31 Ocak 2019 Perşembe

ATATÜRK VE MECLİS BÖLÜM 1

ATATÜRK VE MECLİS  BÖLÜM 1

Ord. Prof. Dr. SADİ IRMAK

SUNUŞ
Atatürk ve Meclis (özellikle ilk Meclis) ilişkilerini konu alan bu mütevazı inceleme, tarih yazmak ve tarih ölçüsünde hükümler ortaya koymak iddiasını taşımamaktadır. Ancak, ileride bu cidden büyük ve çağ açıcı dönemin objektif tarihinin yazılmasında yararlı olabilecek belge, yaşantı ve izlenimlerini o dönemi yaşamış, başlıca otoritelerini tanımış ve bazılarıyla siyasî hayatta işbirliğinde bulunmuş bir gözlemcinin, o dönem belgelerinden, başta Meclis açık ve gizli oturumların tutanakları ve kişisel izlenimlerimden edindiğim görüşleri kapsamaktadır. Son derece ilginç ve memleketimiz için olduğu ka­dar, insanlığın kaderinde çığır açmış olan o dönemi yansıtabilmek için şu konuları incelemek gerekir:
A — Türk milletini bir Millî Mücadeleye girişme zorunluluğuna götürmüş olan sebepler;
B — Atatürk’ü bu Millî Mücadelenin önderliğine yüceltmiş olan faktörler;
C — Birinci Meclisin kurulmasına kadar geçen olaylar;
D — Birinci Meclisin yapısı, hüviyeti, önderle işbirliği, yarattığı başlıca eserler;
E — O dönemde yurdun ve dış dünyanın durumu ve koşullan;
F — O dönemin başlıca şahsiyetlerinin kimlikleri (tabiatıyla Atatürk’ün yakın çevre şahsiyetlerine öncelik tanınmıştır).
İddiasız da olsa, böyle bir incelemenin o dönemi yaşamış birisi tarafından yazılmasının başlıca güçlüğü, kişisel görüşlerden mümkün olduğu kadar uzaklaşarak objektif kalabilmektir. Buna çok gayret ettiğimi söyleye­bilirim. Bu zorluğa rağmen incelemeyi bir görev yükümlülüğü ile ortaya koymak gereğini duydum. Çünkü o dönemi yaşamış olanlar gün geçtikçe azalmaktadır. Bu nedenle anıların ve gözlemlerin gelecek kuşaklara iletil­mesi, görev olarak ortaya çıkmaktadır.
ATATÜRK VE MECLİS
Goethe der ki; “En mutlu insan, ömrünün başıyla sonunu düz bir çizgide birleştirebilendir.” Bu deyime, dünya tarihinin yaratıcı simalarından Atatürk en lâyık olandır. 1923’de gerçekleştirdiği kayıtsız şartsız bağımsız, ile­rici millet egemenliği gerçeğini 1907’de aynıyla tasarlamış olduğunu şu bel­geden açıklıkla anlıyoruz.
O tarihte Selanik’te tanıdığı bir Türkolog olan Malikofa şunları söylemiştir.*
“Gün gelecek şimdi hepimizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim. Mensup olduğum millet bana inanacaktır.
Sultanlık kaldırılmalıdır, devletin yapısı mütecanis bir temele dayandırılmalıdır. Din ile devlet birbirinden ayrılmalıdır. Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız. Erkekle kadın arasındaki farkı kal­dırmalıyız. Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız. Batı uygarlığına gir­memizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız. Latin alfabesi kabul etmeliyiz. Kıya­fetimize kadar her noktada Batıya yönelmeliyiz. Emin olunuz ki bir gün bütün bu hedeflere ulaşacağız.”
Bu tarihten tam bir yıl önce de Mustafa Kemal sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a ilerde Misâk-ı Millî’de gerçekleştireceği vatan haritasının sınırlarını çizmişti. Mustafa Kemal 1919’da da Erzurum Kongresi günlerinde Maz-har Müfit’e Türkiye’nin bir cumhuriyet olacağını “millî sır olarak” tevdi et­mişti.
Bütün bunlar gösteriyordu ki Mustafa Kemal, ömrünün başıyla sonunu hiçbir zikzaka yer vermeden düpedüz bir çizgide birleştirebilmiştir.
Bu olağanüstü görünüş mutlu bir rastlantı mıdır, yoksa yılmaz bir azmin, görülmemiş bir inanç ve gayretin sistemli bir ürünü müdür? Şüphe yok ki, bu ikincisidir. Şimdi bu muazzam eseri yaratmış olan insanın başarısını sağlayan zihnî ve ruhî faktörlere bir göz atalım:
1 — Mustafa Kemal, bir meşruiyetçidir. Ona göre meşruiyetin temeli, millet iradesidir. Bu iradeye dayanmayan her girişim, meşruiyet dışıdır. Onun için gençlik çağından itibaren daima millî iradeye dayanmayı temel hedef olarak almış ve bu iradeyi yansıtmayan her girişimin karşısında yer almıştır. Millî iradeden çok uzaklaşmış olan padişahlık rejimine bu sebepten karşı çıkmış, yine aynı sebeple, platonik de olsa, büyük ve tehlikeli bir mace­raya girişen Enver Paşa rejiminin ve İttihat ve Terakki’nin karşısında yer al­maktadır.
1919’da Anadolu’ya geçtiği zaman arkasında Çanakkale zaferi vardı ve milletimizin hemen tek ümidiyle Anadolu, kayıtsız şartsız ona bağlanmaya hazırdı ve başlıca askerî güçlerin başında bulunan Karabekir ve Cebesoy da onun emrine girmeye hazırdılar. Fakat o, bu yolu tercih etmedi. Milletimizin bir bölümünü de olsa temsil eden Erzurum Kongresi’ne katıldı ve bu kongreden sonra kurulmuş olan temsil heyetinin başına geçti. Bu, mevzii de olsa, millî iradeye bir dayanıştı. Daha sonra Sivas Kongresi’nin kurduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk temsil heyetinin başına seçildi. Bu artık, bütün memlekete şamil bir millet iradesinin temsili demektir. Ve nihayet o günün en elverişsiz koşulları altında bir Millet Meclisi’nin kurulmasını sağladı. Ar­tık, o, meclisin başkanı olarak, milletin iradesini temsil yetkisini kazandı. Böylece bütün ömrünce meşruiyet ilkesine bağlılığını gösterdi.
2  — Mustafa Kemal’e göre özgürlüğün de eşitliğin de insan haysiyetinin de temel şartı, millî bağımsızlıktı. Yine Mustafa Kemal’e göre bu bağımsızlık “kayıtsız ve şartsız” olmalı yani, sadece belli hudutlar içinde bir siyasî bağımsızlık değil, aynı zamanda adlî, malî, ekonomik ve kültürel, yani “tam ba­ğımsızlık” olmalıydı. Yönettiği millî mücadelenin asıl hedefi buydu.
3  — Mustafa Kemal, büyük bir zamanlama üstadıdır. Hangi hareketi ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleştirdiğini, dört başı mamur bir hesaba dayandırırdı. O, şartların gerçekleşeceği günü ve atmosferi beklemekte görülmemiş bir sabıra sahipti. Bunun sadece bir iki örneğini verelim:
Sivas Kongresi’ne gelen ilk temsilciler arasında bir de, tıbbiyeyi temsil için geldiğini söyleyen genç bir tıbbiyeli vardı. Adı Hikmet’ti. Bu genç, müzakereler esnasında İstanbul’daki padişah ve halifenin hıyanet içinde olduğunu söylemişti. Mustafa Kemal, o zaman bu gencin hareketinden mem­nun olmadı. Çünkü o, gerçi sultanlığı ve halifeliği kaldırmaya daha 1907’de karar vermişti. Ama Sivas Kongresi günleri bu işin günleri değildi. Çünkü o günlerde henüz padişah ve halifenin memleket birliğini koruyabilecek tek merci olduğuna inanılıyordu. En yakın arkadaşlarından bir kısmı da bu inançtaydı. Eğer kendisi o gün tıbbiyeli gencin dediğine katılsaydı millî birli­ğin zorunlu olduğu o koşullarda zararlı hatta tehlikeli olabilirdi. Benzeri bir durumla I. Mecliste de karşılaşıldı. Söz alan bazı milletvekilleri padişahlık ve halifelik sorununu ortaya attıkça başkanlık mevkiinde olan Mustafa Kemal, bu sorun üzerinde fazla durulmamasını istemiş ve sağlamıştır. Böylece büyük bir zamanlama ustası olduğunu göstermiştir. Aynı ustalığı eğitim ve öğreti­min birleştirilmesi ve medenî kanun devrimlerinde de görmekteyiz. Medre­seyle okulu karşı karşıya getirmeye zamanı gelinceye kadar imkân vermemiş­tir.
4 — Zamanlama üstadı Mustafa Kemal, kendi hayatında, kayıtsız şartsız millî egemenliği sağlamak için gerekli atılımları yapabileceği bir ortam yaratma hususunda öğretmenliğini göstermiştir. Evet kendisinin de bir vesileyle ifade etmiş olduğu gibi, Mustafa Kemal bir öğretmendir. Milletimizin asır­larca içinde alıştığı ve zamanla soysuzlaşan müesseseleri yıkıp yeni, ilerici ve çağdaş müesseseleri kurmak hususunda toplumumuzun hazırlanması gere­kiyordu. Mustafa Kemal, bu hazırlığı, bu yetiştirmeyi ideal bir öğretmen ola­rak gerçekleştirmiştir.
Mustafa Kemal’in eserlerini ve I. Meclisle olan ilişkilerini gereği gibi anlayabilmek için o’nun zihin ve ruh yapısını gözönünde tutmak lâzımdır.
“Toplayıcı bir yalnız adam”. Mustafa Kemal, hele Millî Mücadele önderliğini – âdeta tabiî ve mukadder bir şekilde – üstlendiği gün, tam anlamıyla bir “yalnız adam”dı. Yüklendiği görev – sahip olduğu olanaklarla kı­yaslanınca – bir maceraya hem de maceraların en cüretlisine çok benzer. Üstlendiği savaş, âdeta matematiğe, olmazlara karşı bir savaştı.
Gerçi, yiğit, tecrübeli ve fedakâr bir milletin evladıydı ve o, bu milleti çok iyi tanıyordu, ama bütün hesaplar ve olasılıklar o’nun aleyhindeydi. Bir cihan harbinden yeni çıkmış bir milletin taze yaraları hâlâ kana­makta. Maddî her şeyini kaybetmiş, silâhları elinden alınmış, üstelik mil­yarlarca harp tazminatı ödemeye mahkûm edilmiş, toprakları paylaşılmış. Aldatılmış, ümitleri gasp edilmiş bir toplum, yalnız ve terk edilmiş. Zalim ellerden yaşama şansını bağımsızlığını insan üstü bir güçle söküp almaya mahkûm edildiği, düşmanların tarihin görmediği bir zaferin sahibi. Bütün olanaklar onların elinde!
Bu tablonun karşısındaki adam, üstelik, en güvendiği arkadaşlarının dahi şüpheciliğine maruz. Daha yüzbaşılık döneminden beri “ihtiraslı adam” damgasını taşımakta!
İşte böylece o, bir yalnız adamdır. Bu yalnız adam, tarihin akışını değiştirmek gibi bir görevi yüklenmiştir.
Her yalnız gibi, sürekli bir gurbet içindedir. Ne var ki matematiğe karşı gibi görünen bu adamın bir matematiği vardır: milletini tanımaktadır ve inanmaktadır ki “bir millet topyekûn bağımsız yaşamaya karar verirse o’nun bu iradesini yenmeye dünyanın bütün maddî güçleri yetemez.
İşte bu gizli matematik yalnız Türkiye’nin değil, onun örneğine uyan daha nice “Mazlum milletlerin” kurtuluşuna yol açacaktır.
 MECLİSİN KURULMASINI HAZIRLAYAN SEBEPLER
Millî Mücadele, Bizde ve Dünyada Antiemperyalizm
Dünyada emperyalizme karşı savaş açmış ilk millet olan Türk milletini, bütün ümitsiz koşullara rağmen millî mücadeleyi açmak zorunda bırakmış olan olay, I. Cihan Harbi’ni kaybetmiş olanlar arasında bulunmamız ve bu yüzden memleketin her şeyinin, bağımsızlığının, hatta varlığının tehlikeye girmiş olmasıdır. Böyle bir yenilgiyle sonuçlanmış olan I. Cihan Harbi’ne niçin girmiştik? Buna bir tek cevap verilebilir. Emperyalizmin yaygın saldırıları karşısında “tek başımıza ayakta duramamak” endişesindeydik. Dönemin Sadrazamı olan Sait Halim Paşa ve onun ardından gelen Talât Paşa bu kanaatlarını açıkça ifade etmişlerdir. Memleket, Balkan Harbin’den yeni çık­mış, bir meşrutiyet inkılâbı geçirmiş ve iyi niyetli fakat ütopik hayaller peşin­de olan tecrübesiz ve kendi içinde bölünmüş İttihat ve Terakki’nin yönetimi­ne girmişti. Memleket içinde türlü yetersizlikler yanında imparatorluğumuza şeklen bağlı olan ve başka kültürlere mensup olan toplumlar, devletimiz aley­hine gizli gizli çalışıyordu Bir yandan da memleketin sorunlarını çözmekte acze düşen yöneticiler, ütopyalar peşindeydiler. Bir yanda dünyadaki yüz milyon Türkü birleştirerek büyük bir devlet kurmak, öte yanda hayalî bir İs­lâm dayanışmasına güvenerek üç yüz milyon Müslümanı Türkiye’nin önder­liği altında birleştirme sevdası.
Ufuklar simsiyah kararmıştı. Bir yanda Fransa, İngiltere, ve Rusya’nın kurdukları büyük blok bunun karşısında Almanya’nın önderi olduğu “merkezî devletler” bloku yalnız yaşayamamak endişesini taşıyan Osmanlı İmpa­ratorluğu, bu cephelerden birine katılma zorunluğunu duyuyordu. Fransa, Suriye ve Arabistanı; İngiltere, Musul ve Bağdat’ı; Rusya, Doğudaki illerimizi ele geçirmek peşindeydiler. Böyle bir dönemde Alman diplomasisi daha be­cerikli ve daha etken davranıyor, nerdeyse bizi bağrına basacak izlenimini uyandırıyordu. Aslında yalnız kalmamak korkusunu taşıyan Osmanlı İmpa­ratorluğu, daha maharetli davranan Alman blokuyla kader birliği etmeyi ser­lerin ehveni saymıştı. Ne çare ki bu şer de ehven değildi. Almanya da genişlemek, yayılmak peşindeydi. Bunun ilk etabı olarak “Berlin-Bağdad mihveri”ni oluşturmayı plânlamıştı. Fakat başarılı olduğu takdirde plân bununla yetin­meyecekti. Bağdat, Almanlar için bir sıçrama tahtası olacaktı ve İngiliz em-peryalizmiyle yarışma, Hindistan üzerinde olacaktı.
Osmanlı İmparatorluğunun kendisine platonik gibi görünmüş olan Alman blokuna yaklaşmasının bir sebebi de politik ve coğrafî kaderde bir ortaklığın mevcut olmasaydı. Biz asırlardan beri Doğudaki büyük tehdidin bas­kısı altındaydık. Zamanla genişliyen Rusya, Avrupayı ve bu meyanda Almanya’yı tehdit etmeye başlamıştı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kararında pek göze görünmeyen, fakat nihaî bir rol oynamış olan önemli bir faktör daha vardı: Başta Enver Paşa oldu­ğu halde, İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri Almanyanın yenilmezliğine inanmışlardı.
Hürriyet inkılâbını başarmış olan Türk ordusu, o dönemde siyaset çukuruna saplanmış bulunuyordu. Subaylar askerî görevlerinden ziyade, siyasî partilerde hâkim yerler elde etmeye koyulmuşlardı. Bunların başında gelen Enver Paşa, Harbiye Nazırlığını yani fiilen ordumuzun başkomutanlığını ele geçirmişti. Siyasî nüfuzunu arttırmak ve “Âlem-i İslam” ütopyasında nüfuz kazanmak için bir de halife ve padişah damatlığını elde etmiştir. Böylece fii­len bütün iktidarı elinde toplamıştı. O kadar ki bir emrivaki halinde memle­keti Cihan Harbine sokarken ne hükümete ne de İttihat ve Terakki genel merkezine haber vermek lüzumunu duymuştu.
Bütün bu durumları uzaktan gören ve memleketin içine düşmekte oldu­ğu uçurumu anlayan bir kişi vardı: Sofya elçiliğimiz Askerî Ataşesi Yarbay Mustafa Kemal. Mustafa Kemal, başlıca ordular gibi Alman ordusunu da yakından biliyor ve bu ordunun yenilmezliğine inanmıyordu. Üstelik, Fransa ve İngiltere’nin sahip oldukları maddî potansiyeli de çok yakından biliyordu. Onun hesaplarına göre harp Türkiye için daha o günden kaybedilmiş bulunuyordu. Sonraki olaylar gösteriyor ki Mustafa Kemal kaybedileceğine inan­dığı bu harpten sonra memleketin kaderi üzerinde düşünmeye ve hazırlan­maya, o günden düşünmeye başlamıştır. Bu vahim şartlar altında Türk or­dusu, cibiliyetine yakışır bir şekilde 4 sene kahramanca savaştı. Kahramanlı­ğın bu derecesini düşmanlarımız da beklemiyordu. Öyleki bütün kin ve öfke­lerine rağmen bu kahramanlığa duydukları hayranlığı ifadeden çekinmiyor-lardı. Şüphe yok ki bu kahramanlıklar serisinin başında Çanakkale destanı geliyordu. Bu destanın kahramanı Albay Mustafa Kemal’in, milletin ümidi ve sevgilisi oluşu, o zaferle başlamıştır. Fakat bu münferit zaferlere rağmen, harbin kaderi 1918 yılı başından itibaren belirmeye başlamıştı: Gerçi merkezî devletler hiçbir yerde bir meydan savaşı kaybetmemişlerdi. Fakat hesaba gel­mez madde ve silâh üstünlüğü karşısında harbi başaramayan merkezî devlet­ler tükenme haline girmişlerdi. Memleketimiz de bu grubun içindeydi. Niha­yet kader, hükmünü icra etmişti ve başta Almanya olarak, merkezî devletler ve en sonra biz mütarekeye talip olmuştuk. Bu karar üzerine Talât Paşa baş­kanlığındaki kabine istifa etmiş ve yerine İzzet Paşa Kabinesi kurulmuştu.
O günleri Mustafa Kemal’in ağzından dinleyelim : “— Halep’te bulunduğum günler zarfında memleketin genel durumunu kendi kendime inceledim. Durum, şuydu: Müttefiklerimiz ve biz partiyi kaybetmiştik. Fakat Türkiye için mesele, bütün varlığını kaybetmeye varacak kadar korkunçtu. 0 tarihte düşünülecek şey kaybolduğuna şüphe kalmayan partiyi kazanmak olamazdı. Sadece varlığımızı korumak için en çabuk ve kesin çarelere başvurmakta tereddüt etmemeliydik. Hatta bu uğurda bütün müttefiklerimizden ayrı olarak gerekirse kendimizin vaziyet alması zorunlu olabilirdi. Halbuki, harbi bu neticeye sürükleyen o günkü kabineden böyle bir şey beklemek yersizdi. Derhal bu kabineyi düşürmek, onun yerine benim düşündüğüm tarzda iş görebilir yeni bir kabi­neyi iktidar mevkiine getirmek gereğine inandım. Şunu da ilave etmeliyim ki tasavvurlarımı tatbik edebilmek için bu yeni kabinede mutlaka bütün ordunun kumandasının bana verilmesi gerektiğine kanaat getirmiş bulunuyordum. Vaziyet buhranlı olduğun­dan ve alınacak tedbirlerin çok ciddî va acele olması lâzım geldiğinden bu mütalâamı telgrafla padişah Vahdettin’e bildirdim. Yeni kabine için sadrazam olarak İzzet Paşayı, Nezaretlere de başka arkadaşların isimlerini tavsiye ettim. Aynı telgrafla kendimin de kabinede Harbiye Nazın olarak bulundurulmaklığımı, çok samimî bir dille istedim.
Çok geçmedi, Talât Paşa kabinesi istifa etti; İzzet Paşa’nın reisliğinde yeni kabine kuruldu. Bu teşekkülün benim telgrafımla ilgili olup olmadığı hakkında birşey diye­mem, ancak tavsiye ettiğim arkadaşların önemlileri kabineye girmişlerdi. Teni kabine­nin kuruluşundan sonra sadrazam paşadan aldığım telgraf hatırımda kaldığına göre şu cümleyle bitiyordu: “Barıştan sonra bize katılmanız Tanrı ‘dan umulur.”
Bir telgrafla verdiğim cevapta şunları anlatmaya çalıştım: Ben barışın çabuk gelmeyeceğini, sulha kadar çok buhranlı ve mühim durumlar karşısında kalacağımızı ve bu zorluklar içinde vatanıma çok hizmetler yapmak kabil olduğunu bildiğim içindir ki Harbiye Nezareti makamını istemiştim. Yoksa sulha erişildikten sonra Harbiye Nezareti vazifelerini benden çok mükemmel ifa edecek kıymetli zatlar bulunduğunu bildir­dim.”
Bir rivayete göre İzzet Paşa, padişahla kendi arasına kimsenin girmesini istemediğinden Mustafa Kemal’i kabinesine almamıştı sadece kendisini büsbütün gücendirmemek için “Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na” tayin etmişti. O günlerde başkomutan vekili olan Enver Paşa şunu söylemiş­ti: “Kuvvetli bir kabine lâzımdır. Orduyu Mustafa Kemal Paşadan başkası idare edemez.”
Bitmiş tükenmiş olan ve ancak olağanüstü ve insanüstü bir güç toparlanması ile kurtarılabilecek olan memleketin durumunda İzzet Paşa’nın yapabi­leceği fazla birşey yoktu. Tek ümit olarak Wilson’un o tarihlerde ilân ettiği ve insaniyetçi bir eda taşıyan 14 maddelik programına güveniliyordu. Bu progra­mın özellikle 13. maddesi Osmanlı İmparatorluğu’nu ilgilendiriyordu.
Bumaddenin şekli şöyleydi.:“Şimdilik Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarına katı bir hâkimiyet hakkı verilmesi fakat bugün Türk boyunduruğunda bulunan diğer milliyetlere tam bir güven içinde kalmaları ve zahmetsiz olarak gelişme­leri imkânının güvence altına alınması, Çanakkale Boğazı’nın milletlerarası güvence altında bütün milletlerin ticaret gemilerinin serbestçe geçmeleri için açık kalması.”
Rauf Bey’in başkanlığında mütareke müzakerelerine gönderilen heyete hükümetçe verilen direktifin esası da buydu. Şu var ki İngilizler bundan çok daha ağır şartlar ileri sürerek direniyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun harbe devam edemeyeceğinden emindiler. Böylece Mondros’ta mütareke imzalandı. Bu mütarekenin en vahim şartı şuydu: “Müttefikler kendilerinin güvenliği bakımından lüzumlu görecekleri topraklarımıza asker çıka­rabileceklerdi.” Bu vahim şartın felâketli uygulaması az sonra başladı. İstanbul işgal edildi ve 15 Mayıs 1919’da İzmir Yunanlılara peşkeş çekildi. Böylece memleketin yalnız bağımsızlığı değil, varlığı da tehlikeye atılmış olu­yordu. Binlerce yıllık tarihinde esir yaşamamış olan bir milletin bu koşul­lar altında verebileceği tek karar vardı. “Ya bağımsızlık ya ölüm”, işte Türk milletini, tarife sığmaz menfi koşullar altında galip devletlere karşı bir millî cihat kararına götürmüş olan budur.
MECLİS KURULUNCAYA KADAR DÜŞÜNCE GRUPLARI VE MOTİFLERİ
Dört yıllık cihan harbi sonunda milletimiz, tam anlamıyla bitkindi. Bütün kaynaklarımız tükenmişti, milyonu aşan şehit vermiştik, evlerine dönebilenlerin çoğu da hasta, sakat, yaralı ve daha fenası ümitsizdi. İşte bu tablo içinde birtakım düşünce odakları ortaya çıkmıştı. Bunların çoğunu hıyanetten ziyade aczde aramamız gerekir. “Denize düşen yılana sarılır.” Çare arayanların düşüncelerini şu gruplarda toplayabiliriz.
1  — Kaderciler : Bunlara göre “İlâhî takdir” böyleymiş, buna karşı duru­lamazdı. Çektiklerimiz yolsuzluklarımızdan geliyor. Şimdi teslimiyetle kadere boyun eymeliyiz.
2  — İslâmî-Doğuya yönelik ütopik ümit odakları : Bunlara göre biz ye­nilmiştik ama, dünyadaki üç yüz milyon Müslüman bizi desteklemekteydi. Bir teselliden ileriye geçmeyen bu ümidi taşıyanlar şunu unutuyorlardı ki İs­lâm âlemi denen ülkelerin bir kısmı bizden sökülüp bağımsızlıklarına kavuş­mak istiyorlardı. Hatta şu amaçla Hicaz’da, Suriye’de ordumuzu arkadan hançerleyenler çıkmıştı. Bu İslamcı grubun bir kısmına göre, zaten çektikleri­miz Batı denen Hıristiyan âlemine yönelmemizden geliyordu. Şimdi yolu­muzu düzeltmek, Doğu alemiyle sıkı bir işbirliğine girişmek lâzımdır. Bu ve­
sileyle hatırlamalıyız ki, çağdaşlaşmamızı bir asır geri bırakmış olan bu Batı aleyhtarlığı çok tehlikeli bir peşin hükme dayanmaktadır. Bunlara göre Batı­ya yönelmek batağa gitmekti; ve bu hareket “bizi, biz olmaktan çıkaracaktı.” Bu düşünceyi bir kısım yüksek mevkilere gelmiş şahsiyetlerde de görmüşüzdür. I. Meclisteki mücadelelerin bir kısmı bu motiften doğuyordu. Oysa Batılılaşma sadece çağdaşlaşma demektir ve biz yaşayabilmek için Batı­lılaşmaya mecburuz. Bu fikre karşı olanlar Batı’nın, Fransa veya Alman­ya’nın tekelinde olduğunu sanmaktadırlar. Oysa Batı dünya görüşü, şu dört unsurun toplamından ibarettir.

a)   Başta “greko-latin” olmak üzere kadim kültürlerin rüsûbu,
b)  Rönesans hareketi,
c)   Büyük Fransız İhtilâli,
d)  Müspet İlimler.
İşte biz yaşayabilmek için bu dünya görüşünü benimsemek ve böylece çağdaşlaşmak zorundaydık. Bu fikri bütün kesinliğiyle Mustafa Kemal temsil ediyordu.
3  — Türkiye’nin çökemeyeceğini Kuran’da bulduklarını sananlar. Bun­lar diyorlar ki Kuran’da Tanrı İslâmiyeti koruyacağını bildirmektedir. Bu ko­ruma görevinde tek bağımsız Müslüman memleket, Türkiye’dir, şu halde Al­lah kelâmına göre Türkiye batamaz, çökemezdi.
4  — Siyasetçiler grubu : Silâhımız elimizden alınmış, ordularımız dağıtılmıştı. Artık askerî bir direniş düşünülmezdi. Şu halde ne yapmalıydı? Onlar diyorlardı ki “siyaset yapalım”. Bunlara göre düşmanlarımızın aralarını aç­malıydı. Bu maksatla bazılarına tavizler vermeliydik ve karşımızdakileri birbi­rine düşman etmeliydik. Bunun adına “siyaset yapmak” diyorlardı.
5  — Dıştan korumacı arayanlar : O günkü koşullara göre kendi başı­mıza yaşayamazdık. Maddî imkânlar tükenmişti, yaşasak bile iç ihtilâflarbizi çökertirdi. Şu halde dıştan bir koruyucu ve ıslahatçı aramalıydık.
6  — Mandacılar : Bir dış devletin himayesine sığınmak lâzımdı. Bu düşüncede olanların kimisi, İngiliz mandasını, kimisi de Amerika mandasını istiyordu.
7  — Nihayet yer yer millî haysiyeti koruma grupları teşekkül etmeğe başlıyordu. Bunlar mevziî de olsalar, bir canlılık alâmetiydi, bir ümit ışığıydı, yaşama iradesiydi. İşte o günlerde memleketin moral tablosu aşağı yukarı bundan ibaretti.
Şimdi mütarekeden, meclisin açılışına kadar olan olaylara topluca bir göz atalım.
O günlerde Yıldırım Orduları Kumandanı olan Alman Generali Liman von Şanders görevini şu mektupla Mustafa Kemal’e devrediyor:
“Ekselans, siz harp cephelerinde. Arıburnunda, Anafartalarda çok yakından tanıdığım kumandansınız- Aramızda belki bazı olaylar geçmiştir. Fakat bunlar bizi birbi­rimize daha iyi tanıtmış oldular. Kalben dost olduğumuzu sanıyorum. Bugün Türki­ye’yi terke zorlanırken, emrim altındaki orduları Türkiye’ye geldiğim zamandan beri takdir ettiğim bir kumandana tevdî ediyorum. İçinde bulunduğumuz genel felâket için­de bedbahtlık duymamak mümkün değildir. Ben yalnız bir şeyle teselli buluyorum: Ku­mandayı size emanet etmek. Bu dakikadan itibaren emir sizindir. “
Yıldırım Orduları Komutanlığını devralan Mustafa Kemal o gün şunları söylemişti :
“Yüce Osmanlı Devleti bu mütarekeyle kendisini kayıtsız şartsız düşmanlara tes­lim etmiştir. Ben yapılan mütarekenin sakatlığını gördüm, bu sakat noktaların düzeltilmesine çalışmak lüzumuna inanarak ilgili makamlara bildirdim. Mütareke metni ol­duğu gibi uygulandığı takdirde, memleketin baştan sonuna kadar işgal ve istilâya maruz olduğu kanaatini bildirdim.”
Şimdi sırasıyla o günlerin olaylarına bir göz atalım;[*]
5   Kasım 1918’de Kars’ta düşman işgalini önlemek üzere bir “Kars Millî İslâm Şurası” kuruluyor.
6   Kasım 1918’de Mustafa Kemal İskenderun ‘a çıkacak düşmana ateş edilmesiemrini veriyor.
20 Kasım 1918: İstanbul’da “Osmanlı Sulh ve Selâmet Fırkası” adıyla bir parti kuruluyor. Bu partinin programı pasif direnmedir.
20 Kasım 1918: “Milli Kongre” namıyla bir kuruluş meydana geliyor.
1 Aralık 1918: İzmir’de “İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti” kuru­luyor.
2 Aralık 1918: Edirne’de “Trakya-Paşaeli Müdafaa Heyet-i Osmaniyesi” derneği kuruluyor.
4 Aralık 1918’de İstanbul’da “Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti” kuruluyor. (Bu kuruluş, Erzurum Kongresi’nin çekirdeğini teşkil eder.)
Aynı gün “Wilson Prensipleri Cemiyeti” bir mektup yayınlıyor. Bu mektupta Türk çoğunluğunun oturduğu yerlerin işgal edilmemesi ileri sürülüyor.
10 Aralık 1918’de Trabzon’da Millî Mücadeleyi destekleyen “İstikbal Gazetesi” çıkmaya başlıyor.
21 Aralık 1918’de “Kilikyalılar Cemiyeti” kuruluyor.
28  Aralık 1918’de Kâzım Karabekir Paşa Tekirdağından 14. Kolordu Kumandanlığına getiriliyor.
29  Aralık 1918’de İsmet Bey “Sulh Hazırlıkları Komisyonuna” tayin ediliyor.
8 Şubat 1919’da General Franş Despere adındaki bir çılgın Fransız, kahraman rolüne çıkarak beyaz bir at üstünde İstanbul’da gösteriş yapıyor. Türkler kan ağlıyor. Ertesi gün Süleyman Nazif, Hadisat Gazetesin’de “Kara Bir Gün” başlığı altındaki yazısında şiddetli bir tepki gösteriyor.
12 Şubat 1919 : Trabzon’da Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti” kuruluyor ve bu dernek 23 Şubat’ta ilk kongresini yapıyor. 25 Şubat 1919 : To­kat’ta “Tokat Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti” kuruluyor.
26 Şubat 1919 : Boghos Nubar Paşa müttefiklere başvurarak İzmir’i istiyor.
3 Mart 1919 : “Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti” kuruluyor.
6 Mart 1919 : İstanbul’da “Vahdet-i Milliye Heyeti (Cemiyeti)” kuruluyor.
9 Mart 1919: Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin beyannamesi yayayımlanıyor. Bu beyannamede şu tarihî cümle yer alıyor:
“Bu toprakların gerçek sahiplerinin kim olduğunu memleketin her tarafında görünen minareler, kümbetler gibi dinî ve millî anıtlar açık bir dille gösteriyorlar”.
10 Mart 1919: İstanbul’da Sait Halim Paşa, Musa Kâzım, Menemenli Rifat, Halil Menteşe, Fethi Bey, Ahmet Ağaoğlu tutuklanıyor.
7 Nisan 1919 : Fransızlar Beyazıt’taki Askerî Misafirhaneyi işgal ediyorlar. Çarpışmada şehitler veriyoruz.
9 Nisan 1919: Karabekir Paşa Erzurum’da 15. Kolordu Komutanlığına atanıyor.
13 Nisan 1919: İngilizler Kars’ı işgal ediyor.
16 Nisan 1919: Fransızlar Afyon’u işgal ediyor.
24 Nisan 1919 : İtalyanlar Konya’yı işgal ediyor.
29 Nisan 1919 : Harbiye Nazırı Şakir Paşa Mustafa Kemal’i çağırarak, Türklerin Rumlara yaptığı baskıyı yerinde incelemek üzere Karadeniz bölgesine müfettiş olarak gönderileceğini bildiriyor. Bu hayırlı haber, Mustafa Ke­mal’in günlerden beri beklediği bir gelişmedir. O Millî Mücadelenin liderli­ğini üstlenmeye kararlıdır. Şimdi eline bir kanunî fırsat da geçmektedir. Bu tayin biraz da o’nun İstanbul’da kalmasından çekinenlerin eseridir. Ama Mustafa Kemal, umduğuna kavuşmuştur. Bu tayin kararı 30 Nisan 1919’da padişah tarafından onaylanıyor. Artık onun yeni unvanı “9. Ordu Kıtaları Müfettişi”dir. Mustafa Kemal bu tayin kararnamesine kendi karan yönünden bir cümle koydurmaya muvaffak olmuştur: Sadece 9. Ordu Kıtalarını değil, civar vilâyetlerdeki askerî birliklere ve mülkî amirlere emirler vere­bilecektir. Aynı gün İngilizler Kars’a birçok Ermeni getirerek bölgenin idare­sini onlara veriyor.
2 Mayıs 1919 : İngiliz ve Fransız Başbakanları, İzmir’i işgal ettirmek üzere görüşmelere başlıyorlar.
9 Mayıs 1919 : İstanbul Patriği, Rumların Osmanlı Hükümetiyle ilişkilerini kestiklerini ve Türk uyruğundan çıktıklarını açıklıyor.
11 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal, yeni görev bölgesindeki valilere oralar­daki eşkıyaların miktarı hakkında soru soruyor.
11 Mayıs 1919 : İtalyanlar Marmaris ve Bodrumu işgal ediyorlar.
13 Mayıs 1919: İzmir’e çıkacak Yunan kıtaları gemilere bindiriliyor, kıta komutanı o günkü bildirisinde şunu diyor:
“Esaret altında yaşayan kardeşlerimizi kurtarmaya gidiyoruz”. “Aynı gün, Venizelos, İzmir’in işgal edildiğine dair bildirisini bir kilisede okuyor.”
14 Mayıs 1919 : Foça ve Urla istihkâmları Yunan ve İngiliz kıtaları tarafından işgal ediliyor. Aynı gün İzmir’de “Redd-i İlhak Heyet-i Milliyesi” ku­ruluyor. İlk beyannamesi şöyle:
“Ey talihsiz Türk! Wilson prensipleri bahanesiyle senin hakkım elinden alıyorlar ve namusunu kirletiyorlar. Güya burada çok Rum varmış ve güya Türkler Yunanlıların gelişini sevinçle karşılamışlar, şimdi sana soruyorum. Burada Rum senden fazla mıdır? Yunan egemenliğini kabul ediyor musun? Artık kendini göster, maşatlıkta toplanalım. “O akşam İzmir’de muhteşem bir miting yapılıyor.
16 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal Bandırma vapuruyla İstanbul’dan yola çıkıyor.
17 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal İnebolu’ya varıyor.
18 Mayıs 1919 : Sinop’a varıyor.
19 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal Samsun’a ayak basıyor. Bu tarih millî kurtuluşun başlangıcı, Dünya’nın “mazlum milletlerine” özgürlük güneşinin ufuklarda belirdiği bir çağın başlangıcıdır.
20 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal, sadrazama şu telgrafı çekiyor: “İzmir’in işgali, yakından temasta bulunduğum milleti ve orduyu tasavvur edilemiyecek şekilde yaralamıştır. Ne millet ne de ordu, varlığına karşı yapılan bu saldırıyı kabul etmiyecektir.”
21 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal Genelkurmay Başkanlığı’na şu telgrafı çekiyor : “Mütarekeden sonra bütün Rumlar Yunanlılık emeliyle her taraftan şımardığı gibi bu bölgede de Pontus Hükûmeti’ni kurmak gibi bir safsata etrafında toplanmış ve tekmil Rum çeteleri siyasî bir şekle dönüşmüştür.”
Mustafa Kemal aynı gün Kâzım Karabekir’e şu telgrafı çekiyor: “Genel durumumuzun almakta olduğu vahim şekilden çok üzgünüm, millete ve memlekete borçlu olduğumuz ve son vicdanî görevi yakından ve ortak çalışmayla yerine getirme düşüncesiyle bu son memuriyeti kabul ettim. Bir an önce zatıâlinize kavuşmak arzusundayım.”
22  Mayıs 1919 : Mustafa Kemal, Başbakanlığa şunu yazıyor : “Millet tekvücut olup millî hâkimiyet esasını ve Türklük duygusunu amaç edinmiştir.”
23 Mayıs 1919 : Sultanahmet’te iki yüz bin kişinin katıldığı bir miting yapılıyor.
21 Haziran 1919 : Amasya Genelgesi hazırlanıyor. Bu vesikada Mustafa Kemal’in yanında Ali Fuat Paşa, Rauf Bey ve Refet Bey’in imzaları bulunuyor.
22 Haziran 1919 : Mustafa Kemal Amasya’dan mülkî ve askerî makamlara şu genelgeyi yolluyor : “Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir. Milletin bağımsızlığını yine milletin azmi ve karan kurtaracaktır. Sivas’ta bir millî kongrenin acele toplanması kararlaştırılmıştır. Bunun için bütün vilâyetlerin her livasından, milletin güvenine mazhar üçer delegenin mümkün olan süratle yola çıkarılması icap ediyor. Her ihtimale karşı durumun bir millî sır halinde tutulması lâzımdır.”
Aynı gün Karabekir Paşa Harbiye Nezareti’ne bu telgrafı çekiyor : “Mustafa Kemal Paşa’nın müfettişlikten alınması tehlike olacaktır. “
23 Haziran 1919 : Mustafa Kemal, Karabekir Paşa’ya şunu bildiriyor: “İstanbul’da millî bağımsızlığın zevkinden yoksun bazılarının İngiliz esaretine girmekte sakınca görmedikleri anlaşılıyor. Onun için Anadolu’dan çıkacak sadanın etrafında olan bizler için bu millî vazifenin kutsal olduğu kanaati bir kere daha doğrulanıyor. “
Aynı gün İstanbul’da Bakanlar Kurulu şu kararı alıyor : “Mustafa Kemal Paşa ‘nın azledilerek hiçbir resmî sıfatı kalmamış olduğundan, tebliğlerinin resmî bir mahiyeti haiz olmadığının gerekenlere bildirilmesi kararlaştırılmıştır. “
26 Haziran 1919 : Mustafa Kemal Tokat’ta konuşmalarıyla Millî Mücadelenin gereğini anlatıyor. Oysa aynı gün Dahiliye Nazırı Ali Kemal şu bildiriyi yayınlıyor: Millî ordu hazırlamak ve millî müdafaa girişimlerinde bulunmak felâkettir. “
27 Haziran 1919 : Konya’da bulunan Ordu Müfettişi Cemal Paşa, Mustafa Kemal’e katılıyor ve şöyle diyor: “Bütün düşüncelerinize ve girişimlerinize katılıyorum.”
Aynı gün Ali Fuat Cebesoy şu bildiriyi yayınlıyor : “İcabında mevki ve memuriyetinden ayrılarak bir millet ferdi olarak mübarek vatan ve mukaddes milletim uğ­runda çalışmaya devam edeceğimi alenen taahhüt ediyorum. “
30 Haziran 1919 : Millî Milis Kuvvetlerimiz Aydın’ı geri alıyor.
3 Temmuz 1919 : Mustafa Kemal, yanında Rauf Bey olduğu halde Erzurum’a varıyor ve halk tarafından sevgiyle karşılanıyor.
3 Temmuz 1919 : O günlerde İstanbul Hükümeti Millî Mücadele kahramanlarını “İttihatçı artığı” olarak gösteriyor ve bunların seferberlik yetkisi olmadığını bildiriyor. Buna karşı Karabekir Paşa şu genelgeyi yayınlar : “Doğu’nun savunmasından ben sorumluyum, kanun bana, tehlike anında seferberlik ilân etmek yetkisini vermiştir. Kim olursa olsun, seferberlik emirlerine uymazsa harp divanına veririm.”
6 Temmuz 1919 : İstanbul Hükûmeti’nin geri gelmesi hakkındaki emrine Mustafa Kemal’in cevabı “Doğu illeri halkı arasından çıkıp gelmek hususundaki teklifinizi yerine getirmeden şahsî irademi kullanmayı manen ve maddeden memnu bulunuyorum.”
9 Temmuz 1919 : Mustafa Kemal, padişaha askerlikten istifa ettiğini bildiriyor ve millete yayınlıyor! “Bundan sonra kutsal millî gayemiz için her türlü fe­dakârlıkla çalışmak üzere, milletin göğsünde bir mücahit fert olarak bulunmakta olduğumu arz ve ilân ederim “.
Aynı gün Rauf Bey şu genelgeyi yayımladı : “Hakkım, toprağını istiklâlini, korumaya azmeyleyen millî irade uğrunda, âciz bir fert sıfatıyla İstanbul’dan çıktım. Mustafa Kemal Pasa hazretleriyle fikir arkadaşlarının millî cihadına katılıyorum. Mustafa Kemal Paşayla beraber sonuna kadar çalışmaya mukaddesatım üzerine yemin ettiğimi ilân ederim.
9 Temmuz günü şu tarihî sahne cereyan ediyor:
Karabekir Paşa, Mustafa Kemal’i ziyareti sırasında hazırol vaziyette durarak şunu söylüyor! “Ben ve kolordum emrinizdeyiz- Bundan sonra da ne emirleri­niz olursa ifayı şeref bilirim. “
13  Temmuz 1919 : Karabekir, Mustafa Kemal’e şu telgrafı çekiyor: “Hizmetleri ve fedakârlığı bütün cihanca kabul edilmiş olan ve ordu ve milletin övünme sebebi bulunan zâtı samilerinin istifaya mecburiyetlerinden dolayı şahsım ve kolordum son derece müteessirdir. Yalnız kutsal millî gayemiz için savaşmaktan hiçbir an geri durulmayacağı hakkındaki vaadinizle müteselli olduğumuzu arz ile vatan ve milletimiz için her türlü mesaide Cenab-ı Hakkın başarılar ihsan buyurmasını diler ve kolordu­mun saygılarını sunarım.”
14  Temmuz 1919 : Erzurum’da yayınlanan “Al bayrak” gazetesi şunuyazıyor : “Mustafa Kemal Paşa’nın Kumandanlık’tan istifası, bir azim ve iman vesikasıdır. Millette, henüz eski kanın sönmemiş olduğunu gösterir muazzam bir delildir. “
20 Temmuz 1919 : Mazhar Müfit, Mustafa Kemal’e soruyor:
—Muvaffakiyet takdirinde, hükümet sekli ne olacak?
—Mustafa Kemal’in cevabı “Açıkça söyleyeyim zamanı gelince hükümet sekli, cumhuriyet olacaktır.”
22 Temmuz 1919 : Mustafa Kemal’in, İstanbul’da, Harbiye Nazırı Nazım Paşa’ya telgrafı: “Siz ve arkadaşlarınız yerlerinizi namus erbabına ne kadar çabuk bırakırsanız belki, o ölçüde milletin bağışına mazhar olursunuz.
22 Temmuz 1919: İstanbul’da, İngiliz ve Fransız yüksek komiserlerinin karan : “Mütareke tam uygulanacak, meşru olan Padişah desteklenecek ve her çeşit bağımsızlığa karşı konulacaktır.”
1 Ağustos 1919 : Karabekir Paşa’nın Harbiye Nazırı’na cevabı : “Mustafa Kemal gibi memlekette namusu ve güzide hizmetleriyle tanınmış ve daha 20 gün önce memleketin yarısına kumanda etmiş bir zatın tevkifine kanunî bir sebep olmayacağını ve böyle bir tevkifin halk ve ordu gözünde iyi sayılmayacağı cihetle Mustafa Kemal Pa­şa ‘nın tevkifine hâl ve vaziyetin müsait olmadığını arz eylerim.”
5 Ağustos 1919 : Karabekir Paşa’nın Harbiye Nazırı’na telgrafı; “Erzurum Kongresi’nde siyasî veya şahsî hiçbir tesirin mevcut olmadığı kesinlikle anlaşılmış­tır. Endişe-i namus ve hayattan doğan millî cereyan galeyan halinde olup teskini için, biricik çare, Millet Meclisi’nin derhal toplanmasıdır. Bu olmadığı takdirde millî olay­ların kendiliğinden < u amaca varacağını arz ederim. “
7 Ağustos 1919 : Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi bittiği gün Mazhar Müfit’in hatıra defterine yazdırdıkları : Zaferden sonra hükümet şekli Cum­huriyet olacaktır. Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele ya­pılacaktır. Kadınların örtünmesi kalkacaktır, fes kalkacaktır. Medenî milletler gibi şapka giyilecektir. *
10 Ağustos 1919 : Halide Hanım’ın, Mustafa Kemal’e mektubu : “Davamızda yardımcı olabilmesi için bölünme ve yok olma korkusu karşısında kendimizi Amerika’ya müracaata mecbur görüyoruz.”
27 Ağustos 1919 : Mustafa Kemal’in o gün arkadaşlarına söyledikleri : “İstanbul, bir Amerikan mandasıdır tutturmuş gidiyor. Bu olmayacaktır. Türkiye tam bağımsızlığa sahip olacaktır. Bu gafiller sanıyorlar ki istenen mandada egemenliğimi­ze ve vatan bütünlüğümüze dokunulmayacakmış. Böylesine Amerikalılar değil çocuklar bile güler. Hayır beyler hayır, manda yok. “Ta istiklâl ya ölüm var!”
2  Eylül 1919 : Mustafa Kemal, Sivas’a geliyor.
3  Eylül 1919 : Mustafa Kemal’in, Ali Fuat Paşa’ya telgrafı : “Kumandayı katiyyen bırakmayınız.”
9 Eylül 1919 : Ali Fuat Paşa’nın, Sivas Kongresi kararıyla “Garbî Anadolu, Umum Kuva-yi Milliye Kumadanlığı”na tayini.
26 Eylül 1919 : Konya valisinin kaçması üzerine Konya halkı toplanarak Vehbi Hoca’yı, vali vekili seçiyorlar.
27 Eylül 1919 : Asiler I. Bozkır ayaklanmasını yapıyorlar.
6 Ekim 1919 : Yunus Nadi Bey, Harbiye Nazırı Cemal Paşa’nın teklifiyle Mustafa Kemal’le telgraf görüşmesi yapıyor. Maksat, millî heyetle (Heyet-i Temsiliye) İstanbul’u anlaştırmak.
7 Ekim 1919 : Harbiye Nazın Cemal Paşa’nın, Mustafa Kemal’e telgrafı: “Kabine sizinle aynı fikirde, millî iradenin hâkimiyetini kabul eder. Hükümet, harice karşı millî iradeye ve temsil heyetine dayanacaktır. “
16 Ekim 1919 : Mustafa Kemal Paşa’nın Temsil Heyeti üyeleriyle beraber Amasya’ya gelmesi.
20 Ekim 1919 : 2. Bozkır isyanı
22 Ekim 1919 : Amasya görüşmelerinin sona ermesi ve 5 adet protokolün imzalanması.
24 Ekim 1919 : Mustafa Kemal, Ruşen Eşrefe şu demeci veriyor : “Dünya, milletimizin hayatına ya hürmet edip, onun birlik ve bağımsızlığını tasdik edecek ya da son topraklarımızı, son insanlarımızın kanıyla suladıktan sonra bütün bir milletin ölüsü üstünde red olunmuş istilâ hırsını tatmin etmek mecburiyetinde kalacak­tır. “
15 Mart 1920 : İstanbul’da 150 Türk aydının tutuklanması.
16 Mart 1920 : İngiltere, Fransa ve İtalya Yüksek komiserlerin ortak bildirileriyle İstanbul’un askerî işgal altına alınacağı tebliğ ediliyor.
Aynı gün Şehzadebaşı Karakolunda 6 erimiz şehit ediliyor, 15 erimiz yaralanıyor. Manastırlı Hamdi Efendi adında bir telgrafçı İstanbul’un işgal edildiğini Mustafa Kemal’e bildiriyor. O gün bu işgale karşı Mustafa Kemal’in yabancı devletlere gönderdiği protesto “ Osmanlı milletinin siyasî egemen­liğine ve özgürlüğüne indirilen bu son darbe, hayatını ne pahasına olursa olsun savun­maya azmetmiş olan biz Osmanlılardan ziyade XX. medeniyet asrının kutsal saydığı bütün esaslara özgürlük, milliyet, vatan duyguları gibi bugünün insan toplumuna esas olan bütün ilkelere ve bunları oluşturan insanlığın umumî vicdanına yöneliktir.
O gün Mustafa Kemal Paşa, millete şu bildiriyi yayınlıyor “Bugün İstanbul’u zorla işgal etmek suretiyle Osmanlı Devleti’nin 100 yıllık ha­yat ve egemenliğine son verildi. Yani Türk milleti, medenî kabiliyeti­nin, yaşama ve bağımsızlık hakkının savunmasına davet edildi.”
18 Mart 1920 : Millet Meclisi son toplantısını yapıyor.
Yunus Nadi’nin çıkardığı “Yeni Gün” gazetesinin, matbaası İngilizler tarafından basılıyor.
19 Mart 1920 : Mustafa Kemal, Ankara’da bir Meclis toplanması yolunda acele seçim yapılması için vilâyetlere ve komutanlara genelge yolluyor.
20 Mart 1920 : İsmet Paşa, İstanbul’dan tekrar Ankara’ya dönüyor.
27 Mart 1920 : İngilizler, Ali Sait Paşa, Süleyman Nazif, Ebüzziya, Celâl Nuri, Ali Çetinkaya, Ahmet Emin’i Malta’ya sürüyorlar.
6 Nisan 1920 : Ankara’da, “Anadolu Ajansı” kuruluyor.
10 Nisan 1920 : Ankara Müftüsü Rıfat Efendi, Dürrizadenin fetvasına aksi fetva veriyor.
21 Nisan 1920 : Mustafa Kemal vilayetlere Meclis’in 23 Nisan’da toplanacağını bildiriyor.
23 Nisan 1920 : Ankara’da T.B.M.M. açılıyor.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..
***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder