine gözünü çeviriyor ve sömürü düzeni böylece başlamış oluyordu. 1850’li yıllarda 
Batı Anadolu’da alçıtaşı işletmeciliği yapan Polonya’lı bir göçmen Desmazures adlı bir Fransız mühendise hediye olarak bir biblo gönderir. Mühendis gelen 
bibloyu tetkik eder ve bu malzemenin bor olduğunu tespit eder. Hemen ilgili kişiyle temasa geçer ve Türkiye’ye gelir, malzemenin yerini bulurlar. Burası 
Balıkesir ili, Susurluk ilçesindeki Sultançayır ve Aziziye Köyleri civarıdır. Cevher, pandermit adı verilen kalsiyum borattır. Uzun uğraşlardan sonra 1865’de 
Companie Industrielle Des Mazures adlı bir şirket kurulur ve 1865’de padişahtan izin alınarak bor cevheri işletilmeye başlanır. Ancak işletilen madenin alçıtaşı 
olduğu söylenerek ve de ucuz ücretler ödenerek bor cevheri yurt dışına kaçırılmaya başlanır. Bu arada Paris yakınlarında bir bor rafine tesisi de 
kurulmuştur. 1887’de Londra’da kurulan The Borax Company Şirketi 1898’de Fransız şirketini satın alarak Sultançayır’daki bor işletmesini tekeline alır. 

Ancak bu hileli durumun farkına varan Sultan Abdülhamit Han mevcut faaliyetin durdurulması emrini verir. Ancak 1889’da Borax Consolidated Limited (BCL) 
şirketi kurulur ve bu şirket 1954 yılına kadar borları işletmeye devam eder. 

Etibank ilk kez 1958 yılında Emet’te bor cevheri üretimin gerçekleştirerek dünya bor piyasasına BCL’den sonra giren ikinci şirket olur. Etibank 1964’de ilk 
rafine ürün işletmesini devreye alır. 1968’deki Bakanlar Kurulu kararı ile de bütün şirketlerin imtiyazları devlete devredilerek, bor madenleri Etibank ve 
bazı yerli şirketler tarafından işletilmeye başlanır. 1978’de çıkarılan 2172 ve 1983’deki 2840 sayılı kanunlarla da bor madenleri ile ilgili bütün faaliyetler 
devlet kontrolüne bırakılır. 20.03. 2012 tarihinde TBMM’ne 2840 sayılı kanunda bir değişiklik yapılması önerisi götürülmüştür. 1998-2002 yılları arasında 
medyanın akıl almaz kampanyası ile bor meselesi kamuoyunu meşgul eden önemli meselelerden biri haline gelmişti. Akademisyenlerden gazetecilere, siyasilerden 

sivil toplum kuruluşlarına ve hatta sokakta simit satan vatandaşa kadar hemen herkes bor konusunda adeta otorite haline gelmişti. Hatta bir sivil toplum 
yöneticisi de bir yıl içinde ülkeye bor ile çalışan bir otomobil getireceğini anlatıyor, yazıyor ve çiziyordu. Aradan 14 yıl geçti…2003’ten bu yana borlarla 
ilgili yayın taarruzuna rastlamıyoruz. Bu çok önemli bir neticedir. Zira çalışan ve üreten insanlar bir de bu dedikodularla uğraşmamaktadırlar. Şimdi bor 
cevherinin serüvenini öz ama akılda kalıcı bir biçimde anlatmaya çalışalım.

       B2O3 bazında 1970 yılında dünya bor üretimi 768 bin ton, bunun %16’sı olan 122 bin ton, 1998’de 1.511.000 ton olan dünya üretiminin %31’i olan 475 bin ton, 2002 yılında 1.536.000 ton olan dünya üretiminin %32’si olan 491 bin ton ve 2012’de 1.8 milyon ton olan dünya fiili bor üretiminin yaklaşık %42’si 756 bin ton Türkiye tarafından üretilmiştir. Türkiye’de bor üretiminde artış olduğu takdirde dünyada da bor artışının olacağı bir vakıadır. 

Eti Maden İşletmeleri’nin verdiği bilgilere göre Eti’nin 2012 yılı bor üretim kapasitesi 973 bin ton olup, dünya fiili bor üretimiB2O3 bazında 1.8 (3.8) milyon ton olup bunun yaklaşık %42’sini Türkiye, %29’unu ABD, %15’ini G.Amerika, %14’ünü de Asya gerçekleştirmektedir. Ayrıca dünya bor talebinin de %46’sını Eti karşılamaktadır. 2002 yılında 1.890.000 ton cevher ve 717 bin (100 bin tonluk borik asit hariç) rafine ürün kapasitesi varken, 2012’de bu değerler rafine üründe 1.425.000 tona, eş değer ürünlerle birlikte kapasite 2.125.000 tona yükselmiştir. Diğer taraftan 1998-2002 yılları arasında bor ürünleri ihracat 
değerleri miktar olarak 400-763 bin ton, değer olarak da 200-237 milyon dolar seviyelerindeyken, 2009-2012 arasında miktar olarak 500-800 bin ton, değer 
olarak da 500-800 milyon dolarlar seviyesine çıkmıştır. Bu artışın önemli iki sebebi bulunmaktadır: 

1.Bulunan yeni rezervler ve Eti’nin yatırımlara ağırlık vermesi ham bor yerine rafine ürün satışının artması (2002 yılına göre pazarlanabilir ürün kapasitesi yaklaşık %100 artmıştır), pazara daha çok hâkim olması, 2. B2O3 bazında 2002 yılına göre fiyatların 250-300 dolarlardan 350-735 dolarlara yükselmesi. 

Türkiye’de bor konusunda 1964-1996 arasında geçen 32 yıllık zaman içinde yapılması gerekenler ne yazık ki, bildiğimiz ve bilemediğimiz birçok sebepten ötürü yapılamamıştır. Ancak 1997’den itibaren başlayan ve zaman zaman yöneticileri zor durumda bırakan yatırım hamlelerinin giderek artan bir şekilde devam etmesi sevinilecek bir neticedir. 

2000-2012 yılları arasında konsantre bor ürünlerinde satış miktarı %47’lerden %5’lere düşmüş, bor kimyasallarında da %53’lerden %95’lere çıkmıştır. 
Bu yatırımların dünya bor tüketimi de dikkate alınarak ve herhangi bir engele takılmadan yapılması, ayrıca yatırımların rafine ve eş değer ürünlerin de ötesine geçip özel bor ürünlerini de kapsayacak şekilde yapılmasına da dikkat edilmesi şarttır.

 (Türkiye’de bor cevherinin çıkarıldığı yerler. 
Kaynak:  www.coğrafyatutkudur.com)

  Tabiatta 230’un üzerinde bor minerali bulunmaktadır. Ancak ticari manada önemli olan bor mineralleri kolemanit, tinkal, üleksit, kernit, datolit, 
probertit ve hidroborasittir. Ülkemizde yaygın olarak tinkal (sodyumlu), kolemanit (kalsiyumlu) ve üleksit (kalsiyum+sodyum) mevcuttur. Ülkemizde bor cevheri Balıkesir Bigadiç, Eskişehir Kırka, Kütahya Emet, Bursa Kestelek’de bulunmaktadır. Dünya bor rezervleri toplam 1.290.800.000 ton olup dağılımı 
şöyledir: (Kaynak- Eti Maden / B2O3 bin ton /2012)

  ’’Türkiye 935.800  % 72,5 / 
   A.B.D 80.000   %6,2 / 
   Rusya 100.000 % 7,7 
   Çin 47.000  %3,6 / 
   Arjantin 9.000  %0,7 / 
   Bolivya 19.000  %1,5 
   Şili 41.000 % 3,2 / 
   Peru 22.000 % 1,7 / 
   Kazakistan 15.000 % 1,2 / 
   Sırbistan 22.000 % 1,7 

  Ülkelerin 2012 yılı bor üretim kapasiteleri ise şöyledir (Bin ton B2O3) : 

Türkiye 973, ABD 673, 
G.Amerika 340, 
Asya 312.
Toplam 2.298.000’’ 

Böylesine büyük rezervlere ve üretim kapasitesine sahip olmamıza rağmen bor ürünlerinin kullanımı günümüzde petrol, doğalgaz, kömür, demir-çelik,  çimento ve diğer sanayi ürünlerinde olduğu kadar fazla miktarda değildir. 2000 yılında 3,1 milyon ton olan dünya bor tüketimi (1.536.000 B2O3), 2012 yılında 3,8 milyon ton (1,8 milyon B2O3 ) olmuştur. Görüldüğü gibi bor kullanım oranı yıllık % 2 civarındadır. Ancak ekonomik krizler ve bor tüketiminin azaldığı durumlarda bu oran daha da düşmektedir. Bor ürünlerinin %54’ü cam (borosilikat, yalıtım tipi cam elyafı, tekstil tipi cam elyafı), % 13’ü seramik, emaye, sır, % 3’ü deterjan ve % 12’ si tarım sektöründe ve alev geciktiriciler, sağlık, çimento, metalürji ve enerji sektöründe de % 18’i kullanılmaktadır. Bor mineralleri ilk önce fiziksel işleme tabi tutularak zenginleştirilir ve konsantre bor elde edilir. Elde edilen bu ürün bazı kimyasal işlemlerden geçirilerek rafine ürünler elde 
edilir. Bor ürünlerini gösteren şema aşağıdadır.

  (Kaynak: Boren)

     Dışarıya yıllardır sattığımız ve ülkemizde halen de çok az miktarda kullanılan bor ürünlerinin nerelerde kullanıldığına da kısaca değinelim: 

Cam ve cam seramiklerinde; kolemanit, tinkal, üleksit, boraks penta ve deka hidrat, Susuz boraks ve borik asit, Emaye, sır ve fritte; Boraks penta ve deka, 
susuz boraks, borik asit, 

Temizleme ve ağartmada; Sodyum perborat, 

Zirai uygulamalarda; Boraks deka, penta, borik asit bor oksit, Meta borat kullanıldığı bilinmektedir. 

Ergimiş halde bulunan cam ara ürününe bor ilave edildiğinde malzemenin akışkanlığını artırmakta ve nihai ürünün yüzey sertliğini ve dayanıklılığını artırmaktadır. 

Seramiğe bor ilavesi onu çizmeye karşı korumaktadır. 
Deterjan ve sabunlarda mikrop öldürücü, beyazlatıcı ve suyu yumuşatıcılığını artırmak için kullanılmaktadır. 
Sebze ve meyvelerde hücredeki şeker geçişini, gelişimini, hücre bölünmesini ve fotosentez metabolizmasının düzenlendiği için kullanılmaktadır. 
Alev geciktirici olarak yanan malzemelerin üzerine sürüldüğünde (çinko borat) oksijenle olan teması kesmekte ve yanmayı önlemektedir. 
Metalürjide yüksek sıcaklıkta koruyucu özelliğinde dolayı demir dışı metal sanayinde curuf oluşturucu ve ergitmeyi hızlandırıcı madde olarak kullanılmaktadır. 

Ayrıca fiber optik kablolar da üretilmektedir. 

Sodyum bor hidrür, kâğıt hamurunun ağartılmasında, atık sulardan ağır metallerin uzaklaştırılmasında kullanılmaktadır. 
Bu ürün aynı zamanda çok iyi bir hidrojen taşıyıcısı ve depolayıcısı olduğunda hidrojenin enerjide kullanılmaya başlamasından sonra önemli bir noktaya gelecektir. 

Atom reaktörlerinde borlu çelikler, bor karbürler ve titan bor alaşımlar kullanılmaktadır. 

Füze yakıtlarında, uçak ve havacılık sanayinde yüksek ısıya dayanıklı gövde yapımında ve düşük ağırlık ve diğer bazı uygulamalarda kullanıldığı bilinmektedir. 

Bor nitrür, elektronikte, nükleer uygulamalarda, vakum ergitme potalarında, bujiler, rulman yatakları, askeri zırh malzemelerinde, matkap uçlarında 
değerlendirilmektedir. 

Titanyum diborür, balistik silah üretimi, Ergimiş motor potalarında ve kesme aletlerin yapımında kullanılmaktadır. 
Bor halojenürler, ilaç, katalizörler ve bor elyafı üretiminde kullanılmaktadır. 
Enerji alanında, hidrojen taşıyıcısı, araçlarda doğruda yakıt olarak ve de enerjinin taşınması, depolanması ve tasarrufunda da değerlendirilmektedir. 
Böylesine öneme haiz bir maden varlığının yıllarca ham, konsantre ve hatta rafine ürün olarak satılması toplumun akıllı ve sürekli yol gösteren adamları tarafından hiç değerlendirilmemiş sadece ve sadece aman borlar emperyalistlere peşkeş çekilmesin nidalarıyla toplum avutulmaya çalışılmıştır. 

Doğru olan, yapılması ve yol gösterilmesi gereken husus, sanayinin hemen her yerinde kullanılan ürünlere ait tesislerin kurulması için devletin ve özel sektörün 
teşvik edilmesi olmalıydı. Aslında Eti’nin sattığı ürünlerin nerelerde kullanıldığı ABD’de 2000 yılında bir şirket kuruluna dek de bilinmiyordu. 

Bor minerallerinden elde edilen borik asit, bor oksit, boraks dekahidrat ve pentahidrat, susuz boraks, amonyum pentaborat, sodyum metaborat, potasyum penta ve tetraboratlar, bor karbür, bor nitrür, titanyum diborür, ferro bor, bor halojenürler, boranlar ve diğer bor özel kimyasalları bilinenlerin dışında nerelerde hangi amaçlar için kullanılıyordu? 

Uzay çalışmalarında mı? 
Hızlı tren yapımında mı? 
Yeni nesil uçak üretiminde mi? 
Yakıt veya elektrik enerjisi üretiminde mi? 
Sağlık alanında mı? 

Görüldüğü gibi buraya kadar anlatılanlardan şu açıkça anlaşılmaktadır. 

Türkiye bor cevherini halen rafine ve eşdeğer bor cevheri şeklinde satmaktadır. Eti’nin bazı uç ürünlerdeki çabalarını, ortaya koyduğu sonuçları daha ötelere taşıması için ya devletin bu girişimleri sonuna dek desteklemesi ya da özel sektörün bu konuya iştiraki gerekmektedir. Eti’nin özel sektörle yapacağı ortaklıklardan da iyi neticeler alınabilir (tronada olduğu gibi). Uzun yıllardır yöneticilerin bu çabaları her nedense baltalanmış ve günümüzde de bu ileri teknoloji çalışmalarında yapılanlara pek destek çıkılmadığı görülmektedir. 

Amerika, Yunanistan, Bulgaristan, İtalya, Belçika, Hollanda’dan birileri gelip ülkemizin borlarını alacak, ülkelerinde yatırımlar yapacaklar, ama benim ülkemde milli sermaye yani özel sektör bor konusunda kılını kıpırdatamayacak! Devlet kuruluşumuz Eti’nin yaptığı çalışmalarla da çekince olduğu için kimse ilgilenmeyecek. 

Bu nasıl bir anlayıştır? Ya da daha ötesi acaba bu bir özel sektör düşmanlığı mıdır? Sakın ha, borlardan uzak durun… Eti’nin dışında kurulmuş olan 
Bor Enstitüsünün de çalışmalarının pek netice alıcı olduğu söylenemez. Bu kurum Eti’nin bünyesine katılmalı ve daha neticeye yönelik AR-GE 
faaliyeti yapan bir güç haline getirilmelidir. Diğer taraftan Eti, üretim yapısı, teknik ve tesis özellikleri, çalışma şekli ve ticari kapsamı itibariyle 
bir madencilik kuruluşundan daha çok bir kimya kuruluşuna dönüşmüştür. Eti’nin liderliğinde kurulacak kompleks bir kimya sektörü yukarıda anlatılmaya çalışılan bütün üretimleri yapar hale gelecektir. Ancak böylesine güçlü bir yapı sonrası Eti dünya bor sektörünün gerçek patronu olabilir. Günümüzde 1,8 milyon ton civarında kullanılan dünya bor ürünlerinin önümüzdeki 10-15 yıl içinde 8-10 kat artması mümkün olabilir. Ülke bor kaynaklarının dünya pazarındaki zenginliğe eşdeğer bir gücü yakalayabilmesi için katma değeri yüksek bor bileşikleri üretimine geçilmesi şarttır. Yani, borla ilgili AR-GE faaliyetlerine önem verilmeli, sanayide ve yüksek teknolojide kullanılan bor fabrikalar yapılmalıdır. Kısacası fabrika yapan fabrikalar kurulmalıdır. 1978’de 83 milyon, 1999’da 237 milyon ve 2012’de 800 milyon dolar bor ihracatı yapan ve tesisler kurarak üretim gücünü artıran Eti’nin önüne, neredeyse birçok hasletimiz den vazgeçerek girmeye can attığımız AB ülkeleri çok ciddi engeller çıkartmaktadırlar. 2000’li yıllarda başlayan bu engellerin halen devam ettiğini düşünmekteyim. Bu engellerin neler olduğuna gelince: 

1.Borun insan hayatı ve çevre üzerinde tahribat yaptığını iddia etmektedirler. Bu sebeple de bor torbalarının üzerine kuru kafa işaretleri koydurarak bor kullanımından vazgeçilmesini istemektedirler. Bor cevherinin ne tabii hali ne de rafine ürünlerinin insan sağlığına zararlı olmadığı bilimsel olarak ispat edilmiştir. 

   2. Deterjan sanayinde kullanılan bor (perborat) yerine daha ucuz olan perkarbonat (hammaddesi soda) kullanılması gündeme getirilmiş, çalışmalar 
neticesinde şirketler perborat fabrikalarını perkarbonata dönüştürmeye başlamışlardır. 

Böylece bu proje yaygınlaştığı takdirde 500.000 ton civarında bor kullanılmayacak ve bu netice Eti’nin perborat fabrikalarından vazgeçmesini gündeme getirebilecektir. 3.Cam sanayinde kullanılan bor yerine de Adventex 
(borun kullanılmadığı ve E-camını ikame eden bir fiberglas türüdür) denilen bir madde üretilmiş ve ticari anlamda çalışmalar ABD’deki şirketler tarafından hızlı 
bir şekilde yürütülmektedir. Yurt dışına konsantre ve rafine bor ürünler satılarak yabancı ülkelerde bor sanayinin kurulmasını desteklenmesinin önüne geçilmesi için meri kanunda değişiklik yapılarak Türk sanayicisinin bor konusunda yatırım yapmasının önü açılmalıdır. Bu konuda Eti’nin yaptığı çalışmalara önem verilmeli ve toplumun bu konudaki hassasiyetleri de dikkate alınarak Eti ile müşterek yatırımlar gerçekleştirilmelidir. Bu noktada 2840 sayılı kanunun Danıştay tarafından incelenmesi sonrası 01.05.2000 tarih ve 2000/67 sayılı kararı doğrultusunda hareket edilmesi doğru olur kanaatini taşımaktayım (bu kararın dikkatli okunması gerekmektedir). Devlet ve milli sermayenin bu konuda yapacağı yatırımların çok başarılı olacağı Beypazarı Trona yatırımında açıkça görülmüştür

       Netice itibariyle: 

1.Uzun yıllar madencilik faaliyetlerini yürüten Eti, son yıllarda yapılan özelleştirmeler sonrası ciddi bir şekilde zarar eden (dünyadaki maden fiyatlarının ani iniş, çıkışlar göstermesi sebebiyle) alüminyum, bakır, krom, gümüş, fosfat işletmelerinin bünyeden ayrılmasından sonra bor cevheri ile baş başa kalmıştır. Yaklaşık dokuz yıldır bütün yatırımlar bor üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu sebeple Eti kimya sektörünün bir parçası olmuştur. Kurulacak entegre tesislerle ülkemizde güçlü bir bor kompleksi oluşturulabilir. Daha önceleri Alüminyum ve Mazıdağ Fosfat Tesisleri’nde yapılması düşünülen ve bir türlü hayata geçirilemeyen böylesi devasa projelere ülkenin ihtiyacının olduğu unutulmamalıdır (petro-kimya tesislerine benzeyen bir sistem kurulabilir). 

2. Eti mevcut yatırımlarına ara vermeden devam etmeli dünya pazarındaki payını artıracak her türlü yatırımı yaparken AR-GE faaliyetlerini de 
sürdürmelidir. 

3. Eti’nin güçlü bir teknik, pazarlama ve idari yapısı varken, Boren adlı bir başka teşkilatın kurulması Eti’nin yapmak istediklerini hayata geçirmede ciddi bir engel gibi görülmektedir. En azından dışarıdan böyle değerlendirilmektedir. Bu sebeple Boren’in Eti’nin idari yapısı içinde yer alması daha doğru olacaktır. 

4. 2000 yılında 23.539 ton olan yurt içi satışlar 2012 yılında 22.234 ton olmuştur. 2000 yılında Türk özel sektörü bor ürünlerinden dibor trioksit, metaborik asit, orto borik asit, bor oksitleri, disodyum tetraborat anhidrit, disodyum tetraborat pentahidrat, amonyum boratlar ve diğer boratlardan yaklaşık 22 bin ton ithalat yapmıştır İhracatın 800.000 ton olduğu bir dönemde yurt içinde bor kullanımının bu denli az olması ülkemizde bora ilginin ne kadar az olduğunu göstermektedir. Bu ilgi azlığının en önemli sebebi Türk özel sektörü, yapılan menfi propagandalardan ötürü çekinmekte ve belki de bora yatırım yapmaya korkmaktadır. Diğer taraftan rafine ürünleri kullanacak fabrikalarımız bulunmamaktadır. Bu fabrikaları devlet imalat sanayinden çekildim diye uzun yıllardır yaptırmıyor, özel sektör yani milli sermaye kanunlar engel diye bor yatırımlarına uzak duruyor (yurt dışındaki sanayiciye engel yoktur. O sanayici ham veya konsantre bor alarak rafine ürünler de üretmektedir. Hatta ham bor alarak öğütüp satmaktadır). Birileri hala borları emperyalizme peşleş çektirmeyelim derken biz kendi ellerimizle borları emperyalistlere satmıyor muyuz? 19. yüzyılda bizi kandırarak borlarımızı çalan batıya, 21. yüzyılda biz kendi ellerimizle borlarımızı (yaklaşık kırk beş yıldır) satıyoruz. Gelin görün ki, bu ülke insanının borlara ilgi duyması yıllarca engellenmiştir. Bunun sebebi acaba nedir? İşte bu kısır döngüyü aşacak yeni bir anlayışın hâkim olması için bor politikasında da ciddi değişikler yapılmalıdır (merak edilmesin ülkenin varlılarını peşkeş çekenler halk ve devlet tarafından engellenirler). 

Bu sebeplerden ötürü 20.03.2012 tarihinde TBMM’ne sevk edilmiş olan ve 2840 sayılı kanunda değişiklik yapılması öngörülen metnin aceleye getirilmeden, özel sektörün henüz bor politikaları konusunda uluslararası hiçbir tecrübesinin olmamasından dolayı, Eti’nin kontrolünde ve onun gücünü azaltmadan, ruhsatların Eti’nin hâkimiyetinde kalması, yapılacak yatırımlarda Eti’nin altın hisse (imtiyazlı hisse) hakkı olması kaydıyla ve de Eti’nin üretim ve pazarlama politikaları çerçevesinde düzenlenmesi bor yatırımlarının hızlanmasında önemli rol oynayabilir. Şayet yine de özel sektör bor yatırımlarına bigâne kalırsa devlet Eti’nin önündeki bütün engelleri kaldırarak bor kimyasalları entegre tesislerini kurulmasına ön ayak olmalıdır.   
                                                                            
Yazılım & Tasarım: Mahmut ÖZDEMİR
Uzman Hakkında
Muhittin Ziya Gözler
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları

  Yeni Mezopotamya’da Irak’a Olan Alaka’nın Sebebi 
  AB Üyeliği Tılsımlı Değnek Değil-İşte Yunanistan 
  Türkiye'nin Enerji Politikalarına Eleştirisel Bir Bakış 
  Doğu Akdeniz’de Paylaşılamayan Kaynaklar 
  Kömür Madenciliği 
  Türkiye’nin Güvenlik Sorunlarının Tartışılması 

  DERS-ULUSLARARASI İLİŞKİLER 

  Enerji Kıskacındaki Ortadoğu’da Yaşayan Kürt’ler Kimdir? 
  Nükleer Enerji Santrallerinde Yakıt ve Deprem Konusu 
  Türkiye Adalar Denizi ve Kıta Sahanlı'nda Savaş Değil Bilim ve Adalet İstiyor 
  Enerji İlişkileri 
  Jeotermal Enerji  
  Hafife Alınan Ancak Sonuçları Çok Ağır Olacak Bir Tehlike: Deprem  
  Rüzgâr Enerjisi 

  SOMA’NIN İSYANI: YETER ARTIK! 

  Şeyl Gaz Gerçeği 
  Su Yönetimi Siyasetin Değil Devletin Bir Meselesi Olmalıdır 
  Enerji Ve Boru Hatlarında Siyaset Oyunları 
  Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar 
  Çevre Enerji Ve Madencilik İlişkileri 
  Madencilikte Kökten Değişiklikler ve Yeni Politikalar 
  Maden Varlığımızın Ülkemizin Kalkınmasına Etkileri 
  Ülkemizin Enerji Kaynakları 
  Nükleer Enerjinin Önemi 
  Enerjide Milli Politikaların Zamanıdır 
  Petrol Dünyasında Türkiye’nin Yeri 

DAHA DETAYLI BİLĞİ İÇİN;

https://www.tmmob.org.tr/sites/www.tmmob.org.tr/files/bor_0.pdf

Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

***

Barzani geri adım atar mı? Bu aşamadaki geri adımda kaybeder mi?

Barzani geri adım atar mı? Bu aşamadaki geri adımda kaybeder mi? 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
FİKİR TANKI,
Cahit Armağan Dilek tarafından 
02 Ekim 2017 Pazartesi 22:57'te yazıldı.

Barzani geri adım atar mı? Bu aşamadaki geri adımda kaybeder mi? 
Barzani'den geri adım atması isteniyor. Eğer geri adım atarsa Bağdat ile müzakerenin yolu açılacak, uygulamaya geçen az sayıda yaptırım kalkacak ve 
Türkiye'nin yeniden erdemli dostu olacak... 

GERİ ADIM NE DEMEK? 

Peki Barzani'nin atması istenen geri adımdan kasıt ne? Referandumun iptal edilmesi.... 

Barzani "tamam referandumu ve sonuçlarını iptal ettik" derse her şey çözülecek mi? Öyle veya böyle referandumdan çıkan yüzde 92'lik evet oy unutulacak mı, 
hafızalardan silinecek mi, hiç konuşulmayacak mı? 

Tabi ki hayır... 

.............BARZANİ'NİN GERİ ADIMI ASLINDA İLERİ ADIM OLACAK...... 

Bağdat ile başlayacak müzakerelerde, pazarlıklarda, dış ilişkilerinde o %92 Barzani'nin hep yanında, cebinde, masada olacak... 

Referandum sonuçlarını iptal eden Barzani pek ala yeni bir kararla "hayır referandum sonuçları geçerli, biz uygulamaya sokacağız" da diyebilir... 
Bir toplantılık iş ya da tek talimatlık bir konu,Dolayısıyla, Barzani'ye referandum sonuçlarını iptal kararı aldırtınca kazanacağını, müzakereyle Barzani'yi yola getireceğini sananlar aslında Barzani'ye ileri bir adım attırıyorlar... Referandum yapılmasıyla oluşan durum aynen şudur; atı alan Üsküdar'ı geçti. Peki ne yapılmalı? Yukarıda ifade ettiğimiz gibi referandumu yapmış, %92 evet oyu almış Barzani referandumu iptal ettim gibi sadece söylemde kalacak bir karar açıklasa da mevcut koşullarla müzakere masasına oturduğunda halen avantajlı konumda ve kazanan taraf pozisyonunda dır. 

......... BAĞDAT-BARZANİ MÜZAKERELERİ HANGİ ŞARTLARDA BAŞLAMALIDIR?.............. 

Barzani, ile sadece söylemde kalacak referandum iptal açıklaması üzerine müzakereye geçildiğinde Barzani ile görüşülecek tek konu bağımsızlık ilan süreci olacaktır. 
Hem de BM gözetiminde yapılacak bu görüşmeler Barzani'ye meşruiyet kazandıracaktır. Dolayısıyla Irak anayasasına göre hakkı olan konuların 
garantiye alınmasının, ki bağımsızlık referandumu anayasa dışı bir konudur, sağlanacağı bir müzakere sürecine geçilebilmesi için referandumu yok sayacağını ve masaya getirmeyeceğini taahhüt etmesi, fiilen kontrolünde olan yani işgal ettiği Kerkük'ü ve Musul barajıyla Musul ilindeki yerler dahil tartışmalı 
bölgeleri Bağdat'a terk etmesi, anayasaya aykırı biçimde satıp gelirine el koyduğu aslında bütün Iraklılara ait Kerkük petrolünü Bağdat yönetime 
devretmesi, sınır kapılarını işleterek gelirine el koyduğu sınır kapılarını merkezi yönetimi devretmesi de gerekir. Barzani yönetimi ile Bağdat yönetiminin 
aşlayacağı bir müzakere sürecinin başvuru şartları bunlar olmalıdır. 

..........BARZANİ DEĞİL KARŞISINDAKİLER GERİ ADIM ATIYOR........... 

Peki gelişmeler neyi işaret ediyor? Askeri-politik alandaki gelişmeler Brazani'nin değil karşısındakilerin geri adım attığına işaret etmektedir. Barzani'ye yönelik 
eleştiriler ve tepkilerin yumuşadığı görülmektedir. Ekonomik ambargo, enerji yaptırımı, siyasi yaptırım konulacağını, Barzani'nin yaptığına pişman 
edileceğini iddia edenlerin söylemlerini yumuşatarak "haydi referandumu iptal ettim de, eski ilişkilere kaldığımız yerden devam edelim" seviyesine gelmiştir. 
Barzani'nin duruşunda ise hiçbir değişiklik görülmektedir. Barzani yönetimiyle Bağdat arasında diyalog tesis etmeye yönelik girişimler artmıştır. 

