30 Ocak 2019 Çarşamba

12 MART ASKERİ MUHTIRASI VE TÜRK DEMOKRASİSİ. BÖLÜM 1

12 MART ASKERİ MUHTIRASI VE TÜRK DEMOKRASİSİ


Doğacan BAŞARAN*

*Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi, 

dc.basaran@hotmail.com


ÖZET

Askerler;  Ordu-Millet geleneğiyle şekillenen Türk devlet sistemi içerisinde her
dönemde devletin belirleyici unsurlarından olmuştur. Askerlerin devletin karar alma mekanizması içerisindeki bu ağırlığının temel nedeni, işgal altındaki Anadolu topraklarını işgalden kurtararak bağımsız ve çağdaş bir devlet yaratan kadroların büyük çoğunluğunun asker kökenli olmasıdır. Ancak Anadolu Devrimi’ni yapanların kafasında hiçbir zaman bir militarist diktatörlük kurma fikri yer almamıştır. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı bile, milletin temsilcilerinden oluşan TBMM tarafından yürütülmüş, savaş ortamında alınan kararlar da dahi milli irade
aranmıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasında da Cumhuriyet ilan edilerek çok partili siyasi hayata geçilmesi konusunda girişimler gerçekleşmiştir. Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle birlikte devlet geleneği içerisinde ağırlığı olan askerler; aslında Cumhuriyeti kuranların üniformayla siyaseti ayırma konusunda gösterdikleri büyük hassasiyete rağmen; kendilerine iç tehditlere karşı Cumhuriyet’i korumak gibi bir vazife edinmiş ve milletin kendi iradesiyle seçtiği kadroları demokratik olmayan yöntemlerle siyasetin dışına itmiştir. Bunun ilk örneği 27 Mayıs 1960’ta gerçekleşen askeri darbeyken Türk Silahlı Kuvvetleri’nin emir-komuta zinciri içerisinde gerçekleştirdiği ilk darbe, 12 Mart 1971 Muhtırası olmuştur. Cumhurbaşkanı Sunay’a kuvvet komutanlarının imzaladığı bildirinin iletilmesi ve radyoda okunması sonrasında Demirel hükümeti istifa etmiş ve demokrasi tamamen olmasa da kısmen askıya alınmıştır. Bu dönemde CHP milletvekili Nihat Erim’in başında bulunduğu bir teknokrat hükümeti kurulmuştur. Darbenin emir-komuta zinciri içersinde gerçekleşmesi bakımından 12 Eylül’e örnek olduğu ifade edilebilir. Diğer taraftan askerlerin doğrudan kurumları ele geçirmek yerine, hükümeti istifa ettirip bir teknokrat hükümeti kurdurması yönünden de 28 Şubat müdahalesine örnek teşkil ettiği de ifade edilebilir. Bu bildiride 12 Mart Muhtırası’yla Türk demokrasisine indirilen asker darbesi anlatılmaktadır.

Giriş

Etimolojik olarak Yunan diline dayanan ‘‘Demokrasi’’ sözcüğü, halk anlamına gelen ‘‘Demos’’ ve iktidar anlamına gelen ‘‘Kratos’’ sözcüklerinin birleşmesinden
oluşmaktadır. Demokrasi halkın temsil yetkisi verdiği temsilciler aracılığıyla
yönetime katılması durumudur. Elbette bütün ülkeler için tek model bir kalıpdemokrasinin bulunmadığı açıktır. Bunun belki de en geçerli nedeni, özgürlüğü idealize eden bir yönetim biçiminin kendi doğasından kaynaklanan esnekliktir (Karagöz Yerdelen, 2012: 179). Bu nedenle anayasal kaidelerle güvence altına alınmış olan demokratik sistemlerin, ordu içerisindeki hiyerarşinin gücüyle veya ordu içerisindeki hiyerarşinin dışına çıkmış bir kliğin etkinliği çerçevesinde, ortadan kaldırılması durumuna askeri darbe denilmektedir. Türk demokrasi tarihine bakıldığında, asker - sivil ilişkilerinin aynı zamanda bir darbeler tarihi olduğu görülmektedir.

Türk devlet geleneği içerisinde her dönemde önemli bir ağırlığı bulunan askerler,
darbeler tarihinin bir parçası olarak zaman zaman devlet rejiminin korunması ve
kaybolan devlet otoritesinin yeniden tesis edilmesi gibi iddialarla devlet yönetimine el koyarak demokrasiyi rafa kaldırmışlardır. Askerlerin belli dönemlerde devlet yönetimine müdahale etmesi, tarihsel gelenekleriyle ilişkili olup sistem içerisinde oluşturdukları hegemonik üstünlüğü sivillerle paylaşmayı istememelerinden kaynaklanmaktadır. Askerlerin bu davranışında Türk aydın sınıfının ‘‘toplumsal ilerleme’’ konusunda halka güvenmeyerek ‘‘ilericiliğin’’ ordu eliyle yukarıdan aşağıya getirilmesi konusunda bir kanaatinin bulunması etkili olmuştur.
Aydınların halkın demokrasi bilincinin geliştirilmesi yönündeki aydın
sorumluluğunu yerine getirmemesi, toplum içerisinde darbelere karşı bir demokrasi bilincinin gelişmesini geciktirmiştir. Oysa tarihsel tecrübelerimiz, özellikle Balkan Savaşları’nın öğrettikleri, ordunun siyasete karışmasının bedelinin ne kadar ağır olduğunu göstermektedir. Bu nedenle cumhuriyeti kuran kadrolar, Balkan Savaşları tecrübesinden çıkardıkları derslerle ordunun siyasete karışmaması konusunda çok hassas davranmışlar ve cumhuriyeti cumhurun iradesine teslim etmişlerdir. Üstelik bu kurucu kadrolar, henüz cumhuriyet kurulmadan önce, ülke işgal altındayken yürütülen Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı milli iradeye dayandırarak meclis kararları çerçevesinde yönetmişlerdir. Cumhuriyeti kuran kadroların tüm bu hassasiyetlerine rağmen; ordu 27 Mayıs 1960 günü devletin yönetimine el koymuş ve çok partili siyasi hayatımızın henüz emekleme aşamasındaki bir zamanında, Türk demokrasisine büyük bir darbe vurmuştur. Milletin seçtiği yöneticiler, darbe hukukunun işlediği çok da adil olmayan bir şekilde yargılanmış ve Başbakan Adnan

Menderes ile birlikte, dönemin Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu idam edilmiştir. İdamlar milletin vicdanında derin bir yara açmış ve millet, Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak değerlendir diği Adalet Parti’sini darbeden yalnızca 5 yıl sonra iktidara, Süleyman Demirel’i de başbakanlığa taşımıştır.

Süleyman Demirel’in başbakanlığı, ‘‘ilericiliğin’’ ordu eliyle topluma yukarıdan
aşağıya doğru getirilmesini bekleyen bazı aydınları, yeni bir ‘‘27 Mayıs’’ beklentisine itmiş ve 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası’na giden politik gerilim sürecini başlatmıştır.

Bu nedenle bu bildiride, askeri darbelerin Atatürk modernleşmesiyle bağdaşmadığı, darbelerin dış politikadaki çok yönlülük arayışlarının geliştiği dönemlerde toplumsal kaos ortamı bahane edilerek gerçekleştiği ve Türk toplumunda gerçekleşen darbelerin kabul görmediği ortaya koyulmaktadır. Diğer bir açıdan bakıldığında, şu gerçeği görmek gerekir,Türkiye’de çok uzun süremli yaşanan nitelikli demokrasi sorunu ve elbette buna bağlı anayasa sorunu, Silahlı Kuvvetler’in müdahaleleri kadar, ülkenin kapitalizmin çevre konumundan çıkmasının yarattığı yapısal gerilimin de bir sonucudur.(Karagöz, Yerdelen, 2016: 54).

1. 12 MART MUHTIRASI’NI HAZIRLAYAN SEBEPLER

27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi, çok partili siyasi hayatımızın henüz çok erken bir aşamasında demokrasiyi rafa kaldırarak cumhuriyet dönemimizin ilk askeri
darbesini yaşatmış ve milletin temsilcilerini idam ederek kamu vicdanını yaralamış olmasına rağmen; yumuşak ve özgürlükçü olarak değerlendirilebilecek bir anayasa yaratmıştır. Bu anayasal durum sol ve sağ radikalizmin yükselme fırsatı yakaladığı bir toplumsal ortama sebep olmuştur. Oluşan toplumsal ortamı, dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın ‘‘toplumsal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı.’’(Dehri, 2006) ifadesinde gözlemlemek mümkündür. Toplumsal uyanışın etkisiyle, özellikle radikal sol ideolojiler, öğrenci grupları, aydınlar ve genç subaylar arasında tartışılır hale gelmiştir.(Köse, 2010) Bu tartışmayı yürüten gruplar, Adalet Partisi’nin 1965 seçimleriyle iktidara gelmesi sonucunda, parlamenter sistem içerisinde bir sosyalist iktidar yaratma seçeneğine ilişkin umutlarını yitirmeye başlayarak daha fazla radikalize olmuşlardır.

1960’lı yıllarda gelişen sol hareketler, 1965 ve 1969 genel seçimlerinin sonuçlarına bağlı olarak demokrasi dışı yöntemleri yüksek sesle tartışmaya başlamıştır. Bu tartışmalara Günaydın gazetesinin Demirel hükümeti hakkında başlattığı yolsuzluk iddialarına ilişkin propagandanın eklenmesi hükümete karşı gelişen toplumsal tepkiyi arttırmıştır. Gelişen toplumsal tepki, işçi ve öğrenci eylemlerinin de büyümesine yol açmış ve bir kaos ortamı oluşmuştur. Oluşan kaos ortamı, toplumsal modernleşme konusunda orduya devrimci bir rol biçenlerin arzu ettiği bir durum olarak 9 Mart Cunta girişimine zemin hazırlamıştır. 9 Mart’taki cunta girişiminin başarısız olmasıysa, başarılı bir darbenin önünü açmış ve 12 Mart günü demokrasi askıya alınarak askerlerin ana aktör olduğu bir rejime geçilmiştir.

1.1. 12 Mart’a Giden Yol: 1965 Seçimleri

27 Mayıs sonrasında kurulan Adalet Partisi(AP), Demokrat Parti(DP)’nin oy tabanını hedefleyerek siyasete girmiş ve bu amaca yönelik geliştirdiği söylemler sonucunda, topluma Demokrat Parti’nin politik mirasçısı olduğu fikrini kabul ettirtmeyi başarmıştır. Ayrıca 27 Mayıs 1960 müdahalesi sonrasında kurulan koalisyon hükümetlerinin istikrarsız bir görüntü çizmesi ve sosyal ve ekonomik sıkıntıların bir türlü çözülememesi milletin DP döneminde olduğu gibi, istikrarlı bir tek parti iktidarı arayışına yönelmesine sebep olmuştur. Böyle bir toplumsal zeminde gerçekleşen 1965 genel seçimleri, toplum nezdinde Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak görülen Adalet Partisi’ni %52’lik bir oy ile iktidara taşımıştır. Bu seçim sonuçlarında Cumhuriyet Halk Partisi(CHP)’nin 27 Mayıs ile ilişkilendirilmesinin yarattığı algının büyük bir payı bulunmaktadır.

1965 genel seçimleri, iktidara DP’nin mirasçısı olan AP’yi taşıyarak yalnızca güçlü bir sağ iktidar yaratmamıştır. Aynı zamanda Türkiye İşçi Partisi(TİP)’nin 15 milletvekili çıkartmasıyla sosyalistlerin ilk kez mecliste grup kurmalarını sağlamıştır. TİP’in seçim başarısı, Türkiye’de sınıf mücadelesini öne çıkartmış ve sol – sosyalist görüşler geniş bir özgürlük alanı yakalamıştır. Özellikle dünya genelinde konjonktürel bir hareket olarak gelişen 1968 gençlik hareketlerinden Türkiye’nin de etkilenmesi, 68 kuşağı denilen bir kuşağın ortaya çıkmasıyla sonuçlanmış ve öğrenci hareketlerinin politik niteliğini farklılaştırmıştır. 1968 yılında yaşanan üniversite boykot ve işgalleriyle birlikte, öğrenci grupları kendilerinde Türkiye’deki politik sistemi değiştirebilecek gücü görmeye başlamıştır. Öğrenci gruplarının bu şekilde radikalleşen tutumu gençlik eylemlerinin sertleşmesine sebep olmuştur. 1969 seçimlerine giden Türkiye’de, öğrenci olayları kontrol edilemez bir hal almaya başlamış ve 1969 yılı Ocak ayında ODTÜ’de Amerikan Büyükelçisi’nin arabası, sol görüşlü öğrenciler tarafından yakılmıştır. Bu olay aynı zamanda, gençlik arasında yayılan anti – Amerikancı duyguların yükselişini temsil etmektedir.

1.2. 12 Mart’ın Temel Nedeni: 1969 Seçimleri:

1969 genel seçimlerinde, artan öğrenci eylemleri ve yükselen sınıf bilinciyle gelişen toplumsal muhalefete rağmen; AP yeniden tek başına iktidara gelmiştir. Aynı zamanda bu seçimlerde seçim sisteminde değişiklik yapılmış ve 1965 yılında AP’nin tek başına iktidara gelmesini önlemek amacıyla uygulanan milli bakiye yöntemi kaldırılarak geçmişte kullanılan nispi temsil sistemine dönülmüştür. Küçük partilere siyasal temsil imkanı sağlayan milli bakiye sistemi, küçük partileri sistem içinde tutarak bu partilerin radikalleşmesini azaltan bir yöntemdir. 1969 seçimlerinde milli bakiye sistemi bırakılarak nispi temsil sistemine geçilmesi, küçük partilerin sistem içerisinde barınma olanağını azaltmıştır. İşte bu nedenle, 1969 genel seçimleri, TİP’in1965 seçimleriyle benzer bir oy oranını yakalamasına rağmen; yalnızca 2 milletvekili çıkartması ve mecliste grup oluşturamamasıyla sonuçlanmıştır.

1969 seçim sonuçlarında ortaya çıkan meclis görünümü, bazı sol çevrelerin
parlamenter siyasete olan inancını yitirmesine sebep olmuş ve 1965 seçimleriyle
gelişmeye başlayan sağ iktidarların demokratik seçimle gitmeyeceği veya
parlamenter siyaset neticesinde mağlup edilemeyeceği düşüncesi belirgin biçimde öne çıkmıştır. Kurtuluş Kayalı’ya göre, 1969 seçimleri, demokratik sosyalizm eğilimini taşıyan legalite yanlısı gruplarda bile, sert bürokratik arayışların gelişmesine neden olmuştur. (Kayalı, 1994) Bu anlamda 1969 seçim sonuçları, 12 Mart’ın temel sebebi olarak değerlendirilebilir.

Türkiye sosyalistlerinin parlamenter siyasete ilişkin umut bağladığı TİP’in içerisinde, Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgaliyle başlayan fikirsel ayrışma ve TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın ortaya attığı ‘‘Barışçıl, İnsancıl ve Güler yüzlü Sosyalizm’’ teorisinin yarattığı kuramsal gerilim, partinin sosyal demokratça oportünistleştiği eleştirilerini almasına sebep olmuş ve TİP içerisinde Aybar’a karşı yükselen muhalefet ile birlikte, Behice Boran’ın TİP Genel Başkanlığına giden yolu açılmıştır. Bu süreç TİP’in bölünmesiyle sonuçlanmıştır. TİP’in bölünmesi sırasında gençlik hareketleri, ‘‘Milli Demokratik Devrim(MDD)’’ tezini savunmuşlardır.

TİP’in yaşadığı ideolojik çatırdamalar neticesinde toplumsal tabanı genişleyen MDD çizgisi, aslında 1969’da gençliğin TİP’ten ayrılmasıyla popülerleşmişse de 1969 bölünmesinden daha önce yaşanan, yine TİP içi bir ayrışmaya dayanmaktadır.

