31 Ocak 2019 Perşembe

ATATÜRK VE MECLİS BÖLÜM 1

ATATÜRK VE MECLİS  BÖLÜM 1

Ord. Prof. Dr. SADİ IRMAK

SUNUŞ
Atatürk ve Meclis (özellikle ilk Meclis) ilişkilerini konu alan bu mütevazı inceleme, tarih yazmak ve tarih ölçüsünde hükümler ortaya koymak iddiasını taşımamaktadır. Ancak, ileride bu cidden büyük ve çağ açıcı dönemin objektif tarihinin yazılmasında yararlı olabilecek belge, yaşantı ve izlenimlerini o dönemi yaşamış, başlıca otoritelerini tanımış ve bazılarıyla siyasî hayatta işbirliğinde bulunmuş bir gözlemcinin, o dönem belgelerinden, başta Meclis açık ve gizli oturumların tutanakları ve kişisel izlenimlerimden edindiğim görüşleri kapsamaktadır. Son derece ilginç ve memleketimiz için olduğu ka­dar, insanlığın kaderinde çığır açmış olan o dönemi yansıtabilmek için şu konuları incelemek gerekir:
A — Türk milletini bir Millî Mücadeleye girişme zorunluluğuna götürmüş olan sebepler;
B — Atatürk’ü bu Millî Mücadelenin önderliğine yüceltmiş olan faktörler;
C — Birinci Meclisin kurulmasına kadar geçen olaylar;
D — Birinci Meclisin yapısı, hüviyeti, önderle işbirliği, yarattığı başlıca eserler;
E — O dönemde yurdun ve dış dünyanın durumu ve koşullan;
F — O dönemin başlıca şahsiyetlerinin kimlikleri (tabiatıyla Atatürk’ün yakın çevre şahsiyetlerine öncelik tanınmıştır).
İddiasız da olsa, böyle bir incelemenin o dönemi yaşamış birisi tarafından yazılmasının başlıca güçlüğü, kişisel görüşlerden mümkün olduğu kadar uzaklaşarak objektif kalabilmektir. Buna çok gayret ettiğimi söyleye­bilirim. Bu zorluğa rağmen incelemeyi bir görev yükümlülüğü ile ortaya koymak gereğini duydum. Çünkü o dönemi yaşamış olanlar gün geçtikçe azalmaktadır. Bu nedenle anıların ve gözlemlerin gelecek kuşaklara iletil­mesi, görev olarak ortaya çıkmaktadır.
ATATÜRK VE MECLİS
Goethe der ki; “En mutlu insan, ömrünün başıyla sonunu düz bir çizgide birleştirebilendir.” Bu deyime, dünya tarihinin yaratıcı simalarından Atatürk en lâyık olandır. 1923’de gerçekleştirdiği kayıtsız şartsız bağımsız, ile­rici millet egemenliği gerçeğini 1907’de aynıyla tasarlamış olduğunu şu bel­geden açıklıkla anlıyoruz.
O tarihte Selanik’te tanıdığı bir Türkolog olan Malikofa şunları söylemiştir.*
“Gün gelecek şimdi hepimizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim. Mensup olduğum millet bana inanacaktır.
Sultanlık kaldırılmalıdır, devletin yapısı mütecanis bir temele dayandırılmalıdır. Din ile devlet birbirinden ayrılmalıdır. Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız. Erkekle kadın arasındaki farkı kal­dırmalıyız. Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız. Batı uygarlığına gir­memizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız. Latin alfabesi kabul etmeliyiz. Kıya­fetimize kadar her noktada Batıya yönelmeliyiz. Emin olunuz ki bir gün bütün bu hedeflere ulaşacağız.”
Bu tarihten tam bir yıl önce de Mustafa Kemal sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a ilerde Misâk-ı Millî’de gerçekleştireceği vatan haritasının sınırlarını çizmişti. Mustafa Kemal 1919’da da Erzurum Kongresi günlerinde Maz-har Müfit’e Türkiye’nin bir cumhuriyet olacağını “millî sır olarak” tevdi et­mişti.
Bütün bunlar gösteriyordu ki Mustafa Kemal, ömrünün başıyla sonunu hiçbir zikzaka yer vermeden düpedüz bir çizgide birleştirebilmiştir.
Bu olağanüstü görünüş mutlu bir rastlantı mıdır, yoksa yılmaz bir azmin, görülmemiş bir inanç ve gayretin sistemli bir ürünü müdür? Şüphe yok ki, bu ikincisidir. Şimdi bu muazzam eseri yaratmış olan insanın başarısını sağlayan zihnî ve ruhî faktörlere bir göz atalım:
1 — Mustafa Kemal, bir meşruiyetçidir. Ona göre meşruiyetin temeli, millet iradesidir. Bu iradeye dayanmayan her girişim, meşruiyet dışıdır. Onun için gençlik çağından itibaren daima millî iradeye dayanmayı temel hedef olarak almış ve bu iradeyi yansıtmayan her girişimin karşısında yer almıştır. Millî iradeden çok uzaklaşmış olan padişahlık rejimine bu sebepten karşı çıkmış, yine aynı sebeple, platonik de olsa, büyük ve tehlikeli bir mace­raya girişen Enver Paşa rejiminin ve İttihat ve Terakki’nin karşısında yer al­maktadır.
1919’da Anadolu’ya geçtiği zaman arkasında Çanakkale zaferi vardı ve milletimizin hemen tek ümidiyle Anadolu, kayıtsız şartsız ona bağlanmaya hazırdı ve başlıca askerî güçlerin başında bulunan Karabekir ve Cebesoy da onun emrine girmeye hazırdılar. Fakat o, bu yolu tercih etmedi. Milletimizin bir bölümünü de olsa temsil eden Erzurum Kongresi’ne katıldı ve bu kongreden sonra kurulmuş olan temsil heyetinin başına geçti. Bu, mevzii de olsa, millî iradeye bir dayanıştı. Daha sonra Sivas Kongresi’nin kurduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk temsil heyetinin başına seçildi. Bu artık, bütün memlekete şamil bir millet iradesinin temsili demektir. Ve nihayet o günün en elverişsiz koşulları altında bir Millet Meclisi’nin kurulmasını sağladı. Ar­tık, o, meclisin başkanı olarak, milletin iradesini temsil yetkisini kazandı. Böylece bütün ömrünce meşruiyet ilkesine bağlılığını gösterdi.
2  — Mustafa Kemal’e göre özgürlüğün de eşitliğin de insan haysiyetinin de temel şartı, millî bağımsızlıktı. Yine Mustafa Kemal’e göre bu bağımsızlık “kayıtsız ve şartsız” olmalı yani, sadece belli hudutlar içinde bir siyasî bağımsızlık değil, aynı zamanda adlî, malî, ekonomik ve kültürel, yani “tam ba­ğımsızlık” olmalıydı. Yönettiği millî mücadelenin asıl hedefi buydu.
3  — Mustafa Kemal, büyük bir zamanlama üstadıdır. Hangi hareketi ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleştirdiğini, dört başı mamur bir hesaba dayandırırdı. O, şartların gerçekleşeceği günü ve atmosferi beklemekte görülmemiş bir sabıra sahipti. Bunun sadece bir iki örneğini verelim:
Sivas Kongresi’ne gelen ilk temsilciler arasında bir de, tıbbiyeyi temsil için geldiğini söyleyen genç bir tıbbiyeli vardı. Adı Hikmet’ti. Bu genç, müzakereler esnasında İstanbul’daki padişah ve halifenin hıyanet içinde olduğunu söylemişti. Mustafa Kemal, o zaman bu gencin hareketinden mem­nun olmadı. Çünkü o, gerçi sultanlığı ve halifeliği kaldırmaya daha 1907’de karar vermişti. Ama Sivas Kongresi günleri bu işin günleri değildi. Çünkü o günlerde henüz padişah ve halifenin memleket birliğini koruyabilecek tek merci olduğuna inanılıyordu. En yakın arkadaşlarından bir kısmı da bu inançtaydı. Eğer kendisi o gün tıbbiyeli gencin dediğine katılsaydı millî birli­ğin zorunlu olduğu o koşullarda zararlı hatta tehlikeli olabilirdi. Benzeri bir durumla I. Mecliste de karşılaşıldı. Söz alan bazı milletvekilleri padişahlık ve halifelik sorununu ortaya attıkça başkanlık mevkiinde olan Mustafa Kemal, bu sorun üzerinde fazla durulmamasını istemiş ve sağlamıştır. Böylece büyük bir zamanlama ustası olduğunu göstermiştir. Aynı ustalığı eğitim ve öğreti­min birleştirilmesi ve medenî kanun devrimlerinde de görmekteyiz. Medre­seyle okulu karşı karşıya getirmeye zamanı gelinceye kadar imkân vermemiş­tir.
4 — Zamanlama üstadı Mustafa Kemal, kendi hayatında, kayıtsız şartsız millî egemenliği sağlamak için gerekli atılımları yapabileceği bir ortam yaratma hususunda öğretmenliğini göstermiştir. Evet kendisinin de bir vesileyle ifade etmiş olduğu gibi, Mustafa Kemal bir öğretmendir. Milletimizin asır­larca içinde alıştığı ve zamanla soysuzlaşan müesseseleri yıkıp yeni, ilerici ve çağdaş müesseseleri kurmak hususunda toplumumuzun hazırlanması gere­kiyordu. Mustafa Kemal, bu hazırlığı, bu yetiştirmeyi ideal bir öğretmen ola­rak gerçekleştirmiştir.
Mustafa Kemal’in eserlerini ve I. Meclisle olan ilişkilerini gereği gibi anlayabilmek için o’nun zihin ve ruh yapısını gözönünde tutmak lâzımdır.
“Toplayıcı bir yalnız adam”. Mustafa Kemal, hele Millî Mücadele önderliğini – âdeta tabiî ve mukadder bir şekilde – üstlendiği gün, tam anlamıyla bir “yalnız adam”dı. Yüklendiği görev – sahip olduğu olanaklarla kı­yaslanınca – bir maceraya hem de maceraların en cüretlisine çok benzer. Üstlendiği savaş, âdeta matematiğe, olmazlara karşı bir savaştı.
Gerçi, yiğit, tecrübeli ve fedakâr bir milletin evladıydı ve o, bu milleti çok iyi tanıyordu, ama bütün hesaplar ve olasılıklar o’nun aleyhindeydi. Bir cihan harbinden yeni çıkmış bir milletin taze yaraları hâlâ kana­makta. Maddî her şeyini kaybetmiş, silâhları elinden alınmış, üstelik mil­yarlarca harp tazminatı ödemeye mahkûm edilmiş, toprakları paylaşılmış. Aldatılmış, ümitleri gasp edilmiş bir toplum, yalnız ve terk edilmiş. Zalim ellerden yaşama şansını bağımsızlığını insan üstü bir güçle söküp almaya mahkûm edildiği, düşmanların tarihin görmediği bir zaferin sahibi. Bütün olanaklar onların elinde!
Bu tablonun karşısındaki adam, üstelik, en güvendiği arkadaşlarının dahi şüpheciliğine maruz. Daha yüzbaşılık döneminden beri “ihtiraslı adam” damgasını taşımakta!
İşte böylece o, bir yalnız adamdır. Bu yalnız adam, tarihin akışını değiştirmek gibi bir görevi yüklenmiştir.
Her yalnız gibi, sürekli bir gurbet içindedir. Ne var ki matematiğe karşı gibi görünen bu adamın bir matematiği vardır: milletini tanımaktadır ve inanmaktadır ki “bir millet topyekûn bağımsız yaşamaya karar verirse o’nun bu iradesini yenmeye dünyanın bütün maddî güçleri yetemez.
İşte bu gizli matematik yalnız Türkiye’nin değil, onun örneğine uyan daha nice “Mazlum milletlerin” kurtuluşuna yol açacaktır.
 MECLİSİN KURULMASINI HAZIRLAYAN SEBEPLER
Millî Mücadele, Bizde ve Dünyada Antiemperyalizm
Dünyada emperyalizme karşı savaş açmış ilk millet olan Türk milletini, bütün ümitsiz koşullara rağmen millî mücadeleyi açmak zorunda bırakmış olan olay, I. Cihan Harbi’ni kaybetmiş olanlar arasında bulunmamız ve bu yüzden memleketin her şeyinin, bağımsızlığının, hatta varlığının tehlikeye girmiş olmasıdır. Böyle bir yenilgiyle sonuçlanmış olan I. Cihan Harbi’ne niçin girmiştik? Buna bir tek cevap verilebilir. Emperyalizmin yaygın saldırıları karşısında “tek başımıza ayakta duramamak” endişesindeydik. Dönemin Sadrazamı olan Sait Halim Paşa ve onun ardından gelen Talât Paşa bu kanaatlarını açıkça ifade etmişlerdir. Memleket, Balkan Harbin’den yeni çık­mış, bir meşrutiyet inkılâbı geçirmiş ve iyi niyetli fakat ütopik hayaller peşin­de olan tecrübesiz ve kendi içinde bölünmüş İttihat ve Terakki’nin yönetimi­ne girmişti. Memleket içinde türlü yetersizlikler yanında imparatorluğumuza şeklen bağlı olan ve başka kültürlere mensup olan toplumlar, devletimiz aley­hine gizli gizli çalışıyordu Bir yandan da memleketin sorunlarını çözmekte acze düşen yöneticiler, ütopyalar peşindeydiler. Bir yanda dünyadaki yüz milyon Türkü birleştirerek büyük bir devlet kurmak, öte yanda hayalî bir İs­lâm dayanışmasına güvenerek üç yüz milyon Müslümanı Türkiye’nin önder­liği altında birleştirme sevdası.
Ufuklar simsiyah kararmıştı. Bir yanda Fransa, İngiltere, ve Rusya’nın kurdukları büyük blok bunun karşısında Almanya’nın önderi olduğu “merkezî devletler” bloku yalnız yaşayamamak endişesini taşıyan Osmanlı İmpa­ratorluğu, bu cephelerden birine katılma zorunluğunu duyuyordu. Fransa, Suriye ve Arabistanı; İngiltere, Musul ve Bağdat’ı; Rusya, Doğudaki illerimizi ele geçirmek peşindeydiler. Böyle bir dönemde Alman diplomasisi daha be­cerikli ve daha etken davranıyor, nerdeyse bizi bağrına basacak izlenimini uyandırıyordu. Aslında yalnız kalmamak korkusunu taşıyan Osmanlı İmpa­ratorluğu, daha maharetli davranan Alman blokuyla kader birliği etmeyi ser­lerin ehveni saymıştı. Ne çare ki bu şer de ehven değildi. Almanya da genişlemek, yayılmak peşindeydi. Bunun ilk etabı olarak “Berlin-Bağdad mihveri”ni oluşturmayı plânlamıştı. Fakat başarılı olduğu takdirde plân bununla yetin­meyecekti. Bağdat, Almanlar için bir sıçrama tahtası olacaktı ve İngiliz em-peryalizmiyle yarışma, Hindistan üzerinde olacaktı.
Osmanlı İmparatorluğunun kendisine platonik gibi görünmüş olan Alman blokuna yaklaşmasının bir sebebi de politik ve coğrafî kaderde bir ortaklığın mevcut olmasaydı. Biz asırlardan beri Doğudaki büyük tehdidin bas­kısı altındaydık. Zamanla genişliyen Rusya, Avrupayı ve bu meyanda Almanya’yı tehdit etmeye başlamıştı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kararında pek göze görünmeyen, fakat nihaî bir rol oynamış olan önemli bir faktör daha vardı: Başta Enver Paşa oldu­ğu halde, İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri Almanyanın yenilmezliğine inanmışlardı.
Hürriyet inkılâbını başarmış olan Türk ordusu, o dönemde siyaset çukuruna saplanmış bulunuyordu. Subaylar askerî görevlerinden ziyade, siyasî partilerde hâkim yerler elde etmeye koyulmuşlardı. Bunların başında gelen Enver Paşa, Harbiye Nazırlığını yani fiilen ordumuzun başkomutanlığını ele geçirmişti. Siyasî nüfuzunu arttırmak ve “Âlem-i İslam” ütopyasında nüfuz kazanmak için bir de halife ve padişah damatlığını elde etmiştir. Böylece fii­len bütün iktidarı elinde toplamıştı. O kadar ki bir emrivaki halinde memle­keti Cihan Harbine sokarken ne hükümete ne de İttihat ve Terakki genel merkezine haber vermek lüzumunu duymuştu.
Bütün bu durumları uzaktan gören ve memleketin içine düşmekte oldu­ğu uçurumu anlayan bir kişi vardı: Sofya elçiliğimiz Askerî Ataşesi Yarbay Mustafa Kemal. Mustafa Kemal, başlıca ordular gibi Alman ordusunu da yakından biliyor ve bu ordunun yenilmezliğine inanmıyordu. Üstelik, Fransa ve İngiltere’nin sahip oldukları maddî potansiyeli de çok yakından biliyordu. Onun hesaplarına göre harp Türkiye için daha o günden kaybedilmiş bulunuyordu. Sonraki olaylar gösteriyor ki Mustafa Kemal kaybedileceğine inan­dığı bu harpten sonra memleketin kaderi üzerinde düşünmeye ve hazırlan­maya, o günden düşünmeye başlamıştır. Bu vahim şartlar altında Türk or­dusu, cibiliyetine yakışır bir şekilde 4 sene kahramanca savaştı. Kahramanlı­ğın bu derecesini düşmanlarımız da beklemiyordu. Öyleki bütün kin ve öfke­lerine rağmen bu kahramanlığa duydukları hayranlığı ifadeden çekinmiyor-lardı. Şüphe yok ki bu kahramanlıklar serisinin başında Çanakkale destanı geliyordu. Bu destanın kahramanı Albay Mustafa Kemal’in, milletin ümidi ve sevgilisi oluşu, o zaferle başlamıştır. Fakat bu münferit zaferlere rağmen, harbin kaderi 1918 yılı başından itibaren belirmeye başlamıştı: Gerçi merkezî devletler hiçbir yerde bir meydan savaşı kaybetmemişlerdi. Fakat hesaba gel­mez madde ve silâh üstünlüğü karşısında harbi başaramayan merkezî devlet­ler tükenme haline girmişlerdi. Memleketimiz de bu grubun içindeydi. Niha­yet kader, hükmünü icra etmişti ve başta Almanya olarak, merkezî devletler ve en sonra biz mütarekeye talip olmuştuk. Bu karar üzerine Talât Paşa baş­kanlığındaki kabine istifa etmiş ve yerine İzzet Paşa Kabinesi kurulmuştu.
O günleri Mustafa Kemal’in ağzından dinleyelim : “— Halep’te bulunduğum günler zarfında memleketin genel durumunu kendi kendime inceledim. Durum, şuydu: Müttefiklerimiz ve biz partiyi kaybetmiştik. Fakat Türkiye için mesele, bütün varlığını kaybetmeye varacak kadar korkunçtu. 0 tarihte düşünülecek şey kaybolduğuna şüphe kalmayan partiyi kazanmak olamazdı. Sadece varlığımızı korumak için en çabuk ve kesin çarelere başvurmakta tereddüt etmemeliydik. Hatta bu uğurda bütün müttefiklerimizden ayrı olarak gerekirse kendimizin vaziyet alması zorunlu olabilirdi. Halbuki, harbi bu neticeye sürükleyen o günkü kabineden böyle bir şey beklemek yersizdi. Derhal bu kabineyi düşürmek, onun yerine benim düşündüğüm tarzda iş görebilir yeni bir kabi­neyi iktidar mevkiine getirmek gereğine inandım. Şunu da ilave etmeliyim ki tasavvurlarımı tatbik edebilmek için bu yeni kabinede mutlaka bütün ordunun kumandasının bana verilmesi gerektiğine kanaat getirmiş bulunuyordum. Vaziyet buhranlı olduğun­dan ve alınacak tedbirlerin çok ciddî va acele olması lâzım geldiğinden bu mütalâamı telgrafla padişah Vahdettin’e bildirdim. Yeni kabine için sadrazam olarak İzzet Paşayı, Nezaretlere de başka arkadaşların isimlerini tavsiye ettim. Aynı telgrafla kendimin de kabinede Harbiye Nazın olarak bulundurulmaklığımı, çok samimî bir dille istedim.
Çok geçmedi, Talât Paşa kabinesi istifa etti; İzzet Paşa’nın reisliğinde yeni kabine kuruldu. Bu teşekkülün benim telgrafımla ilgili olup olmadığı hakkında birşey diye­mem, ancak tavsiye ettiğim arkadaşların önemlileri kabineye girmişlerdi. Teni kabine­nin kuruluşundan sonra sadrazam paşadan aldığım telgraf hatırımda kaldığına göre şu cümleyle bitiyordu: “Barıştan sonra bize katılmanız Tanrı ‘dan umulur.”
Bir telgrafla verdiğim cevapta şunları anlatmaya çalıştım: Ben barışın çabuk gelmeyeceğini, sulha kadar çok buhranlı ve mühim durumlar karşısında kalacağımızı ve bu zorluklar içinde vatanıma çok hizmetler yapmak kabil olduğunu bildiğim içindir ki Harbiye Nezareti makamını istemiştim. Yoksa sulha erişildikten sonra Harbiye Nezareti vazifelerini benden çok mükemmel ifa edecek kıymetli zatlar bulunduğunu bildir­dim.”
Bir rivayete göre İzzet Paşa, padişahla kendi arasına kimsenin girmesini istemediğinden Mustafa Kemal’i kabinesine almamıştı sadece kendisini büsbütün gücendirmemek için “Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na” tayin etmişti. O günlerde başkomutan vekili olan Enver Paşa şunu söylemiş­ti: “Kuvvetli bir kabine lâzımdır. Orduyu Mustafa Kemal Paşadan başkası idare edemez.”
Bitmiş tükenmiş olan ve ancak olağanüstü ve insanüstü bir güç toparlanması ile kurtarılabilecek olan memleketin durumunda İzzet Paşa’nın yapabi­leceği fazla birşey yoktu. Tek ümit olarak Wilson’un o tarihlerde ilân ettiği ve insaniyetçi bir eda taşıyan 14 maddelik programına güveniliyordu. Bu progra­mın özellikle 13. maddesi Osmanlı İmparatorluğu’nu ilgilendiriyordu.
Bumaddenin şekli şöyleydi.:“Şimdilik Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarına katı bir hâkimiyet hakkı verilmesi fakat bugün Türk boyunduruğunda bulunan diğer milliyetlere tam bir güven içinde kalmaları ve zahmetsiz olarak gelişme­leri imkânının güvence altına alınması, Çanakkale Boğazı’nın milletlerarası güvence altında bütün milletlerin ticaret gemilerinin serbestçe geçmeleri için açık kalması.”
Rauf Bey’in başkanlığında mütareke müzakerelerine gönderilen heyete hükümetçe verilen direktifin esası da buydu. Şu var ki İngilizler bundan çok daha ağır şartlar ileri sürerek direniyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun harbe devam edemeyeceğinden emindiler. Böylece Mondros’ta mütareke imzalandı. Bu mütarekenin en vahim şartı şuydu: “Müttefikler kendilerinin güvenliği bakımından lüzumlu görecekleri topraklarımıza asker çıka­rabileceklerdi.” Bu vahim şartın felâketli uygulaması az sonra başladı. İstanbul işgal edildi ve 15 Mayıs 1919’da İzmir Yunanlılara peşkeş çekildi. Böylece memleketin yalnız bağımsızlığı değil, varlığı da tehlikeye atılmış olu­yordu. Binlerce yıllık tarihinde esir yaşamamış olan bir milletin bu koşul­lar altında verebileceği tek karar vardı. “Ya bağımsızlık ya ölüm”, işte Türk milletini, tarife sığmaz menfi koşullar altında galip devletlere karşı bir millî cihat kararına götürmüş olan budur.
MECLİS KURULUNCAYA KADAR DÜŞÜNCE GRUPLARI VE MOTİFLERİ
Dört yıllık cihan harbi sonunda milletimiz, tam anlamıyla bitkindi. Bütün kaynaklarımız tükenmişti, milyonu aşan şehit vermiştik, evlerine dönebilenlerin çoğu da hasta, sakat, yaralı ve daha fenası ümitsizdi. İşte bu tablo içinde birtakım düşünce odakları ortaya çıkmıştı. Bunların çoğunu hıyanetten ziyade aczde aramamız gerekir. “Denize düşen yılana sarılır.” Çare arayanların düşüncelerini şu gruplarda toplayabiliriz.
1  — Kaderciler : Bunlara göre “İlâhî takdir” böyleymiş, buna karşı duru­lamazdı. Çektiklerimiz yolsuzluklarımızdan geliyor. Şimdi teslimiyetle kadere boyun eymeliyiz.
2  — İslâmî-Doğuya yönelik ütopik ümit odakları : Bunlara göre biz ye­nilmiştik ama, dünyadaki üç yüz milyon Müslüman bizi desteklemekteydi. Bir teselliden ileriye geçmeyen bu ümidi taşıyanlar şunu unutuyorlardı ki İs­lâm âlemi denen ülkelerin bir kısmı bizden sökülüp bağımsızlıklarına kavuş­mak istiyorlardı. Hatta şu amaçla Hicaz’da, Suriye’de ordumuzu arkadan hançerleyenler çıkmıştı. Bu İslamcı grubun bir kısmına göre, zaten çektikleri­miz Batı denen Hıristiyan âlemine yönelmemizden geliyordu. Şimdi yolu­muzu düzeltmek, Doğu alemiyle sıkı bir işbirliğine girişmek lâzımdır. Bu ve­
sileyle hatırlamalıyız ki, çağdaşlaşmamızı bir asır geri bırakmış olan bu Batı aleyhtarlığı çok tehlikeli bir peşin hükme dayanmaktadır. Bunlara göre Batı­ya yönelmek batağa gitmekti; ve bu hareket “bizi, biz olmaktan çıkaracaktı.” Bu düşünceyi bir kısım yüksek mevkilere gelmiş şahsiyetlerde de görmüşüzdür. I. Meclisteki mücadelelerin bir kısmı bu motiften doğuyordu. Oysa Batılılaşma sadece çağdaşlaşma demektir ve biz yaşayabilmek için Batı­lılaşmaya mecburuz. Bu fikre karşı olanlar Batı’nın, Fransa veya Alman­ya’nın tekelinde olduğunu sanmaktadırlar. Oysa Batı dünya görüşü, şu dört unsurun toplamından ibarettir.

a)   Başta “greko-latin” olmak üzere kadim kültürlerin rüsûbu,
b)  Rönesans hareketi,
c)   Büyük Fransız İhtilâli,
d)  Müspet İlimler.
İşte biz yaşayabilmek için bu dünya görüşünü benimsemek ve böylece çağdaşlaşmak zorundaydık. Bu fikri bütün kesinliğiyle Mustafa Kemal temsil ediyordu.
3  — Türkiye’nin çökemeyeceğini Kuran’da bulduklarını sananlar. Bun­lar diyorlar ki Kuran’da Tanrı İslâmiyeti koruyacağını bildirmektedir. Bu ko­ruma görevinde tek bağımsız Müslüman memleket, Türkiye’dir, şu halde Al­lah kelâmına göre Türkiye batamaz, çökemezdi.
4  — Siyasetçiler grubu : Silâhımız elimizden alınmış, ordularımız dağıtılmıştı. Artık askerî bir direniş düşünülmezdi. Şu halde ne yapmalıydı? Onlar diyorlardı ki “siyaset yapalım”. Bunlara göre düşmanlarımızın aralarını aç­malıydı. Bu maksatla bazılarına tavizler vermeliydik ve karşımızdakileri birbi­rine düşman etmeliydik. Bunun adına “siyaset yapmak” diyorlardı.
5  — Dıştan korumacı arayanlar : O günkü koşullara göre kendi başı­mıza yaşayamazdık. Maddî imkânlar tükenmişti, yaşasak bile iç ihtilâflarbizi çökertirdi. Şu halde dıştan bir koruyucu ve ıslahatçı aramalıydık.
6  — Mandacılar : Bir dış devletin himayesine sığınmak lâzımdı. Bu düşüncede olanların kimisi, İngiliz mandasını, kimisi de Amerika mandasını istiyordu.
7  — Nihayet yer yer millî haysiyeti koruma grupları teşekkül etmeğe başlıyordu. Bunlar mevziî de olsalar, bir canlılık alâmetiydi, bir ümit ışığıydı, yaşama iradesiydi. İşte o günlerde memleketin moral tablosu aşağı yukarı bundan ibaretti.
Şimdi mütarekeden, meclisin açılışına kadar olan olaylara topluca bir göz atalım.
O günlerde Yıldırım Orduları Kumandanı olan Alman Generali Liman von Şanders görevini şu mektupla Mustafa Kemal’e devrediyor:
“Ekselans, siz harp cephelerinde. Arıburnunda, Anafartalarda çok yakından tanıdığım kumandansınız- Aramızda belki bazı olaylar geçmiştir. Fakat bunlar bizi birbi­rimize daha iyi tanıtmış oldular. Kalben dost olduğumuzu sanıyorum. Bugün Türki­ye’yi terke zorlanırken, emrim altındaki orduları Türkiye’ye geldiğim zamandan beri takdir ettiğim bir kumandana tevdî ediyorum. İçinde bulunduğumuz genel felâket için­de bedbahtlık duymamak mümkün değildir. Ben yalnız bir şeyle teselli buluyorum: Ku­mandayı size emanet etmek. Bu dakikadan itibaren emir sizindir. “
Yıldırım Orduları Komutanlığını devralan Mustafa Kemal o gün şunları söylemişti :
“Yüce Osmanlı Devleti bu mütarekeyle kendisini kayıtsız şartsız düşmanlara tes­lim etmiştir. Ben yapılan mütarekenin sakatlığını gördüm, bu sakat noktaların düzeltilmesine çalışmak lüzumuna inanarak ilgili makamlara bildirdim. Mütareke metni ol­duğu gibi uygulandığı takdirde, memleketin baştan sonuna kadar işgal ve istilâya maruz olduğu kanaatini bildirdim.”
Şimdi sırasıyla o günlerin olaylarına bir göz atalım;[*]
5   Kasım 1918’de Kars’ta düşman işgalini önlemek üzere bir “Kars Millî İslâm Şurası” kuruluyor.
6   Kasım 1918’de Mustafa Kemal İskenderun ‘a çıkacak düşmana ateş edilmesiemrini veriyor.
20 Kasım 1918: İstanbul’da “Osmanlı Sulh ve Selâmet Fırkası” adıyla bir parti kuruluyor. Bu partinin programı pasif direnmedir.
20 Kasım 1918: “Milli Kongre” namıyla bir kuruluş meydana geliyor.
1 Aralık 1918: İzmir’de “İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti” kuru­luyor.
2 Aralık 1918: Edirne’de “Trakya-Paşaeli Müdafaa Heyet-i Osmaniyesi” derneği kuruluyor.
4 Aralık 1918’de İstanbul’da “Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti” kuruluyor. (Bu kuruluş, Erzurum Kongresi’nin çekirdeğini teşkil eder.)
Aynı gün “Wilson Prensipleri Cemiyeti” bir mektup yayınlıyor. Bu mektupta Türk çoğunluğunun oturduğu yerlerin işgal edilmemesi ileri sürülüyor.
10 Aralık 1918’de Trabzon’da Millî Mücadeleyi destekleyen “İstikbal Gazetesi” çıkmaya başlıyor.
21 Aralık 1918’de “Kilikyalılar Cemiyeti” kuruluyor.
28  Aralık 1918’de Kâzım Karabekir Paşa Tekirdağından 14. Kolordu Kumandanlığına getiriliyor.
29  Aralık 1918’de İsmet Bey “Sulh Hazırlıkları Komisyonuna” tayin ediliyor.
8 Şubat 1919’da General Franş Despere adındaki bir çılgın Fransız, kahraman rolüne çıkarak beyaz bir at üstünde İstanbul’da gösteriş yapıyor. Türkler kan ağlıyor. Ertesi gün Süleyman Nazif, Hadisat Gazetesin’de “Kara Bir Gün” başlığı altındaki yazısında şiddetli bir tepki gösteriyor.
12 Şubat 1919 : Trabzon’da Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti” kuruluyor ve bu dernek 23 Şubat’ta ilk kongresini yapıyor. 25 Şubat 1919 : To­kat’ta “Tokat Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti” kuruluyor.
26 Şubat 1919 : Boghos Nubar Paşa müttefiklere başvurarak İzmir’i istiyor.
3 Mart 1919 : “Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti” kuruluyor.
6 Mart 1919 : İstanbul’da “Vahdet-i Milliye Heyeti (Cemiyeti)” kuruluyor.
9 Mart 1919: Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin beyannamesi yayayımlanıyor. Bu beyannamede şu tarihî cümle yer alıyor:
“Bu toprakların gerçek sahiplerinin kim olduğunu memleketin her tarafında görünen minareler, kümbetler gibi dinî ve millî anıtlar açık bir dille gösteriyorlar”.
10 Mart 1919: İstanbul’da Sait Halim Paşa, Musa Kâzım, Menemenli Rifat, Halil Menteşe, Fethi Bey, Ahmet Ağaoğlu tutuklanıyor.
7 Nisan 1919 : Fransızlar Beyazıt’taki Askerî Misafirhaneyi işgal ediyorlar. Çarpışmada şehitler veriyoruz.
9 Nisan 1919: Karabekir Paşa Erzurum’da 15. Kolordu Komutanlığına atanıyor.
13 Nisan 1919: İngilizler Kars’ı işgal ediyor.
16 Nisan 1919: Fransızlar Afyon’u işgal ediyor.
24 Nisan 1919 : İtalyanlar Konya’yı işgal ediyor.
29 Nisan 1919 : Harbiye Nazırı Şakir Paşa Mustafa Kemal’i çağırarak, Türklerin Rumlara yaptığı baskıyı yerinde incelemek üzere Karadeniz bölgesine müfettiş olarak gönderileceğini bildiriyor. Bu hayırlı haber, Mustafa Ke­mal’in günlerden beri beklediği bir gelişmedir. O Millî Mücadelenin liderli­ğini üstlenmeye kararlıdır. Şimdi eline bir kanunî fırsat da geçmektedir. Bu tayin biraz da o’nun İstanbul’da kalmasından çekinenlerin eseridir. Ama Mustafa Kemal, umduğuna kavuşmuştur. Bu tayin kararı 30 Nisan 1919’da padişah tarafından onaylanıyor. Artık onun yeni unvanı “9. Ordu Kıtaları Müfettişi”dir. Mustafa Kemal bu tayin kararnamesine kendi karan yönünden bir cümle koydurmaya muvaffak olmuştur: Sadece 9. Ordu Kıtalarını değil, civar vilâyetlerdeki askerî birliklere ve mülkî amirlere emirler vere­bilecektir. Aynı gün İngilizler Kars’a birçok Ermeni getirerek bölgenin idare­sini onlara veriyor.
2 Mayıs 1919 : İngiliz ve Fransız Başbakanları, İzmir’i işgal ettirmek üzere görüşmelere başlıyorlar.
9 Mayıs 1919 : İstanbul Patriği, Rumların Osmanlı Hükümetiyle ilişkilerini kestiklerini ve Türk uyruğundan çıktıklarını açıklıyor.
11 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal, yeni görev bölgesindeki valilere oralar­daki eşkıyaların miktarı hakkında soru soruyor.
11 Mayıs 1919 : İtalyanlar Marmaris ve Bodrumu işgal ediyorlar.
13 Mayıs 1919: İzmir’e çıkacak Yunan kıtaları gemilere bindiriliyor, kıta komutanı o günkü bildirisinde şunu diyor:
“Esaret altında yaşayan kardeşlerimizi kurtarmaya gidiyoruz”. “Aynı gün, Venizelos, İzmir’in işgal edildiğine dair bildirisini bir kilisede okuyor.”
14 Mayıs 1919 : Foça ve Urla istihkâmları Yunan ve İngiliz kıtaları tarafından işgal ediliyor. Aynı gün İzmir’de “Redd-i İlhak Heyet-i Milliyesi” ku­ruluyor. İlk beyannamesi şöyle:
“Ey talihsiz Türk! Wilson prensipleri bahanesiyle senin hakkım elinden alıyorlar ve namusunu kirletiyorlar. Güya burada çok Rum varmış ve güya Türkler Yunanlıların gelişini sevinçle karşılamışlar, şimdi sana soruyorum. Burada Rum senden fazla mıdır? Yunan egemenliğini kabul ediyor musun? Artık kendini göster, maşatlıkta toplanalım. “O akşam İzmir’de muhteşem bir miting yapılıyor.
16 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal Bandırma vapuruyla İstanbul’dan yola çıkıyor.
17 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal İnebolu’ya varıyor.
18 Mayıs 1919 : Sinop’a varıyor.
19 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal Samsun’a ayak basıyor. Bu tarih millî kurtuluşun başlangıcı, Dünya’nın “mazlum milletlerine” özgürlük güneşinin ufuklarda belirdiği bir çağın başlangıcıdır.
20 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal, sadrazama şu telgrafı çekiyor: “İzmir’in işgali, yakından temasta bulunduğum milleti ve orduyu tasavvur edilemiyecek şekilde yaralamıştır. Ne millet ne de ordu, varlığına karşı yapılan bu saldırıyı kabul etmiyecektir.”
21 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal Genelkurmay Başkanlığı’na şu telgrafı çekiyor : “Mütarekeden sonra bütün Rumlar Yunanlılık emeliyle her taraftan şımardığı gibi bu bölgede de Pontus Hükûmeti’ni kurmak gibi bir safsata etrafında toplanmış ve tekmil Rum çeteleri siyasî bir şekle dönüşmüştür.”
Mustafa Kemal aynı gün Kâzım Karabekir’e şu telgrafı çekiyor: “Genel durumumuzun almakta olduğu vahim şekilden çok üzgünüm, millete ve memlekete borçlu olduğumuz ve son vicdanî görevi yakından ve ortak çalışmayla yerine getirme düşüncesiyle bu son memuriyeti kabul ettim. Bir an önce zatıâlinize kavuşmak arzusundayım.”
22  Mayıs 1919 : Mustafa Kemal, Başbakanlığa şunu yazıyor : “Millet tekvücut olup millî hâkimiyet esasını ve Türklük duygusunu amaç edinmiştir.”
23 Mayıs 1919 : Sultanahmet’te iki yüz bin kişinin katıldığı bir miting yapılıyor.
21 Haziran 1919 : Amasya Genelgesi hazırlanıyor. Bu vesikada Mustafa Kemal’in yanında Ali Fuat Paşa, Rauf Bey ve Refet Bey’in imzaları bulunuyor.
22 Haziran 1919 : Mustafa Kemal Amasya’dan mülkî ve askerî makamlara şu genelgeyi yolluyor : “Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir. Milletin bağımsızlığını yine milletin azmi ve karan kurtaracaktır. Sivas’ta bir millî kongrenin acele toplanması kararlaştırılmıştır. Bunun için bütün vilâyetlerin her livasından, milletin güvenine mazhar üçer delegenin mümkün olan süratle yola çıkarılması icap ediyor. Her ihtimale karşı durumun bir millî sır halinde tutulması lâzımdır.”
Aynı gün Karabekir Paşa Harbiye Nezareti’ne bu telgrafı çekiyor : “Mustafa Kemal Paşa’nın müfettişlikten alınması tehlike olacaktır. “
23 Haziran 1919 : Mustafa Kemal, Karabekir Paşa’ya şunu bildiriyor: “İstanbul’da millî bağımsızlığın zevkinden yoksun bazılarının İngiliz esaretine girmekte sakınca görmedikleri anlaşılıyor. Onun için Anadolu’dan çıkacak sadanın etrafında olan bizler için bu millî vazifenin kutsal olduğu kanaati bir kere daha doğrulanıyor. “
Aynı gün İstanbul’da Bakanlar Kurulu şu kararı alıyor : “Mustafa Kemal Paşa ‘nın azledilerek hiçbir resmî sıfatı kalmamış olduğundan, tebliğlerinin resmî bir mahiyeti haiz olmadığının gerekenlere bildirilmesi kararlaştırılmıştır. “
26 Haziran 1919 : Mustafa Kemal Tokat’ta konuşmalarıyla Millî Mücadelenin gereğini anlatıyor. Oysa aynı gün Dahiliye Nazırı Ali Kemal şu bildiriyi yayınlıyor: Millî ordu hazırlamak ve millî müdafaa girişimlerinde bulunmak felâkettir. “
27 Haziran 1919 : Konya’da bulunan Ordu Müfettişi Cemal Paşa, Mustafa Kemal’e katılıyor ve şöyle diyor: “Bütün düşüncelerinize ve girişimlerinize katılıyorum.”
Aynı gün Ali Fuat Cebesoy şu bildiriyi yayınlıyor : “İcabında mevki ve memuriyetinden ayrılarak bir millet ferdi olarak mübarek vatan ve mukaddes milletim uğ­runda çalışmaya devam edeceğimi alenen taahhüt ediyorum. “
30 Haziran 1919 : Millî Milis Kuvvetlerimiz Aydın’ı geri alıyor.
3 Temmuz 1919 : Mustafa Kemal, yanında Rauf Bey olduğu halde Erzurum’a varıyor ve halk tarafından sevgiyle karşılanıyor.
3 Temmuz 1919 : O günlerde İstanbul Hükümeti Millî Mücadele kahramanlarını “İttihatçı artığı” olarak gösteriyor ve bunların seferberlik yetkisi olmadığını bildiriyor. Buna karşı Karabekir Paşa şu genelgeyi yayınlar : “Doğu’nun savunmasından ben sorumluyum, kanun bana, tehlike anında seferberlik ilân etmek yetkisini vermiştir. Kim olursa olsun, seferberlik emirlerine uymazsa harp divanına veririm.”
6 Temmuz 1919 : İstanbul Hükûmeti’nin geri gelmesi hakkındaki emrine Mustafa Kemal’in cevabı “Doğu illeri halkı arasından çıkıp gelmek hususundaki teklifinizi yerine getirmeden şahsî irademi kullanmayı manen ve maddeden memnu bulunuyorum.”
9 Temmuz 1919 : Mustafa Kemal, padişaha askerlikten istifa ettiğini bildiriyor ve millete yayınlıyor! “Bundan sonra kutsal millî gayemiz için her türlü fe­dakârlıkla çalışmak üzere, milletin göğsünde bir mücahit fert olarak bulunmakta olduğumu arz ve ilân ederim “.
Aynı gün Rauf Bey şu genelgeyi yayımladı : “Hakkım, toprağını istiklâlini, korumaya azmeyleyen millî irade uğrunda, âciz bir fert sıfatıyla İstanbul’dan çıktım. Mustafa Kemal Pasa hazretleriyle fikir arkadaşlarının millî cihadına katılıyorum. Mustafa Kemal Paşayla beraber sonuna kadar çalışmaya mukaddesatım üzerine yemin ettiğimi ilân ederim.
9 Temmuz günü şu tarihî sahne cereyan ediyor:
Karabekir Paşa, Mustafa Kemal’i ziyareti sırasında hazırol vaziyette durarak şunu söylüyor! “Ben ve kolordum emrinizdeyiz- Bundan sonra da ne emirleri­niz olursa ifayı şeref bilirim. “
13  Temmuz 1919 : Karabekir, Mustafa Kemal’e şu telgrafı çekiyor: “Hizmetleri ve fedakârlığı bütün cihanca kabul edilmiş olan ve ordu ve milletin övünme sebebi bulunan zâtı samilerinin istifaya mecburiyetlerinden dolayı şahsım ve kolordum son derece müteessirdir. Yalnız kutsal millî gayemiz için savaşmaktan hiçbir an geri durulmayacağı hakkındaki vaadinizle müteselli olduğumuzu arz ile vatan ve milletimiz için her türlü mesaide Cenab-ı Hakkın başarılar ihsan buyurmasını diler ve kolordu­mun saygılarını sunarım.”
14  Temmuz 1919 : Erzurum’da yayınlanan “Al bayrak” gazetesi şunuyazıyor : “Mustafa Kemal Paşa’nın Kumandanlık’tan istifası, bir azim ve iman vesikasıdır. Millette, henüz eski kanın sönmemiş olduğunu gösterir muazzam bir delildir. “
20 Temmuz 1919 : Mazhar Müfit, Mustafa Kemal’e soruyor:
—Muvaffakiyet takdirinde, hükümet sekli ne olacak?
—Mustafa Kemal’in cevabı “Açıkça söyleyeyim zamanı gelince hükümet sekli, cumhuriyet olacaktır.”
22 Temmuz 1919 : Mustafa Kemal’in, İstanbul’da, Harbiye Nazırı Nazım Paşa’ya telgrafı: “Siz ve arkadaşlarınız yerlerinizi namus erbabına ne kadar çabuk bırakırsanız belki, o ölçüde milletin bağışına mazhar olursunuz.
22 Temmuz 1919: İstanbul’da, İngiliz ve Fransız yüksek komiserlerinin karan : “Mütareke tam uygulanacak, meşru olan Padişah desteklenecek ve her çeşit bağımsızlığa karşı konulacaktır.”
1 Ağustos 1919 : Karabekir Paşa’nın Harbiye Nazırı’na cevabı : “Mustafa Kemal gibi memlekette namusu ve güzide hizmetleriyle tanınmış ve daha 20 gün önce memleketin yarısına kumanda etmiş bir zatın tevkifine kanunî bir sebep olmayacağını ve böyle bir tevkifin halk ve ordu gözünde iyi sayılmayacağı cihetle Mustafa Kemal Pa­şa ‘nın tevkifine hâl ve vaziyetin müsait olmadığını arz eylerim.”
5 Ağustos 1919 : Karabekir Paşa’nın Harbiye Nazırı’na telgrafı; “Erzurum Kongresi’nde siyasî veya şahsî hiçbir tesirin mevcut olmadığı kesinlikle anlaşılmış­tır. Endişe-i namus ve hayattan doğan millî cereyan galeyan halinde olup teskini için, biricik çare, Millet Meclisi’nin derhal toplanmasıdır. Bu olmadığı takdirde millî olay­ların kendiliğinden < u amaca varacağını arz ederim. “
7 Ağustos 1919 : Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi bittiği gün Mazhar Müfit’in hatıra defterine yazdırdıkları : Zaferden sonra hükümet şekli Cum­huriyet olacaktır. Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele ya­pılacaktır. Kadınların örtünmesi kalkacaktır, fes kalkacaktır. Medenî milletler gibi şapka giyilecektir. *
10 Ağustos 1919 : Halide Hanım’ın, Mustafa Kemal’e mektubu : “Davamızda yardımcı olabilmesi için bölünme ve yok olma korkusu karşısında kendimizi Amerika’ya müracaata mecbur görüyoruz.”
27 Ağustos 1919 : Mustafa Kemal’in o gün arkadaşlarına söyledikleri : “İstanbul, bir Amerikan mandasıdır tutturmuş gidiyor. Bu olmayacaktır. Türkiye tam bağımsızlığa sahip olacaktır. Bu gafiller sanıyorlar ki istenen mandada egemenliğimi­ze ve vatan bütünlüğümüze dokunulmayacakmış. Böylesine Amerikalılar değil çocuklar bile güler. Hayır beyler hayır, manda yok. “Ta istiklâl ya ölüm var!”
2  Eylül 1919 : Mustafa Kemal, Sivas’a geliyor.
3  Eylül 1919 : Mustafa Kemal’in, Ali Fuat Paşa’ya telgrafı : “Kumandayı katiyyen bırakmayınız.”
9 Eylül 1919 : Ali Fuat Paşa’nın, Sivas Kongresi kararıyla “Garbî Anadolu, Umum Kuva-yi Milliye Kumadanlığı”na tayini.
26 Eylül 1919 : Konya valisinin kaçması üzerine Konya halkı toplanarak Vehbi Hoca’yı, vali vekili seçiyorlar.
27 Eylül 1919 : Asiler I. Bozkır ayaklanmasını yapıyorlar.
6 Ekim 1919 : Yunus Nadi Bey, Harbiye Nazırı Cemal Paşa’nın teklifiyle Mustafa Kemal’le telgraf görüşmesi yapıyor. Maksat, millî heyetle (Heyet-i Temsiliye) İstanbul’u anlaştırmak.
7 Ekim 1919 : Harbiye Nazın Cemal Paşa’nın, Mustafa Kemal’e telgrafı: “Kabine sizinle aynı fikirde, millî iradenin hâkimiyetini kabul eder. Hükümet, harice karşı millî iradeye ve temsil heyetine dayanacaktır. “
16 Ekim 1919 : Mustafa Kemal Paşa’nın Temsil Heyeti üyeleriyle beraber Amasya’ya gelmesi.
20 Ekim 1919 : 2. Bozkır isyanı
22 Ekim 1919 : Amasya görüşmelerinin sona ermesi ve 5 adet protokolün imzalanması.
24 Ekim 1919 : Mustafa Kemal, Ruşen Eşrefe şu demeci veriyor : “Dünya, milletimizin hayatına ya hürmet edip, onun birlik ve bağımsızlığını tasdik edecek ya da son topraklarımızı, son insanlarımızın kanıyla suladıktan sonra bütün bir milletin ölüsü üstünde red olunmuş istilâ hırsını tatmin etmek mecburiyetinde kalacak­tır. “
15 Mart 1920 : İstanbul’da 150 Türk aydının tutuklanması.
16 Mart 1920 : İngiltere, Fransa ve İtalya Yüksek komiserlerin ortak bildirileriyle İstanbul’un askerî işgal altına alınacağı tebliğ ediliyor.
Aynı gün Şehzadebaşı Karakolunda 6 erimiz şehit ediliyor, 15 erimiz yaralanıyor. Manastırlı Hamdi Efendi adında bir telgrafçı İstanbul’un işgal edildiğini Mustafa Kemal’e bildiriyor. O gün bu işgale karşı Mustafa Kemal’in yabancı devletlere gönderdiği protesto “ Osmanlı milletinin siyasî egemen­liğine ve özgürlüğüne indirilen bu son darbe, hayatını ne pahasına olursa olsun savun­maya azmetmiş olan biz Osmanlılardan ziyade XX. medeniyet asrının kutsal saydığı bütün esaslara özgürlük, milliyet, vatan duyguları gibi bugünün insan toplumuna esas olan bütün ilkelere ve bunları oluşturan insanlığın umumî vicdanına yöneliktir.
O gün Mustafa Kemal Paşa, millete şu bildiriyi yayınlıyor “Bugün İstanbul’u zorla işgal etmek suretiyle Osmanlı Devleti’nin 100 yıllık ha­yat ve egemenliğine son verildi. Yani Türk milleti, medenî kabiliyeti­nin, yaşama ve bağımsızlık hakkının savunmasına davet edildi.”
18 Mart 1920 : Millet Meclisi son toplantısını yapıyor.
Yunus Nadi’nin çıkardığı “Yeni Gün” gazetesinin, matbaası İngilizler tarafından basılıyor.
19 Mart 1920 : Mustafa Kemal, Ankara’da bir Meclis toplanması yolunda acele seçim yapılması için vilâyetlere ve komutanlara genelge yolluyor.
20 Mart 1920 : İsmet Paşa, İstanbul’dan tekrar Ankara’ya dönüyor.
27 Mart 1920 : İngilizler, Ali Sait Paşa, Süleyman Nazif, Ebüzziya, Celâl Nuri, Ali Çetinkaya, Ahmet Emin’i Malta’ya sürüyorlar.
6 Nisan 1920 : Ankara’da, “Anadolu Ajansı” kuruluyor.
10 Nisan 1920 : Ankara Müftüsü Rıfat Efendi, Dürrizadenin fetvasına aksi fetva veriyor.
21 Nisan 1920 : Mustafa Kemal vilayetlere Meclis’in 23 Nisan’da toplanacağını bildiriyor.
23 Nisan 1920 : Ankara’da T.B.M.M. açılıyor.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..
***

30 Ocak 2019 Çarşamba

12 MART ASKERİ MUHTIRASI VE TÜRK DEMOKRASİSİ. BÖLÜM 2

12 MART ASKERİ MUHTIRASI VE TÜRK DEMOKRASİSİ. BÖLÜM 2




    Türk Ordusu, elbette milletin içinden çıkan bir halk ordusu olarak bu milletin öz savunma gücüdür; ancak eğitim devrimini gerçekleştirmiş, Atatürk modernleşmesini yaşamış bir Türkiye’de, toplumun tek aydın sınıfı askeri sınıf değildir. Bu nedenle toplumsal ilerlemede itici gücün ordu olmasını beklemek, 20 - 21.yüzyılları yaşayan bir dünya zamanı için çok yanlış bir beklentidir. Belki 18. ve 19.yüzyıllarda toplumların tek aydın sınıfı olan askerlerin modernleşme süreçlerinde önemli bir rolü olabilirdi. Ancak değişen dünya zamanıyla birlikte, yaşanan eğitim ve enformasyon devrimleri neticesinde, askerler toplumsal dönüşümün mimarı olma vasfını yitirmiş ve hatta askeri bürokrasinin getirdiği hantal alışkanlıklardan dolayı, toplumun dinamizmini anlamaktan uzaklaşmıştır. Üstelik modern devlet, demokratik dünyada ulus-devlet ve hukuk devleti bileşeni olarak; gücü, siyasal toplum ile sivil toplum arasındaki ortaklık temelinde yeniden inşa etmiştir (Karagöz, 2013: 73-85). Yön’ün bu gerçeği kavrayamayan yanlış değerlendirmesinde, 27 Mayıs’ın üzerinden çok fazla zaman geçmemiş olması, dolayısıyla 27 Mayıs’ın eleştirel analizinin henüz çok sağlıklı ve objektif bir biçimde yapılmadığı bir dönem olması etkili olan unsurlardan biri olarak görünmektedir.

Yalnızca kuramsal bir dergicilik faaliyeti olarak değerlendirilmemesi gereken Yön,
orduya biçtiği devrimci rol sebebiyle 9 Mart başarısız darbe girişiminin merkezinde yer almıştır. Bu dönemde Yön dergisinde çıkan yazılar ve Doğan Avcıoğlu’nun kaleme aldığı ‘‘Türkiye’nin Düzeni’’ isimli kitap, ordu içerisinde büyük bir sempati toplamış ve TSK bünyesinde oluşan Yöncü kanat, başında Celil Gürkan’ın bulunduğu bir cunta planlamıştır. ‘‘9 Mart Cuntası’’ olarak bilinen bu girişim, MİT mensubu Mahir Kaynak tarafından ifşa edilerek engellenmiştir. Kaynak’a göre, 9 Mart darbe girişiminde bulunanlar, Türkiye’de Baas tipi bir iktidar kurarak, asker ve sivillerden oluşan sol görünümlü bir siyasi partiyle ülkeyi militarist bir anlayışla yönetmeyi planlamışlardı. (Kaynak, 2006)

9 Mart günü planlanan darbe girişimi, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un son anda cayması ve Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler’in hareketin sol nitelikli bir darbe girişimi olduğunu anlaması neticesinde başarısız olmuştur. (Şahin, 2014) 9 Mart darbe girişiminin başarısız olması, demokrasiyi güçlendirmemiş; aksine başarılı bir darbenin temel gerekçelerinden biri olmuştur. 9 Mart girişimi sonrasında, tıpkı 27 Mayıs darbesini yapanların yayınladıkları ilk bildiride NATO’ya bağlılıklarını beyan etmelerinde olduğu gibi, NATO planlarına uyumlu bir biçimde siyasetin sol ve sağ kanadında gelişen NATO karşıtı akımı budayacak olan 12 Mart Askeri Muhtırası gerçekleşmiş ve ilk olarak ordu içerisindeki 9 Martçılar tasfiye edilmiştir.

2. Demokrasinin Askıya Alınması: 12 Mart Askeri Muhtırası

12 Mart Askeri Muhtırası, egemenliği sivillerle paylaşmak istemeyen askeri
zümrenin Cumhuriyet kurulduğundan beri, halka yansıttığı güvensizliği bir kez
daha göstermesi (Öner, 2012) şeklinde tanımlanabilir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
emir - komuta zinciri içerisinde gerçekleştirdiği ilk askeri darbe olan 12 Mart Askeri Muhtırası, bu özelliği nedeniyle 12 Eylül 1980 darbesine örnek teşkil etmiştir. (Güzel, 2010) Genelkurmay Başkanı ve üç kuvvet komutanının imzaladığı bildirinin Memduh Tağmaç tarafından Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a sunulması ve TRT radyosundan okunarak halka duyurulması sonrasında Demirel hükümeti istifa etmiştir. 3 maddeden oluşan muhtıra metninde şu ifadeler yer almaktadır:

1.Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa’nın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.

2. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında, duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek partilerüstü bir anlayışla Meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasa’nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.

3. Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde Türk Silahlı Kuvvetleri, kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya ele almaya kararlıdır. (Kayalı, 1994) 

   Muhtıra metninde görüldüğü üzere, TSK kendisine biçilen Türkiye Cumhuriyeti ’ni korumak ve kollamak görevi neticesinde Atatürk vurgusuna dayandırdığı bir müdahale yapmıştır. Diğer darbelerde de sıklıkla kullanılan bu ve buna benzer ifadeler, oldukça sloganvari durmakta ve darbelerin içeriği Atatürk
modernleşmesiyle bağdaşmamaktadır. Zira darbelere gerekçe olarak gösterilen
toplumsal kargaşa ortamının ortadan kaldırılmasının yöntemi, askeri tedbirler almak değildir; aksine politik grupların marjinalleşmesini engelleyecek biçimde
demokrasiyi güçlendirmektir, çünkü Atatürk’ün demokrasi anlayışında egemenlik
kayıtsız, şartsız milletindir.

Ordunun hükümetin istifasını istemesiyle başlayan 12 Mart sürecinde, siyasi partiler farklı refleksler geliştirmiştir. Hükümette bulunan AP, darbenin ana hedefi olmuştur.

Süleyman Demirel’in darbe karşısında hiçbir tepki göstermeden popüler ifadeyle,
şapkasını alarak çıkıp gitmesi, darbenin toplum üzerinde egemenlik kurmasını
kolaylaştırmıştır. Demirel’in şapkasını alıp girmesinin temel nedeninin meclisin
kapatılmaması konusunda özen göstermesi olduğu düşünülebilir. Zira AP, kurulan teknokrat hükümetlerine bakan vererek ve parlamentodaki gücünü koruyarak darbeyi en az hasarla atlatmıştır. Muhtıra açıklandıktan sonra, solun solunda bulunan ama şiddete yönelmeme konusunda dikkatli davranan TİP, derhal seçime gidilerek demokrasiye geri dönülmesini talep etmiştir. TİP’in bu talebinden TİP yöneticilerinin darbeyi değerlendirme aşamasında, 27 Mayıs’ta olduğu gibi, kısa süre içinde seçimlere gidileceği yönünde bir beklenti taşıdıkları anlaşılmaktadır. 12 Mart Muhtırası’na ilişkin en keskin tartışmaysa, CHP içinde yaşanmıştır. CHP milletvekili Nihat Erim’in partisinden istifa ederek bağımsız milletvekili statüsüne geçmesini takiben Erim tarafından kurulan teknokrat hükümetine güvenoyu verilmesi konusunda yaşanan tartışmalar, CHP içerisinde büyük bir çatırdamaya yol açmıştır.
27 Mayıs’ı en azından açık biçimde desteklemeyen CHP Genel Başkanı İsmet
İnönü’nün açık bir biçimde destek verdiği tek askeri darbe olan 12 Mart’ta, İnönü CHP’yi bir devlet partisi gibi değerlendirerek devlet içerisinde sistemsel bir krizin oluşmaması gerektiği fikrini savunmuş ve yeni teknokrat hükümetinin kurulmasını
desteklemiştir. CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit ise, hükümete güvenoyu
verilmesine net bir biçimde karşı çıkmış ve darbenin ‘‘ortanın solu’’ anlayışına karşı yapıldığını, asıl hedefin kendileri olduğunu iddia etmiştir. Ecevit parti içindeki bu tartışmada, önce genel sekreterlik görevinden istifa etmiş sonrasındaysa, delege desteğini alarak İnönü’ye karşı genel başkanlık yarışına girmiş ve CHP liderliğine uzanan yürüyüşünü başlatmıştır (Kayalı, 1994)

12 Mart 1971 muhtırasıyla birlikte, iktidarı ele geçirme girişiminde bulunan 9
Martçılar tasfiye edilmiştir. Aynı zamanda 9 Martçıların darbeyle devirmek istediği Demirel hükümeti de istifa ettirilmiştir. 9 Martçılar ile Demirel hükumeti nin aynı anda askeri darbenin hedefi haline gelmesi, bir paradoks olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır. O günlerde sol nitelikli bir askeri müdahale bekleyen sosyalist gruplar, Demirel hükümetinin devrilmesini istedikleri için ilk aşamada gerçekleşen darbeyi desteklemiş ve olumlu karşılamıştır. (Erol, 2003) AP hükümetini deviren darbeyi, sağa karşı yapılmış sol nitelikte bir darbe olarak değerlendiren DİSK, darbeyi destekleyen ilk bildiriyi yayınlamış, DİSK’in bildirisini Türkiye Öğretmenler Sendikası(TÖS) ve Dev-Genç gibi sol örgütlerin yayınladıkları destek açıklamaları takip etmiştir. (Köse, 2010) Ancak ilk bakıldığında AP’ye ve Demirel’e yapılmış gibi görünen darbe, yalnızca AP kadrolarını ve sağcıları değil; sol - sosyalist çevreleri de hedef alarak sert bir biçimde ezmiştir. (Akıncı, 2014) 12 Mart sürecinde sosyalistlerin darbe beklentisi taşıdığı konusunda, Toktamış Ateş, Bedri Baykam’a verdiği röportajda şunları ifade etmiştir:

Biz Türkiye’de böyle bir hareket olduğu zaman, ilk aşamada bunun ilerici bir hareket olduğunu sandık. Gazetelerden aldığımız imaj buydu. Demirel’in istifaya mecbur olması gibi! Hatta bir gün kendi aramızda bir hayal kabine kurduk. 5-6 tanesi de tuttu. Yani sol – Kemalist bir kabine olarak zaten o beyin hükümeti denilen hükümet, bizim de düşündüğümüz şeymiş. Ondan sonra maalesef Balyoz harekatı başladı. Müthiş bir hayal kırıklığı oldu. (Baykam, 1999) 
Türkiye sosyalistlerinin bu yanılgısı, darbenin kime karşı yapılırsa yapılsın desteklenmemesi gerektiğini; çünkü sonuçlarının öngörülemeyeceğini ve bu
nedenle demokrasiyi savunmanın tarihsel bir sorumluluk olduğunu gösteren önemli ve maalesef acı bir tecrübe olmuştur.

12 Mart 1971 Askeri Muhtırası sonrasında, ordu doğrudan kurumları ele geçirmek ve meclisi feshetmek yerine, hükümeti istifa ettirerek bir teknokrat hükümeti kurdurmuştur. Bu özelliğinden dolayı 12 Mart Askeri Muhtırası’nın 28 Şubat 1997 müdahalesine de örnek teşkil ettiği düşünülebilir. 12 Mart döneminde parlamento fesih edilmeyerek meclis içerisinde 1. ve 2. Nihat Erim hükümetleri, Ferit Melen hükümeti ve Naim Talu hükümeti kurulmuş olsa bile, kurulan teknokrat hükümetleri meclis iradesine dayanmaktan ziyade, askerin taleplerini karşılayan birer kukla hükümet görünümü sergilemiştir.

12 Mart sonrasında Nihat Erim’in başbakanlığında kurulan ilk teknokrat hükümeti, askerlerin arzu ettiği reformları yapmasına rağmen; ülke genelinde yaşanan anarşi olayları durdurulamamış ve Nihat Erim’in 22 Nisan 1971 günü TRT’ye yaptığı ‘‘tedbirler balyoz gibi kafalarına inecektir.’’ açıklamasıyla, Balyoz Harekatı başlamış ve 26 Nisan 1971 günü 11 ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Sıkıyönetim kararıyla birlikte, darbenin yalnızca sağa yapılmadığı da gözle görülür boyutta ortaya çıkmış ve 28 Nisan 1971 günü yayınlanan sıkıyönetim komutanlığı kararnamesiyle darbeyi ilk aşamada yayınladıkları bildirilerle destekleyen Dev-Genç, TÖS, Devrimci Doğu Kültür Ocakları gibi sol örgütler kapatılmıştır. Bu süreci takiben silahlı mücadele yöntemini benimseyen sol örgütler daha da saldırganlaşmış ve 19 Mayıs 1971 günü THKP-C üyeleri, İsrail Başkonsolosu Elrom’u kaçırarak öldürmüştür. Elrom olayı, uluslararası baskının da eklenmesiyle birlikte, devletin otoriteyi sağlama yönünde aldığı tedbirleri sertleştirmiş ve tüm politik organizasyonlar darbe hukuku uygulanarak saldırıya uğramıştır.

Darbecilerin devlet otoritesini tesis ediş şekli, yalnızca suça karışanlarla sınırlı
kalmamış silahlı mücadeleyi benimsemeyen solcu, milliyetçi ve İslamcı dernekler de kapatılmıştır. Bu dönemde tutuklu yargılananlar hakkında işkence iddiaları
gündeme gelmiş, insan hakları ayaklar altına alınmış ve çok sayıda gazetecinin
tutuklanmasıyla basın özgürlüğü askıya alınmıştır. Diğer taraftan anarşi ortamının ortadan kaldırılmasının askeri güç kullanımı yoluyla denenmesi oldukça sorunlu durmaktadır; çünkü Demirel’in belirttiği gibi, aslında meşru hükümet ve meşru parlamentoya müdahale edilmesi de bir çeşit anarşidir. (Arcayürek, 1985) Demirel’in işaret ettiği askeri müdahalenin de bir anarşi yöntemi olduğu noktasına benzer bir bakış açısını, 12 Mart yargılamaları sırasında Mahir Çayan’ın yaptığı 220 sayfalık savunmada da görmek mümkündür. Çayan ifadesinde şu beyanda bulunmuştur:

Huzurunuza idam talebiyle getirildik. Suçumuz anayasayı tebdil, tağyir ve ilgadır. Ancak hangi anayasayı? Zira bu anayasa rafa kaldırılan anayasadır. (Milliyet, 1971) Çayan’ın askerlerin yaptığı müdahale neticesinde anayasal durumun askıya alındığı ve böyle bir durumun zaten anayasal olmadığı vurgusu, haklılık payı taşımaktadır. Diğer taraftan küçük politik grupların radikalize olması sonucunda gelişen olayların bir askeri darbeyle neticelenmesi, bu grupların dışarıdan provoke edilerek, kaos ortamının yaratıldığı kuşkusunu barındırmaktadır.

12 Mart darbesinin yarattığı toplumsal sonuçlara bakıldığında, 27 Mayıs ve 12 Eylül müdahalelerine kıyasla toplumun sosyal ve ekonomik hayatını daha az etkilediği belirtilebilir. Ancak darbe siyasal zeminde keskin değişimlere yol açmıştır. Zira solun ve sağın NATO karşıtı güçleri büyük ölçüde tasfiye edilmiştir. 12 Mart Askeri Muhtırası’nın tek amacının anarşinin ortadan kaldırılması olmadığını, Milli Nizam Partisi(MNP) ve TİP gibi silahlı mücadeleyi  Kabul etmeyerek yasal durumla bağlarını koparmamaya ve parlamenter sistemin içinde kalmaya özen gösteren partilerin kapatılması da göstermektedir.

12 Mart muhtıra dönemi, 1973 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde askerlerin tüm taleplerine rağmen, istedikleri ismi seçtirememeleriyle sonuçlanmıştır. Geçmiş dönemlerde askerlerin istediği isimler bir teamül şeklinde meclis tarafından cumhurbaşkanı seçilirken, askeri hiyerarşinin devlet yönetimini kontrol ettiği bir muhtıra döneminde, Ecevit ve Demirel anlaşarak askerlerin baskılı taleplerine karşı direnmiş ve Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanı seçilmesini sağlamıştır. Bu durum sivil demokrasinin 12 Mart muhtırasıyla kendisine saldıran askeri bürokrasiye verdiği bir cevap olarak değerlendirilebilir. Demokrasiye tam anlamıyla dönüş ise, 1973 yılında yapılan genel seçimlerle gerçekleşmiştir. 1973 genel seçimlerinden CHP birinci parti olarak çıkmış ve CHP ile Milli Selamet Partisi arasında bir koalisyon hükümeti kurulmuştur.

3. 12 Mart Askeri Muhtırasında Dış Dinamikler ve Haşhaş Meselesi

12 Mart Muhtırası’nın ortaya çıkmasına yol açan nedenler arasında pek çok durum sayılabilir. Ancak darbelerin yalnızca toplumların iç dinamiklerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını düşünmek sağlıklı bir düşünce değildir. Zira yukarıda ifade edildiği gibi, 27 Mayıs askeri müdahalesini yapanlar, darbenin ertesi gününde NATO’ya ve CENTO’ya bağlılıklarını bildirmiş, daha sonra gerçekleşen 12 Eylül darbesi de, 24 Ocak kararlarının uygulanmasıyla Türkiye’nin liberalize edilmesi sürecinin mihenk taşı olmuştur. 

Bu nedenle 12 Mart Muhtırası yorumlanırken darbenin dış politik gelişmelerle ilişkilendirilmesi yanlış olmayacaktır; çünkü ABD, bir Soğuk Savaş ideolojisi olarak devletleri, demokratik durumlarından ziyade jeopolitik önemleri çerçevesinde değerlendirmektedir. Bundan dolayı ABD her dönemde, ‘‘Sovyet tehdidinin’’ ortaya çıktığı bir ülkede, askeri darbe durumunu desteklenebilir bir seçenek olarak düşünmüştür.

12 Mart öncesi Türk dış politikası; yani Demirel hükümetinin politik tercihleri,
ABD’den bağımsız bir dış politika geliştirme arayışlarını ön plana çıkartmaktaydı.
Üstelik 12 Mart öncesi politik zeminde hızla yükselen bir Amerikan karşıtlığı mevcuttu.

13 Ocak 1966’da Cüneyt Arcayürek yayınladıktan sonra Türk toplumunun öğrendiği meşhur Johnson Mektubu, Türk toplumunda ABD’ye olan öfkeyi arttırmış, sol gruplar ‘‘Go Home Yankee’’ sloganını bayraklaştırmıştır. Johnson mektubunun yayınlanmasını takiben, Türk kamuoyunda Amerika’nın liderlik ettiği savunma paktı sorgulanarak çok yönlü bir dış politika arayışı dillendirilmeye başlanmıştır. Johnson mektubu sonrasında, Türkiye NATO’nun bir güvenlik teminatı sağlamadığını görmüş ve özellikle ABD’ye olan silah bağımlılığı politik karar alıcılarda büyük rahatsızlık yaratmıştır. Buna bağlı olarak Türkiye, silah sanayinde milli bir endüstrinin geliştirilmesine yönelik adımlar atmıştır. (İşyar, 2013)

Türkiye’de artan ABD ve NATO karşıtlığına paralel olarak, Türk dış politikasında
Sovyetler Birliği, Arap ülkeleri ve üçüncü dünya ülkeleriyle yakınlaşmalar
yaşanmıştır. Özellikle 1967 Mart’ında Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında
imzalanan sanayi yardımı antlaşması, 12 Mart öncesi Türk dış politikasındaki çok
yönlülük arayışını göstermektedir. (Çiftçi, 2010)

Türk toplumundaki ABD karşıtlığı, Johnson mektubunun açıklanmasıyla birlikte
artarken yaşanan gelişmeleri, haşhaş krizi takip etmiştir. 12 Mart öncesinde, Türkiye ile ABD arasında haşhaş üretiminden kaynaklanan gergin bir dönem yaşanmaktaydı. Nixon yönetimi, Amerikan askerleri ve gençleri arasında hızla yaygınlaşan afyon kullanımından Türkiye’yi sorumlu tutuyordu. ABD’nin Menderes ve İnönü dönemlerinde de talep ettiği Haşhaş üretiminin yasaklanması isteği, sürekli olarak reddediliyor ve haşhaş üretiminin Türk çiftçisinin önemli bir gelir kaynağı olduğu düşünülüyordu. Bu konu Türkiye – Amerika ilişkilerindeki gerilimi tırmandırmakta idi. ABD, Türkiye’ye yaptığı ekonomik ve askeri yardımları kesme noktasına gelmişti. Geçmiş dönemlerde İnönü, Menderes ve Demirel hükümetleri tarafından reddedilen haşhaş üretiminin yasaklanması talebinin, 12 Mart Askeri Muhtırası sonrasında Nihat Erim hükümeti tarafından kabul edilmesi, muhtıranın ABD ile ilişkilendirilmesinin yanlış olmayacağını göstermektedir. Üstelik Nihat Erim’in anılarında görülen ‘‘12 Mart muhtırası verildiği gün ben Roma’da idim.

NATO Savunma Koleji toplantısı için 3 gün önce Roma’ya gelmiştim.’’ (Erim, 2005) ifadesi oldukça düşündürücüdür. Zira Muhtıra verildiği günü ve öncesindeki günleri NATO toplantısında geçiren Erim, darbe hükümetinin başbakanı olmuştur.

Darbeleri dış güçlerle ilişkilendirme eğilimi Kaynak’ta da görülmektedir. Kaynak,
Darbeli Demokrasi isimli kitabında ‘‘Türkiye’deki siyasi olaylarda büyük ölçüde dış müdahaleler görüyorum. Askeri müdahalelerin dış boyutu olduğuna inanıyorum.’’ diyerek darbelerin uluslararası boyutuna işaret etmiştir. (Kaynak, 2006) Darbeler ile dış güçlerin ilişkilendirilmesi meselesi, 3 Nisan 1971’de Birinci Nihat Erim hükümetinin güvenoyu tartışmasının yapıldığı meclis toplantısında Bülent Ecevit tarafından da gündeme getirilmiştir. Ecevit, darbe hükümetinin kapitalist güçleri, NATO’yu, Ortak Pazar’ı ve sermaye sınıfını doyurmak için kurulduğunu (Arcayürek, 1985) iddia etmiştir. Ecevit’e benzer bir bakış açısı siyasi zeminin sağında konumlanan ve muhtıra öncesinde Demirel hükümetinin Dışişleri Bakanı olan Sabri Çağlayangil’de de bulunmaktadır. Çağlayangil’e göre, ABD, Türk hükümetinin iç siyasi nedenlerle zayıflamasını fırsat bilerek düşüş sürecini hızlandırmıştır. Demirel hükümetinin düşürülmesiyle birlikte, Türkiye’nin NATO karşıtı davranışları sonlandırılmış (Bayram, 2015) ve sol ve sağ politik çevrelerde gelişen NATO muhalefeti, askeri güç kullanılarak sert bir biçimde ezilmiştir.

Sonuç

Ordunun rejimi koruma, kaybolan devlet otoritesini tesis etme ve toplumu
Atatürk’ün işaret ettiği muasır medeniyetler seviyesine taşıma gibi iddialarla yaptığı müdahaleler, her seferinde kamu vicdanında bir öncekinden daha derin yaraların açılmasına sebep olmuştur. Aynı zamanda askerlerin yaptığı müdahalelerin, daha ideal ve daha modern bir toplum yaratmadığı ve darbelerin toplum tarafından benimsenmediği görülmüştür. Elbette burada şunu da belirtmek gerekir, bu askeri müdahalelerin bir kolektif temsil niteliği doğmuştur. Askeri müdahalelerin ürettiği kolektif temsiller, “toplumsal emir kipi” niteliği taşımıştır. Bunlar siyasal-toplumsal dinamik yaratmakta, toplumsal ikna ve dönüştürücü atılım sağlamakta kullanılmıştır (Karagöz, 2011: 298). 27 Mayıs 1960 günü gerçekleşen askeri müdahale, darbenin hedefi olan Demokrat Parti’nin siyasi geleneğini yok edememiş ve kısa bir süre sonra, bu gelenek yeniden güçlü bir biçimde tek başına iktidar olmuştur. DP geleneğinin yeniden iktidar olması, sol grupların 27 Mayıs’a güvenerek orduya yeniden bir ‘‘kurtarıcı’’ misyonu biçmelerine sebep olmuş ve toplumsal kutuplaşmayı arttırmıştır. Bu nedenle 12 Mart askeri müdahalesinin sebebinin 27 Mayıs’ın yarattığı toplumsal düzen olduğunu iddia etmek oldukça tutarlıdır. 27 Mayıs ile 12 Mart arasında kurulan bu ilişki, 12 Mart ile 12 Eylül arasında da kurulabilir. Bu anlamda darbelerin demokrasi getirmediği gibi, yeni sancılara yol açarak ve bir sonraki darbenin nedenlerini de oluşturduğu görülmektedir.

12 Mart örneği, demokrasinin pratikte tamamen rafa kaldırılmadığı, yasama
organının baskı altında da olsa görevine devam ettiği bir durum gibi görülse bile,
politik güç ilişkileri boyutunda siyasi sahneyi radikal biçimde yeniden tasarlamıştır.
Siyasi yelpazenin solunda ve sağında yer alan politik organizasyonlar içerisinde
NATO karşıtı olan kanatlar tasfiye edilmiş ve Türkiye’nin Amerikan karşıtı tepkileri törpülenmiş, solun ve sağın anti – Amerikancı grupları marjinalleş tirilerek sistemin dışına itilmiştir. Cumhuriyet dönemi darbeleri genellikle Türk dış politikasında çok yönlülük arayışlarının yaşandığı ve toplumun iç dinamiklerinde Amerikan karşıtlığının belirginleştiği dönemlerde gerçekleşmiştir. Darbelerin gerçekleştiği dönemlerin bu politik ortamı da oldukça düşündürücü dür. Zira Cumhuriyet dönemi darbelerinin tamamı, Türkiye’nin NATO üyeliği sonrasında yaşanmıştır. 12 Mart özeline dönecek olursak, MDD tezinden koparak silahlı mücadele yöntemlerini benimseyen sol gruplar, hızla radikalize olmuş ve toplum nezdindeki sempatisini kaybetmiştir. 

Bunun yarattığı fırsatı değerlendirme yi bilen darbeciler, siyasi yelpazenin hem solunda hem de sağında yer alan legal siyasi partileri yeniden tasarlamış ve partilerin içerisinde Amerika’dan bağımsız bir gelecek tasavvuru bulunanları sistemin dışına itmiştir.

Yön tecrübesiyle birlikte 12 Mart darbesi, toplumun modernleştirilmesinde öncü
unsurun askeri sınıf olmasını beklemenin yanlış bir beklenti olduğunu ortaya
koymuştur. Türk toplumu demokrasi hayatında yaşadığı tüm acı tecrübelere
rağmen; darbelerin ardından yapılan seçimlerde, inatla darbe kültürünün
kurumsallaşmasına karşı çıkmış ve darbecilerin öne çıkarttığı isimlerin aksine, kendi tercihlerini politik karar alma noktalarına taşımıştır. İlk olarak 27 Mayıs’ta,
sonrasındaysa çalışmamızın da konusu olan 12 Mart’ta ve daha sonra da 12 Eylül ile 28 Şubat müdahalelerinde yaşanan acı tecrübeler, zaman içerisinde toplumun demokrasi bilincini yükseltmiş ve milletin demokrasi bilincinin yükselmesinin en güzel örneği 15 Temmuz darbe girişimi gecesinde görülmüş tür. Bir bakıma “bize göre demokrasi” yanılsamasının önüne geçilmiş ve görece evrensel olarak kabul edilen demokrasi, en zor zamanda bile, bir ölçüt olarak alınmıştır (Karagöz Yerdelen, 2012: 179). Bu nedenle aslında 15Temmuz örneği, demokrasinin içselleştirilmesiyle yeni 12 Mart’lar yaşanmasının engellenebileceğini göstermesi bakımından da son derece önemlidir.

Kaynakça

Açıkkaya, S. Türkiye’de Sol Akımların Türk Devrimi Algılamaları 27 Mayıs 1960 - 12 Mart 1971, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul 2009, s.163
Akıncı, A. ‘‘Türkiye’nin Darbe Geleneği: 1960 ve 1971 Müdahaleleri’’, Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, Eskişehir, Nisan 2014, s.55-72, s.67
Akman, N. ‘‘Mihri Belli’nin 1992’de Verdiği Röportaj’’, Röportajlık, 18.12.2014,
www.roportajlik.com/mihri-bellinin-1992de-verdigi-roportaj,    Son Erişim Tarihi: 28.11.2016
Altun, F. ‘‘Kemalist Bir Modernleşme Yorumu Olarak Yön Dergisi’’, Türkiye
Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 2, Sayı 1, İstanbul, 2004, s.551-575, s.558
Arcayürek, C. Çankaya’ya Giden Yol, Bilgi Yayınları, Ankara, 1985, s.357
Arcayürek, C. Çankaya’ya Giden Yol, Bilgi Yayınları, Ankara, 1985, s.100
Avcıoğlu, D. ‘‘Sosyalizmden Önce Atatürkçülük’’, Yön, Ankara, 10.04.1963, s.69
Aydemir, Ş. ‘‘Türk Sosyalizmi ve Fikir Atatürkçülüğü’’, Yön, Ankara, 31.01.1962, s.7
Baykam, B. 68’li Yıllar Tanıklar, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999, s.48
Bayram, M. ‘‘Soğuk Savaş Döneminde Türkiye Amerikan İlişkilerinin Sürekliliğinde Askeri Darbelerin Rolü’’, Ahi Evran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 2, Sayı 1, Kırşehir, 2015, s.31-43, s.36
Çiftçi, K. Tarih, Kimlik ve Eleştirel Kuram Bağlamında Türk Dış Politikası, Ankara, 2010,s.284
Dehri, A. ‘‘ 12 Mart 1971: Darbeler Zincirinin Özgün Halkası’’, Teori ve Politika, Sayı 41, Ankara, Kasım 2006, http://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/212-
12-Mart-1971-darbeler-zincirinin-ozgun- halkasi, Son Erişim Tarihi: 05.12.2016
Erim, N. 12 Mart Anıları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005, s.173
Erol, Ö. Asker-Devrim-Darbe, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2003, s.775
Güzel, H., ‘’12 Mart Muhtırası’’, 12.03.2010,
http://www.timeturk.com/tr/makale/hasan-celal-guzel/12-mart- muhtirasi.html,   Son Erişim Tarihi: 13.10.2016
İşyar, Ö. Karşılaştırmalı Dış Politikalar, Dora Yayınevi, Bursa 2013, s.492-493
Karagöz, B. Toplumsal Adalet ve Totalitarizm, Divan Kitap, Ankara, 2011
Karagöz, B. “Devlet”, Siyaset Sosyolojisi, Lisans Yayıncılık, İstanbul, 2013a, s. 57-100
Karagöz, B. “Siyasal İdeolojiler”, Siyaset Sosyolojisi, Lisans Yayıncılık, İstanbul, 2013b, s.101-148.
Karagöz Yerdelen, B. Demokrasi, Siyaset Bilimine Giriş, Lisans Yayıncılık, İstanbul, 2012,s. 169-189
Karagöz Yerdelen, Betül, Türk ve Amerikan Anayasaları’nın Kurucu Ruhu, Divan Kitap, Ankara, 2016
Kayalı, K. Ordu ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s.152
Kayalı, K. Ordu ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s.181-182
Kayalı, K. Ordu ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s.182-183
Kaynak, M. Darbeli Demokrasi, Timaş Yayınları, İstanbul 2006, s.63
Kaynak, M. Darbeli Demokrasi, Timaş Yayınları, İstanbul 2006, s.61
Köse, S. Türk Demokrasi Hayatında 12 Mart 1971 Muhtırası, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Afyon, 2010, s.115
Köse, S. Türk Demokrasi Hayatında 12 Mart 1971 Muhtırası, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Afyon, 2010, s.141
Milliyet, ‘‘Çayan 220 Sayfa Tutan Savunmasını Okudu’’, 18.11.1971, s.9
Öner, A. ‘’12 Mart Askeri Muhtırası ve Darbe Geleneği’’, 12.03.2012,
www.tımeturk.com/tr/12-mart-muhtırası- ve-darbe-geleneği.html, Son ErişimTarihi:28.11.2016
Şahin, İ. 12 Mart’tan 12 Eylül’e 68 Kuşağı Öğrenci Hareketleri, Dokuz Eylül ÜniversitesiAtatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İzmir, 2014, s.49
Yanardağ, M. Kadro Hareketi, Destek Yayınevi, İstanbul, 2012, s.197

https://www.academia.edu/35659453/12_Mart_Askeri_Muht%C4%B1ras%C4%B1_ve_T%C3%BCrk_Demokrasisi


***

12 MART ASKERİ MUHTIRASI VE TÜRK DEMOKRASİSİ. BÖLÜM 1

12 MART ASKERİ MUHTIRASI VE TÜRK DEMOKRASİSİ


Doğacan BAŞARAN*

*Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi, 

dc.basaran@hotmail.com


ÖZET

Askerler;  Ordu-Millet geleneğiyle şekillenen Türk devlet sistemi içerisinde her
dönemde devletin belirleyici unsurlarından olmuştur. Askerlerin devletin karar alma mekanizması içerisindeki bu ağırlığının temel nedeni, işgal altındaki Anadolu topraklarını işgalden kurtararak bağımsız ve çağdaş bir devlet yaratan kadroların büyük çoğunluğunun asker kökenli olmasıdır. Ancak Anadolu Devrimi’ni yapanların kafasında hiçbir zaman bir militarist diktatörlük kurma fikri yer almamıştır. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı bile, milletin temsilcilerinden oluşan TBMM tarafından yürütülmüş, savaş ortamında alınan kararlar da dahi milli irade
aranmıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasında da Cumhuriyet ilan edilerek çok partili siyasi hayata geçilmesi konusunda girişimler gerçekleşmiştir. Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle birlikte devlet geleneği içerisinde ağırlığı olan askerler; aslında Cumhuriyeti kuranların üniformayla siyaseti ayırma konusunda gösterdikleri büyük hassasiyete rağmen; kendilerine iç tehditlere karşı Cumhuriyet’i korumak gibi bir vazife edinmiş ve milletin kendi iradesiyle seçtiği kadroları demokratik olmayan yöntemlerle siyasetin dışına itmiştir. Bunun ilk örneği 27 Mayıs 1960’ta gerçekleşen askeri darbeyken Türk Silahlı Kuvvetleri’nin emir-komuta zinciri içerisinde gerçekleştirdiği ilk darbe, 12 Mart 1971 Muhtırası olmuştur. Cumhurbaşkanı Sunay’a kuvvet komutanlarının imzaladığı bildirinin iletilmesi ve radyoda okunması sonrasında Demirel hükümeti istifa etmiş ve demokrasi tamamen olmasa da kısmen askıya alınmıştır. Bu dönemde CHP milletvekili Nihat Erim’in başında bulunduğu bir teknokrat hükümeti kurulmuştur. Darbenin emir-komuta zinciri içersinde gerçekleşmesi bakımından 12 Eylül’e örnek olduğu ifade edilebilir. Diğer taraftan askerlerin doğrudan kurumları ele geçirmek yerine, hükümeti istifa ettirip bir teknokrat hükümeti kurdurması yönünden de 28 Şubat müdahalesine örnek teşkil ettiği de ifade edilebilir. Bu bildiride 12 Mart Muhtırası’yla Türk demokrasisine indirilen asker darbesi anlatılmaktadır.

Giriş

Etimolojik olarak Yunan diline dayanan ‘‘Demokrasi’’ sözcüğü, halk anlamına gelen ‘‘Demos’’ ve iktidar anlamına gelen ‘‘Kratos’’ sözcüklerinin birleşmesinden
oluşmaktadır. Demokrasi halkın temsil yetkisi verdiği temsilciler aracılığıyla
yönetime katılması durumudur. Elbette bütün ülkeler için tek model bir kalıpdemokrasinin bulunmadığı açıktır. Bunun belki de en geçerli nedeni, özgürlüğü idealize eden bir yönetim biçiminin kendi doğasından kaynaklanan esnekliktir (Karagöz Yerdelen, 2012: 179). Bu nedenle anayasal kaidelerle güvence altına alınmış olan demokratik sistemlerin, ordu içerisindeki hiyerarşinin gücüyle veya ordu içerisindeki hiyerarşinin dışına çıkmış bir kliğin etkinliği çerçevesinde, ortadan kaldırılması durumuna askeri darbe denilmektedir. Türk demokrasi tarihine bakıldığında, asker - sivil ilişkilerinin aynı zamanda bir darbeler tarihi olduğu görülmektedir.

Türk devlet geleneği içerisinde her dönemde önemli bir ağırlığı bulunan askerler,
darbeler tarihinin bir parçası olarak zaman zaman devlet rejiminin korunması ve
kaybolan devlet otoritesinin yeniden tesis edilmesi gibi iddialarla devlet yönetimine el koyarak demokrasiyi rafa kaldırmışlardır. Askerlerin belli dönemlerde devlet yönetimine müdahale etmesi, tarihsel gelenekleriyle ilişkili olup sistem içerisinde oluşturdukları hegemonik üstünlüğü sivillerle paylaşmayı istememelerinden kaynaklanmaktadır. Askerlerin bu davranışında Türk aydın sınıfının ‘‘toplumsal ilerleme’’ konusunda halka güvenmeyerek ‘‘ilericiliğin’’ ordu eliyle yukarıdan aşağıya getirilmesi konusunda bir kanaatinin bulunması etkili olmuştur.
Aydınların halkın demokrasi bilincinin geliştirilmesi yönündeki aydın
sorumluluğunu yerine getirmemesi, toplum içerisinde darbelere karşı bir demokrasi bilincinin gelişmesini geciktirmiştir. Oysa tarihsel tecrübelerimiz, özellikle Balkan Savaşları’nın öğrettikleri, ordunun siyasete karışmasının bedelinin ne kadar ağır olduğunu göstermektedir. Bu nedenle cumhuriyeti kuran kadrolar, Balkan Savaşları tecrübesinden çıkardıkları derslerle ordunun siyasete karışmaması konusunda çok hassas davranmışlar ve cumhuriyeti cumhurun iradesine teslim etmişlerdir. Üstelik bu kurucu kadrolar, henüz cumhuriyet kurulmadan önce, ülke işgal altındayken yürütülen Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı milli iradeye dayandırarak meclis kararları çerçevesinde yönetmişlerdir. Cumhuriyeti kuran kadroların tüm bu hassasiyetlerine rağmen; ordu 27 Mayıs 1960 günü devletin yönetimine el koymuş ve çok partili siyasi hayatımızın henüz emekleme aşamasındaki bir zamanında, Türk demokrasisine büyük bir darbe vurmuştur. Milletin seçtiği yöneticiler, darbe hukukunun işlediği çok da adil olmayan bir şekilde yargılanmış ve Başbakan Adnan

Menderes ile birlikte, dönemin Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu idam edilmiştir. İdamlar milletin vicdanında derin bir yara açmış ve millet, Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak değerlendir diği Adalet Parti’sini darbeden yalnızca 5 yıl sonra iktidara, Süleyman Demirel’i de başbakanlığa taşımıştır.

Süleyman Demirel’in başbakanlığı, ‘‘ilericiliğin’’ ordu eliyle topluma yukarıdan
aşağıya doğru getirilmesini bekleyen bazı aydınları, yeni bir ‘‘27 Mayıs’’ beklentisine itmiş ve 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası’na giden politik gerilim sürecini başlatmıştır.

Bu nedenle bu bildiride, askeri darbelerin Atatürk modernleşmesiyle bağdaşmadığı, darbelerin dış politikadaki çok yönlülük arayışlarının geliştiği dönemlerde toplumsal kaos ortamı bahane edilerek gerçekleştiği ve Türk toplumunda gerçekleşen darbelerin kabul görmediği ortaya koyulmaktadır. Diğer bir açıdan bakıldığında, şu gerçeği görmek gerekir,Türkiye’de çok uzun süremli yaşanan nitelikli demokrasi sorunu ve elbette buna bağlı anayasa sorunu, Silahlı Kuvvetler’in müdahaleleri kadar, ülkenin kapitalizmin çevre konumundan çıkmasının yarattığı yapısal gerilimin de bir sonucudur.(Karagöz, Yerdelen, 2016: 54).

1. 12 MART MUHTIRASI’NI HAZIRLAYAN SEBEPLER

27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi, çok partili siyasi hayatımızın henüz çok erken bir aşamasında demokrasiyi rafa kaldırarak cumhuriyet dönemimizin ilk askeri
darbesini yaşatmış ve milletin temsilcilerini idam ederek kamu vicdanını yaralamış olmasına rağmen; yumuşak ve özgürlükçü olarak değerlendirilebilecek bir anayasa yaratmıştır. Bu anayasal durum sol ve sağ radikalizmin yükselme fırsatı yakaladığı bir toplumsal ortama sebep olmuştur. Oluşan toplumsal ortamı, dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın ‘‘toplumsal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı.’’(Dehri, 2006) ifadesinde gözlemlemek mümkündür. Toplumsal uyanışın etkisiyle, özellikle radikal sol ideolojiler, öğrenci grupları, aydınlar ve genç subaylar arasında tartışılır hale gelmiştir.(Köse, 2010) Bu tartışmayı yürüten gruplar, Adalet Partisi’nin 1965 seçimleriyle iktidara gelmesi sonucunda, parlamenter sistem içerisinde bir sosyalist iktidar yaratma seçeneğine ilişkin umutlarını yitirmeye başlayarak daha fazla radikalize olmuşlardır.

1960’lı yıllarda gelişen sol hareketler, 1965 ve 1969 genel seçimlerinin sonuçlarına bağlı olarak demokrasi dışı yöntemleri yüksek sesle tartışmaya başlamıştır. Bu tartışmalara Günaydın gazetesinin Demirel hükümeti hakkında başlattığı yolsuzluk iddialarına ilişkin propagandanın eklenmesi hükümete karşı gelişen toplumsal tepkiyi arttırmıştır. Gelişen toplumsal tepki, işçi ve öğrenci eylemlerinin de büyümesine yol açmış ve bir kaos ortamı oluşmuştur. Oluşan kaos ortamı, toplumsal modernleşme konusunda orduya devrimci bir rol biçenlerin arzu ettiği bir durum olarak 9 Mart Cunta girişimine zemin hazırlamıştır. 9 Mart’taki cunta girişiminin başarısız olmasıysa, başarılı bir darbenin önünü açmış ve 12 Mart günü demokrasi askıya alınarak askerlerin ana aktör olduğu bir rejime geçilmiştir.

1.1. 12 Mart’a Giden Yol: 1965 Seçimleri

27 Mayıs sonrasında kurulan Adalet Partisi(AP), Demokrat Parti(DP)’nin oy tabanını hedefleyerek siyasete girmiş ve bu amaca yönelik geliştirdiği söylemler sonucunda, topluma Demokrat Parti’nin politik mirasçısı olduğu fikrini kabul ettirtmeyi başarmıştır. Ayrıca 27 Mayıs 1960 müdahalesi sonrasında kurulan koalisyon hükümetlerinin istikrarsız bir görüntü çizmesi ve sosyal ve ekonomik sıkıntıların bir türlü çözülememesi milletin DP döneminde olduğu gibi, istikrarlı bir tek parti iktidarı arayışına yönelmesine sebep olmuştur. Böyle bir toplumsal zeminde gerçekleşen 1965 genel seçimleri, toplum nezdinde Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak görülen Adalet Partisi’ni %52’lik bir oy ile iktidara taşımıştır. Bu seçim sonuçlarında Cumhuriyet Halk Partisi(CHP)’nin 27 Mayıs ile ilişkilendirilmesinin yarattığı algının büyük bir payı bulunmaktadır.

1965 genel seçimleri, iktidara DP’nin mirasçısı olan AP’yi taşıyarak yalnızca güçlü bir sağ iktidar yaratmamıştır. Aynı zamanda Türkiye İşçi Partisi(TİP)’nin 15 milletvekili çıkartmasıyla sosyalistlerin ilk kez mecliste grup kurmalarını sağlamıştır. TİP’in seçim başarısı, Türkiye’de sınıf mücadelesini öne çıkartmış ve sol – sosyalist görüşler geniş bir özgürlük alanı yakalamıştır. Özellikle dünya genelinde konjonktürel bir hareket olarak gelişen 1968 gençlik hareketlerinden Türkiye’nin de etkilenmesi, 68 kuşağı denilen bir kuşağın ortaya çıkmasıyla sonuçlanmış ve öğrenci hareketlerinin politik niteliğini farklılaştırmıştır. 1968 yılında yaşanan üniversite boykot ve işgalleriyle birlikte, öğrenci grupları kendilerinde Türkiye’deki politik sistemi değiştirebilecek gücü görmeye başlamıştır. Öğrenci gruplarının bu şekilde radikalleşen tutumu gençlik eylemlerinin sertleşmesine sebep olmuştur. 1969 seçimlerine giden Türkiye’de, öğrenci olayları kontrol edilemez bir hal almaya başlamış ve 1969 yılı Ocak ayında ODTÜ’de Amerikan Büyükelçisi’nin arabası, sol görüşlü öğrenciler tarafından yakılmıştır. Bu olay aynı zamanda, gençlik arasında yayılan anti – Amerikancı duyguların yükselişini temsil etmektedir.

1.2. 12 Mart’ın Temel Nedeni: 1969 Seçimleri:

1969 genel seçimlerinde, artan öğrenci eylemleri ve yükselen sınıf bilinciyle gelişen toplumsal muhalefete rağmen; AP yeniden tek başına iktidara gelmiştir. Aynı zamanda bu seçimlerde seçim sisteminde değişiklik yapılmış ve 1965 yılında AP’nin tek başına iktidara gelmesini önlemek amacıyla uygulanan milli bakiye yöntemi kaldırılarak geçmişte kullanılan nispi temsil sistemine dönülmüştür. Küçük partilere siyasal temsil imkanı sağlayan milli bakiye sistemi, küçük partileri sistem içinde tutarak bu partilerin radikalleşmesini azaltan bir yöntemdir. 1969 seçimlerinde milli bakiye sistemi bırakılarak nispi temsil sistemine geçilmesi, küçük partilerin sistem içerisinde barınma olanağını azaltmıştır. İşte bu nedenle, 1969 genel seçimleri, TİP’in1965 seçimleriyle benzer bir oy oranını yakalamasına rağmen; yalnızca 2 milletvekili çıkartması ve mecliste grup oluşturamamasıyla sonuçlanmıştır.

1969 seçim sonuçlarında ortaya çıkan meclis görünümü, bazı sol çevrelerin
parlamenter siyasete olan inancını yitirmesine sebep olmuş ve 1965 seçimleriyle
gelişmeye başlayan sağ iktidarların demokratik seçimle gitmeyeceği veya
parlamenter siyaset neticesinde mağlup edilemeyeceği düşüncesi belirgin biçimde öne çıkmıştır. Kurtuluş Kayalı’ya göre, 1969 seçimleri, demokratik sosyalizm eğilimini taşıyan legalite yanlısı gruplarda bile, sert bürokratik arayışların gelişmesine neden olmuştur. (Kayalı, 1994) Bu anlamda 1969 seçim sonuçları, 12 Mart’ın temel sebebi olarak değerlendirilebilir.

Türkiye sosyalistlerinin parlamenter siyasete ilişkin umut bağladığı TİP’in içerisinde, Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgaliyle başlayan fikirsel ayrışma ve TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın ortaya attığı ‘‘Barışçıl, İnsancıl ve Güler yüzlü Sosyalizm’’ teorisinin yarattığı kuramsal gerilim, partinin sosyal demokratça oportünistleştiği eleştirilerini almasına sebep olmuş ve TİP içerisinde Aybar’a karşı yükselen muhalefet ile birlikte, Behice Boran’ın TİP Genel Başkanlığına giden yolu açılmıştır. Bu süreç TİP’in bölünmesiyle sonuçlanmıştır. TİP’in bölünmesi sırasında gençlik hareketleri, ‘‘Milli Demokratik Devrim(MDD)’’ tezini savunmuşlardır.

TİP’in yaşadığı ideolojik çatırdamalar neticesinde toplumsal tabanı genişleyen MDD çizgisi, aslında 1969’da gençliğin TİP’ten ayrılmasıyla popülerleşmişse de 1969 bölünmesinden daha önce yaşanan, yine TİP içi bir ayrışmaya dayanmaktadır.

TİP’ten ayrılarak Türk Solu dergisini çıkartmaya başlayan ve Atatürkçülüğü halkçı ve milli sosyalizm olarak yorumlayan Mihri Belli, Milli Demokratik Devrim
teorisinin ortaya çıkmasına öncülük etmiştir.

1968 yılında gerçekleşen öğrenci eylemleri sırasında, gençlik muhalefeti
radikalleşirken TİP, halkın desteğini almayan ve küçük bir azınlığa dayanan
sosyalizmin başarılı olmayacağına inanarak kendi politik konumunu belirlemiştir.
Bu nedenle TİP, legaliteden kopmamak ve marjinalleşmemek amacıyla öğrenci
eylemlerine kayıtsız kalmıştır. TİP’in öğrenci eylemlerine ilgisiz kalması, TİP
içerisinde faaliyet gösteren Fikir Kulüpleri Federasyonu(FKF) başkanı Doğu Perinçek ve arkadaşlarının MDD saflarına katılmasına sebep olmuş ve bu ekip Aydınlık dergisinin çıkartılmasına öncülük etmiştir. Zaman içerisinde Aydınlık, MDD teorisinin yayın organı haline dönüşmüştür.

Milli Demokratik Devrim anlayışı özünde aşamalı bir devrim anlayışını savunur.
MDD teorisyenleri tarafından ‘‘Sosyalist’’ devrimin gerçekleşebilmesinin ön koşulu olarak öncelikle bir ‘‘Demokratik’’ devrimin gerçekleşmesi gerektiğine inanılır. Bu nedenle ‘‘Sosyalist Türkiye’’ yerine ‘‘Gerçekten Demokratik ve Tam Bağımsız Türkiye’’ sloganını benimseyen MDD anlayışı, feodaliteye karşı demokratik, emperyalizme karşı milli ve kurulu düzene karşı devrimci bir teoriye dayanan çözümlemeyi geliştirmiştir. Bu anlamda MDD kadrolarının Türkiye’ye özgü milli sosyalizm anlayışını benimsedikleri belirtilebilir. MDD çizgisinin milli sosyalizm (sol - Kemalizm) anlayışı bakımından Yön - Devrim hareketiyle benzerlik gösterdiği görülmektedir. Bundan dolayı Mihri Belli’nin TİP’ten kopuş sürecinde yazdığı bazı yazılar Yön dergisinde de yayınlanmıştır.

MDD tezi tıpkı Yöncülerin fikirlerinde olduğu gibi, Türkiye’de henüz büyük bir
proleter sınıfın oluşmadığına inanarak devrimci rolün asker ve sivil aydınlara
düştüğünü iddia etmiştir. Aslında MDD tezinin yaygınlaşmasını sağlayan da sınıf
siyasetine dayanmak yerine, jakoben bir anlayışla toplumu dönüştürme fikrine
dayanan bu iddiası olmuştur. MDD tezinde ve Yön örneğinde görüldüğü gibi, TİP
dışındaki sol gruplarda demokrasi dışı illegal yöntemlerin tartışılması oldukça
olağanlaşmıştır. Sol grupların bir bölümü, özellikle Yöncüler, ordunun silah gücüne vurgu yaparak militarist bir diktatörlük kurulması fikrini savunurken, bir kısmı da, özellikle gençlik hareketleri boyutu, gençlik heyecanının da etkisiyle, halkın silahlandırılması yoluyla ‘‘Gerilla Devrimi’’ metodunun benimsenmesi gerektiğine ilişkin görüşleri dillendirmiştir.

MDD grubunun karar alıcıları, solun yaşadığı radikal tartışmaları görerek solun
illegalleşmesinden ve terörizme olmasından çekinmişlerdir. Bu nedenle Mihri Belli öncülüğündeki MDD kadroları, yasal bir siyasi parti kurulması fikrini savunarak solun radikalize olmasından kaçınmışlardır. Ancak yeni ve legal bir siyasi parti kurulması fikri, sanılanın aksine ters bir etki yaratarak solun radikalleşmesini engellemek bir yana, hızlandıran bir bölünmeyle sonuçlanmış ve 12 Mart’a toplumsal zemin hazırlayan sol fraksiyonlar ortaya çıkmıştır. Sol fraksiyonların ortaya çıkması olarak literatüre giren bu ayrışma, 29 - 30 Ekim’de toplanan ‘‘Proloter Devrimci Kurultayı’’nda gerçekleşmiştir. Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu(Dev - Genç)’nun Ankara kolu, Mihri Belli’nin liderliğinde kurulan yasal siyasi partiye ve özellikle de toplanacak olan kurultayın divan başkanlığı için önerilen ve eski komünist sıfatıyla tanımladıkları Hikmet Kıvılcımlı ismine karşı çıkmıştır. (Açıkkaya, 2009) Kurultayın hemen öncesinde Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kurtuluş Dergisi’nde yayınladıkları ‘‘Aydınlık’a Açık Çağrı’’ başlıklı bildiri, önemli bir kırılma noktası olmuş, MDD çizgisinde Mihri Belli’nin liderliği sorgulanarak büyük bir bölünme yaşanmış ve MDD tezinden kopan sol gruplar ‘‘Gerilla Devrimi’’ hayallerine kapılarak silahlı mücadele yöntemlerine yönelmiştir. Bundan dolayı 1968-69 yıllarında politik niteliği değişen öğrenci hareketlerinin 1970’lerde demokratik niteliğinin de değiştiği ifade edilebilir.

Gerilla tipi mücadele temelinde yaşanan fraksiyonlaşma sürecinde, sol gruplar
homojen bir görüntü sergilememiş ve yöntemsel anlamda ‘‘Çin Tipi Gerilla
Devrimi’’nin mi; yoksa ‘‘Latin Amerika Tipi Gerilla Devrimi’’nin mi benimsenmesi
gerektiği konusunda önemli tartışmalar yaşanmıştır. Yaşanan bu tartışma aynı
zamanda ‘‘Kır Gerillası’’ yönteminin mi; yoksa‘‘Şehir Gerillası’’ yönteminin mi
benimsenmesi gerektiği şeklinde yaşanan tartışma olarak bilinmektedir. Bu dönemdesol gruplarda yalnızca hayal edilen devrimin yöntemsel boyutunda bir ayrışma yaşanmamıştır. Sol gruplar algılanan sosyalizm tanımlamasında da, özellikle sosyalizmin evrenselliği ve özgünlüğü konusunda farklı ideolojik konumlanmalar geliştirmiştir. Kimi gruplar yalnızca işçi sınıfının öncülüğünde sınıf mücadelesi söylemini öne çıkartırken kimileri de ezilen halklar vurgusuyla etnik boyutu öne çıkan bir sosyalizm arayışına yönelmiştir. Bu grupların kurucu ideolojiye bakışında da farklılıklar bulunmaktadır. Sosyalist akımların bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi olan Kemalizme eleştirel bakarken bir diğer bölümüyse, Kemalizmi üçüncü dünyacılığın öncül ideolojisi olarak görmüş ve ulusal kurtuluşçu – devrimci bir ideoloji olarak bayraklaştırmıştır. 
Bu fraksiyonlaşma sürecinde, Deniz Gezmiş ve arkadaşları; Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu(THKO)’nu, Mahir Çayan ve arkadaşları; Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi(THKP-C)’ni, Doğu Perinçek ve Proleter Devrimci Aydınlık dergisi grubu; Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi(TİİKP)’ni ve İbrahim Kaypakkaya öncülüğündeki bir grup; Türkiye Komünist Partisi – Marksist, Leninist(TKP-ML)’i ve onun silahlı kanadı olan TİKKO’yu kurmuştur.

Sonuç olarak 12 Mart’ın gerekçesi olarak gösterilen anarşi olaylarının önü
kesilememiş gençlik hareketleri silahlı mücadeleye yönelmiş ve sol grupların silahlı mücadele yöntemlerini benimsemesi sonrasında 12 Mart’a giden süreç ivme kazanmıştır. Ülke hızla sağ – sol çatışmasına sürüklenmiştir. Mihri Belli bu süreçte yaşanan radikalleşmeye eleştirel bakmaktadır. Belli’ye göre, yükselen ve popülerlik kazanan sosyalizm, heyecanlı bir macera arayışına kurban edilmiştir. Ona göre, halk tarafından sosyalistlerin eli silahlı öcüler olarak algılandığı bir durum ortaya çıkmıştır. (Akman, 2014) Bu durumun ortaya çıkmasında MDD içerisinde yaşanan kırılmada Belli’yi sağcılıkla suçlayan sosyalistlerin stratejik ve yöntemsel hataları belirleyici olmuştur.

Sol grupların silahlı eylemlere yönelmesiyle 29 Ocak 1970’te Amerikan Büyükelçiliği önünde nöbet tutan polisler kurşunlanmış, 11 Ocak 1971’de Türkiye İş Bankası Emek Şubesi soyulmuş ve 4 Mart 1971 günü THKO, Ankara’da 4 Amerikalı askeri kaçırmış ve karşılığında bir miktar fidye ile birlikte tüm devrimci arkadaşlarının serbest bırakılmasını talep etmiştir. Öğrenci hareketlerinin yanı sıra işçi eylemlerinin de radikalleşmesi, oluşan kaos ortamını derinleştirmiş ve sınıf mücadelesini öne çıkartmıştır. Aslında böyle bir fanatizm, giderek bir çok alanda toplumsal olgu halini almıştır. Yüksek bir sempatinin bu bağlamda taraftarlığın kişi, din, ideoloji, takım, parti, sanatçı, sporcu, siyasetçi, etnisite veya ülke gibi, popüler olmuş kişi ve değerlere gösterilen çılgınca ilgi ve tutkudur (Karagöz, 2013b: 135). AP ve CHP’nin oylarıyla değişen ‘‘Grev ve Lokavt Yasası’’, tarihe 15-16 Haziran İşçi Eylemleri olarak geçen olayların yaşanmasına sebep olmuştur. 15-16 Haziran 1970’te Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu(DİSK) öncülüğünde düzenlenen protesto gösterilerinde yaşanan olaylarda ölenler olmuş, 200’ün üzerinde işçi gözaltına alınmış ve çok sayıda işçi işten atılmıştır. Sınıf temelli söylemlerin yükseldiği 1970’li yıllar sendikal mücadelenin öne çıktığı bir dönem olarak tarihteki yerini almıştır.

Tüm bu gelişmeler neticesinde oluşan kargaşa ortamını fırsat bilerek devrimin ordu eliyle gerçekleştirilmesini bekleyenler, özellikle Yön - Devrim hareketi olarak bilinen aydın hareketinden etkilenenler, 9 Mart 1971 günü başarısızlıkla sonuçlanan bir askeri darbe girişiminde bulunmuşlardır. Darbelere meşruiyet gerekçesi kazandırma özelliği olan bu tarz toplumsal kaos ortamlarının tüm darbe dönemlerinde darbelerin öncül olaylarından biri olarak yaşanması oldukça düşündürücüdür. Üstelik Cumhuriyet iktidarları, uzun yıllar süren planlı ekonomi fedakârlığına rağmen, uzun yıllar egemen sınıfı elinde tutanlar ile azınlık halindeki zenginler dışında, orta sınıf ve yoksul halkı memnun edecek bir argüman da üretememiştir (Karagöz Yerdelen, 2016: 114).

1.3. 12 Mart’ın Ayak Sesleri: 

Yön Hareketi ve 9 Mart Cunta Girişimi Türkiye’de ölüm biçimleri nedeniyle her ne kadar Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan gibi isimler romantik sol çevrelerde popüler bir saygınlık kazanmışsa da, 12 Mart öncesinde Türkiye solu içerisinde ülkede sosyalist bir ‘‘devrim’’ yapmaya en fazla yaklaşanlar, ‘‘Yön’’ dergisi çevresinde toplanan aydınlar olmuştur.

Yön, 27 Mayıs sonrasında jakoben sol fikirlerin genişleme alanı bulduğu bir politik ortamda yayın hayatına başlamıştır. Başlangıçta tüm sosyalist kesimlerin yayın yapabileceği ortak bir devrimci platform gibi görünen Yön, zaman içerisinde, özellikle TİP ile yaşanan fikirsel uyumsuzluklardan dolayı kendi politik yönünü kurumsallaştırmak durumunda kalmıştır.

Yön dergisi, ekonomide devletçi ve sosyalist politikaları savunmuş ve iktisadi
meseleleri toplumun ana sorunu olarak değerlendirerek ‘‘Türk Sosyalizmi’’ şeklinde tanımlanan ‘‘Üçüncü Dünyacı’’ bir sol - Kemalizm anlayışını temsil etmiştir. Bu nedenle Yön’ün savunduğu sosyalizm anlayışı, evrenselci bir enternasyonal sosyalizm söyleminden uzak, Türkiye’nin kendi şartlarına özgü, milliyetçi bir sosyalizm olarak öne çıkmıştır. (Altun, 2004) Türk sosyalizmini, doğrudan Atatürk doktrinleri(Aydemir, 1962) olarak tanımlayan Yöncülere göre, kapitalist nitelik taşımayan sosyalist bir iktisadi kalkınma yöntemi, Atatürk’ün 6 ok’ta sembolize ettiği devletçi ve halkçı politikalardan başka bir şey değildir. (Avcıoğlu, 1963) Kemalizm’in bu şekilde halkçılık, devletçilik ve milliyetçilik ilkeleri öne çıkartılarak, kuramsal anlamda yeniden yorumlaması girişiminin yürütüldüğü Yön dergisi, Doğan Avcıoğlu tarafından kurulmuştur. Doğan Avcıoğlu’nun yanı sıra Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, Niyazi Berkes, Türkkaya Ataöv, Necati Cumalı, Turan Güneş ve Şevket Süreyya Aydemir gibi isimler derginin öne çıkan ve yayın politikasını yönlendiren diğer yazarları olmuştur. Yön’ün kapanmasından sonra, Ekim 1969’da, yine Doğan Avcıoğlu’nun öncülüğünde kurulan Devrim gazetesinde de Yön çizgisinin yayın anlayışı işlenmeye devam etmiştir. Bu nedenle Yöncülük ve Yön Hareketi gibi isimlerle tanımlanan grup, aynı zamanda Yön - Devrim hareketi ismiyle de anılmaktadır.

Yön hareketi üzerine yapılan yorumlarda, Kemalizmi sol bir bakış açısıyla yeniden ve güncel şartlara uygun biçimde yorumlama girişiminden dolayı, Kadro Dergisi ile ilişkilendirme eğiliminin yaygınlık gösterdiği görülmektedir. Merdan Yanardağ’ın da katıldığı bu görüşe göre, Yön dergisinde savunulan fikirler çok büyük ölçüde Kadro hareketinin devamı niteliğini taşımıştır. (Yanardağ, 2012) Kadro Dergisi’nin kurucularından olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Şevket Süreyya Aydemir’in aynı zamanda Yön dergisi yazar kadrosunda yer alması, bu şekilde benzerlik kurulmasını kolaylaştırmaktadır. Kurulan bu benzerliğin haklılık payı da vardır.

Toplumsal devrimi milli mücadele sürecinin bir devamı olarak değerlendiren Yön
hareketi, toplumsal ilerleyiş sürecinde ordunun ‘‘ilerici’’ bir rol üstlenmesi
gerektiğini sıklıkla vurgulamıştır. Yön hareketinin Kemalizme ilişkin milli, devletçi
ve halkçı bir iktisat anlayışı oluşturulması temeline dayanan kuramsal
değerlendirmelerinin büyük çoğunluğu, bugün için hala çok değerli ve geçerlidir.
Ancak Yön Hareketi’nin Türk Ordusu’nu, Türk modernleşmesinin itici gücü olarak
değerlendirmesi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken gösterdikleri ordunun siyasete karışmaması konusundaki hassasiyetle
bağdaşmamaktadır. Tarihsel açıdan bakıldığında Yön dergisinin, ordunun Türk
modernleşmesinde itici güç olması yönündeki beklentisinin gerçekleşmediği ve hatta ordunun demokrasiye yaptığı müdahalelerle toplumu ileriye götürmenin aksine, toplumu geriye götürdüğü acı bir şekilde yaşanarak görülmüştür.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***