ÜMİT ÖZDAĞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÜMİT ÖZDAĞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2020 Çarşamba

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye BÖLÜM 2

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye  BÖLÜM 2


AB, Enerji Politikaları, Türkiye, Dogu Akdeniz,Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Ümit Özdağ, Muhittin Ziya Gözler, Enerji ve Enerji Güvenliği, 
Araştırmaları Merkezi,

   AB Bakanlığı ’’Fasıl-15 Enerji’’ başlığında faslın müzakere sürecinde geldiği aşamayı şu şeklide açıklamaktadır: ’’… Enerji faslına ilişkin olarak, Mart 2007 
tarihinde Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan tarama sonu raporu halen Konsey’de görüşülmektedir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) gibi bazı üye 
ülkelerin menfi yaklaşımları nedeniyle gelişme kaydedilememektedir. GKRY engelinin aşılması halinde enerji faslının başka bir engel ile karşılaşmaksızın 
müzakerelere açılabilecek fasıllar arasında olduğu değerlendirilmektedir… Bu kapsamda Mart ve Nisan 2012’de yapılan Çalışma Grubu Toplantılarında işbirliği 
için beş ana unsur belirlenmiştir:
- Türkiye ve AB’de Enerji Senaryoları ve enerji sepeti;
- Piyasa Entegrasyonu ve alt yapıları geliştirilmesi;
- Enerji İşbirliği;
- Yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve temiz enerji teknolojileri;
- Nükleer enerji ve radyasyondan korunma.

Bu alanlarda uzun dönemde enerji sektörü için ortak niyetlerin ortaya çıkarılması amaçlanmıştır. Bu çalışmaların sonucunda ilgili tüm kurum ve kuruluşlarımızın ve Avrupa Komisyonu yetkililerinin katkılarıyla ‘Türkiye-AB Enerji Sektörü Geliştirilmiş İşbirliği Belgesi’ oluşturulmuştur… Ülkemiz ve AB arasında enerji işbirliğindeki üst düzey diyaloglar devam etmektedir. Bu kapsamda, Türkiye ve AB arasında, enerji tedarik kaynaklarını güvence altına alma, çeşitlendirme ve rekabetçi enerji pazarları oluşturma hedefleri doğrultusunda 16 Mart 2015 tarihinde ‘Yüksek Düzeyli Enerji Diyalogu’ başlatılmıştır. Buna ilişkin taraflarca ‘Ortak Deklarasyon’ 17 Mart 2015 tarihinde yayımlanmıştır.’’

11. Cumhurbaşkanımız Sayın A. Gül, Milletvekili olduğu dönemde 8.3.1995 tarihinde TBMM’de yaptığı bir konuşmada aynen şunları dile getirmiştir: 
’’Türkiye’nin AB’ye giremeyeceği kesindir. Bunu Avrupalılar söylemektedir. Avrupa’nın önde gelen bütün politikacıları bunu söylemektedir. Avrupalı 
filozofların hepsi söylemektedir. Çünkü AB bir Hıristiyan kulübüdür. 2001 yılında sayın başbakan Türkiye’nin AB’ye gireceğini söylediler. AB’nin dokümanları var. 2010 yılında projeksiyon yapmış AB’ye tam ülkeler kim olacak diye. Dünkü komünist ülkelerin hepsi, hatta Baltık ülkeleri Lituanya, Estonya, Sırbistan, Çek’ler, Macar’lar, Bulgar’lar, Malta, Rum Kesimi bütün bunlar var mı? Hepsi bunların var. Peki, Türkiye’nin ismi geçiyor mu bu dokümanda? 

Türkiye’nin ismi yok. Gerçekler saklanıyor.’’  İşte her kelimesi ile doğru, güzel, anlamlı ve manidar ifadelerle dolu her Türk vatandaşının hislerine tercüman olan gerçek bir yaklaşım. Yarınlarda AB’ye girmek için Türkiye’nin önüne 1999 Helsinki Zirvesi,  2000 Kasımında Türkiye Hakkında Avrupa Birliği Katılım Ortaklığı Belgesi ve 2005 AB İlerleme Raporundaki, sınırların barışçıl bir şekilde çözülmesi konusunda Ege Denizi’ndeki sorunların Yunanistan’ın menfaatleri doğrultusunda çözülmesi, Ada ve adacıkların Yunanistan’a terk edilmesi (21.YY. Türkiye Ens. 17 Mart 2015 / Sayın Prof. Dr. Ü. Özdağ’ın makalesinde 16 Türk Adası ve bir kayalığın sessiz sedasız Yunanistan’a terk edildiği açıkça dile getirilmektedir) Kıbrıs’ın bir kısmının verilmesi, D.Akdeniz’de Petrol ve Doğalgaz arama faaliyetlerine son verilmesi ve azınlıklara daha çok haklar verilmesi istekleri gündeme gelirse AB’ye girmek için yine ayakta mı bekleyeceğiz?


    Diğer taraftan AB Bakanlığı’nın açıklamalarında ’’AB, 10 Kasım 2010’da Enerji 2020 Stratejisi’ni yayımlamıştır. Stratejide, gelecek 10 yıl için AB’nin 
enerji alanındaki öncelikleri şu şekilde sıralanmaktadır: 
1. Enerjiyi verimli kullanan bir Avrupa oluşturmak, 
2. Tümüyle entegre enerji pazarı oluşturmak, 
3. Tüketicileri güçlendirmek ve tüketicilere tedarikçilerini seçme hakkı sağlamak, 
4. Enerji teknolojisi ve inovasyonda lider olmak, 
5. AB enerji pazarının dış boyutunu güçlendirmek. 
AB’nin uzun vadeli hedefi ise, 2050 yılında sera gazı emisyonlarını 1990 seviyesinin %80-95 altına düşürmektir. 
Enerji 2020 Stratejisi ile, pozitif bir etki yaratılmış olsa da, söz konusu Strateji kapsamındaki önlemlerle sera gazı emisyonlarının 2050 yılına kadar ancak %40 azaltılabileceği öngörülmektedir. AB’nin 2050 yılına kadar enerji kaynaklı sera gazı salınımlarını %80’in üzerinde azaltma hedefine nasıl ulaşabileceği konusu Komisyon’un 15 Aralık 2011 tarihinde açıkladığı “2050 Enerji Yol Haritası”nda irdelenmiştir. 2050 Enerji Yol Haritası’nda karbonsuz bir enerji sistemine geçişe ilişkin çeşitli senaryolar analiz edilmektedir. 

Dokümanda ele alınan dekarbonizasyon senaryolarında, 2050 yılında AB’nin enerji arzında en büyük payın yenilenebilir enerjilerden geleceği görülmektedir. Enerji 2050 Yol Haritası, üye devletlere uzun-vadeli hedeflerine ulaşmak için gerekli enerji seçimlerini yapmalarında yol gösterici nitelik taşımaktadır.’’ İfadeleri yer almaktadır.
   Rusya hariç bütün Avrupa ülkeleri ve AB hayatlarını devam ettirebilmek için Asya ve Afrika’nın kaynaklarına muhtaçtırlar. AB enerji konusundaki sorunlarını çözmek için de büyük oranda Türkiye’ye bağımlı hale gelecektir. Gelişen enerji sistemleri bunu net bir şekilde gözler önüne sermektedir. AB enerji meselesini çözmek için:

1.      Rusya’ya bağımlılıktan kurtulmalıdır. Bunun için de Kafkas, Ortadoğu, K.Afrika ve D.Akdeniz hidrokarbon kaynaklarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya 
ulaşmasına yardımcı olmalı, yatırımlara katılmalıdır.
2.      Ortadoğu’da yaşanan vahşetin sona ermesi konusunda ABD’nin dikkatini çekip, Türkiye ile olan ilişkilerini barıştan yana koymalıdır.
3.      AB ülkeleri, fosil kaynaklarının kontrolsüz bir şekilde kullanılmasını durdurup, (birincil enerji kaynaklarının % 12,9’nu tüketmektedir) yenilenebilir 
kaynakların kullanımı konusunda Birlik olarak politik kararlar almalıdır. 
Böylece sera gazı salınımlarını en az seviyeye indirebilirler. 2011 yılında Almanya’nın sera gazı salınımı 940 milyon ton, İngiltere’nin 586 milyon ton, 
Fransa’nın 502 milyon ton olup, AB ülkelerinin toplam sera gazı salınım miktarı 4.715.000.000 tondur.
4.      Nükleer santrallerin ciddi tedbirler alınarak inşası yapılmalıdır. Avrupa’da meydana gelebilecek bir Çernobil hadisesi bütün Avrupa’yı tehdit 
edebilir. Bundan Türkiye’de çok büyük zarar görebilir.
   Diğer taraftan ETKB Enerji İşleri Genel Müdürlüğü’nün Dünya Enerji Görünümü 4-11 Kasım 2011 raporunda şu ifadeler yer almaktadır:’’AB enerji firmaları, 
piyasanın kötü işleyen kurallarına uymak için zor bir mücadele ile karşı karşıyadır. Piyasanın kötüye kullanımı düzenleyici otoriteler için her zaman 
temel endişe kaynağı olmuştur, ancak küresel mali krizden bu yana, bu durum daha da hızlanmıştır. Avrupa enerji piyasasını da içeren ve diğer alanlarda da 
kendini gösteren bu eğilime hem AB’de hem de ABD’de düzenleyici otoriteler önce yumuşak tedbirler almıştır. Ancak daha sonra hem düzenleyici otoriteler hem de yasa koyucular sistem içerisindeki firmalara daha ağır cezalar getirmişlerdir.’’
16-23 Şubat 2015 raporda ise şu görüşlere yer verilmiştir: ’’Basına sızan Taslak ‘Enerji Birliği İçin Strateji Belgesine’ göre, Avrupa Komisyonu, tek bir enerji 
piyasası oluşturmanın önündeki engelleri kaldırmak amacıyla AB enerjikurumlarına daha fazla yetki vermeyi arzulamaktadır. Enerji Komiserleri Maros Sefcovic ve Miguel Arias Canete tarafından açıklanacak Enerji Birliği İçin Çerçeve Strateji Belgesinin temel amacı tamamen entegre bir Avrupa enerji piyasasını hayata geçirmektir. Bahse konu belgede, AB’nin iç enerji piyasasında hala yoğunlaşmanın söz konusu olduğu ve AB her ne kadar Avrupa seviyesinde enerji kurallarını oluştursa da pratikte 28 ulusal düzenleyici çerçevenin söz konusu olduğu belirtilmiş olup, tüm üye devletlerce hayata geçirilecek reformlara ihtiyaç duyulduğu vurgulanmıştır.’’
   Türkiye kısıtlı enerji kaynaklarına sahip olan bir ülkedir. Bu sebeple de dışa bağımlı olmaktan kurtulamamaktadır. Kendi öz kaynaklarının tamamını kömür, 
hidrolik, rüzgâr, güneş, jeotermal ve diğer yenilenebilir kaynaklarının tamamını kullansa dahi yinede gerekli enerjinin temini konusunda hidrokarbon kaynaklarına 
ve uranyuma ihtiyacı vardır. İşte ülkenin baştan aşağı boru hatlarıyla sarıldığı bir süreçte bunu çok iyi değerlendirmek gerekmektedir. Amiyane ifadeyle Türkiye 
‘’boru hatları geçen hanı’’ olmamalıdır. Diğer taraftan ileride bu boru hatlarının başımıza bir iş açmaması da en büyük temennimdir.

Uzman Hakkında
Muhittin Ziya Gözler
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları
   AB’nin Enerji Politikaları ve Türkiye 
  Yeni Mezopotamya’da Irak’a Olan Alaka’nın Sebebi 
  AB Üyeliği Tılsımlı Değnek Değil-İşte Yunanistan 
  Türkiye'nin Enerji Politikalarına Eleştirisel Bir Bakış 
  Doğu Akdeniz’de Paylaşılamayan Kaynaklar 
  Kömür Madenciliği 
  Türkiye’nin Güvenlik Sorunlarının Tartışılması 
 
 DERS-ULUSLARARASI İLİŞKİLER 

  Enerji Kıskacındaki Ortadoğu’da Yaşayan Kürt’ler Kimdir? 
   Nükleer Enerji Santrallerinde Yakıt ve Deprem Konusu 
  Türkiye Adalar Denizi ve Kıta Sahanlı'nda Savaş Değil Bilim ve Adalet İstiyor 

  Enerji İlişkileri 
  Jeotermal Enerji  
  Hafife Alınan Ancak Sonuçları Çok Ağır Olacak Bir Tehlike: Deprem  
  Rüzgâr Enerjisi 
  SOMA’NIN İSYANI: YETER ARTIK! 
  Şeyl Gaz Gerçeği 
  Su Yönetimi Siyasetin Değil Devletin Bir Meselesi Olmalıdır 
  Enerji Ve Boru Hatlarında Siyaset Oyunları 
  Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar 
  Çevre Enerji Ve Madencilik İlişkileri 
  Madencilikte Kökten Değişiklikler ve Yeni Politikalar 
  Maden Varlığımızın Ülkemizin Kalkınmasına Etkileri 
  Ülkemizin Enerji Kaynakları 
  Nükleer Enerjinin Önemi 
  Enerjide Milli Politikaların Zamanıdır 
  Petrol Dünyasında Türkiye’nin Yeri 
 
https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/abnin-enerji-politikalari-ve-turkiye

***

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye BÖLÜM 1

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye  BÖLÜM 1

AB, Enerji Politikaları, Türkiye, Dogu Akdeniz,Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Ümit Özdağ, Muhittin Ziya Gözler, Enerji ve Enerji Güvenliği, 
Araştırmaları Merkezi,

Uzman 
Muhittin Ziya Gözler
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
21 _ Yüzyıl Türkiye Enstitüsü.
01 Mayıs 2015 Cuma  
 Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
08 Nisan 2015 Çarşamba

AB’nin Enerji Politikaları ve Türkiye
Muhittin Ziya Gözler tarafından yazıldı.


   10.523.000 km2’lik yüzölçümü, 700 milyona yaklaşan nüfusu, yeraltı ve enerji kaynakları bakımından zengin olmayan, ancak dünya sanayi üretiminin 1/3’nü gerçekleştiren Avrupa Kıtası’nda 50 ülke bulunmakta, bu ülkelerden de bugün için 28’i AB’ni meydana getirmektedir. 17 Aralık 2004 yılında AB’ye katılım müzakerelerinin başlaması için Papa X.Innocent’in heykelinin önünde alay-ı vâlâ ile imzalanan anlaşmanın üzerinden geçen 11 yılda acaba kaç arpa boyu yol alındı? Bu siyasi tartışmayı bir tarafa bırakıp, AB’nin enerji politikalarıyla ilgili çalışmalarını aktaramaya çalışarak Türkiye’nin ileride başına gelebilecek tehlikelere değinelim. Konumuz enerji olduğu için AB Bakanlığı’nın AB’nin enerji politikaları konusundaki görüşlerine kısaca yer verelim: ’’ Avrupa Birliği’nin 
(AB) enerji politikalarının üç temel amacı bulunmaktadır: 
• Rekabetçi bir enerji piyasası oluşturulması, 
• Enerji arz güvenliğinin temin edilmesi, 
• Sürdürülebilir kalkınma temelinde çevrenin korunması. 
AB, enerji alanında politika oluştururken bu üç amaç arasında bir denge kurmayı hedeflemektedir. AB mevzuatı, rekabet gücü yüksek, güvenli ve sürdürülebilir enerji piyasaları oluşturulması, tüketiciye daha fazla seçenek ve daha ucuz fiyatlar sunulabilmesi amacıyla enerji piyasalarında serbestleşmenin sağlanmasına ilişkin düzenlemeler içermektedir. Sürdürülebilir bir enerji politikası için, iklim değişikliği ile mücadele AB’nin enerji politikasının önemli bir bileşenidir. 
Bu amaçla Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan ve Mart 2007 tarihinde onaylanan Enerji ve İklim Değişikliği Paketi ile 2020’ye kadar gerçekleştirilmesi 
öngörülen üç önemli hedef ortaya konmuştur: 

• Sera gazı emisyonlarının 2020 yılına kadar 1990 yılına oranla en az %20 azaltılması, 
• Enerji arzında yenilenebilir enerji payının 2020 yılına kadar %20’ye çıkarılması ve ulaşımda biyoyakıt kullanım oranının en az %10’a ulaşması, 
• Birincil enerji tüketiminde 2020 yılına kadar %20 tasarruf sağlanması. 

Bu hedeflerin hayata geçirilebilmesi için enerji tek pazarının tamamlanması gerekmektedir. Bu amaçla Komisyon, 2007 yılında “Üçüncü Paket” 
olarak adlandırılan mevzuat önerilerini açıklamıştır. Söz konusu Paket, enerji arz/satış ve üretim faaliyetlerinin, doğal tekel niteliği taşıyan şebeke (iletim 
ve dağıtım) işletiminden hukuken ve fonksiyonel olarak etkin bir şekilde ayrılması, ulusal enerji düzenleyicilerinin bağımsızlıklarının artırılması ve 
piyasa faaliyetlerinde şeffaflık sağlanması gibi hususları kapsamakta olup, elektrik ve doğal gaz piyasalarının tamamen rekabete açılmasını hedeflemektedir. 
Paket kapsamında ayrıca, boru hatları ve şebeke erişimine ilişkin standartların birbiriyle uyumlu hale getirilmesi amacıyla 2009 yılında Avrupa Elektrik İletim 
Sistem Operatörleri Ağı (ENTSO-E) kurulmuştur. 2020 hedeflerine ulaşmak için mevcut stratejilerin yetersiz kalacağını öngören AB, 10 Kasım 2010’da Enerji 
2020 Stratejisi’ni yayımlamıştır. Stratejide, gelecek 10 yıl için AB’nin enerji alanındaki öncelikleri şu şekilde sıralanmaktadır: 

1. Enerjiyi verimli kullanan bir Avrupa oluşturmak, 
2. Tümüyle entegre enerji pazarı oluşturmak, 
3. Tüketicileri güçlendirmek ve tüketicilere tedarikçilerini seçme hakkı sağlamak, 
4. Enerji teknolojisi ve inovasyonda lider olmak, 
5. AB enerji pazarının dış boyutunu güçlendirmek. 

AB’nin uzun vadeli hedefi ise, 2050 yılında sera gazı emisyonlarını 1990 seviyesinin %80-95 altına düşürmektir. Enerji 2020 Stratejisi ile pozitif bir etki 
yaratılmış olsa da, söz konusu Strateji kapsamındaki önlemlerle sera gazı emisyonlarının 2050 yılına kadar ancak %40 azaltılabileceği öngörülmektedir. 
AB’nin 2050 yılına kadar enerji kaynaklı sera gazı salınımlarını % 80’in üzerinde azaltma hedefine nasıl ulaşabileceği konusu Komisyon’un 15 Aralık 2011 
tarihinde açıkladığı “2050 Enerji Yol Haritası”nda irdelenmiştir. 2050 Enerji Yol Haritası’nda karbonsuz bir enerji sistemine geçişe ilişkin çeşitli senaryolar 
analiz edilmektedir. Dokümanda ele alınan dekarbonizasyon senaryolarında, 2050 yılında AB’nin enerji arzında en büyük payın yenilenebilir enerjilerden 
geleceği görülmektedir. Enerji 2050 Yol Haritası, üye devletlere uzun-vadeli hedeflerine ulaşmak için gerekli enerji seçimlerini yapmalarında yol gösterici 
nitelik taşımaktadır.’’