TİP’ten ayrılarak Türk Solu dergisini çıkartmaya başlayan ve Atatürkçülüğü halkçı ve milli sosyalizm olarak yorumlayan Mihri Belli, Milli Demokratik Devrim
teorisinin ortaya çıkmasına öncülük etmiştir.

1968 yılında gerçekleşen öğrenci eylemleri sırasında, gençlik muhalefeti
radikalleşirken TİP, halkın desteğini almayan ve küçük bir azınlığa dayanan
sosyalizmin başarılı olmayacağına inanarak kendi politik konumunu belirlemiştir.
Bu nedenle TİP, legaliteden kopmamak ve marjinalleşmemek amacıyla öğrenci
eylemlerine kayıtsız kalmıştır. TİP’in öğrenci eylemlerine ilgisiz kalması, TİP
içerisinde faaliyet gösteren Fikir Kulüpleri Federasyonu(FKF) başkanı Doğu Perinçek ve arkadaşlarının MDD saflarına katılmasına sebep olmuş ve bu ekip Aydınlık dergisinin çıkartılmasına öncülük etmiştir. Zaman içerisinde Aydınlık, MDD teorisinin yayın organı haline dönüşmüştür.

Milli Demokratik Devrim anlayışı özünde aşamalı bir devrim anlayışını savunur.
MDD teorisyenleri tarafından ‘‘Sosyalist’’ devrimin gerçekleşebilmesinin ön koşulu olarak öncelikle bir ‘‘Demokratik’’ devrimin gerçekleşmesi gerektiğine inanılır. Bu nedenle ‘‘Sosyalist Türkiye’’ yerine ‘‘Gerçekten Demokratik ve Tam Bağımsız Türkiye’’ sloganını benimseyen MDD anlayışı, feodaliteye karşı demokratik, emperyalizme karşı milli ve kurulu düzene karşı devrimci bir teoriye dayanan çözümlemeyi geliştirmiştir. Bu anlamda MDD kadrolarının Türkiye’ye özgü milli sosyalizm anlayışını benimsedikleri belirtilebilir. MDD çizgisinin milli sosyalizm (sol - Kemalizm) anlayışı bakımından Yön - Devrim hareketiyle benzerlik gösterdiği görülmektedir. Bundan dolayı Mihri Belli’nin TİP’ten kopuş sürecinde yazdığı bazı yazılar Yön dergisinde de yayınlanmıştır.

MDD tezi tıpkı Yöncülerin fikirlerinde olduğu gibi, Türkiye’de henüz büyük bir
proleter sınıfın oluşmadığına inanarak devrimci rolün asker ve sivil aydınlara
düştüğünü iddia etmiştir. Aslında MDD tezinin yaygınlaşmasını sağlayan da sınıf
siyasetine dayanmak yerine, jakoben bir anlayışla toplumu dönüştürme fikrine
dayanan bu iddiası olmuştur. MDD tezinde ve Yön örneğinde görüldüğü gibi, TİP
dışındaki sol gruplarda demokrasi dışı illegal yöntemlerin tartışılması oldukça
olağanlaşmıştır. Sol grupların bir bölümü, özellikle Yöncüler, ordunun silah gücüne vurgu yaparak militarist bir diktatörlük kurulması fikrini savunurken, bir kısmı da, özellikle gençlik hareketleri boyutu, gençlik heyecanının da etkisiyle, halkın silahlandırılması yoluyla ‘‘Gerilla Devrimi’’ metodunun benimsenmesi gerektiğine ilişkin görüşleri dillendirmiştir.

MDD grubunun karar alıcıları, solun yaşadığı radikal tartışmaları görerek solun
illegalleşmesinden ve terörizme olmasından çekinmişlerdir. Bu nedenle Mihri Belli öncülüğündeki MDD kadroları, yasal bir siyasi parti kurulması fikrini savunarak solun radikalize olmasından kaçınmışlardır. Ancak yeni ve legal bir siyasi parti kurulması fikri, sanılanın aksine ters bir etki yaratarak solun radikalleşmesini engellemek bir yana, hızlandıran bir bölünmeyle sonuçlanmış ve 12 Mart’a toplumsal zemin hazırlayan sol fraksiyonlar ortaya çıkmıştır. Sol fraksiyonların ortaya çıkması olarak literatüre giren bu ayrışma, 29 - 30 Ekim’de toplanan ‘‘Proloter Devrimci Kurultayı’’nda gerçekleşmiştir. Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu(Dev - Genç)’nun Ankara kolu, Mihri Belli’nin liderliğinde kurulan yasal siyasi partiye ve özellikle de toplanacak olan kurultayın divan başkanlığı için önerilen ve eski komünist sıfatıyla tanımladıkları Hikmet Kıvılcımlı ismine karşı çıkmıştır. (Açıkkaya, 2009) Kurultayın hemen öncesinde Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kurtuluş Dergisi’nde yayınladıkları ‘‘Aydınlık’a Açık Çağrı’’ başlıklı bildiri, önemli bir kırılma noktası olmuş, MDD çizgisinde Mihri Belli’nin liderliği sorgulanarak büyük bir bölünme yaşanmış ve MDD tezinden kopan sol gruplar ‘‘Gerilla Devrimi’’ hayallerine kapılarak silahlı mücadele yöntemlerine yönelmiştir. Bundan dolayı 1968-69 yıllarında politik niteliği değişen öğrenci hareketlerinin 1970’lerde demokratik niteliğinin de değiştiği ifade edilebilir.

Gerilla tipi mücadele temelinde yaşanan fraksiyonlaşma sürecinde, sol gruplar
homojen bir görüntü sergilememiş ve yöntemsel anlamda ‘‘Çin Tipi Gerilla
Devrimi’’nin mi; yoksa ‘‘Latin Amerika Tipi Gerilla Devrimi’’nin mi benimsenmesi
gerektiği konusunda önemli tartışmalar yaşanmıştır. Yaşanan bu tartışma aynı
zamanda ‘‘Kır Gerillası’’ yönteminin mi; yoksa‘‘Şehir Gerillası’’ yönteminin mi
benimsenmesi gerektiği şeklinde yaşanan tartışma olarak bilinmektedir. Bu dönemdesol gruplarda yalnızca hayal edilen devrimin yöntemsel boyutunda bir ayrışma yaşanmamıştır. Sol gruplar algılanan sosyalizm tanımlamasında da, özellikle sosyalizmin evrenselliği ve özgünlüğü konusunda farklı ideolojik konumlanmalar geliştirmiştir. Kimi gruplar yalnızca işçi sınıfının öncülüğünde sınıf mücadelesi söylemini öne çıkartırken kimileri de ezilen halklar vurgusuyla etnik boyutu öne çıkan bir sosyalizm arayışına yönelmiştir. Bu grupların kurucu ideolojiye bakışında da farklılıklar bulunmaktadır. Sosyalist akımların bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi olan Kemalizme eleştirel bakarken bir diğer bölümüyse, Kemalizmi üçüncü dünyacılığın öncül ideolojisi olarak görmüş ve ulusal kurtuluşçu – devrimci bir ideoloji olarak bayraklaştırmıştır. 
Bu fraksiyonlaşma sürecinde, Deniz Gezmiş ve arkadaşları; Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu(THKO)’nu, Mahir Çayan ve arkadaşları; Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi(THKP-C)’ni, Doğu Perinçek ve Proleter Devrimci Aydınlık dergisi grubu; Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi(TİİKP)’ni ve İbrahim Kaypakkaya öncülüğündeki bir grup; Türkiye Komünist Partisi – Marksist, Leninist(TKP-ML)’i ve onun silahlı kanadı olan TİKKO’yu kurmuştur.

Sonuç olarak 12 Mart’ın gerekçesi olarak gösterilen anarşi olaylarının önü
kesilememiş gençlik hareketleri silahlı mücadeleye yönelmiş ve sol grupların silahlı mücadele yöntemlerini benimsemesi sonrasında 12 Mart’a giden süreç ivme kazanmıştır. Ülke hızla sağ – sol çatışmasına sürüklenmiştir. Mihri Belli bu süreçte yaşanan radikalleşmeye eleştirel bakmaktadır. Belli’ye göre, yükselen ve popülerlik kazanan sosyalizm, heyecanlı bir macera arayışına kurban edilmiştir. Ona göre, halk tarafından sosyalistlerin eli silahlı öcüler olarak algılandığı bir durum ortaya çıkmıştır. (Akman, 2014) Bu durumun ortaya çıkmasında MDD içerisinde yaşanan kırılmada Belli’yi sağcılıkla suçlayan sosyalistlerin stratejik ve yöntemsel hataları belirleyici olmuştur.

Sol grupların silahlı eylemlere yönelmesiyle 29 Ocak 1970’te Amerikan Büyükelçiliği önünde nöbet tutan polisler kurşunlanmış, 11 Ocak 1971’de Türkiye İş Bankası Emek Şubesi soyulmuş ve 4 Mart 1971 günü THKO, Ankara’da 4 Amerikalı askeri kaçırmış ve karşılığında bir miktar fidye ile birlikte tüm devrimci arkadaşlarının serbest bırakılmasını talep etmiştir. Öğrenci hareketlerinin yanı sıra işçi eylemlerinin de radikalleşmesi, oluşan kaos ortamını derinleştirmiş ve sınıf mücadelesini öne çıkartmıştır. Aslında böyle bir fanatizm, giderek bir çok alanda toplumsal olgu halini almıştır. Yüksek bir sempatinin bu bağlamda taraftarlığın kişi, din, ideoloji, takım, parti, sanatçı, sporcu, siyasetçi, etnisite veya ülke gibi, popüler olmuş kişi ve değerlere gösterilen çılgınca ilgi ve tutkudur (Karagöz, 2013b: 135). AP ve CHP’nin oylarıyla değişen ‘‘Grev ve Lokavt Yasası’’, tarihe 15-16 Haziran İşçi Eylemleri olarak geçen olayların yaşanmasına sebep olmuştur. 15-16 Haziran 1970’te Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu(DİSK) öncülüğünde düzenlenen protesto gösterilerinde yaşanan olaylarda ölenler olmuş, 200’ün üzerinde işçi gözaltına alınmış ve çok sayıda işçi işten atılmıştır. Sınıf temelli söylemlerin yükseldiği 1970’li yıllar sendikal mücadelenin öne çıktığı bir dönem olarak tarihteki yerini almıştır.

Tüm bu gelişmeler neticesinde oluşan kargaşa ortamını fırsat bilerek devrimin ordu eliyle gerçekleştirilmesini bekleyenler, özellikle Yön - Devrim hareketi olarak bilinen aydın hareketinden etkilenenler, 9 Mart 1971 günü başarısızlıkla sonuçlanan bir askeri darbe girişiminde bulunmuşlardır. Darbelere meşruiyet gerekçesi kazandırma özelliği olan bu tarz toplumsal kaos ortamlarının tüm darbe dönemlerinde darbelerin öncül olaylarından biri olarak yaşanması oldukça düşündürücüdür. Üstelik Cumhuriyet iktidarları, uzun yıllar süren planlı ekonomi fedakârlığına rağmen, uzun yıllar egemen sınıfı elinde tutanlar ile azınlık halindeki zenginler dışında, orta sınıf ve yoksul halkı memnun edecek bir argüman da üretememiştir (Karagöz Yerdelen, 2016: 114).

1.3. 12 Mart’ın Ayak Sesleri: 

Yön Hareketi ve 9 Mart Cunta Girişimi Türkiye’de ölüm biçimleri nedeniyle her ne kadar Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan gibi isimler romantik sol çevrelerde popüler bir saygınlık kazanmışsa da, 12 Mart öncesinde Türkiye solu içerisinde ülkede sosyalist bir ‘‘devrim’’ yapmaya en fazla yaklaşanlar, ‘‘Yön’’ dergisi çevresinde toplanan aydınlar olmuştur.

Yön, 27 Mayıs sonrasında jakoben sol fikirlerin genişleme alanı bulduğu bir politik ortamda yayın hayatına başlamıştır. Başlangıçta tüm sosyalist kesimlerin yayın yapabileceği ortak bir devrimci platform gibi görünen Yön, zaman içerisinde, özellikle TİP ile yaşanan fikirsel uyumsuzluklardan dolayı kendi politik yönünü kurumsallaştırmak durumunda kalmıştır.

Yön dergisi, ekonomide devletçi ve sosyalist politikaları savunmuş ve iktisadi
meseleleri toplumun ana sorunu olarak değerlendirerek ‘‘Türk Sosyalizmi’’ şeklinde tanımlanan ‘‘Üçüncü Dünyacı’’ bir sol - Kemalizm anlayışını temsil etmiştir. Bu nedenle Yön’ün savunduğu sosyalizm anlayışı, evrenselci bir enternasyonal sosyalizm söyleminden uzak, Türkiye’nin kendi şartlarına özgü, milliyetçi bir sosyalizm olarak öne çıkmıştır. (Altun, 2004) Türk sosyalizmini, doğrudan Atatürk doktrinleri(Aydemir, 1962) olarak tanımlayan Yöncülere göre, kapitalist nitelik taşımayan sosyalist bir iktisadi kalkınma yöntemi, Atatürk’ün 6 ok’ta sembolize ettiği devletçi ve halkçı politikalardan başka bir şey değildir. (Avcıoğlu, 1963) Kemalizm’in bu şekilde halkçılık, devletçilik ve milliyetçilik ilkeleri öne çıkartılarak, kuramsal anlamda yeniden yorumlaması girişiminin yürütüldüğü Yön dergisi, Doğan Avcıoğlu tarafından kurulmuştur. Doğan Avcıoğlu’nun yanı sıra Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, Niyazi Berkes, Türkkaya Ataöv, Necati Cumalı, Turan Güneş ve Şevket Süreyya Aydemir gibi isimler derginin öne çıkan ve yayın politikasını yönlendiren diğer yazarları olmuştur. Yön’ün kapanmasından sonra, Ekim 1969’da, yine Doğan Avcıoğlu’nun öncülüğünde kurulan Devrim gazetesinde de Yön çizgisinin yayın anlayışı işlenmeye devam etmiştir. Bu nedenle Yöncülük ve Yön Hareketi gibi isimlerle tanımlanan grup, aynı zamanda Yön - Devrim hareketi ismiyle de anılmaktadır.

Yön hareketi üzerine yapılan yorumlarda, Kemalizmi sol bir bakış açısıyla yeniden ve güncel şartlara uygun biçimde yorumlama girişiminden dolayı, Kadro Dergisi ile ilişkilendirme eğiliminin yaygınlık gösterdiği görülmektedir. Merdan Yanardağ’ın da katıldığı bu görüşe göre, Yön dergisinde savunulan fikirler çok büyük ölçüde Kadro hareketinin devamı niteliğini taşımıştır. (Yanardağ, 2012) Kadro Dergisi’nin kurucularından olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Şevket Süreyya Aydemir’in aynı zamanda Yön dergisi yazar kadrosunda yer alması, bu şekilde benzerlik kurulmasını kolaylaştırmaktadır. Kurulan bu benzerliğin haklılık payı da vardır.

Toplumsal devrimi milli mücadele sürecinin bir devamı olarak değerlendiren Yön
hareketi, toplumsal ilerleyiş sürecinde ordunun ‘‘ilerici’’ bir rol üstlenmesi
gerektiğini sıklıkla vurgulamıştır. Yön hareketinin Kemalizme ilişkin milli, devletçi
ve halkçı bir iktisat anlayışı oluşturulması temeline dayanan kuramsal
değerlendirmelerinin büyük çoğunluğu, bugün için hala çok değerli ve geçerlidir.
Ancak Yön Hareketi’nin Türk Ordusu’nu, Türk modernleşmesinin itici gücü olarak
değerlendirmesi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken gösterdikleri ordunun siyasete karışmaması konusundaki hassasiyetle
bağdaşmamaktadır. Tarihsel açıdan bakıldığında Yön dergisinin, ordunun Türk
modernleşmesinde itici güç olması yönündeki beklentisinin gerçekleşmediği ve hatta ordunun demokrasiye yaptığı müdahalelerle toplumu ileriye götürmenin aksine, toplumu geriye götürdüğü acı bir şekilde yaşanarak görülmüştür.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder