YARGITAY BAŞKANI SAYIN Doç. Dr. SAMİ SELÇUK'UN 1999 - 2000 ADLİ YILI AÇIŞ KONUŞMASI
GİRİŞ
Yeni adlî yılı açıyorum.
Açılışı onurlandıran sizlere adlî yargı adına gönül borcumu ödüyor; yeni yılın insanımıza, ülkemize, insanlığa adalet, barış, mutluluk getirmesini; bu yıl yitirdiğimiz 18. Hukuk Dairesi Başkanı, sınıf ve can arkadaşım sevgili Sait REZAKİ ve Yargıtay C.Savcısı sevgili Arif Ünal ERSOY ile öbür meslektaşlarıma Tanrı’dan rahmet, emekliliğe sağlıkla ayrılan bütün meslektaşlarıma yaşam boyu esenlikler diliyorum.
17 Ağustos depremi yalnızca Marmara’yı değil, hepimizi yüreğimizden vurdu. Canlar gitti, evler yıkıldı. Bütün Türkiye ağladı. Yardımseverlik ve acıma duyguları çok yüksek olan halkımız devletiyle oradaydı. Ölenlere rahmet, yaralananlara sağlıklar diliyorum.
Türk Ulusunun başı sağ olsun.
Tanrı bana üçüncü bin yılın ilk adlî yılını açma olanağını bağışladı.
Bu bir ayrıcalık mıdır yoksa rastlantı mıdır, bilemem.
Bildiğim tek şey, belki de dünya tarihinin rakamsal gibi görünen bu önemli dönemecinde beynimin üşüşen binlerce soruyla dolu ve yüreğimin karmaşık duygularla yüklü olduğudur.
Yaşadığımız olgulara bakıyorum. Cumhuriyetimizin 75., Atatürk’ün ölümünün 60. yılını geride bırakırken, çağcıl demokrasinin, küreselleşmenin ve postmodernizmin gündeme taşıdığı sorunları düşündüğümüzde, sanıyorum ki, “yirminci yüzyıldan yirmibirinci yüzyıla geçiş, yalnızca kronolojik bir olay olmakla kalmayacak, bir çağ değişimini de beraberinde getirecektir”. Zira “av mevsimi” değil, ama “avlanma çağı” bitmiş, “haklar ve özgürlükler çağı” başlamıştır.
İnsanlık ve Türkiye kendilerine buna göre çeki düzen vermek zorundadır.
Dünyaya bakıyorum. Tüylerim diken diken. 1989’da Latin Amerika’da 100, Güney Asya’da 350, Doğu Asya’da 150, Afrika sahrasının güneyinde 300, öteki bölgelerinde 100 milyon insan açlıkla savaşmış. Açlık sorunu çözülmek şöyle dursun, gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkeler arasındaki uçurumlar daha da büyümüş. 1998’de dünyada tüketime harcanan para 1975’tekinin iki katı olmuş. Bunun %86’sını zengin, %14’ünü yoksul ülkeler tüketmiş. Dünyanın en zengin üç kişisinin varlığı 48 yoksul ülkenin ulusal gelirinden çok. Dünyanın en zengin 15 adamının varlığı, Kara Afrika’nın tüm gelirinin üzerinde. Dünyanın en zengin 225 insanının varlığının yalnızca %4’ü bütün dünyadaki insanların gereksinmelerini karşılayacak ölçekte. Dünyada bilimsel araştırmaların %90’ı Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Japonya’da yapılıyor. Oran Latin Amerika’da %1,9, Afrika’da ‰5’tir. ABD ve Kanada 1994’te bilimsel araştırmalara 178 milyar dolar, Nijerya 20 milyon dolar harcamış.
Teknolojiyle doğal dengelerin alt üst edildiği, kültürlerin ve uygarlıkların amansızca çatıştığı, dünya nimetlerinin âdil üleşilmediği acımasız ve acınası bir dünyadır bu.
Kimi devletler, böyle bir dünyada, adalet özünden yalıtılmış bir hukukun ruhsuz diliyle ahlâk ve aklın silahlı bekçiliğine özenmişler.
Ülkeme bakıyorum. Sırtını birbirine dönmüş iki Türkiye.
Uzun soluklu düşündüğümüzde ve ileri toplumların tarihleriyle karşılaştırdığımızda, efsanevi bir kurtuluş savaşını başaran, Cumhuriyeti kuran, onca travmalara karşın demokratik sabır ve erginlik sınavından yüz akıyla çıkan, ekonomik ve kültürel dinamikleriyle dışa doğru patlayan, yayılan, genişleyen bir halk. Dipdiri, capcanlı, hep ayakta.
Gerçekten büyük bir halk bu. Böyle bir halkın çocuğu olmak bana kıvanç ve umut veriyor.
Bu birinci Türkiye’dir, doğru ve gerçek Türkiye’dir. Atatürk’ün kafasındaki bu Türkiye’dir.
Buna karşılık, her şeyi geriden izleyen, kendisinin üretip devletleştirdiği yazılı hukuka göre halkıyla mahkemelerinde sürtüşen, halkına güvenmeyen, hep içe doğru patlayan, yayılan, genişleyen, birinci Türkiye’ye yetişemeyen, hastalık irisi hantal bir devlet.
Bu ikinci Türkiye’dir, yanlış ve öykünmeci Türkiye’dir. Atatürk’ün tasarladığı Türkiye bu değildir.
Gönül isterdi ki; ülkemiz sık sık demokrasi göçüğü altında kıvranan bu ikinci Türkiye’yle, Sokrates’siz, Descartes’sız, Nobel’siz üçüncü bine girmesin. Ama işte giriyor.
Eğer “bunalım”; “dünyanın yaşamakta olduğu hızlı gelişme ve değişme karşısında bir ülkenin uyum yaparken karşılaştığı sorunları, yeterli bir toplumsal değişme perspektifine sahip olmadığı için, doğru olarak algılayamaması ve değerlendirememesi, dolayısıyla bu sorunları çözecek yeterliliği gösterememesi ya da yanlış çözümlere sapması” ise, Türkiye’de bir bunalım vardır.
Bunu çözmek bizlere düşüyor.
Peleponnes savaşında yaşamlarını yitirenlerin ardından söylediği ağıt-söylevinde Perikles, devlet yönetimiyle ilgilenmenin erdemlerinden söz eder. İlgilenmeyenleri “zararsız”, ama “yararsız” yurttaşlar olarak niteler.
Bence doğru bir saptamadır bu. Gerçekten diktatörlüklerin büyük önderlere, demokrasilerinse her şeyden önce kendilerini ciddiye alan, bilinçli, sorumlu, büyük yurttaşlara gereksinimleri vardır.
Sizlerin önünde, yararlı, ciddi, bilinçli, sorumlu, büyük yurttaşların önünde, yıllardır hukuk bilimi ve uygulamasıyla iç içe yaşamış her hukukçu; yalnızca karar veren bir görüş üreticisi (müçtehit) olarak değil, halkını aydınlatan yol gösterici (mürşit) ve hukuk savaşımcısı (mücahit) olarak da konuşmak durumundadır. Üstelik bu hukukçu, öğrenimde fırsat eşitliğini gerçekleştirememiş bir toplumun çocuğu ise, bu yüzden daha yetenekli birinin zararına ve fakat kendi yararına öğrenim yapma olasılığı yüksek biri ise, özverili halkına daha çok borçlu demektir. Böyle olunca da, gözlemlerini ve saptamalarını, tek yol gösterici bilimin en son doğrularına göre değerlendirmek zorundadır. Gerçekleri peçeleyerek gerçeklerden kurtulmanın sanal cennetinde yaşama kolaylığı, “gerçekleri söylemekten korkmayınız”diyen Atatürk’ün okullarında yetişmiş bizlere elbette yaraşmaz. Unutmayalım ki, totaliter eğilimli toplumlar sevaplarını, özgürlük yanlısı toplumlar günahlarını abartırlar. Ama, bu beriki daha güvencelidir. Hiç değilse aldatmaz. Kuşkusuz en doğrusu, sorunları kırılmalara uğratmadan indirgemeciliği reddeden bir mantıkla ele almaktır.
Ben ülkemi doğrularıyla yanlışlarıyla, sevaplarıyla günahlarıyla birlikte seven biriyim. Gerçekçiyim.
Hukukun kimliği evrenseldir. Ülkelere göre değişmez.
Sorunlara işte bu bilinçle yaklaşacak, sizleri de düşünmeye çağıracağım.
Şimdi bu tarihsel günde, Türk olarak, hukukçu olarak, yurttaş olarak, Atatürk’ün resmi altında, sizlerin önünde temel soruları birlikte soralım ve bilimin ışığında yanıtlayalım: Atatürkçülük ve onun uzun vadedeki amacı neydi? Çağcıl demokrasi nedir? Türkiye hangi noktadadır?
“Çağcıl” (moderne) derken, en ileri uygar değerleri yakalamış olanları; “çağdaş” (contemporain) derken, aynı zaman diliminde yaşayanları amaçlıyorum.
Tarih yapan her eylem adamının başına gelenler, Atatürk’ün de başına gelmiştir. Bu bir sınavdır. Atatürk ve Atatürkçülük, bilinçli yurttaşlar sayesinde bu çetin sınavı aşacaktır, aşmalıdır. İnancım budur.
Kimileri ona tasarlayarak (taammüden) sövüyorlar. Bu bir haçlı seferidir.
Bu konuda diyeceklerim kısa ve kesindir.
Bu saygısızlığı bırakınız. Atatürk kadar, kısa yaşamını halkına harcayan, yoğun yeğin hizmet eden önderler pek azdır. Türk halkının, geri kalmış ülkeler halklarının kurtuluşunda, çağcıllaşmasında en büyük pay onundur. Ben burada konuşuyor, sizler orada başınız dik dinliyorsanız, inananlar camiye, kiliseye, havraya gidiyor, esnaf alışverişini yapıyor, çiftçi toprağını sürüyorsa, bütün bunları ona ve arkadaşlarına borçluyuz. Bu yüzden “Atatürk” kavramı, artık bir ölümlünün adı olmaktan çıkmış, bayrak gibi, yurt gibi toplumsal/ulusal bir “değer” olmuştur. Ceza hukuku bu değeri koruyor. Burada korunan Atatürk’ün resmi, büstü, anıtı değil; insana ilişkin bir değer olan toplumsal ortak duygudur: Atatürk’e bağlılık, sevgi, saygı ve minnet.
Toplum barışı için bu ulusal değerde artık hepimiz birleşelim.
Atatürkçülük karşıtlarının en tehlikelileri, kanımca, donanım yetmezliğinin yüzeyselliğinde yaşayan “gizli antikemalistler”dir. Tuzağa düşmemek için, tarih ve Atatürkçülük bilincimizi bilimin sınamalarından geçirerek onları iyi tanımak durumundayız.
Bunların bir kesimi, sondaj, arşiv cımbızıyla Atatürk’ün konjonktürel bir sözünü alarak kendi ideolojileri yararına kötüye kullanmayı huy edinmişlerdir. Sözgelimi, Türkiye Büyük Millet Meclisini açarken “padişah ve halifeyi kurtarmak”tan söz eden Atatürk’ü padişahçı/halifeci; cumhuriyet ve laiklik karşıtı ilan ederler.
Bir bölümü de, onu boyutsuz biçimciliğe, giysi, imaj çağdaşlığına, yapay, sahte ve kozmetik batılılaşmaya; farklılaşmaya geçit vermeyen, tekçi, monolitik, totaliter resmî bir Türk kimliğine kilitlerler. Bu yerel “şarkiyatçılar” (terim Edward W. Said’indir), Atatürkçülüğü, Doğunun Batıda alaya alınan imajından kurtulmak için yapılan, geçmişten kopuk biçimsel değişikliklere indirgerler.
Gizli antikemalistlerin bir bölümü, Atatürkçülüğü, katı bir ideolojiye dönüştürerek, süre ve içerik açılarından onu güdükleştirip dondurmuşlardır.
Süre/zamandilimi açısından Atatürkçülük, artık var olmayan, yinelenemeyen 1930’ların “asr-ı saadet”ine hapsedilmiştir. Bunlar, 1930’ları 1980’lerle, 1990’larla örtüştürmek gibi, geçmişi şimdiki zamana taşımanın anakronik ironisini yaşar, her sabah yenilenip yeniden kurulan bir dünyada, bugün bile paradoksal biçimde di’li geçmiş zamanda konuşurlar. Eleştirel akılcılıkla Atatürkçülüğü irdeleyenleri yurda ihanetle suçlarlar. Bir akımı/görüşü besleyen biricik damarın eleştiri olduğunu, eleştiri olmazsa o akımın büzülüp içine kapanacağını, melankolikleşeceğini, tek boyutlu bir yapıya dönüşeceğini, Newton’ın “atalet yasası” uyarınca tükeneceğini bilmezlikten gelirler.
İçerik açısından bu gizli “antikemalistler”, efsaneleşmiş, sıradışı bir kahramana duyulan Platoncu hayranlıkla yetinirler, beyin çilesi çekip bir türlü “öze” inemezler. Bu yüzden de, bilim yerine her Allah’ın günü, ozansı, slogancı, sığ sözcüklerle tıka basa kof hamaset dolu yalınkat söylevleri yineler, Atatürk’ü metalaştırırlar. Umberto Eco’nun dediği gibi, bu an büyük bir yangını söndüren çok büyük bir kahramana itfaiyeci ünvanının verildiği andır. O anda, bir yandan bilimsel deyişle toplumda yaratılan bıkkınlık/bezginlik karmaşasıyla (Aristeides kompleksi) Atatürk sevimsizleştirilirken, öte yandan onun “en büyük yapıtım” dediği Meclisinin yanı sıra, partisi, mirasını bıraktığı çocukları Türk Tarih ve Dil Kurumları, hukuka kökten aykırı yasalarla bir çırpıda kapatılır; okutulması zorunlu din dersleriyle laiklik ilkesi çökertilir. Böylece Atatürkçülük diye Atatürkçülük diye Atatürkçülük vurgun yemiştir. Bunları hep birlikte yaşadık ve kahrolduk.
Bütün bunlar, ideoloji yaftasının ayartıcı ve ölümcül çekiciliğinde, kendilerinden menkul ideolojik biatın Atatürkçülüğe çıkardığı talihsiz faturalardır.