KARŞISINDA GÖRÜNEN CEPHENİN YUMUŞADIĞINI, DİRENÇ GÖSTERMEYECEĞİNİ GÖREN BARZANİ GERİ ADIM ATMAYACAK, (AT) MIŞ GİBİ YAPACAKTIR. BARZANİ'NİN REFERANDUM SONUCUNDAN GERİ ATMAYACĞININ EN SON SOMUT İŞARETİ REFERANDUMUN AĞIRLIK MERKEZİ OLAN, BÜTÜN TARTIŞMALARIN MERKEZİ OLAN KERKÜK'Ü BU ORTAMDA BUGÜN (02 EKİM) ZİYARET ETMESİDİR. 

Referandumu yapmış Barzani müzakereye döneüşecek bir diyalog kurulmasına çoktan razıdır. Bağdat'ı masaya oturtmuş olmak Barzani'nin başarı hanesine yazılacaktır. Barzani için müzakerinin başarıya ulaşması şart değildir. BM ve uluslararası toplum gözetiminde müzakere bir kez başlayıp kısa da sürse 
bunun sonucu Barzani'nin tek yanlı bağımsızlık ilanıdır. Burada dikkat edeceği husus ABD ve Batı ülkelerinin şimdi zamanı değil diyerek referandumu erteletmek istedikler tarihe kadar, ki bu 2018 ortalarıdır, müzakereyi öyle veya sürdürebilmek olacaktır.

..........BARZANİ GERİ ADIM ATSA DA KAZANIYOR, KARŞISINDAKİLER KAYBEDİYOR...........

 Bu durum şunu gösteriyor. Eğer yukarıda belirttiğimiz şartlar tesis edilmeden sadece Barzani referandumu iptal ettik açıklamasıyla başlatılacak müzakere Barzani'nin geri adımı değil bilakis daha da ileri adım atmış ve kazanmış olmasıdır. Çünkü dedik ya atı alan Üsküdar'ı geçti. 
Diş macunu tüpten çıktı, oy sandığa girdi bile. Burada asıl tehlike şuanda Barzani'nin karşısında durduğunu söyleyen ülke ve yöneticilerinin kendi 
toplumlarını ve uluslararsı camiayı Barzani'nin sözde geri adımını Barzani kaybetti, sorun çözüldü, Irak bölünmeyecek, Barzani bağımsızlık ilan edemeyecek diye kandırmasıdır. Dolayısıyla bu aşamada karşısındakilerin yasak savam şeklinde öne sürdükleri referandumdan geri adım at söylemini yerine getirecek Barzani kazan olurken karşısındakiler, ki bundan kastımız Türkiye'dir, kaybeden olur.

Cahit Armağan Dilek tarafından 02 Ekim 2017 Pazartesi 22:57'te yazıldı.


***

2 Aralık 2017 Cumartesi

TÜRK BASININDA 1967 ARAP-İSRAİL SAVAŞI BÖLÜM 2

TÜRK BASININDA 1967 ARAP-İSRAİL SAVAŞI BÖLÜM 2



ÜLKE ASKER SAYISI Akşam Milliyet 



Basında Arap-İsrail savaşı hakkındaki tarafların iddiaları genellikle ayrı ayrı verilmiştir. İsrail’in Mısır’ı, Mısır’ın da İsrail’i savaşı başlatan taraf olmakla 
suçladığı haberlerde, Ürdün, Suriye, Irak, Lübnan ve Mısır kuvvetlerinin İsrail’e karşı 5 Haziran günü Türkiye saatiyle saat 11.05’te harekete geçtiği, savaşın akşama doğru İsrail birliklerinin lehine geliştiği, Sina Çölü’ndeki İsrail birliklerinin Mısır topraklarına girerek ilerlemeye başladığı belirtilmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). 

İsrail uçakları Mısır’ın çeşitli bölgeleriyle başkent Kahire’yi bombalarken Arap uçakları da İsrail’in askerî hedeflerine ve petrol bakımından önemli Hayfa’ya 
bomba yağdırmışlardır. Gazze ve Kudüs’te çok şiddetli çarpışmalar olmuştur (Hürriyet, 6 Haziran 1967). Arapların “Tel Aviv’de buluşalım, intikam saati geldi. 
Savaşın ilk kurşununu İsrail sıktı. 70 İsrail uçağını düşürdük.” sözlerine karşılık İsrail, “Tel Aviv İsrail’indir. Necef’te Mısır kuvvetleri geriliyor. Mısır’ın yaptığı 
ani hücum İsrail’i gafil avlayamadı. 150 Mısır uçağını düşürdük.” diye karşılık veriyordu (Tercüman, 6 Haziran 1967). Mısır silahlı kuvvetleri yayınladıkları bir 
bildiride İsrail kuvvetlerinin saat 9. 00’da Mısır’a karşı karadan ve havadan geniş çaplı bir “tecavüze” giriştiği, Mısır’ın bu tecavüze karşı koymak için harekete 
geçtiğini bildirmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Milliyet gazetesi savaş haberlerini en ayrıntılı veren gazetelerden biridir. Gazete cephe cephe savaşı vermiş, İsrail ve Arap taraflarının görüşlerini de yansıtmıştır. Bir yandan İsrail Başbakanı Eşkol’un “havadaki üstünlüğümüz tartışma kabul etmez.” dediği, hiçbir ülkenin İsrail’i bu defa fiilen desteklemediği, hava çarpışmalarında Mısır, Ürdün ve Suriye hava kuvvetlerine kesin bir darbe indirildiği haberi verilirken; diğer taraftan Mısır Silahlı Kuvvetler Komutanı’nın Mısır kuvvetlerinin İsrail topraklarına girmeye başladığı, İsrail saldırılarının püskürtüldüğü haberleri yer almıştır. 

Savaşı ayrıntılı veren diğer bir gazete olan Akşam gazetesinde savaşın sabah saat 7.30’da İsrail uçaklarının Mısır’a saldırısı ile başladığı, İsrail’de genel 
seferberlik ilan edildiği, Ürdün kuvvetlerinin Kudüs’ün İsrail tarafına ilerlemeye devam ettiği bildirilmiştir. Dikkati çeken bir haber ise, Papa VI. Paul’un Kudüs’ün “açık şehir” ilan edilmesini istemesidir (Akşam, 6 Haziran 1967). 

1967 Arap-İsrail savaşı, 5 Haziran sabahı Kahire saatiyle sabah 8. 45’te İsrail uçaklarının Mısır havaalanlarına yaptığı “sürpriz” bir baskınla başlamıştır. İsrail, 
Mısır’ın hiç beklemediği ancak, ani bir baskın yapabileceğini bildiği bölgeden değil, Akdeniz üzerinden batıya oradan da güneye ve doğuya yönelmiş ve hava 
alanlarını bombalamıştır (Armaoğlu, 1994: 248-249). Milliyet yazarı Abdi İpekçi’ye göre bu savaş sürpriz değildir. Çünkü savaşın başlayacağı birkaç 
gün önceden kesinlikle bellidir. Bu savaş diplomatik çabalar başarılı olamadığı takdirde “şimdilik zayıf görülmekle birlikte” bir üçüncü dünya savaşına 
dönüşebilir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Benzer bir düşünce Akşam gazetesinde de dile getirilmiştir. “Yorum” köşesinde yayımlanan “Buhrandan Savaşa” başlıklı 
yazıda; savaşı kimin başlattığının gelen haberlerden çıkartmanın imkânının olmadığı, savaşın “Orta Doğu petrolleri ve emperyalist devletlerin çıkarları uğruna çıktığı” belirtilmiş ve bu savaşın üçüncü dünya savaşına dönüşme tehlikesinin her zamankinden çok olduğu ifade edilmiştir (Akşam, 6 Haziran 1967). 

ABD, İngiltere ve Batı Almanya savaşta tarafsız kalacaklarını açıklamalarına rağmen (Akşam, 6 Haziran 1967), Sovyetler Birliği İsrail’i tecavüzle suçlayarak 
askerî harekâtın kayıtsız şartsız durdurulmasını istemiştir. Sovyet Hükûmeti Araplara mutlak destek sağlayacağını da bildirmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). 
Bu arada Milliyet gazetesi Akdeniz’deki Amerikan, İngiliz ve Rus askerî gücü hakkında da bilgi vermektedir. Bilgiye bakıldığında Amerikan askerî gücünün 
Sovyetler Birliği ve İngiltere’den daha üstün olduğu görülmektedir. 

Savaşın çıkması üzerine BM Güvenlik Konseyi, 5 Haziran sabahı İsrail ve Mısır delegelerinin isteği üzerine olağanüstü bir toplantı yapmış, ancak bir sonuca 
varılamamıştır (Tercüman, 6 Haziran 1967). Hindistan sunduğu bir teklifte tarafların savaştan önceki sınırlarına dönmelerini istemiş, ancak bazı üyelerin 
savaş öncesi duruma dönülmesine yanaşmadıkları için bir sonuç alınamamıştır. Sovyetler Birliği Hindistan’ın teklifini desteklerken ABD bu konunun bir kenara 
bırakılmasını istemiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). 

2. Savaşın İkinci Günü: Gazeteler 6 Haziran tarihli savaşın ikinci gününü “kanlı savaş: binlerce ölü ve yaralı var” (Tercüman, 7 Haziran 1967) “Süveyş 
kapatıldı” (Zafer, 7 Haziran 1967), “İsrail Gazze’yi ve Kudüs’ü aldı” (Milliyet, 7 Haziran 1967) manşetleriyle okuyucularına duyuruyordu. Savaşta İsrail üstünlüğü ele geçirmiş, Mısır’dan Gazze, El Ariş, Hanyunis ve Bafrafah alınmıştır. El Ariş, Mısır’ın önemli bir hava üssü olmakla birlikte Akdeniz sahilindeki demiryolunun da başlangıç noktasıdır. Gazetelere yansıyan habere göre Mısır, bu gerilemeyi kabul etmemekte ve İsrail’in 30 tankının tahrip edildiğini duyurmaktadır. 

Mısır İsrail saldırılarıyla batacak bir geminin uzun bir süre Süveyş Kanalı’nı kapatabileceği gerekçesiyle Süveyş Kanalı’nı kapatmıştır (Akşam-Milliyet, 7 
Haziran 1967). Ürdün cephesinde ise, Kudüs’te göğüs göğüse süngü savaşlarının devam ettiği, ancak İsrail’in Kudüs’ü ele geçirdiği bildirilmiştir. Ayrıca İsrail 
tarafından Ürdün’den Latron, Cenin ve Kalikilya alınmıştır (Milliyet, 7 Haziran 1967). 

Mısır, İsrail’in ilerlemesinden Amerika ve İngiltere’nin büyük çapta hava müdahalesini sorumlu tutmuş, Ürdün sözcüsü de, Ürdün üzerinde bir Amerikan 
avcı uçağının düşürüldüğünü söylemiştir. ABD ve İngiltere bu iddiaları kesinlikle reddetmişlerdir (Akşam, 7 Haziran 1967). Basında Mısır’ın bu şekilde 
davranmakla yenilginin sorumluluğunu üzerinden atmak isteyerek “mızıkacılık” yaptığı dile getirilmiştir (Tercüman, 8 Haziran 1967). İngiltere ve Amerika’nın 
savaşta İsrail’i desteklemelerinden dolayı 6 Hazirandan itibaren Irak, Suriye, Cezayir ve Kuveyt bu iki devlete petrol sevkiyatını durdurmuştur. İngiltere 
Başbakanı Harold Wilson, Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada Arapların bu tavrını bir şantaj olarak değerlendirmiş ve İngiltere’nin petrol konusunda bu 
şantaja boyun eğmeyeceğini söylemiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). 

Savaşın Arapların aleyhine gelişmesi karşısında harekete geçme ihtiyacı hisseden Sovyetler Birliği, 6 Haziran sabahı Kremlin’de bütün Sovyet yöneticilerinin katıldığı üç saat süren olağanüstü bir zirve toplantısı yapmış, toplantı sonrası yayıMlanan bildiride İsrail’in savaşa başladığı sınırlara çekilmesini istemiştir. ABD Dışişleri Bakanı Dean Rush ise; Amerika’nın tarafsızlığının savaşa kayıtsız kalacağı anlamına gelmediğini açıklamış, Fransa eğer bloklar arasında bir savaş çıkarsa Amerika’yı destekleyeceğini bildirmiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Bu olaylar üzerine BM Güvenlik Konseyi’nde ilk günkü anlaşmazlık ikinci gün giderilmiş, Sovyetler Birliği ile ABD’nin anlaşması üzerine içinde eski mevzilere dönmek şartının olmadığı ateşkes kararı onbeş üye ülke tarafından oy birliğiyle kabul edilmiştir (Hürriyet, 7 Haziran 1967). 

3. Savaşın Üçüncü Günü 

Savaşın üçüncü gününü “İsrail ordusu Süveyş’e ulaştı”, “İsrail ordusu Süveyş’te”, “Süveyş düşüyor” gibi manşetlerle okuyucularına duyuran gazeteler, artık savaş hakkında daha doğru bilgiler almaktadırlar. İncelediğimiz gazetelerin tamamının birbirine çok benzeyen başlık ve içerikleri yayımlaması bu düşüncemizi doğrular mahiyettedir. 

Basında yer alan bilgilere göre Ürdün, BM’nin ateşkes çağrısını kabul ederken Mısır, Irak, Suriye ve İsrail reddetmiştir (Zafer, 8 Haziran 1967). 
İsrail, Sina’da Şarm el Şeyh’i ele geçirerek Akabe Körfezi’ndeki ablukaya son vermiştir. Ürdün’den Kudüs’ü tamamen alan İsrail, Ramallah ve Nablus’u da ele 
geçirmiştir (Hürriyet, 8 Haziran 1967). Kudüs’ün İsrail’in eline geçmesi üzerine binlerce Arap mallarını bırakıp şehri terk etmiş, Ürdün’ü göre İsrail bu savaşta 
“kadın ve çocuklara da” ateş açmıştır (Tercüman, 8 Haziran 1967). Mısır’da Kahire Radyosunun cephelerde büyük zafer kazanıldığını ileri sürmesine rağmen 
başkentin Asuvan’a nakli düşünülmüş, Tunus savaş uçakları Kahire’ye gelmiştir (Akşam, 8 Haziran 1967). 

İsrail Genel Kurmay Başkanı Tümgeneral İzak Rabin, Mısır’ın tamamen yenilgiye uğratıldığını, Süveyş Kanalı’na kadar olan geniş bölgenin İsrail’in eline 
geçtiği, Mısır kuvvetlerinin Süveyş Kanalı’nın gerisine çekilmeye çalıştığını bildirmiştir. Kudüs’ün tamamen işgali sonrası buraya gelen İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan, Ağlama Duvarı önünde “ikibin yıllık rüyamız gerçekleşti, buraya döndük, bir daha ayrılmayacağız.” demişti (Milliyet, 8 Haziran 1967). 

Savaştan İngiltere ve ABD’yi sorumlu tutan Sudan, Mısır, Irak, Suriye, Yemen ve Cezayir’in ardından Lübnan ve Moritanya da 7 Haziranda bu iki devletle 
diplomatik ilişkilerini kesmiştir. Irak, Kuveyt ve Cezayir’den sonra Suudi Arabistan ve Libya da bu devletlere petrol satmama kararı almıştır. ABD Başkanı Johnson, savaşın olası bir petrol buhranına yol açabileceğini dikkate alarak, başlıca Amerikan petrol şirketlerinin temsilcilerini olağanüstü tedbir planları hazırlamak üzere Washington’a çağırmıştır (Milliyet, 8 Haziran 1967). 

BM, 6 Hazirandaki ateşkes çağrısına uyulmaması üzerine bu defa tarafların 7 Haziranda saat 20.00’ye kadar ateşkes yapmalarını isteyen bir kararı kabul 
etmiştir. Türk basınında Mısır’ın yenilmesine rağmen 6 Hazirandaki ateşkesi kabul etmemesi anlamlı bulunmuş, bunda Sovyetlerin yardıma gelebileceği 
beklentisinin etkili olduğu ifade edilmiştir (Milliyet, 8 Haziran 1967). Başka bir yorumda ise sorunun ateşkesi kabul etmekle bitmeyeceği İsrail’in kabulü, 
mülteciler meselesinin çözümü gibi önemli sorunların çözümlenmesi gerektiği belirtilmiştir (Akşam, 8 Haziran 1967). 

4. Savaşın Dördüncü Günü 

Mısır’ın BM Güvenlik Konseyi’nin 7 Haziran tarihli ateşkes çağrısını “diğer tarafın da kabul etmesi” şartıyla kabulü üzerine Mısır-İsrail cephesinde ateşkes 
sağlanmıştır. “Arap-İsrail Harbi Durdu” (Hürriyet, 9 Haziran 1967), “Mısır ateşkese evet dedi” (Tercüman, 9 Haziran 1967), “Ateş Kesildi” (Milliyet, 9 
Haziran 1967) başlıklarıyla verilen haberlerde 8 Haziran günü Mısır ile İsrail arasında yapılan savaşta, Mısır’ın, kendisinin ikinci savunma hattına saldıran İsrail ileri harekâtını yer yer durdurduğu, İsrail zırhlı birliğini imha ettiği gibi yazılar yer almıştır. İsrail bu dört günlük savaş boyunca 441 Arap uçağını düşürdüğünü iddia etmiştir (Milliyet, 9 Haziran 1967). Gün boyu devam eden savaşta Mısır’ın ateşkesi kabulü üzerine buradaki savaş 8 Haziran akşamı sona ermiştir. Basında bu olay Mısır’ın “Tel Aviv’de buluşalım” sözlerine İsrail’in “Kahire’de buluşalım” diyerek cevap verdiği şeklinde yorumlanmıştır (Tercüman, 9 Haziran 1967). 

Ürdün cephesinde 7 Haziran saat 22. 00’dan itibaren ateş kesilirken (Akşam, 9 Haziran 1967), Mısır cephesinde de 8 Haziranda ateşkes sağlanmıştır. Mısır’ı 
ateşkese Sovyetler Birliği’nin zorladığı iddia edilmiştir (Hürriyet, 10 Haziran 1967). Mısır’ın ateşkesi bu defa kabulü basın tarafından Mısır’ın Sovyet 
yardımından ümidini kesmesi olarak algılanmış (Milliyet, 9 Haziran 1967) bu savaşın bir Arap-İsrail savaşından ziyade büyük devletlerin çıkar (Zafer, 9 Haziran 1967) ve silah satma (Akşam, 9 Haziran 1967) savaşı olduğu dile getirilmiştir. Mısır’ın da savaştan çekilmesiyle İsrail’in karşısında şimdi sadece tek cephe olarak Suriye kalmıştır. 

1967 Arap-İsrail savaşı sadece cephelerde ceryan etmemiştir. Medya da bütün gücüyle bu savaşta kullanılmıştır. Araplarla İsrailliler radyo ve televizyonlarında 
savaşı kendi açılarından ele almış, ele geçirdikleri savaş esirlerinin resimlerini kullanmışlardır. Türk basınında da bu resimlere savaş boyunca rastlanmaktadır. 
Arap ve İsrail esirlerinin resimleri, düşürülen uçakların enkazları, savaşta ölenlerin resimleri en fazla kullanılan resimlerdir. Bu arada İsrail istihbaratı da her fırsatı çok iyi değerlendirmiştir. İsrail gizli servisi 6 Haziran sabahı mahalli saatle 04.50’de Mısır Başkanı Nasır ile Ürdün Kralı Hüseyin’in bir telefon konuşması yaptığını tespit etmiştir. Konuşmada yenilginin sorumluluğunun Amerika ve İngiltere müdahalesine bağlama kararı alındığı belirtilmiştir. İsrail bu görüşmeyi düzenlediği basın toplantısında açıklamıştır (Milliyet, 9 Haziran 1967). 

Savaşta yanlışlıkla vurulan hedefler de olmuştur. Nitekim İsrail uçakları 8 Haziranda Sina Yarımadası’nın kuzeyinde bulunan Amerikan Donanması’na ait 
“Liberty” adlı gemiye yanlışlıkla saldırmış, olayda 10 Amerikalı gemici ölürken 75’i de yaralanmıştır. İsrail bu olaydan dolayı ABD’den resmen özür dilemiştir 
(Hürriyet, 9 Haziran 1967). Bu arada Amerika Akdeniz’deki 6. Filosu’nu yakından takip eden Sovyet gemisine kendisini gözetlemekten vaz geçmesi 
ihtarında bulunmuştur (Akşam, 9 Haziran 1967). 

5. Savaşın Beşinci Günü 

Ürdün’ün 7, Mısır’ında 8 Haziranda ateşkesi kabul etmesiyle İsrail, Suriye ile karşı karşıya kalmıştır. Savaşın beşinci ve altıncı günleri Suriye cephesinde 
geçmesine rağmen, gazetelerde bu cepheden ziyade Mısır ile ilgili haberler daha geniş yer almıştır. Milliyet ve Tercüman “Nasır İstifa Etti.” başlığını kullanırken, 
Akşam “Nasır Düşürüldü.” diye başlık atmıştır. Akşam gazetesi bu başlığın altında verdiği haberde Nasır’ın düşürülmediğini, istifa ettiğini yazarak kendi 
kendizi tekzip etmiştir. 

Mısır Devlet Başkanı Nasır, 9 Haziran akşamı radyo ve televizyondan yaptığı konuşmada, “ağır bir yenilgiye uğradıkları”nı ifadeyle “Hükûmet ve ordudaki 
bütün resmî görevlerimi kesinlikle bırakmaya ve halkın saflarına dönerek, görevime onlarla birlikte devam etmeye karar verdim.” diyerek istifasını açıklamıştır (Tercüman, 10 Haziran 1967). Nasır, yenilgideki sorumluluğu üzerine almakla birlikte, yenilmelerine İsrail’e Amerika ve İngiltere’nin yardım etmelerinin sebep olduğunu da belirtmiştir (Milliyet, 10 Haziran 1967). Nasır’ın istifasıyla birlikte Mareşal Amr ve Savunma Bakanı Şemseddin Badran da görevlerinden çekilmiştir. Başkan Nasır’ın istifa haberinden sonra halk sokaklara dökülmüş, Kahire’de “Nasır’ı İstiyoruz. Emperyalizm Kahrolsun!” sloganlarıyla gösteriler yapmışlardır. Gösterilerin ülke geneline yayılması üzerine Nasır, 10 Haziranda istifasını geri almıştır. 

Basında yer alan savaş haberleri arasında Mısır, Suriye, Ürdün, Kuveyt, Cezayir, Irak, Sudan, Suudi Arabistan, Fas, Libya, Lübnan ve Yemen’den oluşan 
12 Arap devleti ile İsrail arasında yapılan savaşın “84 saat” sürdüğü, ateşkesi Kuveyt ve Cezayir’in kabul etmediği hatta Cezayir’in “Ya zafer ya ölüm!” 
parolasıyla hareket ettiği belirtilmiştir (Tercüman, 10 Haziran 1967). Cezayir her ne kadar böyle demiş olsa da savaş bitmiş şimdi sıra diplomasi savaşına gelmiştir. 

İsrail’in, Mısır’ın ateşkesi kabul etmesiyle Suriye cephesiyle karşı karşıya kaldığını daha önce belirtmiştik. İsrail masaya oturmadan önce güçlü oturabilmek için planladığı hedeflere ulaşmaya çalışmıştır. 9 Haziran sabahı Suriye cephesinde saldırıya geçen İsrail, akşama doğru bu cephede birçok gedikler açmıştır (Akşam, 10 Haziran 1967). BM üçüncü defa tarafları ateşkese davet etmiştir. 

İsrail’in ateşkesi kabul etmemesi üzerine Sovyetler Birliği, Moskova’da bir komunist zirvesi toplamıştır. Zirveye Sovyetlerin yanı sıra Bulgaristan, 
Macaristan, Doğu Almanya, Polonya ve Yugoslavya Komunist Parti liderleri ile Sovyetler Birliği Başbakanı Aleksi Kosigin de katılmıştır. Zirve sonucunda İsrail 
birliklerinin Arap topraklarından 1949 sınırına çekilmesi istenmiş, aksi takdirde bazı zorlayıcı tedbirlere başvurabilecekleri ihtarı yapılmıştır (Hürriyet, 10 
Haziran 1967). 

Bu notaya rağmen İsrail, işgal ettiği yerlerde yerleşmeye yönelik hareketler içine girmiştir. İşgal ettiği Kudüs’e vali tayin etmiş, bu vali Kudüs’te bütün dini 
faaliyetlere izin verileceğini açıklamıştır. İsrail Kudüs’teki dini tapınakları tamir etme kararı almış, bu amaçla Kudüs Belediyesi 20 milyon dolar para ayırmıştır 
(Milliyet, 10 Haziran 1967). İsrail Enformasyon Bakanı Galili, İsrail’in savaş alanında kazandığını siyaset alanında kaybetmeyeceğini söylemiştir. Galili 1949 
anlaşmasıyla İsrail’in “katlanmak zorunda kaldığı” “gayri mantıki” bir sınırın ortaya çıktığını şimdi ise bu sınırların kesin bir şekilde tespit edilmesi gerektiğini 
ifade etmiştir. İsrail Eski Başbakanı Ben Gurion’da İsrail’in acil olarak ele geçirdiği Hebron (Halilürrahman) bölgesinde, Şeria nehrinin batı kıyısında, 
Kudüs’te yerleşim yerleri kurulmasını istemiş, bu suretle “Yahudilere ait olan bu topraklardan çıkmamaya kararlı” olduklarının dünyaya gösterilmesi gerektiğini 
söylemiştir (Akşam, 10 Haziran 1967). İsrail, başta Kudüs olmak üzere işgal ettiği yerlerden çıkmayacağını pek çok kez ifade etmiştir. İsrail’in bu tavrı Arapların iddia ettikleri “İsrail’in emperyalist emeller peşinde koştuğu” iddialarına hak kazandırmaktadır. İsrail’in başka taleplerde de bulunacağı haberleri “uzlaşmanın güç olacağını” göstermektedir (Milliyet, 10 Haziran 1967). 

Türk basını savaşın beşinci gününde, artık kazananın belli olmasından dolayı savaşın başka boyutlarıyla da ilgilenmeye başlamıştır. Nitekim basına göre bu 
savaş 10 milyar dolara mal olmuş, savaşta 650 uçak, 850 tank tahrip edilmiştir. Savaşta sadece Ürdün’ün insan kaybı 15. 000’den fazladır (Milliyet, 10 Haziran 1967). 

6. Savaşın Altıncı ve Son Günü: 

Basında savaşın son günü yani 10 Haziran ile ilgili haberler İsrail-Suriye savaşı ve Nasır’ın istifasını geri almasıyla ilgilidir. 

İsrail, 10 Haziran sabahı yeniden harekete geçmiş, Kuneytra şehrini ele geçirmiş ve böylece Şam’a yaklaşmıştır (Zafer, 11 Haziran 1967). Şam Radyosuna göre 
İsrail bu savaşta “napalm bombası” kullanmak suretiyle Kuneytra’yı almıştır (Akşam, 11 Haziran 1967). Sovyetler Birliği İsrail’i saldırgan taraf olarak ilan 
etmiş, Araplara karşı saldırıya girişmiş olmakla resmen suçlamıştır. İsrail, BM’nin üçüncü defa yaptığı ateşkes çağrısını kabul ettiğini Türkiye saatiyle 17.00’da 
açıklamış (Milliyet, 11 Haziran 1967), böylece altı gün süren savaş sona ermiştir. 

Savaşın son günü ile ilgili basında yer alan diğer bir haber de Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın istifasını geri almasıdır. Nasır, “yalvarma nümayişleri” 
karşısında dayanamamış ve “istifada kararlıydım. Fakat milletin dinleyememezlik edemeyeceğim sesi karşısında görev başında kalmayı kararlaştırdım” diyerek 
istifasını geri almıştır (Milliyet, 11 Haziran 1967). Nasır’ın istifasını geri almasında Sovyet liderlerinin etkili olduğu iddia edilmiştir (Akşam, 12 Haziran 1967). 


7. Savaş Sonrası: 




Türk basınında savaş sonrası değerlendirmeler, İsrail ve Arapların istekleri, BM toplantısı ile ilgili konular yer almıştır. Tebliğimizin konusu “altı gün” savaşları ile sınırlı olduğundan burada Türkiye’nin tutumunun anlaşılmasında faydası olması açısından kısa bir özet verilmiştir. 
Türk basını savaş sonrası yaptığı değerlendirmelerde artık savaşın İsrail tarafından başlatıldığını kesin bir şekilde ifade etmektedir. İsrail’in hedefe 
ulaşmak için “fazla ölü” vermekten çekinmediği, sivil halka ateş açtığı ve napalm bombası kullandığı iddia edilmiştir (Akşam, 11 Haziran 1967). Basında 
yer alan haberlerden biri İsrail’in barış şartlarıdır. Buna göre İsrail, Kudüs’ün tamamı, Süveyş’ten serbest geçiş, Akabe Körfezi’nden istifade etme şartlarını 
öne sürecektir (Hürriyet, 12 Haziran 1967). Başka bir habere göre ise İsrail, tüm Araplar tarafından tanınması ve 1949’daki sınırın yeniden gözden geçirilmesi 
taleplerinde bulunacaktır (Milliyet, 12 Haziran 1967). Haberlere göre İsrail’in toprak talebinin olacağı aşikârdır. Nitekim İsrail Başbakanı Eşkol, parlamentoda 
yaptığı bir konuşmada; “hiç kimse eski duruma döneceğimizi sanmasın. Eski duruma dönmeyeceğiz.” ifadeleriyle bu isteği belirtmiştir (Milliyet, 13 Haziran 
1967). Savunma Bakanı Moşe Dayan da İsrail’in Gazze ve Batı Ürdün’den asla çekilmeyeceği, serbest geçiş hakkı verildiği takdirde Süveyş ve Akabe 
Körfezi’nden çekilebileceklerini söylemiştir (Akşam, 13 Haziran 1967). 

Savaşı kaybeden Arap ülkeleri Sovyetler Birliği’nin yardımıyla masada kazanmak düşüncesindedir. Nitekim Sovyetlerin BM Güvenlik Konseyi’ne 
sunduğu “İsrail saldırısının yerilmesi” teklifi 11 çekimsere karşı 4 oyla reddedilmiştir. “İsrail kuvvetlerinin işgal ettikleri Arap topraklarından derhâl 
ve hiçbir şart ileri sürmeden çekilmesi” teklifi ise bu defa 9 çekimsere karşı 6 oyla reddedilmişti (Milliyet, 15 Haziran 1967). Bunun üzerine Sovyetler Birliği, 
BM Genel Kurulu’nun toplantıya çağrılmasını istedi. 17 Haziranda toplanan BM Genel Kurulu, 5 Temmuz’a kadar 25 toplantı yapmış, hiçbir neticeye varamamakla birlikte mülteciler meselesi ve Kudüs ile ilgili bazı kararlar almıştı. İsrail barış şartları içinde Kudüs’ün bir Musevi şehri olarak kabulünü istiyordu (Zafer, 19 Haziran 1967). İsrail, Kudüs’te bir dizi yeni düzenlemeler yapmış, böylece Kudüs’ü kendi toprağı saymıştı. İsrail’in bu kararı sert tepkilere neden olmuş, Amerika dahi eski Kudüs’ün ilhakını tanımamıştır (Tercüman, 30 Haziran 1967). BM Kudüs’teki yeni düzenlemeleri kabul etmemiştir. 

Sovyetler Birliği Başbakanı Kosigin ile ABD Başkanı Johnson sorunu çözmek amacıyla bir araya gelmişler ancak, sorunu çözmede başarılı olamamışlardır 
(Tercüman, 25-26 Haziran 1967). 

Savaşın kayıpları ile ilgili basında çıkan haberlere baktığımızda; İsrail 679 ölü, 255’i ağır olmak üzere 2563 yaralı vermiştir (Akşam, 13 Haziran 1967). Mısır’ın 
kayıpları resmen açıklanmamakla birlikte Sina yarımadasının ceset dolu olduğu ve bu cesetlerin bir kısmını akbabaların yediği (Hürriyet, 14 Haziran 1967), 10. 
500 esir verdiği, işgal edilen Ürdün topraklarından 130.000 Arabın Doğu’ya göç ettiği belirtilmiştir (Tercüman, 16 Haziran 1967). 

1967 Arap-İsrail savaşı Türk basınında iç siyasi gelişmeler ve Menderes’in mirası haberleri nedeniyle 11 Hazirandan itibaren manşet olma özelliğini 
kaybetmeye başlamıştır. 21 Hazirandan itibaren ise ara sıra manşet olmakla birlikte haberler genellikle kısa bir şekilde yer ayrılmıştır. 

C. Arap-İsrail Savaşı ve Türkiye 

Orta Doğu bunalımının başlaması üzerine Türkiye, sorunun barışçı yollardan çözümlenmesi taraftarı olduğunu 27 Mayıs 1967 tarihinde yaptığı bir açıklamayla belirtmiş, üstü kapalı da olsa Arapları desteklediğini bildirmiştir. 

Türkiye, 5 Haziran sabahı başlayan Arap-İsrail savaşını saat 9.00’da öğrenmiş ve hemen Bakanlar Kurulu olağanüstü toplantıya çağrılmıştır. Bir buçuk saat 
süren toplantı sonrası Başbakan Süleyman Demirel, gazetecilerin sorularını cevaplamıştır. Demirel şöyle konuşmuştur: “Türkiye bir silahlı çatışmanın içinde 
olan bir memleket değil ki tedbirler alsın. Devletlerin vecibelerinin nasıl tayin edildiği bellidir. Türkiye’nin vecibelerinin ne olduğunu da bütün Türkiye efkâr-ı 
umumiyesi bilmektedir. Herkes işine gücüne devam etsin. Orta-Doğu bölgesinde daha önce başlamış olan ihtilaf, bir silahlı çatışma hâline gelmiştir. Ümit ederiz 
ki bu silahlı çatışma, kısa zamanda sulha çevrilebilsin. Hükûmet olayları gayet dikkatle takip ediyor. Tabii ki takibe devam edecektir.” 

Demirel, konunun Millî Güvenlik Kurulu’nda görüşülmesinin söz konusu olmadığını, muhalefet liderleriyle görüşülmesinin de şu anda düşünülmediğini 
söylemiştir (Hürriyet, 6 Haziran 1967). Başbakan Demirel’in sözlerine bakıldığında Türkiye’nin savaşı bir sürpriz olarak görmediği, Türkiye’nin 
savaştan etkilenmeyeceği, savaşın kısa sürede barışla sonuçlanacağı düşüncesinde olduğunu görmekteyiz. Hatta Hükûmet’in bu savaşı fazla önemli görmediği gibi bir düşünce içinde olduğunu da sorunun muhalefet ve Millî Güvenlik Kurulu’nda görüşülmesine gerek olmadığı sözlerinden anlayabiliriz. Ancak ilerleyen tarihlerde sorun mecliste ve Millî Güvenlik Kurulu’nda da ele alınacaktır. 

Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, savaş hakkında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bilgi vermek için Çankaya Köşkü’ne gitmeden önce gazetecilerle 
görüşmüş, Suriye sınırına askerî yığınak yapılmayacağını, Arapların Türkiye’den bir taleplerinin olmadığını söylemiştir. Çağlayangil, Türkiye’nin savaşa karşı bir 
tedbir alıp almayacağını soran basın mensuplarına “Türkiye’ye bir tecavüz mü var?” sorusuyla karşılık vermiş, bu konuda alınan bir karar olmadığını bildirmiştir. Nato’nun alarma geçeceği hakkındaki haber için de böyle bir durumun olmadığını belirtmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Ayrıca Türkiye’deki üslerin Araplara karşı kullanılmasında herhangi bir “emrivakiyle” karşılaşılmayacağını da ifade etmiştir (Cumhuriyet, 6 Haziran 1967). Çağlayangil, gazetecilerin sorularını cevapladıktan sonra Cumhurbaşkanıyla görüşmek üzere Çankaya Köşkü’ne gitmiştir. 

İhsan Sabri Çağlayangil, aynı gün Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada milletvekillerine Türkiye’nin savaş karşısındaki tutumunu anlatmıştır. Çağlayangil: “Hükûmetimiz birkaç hafta evvel başlayan buhranın silahlı bir çatışmaya müncer olmaması ve ihtilafın diplomasi yolu ile sona erdirtilmesi gayesiyle elinden gelen gayreti sarf etmiş ve bu maksatla ilgili taraflar nezdinde gerekli itidal tavsiyesinde bulunmuştur. Bu gayretimiz 27 Mayıs tarihli Hükûmet açıklamasında belirtilen esaslar çerçevesinde yürütülmüştür. Gerek müttefiklerimizle, gerek komşularımızla bu mesele üzerinde geniş görüş teatisinde bulunulmuştur. Bu buhranın geniş ihtilaflara meydan vermeden kısa bir zamanda yatışacağını ümit ve temenni ediyoruz.” diyerek, buhran hakkında müttefiklerle görüşmeler yapıldığını, durumun yakından ve dikkatle takip edildiğini söylemiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Dışişleri Bakanı aynı görüşü 6 Haziranda Senato’da yaptığı konuşmada da tekrarlamıştır. Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil gibi Başbakan Demirel de Cumhurbaşkanı’na bilgi vermek üzere Çağlayangil’den sonra saat 17.00 de Çankaya Köşkü’ne gitmiştir (Hürriyet, 6 Haziran 1967). Bu arada Dışişleri Bakanlığı Orta Doğu’daki Türk vatandaşları nın durumlarının iyi olduğunu ve yakından izlendiğini kamuoyuna bildirmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). 

Bakanlar Kurulu 6 Haziran gecesi üç saat kırkbeş dakika süren ve gece saat 0. 45’te sona eren bir toplantıyla Orta Doğu savaşını görüşmüştür. Toplantı sonrası 
Hükûmet sözcüsü Seyfi Öztürk gazetecilerin sorularını cevaplamıştır. Seyfi Öztürk, “Türkiye’nin müsaadesi olmadan Amerikan üslerinin asla kullanılamayacağını” tekrarlamış ve “Tutumumuza tarafsızlık denemez, taraflılık da. Barışın tesisi için bütün gücümüzle çalışıyoruz. Gayet vakur, vatanperver bir tutum içindeyiz” demiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Bu ifadelerle Hükûmet savaş karşısındaki tavrının tarafsızlık olmakla birlikte 27 Mayıstaki bildiride de açıklandığı gibi Araplara yakın olduğunu tekrarlamıştır. 

Orta Doğu’daki savaş Bakanlar Kurulu toplantısının yanı sıra 8 Haziranda Genelkurmay Başkanlığı’nda düzenlenen bir toplantıda da görüşülmüştür. Kara ve Deniz Kuvvetleri Komutanlarının yurt dışında olmalarından dolayı katılamadıkları toplantıda konu ayrıntılı bir şekilde görüşülmüş, Cumhurbaşkanına savaş hakkında bilgi verilmiştir. Toplantıda Türkiye’nin savaş karşısında aldığı ve alması gerekli tedbirler görüşülmüştür (Akşam, 9 Haziran 1967). 

Türkiye’deki siyasi partiler de Orta Doğu’daki savaş karşısında Hükûmetin tarafsızlık politikasını desteklemişlerdir. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü basına 
verdiği bir demeçte, “Orta Doğu’da İsrail’le Arapların barış içinde yaşamaları bizim başlıca dileğimizdir” demekte ve Türkiye’nin “tam bir tarafsızlık” 
göstermekle bölge barışına hizmet edebileceğini belirtmektedir (Akşam, 7 Haziran 1967). Yeni Türkiye Partisi Genel Başkanı İrfan Aksu ile Türkiye 
İşçi Partisi Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, Türkiye’nin tarafsız kalmasını desteklediklerini ancak, Türkiye’deki üslerin kullanılamayacağının kesin bir dille 
Amerika ve Nato’ya bildirilmesini istemişlerdir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Millet Meclisi’nde 7 Haziran günü yapılan görüşmede Arap-İsrail savaşı ile Amerika 
ve Sovyetler Birliği’nin bölge üzerindeki tutumları görüşülmüştür. Gündem dışı yapılan konuşmalarda partileri adına konuşan milletvekilleri partilerinin yukarıda 
belirtilen düşüncelerini tekrarlamışlardır (Milliyet, 8 Haziran 1967). 

Savaş hakkında Türkiye’deki tartışmaların odak noktasını ülkedeki üslerin kullandırılmaması konusu teşkil etmektedir. Basında bu konu hakkında pek çok 
haber çıkmış, bazen üslerin kullanıldığına dair “Amerikalılar İncirlik’e paraşütçü indirdi.” gibi (Akşam, 7 Haziran 1967) haberler de yer almıştır. Hükûmet her gün üsler konusunda açıklama yapmak zorunda kalmış, bu haberlerin asılsız olduğunu, üslerin kullandırılmayacağını tekrarlamıştır. Nitekim Çağlayangil, 7 Haziranda Millet Meclisi’nde yapılan gündem dışı konuşmalara 8 Haziranda cevap vermiş, Türkiye’deki üslerin asla kullanılmayacağını belirtmiştir (Akşam, 9 Haziran 1967). Basında üslerle ilgili çıkan bazı yorumlarda Amerika ve Nato’nun bu üsleri kullanamayacağı, çünkü sorunun bir “komunizm” sorunu olmadığı, Amerika’nın Kıbrıs meselesinde Türkiye’ye bunu bahane göstererek yardım edemeyeceğini yazdığı belirtilmiştir (Milliyet, 8 Haziran 1967). 

Arap-İsrail Savaşı’nda tarafsız kalan Türkiye, savaşın ekonomik boyutundan az da olsa etkilenmiştir. Arap Devletlerinin Batı’ya petrol sevkiyatını durdurması 
karşısında Başbakan Demirel, Türkiye’de akaryakıt sıkıntısının olmayacağını söylemiştir (Tercüman, 7 Haziran 1967). Arapların petrol boykotu hatırlanacağı 
gibi Türkiye’yi kapsamamaktadır. Ancak yinede Arapların petrol boykotuTürkiye-İran boru hattının önemini göstermiştir (Milliyet, 8 Haziran 1967). 

Akaryakıt sıkıntısı çekilmemekle birlikte, ülke genelinde 6 Haziran sabahından itibaren pirinç, un, fasulye gibi bazı gıda maddelerinin fiyatlarında 50 ile 100 
kuruş arasında bir artış olmuştur (Akşam, 7 Haziran 1967). 

Arap-İsrail Savaşı’nın şiddetlenmesi üzerine Dışişleri Bakanlığı, 6 Haziranda Mısır, Ürdün, Irak, Suriye ve İsrail’deki büyükelçilik mensuplarının ailelerinin 
derhâl Türkiye’ye gönderilmesini istemiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Bu arada Orta Doğu ülkelerinde bulunan Türk vatandaşları da Türkiye’ye dönmeye 
başlamışlardır. Bunun yanı sıra Orta Doğu’daki bin kadar Amerikan vatandaşı da havayoluyla İstanbul ve Ankara’ya gelmişlerdir (Akşam, 8 Haziran 1967). 

Türkiye savaşın sonucunun belli olması üzerine Orta Doğu bunalımında Araplardan yana olduğunu belirten açıklamalarda bulunmuştur. Nitekim Dışişleri 
Bakanı Çağlayangil, Türkiye’nin “Kuvvet istimali suretiyle arazi kazancı sağlanması veya pozisyon takviyesi yoluna gidilmesine karşı” olduğunu 10 
Haziranda ilan etmiştir (Akşam, 11 Haziran 1967). Dışişleri Bakanlığı basın sözcüsü yardımcısı Fasuh Celiloğlu da yaptığı açıklamada, bakanın sözlerini 
tekrarlamış ve bu görüşün ilgili devletlerle İsrail’e bildirildiğini söylemiştir (Akşam, 14 Haziran 1967). Sözcü aynı zamanda Akşam gazetesinde çıkan “işgal ettiği yerleri terk etmesi için İsrail’e sert bir nota verdik” haberinin de asılsız olduğunu belirtmiştir (Milliyet, 14 Haziran 1967). 

Orta Doğu buhranında barışı savunan Türkiye, bu tavrını Sovyetler Birliği’nin BM Genel Kurulu’nu olağanüstü toplantıya çağıran teklifini de desteklemekle 
göstermiştir (Cumhuriyet, 17 Haziran 1967). İsrail ve Arap delegelerinin Türkiye’yi kendi taraflarına çekmek için yarışa giriştikleri BM Genel Kurulu’nda 
22 Haziranda yaptığı konuşmada Dışişleri Bakanı Çağlayangil, Türkiye’nin zor kullanılarak toprak kazanımlarını kabul etmeyeceğini belirterek, “Genel 
Kurul’un İsrail kuvvetlerinin işgal ettikleri topraklardan geri çekilmesi hususunda ısrar etmesi gerekmektedir “demiştir (Kürkçüoğlu, 1972: 156). Türkiye Genel 
Kurul’daki oylamalarda da Araplardan yana oy kullanmıştır (Olaylarla..., 1987: 536). 

Arap-İsrail savaşında Hükûmetin resmi tarafsızlık politikasına rağmen, üniversite öğrencileri Arapları desteklemiştir. Savaş öncesi daha önce de 
belirttiğimiz gibi üniversite gençliği bir bildiriyle Arapları desteklediğini açıklarken, savaş döneminde de 7 Haziran tarihinde yayınlanan başka bir bildiriyle Türk gençliğinin Arapları desteklediği tekrarlanmıştır (Akşam, 8 Haziran 1967). Savaş sonrası 24 Haziranda bir grup üniversite öğrencisi Amerika’yı protesto için İstanbul Üniversitesi önünde toplanıp oradan Taksim’e yürümüştür. Bu gösteri gazetelerde çok kısa yer almış, Tercüman gazetesi “Amerikan aleyhtarı miting ilgi görmedi” derken (Tercüman, 25 Haziran 1967), Hürriyet“Amerikan aleyhtarı miting hadisesiz geçti.” başlığını kullanmıştır (Hürriyet, 25 Haziran 1967). Bu arada Mısır’ın Ankara Büyükelçisi 13 Haziranda Türk milletine “özellikle Türk öğrenci birliklerine” kendilerine olan desteklerinden dolayı teşekkür etmiştir (Milliyet, 14 Haziran 1967). 

Türkiye’nin buhran boyunca tarafsızlığı ön planda olmakla birlikte Araplardan yana olan tavrı savaş sonrasında da sadece BM’de Arapları desteklemek şeklinde olmamıştır. Türkiye, Arap ülkelerine savaş sonrası Kızılay aracılığıyla yardım malzemesi göndermiştir. İlk önce savaşta en fazla kayba uğrayan Ürdün’e ilaç, gıda ve giyim malzemesini ihtiva eden bol miktarda yardım ulaştırılmıştır. Ürdün’e yapılan bu yardımı Suriye ve Mısır’a yapılan yardımlar izleyecektir (Tercüman, 14 Haziran 1967). 

SONUÇ 

İsrail’in 5 Haziran 1967 sabahı ani bir hava saldırısıyla Mısır uçaklarının çok büyük bir kısmının yerde imhasıyla başlayan 1967 Arap-İsrail savaşı ile ilgili Türk basınındaki haberler savaş öncesi yer yer manşetten verilirken, savaşla birlikte tamamen manşetten verilmeye başlanmıştır. Savaşın sona ermesiyle birlikte konu basında önemini yitirmeye başlamış, haberler yine birinci sayfada verilmekle birlikte manşet olma vasfını kaybetmiştir. Savaş basında olduğu gibi aktarılmış, haberlere yorum katılmamıştır. 

Türk basınının savaşa hazırlıksız yakalandığını iddia edebiliriz. Zira 5 Haziran günü savaş başlamış olmasına rağmen gazetelerde yer alan köşe yazılarının 
birçoğunda savaştan bahsedilmemektedir. Yorumlar 6 Hazirandan itibaren başlamış, bu yorumlar genel değerlendirmeler çerçevesinde yapılmıştır. 

Gazetelere bakarak Türk halkının tavrını tespit etmek oldukça zordur. Hükûmetin, siyasi partilerin tavrı belirgin olmakla birlikte, sadece öğrenci 
birliklerinin bildiri yayımlaması savaş sonrası İstanbul’daki miting haricinde halkın tavrını gösterecek bir haber yayınlanmamıştır. Basında sadece, 
Çanakkale’de bir Yahudinin “Kabe’ye giderken elimizi öpeceksiniz.” dediğinin iddiası üzerine çıkan olaylar hakkında bilgi verilmiştir (Zafer, 15 Haziran 1967). 
Hükûmet ve siyasi partiler tarafsızlığı savunmakla birlikte Araplardan yana bir tavır sergilemişlerdir. Bu aslında Araplardan yana bir tavırdan ziyade olması 
gereken bir tavırdır. Sürekli barışı ve sorunun barışçı yollardan çözümlenmesini isteyen Türkiye, savaş döneminde de bir an önce barış yapılması taraftarı olmuştur. 

İsrail’in geniş toprak kazanımlarına karşı çıkarak zorla toprak kazanımını kabul etmemiştir. 

Basında Müslümanlarca da önemli olan Kudüs’le ilgili savaş haberleri dışında başka bir haber yoktur. İsrail’in Kudüs’ü işgali normal bir haber olarak 
yer almıştır, diyebiliriz. Bazı gazetelerde sürmanşet hâlinde verilmesine rağmen başlığın içeriği savaş haberlerinden öteye geçmemiştir. Türk basını daha ziyade iç politik meselelerle ilgilenmiş, “ortanın solu” ve “Menderes’in vasiyeti” mevzuları daha fazla yer bulmuştur. Kudüs ile ilgili yazılan bazı yorumlarda da şehrin tarihî süreci anlatılmış üç din tarafından da kutsal olduğu ifade edilmiştir. İsrail’in Kudüs’ü kendi topraklarına katmasının yanlış olduğu belirtilmiştir (Zafer, 4 Temmuz 1967). 

Sonuç itibarıyla Türk basını, her ne kadar yapılan yayınların “İsrail’i destekler” nitelikte olduğu iddia edilse bile (Zafer, 23 Haziran 1967), 
Hükûmetin tavrına paralel olarak tarafsız bir yayın yapmış, olayları yorumsuz aktarmıştır. 

KAYNAKÇA 

a. Kitaplar 

Arap Büyükelçilerinin Müşterek Tebliği, (1967), İstanbul, Aksiseda Matbaası. 
Arap Mültecileri Meselesi, (1967), Ankara, İsrail Enformasyon Servisi. 
Armaoğlu, Fahir, (1994), Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları (19481988), 3. Baskı, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 
Erendil, Muzaffer, (1979), Arap-İsrail Hapleri ve Bu Harplerden Alınacak Dersler, Ankara, Gelenkurmay Basımevi. 
İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban’ın 19 Haziran 1967 Günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Yaptığı Konuşmanın Metni, (1968), Ankara, İsrail 
Enformasyon Servisi. 
Konferans Broşürü, (1975), Ankara, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Harp Tarihî Başkanlığı. 
Kürkçüoğlu, Ömer E., (1972), Türkiye’nin Arap Orta Doğu’suna Karşı 
Politikası (1945-1970), Ankara. 
Olaylarla Türk Dış Politikası, (1987), C. I, Ankara. 
Millî Türk Talebe Birliğinin Bildirisi, (1967), İstanbul. 

b. Gazeteler 
Akşam 
Cumhuriyet 
Hürriyet 
Milliyet 
Tercüman 
Zafer 

http://www.ayk.gov.tr/wp-content/uploads/2015/01/OMURBEKOV-T.-N.-%D0%9E%D0%9C%D0%A3%D0%A0%D0%91%D0%95%D0%9A%D0%9E%D0%92-%D0%A2.-%D0%9D.-%D0%A0%D0%BE%D0%BB-%D1%8C-%D0%B8-%D0%BC%D0%B5%D1%81%D1%82%D0%BE-%D0%B2%D1%8B%D0%B4%D0%B0%D1%8E-%D1%89%D0%B8%D1%85%D1%81%D1%8F-%D0%BB%D0%B8%D1%87%D0%BD%D0%BE%D1%81%D1%82%D0%B5%D0%B9-%D0%B2-%D0%B8%D1%81%D1%82%D0%BE%D1%80%D0%B8%D0%B8-%D0%9A%D1%8B%D1%80%D0%B3%D1%8B%D0%B7%D1%81%D1%82%D0%B0%D0%BD%D0%B0-XIX-%D0%B2..pdf



***

TÜRK BASININDA 1967 ARAP-İSRAİL SAVAŞI BÖLÜM 1

TÜRK BASININDA 1967 ARAP-İSRAİL SAVAŞI BÖLÜM 1




Kenan OLGUN 
TÜRKİYE

ÖZET 

1967 yılında yaşanan Arap-İsrail savaşı “6 Gün” savaşı olarak da anılmaktadır. İsrail’in ani bir hava saldırısı sonucu başlayan savaş, ilk gün Mısır hava 
kuvvetlerinin imhasıyla sonuçlanmış, hava üstünlüğünü ele geçiren İsrail bu avantajını çok iyi kullanmıştır. Bu çalışmada 6 gün süren ve İsrail’in, Mısır, 
Suriye ve Ürdün’e karşı yaptığı savaşta topraklarını birkaç misli genişletmesi ve ayrıca bu savaş neticesinde Kudüs’ün İsrail’in eline geçmesinin Türk kamuoyu 
tarafından nasıl görüldüğü incelenecektir. 

Anahtar Kelimeler: 1967 Arap-İsrail Savaşı, Kudüs, İsrail, Orta Doğu, Mısır,Kenan OLGUN,  



GİRİŞ 

İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948 yılından itibaren Orta Doğu’da bir Arapİsrail sorunu başlamış, konumuz olan 1967 yılına kadar bu sorun, 1948 ve 1956 
yıllarında olmak üzere iki defa savaşa dönüşmüştür. İsrail Devleti’nin kurulması sonrası başlangıçta gerilla mücadelesi şeklinde başlayan çatışmalar, gittikçe 
büyüyerek çevredeki Arap devletlerinin savaşa girmesine yol açmış, Araplar bu savaşa birlikte katılmak suretiyle beraberlik göstermişlerdir (Erendil, 1979: 9). 
1956 Süveyş Savaşı’nın Arap-İsrail meselesi ile doğrudan bağlantısı yoktur (Armaoğlu, 1994: 115). Mısır’da General Necip ve arkadaşları bir darbeyle 
1952 yılında Mısır Kralı Faruk’u ülkeden uzaklaştırmışlardır. 1954’te iktidarı ele geçiren Albay Cemal Abdül Nasır İngiltere’nin Süveyş Kanalı’ndan çekilmesini 
istemiştir. 26 Temmuz 1956 tarihinde de Mısır Süveyş Kanalı’nı millîleştirmiştir. 

Kanalın millîleştirilmesi buradaki çıkarlarına ters düşen İngiltere ve Fransa’yı birbirlerine yaklaştırmış, Mısır’a karşı ortak bir harekâta girişmelerine neden 
olmuştur. İsrail, İngiltere ve Fransa’nın Mısır’a karşı başlattığı harekâta paralel olarak 29 Ekim 1956’da harekete geçmiş, beş gün içinde Sina yarımadasının 
büyük bir bölümünü işgal etmiştir. Savaş, Birleşmiş Milletler ve Amerika’nın baskısı üzerine 7 Kasım 1956 tarihinde sona ermiştir. İsrail, görüşmelerden sonra işgal ettiği bölgeleri 6 Mart 1957’den itibaren terk etmiş, bu bölgelere Birleşmiş Milletler barış gücü yerleştirilmiştir (Konferans Broşürü, 1975: 53). 

1956 savaşının gerçek sebebi Fahir Armaoğlu’nun da ifade ettiği gibi “Nasır’ın Arap dünyasının liderliğine oynaması, ‘Pan Arabizm’ veya ‘Arap Milliyetçiliği’ 
politikası ve bu liderliğin ve politikanın Batı’nın bölgedeki çıkarlarına ters düşmesi”dir (Armaoğlu, 1994: 115). 1967 Arap-İsrail Savaşı Araplarla İsrail 
arasındaki üçüncü savaştır. 

A. Savaş Öncesi Durum 

1956 savaşını Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır) kaybetmişti. Mısır Devlet Başkanı Nasır, bu savaşı İngiltere ve Fransa’nın İsrail’in yanında yer almasından 
dolayı kaybettiklerini düşünüyordu. Oysa İsrail’e yardım yapılmamış olsaydı yenilmesi muhakkaktı. Bu amaçla Nasır, iyice hazırlanmadan ve milletlerarası 
atmosfer müsait hâle gelmeden İsrail’le savaşmamaya dikkat etmiştir (Armaoğlu, 1994: 240). 

1. Savaşın Nedenleri 

1967 Mayısında Orta Doğu’daki kuvvetler dengesi, Arapların lehineydi. Zira İsrail’in yanında yer alan ABD’nin bir Vietnam sorunu vardı. Ayrıca İngiltere ve 
Fransa’nın da silahli desteğini uluslararası şartlar gözönünde bulundurulduğunda İsrail’in elde etmesi zordu (Kürkçüoğlu, 1972: 141). Oysa Sovyetler Birliği, 
1955’ten beri Arapların yanındaydı. Onları devamlı bir surette silahlandırıyor, askerî eğitim için uzman desteği sağlıyordu. Araplar 1967 savaşı öncesi silah ve 
teçhizat bakımından İsrail’den üstün konumda gözüküyorlardı. 

Araplara göre 1967 savaşının sebebi; “İsrail’i çeviren Arap Devletlerinin topraklarına karşı” İsrail tarafından gerçekleştirilen “zalim saldırı ve kışkırtma” 
hareketleriydi. Araplar savaşın en önemli sebeplerinden biri olarak 1948 yılından beri var olan “Arap mülteciler meselesi”ni göstermekteydi. İsrail’in kurulması 
sonrası İsrail topraklarında yaşayan binlerce Filistinli yurtlarını terk etmek zorunda kalmış, çevredeki Arap ülkelerine sığınmıştı. Bu göçmenler Arap Devletlerinden İsrail’e saldırılar düzenlemekteydi. Türkiye’deki Arap Büyükelçilerinin 27 Mayıs 1967 tarihinde yayınladıkları ortak bildiriye göre Filistinlilerin bu saldırıları “Arap ülkesinin iradesinden uzak olarak” gerçekleştirilmekteydi. 

Filistinlilerin “ Gizli olarak teşkilatlanmaları münasebetiyle” de faaliyetlerinin herhangi bir Arap Devleti tarafından kontrol altına alınması imkânsızdı 
(Arap Büyükelçilerinin…, 1967: 3-4). Türk basınında Hürriyet gazetesinde özet (Hürriyet, 28 Mayıs 1967), Zafer gazetesinde ise tam metin olarak yayınlanan 
(Zafer, 2, 3, 4 Haziran 1967) Arap Büyükelçilerinin bildirisinde; Arap Devletlerinin “milliyetçilik ve insanlık açılarından” İsrail’in içinde askerî hedefleri vurmakta ısrar eden bu “komandoların kahramanlığını” takdir etmekten de kendilerini alamadıkları ifade ediliyordu. 

Araplar, mülteciler sorunundan hareketle İsrail’i ortadan kaldırmayı düşünürken, İsrail, mülteciler meselesinin çözümlendiği düşüncesindedir. İsrail 
Enformasyon Servisi tarafından yayımlanan “Arap Mülteciler Meselesi” isimli 29 sayfalık bir kitapçıkta bu sorun “siyasal ve sosyo-iktisadi yönleri olan” bir konu 
olarak iki kısımda ele alınıyordu. İsrail, ülkesinden göç eden mültecilerin geçen süreç içinde yaşadıkları yöreye uyum sağladığı, buradaki insanlarla dinleri ve 
dillerinin bir olduğu, gelenek ve medeniyetlerinin benzediği fikrindeydi. Böylece sorunun sosyo-iktisadi kısmı “kendi kendine” çözümlenmişti. Ancak, sorunun 
siyasi kısmı Arap liderlerinin sorunu “açık tutmaya ve İsrail’e karşı bir silah olarak kullanmaya kararlı gibi” olmalarından dolayı çözümlenememişti. Buna 
rağmen İsrail, “sağduyunun galip geleceğine” inanmaktaydı (Arap Mülteciler..., 1967: 3, 28). 

İsrail’e göre İsrail’in “varolma hakkı”nın zorla reddedildiği 1967 savaşı aslında Orta Doğu’da büyük güçlerin çıkar çatışmalarının bir sonucuydu. İsrail’e 
göre Sovyetler Birliği’nin “tek taraflı politikası” bu savaşa neden olmuştu. İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban’ın 19 Haziran 1967 günü Birleşmiş Milletler Genel 
Kurulu’nda yaptığı konuşmaya göre Sovyetler Birliği, 1955 yılından beri Arap Devletlerine, 1000’den fazlası Mısır’a olmak üzere 2000 tank vermişti. 700 
modern jet avcı ve bombardıman uçağının yanı sıra yer füzeleri de temin etmişti. 1961’den beri Sovyet silahları, “Mısır’a İsrail’i fethetmek arzusunda” yardımcı olmuşlardı. Sovyetler İsrail’in niyetleri hakkında Arap Hükûmetleri nezdinde “alarm verici ve ateşleyici” raporlar yaymak suretiyle “tahrikçi” bir rol oynamıştı. Sovyetler Birliği’nin bu tavrı Arap kaynaklarında açıkça anlaşılıyordu (İsrail Dışişleri..., 1968: 21-24). 

2. Savaşa Götüren Gelişmeler 

Türk basınında “Orta-Doğu Buhranı” (Zafer), “Ortaşark Buhranı” (Tercüman) olarak isimlendirilen 1967 Arap-İsrail savaşı, Suriye ile ilgili olan gelişmeler 
sonucunda başlamıştır. 

1967 başından beri Suriye ile İsrail ilişkileri gergindi. İsrail, Filistinli gerillaların Suriye’den topraklarına girdiğini iddia ediyordu. 24 Mart 1967 tarihinde İsrail 
Genekurmay Başkanı İzak Rabin, bu saldırılar devam ettiği takdirde, Suriye’ye karşı harekete geçmenin gerekli olabileceğini söylüyordu. Nitekim iki taraf 
arasındaki gerginlik 7 Nisan 1967’de sınır savaşına dönüşmüş, hava çatışmasında 13 uçak düşmüştü (Hürriyet, 10 Haziran 1967). Bu durum karşısında İsrail Başbakanı Levi Eşkol da 14 Mayısta, Rabin’in sözlerini tekrarlamıştı (Kürkçüoğlu, 1972: 142). 

Türkiye’deki Arap Büyükelçileri de İsrail’in bu iddialarını doğrulamaktaydı. İsrail, Filistin fedailerinin hareket noktası olarak yapacakları veya faaliyetleri 
yolunda geçecekleri Arap ülkelerine saldıracağını açıklamıştı. İsrail’in bu açıklaması Araplara göre “Filistin mültecilerinin yaşadıkları bütün Arap Devletleri 
ile savaşmak istediği” anlamına gelmekteydi. Nitekim İsrail Başbakanı da Şam şehrini işgal edeceğini ilan etmişti. İsrail, Suriye sınırına büyük bir yığınak 
yapmaktaydı. Bu durum karşısında Arap Devletleri, “Suriye’yi savunmak” için birlikte hareket edeceklerini ve “herhangi bir siyonizm tehlikesine karşı” beraber 
olacaklarını ilan ediyorlardı (Arap Mültecileri..., 1967: 4-5). 

Mısır makamları İsrail’in Suriye’ye hücuma hazırlandığını ve böyle bir hücum hâlinde derhâl Suriye’nin yardımına koşmak için İsrail’e karşı harekete 
başlayacaklarını bildirmekteydiler. Doğu Bölgesi Komutanlığı’na atanan General Abdulmuhsin Murteza, birliklerinin “Yahudilere karşı kutsal bir savaş açmaya” 
hazır olduklarını belirtmişti (Hürriyet, 20 Mayıs 1967). Mısır Devlet Başkanı Nasır, 9 Haziranda yaptığı konuşmada: “Sovyetler Birliği’ndeki dostlarımız geçen ayın başında Moskova’yı ziyaret eden parlamento heyetimizi, Suriye’ye karşı bir taarruz planının mevcudiyeti hususunda ikaz etmişlerdir.” diyerek Sovyetler Birliği’nin Mısır’a, İsrail’in Suriye’ye saldıracağına dair bilgi verdiğini ifade ediyordu. 

İsrail tarafından Sovyetler Birliği, daha öncede ifade edildiği gibi savaşın başlamasında “önemli bir rol oynamakla” itham edilmektedir. İsrail Dışişleri 
Bakanı Eban, BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada Sovyetler Birliği’nin savaşta oynadığı rolü ifade etmiş, Suriye meselesinde Sovyetlerin Mısır’a 
“yanlış” bilgi verdiğini belirtmiştir. Eban, 23 Mayıs tarihli bir TASS bildirisinde; “Knesset’in Dışişleri ve Güvenlik Komitesi 9 Mayısta Kabineye Suriye’ye karşı bir 
harp harekâtı yürütmesi için özel yetkiler vermiştir. Suriye hududuna yığılan İsrail kuvvetleri harp için alarm durumuna geçirilmiştir. Memlekette genel seferberlik ilan edilmiştir” denildiğini ifadeyle “bu hikâyenin” bir tek kelimesinin dahi doğru olmadığını söylemiştir. Eban’a göre bu haberler hikâye olmakla birlikte bunların Arap ülkelerinde yayılması “alevlendirici” bir netice verilmesine neden olabilirdi (İsrail Dışişleri..., 1968: 24). 

İsrail’in Suriye ile ilgili planları hakkında Mısır’a bilgi geldiğine dair Türk basınında da yazılar çıkmıştır. 10 Haziran 1967 tarihli Akşam gazetesinde 
yayınlanan “Nasır’ı kim yanılttı?” yazısında; 13 Mayıs günü Kahire’de Mareşal Amr’ın Suriye Savunma Bakanı Hafız Esat’tan “gizli ve önemli” kaydıyla bir 
mesaj aldığı, mesajda İsrail kuvvetlerinin Suriye sınırının zayıf noktalarında toplanarak yığınak yapmaya başladığının bildirildiği ve alınan tedbirlerin 
sıralandığı belirtiliyordu. Aynı gün Nasır’a Mısır gizli servisi, İsrail’in 16 Mayıs gecesi ani bir saldırıya geçmek için yığınak yaptığını bildirmiştir. Bunun üzerine 
Nasır, “üç gün içinde İsrail’in Suriye’ye yapacağı saldırıya engel olmak ve Arap âleminde kendisine karşı olan itimatsızlığı ortadan silmek.” düşüncesiyle Mısır 
kuvvetlerini harekete geçirmiştir (Akşam, 10 Haziran 1967). Bu arada Irak, İsrail’e karşı herhangi bir Arap harekâtını destekleyeceğini Nasır’a bildirmiştir. Bunun yanı sıra Irak Savunma Bakanı General Şakir Mahmut Şükrü de gazetecilerin sorularına: “1967 yılının Filistin davası için kesin bir yıl olacağına inanıyorum. Irak ordusu şimdi tamamiyle savaş düzenindedir ve Suriye kuvvetlerinin yanı başında çarpışmalara katılmaya hazırdır.” demekle Irak’ın, İsrail’in Suriye’ye saldırması hâlinde Suriye’nin yanında olacağını bir kez daha tekrarlıyordu. 

Mısır, bu bilgilerin ışığında İsrail’e karşı bir askerî harekât yönünde ilk adımı 16 Mayısta attı. Bu tarihte Mısır’da olağanüstü hal ilan edildi ve bütün silahlı 
kuvvetlerin savaşa hazır durumda oldukları açıklandı. Bunu Ürdün, Suriye, Irak ve Kuveyt’te de olağanüstü hal ilanları izledi. 18 Mayısta Nasır, BM Genel 
Sekreteri U-Thant ile görüşerek 1956 savaşından beri Gazze ve Sina’da bulunan BM Barış Gücü’nün geri çekilmesini istedi. Bu istek olumlu karşılanarak BM 
askerleri bölgeden çekilmeye başladı. 19 Mayısta bu kuvvetlerin yerini Mısır askerlerinin alması “durumu birden bire ciddileştirmiş” ve Mısır-İsrail sınırında 
“harp tehlikesine” neden olmuştu (Hürriyet, 20 Mayıs 1967). 

İsrail, BM Barış Gücü askerlerinin geri çekilmesini, İsrail’in askerî güvenliğine ve hayati deniz hürriyetine karşı meydana gelecek “zarar” nedeniyle kendi fikrinin 
alınmadan yapılmasına karşı çıkmıştı. İsrail BM’nin barışı koruma faaliyetleriyle ilgili tutumunun “bu tecrübeyle sarsıldığı” düşüncesindeydi. İsrail’e göre BM 
askerlerinin çekilmesi “ilk dumanlar ve alevler belirir belirmez ortadan kaybolan itfaiyecilerin durumuna” benzetilmekteydi (İsrail Dışişleri…, 1968: 11-12). İsrail 
BM’nin “barışı koruma “işlevini kaybettiğini düşünürken, Arap Devletleri, BM askerlerinin çekilmesinin nedenini İsrail’in bir saldırısı karşısında bu askerlerin 
“selametini korumak.” olarak belirtiyorlardı (Arap Büyükelçilerinin..., 1967: 5). 

21 Mayıs 1967 tarihinde Mısır’da bütün ihtiyatlar askere çağrılmış, genel seferberlik ilan edilmişken (Hürriyet, 22 Mayıs 1967) İsrail’de ise kısmi 
seferberlik ilan edilmiştir. Orta Doğu’da durumun iyice gerginleşmesi üzerine ABD Başkanı Johnson, Sovyetler Birliği Başbakanı Aleksandır Kosigin’e gizli 
bir mesaj yollamış, Arap-İsrail anlaşmazlığının kontrolden çıkmasını önlemek için birlikte faaliyet gösterme teklifinde bulunmuştur (Zafer, 22 Mayıs 1967). Bu 
esnada askerî hazırlıklarını sürdüren Mısır, İsrail sınırına asker ve tank yığmaya devam etmiş, Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün ortak hareket için birleşmiştir 
(Tercüman, 23 Mayıs 1967). Mısır kuvvetleri Akabe Körfezi’nin girişinde yer alan stratejik Şarm el Şeyh Bölgesi’ne 21 Mayıstan itibaren yerleşmeye başlamıştır 
(Hürriyet, 23 Mayıs 1967). Mısır’ın bu bölgeye yerleşmesi Akabe Körfezini kontrol etmesi anlamına geliyordu. Zaten Mısır da bir süre sonra bu bölgeye 
yerleşmenin getirdiği avantajla savaşa giden yolda en önemli adımı atacaktı. 

23 Mayısta Mısır, savaşa giden yolda en önemli adım olan Akabe Körfezi’nin girişindeki Tiran Boğazı’nı İsrail gemilerinin geçişine kapattı. Başkan Nasır, 23 
Mayısta Sina’da Mısırlı havacılara hitaben yaptığı konuşmada “bundan böyle bütün İsrail bandıralı veya stratejik madde taşıyan gemilerin Akabe Körfezi’ne 
giriş ve çıkışları yasaklanmıştır.” demişti. Ayrıca “İsrail bizi savaşla tehdit etmek istiyorsa buyursun.” diyerek savaşa hazır olduklarını belirtiyordu. Nasır 
konuşmasında “Şimdi İsrail ile karşı karşıyayız. İsrail, İngiltere ve Fransa olmadan şansını denemek istiyorsa, kendisini bekliyoruz.” demekle de 1956 savaşında İsrail’in yanında olanların bu defa olmadığı ve savaşı kendilerinin kazanacağına emin olduğunu ifade ediyordu (Hürriyet-Zafer, 24 Mayıs 1967). Nasır bu sözleriyle aynı zamanda Araplar açısından İsrail’le savaş için uluslararası ortamın hazır olduğunu da belirmekteydi. 

Araplar Akabe Körfezi’ni “kapalı bir körfez” olarak görmekteydi. Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın karasuları olarak görülen Akabe Körfezi’nin kapatılması, 
Mısır’ın “hükümranlığını teyit etmek” ve “düşman İsrail” gemilerine kapatılmak suretiyle istiklal ve güvenliklerini korumak yolunda alınacak en olağan tedbirdi 
(Arap Büyükelçilerinin..., 1967: 7-8). Oysa İsrail’e göre abluka, “silah zoruyla konan ve tatbik edilen bir harp hareketi”ydi. Tarihte hiçbir zaman abluka ve barış yanyana varolmamıştı. Abluka bir insanı yavaş yavaş boğarak öldürmekle eş değerde idi. Nitekim İsrail, Mısır’ın bu hareketini “savaş ilanı” kabul ediyordu 
(Tercüman, 24 Mayıs 1967). İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban’ın ifadesiyle “ablukanın tatbik edildiği andan itibaren fiili çatışmalar” başlamıştı. Artık İsrail, 
BM kararlarına uymak zorunda değildi (İsrail Dışişleri..., 1968: 17). 

Mısır Akabe Körfezi’ni kapatmakla İsrail’e gidecek mal ve özellikle petrolün önünü kesmişti. İsrail’in buna tepkisi ise yukarıda belirtildiği gibi İsrail gemilerine yapılacak bir saldırının savaş ilanı sayılacağını bildirmesiydi (Armaoğlu, 1994: 243). Türk basınında “Tehlikeli adım da atıldı.” şeklinde değerlendirilen bu olay, üçüncü dünya savaşına gidişte tehlikeli bir adım olarak görülmekte ve “Vietnem savaşı ile etrafa sıçramayan ateş, buradan mı acaba dünyayı saracak.” denilmekteydi (Tercüman, 25 Mayıs 1967). 

Sovyetler Birliği, 23 Mayısta bir açıklama yaparak bu bunalımda açıkça Arapları desteklediğini bildirmişti. Yapılan açıklamada “mütecavize karşı mukavemette 
bulunacağı” ifade edilmişti (Zafer, 25 Mayıs 1967). ABD Başkanı Johnson ise, Orta Doğu ülkelerini barışı bozacak davranışlardan kaçınmaya davet ediyordu. 
BM Genel Sekreteri U-Thant sorunu görüşmek üzere 23-25 Mayıs arasında Mısır’a gitmiş, karatmadan dolayı mum ışığı altında yenen yemekte Nasır, “İlk 
ateşi açan Mısır olmayacaktır.” demişti (Akşam, 10 Haziran 1967). U-Thant bu görüşmelerinde barış yönünde bir gelişme kaydedemiştir. Genel Sekreterin bu 
başarısızlığı savaşa bir adım daha yaklaşılması demekti. 

Orta Doğu buhranında Sovyetler Birliği Arapları desteklerken, Amerika İsrail’i desteklemekteydi (Hürriyet, 25 Mayıs 1967). ABD Başkanı Johnson 
Mısır Devlet Başkanı Nasır’a sert bir nota vererek “icabında zor kullanılacağı”nı bildirmişti. Amerikan 6. filosu Akabe Körfezi’nin açılmasına destek için Girit 
açıklarından Mısır’a hareket etmişti (Tercüman, 28 Mayıs 1967). Amerika’nın bu hareketi Orta Doğu buhranını bir kat daha şiddetlendirmişti (Hürriyet, 23 Mayıs 
1967). Amerikan gemilerinin hareketi üzerine Sovyetler Birliği, Amerika’dan Akdeniz’deki filolarını geri çekmesini istedi. Bu sırada Mısır Savunma Bakanı 
Şemseddin Badran, ani olarak Moskova’ya gitti. Gerginleşen durum karşısında Fransa, harekete geçerek kendilerinin de dâhil olacağı İngiltere, Sovyetler Birliği 
ve ABD’nin katılacağı dörtlü bir konferans önerdi (Hürriyet, 26 Mayıs 1967). Fransa’nın girişimine rağmen sorun Arapları açıkça destekleyen Sovyetler 
Birliği’nin Türkiye’ye bir bildirimde bulunarak boğazlardan 30 Mayıs ile 7 Haziran arasında 10 savaş gemisinin Akdeniz’e geçirileceğini haber vermesiyle 
daha da derinleşmişti (Hürriyet, 30 Mayıs 1967). Amerikan 6. Filosu’na karşı basının tabiriyle “gövde gösterisi” için ilk Sovyet gemisi 31 Mayısta Boğazlardan 
geçmişti (Tercüman, 31 Mayıs 1967). Bu esnada İngiltere ise Akdeniz’deki hava ve deniz kuvvetlerini takviye etmişti. 




ABD Başkanı Johnson’un Mısır’a “İsrail ile Mısır sınırdaki yığınaklarını aynı zamanda çekmeli, Barış gücü, nihai karar verilinceye kadar Gazze ve 
Şarm el Şeyh’e geri dönmeli, Mısır, Akabe Körfezi’ndeki deniz ulaşımını hiçbir şekilde sınırlamayacağını resmen bildirmeli, Mısır kuvvetleri Gazze’den 
çekilmeli” şeklindeki isteklerini ihtiva eden teklifleri Nasır tarafından 26 Mayısta reddedilmişti (Tercüman, 27 Mayıs 1967). Nasır, Akabe üzerindeki haklarından 
vazgeçmeyeceklerini belirttiği gibi, “şavaşta gayemiz İsrail’i mahvetmek olacaktır” diyordu (Hürriyet, 27 Mayıs 1967). Türkiye’deki Arap Büyükelçileri 
ortak bir dildiri yayınlayarak Orta Doğu’daki buhrana İsrail’in sebep olduğu ve bu bildiriyle buhranın içyüzünün açıklanacağını ilan ediyorlardı (Hürriyet, 28 
Mayıs 1967: Arap Büyükelçilerinin..., 1967: 3). 

Orta Doğu’da savaş atmosferinin hızla yoğunlaştığı sırada Mısır Millet Meclis 29 Mayısta, Başkan Nasır’a oy birliğiyle olağanüstü yetkiler verilmesini kabul 
etti (Tercüman, 30 Mayıs 1967). Nasır bunun üzerine yaptığı konuşmada “eğer Batılı ülkeler haklarımızı çiğnemeye çalışırlarsa bize saygı göstermeyi onlara 
öğreteceğiz” demişti (Tercüman, 31 Mayıs 1967). Nasır’a göre Akabe girişinde yer alan Tiran Boğazı Mısır’ın karasularıydı ve dünyada hiçbir kuvvet Mısır’ı 
topraklarına hâkim olmakta alıkoyamazdı. Oysa İngiltere Akabe Körfezini uluslararası bir su yolu sayıyordu. Bu gelişmeler karşısında ablukaya karşı 
müdahale yapılması ve ablukanın kaldırılması beklenmekteydi (Zafer, 31 Mayıs 1967). Fakat Mısır bu kararında azimliydi ve hiçbir kuvvet onları bu kararından 
alıkoyamazdı. Bu kararlılığını Akabe Körfezi’ne girmeye çalışan Liberya bandıralı bir tankeri durdurmakla göstermişti (Hürriyet, 31 Mayıs 1967). Bütün Arap 
Devletleri Arap topraklarını korumaya ve sularının ve topraklarının her karışına olan egemenliklerini savunmaya kararlıydılar (Arap Büyükelçilerinin..., 1967:7). 

Savaşa hazırlık yolunda Mısır ile Ürdün arasında 30 Mayısta bir savunma anlaşması imzalandı (Hürriyet, 31 Mayıs 1967). Orta Doğu’da en buhranlı günlerin yaşandığı bu dönemde basında İsrail’in “yıldırım taarruzuna” girişebileceği (Hürriyet, 30 Mayıs 1967), İsrail’in Mısır’ı bir haftada yenebilecek güce sahip olduğu (Hürriyet, 24 Mayıs 1967) gibi haberler yer alıyordu. Mısır İsrail’in ani bir hava saldırısından çekinmekteydi (Zafer, 5 Haziran 1967). İsrail’in yıldırım harekâtına geçerek Mısır Halkı’nı “gafil” avlamaması için halktan verilen alarmdan sonra bütün ışıkları söndürmesi ve sığınaklara gitmesi isteniyordu. Ayrıca yaşları 18 ile 50 arasında olan herkes halk kuvvetlerine katılmaya çağrılmıştı (Hürriyet, 5 Haziran 1967). Bu arada İsrail, savaş için bir yandan askerî hazırlıklarına devam ederken diğer yandan da kabinede savaşa yönelik değişikliklere gitmiştir. 1956 savaşında Mısır’a karşı savaşmış olan Moşe Dayan Savunma Bakanlığı’na getirilmişti (Zafer, 2 Haziran 1967). 

Mısır, İsrail çevresindeki çemberi iyice daraltmak amacıyla Irak’ı 4 Haziranda Mısır-Ürdün savunma anlaşmasına bağlayan protokolü imzaladı. İmza töreni 
sonrası Nasır, Kahire Radyosuna verdiği beyanatta “sizi savaşla karşılıyoruz ve intikam alabilmek için savaşın başlaması arzusuyla yanıyoruz. Bu, dünyanın, 
Arapların ne olduğunu ve İsrail’in ne olduğunu anlamasını sağlayacaktır” diyerek artık savaşın kaçınılmazlığını dile getiriyordu (İsrail Dışişleri..., 1968: 14). Bu 
arada Çin de Mısır’a yardım teklif etmiş, Sovyetlerin taahhütlerinden vazgeçmesi hâlinde askerî yardım yapacağını bildirmişti (Hürriyet, 5 Haziran 1967). Savaşın 
başladığı 5 Haziran yaklaştıkça taraflar arasında yer yer küçük çaplı çatışmalar da yaşanıyordu. 2 Haziranda Suriye ve İsrail kuvvetleri İsrail toprakları içinde 
çarpışmış, iki İsrailli ve bir Suriyeli ölmüştü. Ayrıca Ürdün, bir İsrail helikopterine uçaksavarla ateş açmıştı (Hürriyet, 3 Haziran 1967). 

Türk basını Orta Doğu buhranını Mayıs ayı içinde yoğun olarak çoğu zaman sürmanşetten verirken Haziran ayının ilk günleri küçük puntolarla ve çoğunlukla ilk sayfanın alt sıralarında kısa haberler şeklinde vermiştir. Bunda iç siyasi gelişmeler etkili olmuştur diyebiliriz. Zira Cumhuriyet Halk Partisi’nden kopmalar, “ortanın solu” tartışmaları, Eski Başbakan Adnan Menderes’in oğlu Yüksel Menderes’e yazdığı 17 Eylül 1961 tarihli Vasiyetnamesi gazete sütunlarında ilk haber olarak yer almıştır. Hürriyet gazetesi 1 ve 2 Haziran günlerini sürmanşetten Menderes’in vasiyetine ayırırken diğer gazetelerde de benzer bir durum söz konusudur. 

3. Türkiye’nin Savaş Öncesi Politikası 

Türkiye, iktidarda bulunan Adalet Partisi’nin Hükûmet programında yer alan “Orta Doğu’daki ve Magrip’teki kardeş Arap ve Müslüman memleketler ile her türlü şüphe ve teredütten uzak, hakiki ve yakın bir dostluk kurmak ve çeşitli sahalarda verimli bir iş birliğini geliştirmek başlıca amaçlarımızdan biri olacaktır… Arap memleketleri meşru davalarında Türkiye’nin anlayış ve desteğini görebilirler.” ifadesiyle Arapların yanında yer aldığını açıkça belirtmiştir. Türkiye’de sağ ve sol çevreler Araplara karşı izlenecek politikada birleşmişlerdir (Olaylarla…, 1987: 534). 

Orta Doğu buhranını yakından ve dikkatle takip eden Hükûmet, bu amaçla bazen Arap ülkelerinin büyükelçileriyle de görüşmeler yapmıştır (Zafer, 24 Mayıs 1967). Basında çıkan haberlere göre Türkiye, son zamanlarda Arap dünyası ile artan dostluk ilişkilerinin zedelenmemesini temin amacıyla Arapları 
desteklemiştir. Haberde “Türkiye’nin bir tek İsrail için Arap âlemini feda etmeyeceği” yazılmıştır (Zafer, 26 Mayıs 1967). Basında Türkiye’nin Arapları 
desteklemesi gerektiğine dair çıkan haberlerin çoğu Türkiye’nin Araplara yakın olmasından ziyade Kıbrıs meselesi gibi uluslararası sorunlarda yalnız kalmamak 
amacıyla böyle davranılmasını açıkça olmamakla birlikte ima etmektedirler. 

Basında Türkiye’nin Orta Doğu politikasının nasıl olmasına dair yazılar çıkarken Bakanlar Kurulu, 27 Mayısta yaptığı toplantıda Orta Doğu buhranını 
görüşmüş, Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla yayımladığı bildiriyle Türkiye’nin tutumunu açıklamıştır. Bildiride; “Hükûmet, Orta Doğu buhranının gelişmesini 
büyük bir dikkatle izlemektedir. Bölgede barış ve güvenliğin hâkim olmasına büyük önem atfeden ve bu yolda her zaman elinden gelen gayreti sarfetmekten 
geri kalmamış olan Türkiye’nin barışı tehdit edici durumların meydana gelmesinden ciddi endişe duyacağı tabiidir. Türkiye, barışın ihlaline yol açacak 
bütün hareketlerden kaçınılması lüzumuna kani bulunarak, buhrana son verecek gayretleri desteklemektedir. Türk Hükûmeti, her zaman olduğu gibi, bu kerre de 
buhrana sebebiyet veren durumun mütelaasında, Birleşmiş Milletler yasası ile hak ve adalet prensiplerine dayanmak gerektiği inancındadır. Bu arada Hükûmetimiz, komşuları ile iyi dostluk münasebetleri çerçevesi içinde Türkiye ile Arap memleketler arasında mevcut yakın ilişkileri de gözönünde bulundurmaktadır.” denilmekle, anlaşmazlığın barışçı yollardan çözünlenmesi istenmiştir (Hürriyet, 29 Mayıs 1967). Bildirideki “mevcut yakın ilişki” sözü ile üstü kapalı olarak Arap ülkelerinin desteklendiği belirtilmektedir (Olaylarla..., 1987: 535). Gazete haberlerine bakıldığında da Hükûmet’in bildiriyle Arap ülkelerini desteklediği sonucuna varılabilir. Çıkan haberler Türkiye’nin Arapları desteklediği şeklindedir. Ayrıca Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Irak Cumhurbaşkanı’na yazdığı mektupta da Türkiye’nin Arap dünyasını desteklediğini bildirmiştir (Zafer, 30 Mayıs 1967). Millî Türk Talebe Birliği de yayımladığı bir bildiriyle Türk yüksek öğrenim gençliğinin Arap-İsrail çatışmasında Arap ülkelerini desteklediklerini açıklamışlardır (Zafer, 1 Haziran 1967). Yurttaş diye başlayan bildiride açıkça Araplara destek belirtilmiş, bu savaşın Arapların İsrail’e karşı yaptığı bağımsızlık savaşı olduğu, bu savaşın iki tarafa da silah satan “emperyalistlerin” yararına olduğu, Kıbrıs meselesinin Arap ülkelerinin desteğine bağlı olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca Türkiye’deki NATO üslerinin Arap ülkelerine karşı kullanılmaması istenmiştir. Türk Halkı’nı ve Millet Meclisi Üyelerini Arap ülkelerini desteklemeye çağıran bildiri “Mutlu ve güzel günler Türk ulusunundur.” ifadeleriyle sona ermektedir (Millî Türk..., 1967). 

Türk Hükûmeti buhranla ilgili resmî görüşünü 27 Mayısta ilan etmişti. Bildirinin yanı sıra Hükûmet yetkilileri Türkiye’deki NATO üslerinin Türkiye’nin izni olmadan kullanılamayacağını da ifade etmişlerdir (Hürriyet, 29 Mayıs 1967). Bu üsler konusu savaş döneminde daha fazla gündeme gelecektir. 

B. Savaşın Seyri 

1967 Arap-İsrail savaşı 5 Haziran günü sabah erken saatte İsrail uçaklarının Mısır hava üslerine yaptığı ani saldırısıyla başlamış, 10 Haziranda ateşkesin 
kabulüyle sona ermiştir. Türk basınında birçok gazetenin “84 saatlik savaş” olarak değerlendirdikleri 1967 savaşı, Mısır’ın “beklediği” gibi İsrail tarafından 
yıldırım taarruzuyla başlamıştır. Bu taarruzda İsrail Mısır uçaklarının 393’ünü yerde kullanılamaz hâlegetirmiş, ilk günkü mücadelede Mısır’ın uçak kaybı 416 
olmuştur. Aslında İsrail’in bu saldırısıyla “üç saat içinde” kazandığı savaş, fiilî olarak İsrail ile Mısır, Ürdün ve Suriye arasında olmuştur. Basında savaşla ilgili 
haberler savaş boyunca her gün en önemli haber olarak yer almıştır. Biz burada basında çıkan haberleri gün gün inceleyeceğiz. 

1. Savaşın Birinci Günü 

İsrail tarafından “yaşamak veya yok olmak” şeklinde algılanan savaş (İsrail Dışişleri..., 1968: 20), yukarıda belirtildiği gibi İsrail’in 5 Haziran sabahı ani 
saldırısıyla başlamıştır. Gazeteler savaşın başladığını haber vermekle birlikte kimin başlattığı noktasında yeterli bir bilgi verememektedir. Savaş “Araplarla 
İsrail Arasında Savaş Başladı” (Zafer, 6 Haziran 1967), “Savaş Başladı” (Milliyet, 6 Haziran 1967), “Orta-Doğu’da Harp” (Hürriyet, 6 Haziran 1967), “Arap-İsrail 
Savaşı Başladı” (Terciman, 6 Haziran 1967) gibi büyük puntolarla sürmanşetten okuyucularına duyurulmuştur. Zafer gazetesinin yarım sayfa ayırdığı haberde 
42 İsrail, 10 Mısır uçağının düşürüldüğü, Necef Çölü’nde şiddetli çarpışmaların olduğu yazılmıştır. Aslında Zafer gazetesi ilk gün savaştan ziyade iç politikaya 
daha fazla ağırlık vermiştir denebilir. Zira 5 Haziran tarihli gazetenin “başmakale” kısmında Füruzan Tekil “YTP’nin Durumu” isimli bir yazı kaleme almıştır. Zafer’in ilk sayfasının yarısı iç siyasi meselelere ayrılmıştır. 

Türk basını savaşın ilk günü yaşananları haritalar eşliğinde göstermiş, tarafların askerî durumu hakkında bilgi vermiştir. Her gazetenin askerî güç 
hakkında verdikleri bilgiler çoğunlukla birbirini tutmamaktadır. Milliyet gazetesinde Mehmet Ali Birand’ın verdiği rakamlar Londra’daki “Stratejik 
İlimler Akademisi”ne dayandırılmaktayken Akşam gazetesinde sayıların nereden alındığına dair bir bilgi yoktur (Akşam-Milliyet, 6 Haziran 1967). Buna iki 
gazeteye göre tarafların asker sayısı, tank ve uçak sayıları şöyledir: 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***