   Bu kısa bilgiden sonra AB ülkelerinin enerji kaynaklarına bir göz atalım. AB ülkelerinin 2013 yılı birincil enerji tüketimi 1744,2 milyon TEP’ dür. Bu rakam 
dünya birincil enerji tüketiminin % 12,9’una karşılık gelmektedir. Dünya petrol rezervlerinin % 0,4’ü, doğalgaz rezervlerinin % 0,8’i, kömür rezervlerinin % 
6,1’i, hidrolik enerjinin % 8,3’ü, diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının % 37’si AB ülkelerinde bulunmaktadır. AB ülkeleri kullandıkları enerjinin % 35’ini 
de nükleer enerjiden elde etmektedirler (Kaynak: BP Statiscal Review World Energy 2014). 2014 itibariyle AB ülkeleri tükettiği enerjinin % 55’ni ithal 
etmektedir. Petrolde % 84, doğalgazda % 66, kömürde % 53, nükleer kaynaklarda tamamen dışa bağımlıdır. Enerjide en fazla bağımlı olduğu ülke Rusya Federasyonu’dur. Kıta Avrupası’nın da tamamının Rus gazına bağımlı olduğu bilinmektedir. (Ş.1)
                 
                                    (Ş.1 Rus Gazına bağımlı olan ülkeler)

  1973 ve 1979 yıllarındaki petrol krizleri AB ülkelerini etkilemiş ve enerji arz güvenliğinin olmadığı ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine AB ülkeleri kendi 
kısıtlı kaynaklarının kullanma, yenilenebilir kaynaklara yönelme, enerji teknolojileri konusunda çalışmalar yaparak enerji ithalatlarını azaltma konusunda politikalar belirlemeye başlamışlardır. Yapılan çalışmalar sonrası AB ülkeleri enerji politikalarını da şu üç esas üzerinden yürütmeye karar vermişlerdir. 

1. Arz güvenliği, 
2. Çevre koruması, 
3. Rekabet ortamının geliştirilmesi. 

AB ülkeleri aldıkları tüm tedbirlere rağmen yine fosil kaynakları kullanmaya devam etmişler, nükleer enerjiye daha çok önem vermişler ve de yenilenebilir kaynaklara da yönelmeye başlamışlardır.

AB ülkelerinin enerji verilerini aktararak AB’nin enerji geleceğini ortaya koymaya çalışalım. AB ülkelerinin enerji ithalatında % 32 oranında Rusya’ya, % 12 Norveç’e, % 5 S.Arabistan’a, %4 Kazakistan’a, % 4 Nijerya’ya ve % 36 diğer ülkelere bağlı olduğu bilinmektedir.
BP’nin verilerine göre, AB ülkelerinin 2013 yılında tükettiği toplam petrol miktarı 541.400.000 ton, doğalgaz tüketim miktarı 393.300.000.000 m3 ve kömür 
tüketimi de 275,1 MTEP’ dür. AB ülkelerinin hidrolik enerji potansiyeli 31,6 MTEP, yenilenebilir diğer kaynaklar ise 106,2 MTEP’ dir. 2013 yılı itibariyle 
AB’ye üye ülkelerin toplam birincil enerji tüketimi 1744,2 MTEP’ dür (Almanya-325 MTEP, Fransa-248,4 MTEP, İngiltere-200,0 MTEP, İtalya-158,8 MTEP, 
İspanya-133,7 MTEP).AB’ye üye on ülkenin toplam elektrik tüketimi yaklaşık 3000 TWh olup (Almanya-579,21 TWh, Fransa-476,50 TWh, İngiltere-346,16 TWh, İtalya-327,47 TWh, İspanya-258,48 TWh), kişi başına elektrik tüketimi; Lüksemburg-15511 kWh, Belçika- 8072 kWh, Fransa-7318 kWh, Almanya-7083 kWh, İspanya-5604 kWh, İngiltere-5518 kWh’tir.

AB ülkelerinde toplam 132 NS bulunmakta bu santrallerin kurulu güç toplamı da 131.476 MW’ tır (dünyada toplam 435 NS bulunmakta, toplam kurulu güç 
371.973 MW’ tır).

İşte böylesine dışa bağımlı olan kaynaklarla enerji tüketen Cermen, Anglosakson, İskandinav, Slav, İber Yarımadası Devletleri ile Yunanlı’ların meydan getirdiği 
ve Katolik, Protestan, Ortodoks ve diğer bazı mezheplerin bulunduğu bu 500 milyonluk birliği ciddi sorunların beklediği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. 
2030 yılında eneri kaynaklarında % 70’lere varan bir dışa bağımlılık oranı gerçekleşeceği için tehlike daha da büyüyecektir  (günümüzde AB’nin yıllık 
petrol faturası 300 milyar eurodur). Zira 2030 yılın dek AB ülkelerinin enerji talep artışı % 30’lar civarında olacaktır. İspanya Enerji Bakanı 2035 yılında 
AB’nin petrolde % 95, doğalgazda % 80 oranında dışa bağımlı olacağını ifade ederek AB ülkelerine ciddi bir ikazda bulunmuştur.
 
  AB ülkeleri dünya enerji kaynaklarının yaklaşık olarak % 3’üne sahip olup, toplam enerjinin % 17’sini tüketmektedir. Günümüzde % 55 oranındaki dışa 
bağımlılık 2030 yılında % 70’e yükselecektir. AB ülkelerinin petrol ve doğalgazda Rusya’ya bağımlılıkları Ukrayna krizinden sonra bu ülkeleri rahatsız 
etmiş ve kaynak çeşitlendirilmesi yönündeki çalışmalarını hızlandırmışlardır. 
Fransa nükleer yakıt sıkıntısına girmemek için Nijer ile görüşmeleri sıklaştırmış, Mali’nin işgal edilmesi ise buradaki kaynakları ele geçirmek 
olarak yorumlanmıştır. AB ülkelerinin tamamı yenilenebilir kaynaklara yönelmiş, AB’nin Visegrad Grubu (Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya) sadece 
Rusya’ya bağımlı kalmamak için ABD’den doğalgaz etmek konusunu gündeme getirmişler, Romanya şeyl-gaz araştırmalarına başlamış ve AB doğalgaza 
bağımlılığı azaltmak için 2011’de 179 milyar m3 LNG ithalatı yapmışlardır. AB ülkeleri kendi kaynaklarını ne kadar kullanırlarsa kullansınlar yeterli 
olamayacağından fosil kaynaklara ihtiyaçları devam edecektir.  Bu sebepten ötürü AB ve hatta bütün Kıta Avrupası Kafkas, Ortadoğu, K.Afrika ve D.Akdeniz’deki 
kaynaklara muhtaçtır. Buradaki kaynaklar deniz yolu veya boru hatlarıyla Avrupa’ya ulaşabilir. İşte bu noktada Türkiye gündeme gelmektedir. Türkiye 
Azerbaycan, Türkmenistan, İran ve Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını boru hatlarıyla Avrupa’ya taşıma güzergâhı üzerinde bulunan bir ülkedir. İleride 
Mısır ve D.Akdeniz’deki kaynaklarda Türkiye üzerinden sevk edilebilir. Türkiye bir ’’DOĞALGAZ HUB’’ı olma potansiyeline sahiptir. Irak-Türkiye HPBH, 
Bakü-Tiflis-Ceyhan HPBH, Bakü-Tiflis-Erzurum DGBH, Türkiye-Yunanistan DGBH, Rusya Federasyonu-Türkiye DGBH, İran-Türkiye-Avrupa DGBH ve TANAP 
ile ve de ileride inşa edilecek hatlarla Türkiye, Avrupa’nın adeta kaderiyle oynayacak bir konuma gelebilir. Şah Deniz-2 sahasından çıkarılacak olan doğalgaz 

Türkiye’nin 20 ilinden geçtikten sonra aşamalı olarak 16-22-31 milyar m3 doğalgazı Avrupa’ya ulaştırılacaktır. 

  10 milyar dolara mal olacak olan TANAP’tan geçecek bu doğalgaz miktarının AB’ye yeterli olamayacağı aşikârdır. Görünen o ki, yeni TANAP’ların yapılması 
gündeme mutlaka gelecektir. 

Ne var ki, AB’nin Türkiye’ye karşı olan hasmane tutumu, Türkiye-AB ilişkilerinde daha uzun süre soğukluğun devam edeceğini göstermektedir. 
500 milyon nüfusa sahip AB’nin 77 milyon nüfusu olan Müslüman bir ülkeyi kendi içine alması, ötesinde kabul etmesi çok zor görünmektedir. 
AB Türkiye’nin nükleer enerji konusunda Rusya ile olan ilişkisi, yenilenebilir kaynaklara yeterince yatırım yapmaması ve Ortadoğu politikaları sebebiyle her 
konuda olduğu gibi enerji konusunda da Türkiye’ye soğuk davranmaya devam etmekte ve müzakerelerde Enerji Faslını açmamaktadır. 
Ancak, AB enerji politikasının esasını teşkil eden arz güvenliği için enerji çeşitlendirilmesi konusunda Türkiye’ye muhtaçtır ve mahkûmdur. 
Diğer taraftan yukarıda ifade etiğim gibi AB ülkeleri arasında farklı enerji politikaları takip edilmektedir. 
Almanya’nın Rusya ile ilişkilerinin müspet olması, Fransa’nın nükleer yakıt tedarikinde Afrika ülkeleri ile ilişkilerini sıcak tutması, diğer ülkelerin Ortadoğu ve 
K.Afrika ülkelerine yakınlaşmaları ortak bir enerji politikasının oluşturulması yönünde ciddi engel teşkil etmektedir. Zira ulus devlet anlayışı her fikrin, 
anlayışın ve birliğin üzerinde görülmektedir.

