ATATÜRK VE MECLİS BÖLÜM 3
Tıbbiye Mensuptan
Eşref Akman Mustafa Darman
Asım Sirel Adnan Adıvar
Mazhar Germen Mustafa Bengisu
Refik Saydam Suad Soyer
Fuat Umay Fikret Onuralp
Tunalı Hilmi Mustafa Cantekin
Emin Erkul Abidin Atak
Atıf Köse Tevfık Rüştü Araş
Ali Haydar Rıza Nur
Teknik İşler Sınıfı
Osman Server B. Ahıska Numan (Usta)
BİRİNCİ MECLİSTE FİKİR AKIMLARI
Hepsi vatansever, hepsi fedakâr olan ve tarihî bir görev yüklendiklerinin bilincinde olan Birinci Meclis üyeleri, şüphe yok, öteden beri memlekette yer etmiş fikir akımlarının etkisindeydiler. Zaman zaman egemenlik ve üstünlük kazanmış olan bu fikir akımları, İslamcılık, Osmancılık, Türkçülük odaklarından geliyordu. Ayrıca hilâfet ve saltanat makamlarının dokunulmazlığını zorunlu gören gruplar yanında “kayıtsız şartsız ulusal egemenlik” tezine bağlı, o zaman sayıca küçük de olsa, bir grup bulunmaktaydı. Son yüzyılda İslamiyet, politik yorumlara tâbi tutulmuştu. Bunların kaynağı Kuran’da bulunan bir ayetin farklı yorumlara bağlanmasından geliyordu. Bu ayetin anlamı şuydu : “Kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki bu kitapta yer almamış olsun”.
Şüphe yok ki, gerçek dindarlar nazarında bunun anlamı iman ve ahlâk kurallarının tam olarak Kuran’da yer almış olmasıydı. Fakat çeşitli sebeplerle bu anlamla yerinilmemiş ve zaman zaman çok aykırı ve çok tehlikeli olabilecek yorumlar yapılmıştır, öyle ki, dini politik maksatlarla kullanmak isteyen grupların bir kısmı, İslamcılığı emperyalist emellere vasıta etmek istemişler, başkanları diğer siyasî akımlar yolunda yorumlamışlar, bu suretle kutsal din, politika yoluna sürüklenmek istenmiştir. Kuran’da halifelik ve sultanlık kavramları olmadığı halde bu müesseseler dinin bir unsuru gibi gösterilmek istenilmişti. Meclis’te de tabii bu fikre yatkın olanlar bulunuyordu. Ayrıca bu makamların lüzumuna, memleketin genel yönetimi bakımından ihtiyaç hissedenler vardı.
Osmanlıcılık, özellikle Ziya Gökalp’ten sonra, yerini Türkçülüğe bırakmıştı. Fakat bunun nüansları vardı. Bütün Türkleri bir bayrak altında toplama idealini güdenlerin yanı sıra, Türk dünyasını manevî olarak ve ortak kültür mihverinde toplayıp birleştirmek isteyenler de vardı. Memleket, Birinci ve İkinci Meşrutiyet denemeleri, millet egemenliği ve demokrasiye yönelik bakımından bazı tecrübeler edinmişti. Fakat bu tecrübelerin sonucunu olumlu ya da olumsuz bulanlar vardı. Nihayet sosyal ve ekonomik görüşlerde farklar da beliriyordu. Rus İhtilali’nden sonra antiemperyalizm ve antikapitalizm hareketleri bütün dünyada olduğu gibi bizde de yankılar uyandırıyordu. Aslına bakılırsa bizim ve Ruslar’ın antiemperyalizm görüşünde önemli ayrılık vardı. Bizim antiemperyalizm hareketimiz, evvelâ kendimize uygulanmıştı, öyleki Misak-ı Milli’yle, millî hudutlarımız kesin olarak belirlenmiş bunun dışında bir emel beslememiz bertaraf edilmişti. Oysa Sovyetler’in antiemperyalizm tezi kendileri için yürürlükte değildi. Öyleki Rus olmayan birtakım unsurlar Rusya hududu içine zorlanmış-tı.Antikapitalizm için de aynı şey söylenebilir. Sovyetler’de antikapitalizm, sadece kapitalist denen bir zümreye karşı olduğu halde Türkiye’de, sosyal karakterdeydi.
Birinci Meclis’teki fikir tartışmalarının bir odağı da, Batı dünya görüşü noktasındaki ayrılıklardı. Meclis’in önemli bir kısmına göre Batı’ya yöneliş “bizi biz olmaktan çıkaracaktı”. Onlara göre Batı dünya görüşü insanlığın değil, bir iki Batı memleketinin malıydı. Bugün dahi sürmekte olan bu tartışmaya açıklık kazandırabilmek için şunu söylemeliyiz: Batı dünya görüşü bir çağdaşlaşma olayıdır. Bu görüşün yapısında şu unsurlar bulunmaktadır.
1 — Kadim kültürlerin izleri;
2 — Bu kültürleri bir arayış ifade eden Rönesans hareketi;
3 — Büyük Fransız İhtilâli’yle ortaya çıkan, fakat dünyanın malı olacak olan özgürlük ve eşitlik ilkeleri;
4 — XIX. yüzyılın başından itibaren zaferden zafere, fetihten fethe koşmakta olan müspet ilimler.
İşte, bunların toplamına çağdaşlık veya Batı dünya görüşü denmektedir. Atatürk ve ona paralel düşünenler için bağımsızlığımızı kazansak bile çağdaşlaşmadan, o zaferi korumak mümkün değildir. Oysa karşı grup bundan çekiniyor. Türklüğümüzün ve Müslümanlığımızın bu fikirden zarar göreceğini sanıyor. Bunlar en tehlikeli çıkış olarak Batıdan müspet ilimlerin alınmasını gereksiz karşılıyorlardı. Onlara göre andığımız ayet bütün müspet ilimlerin Kuran’da aranması gereğini doğuruyordu. Bazı gruplar daha da ileri gidiyorlardı. Meselâ Mevlâna’ya göre ilim iki türlüdür. Birisi insanın sağlığında elde edebileceği bilgiler ki Mevlâna bunlara maddî bilgiler diyor. Ona göre bu bilgiler aldatıcıdır, bir değeri yoktur. Asıl bilgi manevî ve ilahî olandır ki bu ancak öldükten sonra elde edilebilir.
İşte, bütün bu görüşlerin tabiatıyla Birinci Meclis’te yankılanması vardı. Hemen söylemeliyiz ki bu fikir ayrılıkları Birinci Meclis’in şahsiyetine ve kutsallığına ve mebusların iyi niyetine bir gölge düşürmemiştir. Bir ihanet bahis konusu değildi. Sadece engin bir tarihe malik olan bir milletin fertlerinde yerleşmiş fikir ve müşahadelerin bir iziydi bu.
Muhafazakâr zihniyette olanlar, hızlı bir çağdaşlaşmanın karşısında yer alıyorlar ve “mukaddesatı muhafaza” grubunu meydana getiriyorlardı.
Meclisteki muhalefetin bir kaynağı da şuydu :
Mustafa Kemal, tarihimizin en büyük başarısına erişmişti. Düşmanı yenmiş, yurdu kurtarmış, tam bağımsızlığı sağlamış, kapitülâsyonları ortadan kaldırmıştı. Bu muazzam başarılarda elbette büyük meclisin özellikle önderi olan Mustafa Kemal’in şeref payı büyüktür. Bazı milletvekilleri bir insan için erişilmesi güç olan bu şerefli başarıların bir dikta rejimine götürmesi endişesi taşıyorlardı. Bir kısım muhalefet grupları ana grup olan Müdafaa-i Hukuka karşı zıt gruplar kuruyorlardı. Onların bir dayanağı daha vardı. O da Müdafaa-i Hukuk’un ve ondan doğmuş olan Halk Partisi’nin bir tatbikat programı bulunmamaktaydı. Onlar böyle bir program hazırlamak ihtiyacını ileri sürüyorlardı. Bu yüzden muhalefet ediyorlardı.
Mustafa Kemal’in bu fikir ayrılıklarına karşı sert bir tepki gösterdiği söylenemez. Ama o, tarihin sesini alan adamdır. Ve kendisini tarihî bir görevle sorumluluk altında hissediyordu. Bu sebeple devrim atılımları zorunluydu, bunlar radikal olmalıydı ve kabil olduğu kadar kısa bir zaman sıkıştı-rılmalıydı. Fikir ayrılıkları bu mükellefiyetin karşısına çıktığı zaman Mustafa Kemal’in müsamahası da sona eriyordu. Bu yüzden Millî Mücadele’ye beraber başladığı, çok sevip, takdir ettiği bir kısım arkadaşlarından ayrılmayı kader ve tarih zorunlu hale getirmişti.
Mustafa Kemal’e göre yeni Türk milliyetçiliği dil ve tarih ve lâiklik odaklarına dayanmalıydı. Onun bu husustaki görüşlerini fazla radikal bulanlar da ayrı bir muhalefet grubu teşkil ediyorlardı. Fakat asıl ve sürekli muhalefet lâikliğin anlaşılışındaydı. Atatürk, lâiklikten şunu anlıyordu: Dinle siyaset birbirinden kesinlikle ayrılmalıydı.
Muhaliflere göre ise din siyasete de rehber olmalıydı.
Birçoğu tarihî kökenlerden gelen ve bugün de nice beyinlerde izleri görülen bu tartışmalarda Mustafa Kemal’in tutunduğu tavrı Meclis’teki kendi konuşmalarından nakledelim:
I. MECLİSİN BÜYÜK ESERLERİ
23 Nisan 1920’de ilk toplantısını yapan ve adı Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak tarihe geçmiş olan Millet Meclisi’nin bir numaralı kararı şöyledir;
“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bu kene intihab edilen azalarla İstanbul Meclis-i Mebusanı’ndan iltihak eden azalardan müteşekkil bulunmasına karar verildi “
Daha bu ilk toplantıda İstanbul’dan gelecek olan mebusların kabul şartları üzerine bazı tartışmalar geçmişti. Fakat sonunda işgal edilmiş olan İstanbul’dan çıkıp Ankara’ya gelebilen bütün mebusların Meclis’e kabulü kararlaştırıldı. Asıl tartışma bu yeni Meclis’in mahiyeti üzerinde olur. İstanbul’dan gelen mebuslar arasında bulunan bir hukuk profesörü (Celâlettin Arif) bu Meclis’in meşruiyeti için bir kanun mesnedine dayanması lüzumunu ileri sürmüştü. Bu zata göre Türk mevzuatında bununla ilgili bir hüküm yoktu. Ancak Fransız Anayasası’nda bulunan bir hükümden faydalanılabilirdi. Buna göre memleket işgal altına alınır ve Meclis zorla kapatılırsa kurtulabilen mebuslar bir araya gelerek meşru bir meclis teşkil edebilirlerdi. Bir takım samimî muhafazakârlar böyle bir meclisin meşru olabilmesi için Müslümanların halifesi ve milletin padişahı olan zatın muafakatını almak gerekirdi. Atatürk görülmemiş bir maharetle bu gibileri yatıştırmayı bildi ve dedi ki “İstanbul şeraitinin, Padişah ve halife ile ne alenî ne de hususî ve mahrem temasa müsait olmadığını izaha çalıştım. Böyle bir temasla ne anlamak istediğimizi sordum” ve milletin istiklâl ve tamamiyetini temin için çalışmakta olduğunu haber vermek için de buna hacet yoktur. Padişah ve halife olan zatın da bundan başka bir şey düşünmelerine imkân var mıdır?*
Atatürk bu çeşit itirazları ciddiye almıyordu. Çünkü onun nazarında bu yeni meclis olağanüstü yetkilerde kurulmuştu ve millet adına kurtuluş yolunda her kararı alabilirdi. Ve alınacak bütün kararlar meşru olurdu. Mustafa Kemal olağanüstü yetkiden şunu anlıyordu. Bu meclis hem yasama, hem yürütme hatta hem de yargı yetkisine haizdi. Gerçi bağımsız mahkemeler olacaktı fakat meclis icabında yargı yetkisini de kullanacaktı. Nitekim ilk meclisin seçtiği komisyonlar arasında bir memur-u mukamat encümeni bulunmaktaydı. Bu encümen meclis adına suçlu görülen memurları muhakeme edebilecek ve cezalandırabilecekti. Ayrıca bu meclis kendi üyeleri arasından olağanüstü yetkilerle İstiklâl Mahkemeleri kurabilecekti ve kurmuştur da. Bu suretle Meclis bütün yetkileri nefsinde toplamış oluyor. O günkü olağanüstü koşullar altında başka türlü olması da mümkün değildi. Özellikle yürütme yetkisi Meclis’in elindeydi. Fakat hemen görüldü ki 300 ü aşkın üyeden kurulu görülen bir meclisin tümüyle yürütme yetkisini kullanması mümkün değildi. Bu zorunluluk altında Meclis 25 Nisan 1920’de şu beş numaralı kararı almıştı. “Kuvve-i icraiye teşkiline karar verildi.”
Bu kararlar sonucunda 2 Mayıs 1920 tarihinde İcra Vekillerinin suret-i intihabına dair 3 numaralı kanun kabul edilmişti.
Dört maddeden ibaret olan bu kanun metni şöyledir:
“Madde 1 — Seriye ve Evkaf, Sıhhiye ve Muavanet-i İçtimaiye, İktisat (ticaret, sanayi, ziraat, orman ve maadin) Maarif, Adliye ve Mezahip, Maliye ve Rüsumat ve Defter-i Hâkanî, Nafıa, Dahiliye (Emniyet-i Umumiye, posta ve telgraf) Müdafa-i Milliye, Hariciye, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye işlerini görmek üzere Büyük Millet Meclisi’nin onbir zattan mürekkep bir icra vekilleri heyeti vardır.
Madde 2— İcra Vekilleri Büyük Millet Meclisi’nin ekseriyet-i mutlakası ile aralarından intihap olunur.
Madde 3— Her vekil deruhte ettiği umurun ifasında mensup olduğu encümenin rey-i istişaresini alabilir.
Madde 4— İcra Vekilleri arasında çıkacak ihtilâfı, Büyük Millet Meclisi halleder.
Görülüyor ki yeni hükümet tamamiyle bir meclis hükümeti olacaktır. Böylece bütün icraat meclis adına yapılmış olacaktır.
Bakanlar arasında çıkacak ihtilâfta meclisin hakem olması da bir yeniliktir. Böylece yeni meclis bir kabine usulüne göre değil memleketin o günkü ihtiyaçlarına göre kurulmuş bulunuyordu. Bu ilk kabinede yeni iki bakanlık görülmektedir. Türk tarihinde ilk defa olarak sağlık işleri için özel bakanlık kurulmuş oluyordu. Ve yine tarihimizde ilk defa olarak savunma işlerimiz için iki bakanlık meydana getiriliyordu. Bunlardan Müdafaa-i Milliye Bakanlığı, ordunun cihazlandırılması işlerine bakacak fakat harbin idaresi özel bir bakanlığa verilmiş olacaktı. Bu yeni bakanlık Erkân-ı Harbiye-i Umumiye adını alıyordu. Tahmin edilebilir ki savunma işlerinin bu iki bakanlığa ayrılmasının o günkü koşullarda özel bir sebebi de vardır. Atatürk, Ankara’ya gelişinden itibaren yanında bulunan Albay İsmet İnönü’ye fiilen, ordunun stratejik ve taktik işlerinin hazırlanmasını emanet etmişti. O günlerde Fevzi Paşa da, Ankara’ya gelmiş ve Meclise katılmıştı. Onun otoritesinden ve tecrübesinden de yararlanmak gerekiyordu. Böylece Müdafaa-i Milliye Bakanlığı kendisine verilmişti.
Meclis 5 Eylül 1920’de son derece dikkat çekici bir kanun daha kabul etmişti. Bu kanunun adı “Nisâb-ı Müzakere Kanunu” idi. Ve 18 numarayı taşıyordu. Bu kanunun maddeleri şöyleydi.
1 — Büyük Millet Meclisi, hilâfet ve saltanatın, vatan ve milletin istihlâs ve istiklâlinden ibaret olan gayesinin husulüne kadar şerait-i âtiye dairesinde müstemirren inikat eder.
Bu birinci madde şüphe yok Atatürk’ün ilhamıyla benimsenmişti ve bu madde Atatürk’ün zamanlama hususundaki dehasının canlı bir belgesidir. Atatürk daha 1907’de hilafeti de, saltanatı da kaldıracağını söylemişti. Fakat 1907’de bunun günü gelmemiş, memleketin alıştığı ve kalben bağlı olduğu hilâfet ve saltanata yer vermek ve mücadele hedefleri arasında onları kurtarmak amacını göz önünde tutmak zorundaydı. O günkü koşullarda milletin büyük çoğunluğu bu görüşteydi.
Kanunun öteki maddeleri şöyleydi.
Madde 2— Her livanın Büyük Millet Meclisi’nde mevcut miktar-ı azası intihap kanununun tayin eylediği miktardan aşağı tenezzül etmedikçe vukubulacak münhallere yeni aza intihap edilmez.
Bu madde o günkü koşullarda zorunluydu. Memleket sık sık seçimlere götürülemezdi.
Madde 3 — Büyük Millet Meclisi azasından senede 2 ay bilâmazeret, bilâfasıla Meclis’e devam etmeyenler Heyet-i Umumiye kararıyla müstafi addolunurlar.
Madde 4 — Büyük Millet Meclisi azalığıyla memuriyet bir zat uhdesinde içtima edemez. Ancak heyet-i vekile azalığı ve Büyük Millet Mecli-si’nin inzimam reyiyle, sefirlik, ordu ve kolordu kumandanlığı memuriyetlerinin meclis azalığıyla cemi caizdir.
Madde 5 — Her dâire-i intihabiyeden 5 aza intihabı itibariyle heyet-i mecmuasının bir fazlası nisâb-ı müzakeredir.
Madde 6 — Büyük Millet Meclisi azasına 4 ay için, 1250 lira tahsisat ve 4 ay hitamından devre-i içtimaiye nihayetine kadar Meclis’e devam edenlere şehrî 100’er lira tazminat verilir.
Madde 7 — Büyük Millet Meclisi azasına senede bir defaya mahsus olmak üzere 4000 kuruş üzerinden azimet ve avdet harcırahı ita olunur.
Madde 8 — İstanbul Meclis-i Mebusan’ından, Büyük Millet Meclisi’ne iltihak eden azaya, tarih-i iltihakından itibaren şehrî 100’er lira tazminat verilir.
Aynı yılın kasım ayının 4 günü bakanların seçimine dair kanunu değiştiren bir kanun kabulü 47 numarayı taşıyan bu kanunun metni şudur :
Madde 1 — Büyük Millet Meclisi İcra Vekillerinin suret-i intihabına dair kanunun 2. maddesi berveç-i âti tadil edilmiştir.
Madde 2 — İcra Vekilleri Büyük Millet Meclisi reisinin meclis azalarından göstereceği namzetler meyanından ekseriyet-i mutlaka ile intihap olunur.
Bu kanunla bir yandan reylerin dağılması dolayısıyla bakan seçiminin güçleşmesi önleniyor öte yandan meclis başkanının yetkisi artırılmış oluyordu. Böylece Meclis’in başkanı Mustafa Kemal fiilen hem hükümet, hem devlet, hem de meclis başkanı oluyordu. O günün koşulları böyle bir yetki yoğunlaşmasını zorunlu kılıyordu.
Şimdi I. Meclis’in en önemli eserlerinden birisi olan Teşkilât-ı Esasiye Kanununa geliyoruz. Bu fiilen yeni devletimizin ilk anayasası oluyordu. Tarihi 20.1.1921, numarası 85’tir.
Bu tarihî metni ayniyle naklediyoruz:
Madde 1 — Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim usûlü halkın mukadderatını kendisinin ve fiilen yönetmesi esasına dayanır.
Madde 2 — Yürütme gücü ve yasama yetkisi milletin biricik ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’nde belirir, merkezîleşir.
Madde 3 — Türkiye devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından önerilir ve hükümet, Büyük Millet Meclisi Hükümeti adını taşır.
Madde 4 — Büyük Millet Meclisi vilâyetler halkınca seçilen üyelerden kurulur.
Madde 5 — Büyük Millet Meclisi’nin seçimi 2 yılda bir yapılır. Seçilen üyelerin üyelik süresi iki seneden ibaret olup, fakat yeniden seçilmek caizdir. Eski heyet, yeni heyetin toplanmasına kadar göreve devam eder. Yeni seçim yapılmasına imkân görülmediği takdirde toplantı süresinin yalnız bir sene uzatılması caizdir. Büyük Millet Meclisi üyelerinin her biri kendini seçen ilin ayrıca vekili olmayıp, umum milletin vekilidir.
Madde 6 — Büyük Millet Meclisi’nin genel kurulu kasım başında davetsiz toplanır.
Madde 7 — Şeriat hükümlerinin uygulanması, bütün yasaların yapılması, değiştirilmesi, ortadan kaldırılması, barış yapılması vatan müdafaası ilânı gibi temel haklar Büyük Millet Meclisi’ne haizdir. Kanunların yapımında ve nizamlar konmasında, halkın uygulamasına ve zamanın ihtiyaçlarına uygun fıkıh ve hukuk hükümleriyle adap ve muameleler esas alınır. Bakanlar Kurulu’nun yetki ve sorumluluğu özel kanunla belirtilir.
Madde 8 — Büyük Millet Meclisi hükümetinin ayrıldığı daireleri, özel kanuna göre seçtiği vekiller vasıtasıyla yönetir. Meclis yürütmeler hususunda vekillere yön tayin eder ve gerektiğinde onları değiştirir.
Madde 9 — Büyük Millet Meclisi Genel kurulu tarafından seçilen başkan, bir seçim dönemi içinde Büyük Millet Meclisi’nin başkanıdır. Bu sıfatla Meclis adına imza koymaya ve Bakanlar Kurulu kararlarını onaylamaya yetkilidir. İcra Vekilleri heyeti içlerinden birini kendilerine başkan seçer, ancak Büyük Millet Meclisi Bakanı vekiller kurulunun da başkanıdır.
Yönetim:
Madde 10 — Türkiye coğrafi durum ve iktisadî ilişkiler bakımından illere, iller ilçelere ayrılmış olup, ilçeler de bucaklardan kurulur.
İller:
Madde 11 — İller mahallî işlerde moral şahsiyete ve muhtariyete sahiptir. Dış ve iç siyaset serî, adlî ve askerî işler, milletlerarası iktisadî ilişkiler hükümetin genel teklifleri ve yararı birden fazla illere şamil hususlar müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak kanunlar mucibince vakıflar, medreseler, eğitim, sağlık, iktisat, ziraat, bayındırlık ve sosyal yardım işlerinin nizamlanması ve yürütülmesi, il şuralarının yetkisi içindedir.
Madde 12 — İl şuraları il halkınca seçilen üyelerden kuruludur. İl şuralarının toplantı süresi iki senedir. Toplantı müddeti senede iki aydır.
Madde 13 — İl şûrası azası arasından icra âmiri olacak bir başkan ile muhtelif şubeleri yönetmeye memur üyelerden kurulmak üzere bir yönetim kurulu seçer. İcra yetkisi daimî olan bu heyete aittir.
Madde 14 — İlde, Büyük Millet Meclisinin vekili ve temsilcisi olmak üzere vali bulunur. Vali Büyük Millet Meclisi hükümeti tarafından seçilir. Görevi devletin genel ve ortak vazifelerini görmektir. Vali yalnız devletin genel görevleriyle mahallî görevler arasında fark zuhurunda müdahale eder.
İlçe:
Madde 15 — İlçe yalnız idarî ve inzibatî bir bölüm olup, manevî şahsiyeti haiz değildir. Denetimi Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından tayin edilen ve valinin emri altında bir kaymakama verilir.
Bucak:
Madde 16 — Bucak özel hayatında muhtariyete sahip bir manevî şahsiyettir.
Madde 17 — Bucağın bir şûrası, bir yönetim heyeti bir de müdürü vardır.
Madde 18 — Bucak şûrası, bucak halkınca doğrudan doğruya seçilmiş üyelerden oluşur.
Madde 19 — Yönetim kurulu ve nahiye müdürü, bucak şûrası tarafından seçilir.
Madde 20 — Bucak şûrası ve yönetim heyeti yargısal, ekonomik ve malî yetkiye sahip olup bunların dereceleri özel kanunla tayin olunur.
Madde 21 — Bucak bir veya birkaç köyden kurulu olduğu gibi bir kasaba da bir bucaktır.
Genel Müfettişlik:
Madde 22 — İller ekonomik ve sosyal ilişkileri itibariyle birleştirilerek genel müfettişlik mıntıka vücuda getirilir.
Madde 23 — Genel müfettişlik mıntıkalarının umumî surette asayişin sağlanması ve genel daireler işlemlerinin denetlenmesi ve bölgesindeki illerin ortak işlerinde ahengin tanzimi görevi genel müfettişlere verilir. Genel müfettişler, devletin genel vazifeleriyle mahallî idarelere ait vazife ve kararları sürekli olarak denetler.
Özel Madde:
İşbu kanun yayımı tarihde yürürlüğe girer. Ancak halen toplanmış olan Büyük Millet Meclisi, 5 Eylül 1336 tarihli müzakere nisabı kanunun birinci maddesinde gönderildiği üzere amacına ulaşıncaya kadar sürekli olarak toplu bulunacağı cihetle işbu Teşkilât-ı Esasiye Kanunundaki 4’üncü, 5’inci maddeler amacın elde edilmesine bugünkü Büyük Millet Meclisi mürettep sayısının 3/2 çoğunluğuyla karar verildiği takdirde ancak yeni seçimden itibaren yürürlüğe girer.
İÇTE HUZUR VE İSTİKRARIN SAĞLANIŞI
I. Cihan Harbi sonuna doğru beliren ümitsizlik ve bitkinlik havası içinde askerlikten dönenlerin bir kısmı ileri derecede yoksulluk, bir kısmı da huzur ve güvenden yoksunluk yüzünden olumlu bir işe başlayamıyor, kendisini kadere teslim ediyor. Bir kısmı ise küçük gruplar kurarak kasaba ve köylere baskınlar düzenleme yolunu tutuyorlardı. Millî Mücadelenin başladığı günlerde bu grupların faaliyeti hissedilir derecede artmıştı. Başına beş on kişi toplayan efe, zeybek gibi adlar taşıyan bu adamlar işgale uğrayan il ve ilçelerde sıfıra yaklaşmış olan devlet otoritesine karşı geliyor ve sürekli olarak baskınlar düzenleniyordu. Bunların bir kısmı yabancı işgal kuvvetlerine karşı küçük çapta mücadele veriyor, bir kısmı ise sadece böyle görünmek istiyordu. Böylece memlekette huzur ve asayişten eser kalmıyordu.
Erzurum ve Sivas Kongrelerinden sonra Ankara’ya gelip yerleşen Atatürk’ün emrinde hemen hemen hiç bir askerî güç yoktu. Oysa işgalci düşmanlar saldırılarını arttırıyorlardı. Bu hazin tecellinin bir belgesi ve anısı olarak şu müşahedemi sunuyorum:
“Zaferden sonra bir gün dostum ve meslektaşım Dr. Fuat Umay’la Atatürk’ün huzurunda bulunuyorum. Fuat Bey, Millî Mücadele’nin başında Bolu bölgesinde asayişi sağlamaya çabalıyordu. O günler konuşulurken Fuat Bey, Paşa’ya,
— Paşam o güç günlerde asilere karşı sizden bir bölük asker istemiş
tim, göndermemiştiniz, diyecek oldu Atatürk buna acı ve gerçek cevabı
vermişti:
— “A çocuğum o dediğin günlerde benim emrimde bir bölük asker
yoktu.”
O günlerde ve bu koşullar altında il ve ilçelerdeki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin desteğini ya da zorunlu itimadını sağlayan efeler, keyfî hareketlerini genişletiyorlardı. Elde devlet kuvveti olmadığı gibi, asker toplama olanağı da bulunmadığı için bir süre bu efe gruplarının makul davranışlı görünenlerinden faydalanmak zorunluluğu ortaya çıkmıştı. Bu efeler ikiye ayrılmıştı birkaç tanesi Atatürk’ün önderliğinde millî hareketi destekliyor veya öyle görünüyordu. Bir kısmı da hilâfet makamına bağlı bir tutum alıyordu. Bu yüzden birbirleriyle çarpıştıkları oluyordu. Bu efe grupları içinde maliyetinin sayısı ve teçhizatı bakımından en güçlü görüneni Çerkez Ethem’di Millî Mücadele’yi destekler ve işgal kuvvetlerine karşı savaşır göründüğü günlerde Atatürk’ün sempatisine nail oluyordu. Oysa bu onun cüretini ve küstahlığını arttırıyordu. Ankara’ya gelişlerinde, o dönem An-karasının tek otomobili olan vasıtayı Atatürk onun emrine veriyordu. Oysa adamın şımarıklılığı gitgide artıyordu. Bir diktatör olma vehmine kapılmıştı. Arzuları yerine getirilmediği zaman tehditler savurmaya başlamıştı. Bu azgınlığın son haddine vardığı günlerde Ankara’ya yolladığı bir mesajda Meclisin kapısının bir tarafına Mustafa Kemal’i, karşı tarafına da İsmet Paşa’yı asacağını söylecek kadar çılgın bir cüret gösteriyordu. Bu asî grup Çerkez Ethem’den ibaret değildi. Memleketin birçok yerlerinde bu gruplar halkı bîzar ediyor ve halk onları işgal kuvvetlerinden daha zalim buluyorlardı. Bu feci durumu tabiîdir ki Yunanlılar nimet biliyor ve Anadolu içinde ilerliyorlardı. Böylece tarihimizin belki en tehlikeli dönemi başlamış oluyordu. Bir taraftan Yunan ilerleyişini durdurmak öte yandan başta Çerkez Ethem olmak üzere küstahlıklarını artıran asî kuvvetleri bertaraf etmek gerekiyordu. Bu konuda Mustafa Kemal, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin fedakâr desteğini sağlamayı başarmıştır. I. İnönü saldırımız başlamadan önce millî kuvvetlerden bir kısmını Çerkez Ethem’e karşı yöneltme zarureti doğmuştu. Bu hamle İsmet İnönü’nün himmeti ve fedakâr-lığıyla başarıya ulaştı. Çerkez Ethem grubu bertaraf edildikten sonra İnönü’de düşmana ilk darbe indirildi.
Büyük Millet Meclisi’nin ve hükümetinin teşkilâtlanması sayesinde yavaş yavaş muntazam millî bir ordu kurma çalışmalarına başlandı. Bu tarihin en güç görevlerinden birisiydi. Fakat Mustafa Kemal’in, i. Meclisin ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin fedakârlığı ve vatan sevgisiyle başarılmıştır. Bu şüphesiz Atatürk’ün ve Meclisin en büyük ve en şerefli başarılarından birisidir.
MİLLİ ZAFERLER
Mustafa Kemal’in askerî dehasını Çanakkale’den sonra bir defa daha belirten millî zaferler İnönü, Sakarya ve Dumlupınar adlarıyla askerî ve siyasî tarihe geçmiştir.
Bu zaferlerin askerî yönünü anlatmak bu yazının konusu ve yetkisi dışında kalır. Ancak şu kadarı söylenebilir. Bu harpler ve bu zaferler birer kader harbidir. Bir milletin varolup, olmayacağına hükmeden kader belirtici harplerdir. Bu harplerde Mustafa Kemal’in dehası iki yönde belirir.
1 — Millî gücü tam olarak toplayıncaya kadar kesin teşebbüse girmemek ve bu yolda icap ederse toprak kaybını bile bütün sonuçlarıyla göze almak.
2 — Bu harplerde radikal ve modern stratejiye uygun bir kararla hareket etmek. Nitekim zaman olmuş düşmanı stratejik merkezlerden uzaklaştırmak ve kendi ordumuza derlenip toparlanmak fırsatı vermek için Sakarya Harbi’nden önce olduğu gibi ordumuzu 90 km. geri çekmeyi göze almak. Bu karar bir ricat gibi görünmesine rağmen ancak, Atatürk gibi bir dâhinin gözealabileceği bir kahramanlıktı. Çünkü askerliğin gereğini iyi bilmesi mümkün olmayan bir kısım Meclis grupları isyan ve feveran haline gelmişler, “Nereye gidiyoruz” feryadını çıkarmışlardı. O günlerde Meclis’in, Ankara’dan, Kayseri’ye nakli de göze alınmıştı. Klasik stratejiye bağlı kalanlar bu çekilişin en başarılı bir harp oyunu olduğunu farketmeyerek onu nihaî bir yenilgi saymışlardı. Mustafa Kemal bir yanda ordunun başkumandanı sıfatıyla geleceğinden emin olduğu zaferlere orduyu hazırlarken bir yandan da içteki bu paniği teskin için bütün belagatını kullanmıştır. Özellikle I. Büyük Mücadele olan İnönü Harplerinde zorluk sadece düşmanın kuvvetçe üstün olmasından ibaret değildi. Yunan ordusunun arkasında başta İngiltere, hemen hemen bütün Batı Avrupa bulunmaktaydı. Buna karşı Türkiye iki cephede savaşmak zorunda kalmıştı. Bir tarafta Yunan ordusunun ilerlemesini hiç değilse yavaşlatmak öte taraftan memleketin hemen yarısında patlak veren iç isyanları bastırmak. Zaman olmuş bu isyanlara karşı asıl cepheden daha fazla kuvvet ayırmak gerekmiştir. Ümitsizliğe her sebebin varolduğu bu durumda Mustafa Kemal ve Meclis’in çoğunluğu bir kale gibi dikilmişlerdir. İnönü Harplerinde, milletin makûs talihini yenen İsmet İnönü millî mücadelenin
kesin zaferi kazanacağına bir delil vermiş oldu. Fakat elbette bu başarı kesin zafer değildi. Düşmanı vatanın harim-i ismetinde yok etmek için daha pek çok hazırlığa ihtiyaç vardı. Bunu çok iyi bilen Mustafa Kemal, içe ve dışa karşı hazırlıklarını insanüstü bir takatla devam ettirmiştir.
Sakarya Zaferi, XVII. asırdan beri sürmekte olan çekilişimize kesin bir son vermiştir. Bu zaferle yalnız Yunan değil bütün Dünya artık Türklerin çekilişe son verdiğini görmüştür. Böylece hazırlığını tamamlayan ordumuz 30 Ağustos 1922’de bir imha meydan muharebesiyle düşmana Dumlupınar’da kesin ve nihaî darbeyi indirmiştir.
Böylece mağrur Yunan orduları yok edilmiş, Başkumandanları esir alınmış ve vatanın kurtuluşu tamamlanmıştır. Bu muazzam zaferin Başkomutanı Mustafa Kemal, cephe komutanı İsmet İnönü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’tır. Her üçü bu zafer gibi tarihte ebedîleşmişlerdir.
Şüphe yok ki bu muazzam zaferde beyin ve muharrik güç Mustafa Kemal’dir.
LOZAN
Büyük zaferler kazanmak ve bunun meyvelerini o zaferin azametine uygun şekilde derlemek için bir örnek aranırsa bu şüphesiz Lozan Antlaşmasıdır. Mustafa Kemal’in ve Meclisin’in baştan beri ilân ettikleri sonuca, bu antlaşmayla hemen hemen tam olarak ulaşılmıştır. Tekrar etmek gerekirse baştan beri ilân edilmiş olan millî amacımız Misâk-ı Millî sınırlarını, nihaî olarak sağlamak, bağımsızlığımızı tam olarak gerçekleştirmek, tam bağımsızlık deyince sadece siyasî değil ekonomik, malî, adlî velhasıl her hususta bağımsız olmak amaçlanıyordu.
Büyük zaferden sonra Lozan’da bu amaçların tabiî şekilde ve kolaylıkla elde edilebileceği umulabilirdi. Ama düşmanların gizli hesapları vardır. Emperyalist emellerini feda etmek istemiyorlardı. Hele tadına alıştıkları kapitülâsyonlardan vazgeçmek onlara ağır geliyordu. Oysa kapitülâsyonları bir daha geri gelmiyecek şekilde ortadan kaldırmak toprak bütünlüğümüz kadar önemli idi. İtilâf Devletleri, bizimle beraber Birinci Cihan Harbi’ni kayıp etmiş olan devletlere bütün arzularını dikte etmişlerdi. Unutuyorlardı ki yeni Türkiye, bir millî zafer kazanmış ve yenik Osmanlı Devleti’nin devamı değildi. İşte Lozan’da en büyük zorluk bu görüş ayrılığından ileri gelmişti. Yani Türkiye adına müzakereleri yürüten İsmet Paşa kararlıydı, metindi, son derece akıllıydı. Düşmanın silahlarını, düşmana karşı kullanmakta emsalsizdi. Bu çatışma o kadar şiddetli olmuştu ki İnönü bir ara müzakereyi terk etmek cesaret ve kararını göstermişti. Nihayet emelleriyle yeni doğan ve gün geçtikçe güçlenen Türkiye’yi zorlamayacaklarını anlayan İtilâf Devletleri 23 Temmuz tarihinde Lozan’da barış antlaşmasına imza atmak mecburiyetinde kalmışlardır. Bu antlaşmayla Türkiye, emellerinin başlıcalarını kabul etmemişti. Yapılan fedakârlık Hatay ve Kerkük topraklarıyla, Boğazlar statüsünü yeni konferanslara bırakmaktan ibaret olmuştu.
Lozan tarihte en uzun ömürlü antlaşmalardan birisi olmuştur. En önemli nokta, kapitülâsyonların nihaî olarak kaldırılmasıydı. Düşmanlar bu yenilgilerine bir teselli bulmuşlardı. Nasıl olsa Türkiye malî bakımdan sıkıştıkça düşmanların kapısına yalvarmaya gidecek, onlar da verecekleri borca mukabil kapitülâsyonları geri alacaklardı. Buna İnönü’nün tarihî cevabı şu oldu. “Kapınıza gelmeyeceğiz, gelirsek geri alın”. Bir hususta da önemli tartışma olmuştu. Düşmanlar Türkiye’nin adlî sistemine güvenmiyorlardı. Oysa Türkiye, kendi hür iradesiyle çağdaş hukuk sistemini kabul etmekle bütün bu tereddütlere kesin cevabını vermişti.
Görülüyor ki yeni millî devletimizin ilk anayasası meclisin açılmasından 9 ay sonra ortaya konmuştu. Bu yasanın 1. maddesi henüz adı konulmamış bir cumhuriyeti ifade ediyor. Atatürk’ün öteden beri kullandığı terimle egemenlik, “kayıtsız şartsız” milletin oluyor. Bu anayasanın ikinci maddesinde meclisin sadece bir yasama organı değil aynı zamanda yürütme organı olduğu ifade edilmektedir. Bu, bir yeni kuruluş döneminin getirdiği bir zorunluluktu ve memleketin o günkü koşullarında kurtuluşa erişmek için bütün güçlerin meclis elinde toplanması bir zorunluluktu. Daima meşruiyetçi olmuş olan Atatürk, bu maddeye dayanarak ve meclisin serbest oylarıyla seçilmiş başkanı olarak memleket kaderinde lüzumlu olan yetkileri meşru bir tarzda elinde toplamış oluyordu.
Anayasanın 7. maddesi dikkatle okunduğu zaman henüz adı anılamayan lâikliğe doğru açılmış bir pencere görünümünü verir. Bu maddede, yine dinî esaslar ön plâna alınmakla beraber, “zamanın ihtiyaçlarına uygun hükümler” ifadesiyle kanun yapımında çağdaşlaşma imkânı hazırlanmış oluyor.
8. madde yeni kurulacak hükümlerin bir “meclis hükümeti” olacağını göstermektedir. Yani bakanlar, yürütmeyi meclisi adına düzenleyeceklerdir.
Bu anayasada meclis içindeki akımları neticesinde platonik olarak girmiş, fakat hiçbir süratle uygulanamamış hükümlerde yer almaktadır. Bu me-yanda meselâ 11. maddede bir il şûrasından bahsedilmektedir. Metne göre bu şûra, ile ait bütün işleri düzenlemek yetkisine sahip olacaktır. Bu şüphesiz bildiğimiz il genel meclisleri değildir. Bunun gibi 16. maddede bucakların muhtariyete sahip olması hükmü yer almaktadır. Bu o gün uygulanmadığı gibi bugün de uygulama imkânı görülmeyen bir hükümdür.
Yeni anayasanın münferit maddesiyle mevcut Büyük Millet Meclisi’nin sürekli olarak toplantı halinde olması vurgulanıyor. Onun için meclis tatilleriyle ilgili 4. 5. ve 6. maddelerin, kurtuluşungerçekleşmesinden sonra gelecek meclisler döneminde uygulanacağı tesbit edilmektedir.
1. Meclis’in önemli eserlerinden birisi 8.7.1922’de kabul ettiği 244 numaralı kanundur. Bu kanuna göre icra Vekilleri Reisi yani başbakan ve bakanlar meclisçe ve üyeleri arasından gizli oyla seçilecektir. İcranın başkanı, aynı zamanda bakansa bu bakanlığı koruyabilecektir. Bakanlardan birisi geçici olarak görevden ayrılma zorunda kalırsa yerini alacak vekil, yine Büyük Millet Meclisi tarafından seçilecektir. Bu hükümler 1. Meclis’in bütün yetkileri elinde tutmaya ne derece önem verdiğini bir defa daha göstermektedir.
Şimdi Meclis’in aldığı son derece önemli bir kararın metnini veriyoruz; Bu kararın tarihi 30.10.1922 ve numarası 307’dir. “Osmanlı İmparatorluğu’nun münkariz olduğuna ve Büyük Millet Meclisi Hükümetinin teşekkül ettiğine ve yeni Türkiye hükümetinin, Osmanlı İmparatorluğu yerine kaim olup onun hudud-u millî dahilinde yeni vârisi olduğuna ve Teşkilât-ı Esasiye Kanunuyla, hukuk-u hükümranı, milletin nefsine verildiğinden İstanbul’daki padişahlığın madûm ve tarihe müntakil bulunduğuna ve İstanbul’da meşru bir hükümet mevcut olmayıp İstanbul ve civarının Büyük Millet Meclisi’ne ait ve binaenaleyh oraların umur-u idaresinin de Büyük Millet Meclisi memurlarına tevdi edilmesine ve Türk hükümetinin hakkı meşru olan ma-kam-ı hilafeti esir bulunduğu ecnebilerin elinden kurtaracağına karar verildi.”
Nihayet Meclis 1.11.1922 tarihinde aldığı 308 numaralı kararla padişahlığı ortadan kaldırmıştı. Bu tarihî kararı orijinal metniyle veriyoruz: “Birkaç asırdır saray ve Babıâli’nin cehalet ve sefahati yüzünden devlet, azim felaketler içinde müthiş bir surette çalkalandıktan sonra nihayet tarihe intikal etmiş bulunduğu bir anda Osmanlı İmparatorluğu’nun müessis ve sahib-i hakikisi olan Türk milleti Anadolu’da hemharicî düşmanlarına karşı kıyam etmiş, hem de o düşmanlarla birleşip millet aleyhine harekete gelmiş olan saray ve Babıâli aleyhine mücedeleye atılarak Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümeti, ordularını bitteşkil haricî düşmanlar saray ve Babıâli ile fiilen ve müsellehan ve malum müşkülât-ı şedide ve mahrumiyet-i elime içinde cidale girişmiş ve bugünkü halâs gününe vasıl olmuştur.
Türk milleti saray ve Babıâli’nin hıyanetini gördüğü zaman Teşkilât-ı Esasiye Kanununu ısdar ederek onun birinci maddesiyle, hâkimiyeti padişahtan alıp bizzat millete ve 2. maddesiyle icraî ve teşriî kuvvetlerini onun yedi kudretine vermiştir. 7. maddeyle de harp ilânı, sulh akdi gibi bütün hukuk-u hükümraniyi milletin nefsinde cemeylemiştir.
Binaenaleyh o zamandan beri eski Osmanlı İmparatorluğu tarihe intikal edip yerine yeni ve millî bir Türkiye Devleti, yine o zamandan beri padişahlık merfû olup yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi kaim olmuştur. Yani bugün İstanbul’da bulunan heyet, mevcudiyetini usulen himaye edecek hiçbir meşru ve gayri-i ecnebi kuvvete ve muzaharet-i milliyeyi malik olmayıp bir zilli-zail halindedir. Millet, şahsî hükümranlık ve savaş halkı ve etrafının sefahati esası üzerine müesses bir saltanat yerine asıl halk kütlesinin ve köylünün hukukunu himaye ve saadetini tekeffül eden bir halk hükümeti idaresi tesis vazedilmiştir.
Hâl böyleyken İstanbul’da düşmanlarla teşrik-i mesai etmiş olanların el’an hukuk-u hilafet ve saltanat ve hukuk-u hanedaniden bahşeylemelerini görmekle müstağrık-ı hayret bulunuyoruz. Tevfik Paşa’nın telgrafı kadar garip ve acayip ve hilâf-ı mavaka bir vesika tarihte nadir görülmüştür. Binaenaleyh Türkiye Büyük Millet Meclisi berveçhiati mevadı neşru ilâna karar vermiştir.
1 — Teşkilât-ı Esasiye Kanunuyla Türkiye halkı hukuk-u hâkimiyet ve hükümranisini mümessil-i hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin şahsiyet-i maneviyesinde gayr-i kabil-i terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere temsile ve bilfiil istimale ve İrade-i Milliyeye istinat etmeyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamaya karar verdiği cihetle Misak-ı Millî hudutları dahilinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’nden başka şekl-i hükümet tanımaz. Binaenaleyh Türkiye halkı hakimiyet-i şahsiyeye müstenit olan şekl-i hükümeti 16 mart 1920’den itibaren ve ebediyen tarihe müntakil addeylemiştir.
2 — Hilâfet, Hanedan-ı Âl-i Osman’a ait olup halifeliğe, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu hanedanın ilmen ve ahlaken erşat ve eslah olanı intihap olunur.
Türkiye Devleti makam-ı hilâfetin istinatgahıdır.
NİHAYET CUMHURİYET İLÂNI
Büyük Millet Meclisi 29.10.1923 günü mevcut Anayasanın özellikle birinci maddesini tâdil eden 364 numaralı kanunu kabul etmiştir. Bu kanunla mevcut Anayasa’da zaten mevcut olan millet egemenliği rejiminin sadece adını takmış oluyor ve Cumhuriyet’i ilân ediyordu.
Aynı gün 29.10.1923’de kabul edilen 30 sayılı kararla Cumhurbaşka-nı’nın seçimine geçilmiş ve tereddütsüz beklendiği şekilde Gazi Mustafa Kemal, ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir.
Böylece milletimizin asırlık, sabırlı, çileli fakat yitirilmeyen ümitli bekleyişi tarih sahnesinde gerçekleşmiştir
* Sadi Irmak, Atatürk (Bir Çağın Açılışı), 1986, s. 2
* Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, 1983 Ankara
* Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, 1961 s. 86
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder