5 Kasım 2018 Pazartesi

KÜRESEL İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE İLİŞKİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE TÜRKİYE

KÜRESEL İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE İLİŞKİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE TÜRKİYE 





İnceleme - Ortadoğu Analiz 
Temmuz-Ağustos 2009 Cilt 1 - Sayı 7-8 


Önümüzdeki 100 yıllık bir dönemde, beklendiği üzere küresel ısıda 3 derecelik bir artış olması halinde, doğayı ve toplumsal yaşamı alt üst edecek etkiler ortaya çıkabilir. 













E. Tümgeneral Armağan KULOĞLU 
ORSAM Başdanışmanı 
armagankuloglu@orsam.org.tr 


   Isınma sürecinde çölleşmenin ardından ani soğuma ile birlikte dünyada Büyük Buzul Çağı’nın başlayacağı, ilk olarak İskandinav ülkelerinin buzul çağına gireceği, devamında İngiltere’nin büyük bir kısmının buzlar altında kalacağı, insanların yeni yaşam alanları bulabilmek için göçe ve savaşmaya zorlanacağı değerlendirilmektedir. 

Giriş

Küresel ısınma ve buna bağlı olarak gerçekleşeceği ifade edilen iklim değişikliği, doğal dengelerin bozulmaya başlaması sonucunda artık bir tehlike olarak hissedilmeye başlamıştır. Bu nedenle konu “Küresel Isınma” yerine “Küresel İklim Değişikliği” olarak anılmaktadır. Ortaya çıkan tehlikeye karşı gerekli tedbirlerin alınmasında geç kalınmakta, bazı ülkeler de ekonomik maliyetler nedeniyle tedbir alınması konusunda fazla istekli davranmamaktadır. Hatta bu durum, endüstriyel çağın bir sonucu olarak görülmekte, fosil yakıtların ve ürünlerinin kullanılmasına devam edildiği müddetçe, bununla yaşamak mecburiyetinde olunduğuna ilişkin bir algılamanın olduğu da düşünülmektedir. 

Küresel Isınma.,

Güneş ışınları yeryüzünü ısıtmakta, bir kısım ışın, doğanın tabii örtüsü tarafından tutularak yeryüzünün yeteri kadar sıcak kalmasını sağlamakta, kalan ışın tekrar atmosfere yansımaktadır. 

Ancak son zamanlarda fosil yakıtların artması, ormansızlaşma, hızlı nüfus artışı ve ozon tabakasının incelmesi gibi nedenlerle karbondioksit, metan ve diazot monoksit gazların atmosferdeki yığılması artış göstermekte ve sera etkisi yaratmaktadır.1 Bu durumda ışınların bir kısmı, atmosfere salınan gazların birikerek sera etkisi yaratmasından dolayı yeryüzünden yansıyarak atmosfer dışına çıkamamaktadır. Atmosferden dışarı çıkması gereken ışınların yeryüzü tabakası ile atmosfer arasında sıkışıp kalması da sıcaklık artmasına sebep olmaktadır. İşte “Küresel Isınma” olarak nitelendirilen ve “Küresel İklim Değişikliği”ne neden olan konu budur. 

Küresel İklim Değişikliğinin Sebep Olduğu ve Olabileceği Olaylar 

Yeryüzündeki ısı bugünkü değerlere göre her on yılda 0,1 derece artmaktadır. Küresel ısınmadan dolayı eski dengelere oranla 1-2 derecelik bir artış olmuştur. Halen birçok su kaynaklarının kuruduğuna, bazı göllerin küçüldüğüne, bazılarının yok olduğuna, çiçeklerin erken açtığına, bitkilerin zamansız meyve verdiğine, bazen de vermediğine, buzulların eridiğine ve ana kütlelerinden koptuğuna, fazla miktarda suyun dolaşıma girdiğine, sel felaketlerinin, çığ olaylarının, fırtına ve kasırgaların arttığına şahit olunmaktadır. Kuzey yarımkürede kar örtüsü ve buz kalınlıkları azalmıştır. Nehirler kirlenmiş ve suları azalmıştır. Önümüzdeki 100 yıllık bir dönemde de gerekli tedbirler alınmadığı ve büyük çapta doğal değişiklik olmadığı takdirde küresel ısıda 3 derece kadar daha bir artış olması beklenmektedir. 

Bu ısınma, toplam su döngüsünün değişmesine, tropikal bölgelerde daha fazla suyun buharlaşmasına, kuzey yarımkürede daha fazla yağmur yağmasına, buzulların daha çok erimesine, denizlerin yükselmesine, kıyı ekosistemlerinin olumsuz etkilenmesine, kuraklığın ve sellerin artmasına, tarım alanları, ormanlar ve meraların azalmasına, çölleşmenin artmasına ve iklim kuşaklarının yer değiştirmesine sebep olacaktır. 

Yükselen deniz seviyesi Hollanda’yı, Pasifik Adalarını, Hint Okyanusu’ndaki adaların büyük bir kısmını sular altında bırakacaktır. Buzulların 
erimesi sonucu okyanuslardaki ve dolaylı olarak tüm denizlerdeki tuz dengesi bozulacaktır. Bu durum iklim şartlarını dengede tutan “Gulf Stream” 
gibi sıcak su akıntılarının işlevinin bozulmasına sebep olacaktır. 

Çölleşmenin ardından ani soğuma ile birlikte dünyada Büyük Buzul Çağı’nın başlayacağı, ilk olarak İskandinav ülkelerinin buzul çağına gireceği, 
devamında İngiltere’nin büyük bir kısmının buzlar altında kalacağı, insanların yeni yaşam alanları bulabilmek için göçe ve savaşmaya zorlanacağı 
değerlendirilmektedir. Avrupa nüfusunun yüzde 10’unun kendi ülkelerini terk ederek Isınma sürecinde çölleşmenin ardından ani soğuma ile birlikte dünyada 
coğrafi olarak daha güneyde yer alan Türkiye, Cezayir, Fas, Mısır ve İsrail gibi Akdeniz ülkelerine göç edebilecekleri ifade edilmektedir. Yaşanacak 
büyük doğal felaketler sonucunda insanların susuzluk, kuraklık, açlık ve salgın hastalıklarla karşı karşıya kalabilecekleri düşünülmektedir.2 

  Büyük Buzul Çağı’nın başlayacağı, ilk olarak İskandinav ülkelerinin buzul çağına gireceği, devamında İngiltere’nin büyük bir kısmının buzlar altında kalacağı, insanların yeni yaşam alanları bulabilmek için göçe ve savaşmaya zorlanacağı değerlendirilmektedir. 

Diğer taraftan küresel ısınma ve buna bağlı iklim değişikliğinin, insan yapımı karbondioksitten değil, güneşin sıcaklığının gittikçe artmasından kaynaklandığı, zararının fazla olmayacağı, hatta kışların ılıman olmasından dolayı verimin artması gibi faydalı yönlerinin de görüleceği iddiasını ileri süren bilim adamları da bulunmaktadır.3 
Fakat bunun geçerlilik durumunun zayıf bir ihtimal olduğunu yaşanan ortam göstermektedir. 

Küresel İklim Değişikliğinin Türkiye’ye Etkileri 

Küresel iklim değişikliğinden doğal olarak Türkiye de etkilenecektir. Bu etkilenme ortalama sıcaklıklarda artış, yağış miktarı ortalamasında 
azalma ve yağış rejiminde düzensizlik olarak hissedilecektir. Bazı bölgelerde kuraklık oranında artış görülürken, bazı bölgelerde de sel baskınları 
ile karşılaşılacaktır. Marmara Bölgesi’nde nispeten az olmak üzere, diğer bölgelerde ciddi ölçüde kuraklıkla karşı karşıya kalınacaktır. 
Kar kalınlıklarında göreceli bir azalma, akarsu akımında önemli değişiklik olabilecektir. Bunun sonucunda içme suyunda, sulamada, suyun sanayi 
amaçlı kullanımında, hidroelektrik üretiminde sorunlarla karşılaşılacaktır. 

Hidroelektrik üretimindeki azalmanın, fosil yakıt, termik ve nükleer enerji üretiminde artışa yönelmeyi gerektirmesi halinde bu sefer küresel ısınmaya karşı alınmaktaolan tedbirlerin ihlali ortaya çıkabilecektir.

Küresel ısınmayla birlikte Türkiye’nin de ciddi su sıkıntıları ile karşı karşıya kalması bekleniyor. 

 Yaşam alanı kısıtlamalarının kuzey kutbundan başlayıp, İskandinav ülkelerine, İngiltere’ye, Batı Avrupa ve oradan da Doğu Avrupa’ya doğru
yayılacağı dikkate alınarak, göçlerin de bu bölgelerden, nispeten yaşam alanı daha elverişli olan Türkiye’nin de dâhil olduğu Akdeniz ülkelerine
doğru olması beklenmektedir. 

Eskişehir/Gökçekaya Barajı Fotoğraf: 

Küresel ısınmayla birlikte Türkiye’nin de ciddi su sıkıntıları ile karşı karşıya kalması bekleniyor. DSİ Enerji Üretiminde artışa yönelmeyi gerektirmesi halinde bu sefer küresel ısınmaya karşı alınmakta olan tedbirlerin ihlali ortaya çıkabilecektir. 


Dünya Bankası’nca hazırlanan bir rapora göre iklim değişikliğinin, Türkiye’nin de dâhil olduğu, genelde Avrupa olarak belirlenen- bölgedeki sonuçları beklenen den daha kötü olacaktır. Rapora göre iklim değişiminin sonuçlarından olan deniz seviyesinin yükselmesi, bölgenin 4 ana havzası (Baltık Denizi, Adriyatik’in doğu kısmı ve Türkiye’nin Akdeniz Kıyıları, Karadeniz, Hazar Denizi) ile Rusya’nın Kuzey Buz Denizi kıyılarını etkileyecektir. Bu etkilenmede fırtına taşkınları ve tuzlu deniz sularının yeraltı sularına sızması dikkat çekici düzeyde olacaktır. Raporda, deniz düzeyindeki yükselmenin Karadeniz’de Rusya, Ukrayna ve Gürcistan kıyılarını şimdiden etkilemeye başladığına dikkat çekilmiştir.4 

Ancak diğer taraftan Türkiye’nin farklı bölgelerinde farklı iklim yapısı içinde bulunmasından dolayı, küresel iklim değişikliğinden diğer ülkelere kıyasla daha az ve daha geç etkileneceği yönünde değerlendirmelere de rastlanmaktadır. Kullanılan ve kişi başına düşen su miktarı bakımından dünya ortalamaları ile kıyaslandığında Türkiye’nin, düşünüldüğü gibi zengin değil, sınırlı su kaynaklarına sahip ülkeler arasında olduğu görülecektir. Yağışın azalması ve sıcaklıkların artması, yeraltı ve yerüstü su kaynaklarındaki suyun azalması sonucunu ortaya çıkaracak, Türkiye ciddi su sıkıntıları ile karşı karşıya kalabilecektir. 

Ayrıca hidroelektrik enerji üretiminde azalma olacak, bu durum gittikçe artan enerji ihtiyacını da olumsuz yönde etkileyecektir. Bunun doğal bir sonucu olarak sanayi ve ekonomi alanlarında da olumsuzluklar yaşanacaktır. Kuraklık sonucunda da özellikle iç bölgelerde yaşanacak çölleşme, tarım alanlarının azalmasına ve mevcutların da veriminin düşmesine sebep olabilecektir. 

Küresel İklim Değişikliğinin Dünya Güvenliğine Etkileri 

Susuzluk, kuraklık, verimsiz toprakların artması, çölleşme, açlık, alçak yükseklikte bulunan ülkelerin topraklarının hissedilir derecede azalması hatta tamamen yok olması ve salgın hastalıklar, önce bireysel göçleri, daha sonra da kitlesel göçleri arttırabilecektir. Su kaynaklarına ve daha verimli topraklara ulaşma ve bunları kullanma, ülkeler için kaçınılmaz hale gelecektir. Birleşmiş Milletler Göç Örgütünün raporuna göre 2050 yılına kadar 200 milyon kişinin göç edeceği beklenmektedir. 

Göçlerin önce kırsal alandan kentlere iç göç olarak, daha sonra da ülkeler arasında olacağı değerlendirilmektedir. İç göçlerin büyük kentler üzerinde nüfus baskısının artmasına sebep olduğu belirtilmektedir. Göçlerin şimdiden başladığı ifade edilmektedir.5 

Diğer taraftan dünya nüfusu da büyük bir hızla artmaktadır. Halen 6,2 milyar olan dünya nüfusunun 2015 yılında 7,2, daha sonrada 8 milyar ve üstüne ulaşacağı beklenmektedir. Su kaynaklarının azaldığı, verimli toprakların yok olduğu, bazı yerleşim alanlarının sular altında kaldığı bir ortamda nüfus artışından dolayı küresel iklim değişikliğinin etkileri daha fazla hissedilecek, sorunlar daha artacaktır. 

Su güvenliği, gıda güvenliği, enerji güvenliği, yaşam alanı güvenliği konuları, öncelikli konular haline gelecek, ülkeler bir diğerinin aleyhine 
olarak yaşam şartlarını düzetme çabası içine gireceklerdir. 

Bu durum, mevcut istikrarsızlıkları arttırabilecek, istikrarlı bölgeleri istikrarsızlaştırabilecek, gerilimleri ve çatışmaları tetikleyebilecek, 
güvenlik konusunu gittikçe artan bir şekilde ön plana çıkaracak ve dünya güvenlik sorunları ile karşı karşıya kalabilecektir. 

Yaşam alanı kısıtlamalarının kuzey kutbundan başlayıp, İskandinav ülkelerine, İngiltere’ye, Batı Avrupa ve oradan da Doğu Avrupa’ya doğru yayılacağı dikkate alınarak, göçlerin de bu bölgelerden, nispeten yaşam alanı daha elverişli olan Türkiye’nin de dâhil olduğu Akdeniz ülkelerine doğru olması beklenmektedir. Dolayısı ile çatışma ve istikrarsızlığın daha çok görülebileceği bölgelerin de başta Türkiye olmak üzere Akdeniz ülkelerinde olacağı düşünülmektedir. 

Küresel İklim Değişikliğinin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri 

Türkiye, diğer ülkeler gibi küresel iklim değişikliğinden etkilenecek ve bunun sıkıntılarını çekecek bir ülke olmakla beraber, bilinen olumsuzluklarla, diğer ülkelere kıyasla daha geç ve nispeten daha az karşı karşıya kalabilecektir. Su açısından sınırlı kaynaklara sahip ülkeler arasında yer alan Türkiye’nin, diğer Ortadoğu ülkelerine nazaran daha iyi imkânlara sahip olduğu, hatta sınır aşan suların kaynağının kendisinde olması nedeniyle bu konuda inisiyatif sahibi olduğu bilinmektedir. 

Küresel ısınmanın artmasıyla çeşitli şekillerde nehirlerin sularında da azalma olacaktır. Bu durum, aynı sudan yararlanan ülkelerin aşırı talepleri ile karşı karşıya kalma olasılığını arttırmaktadır. Hatta bu konu geçmişten başlayıp halen devam eden bir anlaşmazlık konusu olarak gündemdeki yerini korumaktadır. Irak ve Suriye, Dicle ve Fırat’ın sularının eşit paylaşımını istemektedir. Bu nedenle Türkiye için su sorununda ele alınması gereken en önemli konu, sınır aşan sular konusudur. Gelecekte bu sularda azalma oldukça, kuraklık arttıkça taleplerin karşılanması için her çareye başvurulabileceği göz önünde tutulmalıdır. Bir zamanlar Suriye’nin PKK terör örgütüne verdiği desteğin sebeplerinden birinin de sınır aşan sulardaki anlaşmazlık olduğu hatırda tutulmalıdır. 

Diğer taraftan Avrupa Birliği’nin (AB) su kaynaklarının kullanılması konusundaki tutumunun da dikkate alınmasında fayda görülmektedir. Özellikle AB, diğer ülkeler ve organizasyonlar tarafından talep edilen, su kaynaklarımız üzerindeki kontrol ve olası kısıtlamalar, bizi, hem kendi kaynaklarımıza hükmedemememiz durumuna sokacak hem de büyük bir özenle koruduğumuz egemenliğimizin paylaşılması sonucunu gündeme getirecektir. 

Kuraklık, tarım alanlarının azalmasına ve verimlerinin düşmesine sebep olacağından tarımsal üretim olumsuz yönde etkilenecek, bu durum gıda arz güvenliğimizi tehdit altına sokacaktır. 

Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi ile ortaya çıkacak 150-180 kilometre kare arasında olduğu değerlendirilen, 50 yıldır kullanılmadığından dolayı bir şekilde 50 yıldır nadasta kabul edilebilecek ve bu nedenle verimli olarak nitelendirilen, yerüstü su kaynaklarına yakın ve nispeten yeterli yeraltı su kaynaklarına sahip bu tarım alanın öneminin, ilgililer tarafından daha iyi anlaşılacağı düşünülmektedir. Enerji üretiminde yaşanacak sıkıntı, ülkemizin zaten yüksek olan enerjideki dışa bağımlılık oranını arttırarak ülkemiz dış politikasının stratejik dengelerini ve ulusal güvenliğimizi tehdit edecek neticeler yaratabilecektir.6 

Bütün bunların yanında elverişli yaşam alanı aramak durumunda kalacak olan özellikle Avrupa ülkelerinin, Türkiye’ye yapmaları muhtemel kitlesel göçün yaratacağı sıkıntıların yanında, siyasi ve askeri olarak da Türkiye’yi etkilemeye çalışacakları beklenmektedir. Dolayısı ile Türkiye’nin hem su kaynakları, hem de yaşam alanı cazibesi nedeniyle güvenliği olumsuz yönde etkilenecek ülkelerin başında geleceği değerlendirilmektedir. Küresel iklim değişikliğinin devam etmesi halinde Türkiye de yeni imkânlar arama yoluna gidecektir. 

Sonuç ve Değerlendirme 

Küresel ısınma ve bunun getirdiği küresel iklim değişikliği, yaşamın her yönü ile getirdiği ve getireceği olumsuzluklar açısından bütün dünyayı etkileyebilecek küresel bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle alınacak olan tedbirlerin de küresel alanda olması zorunluluğu bulunmaktadır. Bu maksatla hazırlanan Kyoto Protokolü’ne bütün ülkelerin imza koyması ve üstüne düşen görevleri ifa etmesi gerekmektedir. 

Ancak bu protokole halen imza atmayan ve yükümlülüklerini yeteri kadar yerine getirmeyen ülkeler bulunmaktadır. Özellikle sanayileşmiş ve güçlü ülkeler bu konuda duyarsızlıklarını devam ettirmektedir. Kendilerini de olumsuz yönde etkilemesine rağmen endüstriyel ve ekonomik alanda üstünlüklerini devam ettirme düşüncesinde olan bu ülkeler üzerinde, yaşamsal önemdeki bu küresel olaya duyarlı olmaları konusunda, uluslar arası kamuoyunda tam bir baskı oluşturulması elzem görülmektedir. 

Bu protokole imza atmayan ülkeler arasında bulunan ABD’nin yeni başkanı Obama’nın, küresel ısınmadan sorumlu karbondioksit ve diğer sera etkisi yaratan gazların atmosfere salımının önemli ölçüde azaltılmasını öngören “ABD Temiz Enerji ve Güvenlik Yasa Tasarısı”nı desteklemesi olumlu bir gelişme olarak nitelendirilmektedir.7 

Türkiye bu protokolü imzalamış ve yükümlülüklerini yerine getireceğini beyan etmiştir. Bu konuda uluslararası alanda yürütülen çalışmalara 
katılarak hem kendi yükümlülüklerini yerine getirdiğini göstermeli, hem de diğer ülkeleri bu konuda daha duyarlı davranmaya ikna etmelidir. Türkiye, su kaynaklarının tasarruflu ve verimli kullanılması, sınır aşan suların durumunun takip edilmesi ve çıkarlarının korunması konusunda bir çalışma yapmalı, buna ilişkin plan yapması ve takip etmesi için organize olmalıdır. 

Enerji arz güvenliği konusunda yapılmakta olan çalışmalarda yenilenebilir enerji kaynaklarına gereken önemi vermeli, diğer alternatif kaynakların kullanılması yönünde çalışmalar yapmalıdır. Küresel iklim değişikliği ve bunun sonuçları hakkında kamuoyu aydınlatılmalı, eğitimde bu konuya yer verilmeli ve medya bu konuyu hayati olarak değerlendirerek gerekli katkıyı sağlama konusunda hassasiyet göstermelidir. 

Küresel iklim değişikliğin yaratacağı etkileri azaltmak ve ondan korunmak maksadıyla alınacak tedbirlerin yanında konu, ulusal bir güvenlik sorunu olarak algılanmalı, çeşitli güvenlik konularının yanında küresel iklim değişikliğinin askeri güvenliğe etki edeceği düşüncesi ile gerekli tedbirler alınmalıdır. 

Ülkemizin bulunduğu coğrafya, su kaynakları, tarım ve yaşam alanları açısından durumu dikkate alındığında çevremizdeki gelişmelerden fazlası ile etkileneceği bir gerçektir. Türkiye’nin, diğer ülkelerin aşırı ve kendi aleyhine olacak talepleriyle, kitlesel göçün yaratacağı ekonomik, sosyal ve güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya kalacağı değerlendirilmektedir. Bütün bunların sonucu olarak da bölgenin istikrarsızlaşacağı, çatışmalara neden olacağı düşünülmektedir. 

ABD’de Center for Naval Analyses (CNA) adlı düşünce kuruluşu, emekli generaller ve amiraller tarafından hazırlanan “Ulusal Güvenlik ve İklim Değişikliği” başlıklı bir rapor yayımlamıştır. Diğer ülkeler de buna benzer çalışmalar yapmaktadır.8 

Türkiye’nin de küresel iklim değişikliğinden her yönden ve özellikle güvenlik açısından etkilenecek hassasiyette bir ülke olması nedeniyle, olası olaylara karşı 
alması gereken önlemleri ortaya çıkarabilmesi ve tedbirlerde ön alabilmesi için güvenlik senaryoları ortaya koyması ve üzerinde çalışılması gerekli görülmektedir. 

DİPNOTLAR 

1 Emel Aktaş, “Küresel İklim Değişikliğinin Türkiye’nin Güvenlik Politikalarına Etkisi”, Genelkurmay Bülteni, Mart-Nisan 2009, Sayı:83, s.44 
2 Ibid. 
3 “İngiltere Surrey Üniversitesi Tıp Fakültesi Profosörü Vincent Marks ve Londra Üniversitesi Tıp Fakültesi Profosörü Stanley Feldman’ın ortak kitabı”, 23 Haziran 2009,.www.milliyet.com.tr, ( Son Erişim: 23 Haziran 2009). 
4 “Dünya Bankası İklim Değişiklik Raporu Türkiye’yi de Kapsayan Havzada Beklenen Daha Kötü Sonuçlar” ,3 Haziran 2009, http://www.usakgundem.com/haber/36598/d%C3%BCnya-bankas%C4%B1-%C4%B0klim-de%C4%9Fi%C5%9Fikli%C4%9Fi-raporu-quot-t%C3%BCrkiye-39-yi-de-kapsayanhavzada-
beklenenden-daha-k%C3%B6t%C3%BC-sonu%C3%A7lar-quot-.html, (Son Erişim 12 Haziran 2009) 
5 Le Monde Diplomatique Türkiye Aylık Gazetesi, 15 Haziran-15 Temmuz 2009, Sayı:5, s.2 
6 Emel Aktaş, “Küresel İklim Değişikliğinin Türkiye’nin Güvenlik Politikalarına Etkisi”, Genelkurmay Bülteni, Mart-Nisan 2009, Sayı:83, s.48. 
7 “ABD’de iklim tasarısına Kongre’den İlk Onay”, Milliyet, 28 Haziran 2009. 
8 Genelkurmay ATASE SAREM Başkanlığı tarafından 11 Haziran 2009 tarihinde düzenlenen Küresel İklim Değişikliği ve Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri” konulu  sempozyumdaki E.Tuğg.Nejat Eslen’in konuşmasından.

***

2 Kasım 2018 Cuma

YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU VE TÜRKİYE,

YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU VE TÜRKİYE,



19.10.2014 Trabzon Haber Ajansı İnternet Gazetesi


Orta Doğu coğrafyası yirmi birince asrın ilk çeyreğine yaklaştığımız şu günlerde tekrar yeniden şekillenmeye başlamıştır.

On sekizinci asrın başlarında sanayileşmeye başlayan Avrupa devletleri enerji ihtiyaçlarını karşılamak üzere gözlerini Osmanlı idaresi altında bulunan ve halkının çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu Orta Doğu coğrafyasına dikmişlerdir…

İngiliz siyaseti de denilen tabirin sahibi olan İngiltere bu hususta liderliği kimseye bırakmamıştır…

Denizin ortasında ada devleti olan İngiltere üzerinde güneş batmayan BİRLEŞİK KRALLIK adı altında sömürgeler imparatorluğunu kurarken hep bu İngiliz siyasetinden yararlanmıştır…

İngiliz siyaseti dediğimiz olgu öyle bir olgudur ki “Aslanı kediye” mahkum eden bir siyasettir…

İngiliz sömürgeler bakanlığı kendi bünyesinde oluşturduğu birimlerde sömüreceği ülkelerin yönetim kademesindeki insanların dublörlerini oluşturarak, o insanlar gibi giyim ve kuşamlarını tanzim ederek, onlar gibi yedirip içirerek hatta aile ortamını dahi sağlayarak uzaktan düşünce okuma sanatını dahi geliştirmişlerdir.

Bir vali ve çevresindeki birkaç korumasından oluşan küçük bir İngiliz’le koskoca bir vilayeti sömüren İngiliz siyaseti gücünü bu durumdan alıyordu…

Mısır’da oturan İngiliz valisine Osmanlı 1.000 asker ile kanalı geçse Mısır’ı nasıl savunacaksınız diye sorulduğunda verdiği cevap dikkate şayandır:
Savunmayız, bırakıp gideriz. Ama biz hiçbir zaman Osmanlının değil 1.000, on asker bile Mısır’a sevk edeceğine fırsat vermeyiz demiştir…
Bir asır önce Orta Doğu coğrafyasını İngilizler böyle dizayn etmişlerdi…
Bu hususta kimlerden nasıl ve ne şekilde istifa ettiklerini isim isim saymaya gerek yok…
Bazen şeyh kılığında, bazen idareci şeklinde, bazen asker konumunda, bazen tüccar bazen, bazen v.s. girmedikleri şekil ve kılık İngiliz menfaati için kullanmadıkları yöntem kalmamıştır…

Günümüzde ise İngiliz siyasetinden beslenen ABD Orta Doğu cofrafyasını tekrar şekillendirmeye çalışmaktadır…

ABD 2005-2009 yılları arasında Dış İşleri Bakanlığı yapan ve bakanlık görevinden önce Beyaz Saray sözcülüğünde bulunan Condoleezza Rice 2002 yılında Fas’tan-Afganistan’a 26 İslam ülkesinin sınırları değişecek ifadesini kullanmıştı…

Adına önceleri GOP sonraları değiştirilerek BOP denen Orta Doğu Projesi kapsamında “EŞ BAŞKANLIK” görev taksimleri dahi yapılmıştı…

Bakanlığı döneminde bu değişikliğin alt yapısını oluşturan Bayan Rice sınırları değişecek olan İslam ülkelerinde etnitise ve mezhepçilik adı altında oluşumlar ortaya çıkararak dış müdahalenin yerini içeriden müdahale ile çözmeye çalışmışlardır…
Arap baharı ile başlayan süreç işte böyle bir çalışmanın ürünüdür…
Türkiye, Arap baharı ile başlayan süreçte İslam ülkeleri yöneticilerini hep zalimlikle suçlayarak, yönetime isyan eden muhaliflerin yanında yer almıştır.
Mısır’da önceleri kısmı başarı elde edilmiş gibi gözükse bile sonraları “Müslüman Kardeşler” yönetimden uzaklaştırılınca Türkiye burada yalnızlığa itilmiş oldu…

Diğer taraftan bütün çalışmalara rağmen Suriye’de ÉESAD” yönetimi devrilemeyin ce oradan gelen yaklaşık 2.000.000 mülteci de Türkiye’nin başına büyük bir sıkıntı oldu…

ESAD muhaliflerinden olan “EN_NUSRA” cephesi içerisinden çıkan ve kendilerini “IŞİD” olarak isimlendiren grup en acımasız şekilde Orta Doğu’da Müslüman katliamına çıkarak bu coğrafyayı kan gölüne çevirmişlerdir.

“IŞİD” grubu İslam’ın sembolü olan “Kelime-i Tevhidi” bayraklaştırarak İslam adına ortaya çıktıklarını iddia etmelerine rağmen günümüzde İslam’a en büyük zararı vermektedirler…

Aslında bunlar kutsalı ilahlaştırarak aşırı giden ve ilahlarına insan kurban adayan kaldanililer den de daha aşırı bir durumdadırlar…

Tam da böyle bir ortamda Türkiye’de yeni kurulan hükümetin Başbakanı “Yeni Türkiye” ismini dillendirmeye başladı… “Osmanlı modeli” ifadeleri kullanılarak TV kanallarında “Lozan antlaşması, 1924 anayasası, cumhuriyet” gibi kavramlar tartışma konusu yapılmaya başlandı…

Orta Doğu kaynayan bir kazan haline geldi. İçerisine giren yanmaktadır…

Türkiye bir taraftan bu kaynayan kazanın içerisine girmek için bütün emeğini harcarken diğer taraftan kendi içerisinde de “KOBANİ” desteği adı altında bölünme niyetli isyan denemeleri ile karşı karşıya kalmaktadır…

Bir taraftan Orta Doğu yeniden şekillenirken diğer taraftan TÜRKİYE CUMHURİYETİ de yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır…

Bu gidişat tersine çevrilmez ise 2023 yılında üniter yapısı içerisinde bir TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ kalmayacaktır…

MEHMET BAŞTÜRK

www.mehmetbasturk.com                        

http://www.mehmetbasturk.com/konu_detay.php?Meczup=349

KIBRIS TÜRKTÜR VE TÜRK KALACAKTIR.,

KIBRIS TÜRKTÜR VE TÜRK KALACAKTIR.,



Dr.TahirTamer Kumkale
20 TEMMUZ 2018

( Bölgesi’nin) İkmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir. (Kemal Atatürk)
———————
Bugün 20 Temmuz 2018, Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs Adasına Barış getirmek için gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekatının 44 nci zafer yılını kutluyoruz.

1960 Londra ve Zürih Antlaşmaları ile kurulan ve Türkiye’nin garantör ülke olarak vazgeçilemez hukuki hakları bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinde bugün hiçbir yaptırım gücümüz yoktur. Çünkü bugün sadece Kıbrıs Rum kesimini temsil eden Kıbrıs Cumhuriyeti, 1 Mayıs 2004’den itibaren Avrupa Birliği üyesidir..

Türkiye, uluslararası anlaşmaların kendisine verdiği hukuki kazanımlarını hiç dikkate almadan, alınmayacağımız kesin olan AB üyeliği uğruna Kıbrıs’taki milli hak ve menfaatlerinden feragat etmiştir.

44 yıldır hür ve bağımsız olarak yaşayan Kıbrıs Türk toplumunun 13 Kasım 1983’te kurduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini Türkiye dışında hiçbir ülke tanımamıştır. Çünkü tanınması için Türkiye ve KKTC yönetimi 44 yıldır ciddi hiçbir girişimde bulunmamıştır.

Dünyada Kıbrıs Türk ve Rum halkları kadar içişlerine karışılan ve üzerinde çıkar hesaplarının odaklandığı başka bir ülke yoktur. Dünyayı küresel çıkarları istikametinde yapılandırmak için çalışan küreselleşme mimarları, dünyanın jeopolitik merkezinde bulunan bu stratejik toprak parçası üzerinde yoğun çaba harcamaktadır.

Bugün Kıbrıs Adasını AB adına Helenizm’e teslim ederek Enosis’i gerçekleştirmek için Türk askerinin adadan çıkartılmasından başka çözüm olmadığını gören küresel güçler bunun için çeşitli senaryolar yazıyorlar ve figüran olarak KKTC ve Anadolu Türk toplumunu birlikte oynatabiliyorlar.

Küresel güçler hedeflerinden asla taviz vermek niyetinde değiller. Ne kadar haklı olursak olalım. Ne kadar hukuk üstünlüğümüz olursa olsun. Adamlar burayı ele geçirerek Türkleri Anadolu’ya hapsetmeyi kafalarına koymuşlar. Bunun fiziki olarak mümkün olmadığını gördüklerinden siyasi entrikalarla bunu bize yaptırma yoluna gidiyorlar.

Kıbrıs ile ilgili tam teslimiyetçi ve ilgisiz tutumumuz devam ettiği takdirde Kıbrıs Türk toplumunun geçmişte Girit, Rodos ve diğer Ege adalarında kaderlerine terk ettiğimiz Türk toplumlarından farkı olmayacaktır. KKTC topraklarının kaybı Anadolu Türk toplumunun bundan sonraki yaşantısında da önemli bir dönüm noktası olacaktır. Kıbrıs’ta kazanılan hakların her ne pahasına olursa olsun korunması kaçınılmaz bir zorunluluktur..

Kıbrıs’ta TSK’nin barış harekâtı ile 44 yıldır gerçek çözümün bulunduğunu, geçen süre içinde tek kişinin dahi burnunun kanamadığını, adada demokrasinin hâkim olduğu bir Türk devletinin yaşadığını, Türkiye’nin bu devletin ilelebet yaşatılması gibi bir tarihi misyonunun olduğu gerçeğini unutmamalıyız.

400 yıllık Türk yurdu yavruvatan Kıbrıs’ta ay yıldızlı bayrağın gönderden inmemesi, ezan seslerinin asla susmaması için Türk milletinin tüm varlığı ile mücadele edeceğine inanıyorum. Bu küçük adada kanla oluşturulan kutsal vatan topraklarının kâğıt üzerindeki sanal birlikteliklerle elimizden alınacağına ihtimal vermiyorum.

Kıbrıs’ın daima Türk kalacağını vurgularken, Kıbrıs topraklarını vatanlaştıran kahraman şehit ve gazilerimizin aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum. Ruhları şad olsun..

https://kumkale.wordpress.com/2018/07/20/kibris-turktur-ve-turk-kalacaktir/

20 TEMMUZ 1974 KIBRIS BARIŞ HAREKATINI UNUTMAYALIM.. UNUTTURMAYALIM..

20 TEMMUZ 1974 KIBRIS BARIŞ HAREKATINI UNUTMAYALIM.. UNUTTURMAYALIM..


Dr. Tahir Tamer Kumkale
20 Temmuz 2018

Milleti aldatmayacağız! 
Millete daima ve daima hakikati söyleyeceğiz. Belki hata ederiz, yanlış şeyleri hakikat zannederiz, fakat millet onu düzeltsin. Kendimizi kimsenin üstünde görmeğe de hakkımız yoktur.
- Gazi Mustafa Kemal Atatürk-(1923)
....

Bugün 20 Temmuz 2013, Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’de gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekatının üzerinden tam 39 yıl geçmiş. Fakat zaferle taçlanan Barış harekatından 39 yıl sonra KIBRIS’ta genel durum Türkiye’nin milli menfaatleri yönünde gelişmemektedir.

1960 Londra ve Zürih Antlaşmaları ile kurulan ve Türkiye’nin garantör ülke olarak hukuki hakları bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinde bugün hiçbir yaptırım gücümüz kalmamıştır. Çünkü bugün Kıbrıs Rum tarafınca temsil edilen Kıbrıs Cumhuriyeti 1 Mayıs 2004 tarihinden itibaren 28 Avrupa Birliği üyesinden birisidir.

Türkiye anlaşmaların kendisine verdiği hukuki kazanımlarını dikkate almadan, kendi eliyle hiçbir zaman katılamayacağı üyeleri tarafından devamlı olarak dillendirilen AB üyeliği yolunda ilerleyebilmek için Kıbrıs’taki milli hak ve menfaatlerinden feragat etmiştir.

20 Temmuz 1974’ten itibaren hür ve bağımsız olarak yaşayan Kıbrıs Türk toplumunun 13 Kasım 1983’te kurduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini henüz Türkiye dışında hiçbir ülke tanımamıştır. Tanınması yolunda ne Türkiye ve ne de KKTC yönetimi hiçbir girişimde bulunmamaktadır. AB ile ilişkilerin bugün geldiği boyutlar dikkate alındığında Türkiye’nin de KKTC’nin bağımsızlığını tam olarak tanıyıp tanımadığı da şüphelidir.

“Çözümsüzlük çözüm değildir” diyen ve ayrıca “Kazan-kazan politikası” uyguladığını vurgulayan AKP yönetimi AB üyeliği uğruna küresel güçlerin çekim merkezindeki bu stratejik toprak parçasındaki haklarımızdan vazgeçmiş gibidir.

14 Aralık 2003 seçimlerinden önce yaptığım KKTC ziyaretlerimde bu küçük adada dönen dolapları ve çevrilen entrikaları görerek dehşete kapılmıştım. Dünyada Kıbrıs Türk ve Rum halkları kadar içişlerine karışılan ve üzerinde menfaatlerin odaklandığı başka bir ülkenin olmadığına şahit olmuştum.

Dünyayı küresel menfaatler yönünde yeniden yapılandırmak için çalışan küreselleşme mimarları dünyanın jeopolitik merkezinde bulunan bu stratejik toprak parçası üzerinde yoğun çaba harcamaktadır. ABD ve AB baskısından çekinildiği için Türkiye’den başka hiçbir ülkenin tanımak istemediği KKTC, bugün belki de dünyanın örnek gösterilecek kadar demokratik kuralların hâkim olduğu bir ülkedir. Geçen süreç içinde KKTC’de demokratik yönetim tam anlamı ile yerleşmiştir. Her alanda kendi kendine yeterli bir ülke seviyesine erişmiştir.

Bugün Kıbrıs Adasını AB adına Helenizm’e teslim ederek Enosis’i gerçekleştirmek için Türk askerinin adadan çıkartılmasından başka çözüm olmadığını gören küresel güçler bunun için çeşitli senaryolar yazıyorlar ve figüran olarak KKTC ve Anadolu Türk toplumunu birlikte oynatabiliyorlar.

Küresel güçler hedeflerinden asla taviz vermek niyetinde değiller. Ne kadar haklı olursak olalım. Ne kadar hukuk üstünlüğümüz olursa olsun. Adamlar burayı ele geçirerek Türkleri Anadolu’ya hapsetmeyi kafalarına koymuşlar. Bunun fiziki olarak mümkün olmadığını gördüklerinden siyasi entrikalarla bunu bize yaptırma yoluna gidiyorlar. Ve ne yazık ki bunda da muvaffak oluyorlar.

Bilindiği gibi, dış dünyanın dayatmalarına karşı inatla direnen KKTC kurucu cumhurbaşkanı merhum Rauf Denktaş, Türkiye’ninde desteği alınarak saf dışı bırakıldı. 24 Nisan 2004 referandumu sonrası yaşananlar karşısında Denktaş’ı susturmakta karar kılan ağızlar ne diyeceklerini bilemez hale geldiler. Baskı ve yalan dolu sözlere kanarak Kofi Annan Planı’na evet diyen aldatılmış ve yönlendirilmiş Türk toplumu oynanan oyunların gerçek yüzünü çok geç gördü.

Zamanın Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün 20 Nisan 2005’te Harp Akademilerinde yaptığı konuşmada vurguladığı hususlar ile KKTC halkının kafalarındaki belirsizliğe açıklık getirmiş ve topluma büyük bir güven aşılamıştır. Orgeneral Özkök ;

“….Rum tarafı ciddi bir taahhüde girmeden çözümü sürüncemede bırakmayı, süreci zamana yaymayı ve bu arada adil ve kalıcı barışa ilişkin parametreleri ortadan kaldırarak Türkiye’den AB müzakereleri vesilesiyle tek taraflı tavizler koparmayı, Kıbrıslı Türkleri kendine yamamayı, KKTC’ni etkisizleştirerek adayı tek başına ele geçirmeyi hedeflemektedir. Bilindiği gibi Türk dış politikası çerçevesinde, Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum yönetimini bütün Ada’nın temsilcisi olarak tanıması asla söz konusu değildir. Türkiye, Ada’da eşit siyasi statülü taraflar arasında gerçekleştirilecek müzakere süreci sonunda ortaya çıkan ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamı olmayan bir yeni düzeni tanıyabilir. Bu yeni düzen Türkiye’nin Garanti ve İttifak Anlaşmasından doğan haklarına halel getirmemelidir.”diyerek adeta Türkiye’nin Kıbrıs politikalarını özetliyordu.

Biz biliyoruz ki, Türkler tarihte pek çok büyük devlet kurmuştur. Bir kısmı uzun ömürlü imparatorluk seviyesinde, bir kısmı küçük ve kısa ömürlü beylikler halinde tarihte yer alan bütün bu Türk devletlerinin kuruluşlarında değil, ama yıkılışlarındaki benzerlik çok dikkat çekicidir. Tarihteki Türk devletlerinin hiçbiri dışarıdan gelen güçler tarafından yıkılmamıştır. Bu devletlerin tamamı içeriden bölünerek veya başka Türk devletinin saldırısı ile yıkılarak tarih olmuşlardır. Yani ortak bir kaderimiz ve devletlerimizi kendi elimizle ortadan kaldırmak gibi bir kötü alışkanlığımız vardır. Nitekim son büyük Türk cihan devleti olan Osmanlı’yı da genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti kabul ettiği bir kanunla saltanatı kaldırarak tarihteki köşesine göndermiştir. Günümüzde Kıbrıs’ta da aynen tarih tekerrür ettirilmek istenmektedir. Bağımsız bir Türk devleti bizim elimizle ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bunun için her türlü senaryo hazırlanmış, oyunlar sahneye konulmuş ve oyunun son perdesi oynanmaktadır.

AKP hükümetinin tam teslimiyetçi ve tavizkar tutumu devam ettiği takdirde Kıbrıs Türk toplumunun geçmişte Girit’te, Rodos’ta ve diğer Ege adalarında kaderlerine terk ettiğimiz Türk toplumlarından farkı olmayacaktır.

KKTC topraklarının kaybı Anadolu Türk toplumunun bundan sonraki yaşantısında da önemli bir dönüm noktası olacaktır. Kıbrıs’ta kazanılan haklar her ne pahasına olursa olsun korunmalıdır. Kıbrıs’la başlayarak Anadolu topraklarında dünya imparatorluğuna oynayan devletlerin kolaylıkla ele geçirip kontrol edebileceği birkaç küçük devletçik oluşmasına izin verilmemelidir.

Yıllardır Psikolojik Harekât operasyonları ile beyinleri uyuşturulan Türk halkı Kıbrıs’taki milli çıkarlarımızı ve bu toprağın Türkiye’nin güvenliği için önemini hâlâ kavrayamamıştır. Bu duruma dünyayı yeniden yapılandırmaya çalışan küresel toplum mühendislerinin yıllarca sabırla sürdürdükleri politikalarla gelinmiştir.

Başbakan Erdoğan meclisteki parti grubunda yaptığı bir konuşmada “Kıbrıs’ta çözümün AB’de değil,  Birleşmiş Milletlerde olduğunu” vurgulayarak AK Partinin KKTC’yi sahiplenmediğini ve artık gözden çıkardığını resmen açıklamıştır.

Kıbrıs’ta barış harekâtı ile 39 yıldır gerçek çözümün bulunduğunu, geçen 39 yılda tek kişinin dahi burnunun kanamadığı adada demokrasinin hâkim olduğu bir Türk devletinin yaşadığını, Türkiye’nin bu devletin ilelebet yaşatılması gibi bir tarihi misyonu olduğunu Başbakan Erdoğan’ın bilmemesi kabul edilemez. Buna rağmen gerek AKP’nin KKTC’yi yaşatmak ve üçüncü ülkelere tanıtmak gibi bir düşünceleri yoktur. Bütün söylemleri çözüm adı altında Kıbrıs Türk toplumunun güneydeki Rumlara BM eliyle yama edilmesi yönündedir.

Başbakanın, dışişleri bakanımızın ve mensup oldukları partinin KKTC’nin devamlılığını sağlamak gibi bir politikaları olmayabilir. Bu çok doğal siyasi bir tercihtir.  Bu yolda çaba harcamaları da doğaldır. Onlar bu siyasi tercihlerinin sonucunu milletten sandıkta alırlar. Bu bir yönetim riskidir. Sonuçlarına da katlanırlar.  Burada anlaşılamayan husus daha düne kadar partiler üstü milli bir dava olan ve yıllarca aynen sürdürülen Kıbrıs politikamıza milletin temsilcilerinin (TBMM’de alınan pek çok karara rağmen) ve devletin tecrübeli kadrolarının neden sahip çıkmadıklarıdır.

1974 öncesini bilen ve KKTC’yi kuran neslin yaşları altmış civarındadır.. Artık silah kullanarak  kazandıkları devletlerini yeniden kurtaracak fiziki güçleri kalmamıştır ama mücadele ruhları aynen durmaktadır. Bunlar, yeni yetişen ve yaşları otuz civarında olan genç nesil ile her alanda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Gençler eskiyi çok iyi bilmediklerinden,  üzerlerindeki yoğun propaganda ve psikolojik baskıyı kıramadıklarından uluorta dağıtılan euro-dolarlara kanarak avrupalı olacaklarını sanarak Rum kesimi ile  birlikte hareket etmektedir.

400 yıllık Türk yurdu yavruvatan Kıbrıs’ta ay yıldızlı bayrağın gönderden inmemesi, ezan seslerinin asla susmaması için bu milletin her şeyi ile mücadele edeceğine inanıyorum. Kanla oluşturulan kutsal vatan topraklarının kâğıt üzerindeki sanal birlikteliklerle elimizden alınacağına ihtimal vermiyorum.

Halkımızın mücadele azminin bitmediğini iyi biliyorum. Beyinlerinin uyuşturulduğu sanılan aziz milletimizin 2013 yılında gençlerimiz önderliğinde yarattığı başkaldırışı ve “Atatürkte Birleşme” çabasını gururla izliyorum. Türkün hiç bir zaman kandırılamayacağını, baskılara asla boyun eğmeyeceğini ve tüm küresel çabalara rağmen milli değerlerine sahip çıkacağını bir kere daha gördük.

Halkımızın mücadele azmi devam ettiği sürece tarihin tekerrür etmeyeceğini, bugün Kıbrıs’ı AB’ne üyelik hayali karşısında terke karar verenlerin sanal güçlerinin buna yetmeyeceğini birlikte göreceğimize inanıyorum.

Kıbrıs’ın daima Türk kalacağını vurgularken, bugün sessizce vatan topraklarının satışını izleyen halkımın gür sesini çıkarmak için fırsat beklediğini değerlendiriyorum.

Dr.TahirTamer Kumkale
http://www.kumkale.net
https://kumkale.wordpress.com


https://kumkale.wordpress.com/2013/07/20/20-temmuz-1974-kibris-baris-harekatini-unutmayalim-unutturmayalim/


***


20 TEMMUZ 1974, KIBRIS BARIŞ HAREKATI

20 TEMMUZ 1974, KIBRIS BARIŞ HAREKATI,



Dr. Tahir Tamer Kumkale
20 Temmuz 2015

Efendiler ! Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin (Akdeniz Bölgesi’nin) ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir. (Kemal Atatürk)

   Bugün 20 Temmuz 2015, Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs Adasına Barış getirmek için gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekatının 41 nci zafer yılını kutluyoruz. Fakat bugün zaferle taçlanan harekattan 41 yıl sonra KIBRIS’taki genel durumun Türkiye  ve Kıbrıs Türk Toplumunun  milli çıkarları doğrultusunda gelişmediğini üzülerek görüyoruz..

1960 Londra ve Zürih Antlaşmaları ile kurulan ve Türkiye’nin garantör ülke olarak hukuki hakları bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinde bugün hiçbir yaptırım gücümüz kalmamıştır. Çünkü bugün sadece Kıbrıs Rum tarafınca temsil edilen Kıbrıs Cumhuriyeti, 1 Mayıs 2004 tarihinden itibaren Avrupa Birliği üyesidir..

Türkiye, uluslararası anlaşmaların kendisine verdiği hukuki kazanımlarını dikkate almadan, hiçbir zaman katılamayacağı AB üyeliği yolunda ilerleyebilmek için Kıbrıs’taki milli hak ve menfaatlerinden feragat etmiştir. 

20 Temmuz 1974’ten itibaren hür ve bağımsız olarak yaşayan Kıbrıs Türk toplumunun 13 Kasım 1983’te kurduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini henüz Türkiye dışında hiçbir ülke tanımamıştır. Tanınması yolunda ne Türkiye ve ne de KKTC yönetimi tam 41 yıldır ciddi hiçbir girişimde bulunmamıştır. AB ile ilişkilerin bugün geldiği boyutlar dikkate alındığında Türkiye’nin de KKTC’nin bağımsızlığını tam olarak tanıyıp tanımadığı da şüphelidir. AKP yönetimi, hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği açıkça belli olan AB üyeliği uğruna küresel güçlerin çekim merkezindeki bu stratejik toprak parçasındaki haklarımızdan vazgeçmiş gibidir.

Dünyada Kıbrıs Türk ve Rum halkları kadar içişlerine karışılan ve üzerinde çıkar hesaplarının odaklandığı başka bir ülke yoktur. Dünyayı küresel çıkarları istikametinde yapılandırmak için çalışan küreselleşme mimarları, dünyanın jeopolitik merkezinde bulunan bu stratejik toprak parçası üzerinde yoğun çaba harcamaktadır.

Bugün Kıbrıs Adasını AB adına Helenizm’e teslim ederek Enosis’i gerçekleştirmek için Türk askerinin adadan çıkartılmasından başka çözüm olmadığını gören küresel güçler bunun için çeşitli senaryolar yazıyorlar ve figüran olarak KKTC ve Anadolu Türk toplumunu birlikte oynatabiliyorlar.

Küresel güçler hedeflerinden asla taviz vermek niyetinde değiller. Ne kadar haklı olursak olalım. Ne kadar hukuk üstünlüğümüz olursa olsun. Adamlar burayı ele geçirerek Türkleri Anadolu’ya hapsetmeyi kafalarına koymuşlar. Bunun fiziki olarak mümkün olmadığını gördüklerinden siyasi entrikalarla bunu bize yaptırma yoluna gidiyorlar. Ve ne yazık ki bunda da muvaffak oluyorlar.

AKP hükümetinin tam teslimiyetçi ve tavizkar tutumu devam ettiği takdirde Kıbrıs Türk toplumunun geçmişte Girit’te, Rodos’ta ve diğer Ege adalarında kaderlerine terk ettiğimiz Türk toplumlarından farkı olmayacaktır. KKTC topraklarının kaybı Anadolu Türk toplumunun bundan sonraki yaşantısında da önemli bir dönüm noktası olacaktır. Kıbrıs’ta kazanılan hakların her ne pahasına olursa olsun korunması kaçınılmaz bir zorunluluktur..

Yıllardır Psikolojik Harekât operasyonları ile beyinleri uyuşturulan Türk halkı Kıbrıs’taki milli çıkarlarımızı ve bu toprağın Türkiye’nin güvenliği için önemini hâlâ kavrayamamıştır. Bu duruma, dünyayı yeniden yapılandırmaya çalışan küresel toplum mühendislerinin yıllarca sabırla sürdürdükleri politikalarla gelinmiştir.

Kıbrıs’ta TSK’nin barış harekâtı ile 41 yıldır gerçek çözümün bulunduğunu, geçen süre içinde tek kişinin dahi burnunun kanamadığını, adada demokrasinin hâkim olduğu bir Türk devletinin yaşadığını, Türkiye’nin bu devletin ilelebet yaşatılması gibi bir tarihi misyonunun olduğu gerçeğini unutmamalıyız.

Buna rağmen 13 yıldır tek başına iktidarda olan AKP’nin KKTC’yi yaşatmak ve üçüncü ülkelere tanıtmak gibi bir düşüncesi olmamıştır. AKP’nin tüm gayretleri çözüm adı altında Kıbrıs Türk toplumunun güneydeki Rumlara BM eliyle yama edilmesi yönündedir.

1974 öncesini bilen ve KKTC’yi kuran neslin yaşları bugün altmış civarındadır. Bu kişilerin artık silah kullanarak kazandıkları devletlerini yeniden kurtaracak fiziki güçleri kalmamıştır ama mücadele ruhları aynen durmaktadır. Bunlar, yeni yetişen ve yaşları otuz civarında olan genç nesil ile her alanda fikir ayrılığı içindedir. Gençler eskiyi  iyi bilmediklerinden, üzerlerindeki yoğun psikolojik baskıyla açıkça dağıtılan euro-dolarlara kanarak avrupalı olacaklarını sanmakta ve Rum kesimi ile birlikte hareket etmektedir.

400 yıllık Türk yurdu yavruvatan Kıbrıs’ta ay yıldızlı bayrağın gönderden inmemesi, ezan seslerinin asla susmaması için Türk milletinin tüm varlığı ile mücadele edeceğine inanıyorum. Bu küçük adada kanla oluşturulan kutsal vatan topraklarının kâğıt üzerindeki sanal birlikteliklerle elimizden alınacağına ihtimal vermiyorum.

Kıbrıs’ın daima Türk kalacağını vurgularken, bugün sessizce vatan topraklarının satışını izleyen halkımın gür sesini çıkarmak için fırsat beklediğini değerlendiriyorum.


Dr. Tahir Tamer Kumkale
http://www.kumkale.net
https://kumkale.wordpress.com


https://kumkale.wordpress.com/2015/07/20/20-temmuz-1974-kibris-baris-harekati/

***********