30 Kasım 2018 Cuma

İNGİLTERENİN KÜRT KORÜDORUNA MEVZİLENMESİ., BÖLÜM 2

İNGİLTERENİN KÜRT KORÜDORUNA MEVZİLENMESİ., BÖLÜM 2



1.4.3.İngiltere’nin Bölgedeki Aktörlerle İlişkisi

Suriye krizi patlak verdiği andan itibaren bölgede irili ufaklı etnik ve mezhepsel gruplar etkinliklerini arttırmaya başladı. Dünyanın her yerinden savaşçıların akın ettiği Suriye’de kayda değer örgütleri ve amaçlarını belirttikten sonra İngiltere’nin bunlarla ilişkisini ve bu örgütler üzerinden hedeflediklerini belirteceğiz. Kuşkusuz ki Osmanlı’nın çöküş dönemiyle başlayan süreçten itibaren İngilizler Ortadoğu üstüne planlar yapmakta ve gerek dini gerekse de etnik örgütleri kendi çıkarları için kullanmaktadır. İngiliz ve Amerikan hükümetlerinin planları uyarınca Irak işgali sonrası Ortadoğu halkları tam anlamıyla bu vahşi örgütlerin insafına kalmış ve bu ülkelerin amaçlarının gerçekleşebilmesi için bölge vahşi örgütler vasıtasıyla şekillendirilmeye çalışılmıştır. Bölgede yaratılan kaos sayesinde yaşanan göç nedeniyle demografik yapı değişmiş ve bölgede ABD ve İngiltere’nin müttefiki durumunda olan Kürt güçleri Irak savaşında olduğu gibi bu krizden de karlı çıkma yolunda önemli adımlar atmışlardır. Bölgede yer alan önemli örgütler şunlardır: Özgür Suriye Ordusu, El Nusra Cephesi, Halkın Koruyucuları Birliği (YPG), İslam Devleti (IŞİD). 

1.4.4.Özgür Suriye Ordusu

Özgür Suriye Ordusu, 2011 yılında Riyad el Esad tarafından Suriye’de kurulmuş ve temel amacı Beşar Esad’ı iktidardan indirmek olan bir örgüttür. Suriye’de kurulan örgütler arasında ilk olma özelliği taşır. Tahmini savaşçı sayısı kırk bin ile elli bin arasındadır. ABD, İngiltere ve diğer Avrupalılar bu örgütü muhatap alarak silah yardımı yapmışlardır. Örgüt aynı zamanda Körfez ülkelerinden de silah ve para yardımı aldı. Özellikle Suudi Arabistan’dan ve savaş süresince de ABD'den sürekli yardım aldılar. Gönderilmiş olan silahların yanlış ellere geçebilme ihtimali en büyük endişelerden biriydi.
Özgür Suriye Ordusu, esasen Suriye’de rejime direnen birçok örgütün bir araya geldiği çatı durumunda bir örgüttür, koalisyondur. Bu Özgür Suriye Ordusunun birlikleri arasında şu gruplar bulunur: 
Suriye Şehitleri Birliği

Cabel A-Zawiyya Şehitleri Birliği

Suriye'nin Özgür Doğmuş Evlatları Birliği
Bu birliklere ek olarak Suriye’nin Devrimcilerini Kurtarma Birliğinden de bahsetmek gerekir, bu birlik her ne kadar Özgür Suriye Ordusuna biat etse de batılıların yaptığı yardımlar konusundaki tutumuyla Özgür Suriye Ordusundan ayrı bir konumda durmaktadır. 

Özgür Suriye Ordusu ve İngiltere:

İngiltere ve batılı ülkeler Özgür Suriye Ordusunu ılımlı muhalifler olarak nitelemekte ve her türlü silah yardımını yapmaktadırlar. Bunun yanında 2012 senesinde ÖSO siyasi danışmanı Bessam ed-Dade, İngiliz Genelkurmay Başkanı David Richard’ın müdahale olabilir, diye açıklama yapması üzerine şunları söylemişti: 
“Suriye sahipsiz değildir ki İngiltere istediği zaman Suriye'ye girsin. Biz İngilizlere güvenmiyoruz, Suriye topraklarında bulunma niyetlerini kötü olarak yorumluyoruz.” 
ÖSO, İngiliz güçlerinin Suriye topraklarına girebilmesi için muhalefetle koordinasyon şartı koşmuştu. Özgür Suriye Ordusunun komuta kademesinde bazı yetkililer uzun dönemde İngiltere’nin Suriye’yi etnik ve mezhepsel olarak parçalayabileceğini düşünmüşlerdi.  İngiltere’ye güvenmediğini açıklayan Özgür Suriye Ordusu komutanları çatışmaların şiddetlenmesi üzerine İngiliz ve Fransız silahlarına muhtaç vaziyete gelmişlerdi.
İngiliz ve Fransız yetkililer 2013 senesinde yaptıkları açıklamalarda ÖSO’ya her türlü silah desteği verebileceklerini açıklamışlardı. ÖSO, yapılan bu yardım açıklamalarının sözde kalmamasını istiyordu.  Bessam el Dade’nin kimyasal silah kullanabilecekleri itirafına ve uluslararası örgütlerin bu örgütün kimyasal silah kullandığına karşı yayınladığı bağımsız raporlara rağmen İngiltere, ABD ve Fransa bu örgüte yardım etmekten hiçbir zaman geri durmadılar. Son olarak 27 Kasım 2015 günü David Cameron yaptığı açıklamada Özgür Suriye Ordusu ve muhaliflere havadan destek verebiliriz, demişti. 
Gördüğümüz üzere İngiltere ve müttefiklerinin bölgedeki nihai amacı o bölgede barışçıl bir muhalefetle güçlü ve vatansever bir Suriye kurmak değil bunun aksine çatışmalar içinde eriyen, İsrail’e tehdit olmayan ve Irak petrolünün Akdeniz’e kavuşmasına itiraz edemeyecek, bölünmüş bir Suriye yaratmaktır.   

1.4.5.El Nusra Cephesi

El Nusra cephesinin lideri Abu Muhammed El Colanidir. Örgüt 2012 senesinde El Kaide’ye bağlı bir kuruluş olarak kurulmuştur. Örgüt yöneticileri 2013 senesinde IŞİD ile birleşmeyi reddetmiş ve IŞİD lideri Ebu Bekir El Bağdadi’ye örgütün El Kaide’ye bağlı kalacağını belirtmişti. Bu yanıt üzerine bu iki kanlı örgüt arasında savaş Suriye’nin diğer bölgelerinde olduğundan daha kanlı gerçekleşti. Reuters’a göre Esad yönetimini devirmeye çalışan Katar dahil bazı Körfez ülkelerinin istihbarat yetkilileri son birkaç ay içerisinde Nusra lideri Muhammed Colani ile bir araya gelerek El Kaide ile bağlarını koparmalarını istedi. Buna karşılık Nusra’ya daha fazla para ve malzeme desteği vaat edildi. Bu konuda örgütün ana çizgisini belirleyen Şura Konseyi’nin bir karar vermesi bekleniyor. İslamcı gruplarla yakın ilişkisi olan cihatçılardan Muzamjer el Şam “Yeni oluşum yakında ortaya çıkar. Nusra, Muhacirin ve’l Ensar Ordusu ve diğer birlikleri kapsayacak. Nusra isminden vazgeçilecek. El Kaide ile bağlar kesilecek. Ancak tüm Nusra emirleri aynı fikirde değil, bu nedenle açıklama ertelendi. Yine de Colani bunu yapacak, başka şansı yok. Mutlu olmayanlar ayrılabilir” dedi. Katar’ın Nusra’nın Suriyelilerden oluşan bir örgüte dönüşmesi talebine karşın Colani’nin Çeçenlerin liderliğinde yabancılardan oluşan Muhacirin ve’l Ensar Ordusu ile birleşmeyi önerdiği aktarıldı. Yeni örgütün Suriye’nin kuzeyinde üstleneceği belirtildi.”  El Nusra cephesinin IŞİDle savaşması ve bölgede El Kaide’nin bu savaştan yara alması dünya ve İngiliz kamuoyunda IŞİD El Kaideyi bitiriyor yorumlarının yapılmasına neden oldu.  El Nusra cephesinin bugün yaklaşık 5 bin ile 7 bin arasında militanı olduğu düşünülüyor. 

El Nusra ve İngiltere:

İngiltere’nin her örgütle olduğu gibi El Nusra cephesiyle de dirsek teması bulunuyor. El Kaide şeyhi olan Ebu Katada, yıllarca İngiltere’de yaşamış ve 2013 senesinde Ürdün’e sürgün edilmişti. El Nusra’nın online dergisi Er-Risale için bir yazı kaleme alan Katada, “Allahın izniyle İslam tüm topraklara hükmedecek ve Yahudilerin devleti çökecek.” Dedi. Yazısında Şiilere de hakaret eden Katada Şiileri, tekfirci düşüncenin olumsuz adlandırmasıyla "iğrenç Rafıziler" olarak niteleyen Katada, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah için de "şeytani lider" sıfatını kullandı, Nasrallah'ın Suriye halkını kandırdığını öne sürdü.  Aynı makalede Katada İngiltere’den savaşmak üzere Ortadoğuya savaşçı devşirilmesini de istemişti, fakat 30 Ekim 2015 tarihinde yaptığı açıklamada bu makaleyi yazığını reddetti. Ebu Katada, 2012 senesinde İngiltere’de yargılanmış ve serbest bırakılmıştı. Ürdün hükümetinin Katada’nın iadesini istemesi ve İngiltere’nin onu ulusal güvenliğe tehdit olarak görmesi nedeniyle Katada Ürdün’e iade edildi ve oradaki yargılanmasından da beraat etti. Katada gibi El Kaide’nin önemli isimlerinden birinin İngiltere’de uzun yıllar yaşayabilmesi İngiltere’nin Katada üzerine bir planı olduğuna işaret edebilir, bu nokta es geçilmemelidir. 
Bilindiği üzere El Nusra örgütü Fransa ve İngiltere’nin girişimleriyle 2013 senesinde terör listesine alındı. Özellikle El Kaide’ye bağlılıklarını açıkladıktan sonra radikalleşen örgüte Avrupa’nın birçok yerinden insanlar katılabiliyor. En fazla katılımın olduğu ülkelerden biri de İngiltere. Mevcut durumu sadece din ve korku üzerinden açıklamak hayli güç. Giden kişiler arasında toplumun üst tabakasında sayılan insanlar da yer alabiliyor. Örneğin İngiliz yönetmen Patrick Kinney’in oğlu Lucas Kinney dinini değiştirerek El Nusra cephesine katıldı. Katolik Hristiyan olarak yetiştirilen Londra doğumlu Kinney, Esad ve rejimle savaşmak için Nusra cephesine katılıyor ve baba Kinney oğlunun IŞİD yerine El Nusra’ya katılmasına sevindiğini söylüyor.  Dünyada büyük göç hareketleri, büyük felaketler meydana gelirken. Suriyelilerin kendileri o topraklardan kaçma telaşı içindeyken bir yönetmenin oğlunu oraya çeken şey nedir? İngiltere devleti buna neden engel olamamaktadır veya olmamakta mıdır? Kuşkusuz Ortadoğu’da gayet faal çalışan İngiliz istihbaratı isterse örgütlere yaşanan bu kaçışları engelleyebilir. Fakat bunun engellememesinin ardında nasıl bir hesap var, bunu kestirmek şimdilik güç.
ABD ve İngiltere’nin ılımlılar olarak nitelediği Hareket Hazm grubu da El Nusra ile bir problemleri olmadığını söylemekten geri durmuyor. Grubun komutanlarından Zeydan,“Onlar bize karşı savaşmıyor. Biz gerçekte onların safındayız ve onları seviyoruz”  dedi. Bu gelişmeler ABD ve İngiltere’nin yolladığı silahlar “ılımlılar” üzerinden radikallere mi geçiyor, sorularını akıllara getirdi.

1.4.6.Irak Şam İslam Devleti

IŞİD olarak bilinen örgüt Nisan 2013 senesinde Ebu Bekir el Bağdadi tarafından kurulmuştur. Kuruluş olarak her ne kadar bu yıl kabul edilse de IŞİD’in kökenleri çok daha eskilere dayanmaktadır. El Kaide’nin eski bir kolu olan IŞİD’in temelleri Sovyet- Afgan savaşlarında atılmış ve örgütün ideolojik zemini o zaman şekillenmeye başlamıştır. 2003 Irak savaşında El Kaide’nin Irak kolu olarak görev yapan örgüt, oluşan otorite boşluğundan faydalanarak gücüne güç katmıştır. El Bağdadi hakkında ise bilinenler oldukça azdır. Özellikle Bağdadi’nin Amerikan işgali sırasında kurulan Bucca cezaevinde mahkum olduğu ve ABD tarafından 2009 yılında serbest bırakıldığı iddiası sıkça gündeme gelmektedir.  Bilindiği üzere Bağdadi 2010 senesinde Irak El Kaidesinin başına geçmiş ve burada her geçen gün güçlenmiştir. El Bağdadi benzeri başka bir tesadüfte İbrahim El Rubayiş’in 2006 senesinde Guantanamo kampından serbest bırakılmasıyla gündeme geliyor. Rubayiş, IŞİD’in en büyük destekçilerinden biri olarak biliniyor. Amerikan Savunma bakanlığı kaynaklarına göre Rubayiş’in en az 2500 Suudi Müslümanı ve Yemenliyi IŞİD saflarına katmaya ikna ettiğini belirtiyor. 2013 senesinde Rubayiş, kendi görevini “Müslümanları Amerikalı öldürmeye teşvik etmek” olarak açıklıyor.  Bütün bu tesadüflerin Arap Baharı öncesi gerçekleşmesi akıllara ABD bölgeyi İslamcı terör örgütleriyle tekrar dizayn mı etmeye çalışıyor, sorularını getiriyor. İngiliz BBC gazetesi IŞİD’in amacını ve yaptığı eylemleri şu satırlarla duyuruyor: 

“Suriye'deki diğer isyancı grupların aksine IŞİD'in hedefi Suriye ve Irak'ı içine alan İslami bir emirlik kurmak gibi görülüyor. Örgüt askeri alanda başarılar elde etmiş durumda. IŞİD Mart 2013'te Suriye'nin Rakka kentini ele geçirdi. Rakka isyancıların eline geçen ilk bölgesel başkent. Ocak ayına gelindiğinde ise örgüt Irak'ın Sünni azınlığı ile Şii hükümeti arasındaki gerilimden faydalanarak Sünnilerin ağırlıkta olduğu Felluce'nin kontrolünü ele geçirdi.Bölgesel başkent olan Ramadi'nin bazı bölgeleri de örgütün ele geçirdiği yerlerden. Ayrıca Türkiye ve Suriye sınırındaki bazı yerler de IŞİD'in elinde.IŞİD, kontrolünde olan yerlerdeki acımasız uygulamaları ile de biliniyor.Buna rağmen dünyada şok etkisi yaratan gelişme, örgütün Musul'u ele geçirmesi oldu.ABD Irak'ın ikinci büyük kentinin IŞİD'in eline geçmesinin tüm bölgeyi tehdit ettiğini vurguladı.Örgüt El Kaide'nin Suriye'deki resmi kolu olan El Nusra Cephesi gibi diğer cihatçı örgütlerden ayrı hareket ediyor ve diğer isyanci gruplarla da gerilimli bir ilişkisi var.

Bağdadi, Nusra Cephesi ile birleşmek istemişti ancak Nusra Cephesi anlaşmayı reddetmişti. O zamandan beri iki örgüt ayrı hareket ediyor.Zevahiri ise IŞİD'i Irak'ta hareket etmeye ve Suriye'yi Nusra Cephesi'ne bırakmaya çağırmıştı. Ancak Bağdadi ve savaşçıları açık bir şekilde Zevahiri'ye meydan okumuşlardı.IŞİD'e karşı olan düşmanlık, örgüt Suriye'de diğer isyancılara düzenli olarak saldırılarda bulunup Suriye muhalefetini destekleyen sivilleri istismar edince giderek büyüdü.Ocak ayında Batı destekli isyancılarla diğer İslamcı isyancı gruplar bir araya gelerek IŞİD'e saldırı düzenledi ve daha çok yabancı olan militanlarını Suirye dışına çıkarmayı hedefledi.Bu çatışmada binlerce insanın öldüğü söyleniyordu.” 

IŞİD’in Faaliyetleri ve İngiltere:

IŞİD her ne kadar radikal İslamcı ve Ortadoğu kökenli bir örgüt olsa da hedeflediği “cihad” nedeniyle aynı zamanda küresel bir örgüttür. IŞİD ve uzantıları dünyanın hemen her yerinde eylemler yapmışlardır. Kuşkusuz bu eylemlerin basit bir topluluk tarafından gerçekleştirilme ihtimali oldukça düşüktür. Bu nedenle büyük pastayı görebilen insanlar IŞİD’in bir taşeron ya da katalizör olduğunu görebilmektedirler. 
CNN’nin hazırladığı rapora göre IŞİD, 2014 senesinde hilafetini ilan ettiğinden bu yana 19 ülkede 60 terör saldırısı gerçekleştirmiş ve bu saldırılarda yaklaşık 1.150 insan hayatını kaybederken, 1700 insan da bu saldırılardan yaralanmıştır. 
Raporumuzda IŞİD’in Charlie Hebdo saldırılarından itibaren yaptığı önemli faaliyetleri inceleyecek ve İngiltere hükümetinin bu saldırılardaki tutum ve davranışlarını analiz etmeye çalışacağız.

7 Ocak 2015 tarihinde Fransa ve tüm dünyayı sarsan bir saldırı gerçekleşti. Charlie Hebdo adlı mizah dergisi IŞİD militanları tarafından basıldı ve 12 kişi öldürüldü. Saldırı öncesinde derginin IŞİD lideri Bağdadi ile ilgili bir karikatür yayınladığı ve bu yüzden hedef olduğu düşünülüyordu.  Tüm dünyada yankı bulan bu saldırıların ardından dünya liderleri Fransa ile dayanışma mesajları yayınladı. Türkiye’de bazı kesimler saldırının ardında İngiliz ve Amerikan istihbaratının olabileceğini ima ettiler. ABD’nin bu saldırıyla birlikte hem Fransa’ya hem de Müslüman topluma mesaj vermekte olduğunu düşünenler vardı. Bu İddialara göre Fransız ve Amerikan- İngiliz istihbaratları Charlie Hebdo saldırısından önce de Afrika’da pek çok kez karşı karşıya gelmiş. Hatta Fransız istihbaratı, Ferguson olaylarında siyahileri desteklemiş ve Charlie Hebdo saldırıları da buna cevaben gerçekleştirilmişti.  Böylelikle dünya genelinde Müslümanlar terörle bir arada anılırken Fransızlara da tek başınıza hareket etmeyin mesajı veriliyor olabilirdi. 

İngiltere Başbakanı David Cameron ise saldırıyı 'barbarca' diye nitelendirdi. Cameron İngiltere'nin müttefiki Fransa'nın yanında olduğunu söyleyerek, detaylar tamamen ortaya çıkmamış olsa da İngiltere'nin terörizmin her türünü reddettiğini ve müttefiki Fransa'yı desteklediğini belirtti.Cameron 'Düşünce özgürlüğü ve demokrasiyi' destekliyoruz diye konuştu. İngiltere Dışişleri Bakanı Philip Hammond de saldırının 'dehşet verici' olduğunu vurguladı. 
20 Temmuz 2015 tarihinde Şanlıurfa’da, Ayn El Araba geçmek üzere olan bir grup genç basın açıklaması yaparken intihar saldırısı sonucu hayatını kaybetti. Saldırıda hayatını kaybeden kişi sayısı 28 olarak açıklandı. Saldırıdan bir hafta önce Türkiye, Suriye sınırına ek asker göndermeye karar vermiş ve peşine de bu saldırı gerçekleşmişti. Saldırıyı gerçekleştiren kişilerin İngiltere ve Kanada ile bağlantıları olduğu iddia edilmişti.  Saldırıdan sonra İngiliz medyası haddini aşan yazılar kaleme aldı. İngiliz Times gazetesi, saldırının Recep Tayyip Erdoğan için bir uyarı olması gerektiği, yorumunda bulundu. Yazı şöyle devam ediyor: 
"Sayın Erdoğan, IŞİD'e karşı mücadele edenler arasında sahada fark yaratan tek güç olan Kürtlerle işbirliği yapmalı. Türkiye'nin NATO'daki müttefikleri ile de tam bir işbirliği içerisinde olmalı. Müttefikler, Türkiye'nin gerçek desteği ile IŞİD militanlarını bölgeden uzaklaştırma yolunda çok daha fazlasını yapabilir. Burada Amerikan Genelkurmay Başkanı'nın 20 yıl sürebileceğini söylediği bir mücadeleden söz ediyoruz."

"Türkiye'nin güneyinde sınırın öbür tarafındaki bazı kasabalarda, YPG IŞİD'den bazı toprakları geri almakta ve onları korumakta başarılı oldu. Türkiye'de ise HDP'nin karizmatik ve uzlaşmacı lideri Selahattin Demirtaş, ülkenin Kürtlerini on yıllardır radikal çizgiye mahkum eden isyancı eğilimleri dizginliyor."
"Sayın Erdoğan bunun altında kalmamalı ve Demirtaş'ın destekçilerine tazyikli sudan fazlasını vermeli. Kendisinin stratejik İncirlik Üssü'nün Batı'nın hava kuvvetlerine açması gerekir. Eğer IŞİD karşıtı ittifak başarılı olacaksa, Türkiye bu ittifakın kalbinde olmalıdır."

Yazıyı dikkatlice okuduğumuz zaman görebiliyoruz ki iki farklı saldırıda batı dünyası iki farklı tutum ele alabiliyor. Charlie Hebdo saldırısı sonrası terörü lanetleyen batı, Suruç saldırısı sonrası Türkiye’ye samimi bir başsağlığı bir yana dursun bir de üstüne akıl verip hesap sorabiliyor. Bu yaklaşımın Türkiye’ye uygulanması elbette düşündürücüdür. Öncelikle Türkiye özeleştiri yapmalı ve biz buna mahal verecek ne gibi hatalar yaptık, diye düşünmelidir. Anımsanacağı gibi Suruç saldırıları sonrası Türk halkının içinden de saldırılara sevinenler çıkmıştı. Bu Türk halkının ayağına vurulmuş bir prangadır ve Türk halkı yurtdışında itibar görmek istiyorsa evvela bu prangaları söküp atmalı ve kendi içinde birliğini sağlamalıdır. Aksi takdirde koridorun üçüncü aşamasında sıra artık Türkiye’dedir. Suruç saldırıları ABD ve İngiltere’nin koridoru tamamlamak için Türkiye’ye verdiği bir mesajdır. Koridorun tamamlanabilmesi için Türkiye’nin ikna edilmesi veya etkisizleştirilmesi gerekir. ABD ve İngiltere gerek bombalı eylemlerle gerekse de “yarı aydınlar” vasıtasıyla yürüttüğü 5. Kol faaliyetleriyle bunu amaçlamaktadır. Ayrıca Suruç saldırısının zamanlaması önemlidir. Suruç saldırısı öncesi ABD ve Türkiye, İncirlik mutabakatı konusunda müzakereler gerçekleştiriyordu. Aylar süren müzakerelerin ardından Türkiye ile ABD 7-8 Temmuz 2015’te İncirlik Mutabakatı’na varmıştı ancak imza atılmıyordu. Suruç’tan iki gün sonra 22 Temmuz’da “gizli Bakanlar Kurulu kararı” olarak imzalandı! 

10 Ekim 2015 tarihinde Ankara’da “Barış” mitingi başlamak üzereyken Ankara garı yakınlarında patlama oldu. Patlama, Türkiye tarihinin en kanlı patlaması olarak hafızalarda yer aldı. 100’den fazla Türk vatandaşının hayatını kaybettiği patlama gerek zamanlama olarak gerekse de içinde bulunulan şartlar nedeniyle manidardı. Bir kısım bunun Suruç saldırıları sonrası Pkk’ya operasyon yapan Türk askerinin direncini kırmak için batılı mihraklar tarafından yapıldığını öne sürerken bir başka kesim devletin IŞİD’e göz yumduğunu ve halkını katlettirdiğini düşünüyordu. Saldırının Suruç saldırısıyla doğrudan bağlantısı vardı. Suruç saldırılarıyla başlayan süreçte ABD ve İngiltere cephesi koridor yolunda Türkiye’yi daha evvel Irak’ta yaptıkları gibi şimdi de Suriye’de kendilerine entegre etmeye çalışıyorlardı. Türk ordusunun Pkk’yı kıskaca alması ve hükümetin “çözüm sürecini” askıya alması İngiliz ve Amerikalıları rahatsız etmişti. Bombanın patladığı yer Türkiye’nin  stratejik noktalarına yürüme mesafesindeydi. Birileri Türkiye’ye mesaj veriyordu: Sen terörle mücadele edip benim kara ordum dediğim Pyd/Pkk’ya zarar verirsen ben de senin kalbinde bomba patlatır, ihaleyi de senin üzerine yıkarım, diyordu. Saldırı sonrası Türkiye’nin açılıma devam etmesi gerektiği, IŞİD’le “savaşan” Pyd’ye destek vermesi gerektiği batı kamuoyu tarafından dillendirildi. 

Fark edebileceğimiz gibi Ankara saldırılarıyla ilgili IŞİD’den hiç bahsetmedik, çünkü IŞİD’i bu noktada sadece bir icracı olarak görüyoruz. IŞİD denilen örgüt küresel ölçekte bir “kiralık katildir.” Eski bir Amerikan ajanı olan ve Rusya’ya sığınan Edward Snowden, IŞİD’in Amerika, İsrail ve İngiltere tarafından eğitildiğini iddia etmişti. Eski ajan Snowden, İsrail'i korumak için, Ortadoğu 'da İsrail'e karşı olan grupların kendi içlerinde savaştırıldığını ileri sürdü. Daha önce de IŞİD Lideri Ebubekir El Bağdadi'nin bir yıl boyunca MOSSAD tarafından yoğun bir askeri eğitim, dini kurslar ve konuşma becerisi kursları aldığı iddia edilmişti. Ayrıca Bağdadi'nin Washington'daki bir görüşmede eski senatör John MC Cain ile aynı fotoğraf karesinde yer aldığı ileri sürülmüştü. 

 Snowden’ın iddialarını göz önüne aldığımız zaman koridor meselesine karşı duran hemen herkesin nasıl pasif hale getirildiğini ve kendi içinde çatışmalar yaşadığını görebiliyoruz. Türkiye, Suriye’nin kuzeyine güvenli bölge oluşturmak için müdahaleyi düşündüğü günlerde ard arda patlayan bombalar ve Türkiye içinde palazlandırılan terör, İngiltere ve ABD’nin koridor konusunda nasıl bir acele içinde olduklarını gözler önüne seriyor. Suruç ve Ankara bombalarının değerlendirilmesinde bu noktaların es geçilmemesi gerekiyor. 

31 Ekim 2015’te Rus yolcu uçağı Mısır’dan havalandıktan kısa bir süre sonra düşürüldü. 224 yolcu ve mürettebatıyla düşen Rus uçağından kurtulan olmadı. Uçağın nasıl düşürüldüğü günlerce konuşuldu, fakat uçak düşmeden önce gündemde ne olduğu pek çok kimse tarafından görülemedi. Uçağın düşmesinden önceki gün büyük devletler Viyana’da Suriye’nin geleceğini belirlemek için toplandı. Toplantıda Esad konusunda bir anlaşma sağlanamadı ve liderler 2 hafta sonra bir daha görüşmek üzere ayrıldılar ve ne olduysa bu iki haftalık arada oldu. Rus yolcu uçağı düşüldü, Amerikan ve İngiliz istihbaratı uçağın IŞİD bombasıyla düşürüldüğünü deklare ettiler. İddialar göre IŞİD uçağın bagaj kısmına bomba yerleştirmiş ve bomba havada patlamıştı.  Bombalı saldırı ardından İngiltere ve Rusya vatandaşlarını Mısır’dan tahliye etmeye başlamıştı. İngiliz yetkililer, vatandaşlarına uçaklara binmemeleri gerektiğini ve onları almak için kendi jetlerini göndereceklerini belirtmişti. İngiliz Daily Mail gazetesine iddialar şöyle yansımıştı: 

“ İngiltere, Şarm Eş Şeyh'de tatilde bulunan 20 bin İngiliz vatandaşını Hava Kuvvetleri'ne ait uçaklarla Kıbrıs'a taşımayı planlıyor. İngiltere böylece, bölgedeki İngiliz vatandaşlarının güvenli bir şeklide tahliye edilmesini sağlamayı hedefliyor.

Şarm Eş Şeyh'de tatili bittiği için dönmek isteyen İngiliz vatandaşları bekletiliyor. İngiltere, bölgeye güvenlik ekipleri gönderdi. Yapılacak incelemeler sonrası İngiliz vatandaşlarının bölgeden ayrılıp ayrılmamasına karar verilecek. İngiliz turistlerin ne zaman bölgeden ayrılacağıyla ilgili ise henüz bir açıklama yapılmadı.”

Dünya henüz Rus yolcu uçağının şokunu atlatamamışken 13 Kasım 2015 günü Paris’te saldırılar gerçekleşti. Saldırılarda 132 kişi hayatını kaybetti. Fransa stadyumunun yakınlarında patlayan bomba o sırada oynanan Fransa- Almanya dostluk mücadelesinde panik yarattı. Kuşkusuz bu saldırıların zamanlaması tesadüf değildi. Bu iki önemli takım maç oynanırken neden saldırı olduğunun üstüne medyada çok gidilmedi. Almanlar, Ruslarla Ukrayna ve Suriye meselelerine rağmen yapılan ticari antlaşmalarla yakınlaşma eğilimi içindeydiler ki birdenbire Wolkswagen emisyon skandalı patlak verdi ve Almanya’nın en prestijli markası çok büyük zararlarla yüz yüze geldi. Bu skandal Amerikalı çevreyi koruma dernekleri tarafından ortaya çıkartılmıştı ama zamanlaması çok anlamlıydı. Eylül ayında ortaya çıkarılan bu skandalla Almanya’ya bir gözdağı verilmişti.  Medyaya yansıdığı üzere İngiltere ve Almanya’nın Avrupa Birliği içerisinde de siyasi çatışmalar yaşadığı biliniyordu.  Paris saldırılarında da Fransa ve Almanya maç yaparken bombaların patlaması aklımıza acaba birileri IŞİD ile bu iki ülkeyi terbiye mi ediyor, sorusunu getirdi. Keza saldırılardan sonra 18 Kasım’da İngiltere ve Fransa milli takımları arasında bir dostluk mücadelesi oynandı. Mücadele öncesi “birileri”, İngiliz taraftarları örgütlemiş ve maçtan önce İngilizler hep bir ağızdan Fransa milli marşını hem de Franızca söylemişlerdi.  Karşılaşmayı İngiltere Başbakanı David Cameron da izlemişti. Bu olay dünya basınında İngilizler’den Fransızlara jest olarak yorumlandı. Fakat tarih boyunca birbirleriyle çatışan iki milletten “egosuyla” ünlü olan İngilizler nasıl olmuştu da böyle bir şeye ikna edilmişti. Kim böyle bir fikri ortaya atarak İngilizleri örgütledi? Dünya basını olayı “yüce gönüllülük” olarak lanse etti. Dahası İngiltere Futbol Federasyonunun aldığı kararla birlikte Fransa milli marşının o hafta oynanacak olan Premier Lig mücadeleleri öncesinde de çalınmasına karar verildi ve bu karar adayı ikiye böldü. Bazıları kararı desteklerken bazı gazeteler, yeter artık şova gerek yok, tadında bırakalım dedi.  Uzun lafın kısası Paris saldırıları sonrasında yaşananlarla birileri Fransa halkına sanki ait oldukları yeri gösterircesine jest yapıyor ve Fransa’nın “Suriye konusu ve IŞİDle mücadelede” eksenden çıkmasını istemiyordu. 

14 Kasım’da yeniden Viyana’da toplanan ülkeler iki haftalık kanlı süreç sonucunda belirli konularda anlaşmaya vardılar. Kararı okuyan Almanya Dışişleri Başkanı Frank-Walter Steinmeier birbuçuk yıl içinde Suriye’de yeni bir anayasa yapılması ve geçiş yönetimi kurulması yönünde çaba harcanması üzerinde de anlaşıldığını söyledi. 

IŞİD’in yaptığı saldırıların etkisi şüphesiz o ülkeyle sınırlı kalmıyordu. Bu saldırıların arkasındaki büyük güçler, saldırılar vasıtasıyla kendi halklarına da mesaj gönderiyorlardı. Amerika Birleşik Devletlerinin California eyaletindeki San Bernardino kentinde 2 Aralık günü bir engelli merkezine 3 maskeli saldırgan uzun namlulu silahlarla dehşet saçtı. 14 kişinin hayatını kaybettiği saldırılarda faillerin IŞİD ile bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Saldırının olduğu günlerde ise İngiltere parlamentosunda Suriye’ye karşı hava saldırısı oylanıyordu. Televizyonların canlı olarak yayınladığı oylamada “evet” kararının çıkmasında kuşkusuz bu tarz saldırıların etkisi oldu. Suriye’ye hava saldırısını en başından beri isteyen Cameron hükümeti de emeline ulaşmış oldu. Tezkere onaylanır onaylanmaz Kıbrıs üzerinden kalkan jetler IŞİD hedeflerini vurdu. Büyük resme biraz uzaklaşıp baktığımız zaman görebiliyoruz ki Paris ve San Bernardino saldırıları Suriye’de operasyon gerçekleştirmek isteyen Cameron hükümetine fazlasıyla yaradı. Rusya’nın müdahalesiyle zor durumda kalan “ılımlı” İslami gruplara yardım etmek, IŞİD karşısında mevzi kaybetmeye başlayan YPG’ye destek olup onların Rusya ile yanaşmasını önlemek için İngiltere’nin bölgeye gelmesi kaçınılmazdı. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri ortaklığı yıllarca sabırla inşa ettiği koridorun anahtarını bir çırpıda Ruslara kaptırmak istemiyorlardı. 

24 Kasım sabahı Rus uçağı, Türkiye sınırını ihlal etti ve defalarca ikaz edilmesine rağmen yönünü değiştirmemesi nedeniyle Türk uçağı tarafından vuruldu. Vurulmanın üstüne çok spekülatif şeyler konuşuldu. Uçağın düşürülme meselesini teferruatıyla anlatmaya lüzum yok burada bize lazım olan şey İngiltere’nin nasıl bir pozisyonda durduğu. İngiltere Başbakanı Cameron, uçak düşürüldükten sonra Türkiye’yi koruyucu demeçler verdi. Türkiye’nin kendi hava sahasını koruma hakkı ve kabiliyeti olduğunu söyleyen Cameron, Türkiye’nin yanında yer aldıklarını belirtti. İngiltere Dışişlerinden yapılan açıklamada, olayın çok ciddi olduğu vurgulandı. İngiliz medyası da krizi derinleştirecek manşetler atıyordu. Daily Telegraph gazetesi, “Türkler Putin’e ders verdi.” Diyordu. Türkiye’deki bazı cepheler ise farklı iddialar gündeme getirdiler. Emekli hava istihbarat Ziya İlker Göktaş, Rus uçağına giden ikaz sinyallerinin kesilmiş olabileceğini söylüyordu. Göktaş, Amerikan istihbaratının telsiz konuşmalarını keserek Türkiye ve Rusya’yı karşı karşıya getirip tabloyu keyifle izlediklerini belirtiyordu.  Yine başka bir iddiaya göre Türkiye ve Rusya uçak krizinden önce Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi konusunda anlaşmıştı. Anlaşmaya göre Türkiye, Suriye’nin kuzeyine operasyon yapacak ve Rusya’da buna ses çıkarmayacaktı, fakat uçağın düşmesiyle her şey alt üst oldu. Koridor meselesi ABD ve İngiltere için tamamen bitebilecekken bir uçak düşmesiyle yine Türkiye, ABD, İngiltere ve İsrail’in yanında saf tutmak zorunda kaldı. Uçağın düşmesiyle birlikte Rusya, Türkiye’yi IŞİD’e yardım etmek suçladı ve Türkiye önemli bir ticaret ortağı Rusya ile derin bir krizin içine çekildi. 

IŞİD ve İngiltere bağlantısıyla ilgili bir başka ilginç noktaysa IŞİD için infazları gerçekleştiren cellatların İngiliz aksanıyla çok iyi İngilizce konuşmasıydı. Bu tarz videoların internette yayılması dünyada infiale yol açtı. Amerikalı gazeteci James Foley’in başının kesildiği görüntülerde Londra aksanıyla konuşan kişi İngiliz istihbaratını alarma geçirmişti. Yetkililer bu kişini Guantanamo kampında kalmış ya da İngiltere’den IŞİD’e katılmış bir kişi olduğunu düşünüyorlardı. Olayla ilgili konuşan Hammond, “Son nefesimize kadar IŞİD’le mücadele edeceğiz. Ciddi oranda İngiliz vatandaşının bu korkunç infazlarda yer aldığını biliyoruz ve yeniden ülkeye dönmek isteyen bu kişiler ulusal güvenliğimiz için doğrudan bir tehdit oluşturuyor” dedi.  İngiltere vatandaşı cellatlar arasında en popüler olanı “Cihatçı John” lakaplı Muhammed Emwazi idi. Emwazi’nin Suriye’de hava saldırısında öldürüldüğü düşünülüyor.  James Foley’in infazında da Emwazi’nin bıçağı tutan el olduğu uzun süre tartışılmıştı. 
IŞİD 3 Ocak 2016’da yayınladığı bir videoda 5 İngiliz casusunu öldürmüş ve İngiltere’ye tehditler yağdırmıştı. İngiliz Başbakanı için “embesil” ifadesini kullanan IŞİD İngiliz halkını tehdit ederek İngiltere’yi işgal edeceklerini söylemişti. David Cameron’u “Beyaz Saray’ın kölesi” olmakla suçlayan IŞİD şu ifadeleri kullandı: 

“Bu David Cameron’a bir mesajdır. Senin gibi önemsiz bir liderin IŞİD’e meydan okuması oldukça gariptir. Sadece bir geri zekâlı, Allah’ın kanunlarının hüküm sürdüğü, insanların şeriatla adalet ve güven içinde yaşadığı topraklara savaş açar.”

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

İNGİLTERENİN KÜRT KORÜDORUNA MEVZİLENMESİ., BÖLÜM 1

İNGİLTERENİN KÜRT KORÜDORUNA MEVZİLENMESİ., BÖLÜM 1


Giriş

 İngiltere’nin bölge üstündeki çalışmaları çok eskiye dayanmaktadır. Birinci Dünya Savaşının bitmesiyle İngilizler Ortadoğu’da hakim güç haline gelmişlerdir. Küresel ortaklarıyla beraber ayaklandırdıkları Ortadoğu halklarına yapay devletçikler sunan İngiltere, Ermenistan planının başarısızlığa uğramasından sonra bölgede bu hayalin önündeki tek engel olarak o zamana kadar “Turani” ırktan geldiği kabul edilen “Kürtleri” görüyordu. Dolayısıyla Kürtlerin, emperyalizm tarafından, Ermenilerin yerine Türklere karşı kullanılmasında karar kılındığını görüyoruz. Böylece Kürtler, belli bir merkezden komut verilmişçesine, birdenbire, tüm bilimsel ve siyasal belgelerde Turani ırktan Aryan ırkına terfi ettirildiler.  Kürt ulusal kimliğinin gelişmesine hız kazandıran en önemli gelişme İngilizlerin Musul’u işgal etmesiyle başlayan süreç olmuştur.  Bazı kesimler, günümüzde Ortadoğu’da yaşanılan problemlerin başlangıç tarihi olarak da bu zamanlara işaret ederler. İngilizler, kurmak istedikleri “Kürt” devletiyle sadece Ortadoğu’da yer alan küçük Arap devletlerinin güvenliğini sağlamayı değil Ermeni devletini de kurarak Ortadoğu ve Kafkasya’daki çıkarlarını korumak istiyordu. Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından sonra Sünni Kürtleri isyana teşvik eden İngiltere’nin Ortadoğu’da Türkiye’nin olası Musul müdahalesine karşı Şeyh Sait’i kışkırttığı her zaman gündemde yer alan bir tartışmadır. Tarihsel arka planını bir kenara bırakacak olursak İngilizlerin bugün de Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletini desteklediği, özellikle Suriye’de çıkan iç karışıklıklarla beraber İngilizlerin bölgede Kürt güçleri müttefik olarak gördüğü bilinen ve gündemde olan bir konudur. Bu çalışmada İngilizlerin Arap Baharıyla beraber başlayan süreçte Kürt politikası ve Koridor meselesinde nasıl mevzilendiğini anlatmaya çalışacağız.  

1. Koridor Meselesi

 Irak ve Suriye’de yaşanan gelişmeler bölgedeki diğer devletler için hayati önem taşımaktadır. Günümüzde tartışıldığı üzere “Koridor meselesi”, Arap Baharı sonrasında başlamış bir mesele değildir. Soğuk savaşın bitmesine yakın bir zamanda gerçekleşen Körfez savaşı, yeni başlamakta olan çağın habercisiydi. Soğuk savaşın bitmesiyle beraber Amerika Birleşik Devletlerinde kimi akademisyenler, Sovyetlerin çöktüğünü ve bunun liberalizmin zaferi  olduğunu iddia ederken bazıları da bunun yeni bir çağı açmakta olan bir gelişme olarak nitelemekteydi. Samuel Huntington, Fukuyama’nın tezine karşılık “Medeniyetler Çatışması” tezini ortaya attı ve dünyada 7-8 farklı medeniyet sınıflandırması yaparak, artık ittifak ve ihtilaflarda belirleyici unsurun ideolojiler değil medeniyetler olduğunu savundu. Bu teze göre geçmişte olduğu gibi Kuzey Amerika ve Avrupa Birliği aynı tarafta yer alırken İslam medeniyeti ise onların tam karşısında yer almaktaydı. Soğuk savaş sonrası şiddetini arttıran İslam maskeli terör batıyı tüm İslam alemine karşı tek vücut haline getirdi. Bu birleşmede en büyük etki ise İsrail’in bölgedeki güvenliği ve rahatlamasına yardım edecekti. Batılıların Ortadoğu düzlemindeki yeni misyonları bu İslami terörü yok etmek ve bölgeye demokrasi getirmek olarak belirlendi. Bu doğrultuda İngiltere ve Avrupa Birliği ülkeleri Amerika Birleşik Devletleriyle dirsek teması halindeydiler. Bölgedeki Amerikan ve İsrail çıkarlarının korunup kollanması aynı zamanda İngiliz ve Fransız şirketlerinin de korunup kollanması anlamına geliyordu. 

 Irak ve Suriye’de açılmak istenen “Koridor”un ilk ayağı Irak’ın parçalanıp üçe bölünmesi ve Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurarak bu bölgenin Amerikan denetimine geçmesiydi. I. Körfez savaşı ve Irak savaşlarında Amerikan himayesinde kuvvetlenen Kürt bölgesel yönetimi, Saddam’ın devrilmesinden sonra bölgede tek muhatap haline geldi. Batılılar, Saddam sonrası da merkezi otoriteyi hiçe sayarak Kürt bölgesel yönetimine her türlü silah ve mühimmat yardımını gerçekleştirdiler. Dün Saddam’a karşı mücadele için yollanan silahların kılıfı, bugün IŞİD, DAEŞ, DEAŞ olarak bilinen radikal İslamcı terör örgütüyle mücadele oldu. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Marie Harf, IŞİD ile savaşan Irak'taki Kürtlere silah yardımı sağladıklarını, daha fazlasını sağlamak için de çalıştıklarını söyledi. 

1.1. İngiltere’nin Ortadoğu Politikası

  Bu bölümde koridor meselesinin öncesi ve sonrası anlatılacaktır. Evvela 2003 Irak savaşı ve Arap Baharı arasındaki dönem kısaca değerlendirilecek ve ardından Arap Baharı sonrasındaki dönem, haberlerin yıllara göre incelenmesiyle anlatılacaktır. İngiltere’nin bölgedeki aktörlerle ilişkisi incelenecek ve bu aktörlerin koridor meselesinde nasıl bir rol oynadıklarına değinilecektir.   

1.2.Irak Savaşı- Arap Baharı Arasındaki Dönemde İngiltere’nin Faaliyetleri

    İngiltere, Irak savaşında ABD ile birlikte aktif rol alırken savaş sonrası çıkan spekülasyonlardan sonra Ortadoğu politikasında çatışmalardan uzak bir tutum izleme gayreti içindeydi. Irak savaşı öncesi gelen istihbarat raporlarının yanlış çıkması hükümeti baskı altına aldı. Özellikle Tony Blair savaş sonrası İngiliz medyası tarafından en çok eleştirilen isimlerden biri oldu. Bütün bu gelişmelerden sonra İngiltere, bölge ile sıcak ilişkiler kurmak için Kürt grupları kullandı ve bölgeyi onlar üstünden kontrol etmeye çalıştı. Arap Baharına kadar olan dönemde bölge ülkelerine karşı diplomatik girişimlerinden vazgeçmeyen İngiltere, Arap Baharı sonrası bölgede eski pozisyonunu almaya çalışarak Ortadoğu’nun dizaynında aktif rol oynadı. Etnik ve dini gruplarla ilişkiler içinde olan İngiltere, Ortadoğu’da rejimlere karşı kalkışma içerisinde olan grupların bizzat finansörlüğünü ABD ile birlikte yürüttü. 

1.3. Irak Savaşında İngiltere’nin Rolü

   Irak savaşında Amerika Birleşik Devletleriyle aynı cephede yer alan İngiltere, savaşa katılmaktaki amacını “kimyasal silahları yok etmek”, Saddam’ı iktidardan indirerek demokratik bir Irak inşa etmek olarak açıklamıştı. 24 Eylül 2002 tarihinde Irak’a askeri müdahale konusunda ABD’nin en yakın ortağı konumunda olan İngiltere Başbakanı Tony Blair, Irak konusunda İngiltere’nin tutumunun açıklandığı bir belgeyi kamuoyuna sundu. Buna göre İngiltere, Irak’a teröristleri himaye ettiği, nükleer silah barındırdığı için müdahale etmeyi ön görüyordu. Amerika Birleşik Devletleriyle beraber Irak’a demokrasi götürme hedefinde olan İngiltere’de halk bu kararı tepkiyle karşıladı. 27 Eylül’de  İngiltere hükümetinin savaş yanlısı tutumuna karşı yapılan Londra’daki eyleme 400 bin kişi katıldı. 
Savaşın ilanından sonra bölgeye giden İngiliz askerlerinin adı işkencelerle bir arada anılmaya başlandı ve bu hükümet üstünde baskılara sebep oldu. Daily Mirror gazetesine konuşan bir İngiliz askeri arkadaşlarının bizzat işkencelere katıldığını yazdı. 3 Ocak 2016 tarihinde Milliyet gazetesinde yer alan bir haberde şu ifadelere yer veriliyordu:  

“İngiliz askerler Irak savaşı için yargılanacak.”

İddiaları araştıran Irak Tarihi Suçlamaları Takımı’nın (IHAT) şefi Mark Warwick, The Independent gazetesine verdiği röportajda, delillerin suçlamaları kanıtlamaya yeteceğini düşündüğünü söyledi. İngiliz güçleri 2003 ile 2009 yılları arasında Irak’ta bulunurken, IHAT 2010’da 152 olan dava sayısını 1.500’e çıkardı. 1.235 dava kötü müdahale konusundan açılırken, 15 davada ise işkence suçlamaları bulunuyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin elindeki 1.200 davanın arasında da İngilizlerin gözetiminde ölen 50 Iraklıyla ilgili davalar da mevcut.
Bu iddialara uzun uzadıya yer vermemizin sebebi, Irak savaşı sonrasında bölgede beliren radikal İslamcı terör örgütlerinin, işkenceler ve savaşın getirdiği acılar sonucu bu kadar kuvvetlendiğini düşünmemizdir. Koridor meselesi dünden bugüne zuhur etmiş bir mesele değildir. Amerikan ve İngiliz yönetimleri Irak’ın kuzeyinden, Suriye’nin kuzeyine ve oradan da Türkiye’nin güneyini içine alacak bir Kürt devleti kurmak istemektedir. Bölgede çıkarılan tüm bu karışıklıkların sebebi budur. Irak’ın işgali sonrası ortaya çıkan vahşi örgütlerin bu iki devlet tarafından bilindiği, bizzat yetiştirilip bölgede katalizör görevi görmeleri için beslendikleri açıktır. İngiliz hükümetleri bu hususta en az Amerika Birleşik Devletleri kadar sorumludur. Nitekim Irak savaşında elde ettikleri yanlış istihbarat ve verdikleri yanlış kararlar yüzünden özür dileyen İngiltere eski Başbakanı Tony Blair yıllar sonra yaptığı itirafında şu sözleri söylemiştir: 'IŞİD'in yükselişinde Irak savaşının etkisi oldu.'  Blair’ın bu itirafından yıllar önce Dışişleri eski bakanlarından Robin Cook, “İngiliz istihbaratı Saddam’ın elinde kimyasal silah bulunmadığını biliyor. Başbakanın savaşın gerekliliği için Saddam'ın İngiliz çıkarları konusunda açık bir tehdit olduğu gerekçesini kullandığı göz önüne alınırsa, tehdidin gerçekten ne olduğunu öğrenmeye yönelik şaşırtıcı bir ilgisizlik gösterdiğini söyleyebiliriz, diyordu.”  Robin Cook, Irak savaşı nedeniyle bakanlıktan istifa etti ve bir dağ gezisinde şüpheli bir şekilde öldü.  Ayrıca İngiltere’nin dış istihbarat servisi MI6nın Başkanı Sir John Sawers, 2001 yılında Irak’ta rejim değişikliği planlarının yapılmaya başlandığını, ancak askeri müdahalenin düşünülmediğini söylemişti.  Bu bağlamda baktığımızda İngiliz istihbaratı ve yönetimi her ne pahasına olursa olsun Irak’a müdahale etmeyi kafasına koymuştu. Yapılan hataların ileride nasıl bir kaos yaratacağı da planlı bir şekilde belirlenmişti. Blair’in günah çıkartması bu düzlemde hiçbir şey ifade etmediği gibi önümüzdeki dönemde yapılacak yeni “hataların” habercisi niteliğindeydi! 

Emperyalizmin en büyük problemi, bir diktatörü yıktıktan sonra sistemi nasıl devam ettireceğine karar verememesidir. Saddam’ı Irak’ın başından alan Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere onun yerine güçlü bir motif koyamadığı ya da bizzatkoymak istemediği için IŞİD benzeri irili ufaklı örgütler meydana çıktı ve ortalığı kana buladı. Bu örgütlerin bazıları işgalcilerle mücadele ettiğini düşünürken onların ekmeğine yağ sürdü. Bazıları da bizzat katalizör olarak görev yaptı ve bölgenin şekillenmesine hız kazandırdı. Dün bu dersi Irak savaşında gören bizler, bugün Suriye’de de aynı şeyin tekrarına şahit oluyoruz. 
Irak’ta bir Kürt devleti kurdurmak için ABD ile sonsuza dek müttefik olan ve Irak’ı parçalayan İngiltere bölge ülkelerini bu kukla devlet üzerinden kontrol etmek ve İsrail’in güvenliğini sağlamak istemektedir. Koridorun ilk ayağı, Irak’ın kuzeyinde Amerikan müdahalesi sonunda şekillenmiş, Kürtler Irak’ın kuzeyinde kuvvetlenmişlerdir. Sıradaki amaç, Suriye’nin kuzeyinde de Irak’ın kuzeyindeki gibi benzer bir oluşum yaratarak bölge petrolünü Akdeniz’e ulaştırmak, İsrail’in önündeki tek engel olan Suriye’yi iç karışıklıklarla oyalayıp İsrail’in güvenliğini sağlamak ve Büyük Ortadoğu Projesini adım adım hayata geçirmektir. Bu plan doğrultusunda her şeyi yapmak haktır ve önünde engel olan herkes ve her şey bir şekilde bertaraf edilecektir.  

1.4.İngiltere’nin Suriye Politikası

 Irak savaşı sonrası doğrudan müdahalelere karşı olan İngiltere, Suriye’yi diplomatik adımlarla hizaya getirme amacı içindeydi. Yaşanan istihbarat fiyaskoları sonrası geri adım atan İngiliz hükümetlerinin başlıca hedefi bölgede gelecekte kurulması planlanan “Kürt” devletinin yani “ikinci İsrail’in” temellerini sağlam atmaktı. Bu sebeple İngiltere bölgede sıcak çatışmalara girmekten kaçındı ve Suriye’deki rejim karşıtı unsurları destekleyerek Arap Baharına kadar bir alt yapı oluşturmaya çalıştı. İsrail için bölgede en büyük tehdit olan Suriye’nin teslim alınması sadece bölge için değil dünya için de bir mesaj olacaktı. Yıllarca Suriye’de kardeşçe ve barış içinde yaşayan etnik ve dini grupları birbirlerine düşürmek için İngiltere ve ABD, “barış, demokrasi ve özgürlük” gibi kavramları kullandı. Arap Baharının başlamasıyla beraber Ortadoğu “halklarının” yanında yer aldığını belirten Batı dünyası, rejime karşı savaşan her unsuru meşru görerek rejimin değiştirilmesini ve yerine Batıya daha ılımlı bakan “seküler” bir Suriye kurulmasını destekledi.

1.4.1.Arap Baharına Kadar Olan Dönem

Soğuk savaş sonrası İngiltere ve AB üyesi ülkeler Suriye’yi Bölgesel istikrar ve demokratikleşme sürecine dahil etmişlerdir. Avrupa Birliği ve Suriye ilişkileri bu cihette ekonomik, siyasi ve kültürel alanları da ihtiva eden bir ortaklık antlaşmasını da imzalamayı öngörmekteydi. Irak savaşı sonrası Amerika Birleşik Devletleri, Suriye’yi hedef alan bir dizi yaptırım kararı alarak İngiltere ve diğer AB ülkelerine Suriye ile ortaklık antlaşmaları imzalamamaları gerektiğini telkin etti. Özellikle 2005 yılında Refik Hariri’nin suikasta kurban gitmesi manidardı. Suikast sonrası ABD ve Fransa apar topar Suriye’yi suçlamış ve AB-Suriye ilişkileri olumsuz bir hal almıştı. İngiltere Başbakanı Tony Blair Refik Hariri suikastı konusunda Suriye’ye yaptırım uygulanabileceğini ima etmişti.  Lübnan Hizbullah’ı lideri Nasrallah da saldırıyla ilgili ortaya koyduğu belgelerde İsrail’i suçlarken Beşar Esad da saldırıyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır: “En önemli soru, bundan kimi çıkarı olduğu.” Bu saldırının sonucunda müzakereler askıya alınmış, Suriye’ye verilmesi planlanan imtiyazlar iptal edilmiş ve Suriye fonları da durdurulmuştu. 

İngiltere, bölgede ABD’ye bağımlı haldeydi. ABD’nin Suriye’yi sıkıştırması ve kitle imha silahlarının yayılması konusundaki endişeleri sebebiyle İngiltere ve AB politikalarını Amerikan eksenine kaydırdı ve ABD ile dirsek temasında bulunmayı stratejik olarak tercih etti.  İngiltere, Arap Baharına kadar geçen dönemde özellikle Irak savaşı sonrası herhangi bir ülkeye karşı müdahalede hassastı. Suriye diplomatik sopayla adam edilmeye çalışılan bir hedef haline gelmişti ve batılı ülkeler aldıkları yaptırım kararlarıyla Suriye’yi diplomatik açıdan zorladılar. Arap Baharına kadar inişli çıkışlı seyreden İngiltere- Suriye ilişkilerinde Arap Baharı köprülerin atılması konusunda bir başlangıç tarihi olarak hafızalarda kaldı. 

1.4.2.Arap Baharı Ekseninde Suriye- İngiltere İlişkileri

Suriye’de başlayan karışıklıklarla beraber İngiltere, batılı müttefikleriyle beraber Suriye yönetimini kınamış ve Esad rejiminin meşruiyetini kaybettiğini açıklamıştır. Karışıklıkların şiddetlenmesi ve karşılığında rejimin tedbirlerini arttırması nedeniyle İngiltere’de dozunu yükseltmiş ve Suriye krizi Atlantik bloğuyla Avrasya bloğu arasında mücadele meselesi haline gelmiştir. İngiltere, Esad karşıtı tutumunu uluslararası platformlarda defalarca dile getirmiş ve bu platformlarda Esad yönetimine karşı girişimlere girmiştir, fakat bu girişimler Esad’ı destekleyen Çin ve Rusya sayesinde bir netice alamamıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde Rusya ve Çin vetosuna takılan bu önerilerden sonra Suriye’nin Dostları adlı bir grup kurulmuş ve İngiltere bu grubun çekirdek kadrosunda yer almıştır. Londra 11’lisi olarak da geçen bu grupta Esad rejiminin Suriye’nin geleceğinde bir rolü olmadığına karar verilmiş ve bu kararın Esad’ın arkasında olan İran, Rusya ve Çin’e benimsetilmesi hedeflenmiştir. Ayrıca İngiltere, Esad’ın geçiş hükümetinde yerinin olmadığını Haziran 2012’de Cenevre’de düzenlenen konferansta belirtmiş ve konferansa katılan ülkelerle Cenevre bildirisini imzalamıştır. 

Esad rejiminin kimyasal silah kullanmasıyla ilgili ortaya atılan iddialar eşliğinde Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri Suriye’ye bir hava operasyonu olabileceğini beyan etmişlerdir. Özellikle Cameron askeri müdahaleyi isteyen bir tavır içindeydi. İngiliz parlamentosunda yapılan oylamada ret kararı çıkmasıyla Cameron ve müdahale isteyenler büyük bir hayal kırıklığı yaşamış ve Cameron Suriye’de Esad rejimine karşı olası bir müdahaleye katılmama kararı alan İngiliz parlamentosuna saygı duyduğunu açıklamıştı. 

Ayrıca David Cameron’un isteğiyle İngiliz Genelkurmay başkanı David Richard tarafından Suriye’ye karşı yapılacak olası bir müdahale için gizli bir toplantı yapıldığı gündeme düşmüştü, bu toplantıda Suriyeli isyancılara askeri eğitim, hava ve deniz desteği sunmak üzere planlar yapılmıştı. Yapılan iddialara göre toplantıda asker gönderme konusu gündeme gelmemiş fakat Türkiye’de bir askeri eğitim kampı kurulabileceği belirtilmişti. 

Parlamentoda çıkan ret kararı İngiltere ve ABD arasındaki ilişkilerin sorgulanmasına neden olduysa da İngiltere bölgede Esad sonrası dönemi tasarlamak için ABD ve müttefikleriyle birlikte hareket etmeye devam etti. Suriye’deki kimyasal silahların imhası konusunda girişimlerde bulunan İngiltere, Güvenlik Konseyinde hazırlanan taslağa destek vermiş ve taslak Rusya’nın istediği değişiklikler yapılarak kabul edilmişti. İngiltere, Cenevre konferansında ABD ve Suriyeli muhalifleri Esad yönetimiyle görüşme konusunda teşvik etmişti. Suriye ve Irak sınırında palazlanan IŞİD terör örgütünün gücünü her geçen gün arttırması İngiltere’nin Suriye politikalarında değişikliklere sebep oldu. IŞİD terörünün bitirilmesi İngiltere’de öncelikli hedef oldu. İngiltere, Esad rejimine karşı sert tutumunu değiştirmek zorunda kaldı ve Esad’ın geçiş dönemi hükümetinde yer alabileceğini belirtti. Fakat yine de Esad’ın Suriye’nin geleceğinde bir yeri olmadığını deklare etmekten de geri durmadı. İngiltere Dışişleri Bakanı Philip Hammond, Esad’ın geçiş dönemi hükümetinde yer alabileceğini, fakat bir noktada Esad’ın muhakkak gitmesi gerektiğini, Esad gibi suç işlemiş birinin Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olamayacağını belirtti.   Gelinen nokta gösteriyor ki Esad rejimi ve Avrasyacı olarak niteleyebileceğimiz Rusya-Çin- İran hattı batılıları Esad muhakkak gidecek noktasından “Esadlı geçiş” sürecine ikna ederek diplomatik bir zafer kazandılar. Batı kamuoyunda bu mesele çok dillendirilmese de “Esadlı geçişin” kabulü batı için bir yenilgidir. Esad cephesinden baktığımızdaysa şunu görebiliyoruz ki İngilizlerin sunduğu “geçiş dönemi” planı Esad rejimi için kabul edilebilir değil. Esad verdiği röportajda İngiliz Dışişleri bakanının Suriyeliler yerine Suriye başkanının görev süresini tayin etmeye nereden hak bulduğunu sorguluyor. 

Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi batı kamuoyunda kaygıyla karşılanmıştır. Rusya, IŞİDle mücadele için girdiği Suriye topraklarında batının “ılımlı muhalifler” olarak nitelediği hedefleri de yok etmeye başladı. Batıyı ve İngiltere’yi rahatsız eden bu tabloda esasen uluslararası hukuka göre aykırı hiçbir şey yoktu. Rusya, Esad yönetiminin daveti üzerine Suriye’ye girerek uluslararası hukuka uygun hareket etmiş ve Esad’a karşı yani meşru yönetime karşı savaşan tüm kuvvetleri terörist olarak nitelemişti. Rusya’nın bölgeye müdahalesi sonucu denklem karışmıştı. Fransa, Paris’te yaşanan terör saldırıları nedeniyle Rusya’ya yaklaşırken, İngiltere Rusya’nın müdahalesinden rahatsız olduğunu açık bir şekilde göstermişti.  Paris’te yaşanan saldırılar ve İngiltere’nin tutumunu IŞİD başlığı altında daha detaylı inceleyeceğimiz için şimdilik üzerinde fazla durmuyoruz. 
Paris saldırıları sonrası hızlanan diplomatik süreçte taraflar Viyana görüşmelerinde “geçiş hükümeti için anlaşırken Esad’ın geleceği konusunda bir anlaşma sağlanamamıştır. İngiltere ve batılı müttefikleri geçiş hükümeti sonrası Esad’ın mutlaka gitmesi gerektiğini vurgularken İran, Rusya ve Çin cephesi geçiş hükümeti sonrası Esad’ın olup olmayacağına Suriye halkının karar vermesi gerektiğini belirtmişlerdir. Görüldüğü üzere Suriye büyük güçlerin kapışma sahası haline gelmiş ve mücadele Esad yönetiminin varlığı üzerinden sürdürülmüştür. İngiltere, Irak savaşında olduğu gibi yönetimdeki herkesi topyekun tasfiyesini değil sadece Esad ve savaş suçlularının olmadığı ve “ılımlı muhaliflerin” olduğu bir hükümetin kurulması gerektiğini deklare etmişlerdir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

Diyarbakır'da PKK kampı var!


Diyarbakır'da PKK kampı var! 




Cahit Armağan DİLEK
30 Nisan 2015 Perşembe 19:07
01 Mayıs 2015 Cuma  
FİKİR TANKI
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü.,


Çözüm süreci konusunda toplu ikna etmekle görevlendirilen akil insanlar 
heyetinde yer almış olan ve şimdi de AKP'den milletvekili adayı olan Hüseyin 
Yayman Habertürk TV'de katıldığı programda hükümete yakınlığı nedeniyle sahip olduğu değerlendirilen bir bir bilgiyi ağzından kaçırarak PKK'nın güneydoğu bölgemizdeki hakimiyeti ve etkinliğini gösteren bir itirafta bulundu. Yayman, PKK'nın Türkiye'den çekilmediğini ve silah bırakmadığını anlatırken PKK'nın Türkiye sınırları içinde bir çok yerde kampları olduğunu ve hatta Diyarbakır'da da kampı olduğunu söyledi. Yayman kamptaki PKK'lıların kamptan çıkıp yerleşim yerlerine giderek halka PKK'nın belirlediği partiye oy vermeleri için baskı ve tehditte bulunduğunu ifade etti. PKK'nın silahlı teröristlerinin şehir 
merkezlerine indiği ve serbestce dolaştığı bilinmesine rağmen iktidar partisinin 
milletvekili adayı olan Yayman'ın bu itirafı PKK'nın şehirlerde ya da şehir 
merkezlerine yakın bölgelerde kamplar kurmuş olduğunun iktidar tarafından da 
biliniyor olduğunu ve müdahale edilmediğini göstermesi açısından önemli. Kaynak: 

http://www.sozcu.com.tr/2015/gundem/huseyin-yaymandan-sok-iddia819329/utm_source=sm_fb&utm_medium=Free&utm_term=haber&utm_content=huseyin-yaymandan-sok-iddia-819329&utm_campaign=gundem

***

Çözüm süreci komaya girdi!

  Çözüm süreci komaya girdi! 


Cahit Armağan DİLEK 
FİKİR TANKI
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü  
25 Mart 2015 Çarşamba  

Çözüm süreci Komaya girdi!

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Kürt sorunu yoktur, İzleme heyetini, 28 Şubat 
açıklamasını doğru bulmuyorum, uygulamada bir şey göremiyoruz" açıklamalarıyla 
Hükümetle-Cumhurbaşkanı arasıdaymış gibi gözüken çözüm süreci dün ve bugün 
yapılan açıklamalarla adeta komaya girmiş gibi gözüküyor. HDP'li Demirtaş dün 
teröristbaşının Nevruz mesajının hükümet ve Cumhurbaşkanının siyasi 
beklentilerini karşılamadığı için rahatsız ettiğini söylemiş, Kandil ise Nevruz 
mesajındaki hususlar gerçekleştirilmeden silah bırakmanın gündeme gelmeyeceğini 
söylemişlerdi. Demirtaş bugün ise izleme heyetinde geri adım anlamına gelecek 
şekilde "İmralı heyeti kırmızı çizgimiz değildir" açıklamasında bulunmuştu. 
Başbakan yardımcısı Akdoğan bu tepkilere bugün sert tepki vererek hem PKK 
cephesine hem de hükümetle Cumhurbaşkanı arasında olduğu iddia edilen 
anlaşmazlıklara cevap verdi. 

  Akdoğan "DEMİRTAŞ’IN VE KANDİL’İN YAPMIŞ OLDUĞU AÇIKLAMALAR SÜRECİN RUHUNA UYMUYOR. 
Gelinen aşamanın hassasiyetlerine uygun düşmemiştir, adeta SÜRECİ ZEHİRLEMİŞTİR, İKLİMİ BOZMUŞTUR..... 
Cumhurbaşkanımızın bu konuda sözleri bizim için talimattır." dedi. 

*YORUM*

Aslında fazla yoruma gerek yok. Hükümet tarafında sürecin 
başındaki Başbakan yardımcısı "süreç zehirlenmiştir" diyorsa SÜRECİN ARTIK 
KOMAYA GİRDİĞİNİ, SEÇİMLERE KADAR FAZLA BİR ŞEY BEKLENEMEYECEĞİNİ 
söyleyebiliriz. Ama özellikle HDP/PKK'lıların TSK'nin bugün Mardin'de PKK'ya 
karşı başlattığı operasyonu sürecin ihlali olarak gören açıklamalarını dikkate 
aldığımızda.,

   PKK HÜKÜMET SÜRECİ BİTİRDİ DİYEREK UZUN SÜREDİR HAZIRLIĞINI YAPTIĞI 
AYAKLANMA SÜRECİNİ DOLAYISIYLA TERÖR SALDIRILARINI BAŞALTMA İHTİMALİ DE HİÇ DE 
AZ DEĞİLDİR.

Cahit Armağan DİLEK 
25 Mart 2015 Çarşamba 16:52

 ***


IŞİD’İN YERİNİ YENİ IŞİDLER Mİ ALACAK?

IŞİD’İN YERİNİ YENİ IŞİDLER Mİ ALACAK?



21 EKİM 2016
Furkan KAYA


IŞİD’İN YERİNİ YENİ IŞİDLER Mİ ALACAK?
Merhum Özal’lı yıllardan, yani Körfez Savaşı’nın yaşandığı dönemden bugüne, aynı coğrafyada yaşanılan olaylara bakıldığında, bundan sonraki yıllarda da her iklimde aktörlerin aynı, sadece vekalet edenlerin değiştiği görülecektir. 11 Eylül saldırıları sonrası ABD’nin ilan ettiği “Bush Doktrini” sayesinde, sözde “küresel terör”e karşı savaş açılmış, “önleyici vuruş” politikasıyla tüm terör odaklarının yok edilmesi planlanmıştı. Bu vesile ile Kuzey Irak’ın geleceği dünyanın gündemine otururken, bu konu en fazla Türkiye’nin ulusal güvenliğini ilgilendiriyordu. ABD’nin 2003 yılında başlattığı Irak Savaşı, Büyük Orta Doğu Projesi’ne (BOP) nizam verme hamlesinin ilk adımıydı. Halen bu süreç, Arap Baharı vesilesi ile Suriye ve Irak’taki gökten “paraşüt”le inen terör gruplarının imha süreci ile devam ediyor.
İngilizler için Musul, “Kürdistan” siyaseti için önemliydi.
Uygarlığın beşiği Mezopotamya ve bilhassa Musul, büyük aktörlerin Orta Doğu coğrafyasında petrol kaynakları için rekabet içinde olduğu bir bölgeydi. İngilizlerin Mezopotamya bölgesine olan ilgisinin özünde Musul sınırları ve kapsadığı alanda yer alıyordu. İngilizlerin gözünde, Musul, Güney Kürdistan’ının bir parçasıydı; dolayısıyla, “Kürdistan” siyaseti oluşmadan Musul’un akıbeti belirsiz kalacaktı. Neticede Musul sorunu ile Kürdistan sorunu birbirine eklemlenmiş bir politika şeklinde Batı tarafından servis ediliyordu.
IŞİD sonrası yeni IŞİD’ler mi türeyecek?
Irak Ordusu’na ait 30 bin asker, 3 bin Peşmerge kuvveti, Türkiye’nin Başika’da eğittiği Ninova Bekçileri, Saddam rejimine bağlı askerlerden oluşan Nakşibendi ordusu, Şii milis gücü Haşdi Şabi ve 36 ülkenin katıldığı koalisyon güçlerinin havadan destek verdiği operasyon (Musul Operasyonu) ile, Musul’u IŞİD’den temizleme harekatı başladı. Rusya’nın da dikkatle izlediği bu süreçte, Irak’ın en büyük ikinci kenti olan Musul’dan IŞİD temizlenerek örgüte büyük darbe vurulması planlanıyor. Türkiye ise, sonradan koalisyon güçlerinin hava operasyonlarında yer almaya başladı. Musul harekatının kısa vadede biteceğinin düşünülmemesi gerektiğinin en büyük kanıtı, her ne kadar IŞİD bazı bölgelerden çok kolay çekilse de, sanki IŞİD sonrası başka bir terör örgütüne yer açılacağı izleniminin verilmesidir.
Haşdi Şabi’nin amacı nedir?
Irak’ta Saddam rejiminin devrilmesinden bu yana ülkede siyasi bütünlük sağlanamamış, bunun en büyük nedeni ise mezhep temelli politikalar olmuştur. Irak ve Suriye gibi terör gruplarının kolaylıkla yuvalanabileceği topraklarda “Arap Baharı” veya “demokratikleşme” savları ile dışarıdan yapılan müdahaleler, IŞİD ve onun türevlerinin kolaylıkla baskı ve işgal yoluyla alan hakimiyeti kurmalarını sağladı. Belki de IŞİD’in miladı doldu; fakat Orta Doğu mezhep temelli çatışmalara doğru ilerlerken, İran’ın desteklediği söylenilen Şii milis gücü Haşdi Şabi’nin daha şimdiden kendi otorite alanını kurmaya çalıştığı görülüyor.
Yeni Orta Doğu
Bu coğrafyada, kısa vadede bile büyük fay hatlarının kırılmalarına şahit olunacak. Rusya, sessiz bir güç olarak olayları takip ederken, Suriye ile Irak’ın geleceğinin birlikte şekilleneceğinin farkında.  Yeni Orta Doğu coğrafyası, artık kendi kuralları ve kanunları olan bir site haline gelecektir. Aslında, ülke bazından ziyade, bölge olarak Orta Doğu’nun yeniden inşasına şahit oluyoruz. Musul ve çevresi de, işte bu sürecin önemli bir parçası durumunda.
Türkiye, ne Suriye, ne de Irak’taki meselelere kayıtsız kalamaz.
Coğrafi konum bir devletin önceliklerini belirlemektedir. Bir devletin askeri, ekonomik ve siyasi gücü ne kadar büyükse, o devletin önemli jeopolitik çıkarlarının sınır ötesi komşularının ötesindeki çapı da o derece büyüktür. Türkiye de, jeopolitik değeri gereği, bu denklemde bölgesel sorumluluğu vasıtasıyla kritik bir pozisyona sahiptir. Suriye ile Irak sınırıyla yaklaşık 1100 km’lik güney sınırının ötesinde, her ne olursa olsun, Türkiye, bu coğrafyaya kayıtsız kalamaz. Kaldı ki, Misak-ı Milli sınırları içinde olan ve daha sonra türlü senaryolarla Türkiye’ye kaybettirilen Musul ve Kerkük topraklarında yaşan Türkmen vatandaşların sorumluluğu da Türkiye’nin üzerindedir.
Musul operasyonu, daha uzun bir süre devam edecek gibi görünüyor. Belki de IŞİD kısa sürede yok olacak, ama daha şimdiden IŞİD’in yerini alacak bir başka mezhep temelli örgütün ismi basında geçmeye başladı. Demokrasi kavramı, bu coğrafyada zaten topal bir anlayış; Orta Doğu’da demokrasinin adım atacak ayakları bile yok. Bu yönetim şekli ve söylemi, aslında sadece aktörlerin müdahale hakkını meşrulaştıran bir enstrüman olarak kullanılıyor.


***