***

12 Kasım 2020 Perşembe

KENDİ ÜLKESİNDE KUŞATILAN ORDU

KENDİ ÜLKESİNDE KUŞATILAN ORDU 
 


ÜMİT ÖZDAĞ
Gülenci  Darbe ve Bir Kitabın Önsözü,
 Yazar: Ümit Özdağ
 
Aşağıdaki satırları Yeniden Türk Milliyetçiliği adlı kitabımın Nisan 2016’da yeniden yapılan baskısına önsöz olarak hazırlamıştım.
15 Temmuz 2016’da Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk sözde SİYASAL İSLAM’cı darbe girişimi gerçekleşti.
Basına sızan ilk açıklamalarda, subay elbisesi giymiş darbeciler Mehdi saydıkları Fethullah Gülen’in emri ile yaptıklarını açıklamaya başlamışlar. Bu ilk açıklamalar doğru olsa da olmasa da, darbe Nurculuğun sapkın bir kolu olan Gülencilik
tarafından gerçekleştirilmiştir.  Bundan dolayı ilk SİYASAL İSLAMCI darbedir. Şimdi Nisan  2016’da yazılan satırları okuyabiliriz.   
 
Yeniden Türk Milliyetçiliği adlı bu kitabın ilk baskısı 2004'te, ikinci baskısı 2005 yılında çıkmıştı. Üçüncü baskı 2006’da yapılmıştı. Bu üç baskıda özellikle dış gelişmeler ile ilgili kısa ve küçük ekler yapmıştım. Bu kitabın yayımlandığı ilk günden bu yana Türkiye Cumhuriyeti "En Uzun On Yılını" yaşadı. Bu en uzun on yıl, Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın ifadesi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun en uzun yüzyılı olan 19. Yüzyıl'a benziyor. 19. Yüzyıl, Türk Devleti için ihanetin ve geri çekilmenin
yüzyılı oldu. 2003-2015 de  geri çekilmenin ve ihanetin on yılı oldu.
 
2015 Ağustosunda Cumhurbaşkanı Erdoğan, " Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kritik döneminden geçiyoruz" derken, Başbakan Davutoğlu da, "Türkiye Cumhuriyeti'nin beka sorunu yaşamakta olduğunu" ifade ediyordu.
Erdoğan 2016 yılı başında Türkiye’nin İstiklal Harbi verdiğini ifade ediyor, öğretmen adaylarına yaptığı konuşmada: " Güneydoğu Anadolu’yu tekrar vatanlaştırın "  talimatını veriyordu.
 
Türkiye’yi beka  sorunu yaşama noktasına getirip, İstiklal Savaşı vermeye zorlayan, Güneydoğu Anadolu’yu tekrar vatanlaştırma gereğini ortaya çıkaran ise, AKP’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun on yılında uyguladığı politikalardı.
Bu politikalar ile Türk Ordusu’na komplo kurulmasına izin verilmişti. Önce Türk Ordusu'nun PKK terörü ile mücadelede ön plana çıkan bölümleri ve subayları hedef alındı. Bir diğer hedef ise, PKK terörüne karşı entelektüel mücadele  veren
milliyetçi aydınlar oldu. Bu subaylar ve aydınlar Ergenekon adlı AKP+Gülen cemaatinin ürünü olan sanal bir terör örgütü iddianamesi ile yargılanmaya başladılar.
 
 
 
AKP, Türk Ordusu’na kurulan komployu hukuki zeminler sağlayarak güçlendirdi. Gülen cemaati ise Harp Okulları’ndan başlayarak Türk Milliyetçisi Harbiyelileri ve Türk Milliyetçisi ve Türk Ulusalcısı subay kadroları Ergenekon ve casusluk
iddiaları ile tasfiye etmeye başladı. Türk Ordusu içinde Gülen cemaatine mensup subaylar, tasfiye etmek istedikleri subaylara karşı başlattıkları iftira/komplo saldırısı ile bir orduyu çökertecek en ağır darbe olan " Silah arkadaşlığı " kavramını yıktılar. Bir orduda silah arkadaşlığı düşüncesi yıkılır ise ordunun ruhu ölür.  Türk Ordusu’nun olduğu gibi, Türk Devleti’nin harem-i ismeti olan Özel Harp Komutanlığı’nın arşivine, cemaatçi polis ve  hakim-savcı komplosu ile girildi.
Türk Devleti’nin sırları ortaya döküldü.
 
Türk Hava Kuvvetleri ve Türk Deniz Kuvvetleri’ndeki Gülen cemaati örgütlenmesi, sanki Türkiye bu iki gücü ile savaşa girmiş ve bu savaşta yenilmiş gibi, bu iki gücünde özüne ağır bir darbe vurdu. Kara Kuvvetleri personel sayısı çok olduğu için cemaatin verdiği zarar ilk bakışta belirgin olmasa da  Türk Kara Kuvvetleri’nin muharip/savaşçı kadrolarının ağır zarar gördüğünü ve bu durumun bir savaşta Türkiye’ye pahalıya mal olacağını bilen biliyor. Türk Ordusu hala Gülen Cemaatinin
ağır etki alanı altında olmaya devam etmektedir.
 
Türk polisi de AKP Hükümeti’nin "ne istediniz de vermedim" yaklaşımı sonucunda Gülen cemaatinin polisi olmuştur.

Aslında kendi ordusuna, kendi istihbarat teşkilatına, kendi aydınlarına komplo kuran, delil yerleştiren, delil üreten kişilere ne kadar polis denilebilir ki? 19 Mart 2016 tarihli Hürriyet Gazetesi'nde 54  hakim ve  savcı hakkında "silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek, kurulan örgüte üye olmak", "Siyasi ve askeri casusluk", " Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen ya da tamamen yapmasını engellemeye teşebbüs etmek", " Suç uydurmak ", " Özel hayatın gizliliğini ihlal etmek "  gibi iddialar ile iddianame hazırlandığı haberi verilmekteydi.

Bütün bunlar, AKP Hükümetleri’nin Gülen cemaatine mensup,  subay, polis ve hakim-savcılar ile işbirliği yapması sonucunda oluşmuştur. Türk polis teşkilatının çok önemli bir bölümü de Gülen cemaatinin denetimi altına girmiştir.
 
AKP Hükümetleri, Genelkurmay Başkanı’nın terörist örgüt yöneticisi olarak tutuklanmasını seyretmekle kalmamış, 34 Mehmetciğin şehit edilmesinden sorumlu bir teröristin Genelkurmay Başkanı aleyhine sanıklık yapmasını mümkün hale getirmiştir. Türk Ordusuna komplo  kurulur,  ordu ve  polisin eli kolu bağlanırken, AKP Hükümetleri, Oslo’da gizli bir şekilde PKK ile müzakerelere başlamış ve bu müzakereleri İmralı’da Öcalan ile sürdürmüştür.
 
PKK,  AKP Hükümeti’nin gizli onayı ile Güneydoğu Anadolu’da kentlere yerleşmiş, silah ve cephane yığınakları gerçekleştirmiştir. 2016 kış ve ilkbaharında Sur, Cizre, Şırnak merkez, Nusaybin, Yüksekova güvenlik güçlerinin PKK’lı teröristleri yerleşim merkezlerinden çıkarmak için düzenledikleri operasyonlar ile geçmiştir.  
 
AKP’nin çok yanlış Suriye politikası, PKK’ya Suriye’nin kuzeyinde bir devletçik coğrafyası hediye ederken, IŞİD politikası ise bu terör örgütünün Türkiye’ye saldırılarının önünü açtı. Ankara, İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerimiz terör örgütü tarafından bombalanıyor. Türkiye-Suriye sınırı, Afganistan-Pakistan sınırına benzemiş durumda. Suriye’den Türkiye’ye kaçan 2.7 milyon Suriyeli Türkiye’nin geleceğini tehdit eden bir demografik bomba niteliği taşıyor.
 
AKP’nin Türkiye’ye geçtiğimiz 12 yılda verdiği tahribatın boyutları sınırlarımızı zorluyor. Ege Denizi’nde 16 Türk Adası ve bir kayalık Yunan Ordusu tarafından AKP’nin onayı ile işgal edildi.
 
Bu satırların amacı bir kitabın girişini yazmak değil. Sadece yeni bir baskıya önsöz yazmak. Okuyucu en son 2006’da  üzerinde küçük değişiklikler yapılmış olan bu kitabı 2016’da okuduğunda yazarın tespitlerinin doğruluğu ve yanlışlığı
konusunda bir değerlendirme yapacaktır.
 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2016/07/20/8475/gulenci-darbe-ve-bir-kitabin-onsozu
 

****

13 Aralık 2016 Salı

Orta Doğu’da Jeopolitik Dönüşüm ve Türkiye İçin Oluşturduğu Tehdit.., BÖLÜM 4




Orta Doğu’da Jeopolitik Dönüşüm ve Türkiye İçin Oluşturduğu Tehdit.., BÖLÜM 4


Suriye’de Ne Olacak?

Suriye için “küçük Orta Doğu” kavramı kullanılmaktadır.Suriye’de altı büyük etnik/dinsel grup, Sünni Araplar, Nusayriler, Türkmenler, Kürtler, Hristiyanlar ve  Dürziler’dir. Sünni Araplar % 59, Nusayriler % 14, Türkmenler % 8, Kürtler %9, Hıristiyanlar % 5 ve Dürziler % 2-3 civarında bir orana sahiptirler.  Mezhepsel bölünme  ise Müslümanlarda Sünni, Nusayri, Şii ve Dürzi olmak üzere dörde ayrılmaktadır.  Sünniler % 75, Nusayriler % 14, Şiiler % 1, Dürziler % 2-3 civarındadır. Sünniler Hanefi, Şafi ve Selefiler olarak ayrılmaktadır. Şia içinde ise İsmaili, Kızılbaş ve Caferi olmak üzere üç grup vardır. % 5 civarında olan Hıristiyanlar ise Ortadoks, Katolik, Süryani, Protestan ve Asurilerden oluşmaktadır.      
Suriye’nin iç yapısı sadece mezheplerin ve etnik grupların varlığı açısından değil, bunların tarihsel kurumsallaşmaları açısından da  uzun soluklu bir iç savaş için çok uygundur.  Nasıl Lübnan kurumsallaşmış bir etnik mozaik olarak şekillenmiş ve Lübnan iç savaşı bu kurumsallaşmış etnik mozaiğin parçaları arasında gerçekleşmiş ise Suriye’de gizli kurumsallaşmış bir etnik mozaiktir. Osmanlı Devletinin 1918’de Suriye’den çekilmesinden sonra ülkeyi işgal eden Fransız manda yönetimi var olan etnik ve dinsel farklılıkları kurumsallaştıran ve birbirlerine karşı kullanan bir politika izlemiştir.  Fransız manda yönetimi oluşturduğu parlamentoyu da etnik ve mezhep grupları zemininde kurmuştur.
Suriye’yi din ve mezhep hatları boyunca örgütlenen Fransız manda yönetimi, Nusayri ve Dürzileri ayrı devletçikler olarak örgütlemiştir. Sünni Araplar ise 1925’de Halep ve Şam Suriye devletli olarak örgütlenmiştir.  Nusayri ve Dürzilerin Suriye’ye katılmasına ancak Eylül 1936’da Suriye’nin bağımsızlığı tanıyan anlaşmayla izin vermiştir.
Suriye’nin bağımsızlığını kazanmasından sonrada dış güçlerin etnik ve mezhep gruplarını kullanarak Suriye siyasetine müdahale ettikleri görülmüştür. ABD ve İngiltere, 1950’lerde Dürzileri ve bedevileri silahlandırmışlardır. Irak ve Ürdün’de Nusayrilere karşı Sünni terör eylemcileri yollamıştır. Baba Esad ile birlikte Suriye’de etkin bir otoriter rejim oluşmuştur.
AB Dışişleri temsilcisi Javier Solana'nın eski danışmanı olan Alastair Crooke, daha 2011 senesinde ABD ile işbirliği yapan bazı İslamcı grupların Selefi isyancıları Suriye’ye karşı kullanmayı düşündüklerini ileri sürmüştür. Suriye’deki Selefi grupların IŞİD dahil büyük bir bölümü El Kaide kökenli/bağlantılıdır. Bu gruplar Irak Savaşı sonrasında Irak’ta Amerikan Ordusu ve Şii partilere karşı savaşmışlardır. Etkileyici bir iç savaş deneyimi olan bu gruplar Irak’taki çatışmaların durması sonrasında Suriye’ye geri dönmüşlerdir. Plana göre bir Selefi isyanı Suriye hükümetinden büyük bir tepki çekecek, bunun ardından da halkın büyük bir bölümü kutuplaşarak devlete karşı düşmanlık duymaya başlayacak, başlayacak iç savaşa Batı’nın müdahalesi kaçınılmaz hale gelecektir.[32]

Böylece başlayan Suriye isyanı ilk aşamasında ABD-Türkiye-Suudi Arabistan-Katar ekseninden önemli destek görmüştür. Basra Körfezi ülkeleri, Suriye’de isyanın mali boyutunu finanse ederken, ABD isyancı güçlerin Türkiye üzerinde geçiş ve silahların koordinasyonunu sağlamıştır. Burada amaç, Müslüman Kardeşleri, cihatçı selefilerin sağlayacağı askeri destek ile iktidara taşımak olarak konulmuştur. Ancak, ABD’nin Libya Büyükelçisi’nin Trablus’ta selefileri tarafından öldürülmesi üzerine Washington, cihatçı selefiler ile işbirliği projesini durdurmuştur. Washington, aynı yaklaşımı AKP Hükümeti’nden de talep etmiştir. AKP Hükümeti ise Esad’ın devirme projesine bir tutku olarak bağlı kalmayı tercih etmiştir. Böylece, zaman içinde ılımlı muhalif unsurların muhalefet içinde etkisi azalırken, El Kaide/El Nusra ve IŞİD’in Suriye’de etkisi artmıştır.  
Öte yandan Suriye rejimi Rusya-İran-Hizbullah ekseninden çok yoğun bir askeri, ekonomik ve politik destek almıştır. Bu sayede Esad rejimi beklenenden öte bir direnç göstermiştir. Suriye’de iç savaş Haziran 2015 itibarı ile yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Esad rejimi gerek insan kaynaklarının azalması gerek Rusya ve İran’ın Esad’a azalan destekleri sonucunda savunma pozisyonuna geçmek zorunda kalmıştır. Esad’ı savunma pozisyonu almaya zorlayan bir gelişme de Türkiye ve Suudi Arabistan’ın Kuzeyden, Ürdün ve Katar’ın Güneyden El Nusra başta olmak üzere muhalefete yönelik yeni destek politikasıdır. Bu destek politikası sonucunda askeri imkânları artan, daha iyi koordine olan muhalefet güçlerinin etkinliği artmıştır.
Bir yandan Esad rejimi ile bağlarını hiçbir zaman koparmayan PKK ise diğer yandan IŞİD ile savaş adı altında önce Ayn El Arap’ta ABD’nin askeri müttefiki konumuna yükselmiştir. Ekim 2014’de Ayn El Arap’ın IŞİD’e karşı hava (ABD)-kara (PKK) savunmasından sonra, PKK-ABD ilişkileri, bir sivil toplum örgütü üzerinden görünürde mayın ve bubi tuzakları temizleme alanlarında devam etmiştir. ABD-PKK ilişkisi nihayet Haziran 2015’de Tel Abyad’ın IŞİD’in elinden alınmasında hava(ABD)-kara(PKK) operasyonu olarak gerçekleşmiştir. Artık bu ilişki hiç gizlenmemekte hatta Batı strateji araştırmalarında “PKKISTAN: Brought to you by American Close Air Support” (Pkkistan. Sana Yakın Amerikan hava desteği ile getirildi) başlıklı makaleler yayınlanmaktadır.[33] Böylece Suriye’nin kuzeyinden Akdeniz’e uzanan bir koridor açılması projesi büyük bir ilerleme kaydetmiştir.






2015 yazında Suriye iç savaşı yeni bir aşamaya girmiştir. Bu aşamanın özelliği muhalefet güçler arkasındaki uluslararası ittifakların sağladığı yeni destek politikasının çatışmalar üzerinde oynadığı rolün belirleyici olmaya başlamasıdır. Kuzey’de Türkiye-Suudi Arabistan ittifakı tarafından desteklenen muhalif güçler, Esad güçleri karşısında ilerleme sağlıyorlar. Yine kuzeyde, ABD’nin desteklediği PKK/PYD güçleri, IŞİD karşısında ilerleme kaydediyorlar. Güneyde ise Ürdün-Katar ittifakının desteklediği muhalif güçlerin etkili olduğu görülüyor. Yine Güneyde İsrail tarafından üzerinde çalışılan ve şimdiye kadar rejime sadık olan Dürzilerin bir bölümü muhalefete karmış görünüyor.
Esad güçlerinde ise belirgin bir yorulma görülmektedir. Esad rejiminin insan ve ateş gücünü önemli ölçüde yitirdiği ileri sürülüyor. Buna rağmen, Esad rejimi hala savaşı kaybetme noktasından çok uzak görünüyor. Çünkü, aksi iddialara rağmen Rusya ve İran Esad rejimine olan desteklerini sarsılmaz bir şekilde devam ettiriyorlar. Rusya’dan düzenli olarak silah ve cephane akışı devam ediyor. İran ise Afgan Hazara elit güçler dahil savaş alanına yeni askeri güçler sokmaya devam ediyor. Esad’ın savaş alanlarındaki en önemli destekçisi olan Hizbullah’ın da çatışmalardan olumsuz etkilendiğini söylemek mümkün değil. İsrail istihbaratı, Hizbullah’ın Suriye iç savaşında kazandığı deneyimden ve yeni kadrolardan büyük ölçüde endişeli. Bu büyük desteğe rağmen, Esad rejiminin artık bütün Suriye’yi yeniden kontrol altına alacak bir askeri-politik atılımı gerçekleştirebilecek güçte görünmüyor.

Özetle, Suriye iç savaşın sonunu belirleyecek olan Suriye iç savaşının taraflarının savaş alanında kazandıkları zafer değil, iç savaşın taraflarının masa başında bulacakları çözüm Suriye’nin geleceğini belirleyecek. Suriye’nin geleceği belirlenirken, tarafları destekleyen ülkeler, kendi politik hedeflerini Suriye üzerinden gerçekleştirmeyi hedeflemektedirler. Rusya, Suriye’nin Akdeniz kıyısında oluşacak bir Nusayristan üzerinden Akdeniz’deki Rus filosuna liman hakkı elde etmek ve Kırım’ı ilhakının kabulünü sağlamak peşindedir. İran ise nükleer görüşmelerde avantaj sağlamak peşindedir. Ayrıca bir Nusayristan, İran içinde Hizbullah ile iletişim için yeterli olacaktır. Suudi Arabistan, Suriye’nin bölünmesi ile Arap dünyası içinde güçlü bir rakibinden kurtulacaktır.
İsrail ise federalleşme üzerinden parçalanacak bir Suriye’nin kendisi için tehdit olmak çıkacağını ve Golan Tepeleri’ni isteyecek kimsenin kalmayacağını hesaplamaktadır.[34] 

Üstelik Tel Aviv, kuzeyinde oluşacak küçük federe bir Dürzi kuşağının İsrail’in güvenliğine olan faydasının farkındadır. İsrail açısından en önemli gelişme, Suriye’nin kuzeyinde kurulacak ve Akdeniz’e ulaşacak olan bir Kürdistan’ın gerçekleşmesidir. Böylece, İsrail 50 seneden bu yana izlediği Orta Doğu’daki en büyük jeopolitik gelişmenin gerçekleşmesini sağlayacaktır.
PKK kontrolündeki Türkiye’nin Orta Doğu ile coğrafi ilişkisini kesen Kürt koridoru kuşağı, Kerkük başta olmak üzere Irak’ın kuzeyindeki petrol kaynaklarının Akdeniz’e ve oradan Avrupa/ABD’ye ulaşmasını sağlayacaktır. Ayrıca, Batı’nın yeni müttefiki olacak Kürdistan ekonomik ve askeri olarak yaşama kabiliyetine kavuşurken, Doğu Akdeniz’de doğal gaz rezervleri üzerinde Türkiye ile rekabete giren, Kıbrıs Rum kesimi ile ittifak kuran yeni bir unsur ortaya çıkacaktır.
Ürdün’de ise Suriye ve Irak’ın Sünni Arap bölgelerinin Ürdün’e bağlanması tartışması gittikçe yoğunlaşmaktadır.[35] Ürdün’ün Suriye ve Irak’ın Sünni Arap bölgelerini ilhak etmesi görüşü 2002 yılına kadar geri gitmektedir.
Türkiye hariç iç savaşı destekleyen devletler, diplomasi masasına oturmadan önce destekledikleri güçlerin en avantajlı jeopolitik konuma ulaşmasını sağlama çabası içindeler. AKP Hükümetlerinin ise Suriye’de akılcı olmayan bir Esad’ı devirme tutkusu ve akıl dışı Müslüman Kardeşleri iktidara taşıma ülküsü dışında hiçbir hedefi olmadı.

Önümüzdeki dönemde Suriye’nin önünde beş jeopolitik model bulunmaktadır. Bu beş model ihtimali şu şekilde ifade edilebilir.

1)Esadlı toprak bütünlüğünü üniter devlet ile koruyan Suriye,
2)Esadsız toprak bütünlüğünü üniter devlet ile koruyan radikal İslamcı/Selefi Suriye,
3)Esadlı federal Suriye,
4)Esadsız federal Suriye,
5)Parçalanmış Suriye.


Görülen en muhtemel sonuç, Şam’da Esad’ın olmadığı federal Suriye modelinin gerçekleşmesidir. Ancak bu model, aynen Irak’ta olduğu gibi etnik ve mezhep fay hatları boyunca çizileceği için kısa bir süre sonra bölünme ve bağımsız devletlere ayrılma potansiyeline sahip olacaktır.
Bu noktada Türkiye için en önemli güvenlik sorunu Esadsız bir federal Suriye modeli oluşurken, bu modelin Türkiye’nin güvenlik çıkarlarını koruyacak şekilde oluşmasının sağlanmasıdır. Halen, Suriye’nin oluşması planlanan yeni jeopolitiğinin Araplar, Nusayriler, Kürtler ve Dürziler şeklinde olacağı görülmektedir. Oysa, yukarıda altı çizildiği gibi Suriye’de altı büyük etnik/dini grup vardır. Sünni Araplar, Nusayriler, Kürtler, Türkmenler, Hıristiyanlar ve Dürzilerdir.

Türkmenler, Suriye federal zeminde yeniden örgütlenir iken Türkmenler, aynen Irak’ta olduğu gibi siyasi olarak tasfiye edilme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Esasen, Suriye’nin kuzeyinde Türkmen yerleşim bölgeleri PKK/PYD tarafından kapsamlı bir etnik temizlik ile Türkmensizleştirilmektedir. Türkmensizleşmenin en radikal örneklerinden birisini Irak’ın 450 bin nüfuslu Türkmen merkezi Telafer, 2004-2015 arasında gerçekleşen saldırılar sonunda büyük ölçüde yaşamıştır. Şimdi, Barzani Telafer’in KDP bölgesine dahil edilmesine çalışılmaktadır. Suriye’de gerçekleştirilen etnik temizlik ile PKK denetiminde federe Kürdistan jeopolitiği oluşturulmaktadır. Türkmen coğrafyasının Türkmensizleştirilmesi bir yandan etnik anlamda homojen bir Kürdistan oluşturulmasına diğer yandan Kürdistan’ın Akdeniz’e ulaşmasını sağlamaktadır. Bu durum, Türkiye’yi derhal ve netice alacak şekilde Suriye’de devam eden sürece müdahale etmeye zorlamaktadır.
Türkiye için en iyi model, zamana yayılacak bir demokratikleşme içinde olacak Esadlı toprak bütünlüğünü koruyan üniter Suriye modelidir. Ancak Türkiye’nin bu modeli sağlamaya tek başına gücü yetmeyeceği gibi, artık Rusya ve İran’ın da bu modelin gerçekleşebilirliğine olan inançlarını yitirmiş olmalarıdır. 

Bu durumda Türkiye için uzun vadeli yaşamsal çıkarlarını korumanın tek yolu, federal bir Suriye oluşurken, Türkmenlerin de kendi jeopolitiklerinde federe bir devlet çerçevesinde örgütlenmelerini sağlayacak bir politikanın izlenmesidir.

Türkiye, bu modeli gerçekleştirme şansını Irak’ta yitirmiştir ve bunun bedelini çok ağır bir şekilde ödemektedir.
Bu amaçla Ankara’nın önümüzdeki dönemde atması gereken adımlar şekilde sıralanabilir.

1)Türkiye-Suriye sınırında çok güçlü bir askeri yığınak yapılarak, Türkiye’nin caydırıcı gücü ortaya konulmalıdır. Türk Ordusu’nun Suriye içine girmeden etkinlik kurabileceği bir model uygulanmalıdır. Bunun yolu, sınır bölgelerinde Suriye’nin içini güçlü bir ateş baskısı altına alabilecek bir askeri uygulamanın gerçekleştirilmesidir.

2)Türkiye-Suriye sınırında tam denetimin sağlanmalıdır. Böylece, Türkiye, Suriye iç savaşında IŞİD ve El Nusra başta olmak üzere değişik selefi örgütlerin cephe gerisi ve lojistik üstü olmaktan çıkarılmalıdır.

3)PKK’nın Türkiye üzerinden insan, silah ve her türlü lojistik tedarik etmesi engellenmelidir.

4)Türkiye sadece Suriye Türkmen Meclisi üzerinde Türkmenlere ve ılımlı dost Sünni Arap unsurlara destek olmalıdır. Suriye Türkmen Meclisi’nin uluslar arası konferanslara Türkmenlerin tek siyasal temsilcisi olarak katılmaları sağlanmalıdır.

5)Suriye’nin kuzey kuşağında bulunan ve PKK ile büyük çelişki yaşayan Türkiye dostu Kürt aşiretler ile hızla olumlu ilişkiler kurulmalı ve bu aşiretler PKK’ya karşı desteklenmelidir. 

6)IŞİD ve diğer selefi örgütlerin Türkiye içindeki lojistik kaynakları ve uyuyan hücreleri hızla tasfiye edilmelidir. Bu konuda ABD, İran ve Rusya ile iletişim ve işbirliği kanalları açık tutulmalıdır.

7)PKK’nın Türkiye tarafında Türkiye-Suriye sınırından askeri ve politik olarak uzaklaştırılması sağlanmalıdır. Ayrıca, terör örgütü PKK’nın Güneydoğu Anadolu’da kırsalda ve kentlerde kurmuş olduğu etkinlik derhal tasfiye edilmelidir.

8)Şam ile irtibat kurulmalı, Esad rejiminin ılımlı muhalefet ile ilişkileri teşvik edilmelidir. Ayrıca, Türkiye-Suriye sınırındaki angajman kuralları kaldırılmalıdır.

9)Türkiye içindeki El Muhaberat unsurları hızla sınır dışı edilmelidir.

10)Etnik temizliğe maruz kalan Arapların ve Türkmenlerin evlerine geri dönmeleri sağlanmalıdır. Bu amaçla, PKK/PYD’nin Suriye unsurlarına yönelik olarak kademeli baskı gerçekleştirilmelidir. Etnik temizlik ile ilgili Türk protestoları, ABD ve AB nezdinde sürekli ve etkili bir şekilde gündemde tutulmalıdır.

11)Suriye Türkmenlerine yönelik olarak hızla askeri eğitim ve silahlandırma programı uygulanmalıdır. Bucak ve Halep ile Halep’in kuzey kırsalından başlayarak,  Suriye Türkmenlerinin coğrafyalarını her türlü saldırıya koruyabilecekleri bir savunma sistemi kurmaları sağlanmalıdır.

12)Suriye Türkmenlerinin Halep-Halep’in kuzeyinde Kilis-Halep arasında Türkmenlerin yoğun olduğu bölge ve Bayır-Bucak bölgesinde yoğunlaşarak yerleşmeleri için gereken önlemler alınmalıdır. Bu bölge ileride oluşacak federal Suriye içindeki Türkmen federe devletinin temelini oluşturacaktır. Türkiye’ye kaçan Suriye Türkmenlerinin de bu bölgeye dönüp yerleşmeleri için gereken önlemler alınmalıdır. 

13)Ilımlı muhalif unsurlara yönelik askeri yardım ve politik destek artırılmalıdır.

14)Türkiye’de bulunan 2 milyona yakın Suriyeli’nin yurtlarına dönmelerini sağlayacak önlemler hızla alınmalıdır. Bu amaçla, Türkiye’nin desteklediği grupların denetimi ellerinde tuttuğu bölgelerde oluşturulacak Kızılay denetimindeki yerleşim yerlerine geri dönüş teşvik edilmelidir.

15)Türkiye, bundan sonra Suriyeli misafirlerin sıfır noktasında yardım politikasını hızla benimsemelidir. Türkiye içine daha fazla misafir alınmamalıdır. Türkiye içindeki misafirlerin imkânlar ölçüsünde hızla kamplarda barındırılması politikası benimsenmelidir.

Sonuç

Orta Doğu’da geniş bir zamana yayılan bazen birbirinden kopuk izlenimi vermekle birlikte netice olarak Orta Doğu’da sınırların yeniden çizilmesi hususunda aynı noktalarda birleşen genel bir vizyon/politika/plan/süreç mevcuttur. Jeopolitik vizyonlar hızla gelişmezler. Zaman içinde teorik olarak olgunlaşan jeopolitik tezler, küresel ve bölgesel koşulların elvermesi durumunda yaşama geçirmek isteyen güçlerin çabası neticesinde mevcut jeopolitiği değiştirerek yerine geçerler. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile Orta Doğu’da SSCB’nin yıkılmasının ortaya çıkardığı güç boşluğu, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesini ve ABD’nin Kuveyt’i işgal eden Irak Ordusu’nu çıkarmak için müdahale etmesini kolaylaştırmıştır. 
On sene süren bir ara dönem sonunda ABD,Irak’ı işgal etmiş ve bu ülkenin fiilen bölünmesinin alt yapısı oluşmuştur. Sudan, Güney ve Kuzey olarak ikiye bölünmüştür.  Libya’da NATO’nun muhalefeti desteklediği bir iç savaş sonrasında Kaddafi rejimi devrilmiş, ülke bir kaos ve parçalanma sürecine itilmiştir. Suriye iç savaştan çok ağır bir darbe almıştır ve fiilen bölünmüş bir ülkedir. Yemen bölünme sürecinden geçmektedir. Suudi Arabistan geleceği büyük belirsizlikler taşımaktadır.
Geleceği büyük belirsizlikler taşıma süreci içerisine giren bir ülkede Türkiye’dir. Türkiye’nin toprak bütünlüğü için en büyük tehdit olan PKK, Orta Doğu’daki jeopolitik dalgalanmalardan istifade etmektedir. PKK, Suriye’deki iç savaşı da değerlenmiş ve K. Suriye’de devletleşme süreci içine girmiştir.    Ayrıca PKK ile müzakere süreci terör örgütünü güçlendirmekte ve meşrulaştırmaktadır. Önümüzdeki yıllarda bir yandan Orta Doğu’da devam eden dalgalanmalar öte yandan Türkiye içinde meşrulaşma süreci içinde olması, PKK’nın Türkiye için oluşturduğu tehdidi daha da büyük hale getirecektir.
Türkiye’de devletin Irak ve Suriye’den farklı bir şekilde çözülme sürecinden geçtiği görülmektedir. PKK/HDP’nin açılım süreci adı verilen çözülme süreci sonucunda Kars’tan Mardin’e kadar uzanan alanda birinci parti çıkmasının süreç kendiliğinden gelişir ise jeopolitik sonuçlarının olması kaçınılmazdır.   PKK seçim sonuçlarını bir referandum gibi yansıtmıştır. Önümüzdeki dönemde Suriye’deki ve Irak’taki gelişmelerin Türkiye üzerindeki etkileri daha da yıpratıcı olacaktır.   Sonuç olarak, Irak ve Suriye parçalanmanın eşiğindeki ülkeler iken Türkiye’de bu ülkelerin parçalanmasından sonra hızla gereken önlemleri almaz ise parçalanmaya aday ülkedir.
Türkiye, Orta Doğu’da yaşanan jeopolitik şekillenmenin Irak’taki boyutunu engelleyememiş veya kendi lehine şekillendirememiştir. Türkiye’nin Orta Doğu’da yaşanan ve önümüzdeki 20 yılda da yaşanmaya devam edecek olan jeopolitik parçalanmanın kendisine yönelecek etkilerini en aza indirgemek amacı ile gelişmeleri etkisiz bir şekilde izlemek yerine haritanın kendi menfaatlerini koruyacak şekilde çizilmesi için gereken önlemleri almak zorundadır. 

KAYNAK;

[1]New York Times, September 28, 2013, Robin Wright, “Imagining a Remapped Middle East
[2]Aydınlık 10 Eylül 2014
[3]Washington Post, June 18, 2015, Charles Krauthammer, “A New Strategy for Iraq and Syria
[4]Ömer Taşpınar, The future of Syria and Iraq:Time for SYRIAQ, Today’s Zaman, 25 Haziran 2015
[5]Yeniçağ, 11 Temmuz 2015, “Irak’ta Kürdistan devleti kurulabilir
[6]Dore Gold, The Demise of the Middle East Bordershttp://www.israelhayom.com/site/newsletter_opinion.php?id=4441
[7]Wesley K Clark, “Winning Modern Wars-Iraq, Terrorism and The American Empire” , 2004, s.130
[8]Joseph Brewda, “New Bernard Lewis plan will carve up the Mideast”, EIR, Executive Intelligence Review, Vol. 19, umber 43, October 30, 1992, s.26
[9]Yıllar Boyu, Yakın Tarih Dergisi, Mayıs 1978, Sayı: 2, s. 33; Yıllar Boyu Yakın Tarih Dergisi’nin sahibi Erol Simavi’dir. Genel Yayın Yönetmenliğini Çetin Emeç yapmaktadır. Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Eser Tutel’dir. 1978’de Türkiye’de bir derginin ABD’de bir üniversitede yapılan gizli bir toplantıyı bir ay önceden haberleştirmesi nereden bakılır ise bakılsın çok önemli bir gelişmedir.
[10]Mark Byrdman, “Balkanization plan gains momentum”, EIR, Executive Intelligence Review, September 9, 1980, s.39
[11]Israel Shakak, The Zionist Plan for he Middle East içinde Oded Yinon, A Strategy for Israel in the Nineteen Eighties,, s.10
[12]Age s,13-14
[13]Age, s.17
[14]Age, s. 17
[15]Ralph Schoenman, Siyonizmin Gizli Tarihi, Kardelen Yayınları, İstanbul 1992, s. 103-108
[16]Profesör Noam Chomsky, The Fateful Triangle: The United States, Israel, and the Palestinians,1983’den aktaran Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun, 68. Baskı, Umay Yayınları, İzmir s. 67
[17]Milliyet, 22 Haziran 2010, Güneri Cıvaoğlu, “ABD’li yarbay
[18]Bernard Lewis, Rethinking the Middle East, Foreign Affairs, 1991
[19]Eric Wallberg, Yeni Türkiye, yeni Mısır’la Birlikte İsrail’i ‘Kontrol’ Edebilir, Turquie diplomatique, 15 Mart-15 Nisan 2011, sayı 26, s. 1 ve 38
[20]Richard Perle, “A Clean Break:A New Strategy for Securing the Realm
[21]Wesley K Clark, “Winning Modern Wars-Iraq, Terrorism and The American Empire” , 2004, s.130
[22]MAHDİ Darius Nazenroaya, “Orta Doğu sınırlarını yeniden çizme planları:Yeni Orta Doğu projesi” http://medyasafak.net/haber/1670/nazemroaya--ortadogu-sinirlarini-yeniden-cizme-planlari--yeni-ortadog
[23]Makalenin Türkçesi için bkz. http://entellektuel.s4.bizhat.com/entellektuel-post-6179.html
[24]New York Times, September 28, 2013, Robin Wright, “Imagining a Remapped Middle East”
[25]F. William Engdahl,Egypt’s Revolution:Creative Destruction for a Greater Middle East?, www.globalresearch.ca/egypts- revolution-creative-destruction –for-a-greater-middle-east
[26]Age,s.1
[27]F. William Engdahl,Egypt’s Revolution:Creative Destruction for a Greater Middle East?, s.4
[28]Rand Amerikan Hava Kuvvetlerinin desteklediği bir düşünce kuruluşudur.
[29]NATO-El Kaide işbirliği konusunda yaygın bilgi arasından iki tanesi burada anılmaktadır. The "Liberation" of Libya: NATO Special Forces and Al Qaeda Join Hands "Former Terrorists" Join the "Pro-democracyBandwagon by Prof. Michel Chossudovsky, www.globalresearch.com ve/
www.telegraph.co.uk/news/worldnews/africaandindianocean/libya/8391632/Libya-the-West-and-al-Qaeda-on-the-same-side.html

[30]Voltairenet.org, “Berlusconi says Lİbyans love Qaddafi:as Italians protest against NATO
[31]Yemen’de olayların akışını özetleyen bilgi notu 21YYTE araştırmacısı Özdemir Akbal tarafından hazırlanmıştır.
[32]Alastair Crooke’nin15 Temmuz 2011’de Asia Times’da yayınlanan makalesinin Türkçesi için bkz. Turquie diplomatique, 15 Ağustos-15 Eylül 2011, Sayı 31, s.14-15
[33]Aaron Stein, PKKISTAN: BROUGHT TO YOU BY AMERICAN AIR SUPPORT, June 22, 2015, http://warontherocks.com/2015/06/pkkistan-brought-to-you-by-american-close-air-support/
[34]Dilek Yiğit, İsrail ve Dürziler,http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2015/07/08/8227/israil-ve-durziler
[35]ISIL İmpact on Jordon:Amman Pushes Back, Middle East Briefing, 2 July 2015, http://mebriefing.com/?p=1775ve IS threat could push Jordon beyond its borders, Osma Al Sharif, Al Monitor, 1 July 2015, http://www.al-monitor.com/pulse/originals/2015/07/jordon-intervention-ıraq-syria-isis.html,


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2016/01/11/8382/orta-doguda-jeopolitik-donusum-ve-turkiye-icin-olusturdugu-tehdit

3 Temmuz 2016 Pazar

Libya ve Suriye’de Olanlar Planlı mı?



Libya ve Suriye’de Olanlar Planlı mı?



Yazar: Ümit Özdağ
09 EYLÜL  2011 CUMA


Çünkü, Çavuşesku'ya karşı Romanya'da başlayan ayaklanmadan bu yana ayaklanma, isyan ve savaşlar televizyonlardan naklen yayınlanmaktadır. Bu da kitlelere "gözümle gördüm demek ki öyle" ve kesin inançlı olma imkânı vermektedir.

Oysa gözle görülen çoğu şey doğru değildir. Çavuşesku'ya bağlı birlikler tarafından öldürüldüğü söylenen ve sokaklarda cesetleri yatan Romenlerin aslında morglardan alınan cesetler olduğu sonra ortaya çıktı. Saddam'ın Basra Körfezi'ne boşalttığı ham petrolden dolayı üstü başı ham petrol ile kaplı deniz kuşlarına acıyarak bakan insanlar savaştan sonra bu kuşların Kuzey Denizinde İngiliz petrol şirketlerinin denize karışan petrollerinden zehirlenen kuşlar olduğunu anlaşıldı. Bu tür örnekleri çoğaltabiliriz. Şimdi Suriye başta olmak üzere benzer görüntüleri Arap Baharının bir parçası olarak televizyonlarda seyrediliyor. 
Doğruyu televizyonlardan çok yazılı belgelerde bulmak mümkün.
Orgeneral Wesley K Clark, 1997-2000 yılları arasında NATO'nun Avrupa Birlikleri Komutanı olarak görev yapmış ve Kosova operasyonunu yönetmiştir. Daha sonra Washingon'da bazı görevler alan Org. Clark, Irak'ın işgalinden sonra "Winning Modern Wars-Iraq, Terrorism and The American Empire" (Modern Savaşları Kazanmak-Irak, Terörizm ve Amerikan İmparatorluğu) adlı bir kitap yayınlamıştır. 

Org. Clark, Bush Yönetiminin 11 Eylül sonrasında "Teröre karşı savaş" başlığı altında düzenlediği savaş stratejisini özellikle de Irak'ın işgal edilmesini sert bir şekilde eleştirmiş bir Amerikalı subaydır. Clark, kitabının önsözünde Bush Yönetimini şöyle tenkit etmektedir: "Bush Yönetiminin bizi El Kaide ile yapılacak gerçek bir savaşı yapmamak pahasına Irak ile bir savaşa ittiği, acele ettirdiği, yanlış yönlendirdiği ve manipüle ettiği benim için açıktı."

Org. Clark, kitabının ilerleyen sayfalarında bugünün dünyasını anlamamız için çok daha ilginç ve önemli olan bilgiler vermektedir:"Kasım 2001'de Pentagon'a geri döndüğüm zaman yüksek rütbeli bir kurmay subay ile sohbet etme fırsatı buldum. "Evet, hala Irak'a karşı bir operasyon için iz sürüyorduk söylediğine göre. Ancak daha fazlası da vardı. Bu beş yıllık bir planın parçası olarak konuşulmuştu ve toplam yedi ülke söz konusuydu.Irak ile başlanacak sonra Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan gelecekti. Evet, diye düşündüm bu onların 'bataklığı kurutmak' diye konuştuklarında kastettikleri şeydi. Ayni zamanda bir Soğuk Savaş yaklaşımının da kanıtıydı. 

Terörizminbir devlet sponsoru olması gerekirdi. Ve bu devlete saldırmak daha etkili olurdu."[1]

Tunus'ta bir seyyar satıcının kendisini ateşe vermesi ile başlayan "Arap Baharı"nın bu aşamada bir dış müdahale veya kurgu olmadığını söylemek mümkündür. Ancak olayların, Mısır, Libya ve Suriye'ye sıçrama ve yayılma süreçlerinde ABD'nin gelişmeleri bilinçli bir şekilde yönlendirmeye çalışmadığını söylemek çok zordur. Üstelik, Org. Clark'ın açıklamalarının çok açık bir şekilde ortaya koyduğu gibi ABD'nin bu ülkeler ile ilgili çalışmalarının kökleri 2001 Eylül-Kasım'ına kadar geri gitmektedir. Bu da Org. Clark'ın bildiği kısmıdır. Amerikalı sistem dışı dış politika analizcilerindenF. William Engdahl, ABD'nin Arap coğrafyasında "Arap baharı" sürecinde uyguladığıpolitikaya "yaratıcı tahrip" adının verildiğini ileri sürmektedir.[2]

Mısır'da Mübarek'i devirmek için gösterilerin devam ettiği bir sırada Mısır Genelkurmay Başkanı Sami Hafez İnan'ın Washington'da olduğunu belirten Engdahl, internet üzerinden Mübarek'e karşı etkili bir mücadele sürdüren Müslüman Kardeşler üyelerinin de Amerikan askeri istihbaratı tarafından eğitildiğini iddia etmektedir. Üstelik Engdahl'a göre Müslüman Kardeşler-ABD işbirliğinin kökleri Nasır'a karşı ortak muhalefete kadar geri gitmektedir.[3]
Engdahl'ın bu açıklaması Libya'da NATO'nun El Kaide militanları ile Kaddafi'ye karşı işbirliği yaptıkları ile birlikte düşünülür ise ABD-Müslüman Kardeşler işbirliğini çok şaşırtıcı olarak görmemek gerekmektedir.[4] Gerek Libya'da gerek Mısır'da her iki taraf da Mübarek/Kaddafi'nin aşılması sonrasında zemini gerekir ise çatışarak kendi lehlerine düzenleme peşindedirler.

Engdahl, Mısır'daki ayaklanmanın Gürcistan ve Ukrayna'daki Turuncu Devrimlerin izlerini taşıdığını ileri sürmektedir. Engdahl, Mısır'da Müslüman kardeşler ile bağlantılı ve Mübarek'e karşı isyanda önemli bir rol oynayan "Kefaya " (Yeter) hareketi ile Gürcistan'da 2003 Turuncu Devriminde rol alan Kmar (Yeter) hareketinin isim benzerliklerinin tesadüf olmadığını ileri sürmektedir.[5]
Engdahl, "Kefaya" hareketi ile ilgili olarak Amerikan Hava Kuvvetleri tarafından desteklenen düşünce kuruluşu RAND'a 2008 yılında Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı-Birleşik Komutanlık, Deniz Kuvvetleri, Deniz Piyadesi ve askeri istihbaratın sponsorluğu ile "The Kefaya Movement: A Case Study of a Grossroots Reform Iniative" adlı bir çalışmanın yaptırılmış olmasını tesadüf olarak görmemektedir. Bu çalışmada Amerikan hükümetine Ortadoğu'da muhalif hareketleri enformasyon teknolojileri konusunda eğitilmesine destek verilmesi önerilmektedir. [6]
Engdahl, uluslararası ilişkiler camiasında muhalif bir isim olarak bilinmektedir. Bundan dolayı tespitleri olgular üzerinden olmasa da kişiliği üzerinden eleştirilebilir. Ancak İngiliz diplomat, Alastair Crooke için ayni şeyleri söylemek mümkün değildir. 
Crooke, AB Dış İşleri temsilcisi Javier Solana'nın eski danışmanı ve Conflicts Forum'un kurucusu ve direktörüdür.

Crooke'un Asia Times'ta yayınlanan 15 Temmuz 2011 tarihli analizi Suriye'de yaşanan ayaklanma ile ilgili oldukça ilginç ve Engdahl'i doğrulayan saptamalarda bulunmaktadır.[7]Suriye'deki protestocularABD hükümeti ve diğer yabancı kaynaklar tarafından finanse edilen sürgündeki gruplardır. ABD'nin Şam Büyükelçiliğinde yapılan bazı yazışmalara göre bu gruplardan çoğu ve bunlara bağlı TV kanalları ABD Dışişleri Bakanlığı ve ABD merkezli vakıflardan on milyonlarca dolar para yardımı yanında eğitim ve teknik destek almaktadırlar.
ABD ile işbirliği yapan bu gruplar Selefi isyancıları Suriye'ye karşı kullanmayı düşünmektedirler. Suriye'deki Selefi grupların büyük bir bölümü El Kaide bağlantılıdır. Bu gruplar Irak Savaşı sonrasında Irak'ta Amerikan Ordusu ve Şii partilere karşı savaşmışlardır. Etkileyici bir iç savaş deneyimi olan bu gruplar Irak'taki çatışmaların durması sonrasında Suriye'ye geri dönmüşlerdir. Plana göre bir Selefi isyanı Suriye hükümetinden büyük bir tepki çekecek, bunun ardından da halkın büyük bir bölümü kutuplaşarak devlete karşı düşmanlık duymaya başlayacak, başlayacak iç savaşa Batı'nın müdahalesi kaçınılmaz hale gelecektir.[8]

Org. Clark, F. William Engdahl ve Alastair Crooke'un söyledikleri bir arada değerlendirildiği zaman Ortadoğu'da uzun soluklu bir planın uygulandığı görülüyor. Clark'ın müdahale edilecek ülke olarak saymış olduğu Irak, Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan'da büyük ilerleme kaydedildiği görülmektedir. Irak işgal edilmiş ve fiilen parçalanmıştır. Lübnan, Suriye'nin etkisinden çıkarılmış ve İsrail tarafından 2005'de işgal edilmek istenmiştir. Sudan, Güney ve Kuzey olarak ikiye bölünmüştür.Libya'da NATO'nun muhalefeti desteklediği bir iç savaş sonrasında Kaddafi rejimi devrilmiştir. Suriye'de Batı destekli isyan yayılmaktadır. İran ise kuşatılmaktadır. Demek ki plan işlemektedir.


[1]Wesley K Clark, "Winning Modern Wars-Iraq, Terrorism and The American Empire" , 2004, s.130

[2] F. William Engdahl,Egypt's Revolution:Creative Destruction for a Greater Middle East?

[3] Age,s.1

[4] NATO-El Kaide işbirliği konusunda yaygın bilgi arasından iki tanesi burada anılmaktadır. The "Liberation" of Libya: NATO Special Forces and Al Qaeda Join Hands "Former Terrorists" Join the "Pro-democracy" Bandwagon by Prof. Michel Chossudovsky,www.globalresearch.com ve /www.telegraph.co.uk/news/worldnews/africaandindianocean/libya/8391632/Libya-the-West-and-al-Qaeda-on-the-same-side.html

[5]F. William Engdahl,Egypt's Revolution:Creative Destruction for a Greater Middle East?, s.4

[6] The Kefaya Movement: A Case Study of a Grossroots Reform Iniative, www.rand.org/pubs/monographs/2008/RAND_MG778.pdf

[7] Alastair Crooke'nin makalesinin Türkçesi için bkz. Turquie diplomatique, 15 Ağustos-15 Eylül 2011, Sayı 31, s.14-15

[8] Asia Times, 15 Temmuz 2011


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2011/09/09/6288/libya-ve-suriyede-olanlar-planli-mi

..