Gizli antikemalistlerin ortak yöntem yanılgısı, Atatürkçülükten Atatürkseverliğe ulaşacak yerde tersini yapmış olmalarıdır. Atatürk’ü âdeta severken boğmuşlardır. Hem de “Beni görmek (sevmek) demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim düşüncelerimi, duygularımı anlıyorsanız, hissediyorsanız bu yeterlidir” diyen Atatürk’ü.
Kuşkusuz Atatürkçülük bunlardan hiçbirisi değildir.
1920’lerde “Anadolu yaylasındaki ışık”ı, bir eylem adamı yakmıştır. Eylem adamlarının, öncelikle Atatürk’ün en iyi tanımı kanımca şudur: “İnsan (Atatürk) yaptığıdır”.
Elbette Atatürk, sondaj-arşiv yöntemiyle değil, olsa olsa yaptıkları ve değişmez amacı gözetilerek tanımlanabilir.
İlkin o, halkına inanır. Pragmacıdır. Kendi diliyle “ulusunun vicdanında ve geleceğinde sezinlediği gelişme yeteneğini, ulusal bir sır gibi vicdanında taşıyarak” ve “uygulamayı evrelere ayırıp adım adım yürüyerek” devrimini ustaca gerçekleştirmiştir. Bu pragmacılıktır.
Okur yazarı yok denecek oranda az, feodaliteden kurtulamamış, Rönesans, Reform, Aydınlanma, Sanayi Devrimi süreçlerini yaşamamış, sınıf katmanları oluşmamış, kültürel değerleri farklı bir halkı, yüzyılları yıllara sığdırarak ve devrim yoluyla yoğunlaşma momentini yakalayarak demokrasiye hazırlama, akılcı/demokrat insanı yaratma kavgasına girişmiştir. “Devrimler gülsuyuyla yapılmaz” (Disraeli). Bu yüzden o, otoriterdir. Ama asla totaliter değildir. Olmamıştır da. Hem de yaşadığı dönemin modasına karşın. Tek biçimli Sovyet insanını (homo sovieticus) ya da faşist insanı yaratmak için, insanların nasıl ve ne düşüneceklerini, nasıl duygulanacaklarını toplum mühendisliğine özenerek belirlemeye çalışan totaliter ideolojilerle kuşatıldığı bir çağda, Meclisi kapatma çağrılarını, padişahlık, ömür boyu cumhurbaşkanlığı önerilerini reddetmiş, ünlü sofrasında sabahlara dek tartışarak politikalar oluşturmuş bir önderdir, Atatürk. Faşizmi getirme önerisine “zorbalık” diye karşı çıkmıştır. Atatürk’ün ağzından bilimle çakışan gerekçeleri şöyledir: “Öğreti istemem, donar kalırız”. “Biz de uygulanamaz düşünceleri, kuramsal bir takım ayrıntıları yaldızlayarak, kitap yazabilirdik. Öyle yapmadık. Ulusun maddî ve manevi olarak çağcıllaşması yolunda eylemi söz ve kuramlara üstün tuttuk”. “Ben manevi miras olarak kalıplaşmış hiçbir düstur bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğini ileri sürmek, aklın ve bilimin gelişmesini inkâr etmek olur. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde aklın ve bilimin rehberliğini benimserlerse benim manevi mirasçım olurlar”.
Atatürkçülüğün şifresi işte bu sözlerdedir.
Demek, Atatürk ideolog ve ideokrat, Atatürkçülük ideoloji ve ideokrasi değildir. Bilimin yaşama uygulanmasıdır. Yöntemi bilimsellik, amacı demokrasidir. İdeolojiler, Atatürkçülüğün amacı olan demokrasiye ters düşerler. Zira ampirik olarak yanlış, etik olarak haksız bir dayatmacılığı içeren “ideolojiler, fanatik özleri nedeniyle demokrasiyle bağdaşamazlar.
Hiçbir görüş/akım, Jüpiter’in kafasından ansızın doğan Minerva gibi, sıfır malzemeyle yaratılamaz. Sokrates Descartes’ı, Descartes Voltaire’i, Hugo’yu, Picasso’yu yaratmıştır. Atatürk de geçmişin ortak kültür belleğini ulusal potada katalizör olarak eritmiştir. Buna göre içli türkülerimizin titreşimleri çok sesli ezgilerle seslendirilecek, Yunus bizim kalacak, Goethe ve Baudelaire’in tadına varılacaktır. Ne köksüzleşme, ne Batıya özenme, ne de görüntüde çağdaş biçimsellik. Yalnızca özümsenmiş çağcıllık. Çünkü “özümsemek koşuluyla başkalarından beslenmek kadar özgün hiçbir şey yoktur. Aslanı aslan yapan özümsediği koyun etidir.” (Paul Valéry). Atatürk’ün deyişiyle “haraset-i fikriye” sayesinde özgün Türk kimliği yeryüzündeki vazgeçilmez yerini alacaktır.
İnsanlar geçmişten ders alırlar. Ama geçmişte değil, yalnızca şimdiki zamanda yaşarlar.
1930’lara dönülemez. Dönülürse şimdiki zaman da avucumuzdan kayar gider; yarının rüzgârları hiç esmez olur. 1930’lardan ders alarak, ama 1930’ların bekçiliğine özenmeden geleceğe bilimin ışığında gelecekler üretilirse, işte o zaman Atatürk’ün mirasçısı, Atatürkçü olunur. Bunu iyi bilelim.
Şu an, zihinsel patinajdan kurtulmanın; 1930’ları yineleyip ifşa etmenin değil, yarınları gözeterek ve günümüzü iyi okuyarak Atatürkçülüğü sürgit inşa etmenin zamanıdır.
1930’lar, özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, tartışmacı demokrasinin fizyolojik işlerliğinin, “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” demokrat insanı yetiştirmenin önhazırlık, fidanlık dönemidir. Marliott’un, Atatürk için bir “diktatör değil, bir ulus edükatörü (eğitici)” demesinin nedeni budur.
Özetle Atatürk, demokrasiye iki talihsiz denemeyle geçmek istemiş, başaramayarak ertelemiş; “...demokrasinin bütün gerekleri sırası geldikçe uygulamaya konulmalıdır.” diyerek bunu gelecek kuşaklara, bizlere bırakmıştır.
Görülüyor ki, biz Mustafa Kemaller, 6 Eylül 1999’daki çağcıl bilimin en son verilerine ve değerlerine yaslanan demokrasiyi ne denli iyi algılar, amacımızı buna göre belirler ve optimal demokrasiyi gerçekleştirirsek o denli Atatürk’ün mirasçısı, Atatürkçü olabiliriz.
Unutmayalım. Bir toplum, şanlı bir tarihle, kurtuluş savaşıyla, devrimlerle, bunlarda en büyük payı bulunan eşsiz bir önderle, sarsıntısız geçilen bir demokrasi denemesiyle her gün övünüp duramaz. Övünmekle yetinmek, “bir örnekliğin/donmanın tehdidi” (François Jacop) altında yaşamak demektir. Buna hakkımız yoktur. Geleceğe bakalım. İkibinli yıllara evrilirken, demokrasinin biçimsel bir dekora dönüşmemesi için onu iyi algılayıp tanımlamak zorundayız.
Öyleyse ikinci temel soruyu soralım ve yanıtlayalım: Nedir çağcıl demokrasi?
Çağcıl demokrasi, özgür, özerk, eşit bireylerden oluşan, bilgilendirilmiş özgür halkın, hukukun egemenliği altında, sivil toplumun özgürlükçülüğe, çoğulculuğa ve katılımcılığa yaslanan normlarına göre, özgür halk tarafından, özgür halk için yönetilmesidir.
Bu tanımdan da anlaşılıyor ki, demokrasinin ilk öğesi ve ortak değeri özgürlüktür.
Demokrasinin özü, özgürlükte yoğunlaşır, iktidarın yürütülmesinde değil. Özgürlükçülük bir kez benimsenmeye görsün, gerisi gelecektir. Haklar ve özgürlükler, toplumla birlikte ortaya çıkarlar. Toplum demokratikse zaten bunları içselleştirmiştir.
Özetle, demokrasinin odağında hak ve özgürlüklerle donatılmış, baskılardan arınmış, özgür/özerk birey vardır. Her şey bu odağa göre konumlanır. Kurumların, örgütlerin, yöntemlerin, tekniklerin bütünü olan demokrasi, özerklik anlamında bir değer olarak algılanan özgürlük üzerine oturtulmuştur.
Bireyin özgürlüğü ilkin beynin özgürlüğünü sağlamakla başlar. Bunun için de devletin görüşler, inançlar karşısında yansız olması gerekir. Görüşler karşısında yansız devlet düşünce özgürlüğünü, inançlar karşısında yansız devlet laikliği güvence altına almış olur. Devlet okullarında bireye bilimin verileri, ideolojik süzgeçlerden geçirilmeden, yansız, nesnel (objektif) olarak sunulur, algılama kapıları açık tutulur. Birey onları, koşullanmamış, özgür beyniyle kendisi değerlendirecek, seçimini kendisi yapacaktır. Birey insandır; öğrenir. Okullarda bu nedenle öğrenim (instruction) vardır, eğitim (éducation) değil. Demokrasi, düşünceler, inançlar cumhuriyetidir. Düşünceler üzerinde yalnızca kaba baskıyı değil, beyin yıkama biçimindeki dolanlı baskıyı da reddeder. İdeoloji aşılayan, kuşkucu ve sorgulayıcı (agnostik) temele dayanmayan öğrenim demokratik değildir. Demokratik toplumun beyni yıkanmış misyoner ve organik aydınlara, devlet makamlarını doldurmaya özgülenmiş uslu yurttaşlara değil, toplumun gelişmesi için Sokratesçe sorgulama ve eleştirel akılcılık alışkanlığını kazanmış bireylere gereksinmesi vardır. Okulların işlevleri böyle yurttaşlar yetiştirmektir. Çünkü toplumun yararı için bireyin devlet gibi düşünmeme, “kurulu düzeni sorgulama, eleştirme, kınama, hatta mahkûm etme özgürlüğü” vardır (Laski). Esasen, demokrasi, bireysel özgürlükle düzen kavgasına dayanır ve bu, dünün, şimdinin, yarının kavgasıdır.
İnsanı insan yapan en soylu organ beyin, beynin en kutsal ürünü düşünce, inançtır. Buna herkesin ve devletin saygı duyması zorunludur.
Bu saygı, bireyin özgürce oluşturduğu düşünceyi, inancı dış dünyaya yansıtma aşamasında ortaya çıkar. “Düşün, ama içinden düşün” demek, “hiç düşünme” demektir. Birey hem düşünecek, hem de her türlü araçla onu sergileyecektir. Yasaklarla, kozmik cezalarla sergilenmeleri önlenen düşünce, inanç, bir bilinç küresine hapsedilir, ağızlar kapatılır, kalemler kırılırsa, “kenetlenmiş dişlerle özgürlük türküleri söylenemez” (Alfonso Reyes). Böyle bir toplum henüz avcılık çağındadır, ilkeldir. Avladığı değer ise düşüncedir, inançtır, insan beynidir, son çözümlemede insanın, toplumun ta kendisidir.
Özgürlükçü demokraside herkes özgürlük türküsünü söyler. Dişler kenetlenmediğinden halk söylenmez, söyler, hem de yüksek sesle.
Düşüncelerin, inançların açıklanmasını yasaklama girişimleri dün olanaksızdı, bugün daha da olanaksızdır. Çünkü “insan yok edilebilir, ama teslim alınamaz” (Hemingway). “Düşünceler kurşuna dizilemez” (Napoléon). Dünün dünyasını ele alalım. Sokrates’in eylemi Atina yasalarına göre suçtu. Sokrates herkese açıklık, doğrudanlık, yüzyüzelik, sözlülük ilkelerinin uygulandığı öylesine başarılı bir yargılama sonucunda hüküm giydi ki, uygarlığın bu yargılamayla başladığı ileri sürülmüştür (M.C.Anday). Ancak düşüncenin cezalandırılamazlığı unutulmuştu. Bu yüzden Sokrates’i yargılayan 502 yargıçtan hiç birinin adını bilmiyoruz. Ama 2398 yıldan beri “hükümlü Sokrates konuşuyor” (F. Erem), Atina adaleti ise lanetleniyor.
Ne ki, insanlık bunlardan hiç ders almamış görünüyor.
Düşünce yasakları her zaman toplum zararınadır. Yasaklanan düşüncenin bütünü ya da bir kesimi doğruysa “doğru”dan, yanlış ise doğrunun daha belirgin biçimde ortaya çıkmasından yoksun kalan bir toplum yoksullaşacak, yeni tezlere ulaşamayacak, olduğu yerde duracaktır.
Düşüncelerin açıklanmasını yasaklamak, yalnızca düşünceyi üreten insanın değil, başkalarının dinleme ve değerlendirme özgürlüklerine de saldırıdır. Çünkü ötekilerin düşünceyi dinleme, değerlendirme özgürlükleri, berikilerin düşünceyi açıklama özgürlüklerinin bulunmasına bağlıdır.
Sınırsız özgürlük şeytanlar içindir. İnsanın şeytanlaşmasına elbette göz yumulamaz. Beynin her ürünü söze dönüşüp dışarıya yansıtılamaz. Sövgüler , iftiralar böyledir, düşünce sayılmazlar ve her düzende cezalandırılırlar. Ayrıca hukuk, suç sayılan eylemlere kışkırtmaları, zorla düşünce dayatmalarını da suç sayar. Ancak bunların dışında kalan şeyler, toplumu sarsan, yüreğinden yaralayan görüşler bile, düşünceyi açıklama özgürlüğünün sınırları içinde kalır, suç sayılmazlar. Tersi anlayış çoğu zaman düşünce suçudur. Esasen “sakıncalı olmayan bir düşünce çoğu zaman düşünce olarak anılmaya değmez” (O. Wilde). Bugünün gelişmelerini, skandal yaratan, sakıncalı düşünceler sergileyen insanlara borçluyuz.
Ceza hukuku, suç sayılan eylemlere kışkırtmaları cezalandırırken çok duyarlı olmak, “suçların yasallığı ilkesi”ni çiğnememeye özen göstermek zorundadır. Bu ilke birey özgürlüğünün güvencesi, ceza hukukunun temelidir. Bu yüzden insan hakları bildirilerine, anayasalara (md. 38) girmiştir. Bu ilkenin somut izdüşümlerinden biri de, ceza hükümlerinin açık, belirgin, kesin olmaları, örtülü, gri, belirsiz, mat, değerlendirici ve görece olmamalarıdır. Bu tür sözcüklere yer verilmemelidir. Bu bir alt ilkedir. Bu alt ilkeye uyulmazsa, hem suçların yasallığı ilkesi ve hem de düşünce özgürlüğü sinsice, kurnazca, dolanlı yolla çiğnenmiş olur. Böyle bir hukuk, kendi örgülü saçlarına tutunarak bataklıktan çıktığını söyleyen Baron Von Munchhausen’ın mantığıyla işleyen bir hukuktur.
Özgürlükleri kötüye kullanacakları ya da demokratik sistemi yıkacakları bahanesiyle de düşünceyi açıklama özgürlüğü sınırlanamaz, yasaklanamaz.
Bunun üç temel nedeni vardır.
Birinci neden, düşüncenin özyapısıyla ilgilidir. Her düşünce karşıtıyla vardır ve gücünü karşıtına borçludur. Marksizm liberalizmin, liberalizm Marksizmin yanlışlarını ortaya koyarak ve yeni sentezler yaratarak düşünceleri güçlendirmişlerdir.
İkinci neden, demokrasinin özyapısıyla ilgilidir. Demokratik toplum, tek gerçek savını ve kültürel tekelciliği reddeder. Her zaman açık uçludur. Özgürlükçüdür. Bu yüzden de hoşgörüsüz yıkıcı akımlara, görüşlere bile hoşgörülü olacak kadar cömert olmak zorundadır. Bu temel ilkeden vazgeçerse demokratik olmayan bir yöntemi seçmiş ve tuzağa düşmüş olur. Kendi varlığını özsavunma gerekçesi de olsa, bu tutarsızlıktır. Demokratik rejimin kavgası, sürgit bu tuzağa düşmenin ve bu tuzaktan kurtulmanın kavgasıdır. Demokrasi militan olmamalıdır. Demokrasinin amacı, demokratik olmayan rejimleri çökertmek değil, onları özgürleştirmektir. Özgürleştireceğim bahanesiyle özgürlük çiğnenemez. Çiğnenirse kısır döngü kırılamaz ve bunalım daha da derinleşir. Demokrasinin bir özelliği bünyesinde her an bir risk taşımasıdır. Riski göze alamayan rejimlerin adı diktatörlüktür.
Demokrasinin biricik sigortası yine ve ille de demokrasidir.
Üçüncü neden, demokrasinin uçları evcilleştirici, demokratik bağışıklığın sağlamlaştırıcı dehasıyla ilgilidir. Deneyimler göstermiştir ki, aşırı görüşleri, inançları etkisiz kılmanın en iyi çaresi, özgür bırakıp onlarla ilgilenmemektir. Bu tutum, aşırı görüşleri, inançları önce parçalayacak, çoğullaştıracak, ılımlı kılıp evcilleştirecektir. Özgürlükçü demokratik toplumlar toplama kampı tohumları dahil, totalitarizmin bütün tohumlarını, içlerinde taşırlar ve hoşgörerek parçalayıp onların serpilmelerini ve bütünleşmelerini önlerler. Dikkat ediniz. Bütün totaliter rejimler bunu iyi bildikleri için, her zaman gelişme ortamını sağlayan çoğulculuğun amansız düşmanı olmuşlardır. Eğer uç akımlar yasaklanırsa, demokrasi bu işlevinden, sistemi ayakta ve sağlam tutan demokratik bağışıklıktan yoksun ve ilk fırsatta yıkılma tehlikesiyle yüz yüze kalacaktır. Tutuklanma Hitler’i yaratmıştır. Sürgün Lenin’i yaratmıştır. Sürgün edilmeseydi, büyük olasılıkla Lenin, ömrünü bir parti başkanı olarak Duma’da noktalayacaktı.
Her yasak, yasaklanana güç kazandırmış, aykırılığı mayalandırmıştır. Çünkü yasaklanan her görüş, her inanç merakı kışkırtır. Yasaklanan görüş, inanç çapından çok salgılar. Roma katakomblarına sürülen Hıristiyanlık, ilkin bükülmüş bir dal, daha sonra tepen bir daldır. Yasak kapakları kalktığında sel her yeri kaplar. Artık ortada “tartışan insanlar değil, çarpışan ordular vardır.” (B. Russell).
Yasak, önceleri görece bir dinginlik sağlar. Ancak geçicidir, aldatıcıdır. Çünkü baskıyla sağlanan barış, aslında için için süren bir savaştır. Yasaklanan görüşlerin gaddarlık patlamasıyla öç almalarının nedeni, baskı rejimlerinin sistemin bağışıklığını sağlamaktan yoksun kalmalarıdır.
Küçük Hitler’lere mikrofon vermeyerek onları silemeyiz. Hoşlanmasak bile Ku Klux Klanların felsefelerini yayma ve sokakta yürüyüş hakları vardır. Unutmayalım ki, en tehlikeli düşünceler bile insanlığın çılgınlıkları arasında yer almıştır, almalıdır. Çünkü insanlar arasında sağduyu eşit paylaşılmıştır (Descartes). Yaratıcılık için kaosa da gerek vardır. Düşünsel “anarşi, demokratik ülkelerin en çok değil, en az korkmaları gereken şeydir” (Alexis de Tocqueville).
“Öyleyse ötekinin demokrasiyi yıkma amacı varsa, bırakalım konuşsun. Konuşsun ki, demokrasi içinde sağduyu onu yapayalnız bıraksın. Bu fırsatı demokrasiye verelim, kaçırmayalım. O susturulursa, ona karşı en güvenilir savunma aracından kendimizi ve halkımızı yoksun bırakmış oluruz. bu savunma aracı şudur: Aşırı uçları savunan kaba görüşleri akılcı yöntemlerle reddetme hakkını halkın elinden almak. Demokrasi “ben ötekinden daha iyi düşünüyorum” yolundaki vesayetçi, Jakoben ve tekelci anlayışı reddeder. Bu hakkı halkın elinden alırsa tuzağa düşmüş olur. Böyle bir tuzağa düşen demokrasiyi ise, artık demokratik ilkeler değil, demokrasi düşmanlarının sindirme yöntemleri yönlendirmiş olacak, demokrasi demokrasi olmaktan çıkacaktır” (Cohen). Bu yüzden Jefferson, “Eğer, demiştir, aramızda birliğimizi bozmak isteyenler varsa, onları rahatsız etmeyelim, kendi hallerine bırakalım”.
Unutmayalım ki, yaşamak için gerekli organlarla donatılan insana bunları kullanma fırsatı vermek, gelişmenin önkoşuludur.
Özetle özgürlükçülük, başta beynin, düşüncenin, inancın özgürlüğü olmak üzere, ancak demokrasiyle gerçekleştirilebilen, onun olmazsa olmaz öğesidir. “Özgürlük kişinin özsorumluluk iradesinin olması demektir. Kişinin bizi ayıran mesafeleri koruması demektir. Kişinin doğru zamanda ölmeyi isteyebilecek biçimde yaşaması demektir. Rakiplerine, onları aynı olmaya indirgeyerek değil, onlarla uğraşarak, onlara direnerek ve meydan okuyarak saygı duyması demektir. Bir rakip olarak saygı duyduğu kişiyi kimileyin bir dost olarak seçmesi demektir. Karşılıklı bağımlılığı çatışmayla, çatışmayı saygıyla kaynaştırması demektir. Karşı karşıya kaldığı şeyler yoluyla kendisinden öteye uzanması, bunların benlikte uyandırdığı yokluk, farklılık ve olasılık yankılarında hayat bulması demektir. Çok biçimli özgürlük düşüncesini tek bir kimlik modeline çengelleyerek onu sabit hale getirmeyi reddetmesi demektir.”.
Yineliyorum. Özgürlüğü yerli yersiz sınırlayan bir hukuk ve devlet, insanı insan yapan temel öğeye, özgürlüğe ihanet etmiş bir hukuk ve devlettir. Böyle bir düzende hukuk da, devlet de meşru değildir.
Çoğulculuk, “Batı politikasının keşfinin övüncü” olarak demokrasinin önkoşuludur.
Demokratik toplum kültürel tekelciliği dışlar. Toplumun doğa yasasını gözetir. Bu yasaya göre her toplumda kafa sayısınca görüş, yürek sayısınca sevgi vardır. Çünkü bireyi birey yapan bireyi tanımlayan şey, eşsiz, benzersiz olma niteliğidir”. İnsanlar arasında tek ortak nitelik farklı oluşlarıdır.
Farklılıklar, başkalıklar çağını yaşıyoruz. Bunun anlamı, özgürlük, özellik, çeşitlilik, değişiklik, çok mantıklılık (multiples socio-logiques), çok odaklılık (polycentralisme) demektir. Felsefi, siyasal, kültürel çoğulculuk demektir. Çoğul gerçeklik demektir. Son çözüm önerisinin, dayatmacılığın reddi demektir.
Çoğulculuk, bireysel özgürlüğün/özerkliğin doğal sonucudur. Değil mi ki herkes, berikilerle ötekiler dikeylemesine, yataylamasına özgür ve eşittir, öyleyse orada bireyler hiçbir düşünce kalıbına uymak zorunda değildir; çünkü bireydir, “bende” değildir. Birey kendi alınyazısını belirlemede özerktir. Özerk birey olarak demokratik sürece katılacak, öyle kalacaktır. Tek değer değil, değerler çokluğu yaşanacaktır. Çünkü her bireyin yaşam biçimini kültürel bir değere dönüştürme hakkı vardır.
Doğa tek tip insan yaratan bir klinik değildir; çoğulcudur. Toplumlar da doğal yapıları gereği böyledir. Nitekim Babil Kulesi Söylencesi, Tanrı’nın bile tek dil tasarısından hoşlanmadığının kanıtıdır. Sivil toplum, insana özgü değerlerin özündeki çoğulcu yapıyı benimseyen bir toplumdur. Akılcı temeli yalnızca kendisinin oluşturduğunu ileri sürmez ve dayatmaz. Ne katıksız bireyci ne de katıksız kolektivisttir. “Akıl bize, her zaman ötekinden gelir. (...) Farklılıklar düzenli değiş tokuştur. (...) Değiş tokuşun olanaksız olduğu her yerde dayatma, terör vardır. (...) Öteki öteki kaldığı sürece ırkçılık yoktur. Öteki ne zaman ki farklılığa zorlanır, orada ırkçılık başlar. (...) (Hiç kimse boşuna yorulmasın). Ötekinin kökünü kazımak için yapılan her girişim ötekinin yok edilemezliğini kanıtlamaktadır.”.
Aslında çelişki, çatışma toplumsallaşma biçimidir (Simmel). Bundan korkulmamalı, buna özendirilmelidir. Zira demokrasi bir üst dildir (métalangue), farklılıkların katılıklarını çoğulculuk sayesinde eritir. Demokrasinin çokluk ayırdına varılamayan dehası da işte buradadır.
Bu yüzdendir ki, demokrasi, toplum mühendislerinin gelgeç ve kurgusal bir tasarımı değil, toplumsal gelişmeyi sağlayan sorgulayıcı bir araştırma izlencesidir, programıdır. Yaygın sivillik ve çoğulculuk ortamında boy verir.
Bütün bunlar ortaya koyuyor ki, toplum ideologların, yöneticilerin hamur gibi yoğurup biçim verecekleri bir varlık değildir. Bu amaçla yapılan “devrimler, omuzdaki yükü değiştirmemiş, yalnızca omuz değiştirmiştir” (B. Shaw). O kadar. Sonuç hep bellidir. Hiçbir kültür çizmeyle yok edilememiştir. Her girişim onu güçlendirmiştir. Tek biçimli insan yaratma dayatması (intégrisme), tehlikeli bir arındırma girişimi olarak ilkin girişimin sahiplerini yok etmiştir. Kurgusal akılla toplum mühendisliğine özenen Jakobenler, Robespierre, Billaud-Varennes, Saint-Just, Le Pelletier, insanı terörle yeniden üretmeye yeltendiler. Napoléon bütün Avrupa’yı bir kimyager gibi kendi deneyi için kullanacağı bir hammadde olarak gördü. Mussolini, Hitler, Stalin, Franco yalnız milyonlarca cana değil, insanlığımıza, onurumuza da kıydılar. Hepsi de tek biçimli insan yaratma isterisiyle kendilerini Tanrı’nın yerine geçirdiler. Kendi akıllarının ürettiği tek gerçeği topluma dayatarak, kendilerinden menkul yol göstericiliği benimseyerek, toplumsal olayların/olguların kişilere, aktörlere teslim olmayacak kadar karmaşık olduğunu düşünmediler. Yarattıkları ideolojik/yanlı Procrustes devlet sayesinde insanların yataklarına uzun gelirse, ayaklarını kestiler, kısa gelirse ayaklarını uzatmaya yeltendiler. Kimileyin de insanları önce parçalara ayırdılar. Sonra bu parçaları yeni biçimler altında birleştirip kendi insanlarını yaratmak istediler. Her totaliter rejim gibi, “bir meyve koparmak için ağacı devirdiler” (Montesquieu). Özgür birey yok oldu. Ortada yalnızca tek bir efendi kaldı. Bu devletti. Geriye ise her efendinin gerek duyduğu köleler. Bireysiz devlet “çaldığı dişlerle ısıran hain bir yaratık” (Nietzche) olup çıktı.
Topluma deli gömleği giydiren böyle bir rejimde ve devlette insanlar maske takıp sahte kimlik kartlarıyla dolaşmak zorundadır. Bireyler için tek kurtuluş yolu ikiyüzlülüktür. Orada hiç kimse artık kendisi değildir. Ortalıkta duyulan sesler slogan, yinelenen törenler kısır ritüellerdir. Pastörize insanlardan oluşan bir toplumda fotokopilerle yığınlaşma başlar. Örgütlenme yoktur. Çünkü farklılık yoktur. Bunun adı da kültürel soykırımdır (génocide culturelle). Artık insanlar tek şey bilir, tek şey düşünürler. Bu da rejimin dayattığı gerçektir. Herkesin aynı şeyi düşündüğü bir yerde, aslında kimse düşünmüyor demektir. İnsanın yerine kişiliksiz yaratıklar, “hiç kimse”ler (Octavio Paz) geçmiştir.
İdeolojik, militan devletin sonu hep aynıdır. Hızlı yaşlanır (progeria). Çünkü ölümcül devlet yetmezliği hastalığına yakalanmıştır. İnsanı köleleştirdiği için meşru değildir. Devleti ayakta tutan zorbalıkla meşruluk arasındaki ilişki ise ters orantılıdır.
İnsan, “yanakları kızaran bir yaratıktır, onurludur. Her yönüyle tanınmak, kabul edilmek ister. Devlet ve herkes insana saygılı olmak zorundadır. İnsana, insanın kendisine, insan kümelerine ve ölüm pahasına değer verdiği şeylere, kültüre, dile, kimliğe saygı. Bu saygı insan ruhunun, yaradılışının bileşenlerinden biridir. İnsan olmanın, insan sayılmanın vazgeçilmez koşuludur. İnsan yalnızca biyolojik gereksinmeleri olan bir varlık değil, hakettiği değer verilmeyince öfkelenen, aşağılanınca utanan, değerince değer verilince gurur duyan bir yaratıktır. Platon buna “thymos” diyordu. Hiçbir insan, kendisine bebekler gibi davranılmasından hoşlanmaz. O her zaman ergindir. Ergin ve özerk olarak tanınmasını ister. Tarihin motörü budur.
Çoğulculuk zenginliktir. Her kültürün çoğulcu kültüre getireceği zenginlik, değişiklik; gelişme ve değişme patlamalarının nedenidir. Bu yüzden çoğulcu demokraside berikiler, ötekilerin karşıt görüşlerini sergileme hakları örselendiğinde kendi hakları örselenmiş gibi savunurlar. Çünkü savundukça kendilerinin de çoğalacaklarını bilirler. O yüzden her kültür başlı başına bir değerdir, boşlukların yanı sıra deneyimleri, bilgelikleri, erdemleri içinde taşır. Geleceği, geçmişi ve şimdiyi canlı bir iletişimle bütünleştirir. Eş zamanlı ve tarihsel çeşitlilik çoklu tekliktir (unitas multiplex), insanlığın ortak dokusudur. İnsanlık dayanışması kültürel çeşitliliğe saygı içinde gerçekleştirildiğinde barışa ulaşılacaktır. Başka başka kültürlerin, kimliklerin bir aradalığı sağlanınca barışa ulaşılır. Çünkü çoğulcu yaşam ötekine saygıya dayanır. Kültürler arasında değer açısından, yansız devletin ve hukukun egemenliği altında, eşitlik ve her kültürün güneş altında yerini alma hakkı vardır. Kültürler birbirlerini küçümseyemezler. Okul bahçesinde berikilerin öteki saydıkları bir çocuğa “seninle oynamayız” demelerinin yarattığı acıyı sözcükler anlatmaya yetmez. Bu bir insanlık suçudur.
SS’lerle ötekileri düşününüz. Aralarında diyalog yoktu. Çünkü eşitlik yoktu. SS’ler ötekileri düşman olarak bile görmüyorlardı. Köpekler, domuzlar, zararlı böcekler gibi görüyorlardı. Ötekiler onların gözünde hayvan bile değillerdi. Sadece birer çöptüler. Çöpün alınyazısı yakılmaktır.
Bu yüzden insanlık “tek”in yerine “çok”u, ötekilerle berikileri, “Bir ağaç gibi tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşçesine” (N. Hikmet) yaşatan çoğulcu demokrasiyi getirdi. Aynı değil, başka başka şeyler söylendiği için gerçek diyalog başladı. İnsanların devletleştirilmesi aşaması bitti, devletin insancılaşması aşamasına geçildi. Toplumlar barışa, dinamizme kavuştular. Kimileri bunu “tarihin sonu” diye duyurdu. Bir bakıma haklıydılar. Çünkü demokrasi, çoğulculuğu, çeşitliliği hem özendiriyor, hem de hoşgörü çimentosuyla bir arada yaşatıyordu. Çözülme ve ayrışmanın içinde birleşme vardır. Görülmemiş çeşitliliklerimizin içindeki birleştirici ipliklerimizi bulmak gerekir (di). Bulunmuş ve “biz” kavramına ulaşılmıştır. Bunun anlamı, diyalojik ilkeyle birden çok aklın yarışarak dinamiklerin seferber edilmesi, dönüşümlülük ilkesiyle (principe de récursion) yaratma, üretme kesintisizliğine ulaşılmasıdır.
Son çözümlemede, doğanın da, toplumun da yapısı çoğulcudur. Doğa da, toplum da çoğulcu dinamiklerine dokunulmasını içlerine sindiremezler. Bu dokunulmazlığın çiğnenmesi durumunda birincisi, kendisiyle birlikte insanı; ikincisi, dokunanları yok etmektedir.
Doğal dengenin ve toplumsal barışın bozulmasının kökeninde yatan neden de, çoğulculuğun göz ardı edilmesidir.
Bütün bunların doğal sonucu şudur: Demokrasinin paradigması, hoşgörü ve göreceliktir. Bilgi, görüş, eylem, ahlak açısından gerçekler görecedir. Bunu ayakta tutan da hoşgörüdür. Çünkü hoşgörü ötekinden nefret etmeme bilincini kazandıran erdemdir. Bu yüzden, demokraside çoğunluğun kararı, hiçbir zaman gerçeğin kanıtı değildir. Sadece tartışmayı geçici olarak sona erdiren çaresizliğin çaresidir.
Çoğulculuğun doğal izdüşümlerinden biri de kültürel kimliktir. Gelenekler, alışkanlıklar, diller, düşünceler, inançlar, manevi değerler, yaratıcılık, kararların öğesi olarak ortak bilincin ve ortak kimliğin dayanaklarıdır. Yurttaş kavramı başkalıkları içselleştiren, meşrulaştıran kolektif kimliğin hukuksal kodudur. Bu yüzden 19-28 Haziran 1972 Helsinki Avrupa Kültür Politikası Konferansında, her kültürel başkalığa saygının öğrenimde aşılanması istenmiş; 26 Temmuz-6 Ağustos 1982 Mexico Konferansında, kültürel kimliklerin savunulmasının toplumları bölmediği, zenginleştirdiği, bunları göz ardı etmenin bunalımlara yol açtığı vurgulanmıştır.
Görülüyor ki, çağcıl demokrasi, siyasal kimliği ve istekleri değil, bir kümeye aidiyeti yansıtan, insanı özelliklerini gözeterek kendisi kılan kültürel kimliği korumak zorundadır. Çoğulculuğun doğal sonucudur bu. Çoğulcu demokrasi, dayatmacı, hegemonyacı kimliği dışlar. Çünkü dogmaya, dogmalaşmalara göz yumamaz. “Kimliği olumlayan ve fakat onun dogmalaşmasını önleyen, çeşitliliği koruma kaygısı taşıyan ve farklılıkları bağımlılık ve savaşımda birleştiren tartışmacı demokrasi iç barışın vazgeçilmez gerekçesidir. Dinginlik ve barış, yasalarla değil, birey ve devletin çoğulculuk ilkelerine ve izdüşümlerine uymalarıyla sağlanır.
Demokrasi, itiraz temellidir. Eleştirel akılcılığa yaslanır. Hiçbir görüş, inanç ve tutum tartışma dışı sayılamaz. Kimsenin eleştiriden ve tartışmadan vazgeçme lüksü yoktur. Çünkü eleştiri, tartışma kamu ahlakına girer, toplum yararınadır, ödevdir. Bireysel ahlakın alanına giren bir hak değildir. Haktan vazgeçilebilir, ama ödevden vazgeçilemez.
Özgürlük, çoğulculuk, elbette özgür halk yönetimi demek olan demokrasi için yetmez. Demokrasi, düşünceler cumhuriyetidir, diyalogdur. Bu diyaloğu, seçim, partiler, sendikalar, dernekler gibi sivil halk örgütleri, baskı grupları sağlayacak, karar süreçlerine halkın sürekli katılması gerçekleştirilecektir. Özgürlük, çoğulculuk amaç; katılımcılık bunların gerçekleşmesi için araçtır. Yeter ki, katılım, halkın doğru bilgilendirilmesine dayansın. Tersi durumda kararlar sakatlanır ve tutarlı olmazlar. Aldanmamak için doğru bilgi akışı zorunludur. Devlet sokaktaki insana yalan söyleyemez.
Demokrasinin, özgürlükçülük, çoğulculuk, eleştirel akılcılık, katılımcılık boyutları bir kez benimsenmeye görsün, ardından bütün ilkeler, kavramlar, kurumlar yerli yerine oturacaktır.
Başkalığa katlanamayan, yandaşlarını kayıran, onlara ayrıcalıklar dağıtan, karşıtlarını “takip, tanzim ve tedip” eden, eğitici, ideolojik, militan devlet gidecek, görüşler, inançlar karşısında yansız devlet gelecektir. Yansız olduğu için hiçbir görüşü, inancı önceden mahkûm etmeyen bir devlettir bu. Düşünceler karşısında yansız olduğundan düşünce özgürlüğünü sağlayan, inançlar karşısında yansız olduğundan laik bir devlettir. Yansız devlet kötülüğü gören, ama ilkeleri örselemeden kötülüğü düzelten, yaşamın bütün yönlerini denetlemeye kalkışmayan, Hegelci biçimde uyuşmazlıkların yansız hakemi olan, toplum katmanlarının birbirleri üzerinde baskı kurmasına izin vermeyen; yaşamın hiçbir düşünce kalıbına sığdırılamayan zenginliğini, değişkenliğini, çeşitliliğini, önceden öngörülemezliğini gözeten, ötekilerle berikilerin enerjilerini çatıştırmadan yarıştıran ve bunun hukuksal çerçevesini çizen, koruyucu, katalizör ve “güvenceci” (Jean-Marie Benoist) bir devlettir bu.
Yansız devletin maddi dayanağı özgür halk, kurumsal dayanağı hukuktur.
Bilgilendirilmiş ve özgür yurttaşlardan, bireylerden oluşan halk, ne devlet ne de grup dayatmacılığına izin verir. Özgürlükçü demokraside halk sayısal, demokrasi dışı güçlerle sağa sola savrulan insanlar yığını değil, bağımsız, özgür, eşit öznelerden oluşan bir topluluktur. İktidarın tek ve gerçek sahibidir. Demokraside, kafalar kırılmaz, kafalar sayılarak değerlendirilir. Bu nedenle yönetim, iktidar, halkın rızasına dayanır. Çoğunluğun ve azınlığın karmaşık ilişkisinde, kararlarında, bu iradenin payı vardır. O yüzden karara herkes saygılıdır. Kararın ve devletin gücü ve meşruluğu bu saygıya dayanır.
Seçimden önce yere göğe sığdırılamayan halkı, daha sonra edilgin, bilinçsiz, bilgisiz gören iktidarlar, kendilerinden menkul bilge çobanlıklarıyla onu gütmeye kalkışırlar. Oy veren bir halkın zekâsından kuşkulanmaya kimsenin hakkı yoktur. 19. yüzyılın “demokrasiye yatkın olan ya da olmayan toplumlar ayırımı bitmiştir. 20. yüzyılda bir toplumun demokrasiyle yönetilebilir olup olmadığı ölçütünün yerini bir toplumun demokrasiye ancak demokrasi sayesinde olgunlaşıp ulaşabileceği postülası almıştır” (1998 Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Amartya Sen). “Toplumsal uyanış, ekonomik gelişmeyi aşmıştır” gerekçesiyle köreltmecilikten (obskürantizm) yana olan, halkın toyluğu varsayımına dayanan vesayetçi anlayışları, özellikle pretoryen diktatörlük dönemlerindeki onurlu tutumuyla her halk yalanlamıştır. Pretoryen iktidarları iğreti, gayrimeşru gören halklar, önce onları yalnızlaştırıp kıyıya iterler (périphérisation olgusu), pretoryen iktidarın uzaklaştırdıkları toplum önderlerini ilk fırsatta siyaset sahnesine taşıyarak iktidarı onlara teslim ederler. Bu Duverger’nin “görünmeyen gerçek nöbetçi” dediği halkın başarısıdır ve tarihin her döneminde böyle olmuştur. Çünkü tarihte hiçbir halk örs olmaya katlanamamıştır. Zira, her ülkede “halk, bir ölüler kümesi değil, kendi kültürünü üretecek (doğal) kurum ve kurallara sahip bir aktörler topluluğudur”.
Demokrasilerde, halk devlet için değil, devlet halk içindir
Yansız devlet ilkesinin doğal sonuçlarından biri de, kuşkusuz hukuk ve ona biçilen işlevdir.
Demokraside hukuk adalet süzgecinden, devlet de âdil hukuk süzgecinden geçirilir; elde edilen hukukun üstünlüğünü benimsemiş devlettir. Hukukun amacı, adaletsizliği önlemektir. Hukuk örgütlenmiş adalettir. Yasal metin âdil olmak zorundadır. Adaletsiz hukuk, yalnızca “yanlış hukuk” değil, hukuk doğasından yoksun bir hükümler yığınıdır (Radbruch), hukukta devletçiliktir.
Demokraside devletin dokunduğu herşey hukuka dönüşmelidir. Devlet “çok hukuk, az devlet” formülünün de ötesinde hukukun üstünlüğünü yaşama geçirirse devleşmez, ama gerçekten devlet olur ve meşruluk katsayısı arttığından güçlenir.
Yasaların genelliği, yasayı yapanlar dahil herkese ayırımsız uygulanabilirliği, gizli hukuk (droit latent) yerine açık hukuk ve saydam devletin geçmesi gereklidir. Hukukun olmadığı yerde halk “sürü” (Goyard-Fabre), insan “köle”dir (Mauchaussat).
Demokraside, böyle bir hukukun iki işlevi vardır. Herkese eşit uygulanmak ve gün ışığında tartıştıran, yarıştıran bir barış tekniği olmak. Yasaklayıcı olmamak. Hukukun zorunlu ilkelerini güvenceye alan bir devlet kendi taahhütlerine uyar. “Yasasız suç ve ceza olmaz”, “yargısız kimse cezalandırılamaz” birer devlet taahhüdüdür.
İşte devlet, işte hukuk. Devlet hukuka saygılı olduğu, hukuk da insanları özgürleştirdiği oranda meşrulaşır ve güç kazanırlar. Sonuçta her ikisinin de işlevi, özgürlüklerin açılımını sağlamaktadır.
Hukukun üstünlüğüne yaslanan bir devlette, hiç kimse hukukun ne üstündedir ne de altındadır, yalnızca içindedir. Hukukun karşısında herkes eşittir; her görüş, her inanç hukukun egemenliği altında birlikte yan yana yaşar, yarışır ve gelişir.
Hukukun üstünlüğü dışlanırsa, en âdil hukuk bile, keyfiliklerin oyun oynandığı bir manipülasyon alanına dönüşür. Orada artık hukukun yerini güç, özgürlüğün yerini uşaklık almıştır.
***
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder