Ümit Özdağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ümit Özdağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2018 Pazartesi

Türkiye’nin Önündeki Seçenekler: PKK’nın Ezilmesi, İç Savaş, Bölünme,

  Türkiye’nin Önündeki Seçenekler: PKK’nın Ezilmesi, İç Savaş, Bölünme, Askeri  Müdahale 




Ümit Özdağ
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
06 Kasım 2014 Perşembe

Şehirlerimizde askerlerimiz kafalarına sinsice kurulan pusularda ateş edilerek öldürülmekte, asker eşleri evlerinde tehdit edilmekte, devlet memurları saldırılardan 

zırhlandırılmış otobüslere binerek korunmaya çalışılmaktadır. 
Böyle bir ortamda Başbakan A. Davutoğlu, PKK Açılımını Ortadoğu’nun büyük başarı hikayesi olarak nitelendirse de, aslında bu nitelemenin hikaye olduğunu Afyon’da devam eden AKP kampında Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ile açılımın gittiği noktadan endişe duyan AKP’li milletvekilleri arasındaki tartışmanın niteliği gösteriyor. 

Bu tartışmada Y. Akdoğan, hem milletvekillerini “kaydettim ileride değerlendiririz” diye tehdit ediyor, hem de “Ben açılımdan sorumlu bakan” değilim diyerek, açılım ile arasına mesafe koyuyor.

Öte yandan bir AKP Milletvekili: "Bizim can güvenliğimiz yok. Vatandaş ne yapsın? Alanda hakimiyet devletin elinden gitti. Evime, havaalanına rahat 
gidemeyeceksem bu çözüm süreci nasıl yürüyecek?" diye soruyor. AKP Şırnak milletvekili Emin Dindar ise, "Bir kardeşimi şehit verdim. Evimi taradılar. 
Şimdi beni öldürmeye gelirlerse ne yapacağım?” diye soruyor. (Sözcü, 4 Kasım 2014) Bakan Y. Akdoğan ile milletvekili Şamil Tayyar arasında sert bir tartışma 
olurken, Mehmet Metiner de Aydoğan’a itiraz ediyor. AKP’li milletvekilleri gidişten endişeli bir şekilde, "HDP ve Öcalan’ın samimi olmadıklarını" ve 
"Açılım ile ilgili alınan kararların milletvekillerine bildirilmediğinden" şikayet ediyorlar. (Hürriyet, 6 Kasım 2014)

AKP’li milletvekillerinin PKK Açılımı ile ilgili endişelerini artıran, Başbakan Başdanışmanı Etyen Mahçupyan’ın “PKK’nın bölgede alan hakimiyeti kurduğu, 
şehirlere hakim olmaya başladığı, kamu düzeninin devletin değil, PKK’nın elinde olduğu ve PKK’nın bu süreçte güçlendiği” şeklindeki açıklamasından çok, bizzat 
İçişleri Bakanı Efgan Ala’nın 2 Kasım 2014’de Afyon’daki AKP kampında yapmış olduğu açıklamadır. Ala şöyle diyor: “Bu süreçte alan hakimiyetinin kaybedildiği 
zamanlar oldu. Hakimiyeti sağlayamadığımız zamanlar oldu. Kırsalda terör baskısı arttı, şehirlere inmeye başladılar. Bölgede devletin devlet olması gerekir. 
Tedbirler alınsın. Yoksa iş tersine dönecek.” (Aydınlık, 3 Kasım 2014) Durumun ne kadar vahim olduğunu önlemleri alması gereken makamda olan bakanın bu şekilde ifade edişi endişeleri daha da artırmış olsa gerek. Gerçi, Ala’nın daha sonra bir Doğulu milletvekiline “ Devlet arslan gibidir, uyur gözüküyor. Sonra tahrik edilirse insanı parçalar” diyerek, endişeleri yatıştırmak istediği anlaşılıyor.(Sözcü, 4 Kasım 2014)

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da endişesini: "Süreç biterse HDP de Öcalan da AK Parti olarak biz de bunun altında kalırız" diyerek ifade ediyor. Öte yandan 
PKK Açılımını Ortadoğu, özellikle Irak-Suriye eksenindeki gelişmeler ile birlikte değerlendiren Cumhurbaşkanı, alışılmadık bir şekilde şöyle konuşuyor: 
“Ne içerideki ihanet şebekelerine (müzakerelerin sürdüğü PKK ve HDP’yi kastediyor) ne de dışarıdan (ABD’yi kastediyor) gelen algı operasyonlarına 
Türkiye boyun eğecek, eyvallah diyecek bir ülke değildir. Sevr Anlaşması’nı yırtıp atmış, manda ve himayeyi elinin tersiyle itmiş, bağımsız, hür bir ülkeyiz, Türkiye’yiz.” PKK Açılımının sahibi Erdoğan’ın bu durumun vahametini gösteren ve Davutoğlu’nun ileri sürdüğünün aksine başarı öyküsü olmadığını 
ortaya koyan  açıklamasını, HDP’ye yönelik “Sabrımız da bir yere kadar” mesajı izlemiştir. Erdoğan, HDP’ye kamuoyu önünde bu mesajı verirken, Öcalan’a da 
gizlice Ahmet Takan’ın Yeniçağ gazetesinde ileri sürdüğü ve şimdiye değin tarafların yalanlamadığı, “Türk Silahlı Kuvvetlerini zor tutuyorum. Ne çözüm 
bulacaksan bul” mesajını iletmiştir. (Yeniçağ, 4 Kasım 2014)   

Açılım ile arasına mesafe koyanın sadece Y. Akdoğan değil, Açılımı sürdüren kurum olan Milli İstihbarat Teşkilatı olduğu da anlaşılıyor. MİT, PKK Açılımının 
kurumsal sorumluluğunu Kamu Güvenliği Müsteşarlığı adlı yeni ve zayıf bir kuruma devrederken, kurumun başına da bir MİT müsteşar yardımcısının getirilmesini sağlıyor.  

Öte yandan PKK, Ayn El Arap’ta ABD ile gerçekleştirdiği askeri-politik-stratejik ittifakın farkında olarak, “Kobani”den PKK için bir Stalingrad Başarısı çıkaracak şekilde, kendisini yeniden küresel sistem, Ortadoğu ve Türkiye’de konumlandırma çabası içindedir. Suriye’nin kuzeyinde kurduğu “devletçikleri” 
Türkiye’ye karşı güç projeksiyonunda kullanacağı konusunda AKP Hükümetini defaat ile uyardığımız PKK, şimdi bunu büyük bir başarı ile yapmaktadır.

Bu ortamda M. Karayılan, PKK’nın Türkiye’yi yıkabilecek güçte olduğunu ileri sürerken, C. Bayık, ABD’nin müzakerelerde aracı ülke olmasını talep etmiştir. 
AKP Hükümetinin bütün ümidini bağladığı Öcalan konusunda ise Kandil’den önce M. Karayılan’ın “Barışı Öcalan, savaşı biz yaparız” açıklaması gelmiştir. Bunun 
örgüt dilinden Türkçeye tercümesi, “Öcalan, PKK’yı %100 kontrol edemiyor demektir. Ayrıca Kandil’den gelen son açıklamada Öcalan-Hükümet görüşmeleri 
çıkmazda ve beyhude olarak nitelendirilmiştir.                                   
                                      

PKK 1984’den beri devam eden terör sürecini, yerleşim bölgelerinde başlatacağı silahlı ayaklanmalar ile yeni bir aşamaya taşıma çalışmalarına başlamıştır. 
Kobani’de IŞİD ile süren çatışmaları küresel bir halkla ilişkiler faaliyetine dönüştüren ve çatışmalar üzerinden dünya kamuoyunun gözünde vahşi, kafa kesen terör örgütü IŞİD’e karşı medeniyetin ve mazlum Kürtlerin, Yezidilerin savunucusu rolüne terfi eden PKK, bu yeni pozisyonu değerlendirmeyi 
hedeflemektedir. Diğer bir ifade ile PKK, kent ayaklanmaları gerçekleştirip, Türk Ordusunu meskun mahal çatışmasına zorlamayı ve Türkiye içinde Kobaniler 
oluşturmayı hedeflemektedir.

Bu politika yaşama geçmese dahi, kısmen gerçekleştirilmesi, AKP’yi Türkiye ve AKP için yaşamsal bir tercihin önüne koyacaktır. AKP Hükümeti ya geri adım 
atacak ve Türkiye’nin bir bölümünde (iddialara göre Tendürek Dağı’nın güneyinde kalan bölgeyi Şanlıurfa içinde kalacak şekilde) Kürdistan’ın federe devlet olarak kurulmasına izin verecek ya da PKK ile süren müzakereleri keserek, PKK’yı ezmek için ağır isyan bastırma programını uygulamaya koyacaktır. TSK, sınır bölgelerinde ağır güvenlik önlemleri alarak, Kuzey Irak’taki PKK kamplarını işgal etmeli, Türkiye içinde tekrar alan hakimiyetine geçilmelidir. Halk üzerinde son yıllarda oluşmasına izin verilen PKK baskısı kırılmalıdır. Bu çerçevede Öcalan tecrit edilmeli, terörist örgüt ve lider kadrosu yıldırılmalı dır.

AKP eğer PKK karşısında geri adım atar ve federal devlet mekanizmasını kabul eder ise, PKK ayaklanması duracaktır ancak Türkiye yeni ve daha büyük bir 
politik, ekonomik, sosyal ve kültürel kaos süreci içine sürüklenecektir. Federal devlet modeline geçiş, PKK’nın Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu'sunu devralması, Öcalan’ın İmralı’dan çıkması ve galip bir lider olarak Diyarbakır’a dönmesi, Kandil kadrolarının Türkiye “Kürdistan’ına” dönmeleri, dağdan inen PKK’lılara iş vs. kredisi adı altında PKK’ya örtülü savaş tazminatı ödenmesi, Türkiye’nin geri kalan bölümünü ya da Türkiye’den geriye kalanı çok sert bir şekilde sarsacaktır.

Liberal ekonomist Ege Cansen “Türkiye’nin en önemli iktisadi meselesi, siyasi bölünmedir. Kamusal gelir ve giderler, kamusal varlık ve yükümlülükler yeniden 
paylaşılacaktır” derken, çok önemli bir boyutun altını çizmektedir. Bu gelişmeler sonucunda Türkiye’nin batı, kuzey, orta ve güneyinde Kürt kökenli vatandaşlara yönelik büyük bir diskriminasyon başlayacaktır. Öte yandan PKK, Güneydoğu Anadolu’da Türklere ve Araplara yönelik başlatmış olduğu etnik temizliği geliştirerek sürdürecektir. Böyle bir sürecin sonucu iç savaştır. İç savaş, milletlerin bağırsaklarının ortaya döküldüğü en olumsuz sosyal süreçlerin 
başında gelmektedir. Bu iç savaşa dışarından müdahale olmaması durumunda çok büyük acı ve kankaybından sonra Türkiye’nin bütünlüğü sağlanabilir. Ancak 
Batı’nın bu iç savaşta Türkiye ile PKK’yı baş başa bırakmayacağı kesindir. 

İnsani Müdahale veya İngilizce ifadesi ile "Right to Protect (R2P)(Koruma Hakkı)" uluslararası ilişkiler alanına yeni girmiş, tartışmalı ve tehlikeli bir 
kavram/eylemdir. Çünkü kimin kimi hangi şartlarda ve nasıl koruyacağının bir hukuki çerçevesi olmadığı için rahatlıkla insani görünümlü milli egoist 
planların aracı olabilmektedir. Amerikan Deniz Kuvvetleri Akademisi öğretim üyesi ve National Interest dergisinin eski editörü Nikolas K. Gvasdev, 1933 
Montevideo Anlaşması ile egemenlik hakları belirlenen uluslararası sistemdeki devlet anlayışının aşıldığını ve “Suriye Olayının”, “Suriye Normu” diye anılan 
ve devletlerin otoritesini reddedenlere karşı kuvvet kullanma hakkını sınırlayan bir anlayışı ortaya çıkardığını ifade etmektedir.  

Nikolas K. Gvasdev, Suriye Normunun kısa bir süre içinde Türkiye’de PKK’ya, Kolombiya’da FARC’a, Filipinlerde komünist ve İslamcı asilere karşı uygulanan 
isyan bastırma uygulamalarının sorgulanmasını beraberinde getireceğini ileri sürmüştür. Gvasdev’e göre bunun sonucu, devletlerin topraklarının bir bölümünde egemenliklerinin sınırlanması olacaktır. Üstelik bu konuda Güney Kafkasya’da üç egemen devletin yanında üç uluslararası sistem tarafından tanınmayan devletçiğin (Dağlık Karabağ, Abhazya, Güney Osetya) birlikte yaşaması bunun olabilirliğini göstermektedir. Özetle, Türkiye’ye müdahalenin zihinsel hazırlığının yapıldığını düşünebiliriz. Ancak Batı’nın Suriye konusunda bile askeri müdahalede ne kadar isteksiz olduğu göz önünde tutulur ise, Türkiye’ye askeri müdahalenin ne kadar zor olduğu anlaşılacaktır. Öte yandan böyle bir müdahalenin Türkiye  Batı ilişkilerini bitirirken, Türkiye-Rusya-İran ilişkilerini yeni bir zemine oturtacağı da kesindir. 

İç savaş tehlikesinin doğduğu ve sivil iradenin iç savaşı durdurmada yetersiz kaldığı durumda Türkiye’nin önüne çıkabilecek diğer seçenek de askeri müdahale seçeneğidir. “Artık asker müdahale yapmaz” gibi şablon ve gerçeklerden kopuk söylemleri bir tarafa bırakır isek yapılması gereken tespit askeri müdahaleleri askerlerin öznel arzularının değil, objektif şartların yaptığı/yaptırdığıdır. Cezayir’in Fransa’dan kopma sürecinde Fransız Ordusu’nun bile darbe girişiminde bulunmuş olması ve darbenin ancak General de Gaulle’ün tarihi şahsiyeti sayesinde aşılabildiği gerçeği göz önünde tutulmalıdır. Türkiye’de gerçekleşecek bir askeri darbe, PKK’ya “özgürlük savaşçısı” olma şansı verecektir ancak şartlar bölünmeyi ve iç çatışmayı durdurmak için başka bir yola izin vermediği için Türkiye bütünlüğünü sağlamak için son şansı bu şekilde kullanmak zorunda kalınabilir.

Sonuç olarak, ülkemizin içinden geçtiği süreçte demokratik sistem ülkemizin güvenliği açısından en az  Birinci Ordu kadar büyük önem taşımaktadır. Diğer bir ifade ile demokrasi Türkiye için milli güvenlik rejimidir. Türkiye, PKK’nın temsil ettiği stalinist-pol pot türü terörist örgüt ve anlayışı demokratik hukuk 
devleti içinde aşmanın yolunu bulmak zorundadır. PKK’nın zafer duyguları yaşadığı bir süreçte, müzakerenin başarılı olması mümkün değildir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümeti uçuruma doğru giden Türkiye’yi uçuruma düşmekten kurtarmak için bir an önce PKK terör örgütünü yıldıracak kapsamlı önlemleri almak zorundadırlar. 1990’lı yıllara dönmek isteyen Türkiye değil, PKK’dır. Eğer 1990’lı yıllara dönmemek için Türkiye’nin parçalanmasına gidecek bir kapı açılacak ise 1990’lı yıllara dönmek ve sonunda Murat Karayılan ve Cemil Bayık’ı İmralı’da Öcalan’ın yanına koyacak önlemleri almak çok daha tercih edilir bir seçenektir.

Uzmanın Diğer Yazıları

  Ortadoğu’da Sınırlar Değişirken Casuslar 
  Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, saat 20:00'de Habertürk TV'de Enine Boyuna 
  Programı'nda...  
  Gerilla ve Kontrgerilla Savaşı 
  Türk Deniz Kuvvetlerine Yapılan Saldırının Sonucu Ne Olmuştur? 
  Kudüs’te Son Türk Askeri 
  Türk Milleti Türkiye’nin Bölündüğünü Görmüyor mu? 
  Hayalin Böylesi: Güneydoğu Anadolu’yu PKK’ya Bırakan Ortadoğu ’yu      Şekillendirme Peşinde 
  Seçimler Yaklaşırken Güneydoğu Anadolu ve Siyasi Partiler 
  PKK Müzakereleri, Ayn El Arap ve Bölgesel Değerlendirmeler 
  Amerika Fransa’ya Nükleer Saldırı Yapmayı mı Planladı? 
  Devrimci Selefilik Antiemperyalist mi? 
  Paris’te Olanlar 
  Erdoğan Yönetimi ve Avrupa Ne Diyor? 
  Son Terörist Eylemler Ne Anlama Geliyor? 
  2015’de Batı-Erdoğan İlişkilerinde İki Muhtemel Yol 
  Çocuk Katilleri İçin İdam Cezası Adil Bir Cezadır 
  AKP Hükümetinden Peşmergeye IŞİD'e Karşı Silah Yardımı 
  Cizre’de Gerçekten Ne Oldu? 
  İç Güvenlik Yasa Tasarısı 
  PKK ile Müzakere Süreci Konusunda Bir Eleştiri 
  Kürt Devletini Kim Kuruyor? 
  Hadi Beşar Esad’ı Devirdik… 
  Jandarma Genel Komutanlığı Türkiye'ye Lazım 
  Tunceli’de Ne ve Neden Oldu? 
  Politikleşmiş İstihbarat ve Milli Güvenliğe Etkisi 
  Mustafa Kemal Atatürk ve Aleykümselam- Rahmetle Anıyoruz... 
  Türkiye’nin Önünde Başka Seçenek Yok mu? 
  Türkiye’nin Önündeki Seçenekler: PKK’nın Ezilmesi, İç Savaş, Bölünme, Askeri 
  Müdahale 
  PKK Konusunda Meselenin Özünü Konuşmak 
  PKK Neden Sivil Kıyafetli Askerlerimizi Şehit Ediyor? 
  AKP, PKK İle Değil Jandarma İle Mücadele Ediyor 
  ABD-PKK Askeri İşbirliği Ne Anlama Geliyor? 
  PKK Terörü-Türk Öfkesi veya Ahmet Hakan’a Mektup 
  Müttefikler Suriye’de Ne Yapmak İstiyorlar?  
  Suriye-Irak Alanında Neler Yapılmalı? 
  Tezkere Suriye’nin Kuzeyinde PKK Devleti Kurmak İçin Mi? 
  Polis Özel Harekat Yeteneksiz Midir? 
  IŞİD Gerçekten Nedir? 
   Terör Örgütlerinin Esir Aldığı Ülke Türkiye 
  IŞİD Karşında Başarılı Olmanın Ön Şartı 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2014/11/06/7845/turkiyenin-onundeki-secenekler-pkknin-ezilmesi-ic-savas-bolunme-askeri-mudahale


..

30 Ağustos 2018 Perşembe

Amerika Fransa’ya Nükleer Saldırı Yapmayı mı Planladı?


Amerika Fransa’ya Nükleer Saldırı Yapmayı mı Planladı?




















Ümit Özdağ 
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
15 Ocak 2015 Perşembe


         Rusya’nın Kırım yarımadasını işgal etmesinden sonra uluslararası ilişkilerde çok duyulmayan bir kavram olan 3. Dünya Savaşı kavramı daha sık duyulmaya başlandı. Hatta batı ekonomisinin 2008’den buyana devam eden krizi aşmak için bir dünya savaşına ihtiyaç duyduğu şeklinde analizlerin yaygınlaştığı görülüyor. 

Örneğin Reuters haber ajansına konuşan Global Network Against Weapons in Space adlı kuruluşun sözcüsü Bruce Gagnon ABD Uzak Komutanlığı’nın 2016’da 
Çin ve Rusya’ya ilk nükleer darbeyi vurmayı planladığını söylüyor.[1] Amerikan Deniz Akademisi hocalarından Professor Nikolas Gvosdev Ukrayna’daki gerilim 
ile 1914’de Birinci Dünya Savaşı öncesinde süreci birbirine benzetiyor.[2] Eski Sovyet lideri M. Gorbaçov Ukrayna savaşının 3. Dünya Savaşına yol açabileceğini ileri sürüyor.[3] Eski Amerikan Hazine Bakan yardımcısı ve Wal Street Journal’ın editörlerinden  Dr. Paul Craig Roberts, ABD’nin kendisini beğenmiş politikalarının Rusya’yı ABD’ye itaat etmek ile savaş arasında bir tercih yapmaya zorladığını ileri sürüyor.[4] Radikal filozof Naom Chomsky, Ukrayna gerilimin nükleer savaşa yol açabileceğini ifade ediyor.[5] Bu ve benzer yorumların sayısını artırmak çok kolay. Ancak bu yorumlardan hiç birisi 9 Ocak 2015’de Shepard Ambellas isimli Amerikalı gazeteci, film yapımcısı ve alternatif bir bilgi kaynağı olan Intellihub’un yöneticisi sitesine koyduğu “Admin to stage war with Russia, plans nuclear false flag in France to kick it off” başlıklı haber kadar çarpıcı değil. Ancak 2 gün sonra bu hikaye siteden “gösterilen kaynaklardan birisinin doğrulanmadığı” gerekçesi ile geri çekildi. Aşağıda mükemmel bir komplo teorisi gibi görünen bu hikayenin Türkçesini, kaynaklarının ve anlamının sorgulanmasını okuyacaksınız. Metinde bana ait bölümler siyah ile yazılmış, Shepard Ambellas haberinden tercüme edilen bölümler ise kırmızıdır.

         “6 Aralık 2014 sabah erken saatlerde Fransa Cumhurbaşkanı Hollande Paris'e giderken esas uçuş planını değiştirdi ve Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir 
Putin’den Vnukova Uluslararası Havalanındaki Faraday cemberine alınmış olan bina acil ve özel bir görüşme yapmak isteyerek Rusya’ya uçtu.  
(Kaynak: Hollande to meet Putin in surprise Moscow visit: reports—Deutsche Welle; Kaynağın doğruluğunu kabul edebiliriz. Uluslararası saygınlığı olan bir 
kaynak. Üstelik sadece Deutsch Welle değil, başka haber ajansları da haberi veriyor.)

         Ancak burada okuyucuya bildirilmeyen husus Fransız Cumhurbaşkanı Hollande’nin Kazakistan’dan Paris’e uçarken Moskova’ya uçağını yönelttiğidir. 

Üstelik bu uluslararası ilişkilerde kullanılan bir yoldur. Bir çok başbakan veya cumhurbaşkanı uçak havalandıktan sonra bu yola başvurmaktadır. Fransa için 
de bir uçuş sırasında Paris’e yönelmek ile Kazakistan’dan kalkıp Moskova üzerinden uçarken Moskova’ya inmek çok farklı iki haber ve anlam taşır. Yazıyı yazan bilinçli bir şekilde Hollande’nin Kazakistan’dan döndüğünü gizlemiştir. (Haber kaynağım: 

http://www.lemonde.fr/europe/article/2014/12/06/rencontre-imprevue-entre-hollande-et-poutine-a-l-aeroport-de-moscou_4535783_3214.html )

         Moskova’ya ulaştığında “belirgin şekilde perişan görünen” Fransız Cumhurbaşkanı korumaları ve kurmayları ile birlikte hızla Vnukovo Havaalanının 
2. Terminalinde bulunan ve elektronik ve uydu dinlemesine karşı güvenli olan sağır odaya Rus Başkanı Vladimir Putin ile görüşmek üzere girdi. 
(Hollande’nin perişan göründüğünü herhalde Rus bir kaynak söylüyor ancak bu bilgi doğrulayıcı açık kaynaklarda hiçbir bilgi bulmak mümkün değil. 
Habere dramatik bir boyut katmak amacı ile eklenmiş bir makyaj bilgi olabilir.Üstelik Le Monde gazetesindeki fotoğraf böyle bir bitkinlik göstermemektedir.)

         Putin ve güvenlik danışmanları ulaştığında Fransız Cumhurbaşkanı Hollanda Putin’e Fransız Savunma Bakanlığı tarafından elde edilen Fransa’ya yapılması planlanan bir nükleer saldırı ile ilgili şok edici detayları paylaştı. Hollande, Obama Yönetiminin Fransa’ya bir nükleer saldırı düzenlemeyi ve bunu Rus saldırısı gibi göstermeyi planladığını aktardı.(Bunun teknolojik olarak mümkün olduğunu konu uzmanları söyledi. Radarda yapılacak bir manipulasyon ile saldırının ABD’den değil, Rusya’dan geldiği etkisini-iz oluşturarak- yaratmak mümkünmüş.) Fransız Cumhurbaşkanı ABD’nin bu saldırıyı Rusya ile savaş için bir neden olarak kullanacağı korkusunun altını çizdi. Hollande, Rusya’nın ABD nükleer saldırısına nükleer saldırı ile cevap vermesinin 3. Dünya Savaşını çıkaracağını söyleyerek, Rusya’nın bu saldırıya cevap vermemesini rica etti.
         Konuşmanın içeriğinin nereden geldiği konusunda herhangi bir kaynak verilmemiş. Oysa Le Monde ve diğer Fransız gazetelerinde görüşmelerin 
konusunun Ukrayna olduğu haberi var. Hollande Putin’den Ukrayna’da gerilimin düşmesi için önce bazı açıklamalarda bulunmasını sonra bazı adımlar 
atmasını rica ediyor. Putin de Fransa’nın konuya ilgi göstermesinden memnuniyetini dile getiriyor. Üstelik toplantıdan sonra her iki lider ayrı ayrı basın toplantısı yapıyorlar.  
         Halen açık olmayan husus Fransız Cumhurbaşkanının  Rusya’ya karşı başlatılması planlanan saldırıya Rusya’nın cevap vermesini engellemek için 
Obama ile işbirliği içinde ikili oynayıp oynamadığı. Bununla birlikte şimdilik bütün belirtiler Obama Yönetiminin planladığı saldırının bütün insanlığı 
dramatik şekilde tehlikeye atacağı.(Fransız Cumhurbaşkanı’nın neden ikili oynadığının sorgulanmasına neden olacak bir veri yok.)
         Raporlara göre bu toplantıdan sonra Putin derhal gelişmiş  S-400 ve Pantsir-S 1 karadan havaya füze sistemlerinin ve bir Kasta radar sisteminin 
Moskova’nın savunmasını güçlendirmek amacı ile şehrin etrafına yerleştirilmesi emrini verdi. (Kaynak: Reuters, 8 Aralık 2014 Russia displays air defense 
systems amid Ukraine tensions)

         Esasen komplo teorisinin kalbi bu bilgi. Komplo teorisini ortaya atan bu somut veri etrafında bir olaylar ağı kurguluyor. Oysa, bu şekli ile Hollande’ın 
ziyareti ile Moskova’nın etrafına füze savunma sistemlerinin yerleştirilmesi arasında herhangi bir bağ yok.
         Şok edici toplantı Amerikan Temsilciler Meclisi’nin H.R. 758 ile Rusya ile savaş yolunu açmasından bir gün sonra gerçekleşmişti. Aslında yapbozun 
anahtar parçası Global Research adlı web sitesinde Prof Michel Chossudovsky büyük ölçüde çözmüştü. Michel Chossudovsky şöyle demektedir: 
“Amerika sefere hazır. Pentagon 10 seneden beri 3. Dünya Savaşı senaryosu üzerinde çalışırken, şimdi Rusya’ya karşı bir askeri harekat operasyonel seviyede hazırlandı. Keza hem Senato hem Temcilciler Meclisi Rusya’ya karşı bir savaş başlatmanın meşruluğunu sağlayacak yasal düzenlemeyi yaptılar. 
Söz konusu olan “Soğuk Savaş” değil. Soğuk Savaş döneminin güvencelerinden hiçbirisi geçerli değil. Doğu-Batı arasındaki diplomaside yoğun savaş 
propagandasından dolayı bir kopma yaşanıyor. Diğer yandan Birleşmiş Milletler Batılı askeri ittifak tarafından işlenen yaygın savaş suçlarına gözlerini 
kapatıyor. 4 Aralık’ta Amerikan Temsilciler Meclisi’nin önemli bir kanuni düzenlemeyi (H.Res. 758) kabul etmesi ile (Senato’nun da onayını beklemektedir) 
Amerikan Başkanı'na ve başkomutana Kongre’nin onayı olmadan Rusya ile askeri çatışmaları başlatma yetkisi vermektedir. Küresel güvenlik tehlikededir. 
Yüz milyonlarca insanın yaşamlarını etkileyecek bu tarihi oylama medya tarafından izlenmemiştir. Tam bir medya karartması hakimdir. Dünya tehlikeli bir 
yol ayrımındadır. Moskova ABD-NATO tehdidine cevap vermiştir. Sınırları tehdit edilmektedir. 3 Aralık’ta Rusya Savunma Bakanlığı bir savaş durumunda 
yönetimi devralacak yeni bir askeri-politik yapının kuruluşunu açıklamıştır.”

         Burada verilen kaynak uluslararası ilişkilerde alternatif ve muhalif olarak tanınan Kanada merkezli www.globalresearch.ca adlı sitede 5 Aralık’ta yani 
Hollande’ın Rusya’ya seyahetinden bir gün önce yayınlanan “America is on a “Hot War Footing”: House Legislation Paves the Way for War with Russia?” adlı 
yazısıdır. Prof Michel Chossudovsky, Ottowa Üniversitesinde ekonomi profesörü ve sitenin kurucularından birisidir. Akademik geçmişi ve siyasal  deneyimleri 
bu kişiyi ciddiye alınması gereken bir kaynak haline getirmektedir. 
             Ancak Prof. Chossudovsky ne kadar yetkin olur ise olsun yorumladığı  Karar 758 gerçekten Rusya’yı sert bir şekilde eleştirmekle birlikte Amerikan 
Başkanı'na Rusya’ya Kongre’nin onayı olmadan savaş açma yetkisi vermemektedir. Esasen bu Amerikan Anayasası'na da aykırı olacağı için verilmesi mümkün 
değildir.
         Kongre üyesi Ron Paul H.R. 758 ile ilgili derin endişelerini ifade etmiş, kararın “ihtiyatsız” ve Rusya’ya savaş ilan eden bir karar olduğunu iddia etmiştir. 
Paul, Kongre’nin neo-conların dahi yüzünü kızartacak bir savaş propagandası yaptığı söyleyerek alay etmiş ve Kongre’yi Rusya ile tamamen imha ile bitecek 
3. Dünya Savaşı’nın tahrik etmek ile suçlamıştır. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ettiğinin herhangi bir kanıtının ortaya koyulamadığı iddia edilmiştir. 

Aksine Amerikan Dış İşleri Bakanlığı yetkililerinin tapelerinin Ukrayna’daki Amerikan Büyükelçisi'nin hükümeti devirmek için girişimde bulunduğu ve 
Amerikan Dış İşleri Bakan yardımcısı Victoria Nuland’ın Ukrayna’da rejim değişikliği için 5 milyon Dolar harcandığını söyleyerek övündüğü Inquisitr 
tarafından aktarılmıştır. Paul, “Karar 3. Dünya Savaşının yolunu açmaktan başka bir şey değildir” diye devam etmiştir. 
(Kaynak: World War 3: U.S. Congress ‘Declares War’ On Vladimir Putin And Russia Over Ukraine, Claims Ron Paul — Inquisitr)

         Amerikan Kongre Üyesi Ron Paul karar 758’i sert bir dille eleştirmiştir. Ancak onun eleştirisinde de Amerikan Anayasası'nın ihlal edilerek Başkan Obama’ya 
Rusya’ya Kongre’den yetki almadan savaş ilan etme yetkisi verdiğine dair bir eleştiri yok. Ve haberin en son paragrafı gerçekten çok kötü bir komplo teorisi 
ile bitmektedir:

        “Daha da kötüsü, “Rusya yanlısı bir gazete MH17 sayılı uçuşu yapan uçağın Vladimir Putin’e suikast yapmak amacı ile vurulduğunu ve bunun Ukrayna 
krizini sona erdirmek için bazı eski Amerikalı yetkililer tarafından önerildiğini iddia etmiştir. Aynı zamanda Putin, batı dünyasının ekonomik ambargo ile 
Rusya’yı imha etmeyi amaçlandığını ileri sürmektedir.”

         Makale burada sona eriyor. İlk bakışta nefes kesecek kadar heyecan verici bir haberin kısa bir kaynak kontrolu yaptıktan sonra aslında ne kadar çürük 
olduğu meydana çıkıyor. Bu haberi bu şekilde ayrıntılı ele almamızın nedeninin internette her gün bu tür bir çok komplo teorisinin dolaşması ve insanların 
genellikle okuyup inanarak geçmesidir. Oysa, okuyup inanmak yerine yapılması gereken sorgulamak olmalıdır.   

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/01/15/7979/amerika-fransaya-nukleer-saldiri-yapmayi-mi-planladi




***

29 Temmuz 2018 Pazar

Üç Tarafından Kürdistan ile Kuşatılmış Türkiye

Üç Tarafından Kürdistan ile Kuşatılmış Türkiye,

Üç Tarafından Kürdistan ile Kuşatılmış Türkiye! 

Yazar: Ümit Özdağ 


PKK ve BDP’li temsilcilerin saldırganlıklarının arttığı bir dönemden geçiyoruz. AKP Hükümeti, PKK ve BDP’lilerin politikaları ve eylemleri için özürler ürettikçe PKK/BDP’nin saldırganlıkları azalmayacak artamaya devam edecektir. Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, “Katılımların yüksek olduğu kanaatinde değiliz. Bu katılımların amacının ölecek veya öldürecek nitelikte değil başka amaçlarla olduğunu biliyoruz. Gelecek kaygısı. Yani dağa çıkışlar eskiye oranla daha nitelikli bir hal aldı” diyerek PKK/BDP adına özür dilemektedir.[1] PKK’ya katılımların gelecek endişesi ile yapıldığı ifadesi, gelecekte PKK’nın Güneydoğu Anadolu’da insanlara iş ve aş verebileceğinin de dolaylı ifadesidir. 

Bir BDP milletvekili, Türkiye’nin üç tarafı “Kürdistan ile çevrili” diyerek, adeta, sadece Suriye, Irak ve İran’ın değil, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ı da yok saymaktadır. Bu saldırgan yaklaşım, aslında Türkiye’de yaşanan meselenin de bir insan hakları ve demokrasi meselesi değil, toprak ve egemenlik meselesi olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Esasen, PKK/BDP’liler, sadece Türkiye’nin güney ve doğu sınırları dışında bir Kürdistan’dan bahsetmemekte yetinmemekte, Iğdır-Sivas-Mersin arasında kalan coğrafyayı da Kürdistan olarak, büyük Kürdistan’ın parçası olarak görmektedirler. PKK’nın Türkiye’den koparmayı hedeflediği coğrafya budur. Bazı PKK’lı/Kürtçü stratejistler, Iğdır’a kadar uzanan PKK yayılmasının Rize üzerinden Karadeniz’e açılabileceğini böylece Büyük Kürdistan’ın hep Karadeniz hem Akdeniz’den denizlere açılmasının mümkün olduğunu düşünmektedir. 

PKK’lılar ve Kürtçü teorisyenler, Iğdır, Sivas, Mersin alanının Kürdistanlaştırılmasının demografik bir savaş olarak görmektedirler. Öcalan 1989’da şöyle demektedir: “Kürt nüfusu ikiye katlanırken Türkler 
yerinde sayıyor. Ve önümüzdeki 2000’li yıllara doğru Kürt nüfusunun Türk nüfusunu aşması işten bile değil. Bu çok önemli. Nasıl bir dönem Türkler doğudan Rum asıllı Anadolu’ya doğru akıp halkı Rum olan devlet içinde yer aldılarsa da, hem de saldırı ruhuyla bu topraklarda kendilerine yer açtılarsa, biraz daha değişik de olsa benzer bir tarzda Kürtlerin akışı var. Gene doğudan batıya. Şimdiden İstanbulları biliyorsunuz. İzmirler, Adanalar milyonlarca Kürt’e sahip. Hem de en aktif en dinamik kesimler… Türkler ise biraz rehavette!”[2] 

Bu yaklaşım ile hareket eden PKK/BDP geleneği şimdi şöyle demektedir: Iğdır’da ister Azeri ol ister zenci Kürdistan’da yaşadığını bileceksin. BDP’nin Iğdır’da belediye seçimlerini kazanmasından hemen sonra BDP’nin önde gelen temsilcilerinden birisi Pelvin Buldan, 29 Mart seçimlerinde Kürdistan' sınırlarını belirledik. Yani, Van'ı aldık, Siirt'i aldık, 86 yıllık geleneği bozarak Iğdır'ı aldık” amaçlarının ne olduğunu açık bir şekilde ortaya koymuştur.[3] 

AKP Hükümeti, PKK açılımı sürecinde almış olduğu kararlar ile Başbakan Erdoğan adını vermediği bir “tek millet”ten bahsetse de ayrı bir “Kürt milletleşmesi” sürecini güçlendirmektedir. AKP tarafından demokratikleşme adı altında atılan her adım “etnik kimliğin kurumsallaştırılması” sürecinin bir parçasıdır. 

Kısa vadede AKP’nin attığı etnik hakların kurumsallaştırılması televizyon, Kürtçe eğitim, Dersim söylemi, “devlet haksızlık yaptı özür dileyelim” politikaları sahte bir rahatlama sağlayacak, ancak etnik kimliğin kurumsallaştırılması ülkemizi bir arada tutan Türk milli kimliğini eritecek ve nihayet Türkiye’de iki milletli bir yapıya dönüşülecektir. 

Ayrı milletleşme sürecine giren ve demografik savaş duygusu ile hareket ettirilen bir yapının varacağı nokta son kertede kişi başına milli gelirin Avrupa’da birinci olduğu Belçika’da Valonlar ile Flamanların vardığı noktadan çok farklı olmayacaktır. 

Üstelik, Irak parçalanmış kuzeyine bir Kürdistan yerleştirilmiştir. Şimdi Suriye parçalanmakta ve Kuzeyine bir Kürdistan yerleştirilmektedir. Bunu İran’ın parçalanmasının izlemesi hedeflenmektedir. 

AKP Hükümetinin izlediği ayrı milletleşme sürecini ile Türkiye’nin milli birliği ve toprak bütünlüğünü muhafaza etmesi mümkün görünmemektedir. 

Bugün PKK’nın ulaşmış olduğu nokta PKK’nın gücünden değil, Türkiye’yi yöneten kadronun PKK ile mücadele etmemesinden kaynaklanmaktadır. 

Bundan dolayı mevcut kötü gidiş bir süre daha devam edecektir. Türkiye dibe vuracaktır. Bu arada PKK’nın şımarıklığı artarak devam edecektir. Ancak sonunda Türk Milletinin büyük bir bölümü (Hepsi değil. İstiklal Harbi’nde de hepsi katılmadı. Daha kötüsü düşman yanında yer alanlarda vardı. Bugün ihanet içinde olanlar kimin çocukları zannediyorsunuz.) ülkenin ve milletin bölünme noktasına geldiğini gördüğü an arkalarında en çok % 6 destek olan PKK’lılar ile nihai bir hesaplaşma içine gireceklerdir. Bu hesaplaşma sonucunda Türkiye’nin üç tarafı Kürdistan mı yoksa ne ortaya çıkacaktır. 

[1] http://siyaset.milliyet.com.tr/-herkes-tef-gibi gergin-/siyaset/ydetay/1741273/default.htm 

[2] İki Bine Doğru, 22.10.1989 

[3] Habertürk, 28 Nisan 2009, “Kürdistan’ın sınırlarını çizdik” 

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 

http://www.21yyte.org/ adresinden 31.07.2013 10:57 tarihinde indirilmiştir





29 Ekim 2017 Pazar

Amerika Fransa’ya Nükleer Saldırı Yapmayı mı Planladı?


Amerika Fransa’ya Nükleer Saldırı Yapmayı mı Planladı?


Ümit Özdağ 


Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
15 Ocak 2015 Perşembe

         Rusya’nın Kırım yarımadasını işgal etmesinden sonra uluslararası ilişkilerde çok duyulmayan bir kavram olan 3. Dünya Savaşı kavramı daha sık duyulmaya başlandı. Hatta batı ekonomisinin 2008’den buyana devam eden krizi aşmak için bir dünya savaşına ihtiyaç duyduğu şeklinde analizlerin yaygınlaştığı görülüyor. Örneğin Reuters haber ajansına konuşan Global Network Against Weapons in Space adlı kuruluşun sözcüsü Bruce Gagnon ABD Uzak Komutanlığı’nın 2016’da Çin ve Rusya’ya ilk nükleer darbeyi vurmayı planladığını söylüyor.[1] Amerikan Deniz Akademisi hocalarından Professor Nikolas Gvosdev Ukrayna’daki gerilim ile 1914’de Birinci Dünya Savaşı öncesinde süreci birbirine benzetiyor.[2] Eski Sovyet lideri M. Gorbaçov Ukrayna savaşının 3. Dünya Savaşına yol açabileceğini ileri sürüyor.[3] Eski Amerikan Hazine Bakan yardımcısı ve Wal Street Journal’ın editörlerinden  Dr. Paul Craig Roberts, ABD’nin kendisini beğenmiş politikalarının Rusya’yı ABD’ye itaat etmek ile savaş arasında bir tercih yapmaya zorladığını ileri sürüyor.[4] Radikal filozof Naom Chomsky, Ukrayna gerilimin nükleer savaşa yol açabileceğini ifade ediyor.[5] Bu ve benzer yorumların sayısını artırmak çok kolay. Ancak bu yorumlardan hiç birisi 9 Ocak 2015’de Shepard Ambellas isimli Amerikalı gazeteci, film yapımcısı ve alternatif bir bilgi kaynağı olan Intellihub’un yöneticisi sitesine koyduğu “Admin to stage war with Russia, plans nuclear false flag in France to kick it off” başlıklı haber kadar çarpıcı değil. Ancak 2 gün sonra bu hikaye siteden “gösterilen kaynaklardan birisinin doğrulanmadığı” gerekçesi ile geri çekildi. Aşağıda mükemmel bir komplo teorisi gibi görünen bu hikayenin Türkçesini, kaynaklarının ve anlamının sorgulanmasını okuyacaksınız. Metinde bana ait bölümler siyah ile yazılmış, Shepard Ambellas haberinden tercüme edilen bölümler ise kırmızıdır.

         “6 Aralık 2014 sabah erken saatlerde Fransa Cumhurbaşkanı Hollande Paris'e giderken esas uçuş planını değiştirdi ve Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin’den Vnukova Uluslararası Havalanındaki Faraday cemberine alınmış olan bina acil ve özel bir görüşme yapmak isteyerek Rusya’ya uçtu.  (Kaynak: Hollande to meet Putin in surprise Moscow visit: reports—Deutsche Welle; Kaynağın doğruluğunu kabul edebiliriz. Uluslararası saygınlığı olan bir kaynak. Üstelik sadece Deutsch Welle değil, başka haber ajansları da haberi veriyor.)

         Ancak burada okuyucuya bildirilmeyen husus Fransız Cumhurbaşkanı Hollande’nin Kazakistan’dan Paris’e uçarken Moskova’ya uçağını yönelttiğidir. Üstelik bu uluslararası ilişkilerde kullanılan bir yoldur. Bir çok başbakan veya cumhurbaşkanı uçak havalandıktan sonra bu yola başvurmaktadır. Fransa için de bir uçuş sırasında Paris’e yönelmek ile Kazakistan’dan kalkıp Moskova üzerinden uçarken Moskova’ya inmek çok farklı iki haber ve anlam taşır. Yazıyı yazan bilinçli bir şekilde Hollande’nin Kazakistan’dan döndüğünü gizlemiştir. (Haber kaynağım: 

http://www.lemonde.fr/europe/article/2014/12/06/rencontre-imprevue-entre-hollande-et-poutine-a-l-aeroport-de-moscou_4535783_3214.html

         Moskova’ya ulaştığında “belirgin şekilde perişan görünen” Fransız Cumhurbaşkanı korumaları ve kurmayları ile birlikte hızla Vnukovo Havaalanının 2. Terminalinde bulunan ve elektronik ve uydu dinlemesine karşı güvenli olan sağır odaya Rus Başkanı Vladimir Putin ile görüşmek üzere girdi. (Hollande’nin perişan göründüğünü herhalde Rus bir kaynak söylüyor ancak bu bilgi doğrulayıcı açık kaynaklarda hiçbir bilgi bulmak mümkün değil.Habere dramatik bir boyut katmak amacı ile eklenmiş bir makyaj bilgi olabilir.Üstelik Le Monde gazetesindeki fotoğraf böyle bir bitkinlik göstermemektedir.)

         Putin ve güvenlik danışmanları ulaştığında Fransız Cumhurbaşkanı Hollanda Putin’e Fransız Savunma Bakanlığı tarafından elde edilen Fransa’ya yapılması planlanan bir nükleer saldırı ile ilgili şok edici detayları paylaştı. Hollande, Obama Yönetiminin Fransa’ya bir nükleer saldırı düzenlemeyi ve bunu Rus saldırısı gibi göstermeyi planladığını aktardı.(Bunun teknolojik olarak mümkün olduğunu konu uzmanları söyledi. Radarda yapılacak bir manipulasyon ile saldırının ABD’den değil, Rusya’dan geldiği etkisini-iz oluşturarak- yaratmak mümkünmüş.) Fransız Cumhurbaşkanı ABD’nin bu saldırıyı Rusya ile savaş için bir neden olarak kullanacağı korkusunun altını çizdi. Hollande, Rusya’nın ABD nükleer saldırısına nükleer saldırı ile cevap vermesinin 3. Dünya Savaşını çıkaracağını söyleyerek, Rusya’nın bu saldırıya cevap vermemesini rica etti.
         Konuşmanın içeriğinin nereden geldiği konusunda herhangi bir kaynak verilmemiş. Oysa Le Monde ve diğer Fransız gazetelerinde görüşmelerin konusunun Ukrayna olduğu haberi var. Hollande Putin’den Ukrayna’da gerilimin düşmesi için önce bazı açıklamalarda bulunmasını sonra bazı adımlar atmasını rica ediyor. Putin de Fransa’nın konuya ilgi göstermesinden memnuniyetini dile getiriyor. Üstelik toplantıdan sonra her iki lider ayrı ayrı basın toplantısı yapıyorlar.  
         Halen açık olmayan husus Fransız Cumhurbaşkanının  Rusya’ya karşı başlatılması planlanan saldırıya Rusya’nın cevap vermesini engellemek için Obama ile işbirliği içinde ikili oynayıp oynamadığı. Bununla birlikte şimdilik bütün belirtiler Obama Yönetiminin planladığı saldırının bütün insanlığı dramatik şekilde tehlikeye atacağı.(Fransız Cumhurbaşkanı’nın neden ikili oynadığının sorgulanmasına neden olacak bir veri yok.)
         Raporlara göre bu toplantıdan sonra Putin derhal gelişmiş  S-400 ve Pantsir-S 1 karadan havaya füze sistemlerinin ve bir Kasta radar sisteminin Moskova’nın savunmasını güçlendirmek amacı ile şehrin etrafına yerleştirilmesi emrini verdi. (Kaynak: Reuters, 8 Aralık 2014 Russia displays air defense systems amid Ukraine tensions)

         Esasen komplo teorisinin kalbi bu bilgi. Komplo teorisini ortaya atan bu somut veri etrafında bir olaylar ağı kurguluyor. Oysa, bu şekli ile Hollande’ın ziyareti ile Moskova’nın etrafına füze savunma sistemlerinin yerleştirilmesi arasında herhangi bir bağ yok.
         Şok edici toplantı Amerikan Temsilciler Meclisi’nin H.R. 758 ile Rusya ile savaş yolunu açmasından bir gün sonra gerçekleşmişti. Aslında yapbozun anahtar parçası Global Research adlı web sitesinde Prof Michel Chossudovsky büyük ölçüde çözmüştü. Michel Chossudovsky şöyle demektedir: “Amerika sefere hazır. Pentagon 10 seneden beri 3. Dünya Savaşı senaryosu üzerinde çalışırken, şimdi Rusya’ya karşı bir askeri harekat operasyonel seviyede hazırlandı. Keza hem Senato hem Temcilciler Meclisi Rusya’ya karşı bir savaş başlatmanın meşruluğunu sağlayacak yasal düzenlemeyi yaptılar. Söz konusu olan “Soğuk Savaş” değil. Soğuk Savaş döneminin güvencelerinden hiçbirisi geçerli değil. Doğu-Batı arasındaki diplomaside yoğun savaş propagandasından dolayı bir kopma yaşanıyor. Diğer yandan Birleşmiş Milletler Batılı askeri ittifak tarafından işlenen yaygın savaş suçlarına gözlerini kapatıyor. 4 Aralık’ta Amerikan Temsilciler Meclisi’nin önemli bir kanuni düzenlemeyi (H.Res. 758) kabul etmesi ile (Senato’nun da onayını beklemektedir) Amerikan Başkanı'na ve başkomutana Kongre’nin onayı olmadan Rusya ile askeri çatışmaları başlatma yetkisi vermektedir. Küresel güvenlik tehlikededir. Yüz milyonlarca insanın yaşamlarını etkileyecek bu tarihi oylama medya tarafından izlenmemiştir. Tam bir medya karartması hakimdir. Dünya tehlikeli bir yol ayrımındadır. Moskova ABD-NATO tehdidine cevap vermiştir. Sınırları tehdit edilmektedir. 3 Aralık’ta Rusya Savunma Bakanlığı bir savaş durumunda yönetimi devralacak yeni bir askeri-politik yapının kuruluşunu açıklamıştır.”
         Burada verilen kaynak uluslararası ilişkilerde alternatif ve muhalif olarak tanınan Kanada merkezli www.globalresearch.ca adlı sitede 5 Aralık’ta yani Hollande’ın Rusya’ya seyahetinden bir gün önce yayınlanan “America is on a “Hot War Footing”: House Legislation Paves the Way for War with Russia?” adlı yazısıdır. Prof Michel Chossudovsky, Ottowa Üniversitesinde ekonomi profesörü ve sitenin kurucularından birisidir. Akademik geçmişi ve siyasal  deneyimleri bu kişiyi ciddiye alınması gereken bir kaynak haline getirmektedir. 
            Ancak Prof. Chossudovsky ne kadar yetkin olur ise olsun yorumladığı  Karar 758 gerçekten Rusya’yı sert bir şekilde eleştirmekle birlikte Amerikan Başkanı'na Rusya’ya Kongre’nin onayı olmadan savaş açma yetkisi vermemektedir. Esasen bu Amerikan Anayasası'na da aykırı olacağı için verilmesi mümkün değildir.

         Kongre üyesi Ron Paul H.R. 758 ile ilgili derin endişelerini ifade etmiş, kararın “ihtiyatsız” ve Rusya’ya savaş ilan eden bir karar olduğunu iddia etmiştir. Paul, Kongre’nin neo-conların dahi yüzünü kızartacak bir savaş propagandası yaptığı söyleyerek alay etmiş ve Kongre’yi Rusya ile tamamen imha ile bitecek 3. Dünya Savaşı’nın tahrik etmek ile suçlamıştır. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ettiğinin herhangi bir kanıtının ortaya koyulamadığı iddia edilmiştir. Aksine Amerikan Dış İşleri Bakanlığı yetkililerinin tapelerinin Ukrayna’daki Amerikan Büyükelçisi'nin hükümeti devirmek için girişimde bulunduğu ve Amerikan Dış İşleri Bakan yardımcısı Victoria Nuland’ın Ukrayna’da rejim değişikliği için 5 milyon Dolar harcandığını söyleyerek övündüğü Inquisitr tarafından aktarılmıştır. Paul, “Karar 3. Dünya Savaşının yolunu açmaktan başka bir şey değildir” diye devam etmiştir. (Kaynak: World War 3: U.S. Congress ‘Declares War’ On Vladimir Putin And Russia Over Ukraine, Claims Ron Paul — Inquisitr)

         Amerikan Kongre Üyesi Ron Paul karar 758’i sert bir dille eleştirmiştir. Ancak onun eleştirisinde de Amerikan Anayasası'nın ihlal edilerek Başkan Obama’ya Rusya’ya Kongre’den yetki almadan savaş ilan etme yetkisi verdiğine dair bir eleştiri yok. Ve haberin en son paragrafı gerçekten çok kötü bir komplo teorisi ile bitmektedir:
        “Daha da kötüsü, “Rusya yanlısı bir gazete MH17 sayılı uçuşu yapan uçağın Vladimir Putin’e suikast yapmak amacı ile vurulduğunu ve bunun Ukrayna krizini sona erdirmek için bazı eski Amerikalı yetkililer tarafından önerildiğini iddia etmiştir. Aynı zamanda Putin, batı dünyasının ekonomik ambargo ile Rusya’yı imha etmeyi amaçlandığını ileri sürmektedir.”
         Makale burada sona eriyor. İlk bakışta nefes kesecek kadar heyecan verici bir haberin kısa bir kaynak kontrolu yaptıktan sonra aslında ne kadar çürük olduğu meydana çıkıyor. Bu haberi bu şekilde ayrıntılı ele almamızın nedeninin internette her gün bu tür bir çok komplo teorisinin dolaşması ve insanların genellikle okuyup inanarak geçmesidir. Oysa, okuyup inanmak yerine yapılması gereken sorgulamak olmalıdır.   

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/01/15/7979/amerika-fransaya-nukleer-saldiri-yapmayi-mi-planladi


***

3 Ekim 2017 Salı

Öcalan ile Protokol - MİT-PKK Görüşmesi (Bölünme Anayasası)


Öcalan ile Protokol - MİT-PKK Görüşmesi (Bölünme Anayasası)


Ümit ÖZDAĞ
Öcalan ile Protokol - MİT-PKK görüşmesi (Bölünme Anayasası)
Pzr Oca 16, 2011


Öcalan ile gerçekten bir Protokol imzalandı mı?

19 Kasım 2010 tarihli Habertürk gazetesinde Fatih Altaylı, Öcalan ile bir protokol imzalandığına dair haberleri araştırdıklarını ve Öcalan’ın avukatlarından birisinin kendilerine “evet” dediğini ve “Adını protokol olarak koymak doğru mu ya da yazılı bir protokolden söz edebilir miyiz emin değilim” diye eklediğini kaydetmektedir. Altaylı’nın ifadeleri ile yazılı veya yazısız protokolün maddeleri aşağıdaki gibi:

“1)Asker operasyon yapmayacak. PKK çatışma şartları oluşturmayacak, çatışmaya girmeyecek.

2) Yeni Anayasa’da Kürtlerin vatandaşlık hakları yeniden kapsayıcı bir dille tanımlanacak. Dil ve kültürel hakları Anayasal güvence altına alınacak.

3) Kürt sorununun çözümü için PKK-KCK ile dolaylı da olsa görüşmeler yapılacak. Silahların tasfiyesi için ortak bir görüş oluşturulacak.

4) PKK’nın yaptığı infazlar ile son 25 yılda Güneydoğu’da resmi görevlilerin terörle mücadele adı altında yaptıkları hukuksuz eylemleri araştıracak bir “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” kurulacak. PKK bu komisyonun istediği bilgileri verecek, arşivlerini açacak. İlgili devlet görevlileri de ifade verecek.

5) Öcalan’ın cezaevi koşulları seçim sürecine kadar iyileştirilecek. (Gazete, dergi, televizyon gibi mahkûm haklarından yararlanmak ve diyalog sürecinde örgüte hâkim olabilmek için PKK ve BDP’den çözüm sürecinde yer alacak isimlerle denetimli olarak iletişim kurmasına izin verilmesi.) Seçimin ardından silahsızlanma aşamasına geçildiğinde Öcalan’ın İmralı’dan çıkarılarak ev hapsine alınmasına imkân sağlamak için kamuoyu oluşturulacak.

6) KCK operasyonlarında tutuklanan belediye başkanları ve BDP’liler, mahkeme tarafından duruşmalar sırasında tahliye edilecek. Genel af, seçim sonrasında değerlendirilecek. Seçim barajı düşürülerek özellikle Güneydoğu’da oyların Meclis’e daha fazla yansımasının önü açılacak. “(Habertürk, 19 Kasım 2010, Fatih Altaylı,” Terörü bitirmek için protokol imzalandı mı?)

Şimdi yukarıdaki iddiaları teker teker sorgulayalım.

1) Jandarma Genel Komutanlığı bir süre önce Güneydoğu Anadolu’daki bütün birliklerinin arama-tarama faaliyetlerini durdurarak sadece nokta operasyonu yapın emri verdi mi?

2) 22 Aralık 2010’da Talabani, Çırağan Sarayı’nda Ahmet Türk, Aysel Tuğluk ve Sırrı Sakık’a Türk Hükümeti beş sene içinde Kürtçe eğitime başlayacak, öğretmenleri biz Kuzey Irak’ta eğitiyoruz. Ancak daha önce Kürtçe seçmeli ders olacak dedi. (Taraf gazetesi 24 Aralık 2010) 

Bunu A. Gül’ün 30-31 Aralık 2010’da Diyarbakır ziyareti sırasında işadamları ile yaptığı görüşmelerde “Anadil haktır, bu hak tanınacak” dediği Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı tarafından açıklanması izledi. (Taraf gazetesi, 7 Ocak 2011) 

Şimdiden bu çalışmalar başladığı ve ilerlediğine göre protokolün ikinci maddesinin de uygulamada olduğunu söyleyebilir miyiz?

3) Öcalan ile görüşüldüğüne göre PKK-KCK ile dolaylı görüşmeler yapılmasının çok akla uzak gelen bir ihtimal olmadığını söyleyebilir miyiz? 16 Ocak 2011 tarihli Taraf gazetesi Öcalan ile üç MİT mensubu arasında görüşmelerin devam ettiğini kaydetti. AKP Hükümeti bu görüşmelerde “ateşkesin” 12 Haziran seçimlerine kadar sürmesini ısrarla talep etmiştir.

4) Diyarbakır’da devam eden ve 1990’lı yıllarda Cizre’yi PKK’nın elinden alan eski Kayseri Jandarma Alay Komutanı emekli Albay Cemal Temizöz ile ilgili faili meçhuller davası aslında “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” sürecinin bir parçası olarak yorumlanabilir mi? AKP Hükümeti zaten Hakikatleri Araştırma Komisyonu’nun kurulacağını MİT aracılığı ile Öcalan’a bildirmiştir. (Taraf, 16 Ocak 2011)

5) Son günlerde Öcalan’ın okuduğu günlük gazete sayısı artırılmamış mıdır? Üstelik yine son günlerde Öcalan’ın beş kanalı izleyebildiği bir televizyon verdiği haberleri yayınlanmamış mıdır? Adalet Bakanlığı’ndan bu açıklamalar ile ilgili cılız bir yalanlama gelmemiş midir? 

Öcalan, MİT ile görüşmede televizyon istemiştir. Demek ki, henüz televizyon tahsis edilmemiştir. Öcalan ayrıca ev hapsine geçmek istediğini açıklamıştır. (Taraf, 16 Ocak 2011)

6) KCK davasının ilerlemesini, sanıkların Kürtçe konuşmakta ısrar etmesi engelliyor. Muhtemelen davanın ilerleyen aşamalarında bu da gerçekleşecek diyebilir miyiz? AKP Hükümeti Öcalan’a seçimlerden sonra genel af çıkacağı müjdesini vermiştir. (Taraf, 16 Ocak 2011)

Özetle; 12 Haziran 2011 tarihi bir dönem noktası olacak. 12 Haziran’da Öcalan’ın serbest kalması, PKK’ya genel af, Güneydoğu Anadolu’da bir özerk Kürdistan süreçlerinin önü de attığınız oylarla açılabilir.

Kimsenin daha sonra “elim kırılsaydı, ben bilmiyordum” demeye hakkı yok. Bir söylüyoruz ve söylemeye devam edeceğiz. Duyanlar da duymayanlara anlatmaya devam etsin. 

Elimizde büyük televizyonlar yok. Yüz binlerce basıp bedava dağıtabileceğimiz gazetemiz de yok. Ancak, elimizde Yeniçağ var. Buradan duyurmaya devam edeceğiz inşallah.


Ümit ÖZDAĞ
17 Ocak 2011


http://www.guncelmeydan.com/pano/ocalan-ile-protokol-mit-pkk-gorusmesi-bolunme-anayasasi-t27284.html


28 Eylül 2017 Perşembe

Suriye’ye Giden Silahlar Türkiye’yi Vurur Mu?



Suriye’ye Giden Silahlar Türkiye’yi Vurur Mu?














Yazar: Ümit Özdağ
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü



Bu silahlar gittikçe sadece ağır silah tanımına giren silahları değil sofistike yani ileri teknoloji ürünü silahları da vermeye başladı. Silahların finansmanı Suudi Arabistan ve Katar tarafından gerçekleştirilirken onayı da ABD veriyor. Türkiye'nin rolü ise dağıtımcılık gibi görünüyor. İsyan ve direnişlere silah yardımı yapmanın büyük riskleri var. Çünkü isyancılara silah yardımı yapmak kurumsallaşmış bir orduya silah yardımı yapmak ile aynı şey değil. Ordulara yapılan yardımın kime gittiği belli.

Oysa isyancılara yapılan yardımın kimin eline ulaşacağı belli değil. ABD başta olmak üzere isyancılara yardım eden ülkelerin bunun sıkıntısını çektiği biliniyor. ABD tarafından Afganistan'da mücahitlere dağıtılan ve Kızılordu'nun Afganistan'da hava hakimiyetine ağır bir darbe vurarak Rus Ordusunun Afganistan'dan çekilmesinin önünü açan silah Stinger füzeleri olmuştur.

Daha sonra Taliban'ın Afganistan'ı Pakistan Hava Kuvvetleri'ni desteğinde ele geçirmesi öncesinde ABD Stinger füzelerinin mücahitlerden toplanması için büyük bir çaba sarf etmek zorunda kalmıştır. Bugünlerde Türkiye'den Suriyeli muhaliflere Suriye Hava Kuvvetlerine karşı kullanılmak üzere Stinger füzelerin verildiği haberleri basında yer almaktadır. New York Times gazetesi 15 Ağustos 2012'de sitesine Suriye muhalefetine 500 Stinger ve 1000 adet anti tank R.P.G. 7 füzelerinin verildiğini, bu silahların Suriye iç savaşını yarı yarıya kısaltacağını kaydetmiştir. New York Times anlaşılan bir uyarı üzerine bu haberi kısa bir süre sonra kaldırdı. Ancak ABD'nin en büyük bulvar gazetesi olan USA Today gazetesi, New York Times gazetesinden yaptığı alıntıyı sitesinde vermeye devam etmektedir.

Suriye'ye Türkiye üzerinden giden silahlar konusunda önemli iddialar muhalefet kaynaklarından gelmektedir. Silahların bir bölümü hiç kullanılmadan gömülmekte ve Esad sonrasında çıkacağı beklenen mezhep/etnik savaşta kullanılmaya hazırlanılmaktadır. Türkiye üzerinden gönderilen silahların bir bölümü de PKK'nın eline geçmektedir. Suriye muhalefetine Stinger füzesi verilmesi Türkiye için çok büyük bir risktir. PKK, eline 10 adet Stinger füzesi geçmesi için ruhunu bile satabilir. PKK'nın Stinger füzesine sahip olması Türk Ordusu'nun terör ile mücadelesine çok ağır bir darbe vuracaktır. TSK'nın terörle mücadelesinde özelikle Kara Havacılık Komutanlığına bağlı savaş helikopterleri ve taşıma helikopterlerinden oluşan filo büyük bir yarar sağlamaktadır. Birliklere büyük bir hareket kabiliyeti veren taşıma helikopterleri ve çatışan birliklere verdiği ateş desteğinin ötesinde birliklerin giremediği yalçın kayalık bölgelerde teröristleri üstün ateş gücü ile yok eden savaş helikopterleri terörle mücadelede çok büyük bir şanstır.

Üstelik PKK Stinger füzelerini eline geçiremese bile Şam Suriye Hava Kuvvetlerine karşı Stinger füzelerinin kullanılmasına PKK'ya Stinger'ların Rus muadili sayılan SA-7 füzelerinden verebilir. PKK, SA-7'leri bir kez 1990'larda çok kısıtlı miktarlarda Türkiye'nin Yugoslavya politikasına tepki gösteren Sırbistan'dan elde etmiş ve bir Süper Cobra ve bir Couger tipi Türk helikopterini düşürmüştür.

Özetle eğer New York Times'ın haberi doğru ise ki yalanlamadan sadece haberi servisten kaldırması bunu göstermektedir, Ankara çok tehlikeli bir adım atmıştır. Suriye'nin kuzeyinde de etkinlik kazanan, Şemdinli örneğinde görüldüğü gibi alan hakimiyeti kurma çabası gösteren, Hakkari valiliğinin "Şemdinli'de operasyon bitti" açıklamasını yaptıktan bir gün sonra yine Şemdinli'de kara yolunu keserek yok kontrolü yapan bir PKK'nın eline birde savaş uçakları, helikopterler ve tanklara karşı kullanabileceği silahlar geçer ise çok ciddi bir askeri-politik durum doğar.

Esad düşse bile önce Şam'da iktidardan düşecek ve "Nusayristan"a çekilerek oradan iç savaşı sürdürmeye devam edecektir. Bu durumda Esad, PKK'yı desteklemeye devam edecektir. AKP Hükümetinin böyle çılgın bir adımı atmadığı umudu ile.



***

Suriye’de iç Savaş ve Türkiye




Suriye’de iç Savaş ve Türkiye

Yazar: Ümit Özdağ












İç savaşın bir ana dinamiğini gelişmeleri kontrol edebilecek politikaları üretemeyen Beşşar Hükümeti oluşturuyor. İç savaş için diğer ana dinamiği ise muhalefeti destekleyerek, besleyerek ve yönlendirerek iç savaştan galip çıkacaklarına inandıran dış güçler oluşturuyor. Suriye'de ilk muhalefet gösterileri ve hükümet güçlerine karşı silahlı eylemler başladığı zaman konu ile ilgili herkes Suriye'de bir iç savaşın olağanüstü büyük muhtemel bölgesel sonuçlarından dolayı hiç kimsenin menfaatine olmayacağı ve hiçbir dış güç tarafında da desteklenmeyeceği şeklindeydi. Ancak aradan geçen aylar içinde gerek Şam yönetiminin etkili politikalar geliştirememesi gerek ABD dahil Batı'nın "Bu iş Esad ile devam etmez" düşüncesini gündeme yoğunlaştırarak taşıması ve Şam'a karşı politik ve ekonomik önlemlerin alınmaya başlaması, Suriye'ye muhalefeti iç savaş konusunda cesaretlendirmektedir.


















Suriye tam bir etnik mozaiktir. Genellikle % 90 Arap, % 9 Kürt, % 1 Çerkes, Ermeni, vs. şeklinde bir nüfus tanımı yapılsa da bu doğru değildir. Suriye'de özellikle Halep ve çevresinde yaşayan ve dilini koruyan Türklerin sayısı 1 milyon 300-500 bin civarındadır. Ancak sadece etnik doku bize Suriye'nin sosyal yapı kimliğini vermemektedir. Suriye'nin geleceği açısından mezhepsel ve dinsel yapı da bir öneme sahiptir. Suriye nüfusunun % 74'ü sünni Müslüman, % 12'si Nusayri Arap, % 3 Dürziler, % 10 değişik hristiyan mezhepleri ve Şam, Kamışlı ve Halep'de küçük Yahudi cemaatlerinden oluşmaktadır. 
Suriye'de bir iç savaş çıkması durumunda bu etnik ve dini/mezhepsel mozaik kendi içinde koalisyonlar oluşturarak aldıkları dış destek ile ülkeyi hızla bir kara deliğe çekecek iç savaşa sürükleyebilir. Özellikle Kuzey Irak'tan destek alacak olan Türkiye'nin sınırdaş olan Kamışlı çevresindeki Kürtler bu iç savaşı Suriye'den kopmak için etkili bir şekilde değerlendirmeye hazırlanmaktadırlar. Bu iç savaşa, İran, Hizbullah, Lübnan'daki değişik silahlı siyasi partiler karışacağı gibi Amerikan işgal güçlerinin çekilmesinden sonra üzerindeki baskı tamamen kalkacak Irak'taki sünni ve şii partiler de dahil olacaktır. Bu süreçte El Kaide'nin yer almayacağı düşünülemez.

Buraya kadar ortaya koyduğumuz çerçeve genelin tasvirinden ibarettir ve günlük gazete okuyucu herkesin bilgisi dahilindedir. Bu bilgi bize şu soruyu sordurmaktadır: "Türkiye'nin bugün izlediği politika Suriye'de bir iç savaşı engellemeye mi hizmet etmektedir yoksa bir iç savaşı hızlandırmakta mıdır?" Bu sorunun cevabı, AKP Hükümetinin izlediği Suriye politikasının Suriye'yi bir iç savaşa götüren yola taş taşımak olduğudur. 

Ankara'nın Suriye'nin bir iç savaş yaşamadan demokratikleşmesine katkısı daha kapsamlı ekonomik, siyasi, kültürel ilişkiler geliştirerek mümkündü. Şam ile çok boyutlu ilişkiler devam ederken AKP Hükümeti bir yandan da Esad rejimine demokratikleşme konusunda sabırlı telkinlerde bulunmaya devam etmeliydi. Ancak her neden ise AKP, PKK'ya gösterdiği sabrı Suriye'ye göstermemiştir. 2006'da PKK ile görüşmelere başlayan, 2009'dan itibaren Oslo ve Brüksel görüşmeleri ile müzakereleri protokollar çerçevesinde sürdüren AKP Hükümeti, PKK'nın bu süre içinde düzenlediği binlerce terör eylemine ve yüzlerce insanımızı katletmesine rağmen terör örgütü ile müzakerelere devam etmiştir. Öte yandan söz konusu Suriye olunca, A. Davutoğlu bir kez Suriye'ye gitmiş, Esad'a bir muhtıra vermiş ve bu muhtıranın kabul edilmediğini söyleyerek Şam ile ilişkiler askıya alınmıştır. 

Suriye'de bir iç savaş çıktığı zaman Türkiye iç savaştan çok boyutlu olarak etkilenecektir. Öncelikle yüz binlerce insan Türkiye sınırına doğru kaçabilir ve Türkiye'ye sığınmak isteyebilir. İç savaşın başlaması ile birlikte Esad rejimi elindeki her şeyi kullanmaya başlayacaktır. Bu çerçevede PKK ile on yıllar öncesine giden ve hiçbir zaman gerçek anlamda kopmamış olan bağlarını Türkiye'ye karşı kullanacaktır. Arap Baharı'nın Suriye'ye gelmesini AKP Hükümeti ile yürüttüğü müzakereleri kesmek ve daha uygun şartlarda müzakere edebilmek için terörü yükselten PKK bu desteği sevinç ile karşılayacaktır. Böylece PKK'nın Türkiye'ye karşı imkanları ve muhtemelen öldürücü silah türleri artacaktır. 

Oysa, Türkiye'nin Suriye'de çıkacak bir iç savaştan en fazla etkilenecek ülkelerin başında geldiği göz önünde tutularak, Suriye'de iç barışa katkıda bulunmak için daha sabırlı ve titiz bir telkin süreci üzerinde çalışılması gerekmekteydi. Türkiye, Orta Doğu'ya Batı'nın demokrasi ihracı politikalarını taklit ederek değil, bölgenin demokratikleşmesine kendi tarzını geliştirerek gerçek bir katkıda bulunma yolunu seçmeliydi. Bu sadece bir Şam ziyareti ve birkaç telefon görüşmesi ile alınabilecek bir sonuç değildir. Suriye yönetimini daha yoğun, çok düzeyli ve sürekli bilgilendirme, aydınlatma ve yönlendirmeyi gerektiren bir çalışmanın yapılması gerekirdi. Aslında bunu yapabilecek tek ülkede Türkiye idi. Ancak AKP Hükümeti bunu yapacağına, Batılıların Orta Doğu'ya davranış şeklini taklit ederek, hemen tehdit, baskı ve aşağılama yolunu tercih etti. Bu yaklaşımın bugün Orta Doğu'da Arap halklarının gözünden kaçmasının nedeni AKP'nin İsrail'e karşı kullandığı sert dil ve Arap Baharının henüz bir Arap lider bulamamış olmasıdır.


http://www.21yyte.org/kose-yazisi-yazdir/6323

***

13 Ocak 2017 Cuma

KIBRIS TA NELER OLUYOR..?



KIBRIS TA NELER OLUYOR..?



Kıbrıs'ta Neler Oluyor?

Yazar: İbrahim Kürşat Tuna

Geçtiğimiz günlerde Gaziantep Bağımsız Milletvekili Sayın Ümit Özdağ ile birlikte mevcut ve eski dönem MHP milletvekilleri ve bazı sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinden oluşan bir heyet halinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde önemli üst düzey görüşmelerde bulunduk. Bu çerçevede, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti eski Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, KKTC Başbakanı Hüseyin Özgürgün, KKTC Cumhuriyet Meclisi Başkanı Ersin Tatar, Kıbrıs TMT Mücahitler Derneği Başkanı Yılmaz Bora, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçimiz Derya Kanbay, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve KKTC Maliye Bakanı Serdar Denktaş’ı ziyaret ettik. Bu ziyaretler esnasında, yürütülen Kıbrıs Müzakereleri’ne ilişkin olarak çeşitli görüşmeler yaptık, fikir ve doküman alışverişlerinde bulunduk. Tarihe not düşmek adına, bu ziyaretten elde ettiğim izlenimleri ve bizlere aktarılan bilgilerin bir kısmını Cenevre’deki kritik görüşmeler bağlamında sizlerle paylaşmak istedim. 

  Kamuoyunca bilindiği üzere, Kıbrıs’taki iki kesim arasında Cenevre’de 09 Ocak'ta Kıbrıs’ın geleceği ile ilgili üç gün süren ve altı ana başlık altında yürütülen müzakerelere, a 12 Ocak tarihinde garantör Ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin de katılımları ile devam edildi. Cenevre görüşmeleri öncesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Akıncı ve Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Anastasiadis arasında Kıbrıs’ın geleceğine ilişkin yürütülen müzakereler belli bir aşamaya gelmiş durumdadır. 

Ancak, bu kez alışılanın aksine yürütülen görüşmelerde alınan kararlar ve gelinen noktalar ile ilgili Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Basını’nda çok fazla bilgi bulamamaktayız. İşin diğer tarafı, KKTC içerisindeki siyasetçi ve halk da müzakerelere dair gelişmeleri Rum ve Yunan basınından takip etmek zorunda kalmaktan şikayetçi durumda. 

  Kısacası, Kıbrıs ziyaretimizde uzun bir istişare imkanı elde ettiğimiz Sayın Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve müzakereleri yürüten Özdil Nami Bey dışında görüştüğümüz herkeste çok ciddi bir tedirginlik ve karamsarlık havası hakim. Özellikle Güney basınında çıkan haberlerdeki bilgiler ile “ Yakınlaşma Tutanakları ” arasındaki tutarsızlık müzakereleri yürütenler tarafından Rum tarafına “ off the record ” sözlerin verilmiş olabileceği kaygısını doğuruyor. 

   Cumhurbaşkanı Akıncı’nın Türkiye’nin Garantörlüğünün 15 yıl sonra gözden geçirilebileceğine ilişkin sözleri, KKTC’deki Türk Nüfusunun sadece 220.000 olarak belirtilmesi, nüfus için kabul edilen “4’e 1” oranı, Kıbrıs dışında yaşayan göç etmiş yada ettirilmiş Kıbrıs Türkleri’nin durumlarının belirsizliği, Ada’nın kuzeyine göç edecek yaklaşık 100.000 Rum’un adanın demografik ve siyasi yapısına etkisi, çapraz oy durumu, Cumhurbaşkanlığının iki dönem Rumlar’da, bir dönem Türkler’de olması, 28,2’lik Toprakta kalmanın kabul edilmesi, global takas yönteminin tamamen terki, yüksek tazminat yükü, KKTC tapularının ve işlemlerinin geçersiz duruma düşmesi, ekonomik ve sosyal yapının Ada’daki Türkler aleyhine bozulması riski, Garanti Antlaşması AB’nin birincil hukuku haline gelmişken varılacak antlaşmanın AB birincil hukuku kapsamında değerlendirilmemesi, Ada’da yaşayan ve çeşitli nedenlerle vatandaşlık alamamış kişilerin yaşayacağı olumsuzluklar, Ada çevresinde bulunan zengin petrol ve doğal gaz yataklarının işletilmesi konusu, Ada’daki Türk askeri varlığının kaldırılmasına ilişkin baskılar v.b pek çok sorun Türkiye ve Kuzey Kıbrıs kamuoyunda müzakerelere ilişkin kaygıları arttırmakta. 

  Ada üzerindeki egemenlik haklarımızın evrilme tarihine kısaca baktığımızda; II. Abdülhamit’ten bu yana Kıbrıs ile ilgili en büyük tavizlerin Osmanlı Devleti ve ardından Türkiye’nin bölgesel yada ülke içi önemli kriz zamanlarında verildiğini görüyoruz. Anlaşılan odur ki; Batı, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi, Türkiye’yi yaşadığı bölgesel ve içine sokulmak istenildiği ülke içi kriz ortamında sıkıştırarak Kıbrıs ile ilgili nihai hamleyi yapmak istiyor. 

  Bu hedef için gerekli ortam hazırlanmış, kritik bağlantılar kurulmuş ve senaryo uygulamaya konulmuş durumda. Müzakereler esnasında Anastasiadis Kilise ile birlikte ve daha bütüncül bir politikayla gayet kararlı bir biçimde hareket ederken, KKTC tarafında Akıncı, mevcut hükümeti ve ulusal çıkar odaklı unsurları müzakere masasında görüşülenlerden mümkün olduğunca uzak tutuyor. Cumhurbaşkanı Akıncı “mümkün olanı istemek” üzerinde bir kabullenişle müzakereleri yürütüyor. Oysa Rum Kesimi’nin görüşmelerde hep bir sonrasını talep ettiğini görüyoruz. Rum tarafı ısrarla Kilise mallarını gündeme getirirken, Türk tarafı Ada’nın en verimli ve stratejik topraklarını kapsayan mülhak Vakıf malları konusunu açık bir biçimde müzakere konusu etmekten kaçınmakta. Müzakere heyeti bu konunun daha sonra Taşınmaz Mal Komisyonu ile çözülebileceği inancında. Ancak her iki taraftan ikişer kişinin katılımı ile dört kişiden oluşacak komisyonun alacağı kararlarda eşitlik durumunda devreye sokulacak yabancı üye ile birlikte kararın yabancı üyenin reyi yönünde alınması söz konusu. 

Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin Musul topraklarını kaybediş şeklini akla getirmektedir. Hatırlanacağı üzere Lozan görüşmeleri sırasında kesin bir neticeye kavuşturulamayan Musul Meselesi’nin 9 ay içerisinde Türkiye ve İngiltere arasında bir sonuca bağlanması, bu gerçekleşmez ise kesin kararın Milletler Cemiyeti tarafından verilmesi imza altına alınmış idi. İngiltere ve Türkiye arasında yürütülen Haliç Konferansı’nda İngiltere sürekli yeni taleplerle Türkiye’nin karşısına çıkmış, böylece sürecin akim kalması neticesinde de konu MC’ye intikal etmiş ve nihayetinde de olumsuz olarak neticelenmiştir. Böylece, Türkiye’nin, özellikle bugün bölgede karşı karşıya kaldığı pekçok siyasi, askeri ve ekonomik sorunun esasını teşkil eden çok önemli bir kayıp yaşanmıştır. Benzer kayıplara yol açılmaması için, Vakıf malları gibi ana konuların ayrıca karar altına alınması, öngörülen yapıda teşkil ettirilecek bir komisyona daha tali ve bireysel konular ile ilgili (eğer global takas yapılamayacaksa) yetki verilmesi daha doğru olacaktır. Bu yapılmadığı takdirde, bir anlamda alınacak kararın şimdiden yabancı üyenin inisiyatifine bırakılması söz konusu olacaktır ki bu durum; Kıbrıs üzerinde tarihten gelen en temel mülkiyet haklarımızdan birisi olan mülhak Vakıf mallarımızın geri dönülmez bir şekilde kaybına yol açabilir. Yine, sayın Akıncı’nın verdiği bilgiye göre, şu anki hesaplamalar ile Taşınmaz Mal Komisyonu ile çözüme kavuşturulacak taleplerin ödemeleri 8 ila 10 milyar dolar civarında olacaktır. Cumhurbaşkanı, bu rakamın tazminat ve kullanım hakları talepleri ile birlikte toplamda 24 milyar doları bulacağını öngörmekte. 

Sayın Akıncı, KKTC’nin böyle bir bütçeye sahip olmadığını ve bu paranın ancak Türkiye tarafından karşılanabileceğini belirtiyor. İngilizler’in haksız bir biçimde el koyarak Rumlar’a verdiği mülhak Vakıf arazilerinden kaynaklı haklarımızı almadan böylesi bir maddi yükümlülük altına girmek KKTC ve dolayısıyla Türkiye’yi bir anlamda alacağı varken borçlu durumuna düşürecektir. KKTC Maliye Bakanı sayın Serdar Denktaş ise müzakerelerin bu şekilde sonuçlanması halinde, Türklerin Ada’da “Avantajlı Azınlık” durumuna düşeceğini belirtiyor. Denktaş, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Ada’da kalıcı barışın sağlanması için 3 konuda çok önemli politika değişikliklerine gitmesi gerektiğini söylüyor ve bunları da: “Kilisenin Ada siyaseti üzerindeki müdahalesinin kaldırılması, Ada’nın güneyindeki eğitim sisteminin daha ilkokuldan itibaren yeni nesile işlediği “Türk Düşmanlığı” temelindeki eğitim ve öğretim anlayışını değiştirmesi ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından güven arttırıcı önlemlerin alınması.” şeklinde formüle ediyor. Müzakereler çerçevesinde federal devlet adı altında aslında doğrudan parlamenter sistem öngörülmekte. Temsilciler Meclisi’nde 12 Türk, 36 Rum milletvekili bulunacak ve kabinede 7 Rum ve 4 Türk Bakan görev yapacak. Bu konuda Denktaş’ın temel endişesi ise siyasi eşitliğin söz konusu olmayacağı bir devlet anlayışının sürdürülebilmesinin mümkün olmayacağı yönünde. En temel sorun ise politik belirsizlik ve bu süreç sonunda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin bir federal devlete dönüşürken, KKTC’nin ise sadece bir Türk eyaletine evriliyor olması. 

Müzakereler ile ilgili en önemli konulardan bir diğeri ise hangi tarafların müzakerelere katılacağı meselesi. Aslında 1959 Garanti Antlaşması çerçevesinde Kıbrıs konusunda söz sahibi olan taraflar belirlenmiştir. Bu taraflar: Kıbrıs’taki her iki kesim ile birlikte Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’dir. Kıbrıs Rum Yönetimi, Ocak Ayı’nın 12’sinde garantörlerle birlikte gerçekleştirilecek olan müzakerelere “diğer taraflar” adı altında AB temsilcisini ve BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri’ni de dahil etmek istemektedir. AB temsilcisi ve BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri’nin müzakerelerin yapıldığı yerdeki yan salonlarda bekletilmesi ve gerektiğinde onlara danışılabilmesi yada toplantıya dahil edilebilmeleri öngörülmektedir. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Akıncı, yan salonlarda bu kesimlerin olmasının bir sorun teşkil etmeyeceğine değinse de, bu durum Kıbrıs sorununun çok taraflı bir konferansta tartışılır hale gelmesinin önünü açabilir. Rum tarafının, sorunu AB’nin kanatları altında çözmek istemeye çalışması anlaşılabilir bir politikadır. Ancak, burada özellikle dikkat edilmesi gereken husus Rum tarafının BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri yoluyla da Türkiye ve Kıbrıs Türk Kesimi’ni yakın markaj altına alma gayretidir. Daimi üyelerden ABD, İngiltere ve Fransa’nın Kıbrıs konusundaki taraflı tutumları bellidir. Rusya Federasyonu ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin hem Ortadoks Kilisesi’nden hem de sosyalist ideolojiden kaynaklı ve uzun yıllara dayanan bir stratejik ortaklığı söz konusudur. 

Geçtiğimiz yıllarda S 300 füzelerine ilişkin yaşanan krizin etkileri daha Türk kamuoyunun zihninden silinmemiştir. Bunlara ek olarak, geçtiğimiz ay içerisinde de AKEL’li siyasetçiler Çin’i bu “çok taraflı” konferansa davet etmiş ve Çin’den bu konu ile ilgili olumlu bir karşılık bulmuşlardır. Yine Rum lider Anastasiadis’in 3’lü enerji zirvesi için gittiği İsrail’de Netanyahu’nun Anastasiadis’ten müzakerelerdeki garanti ve toprak konularında geniş bilgi talep etmesi ve Rum Yönetimi’ne destek açıklaması Kıbrıs Meselesi’nin garantörler ve iki kesim arasında çözüme kavuşturulması gereken bir konu olmaktan çıkartılıp bir uluslararası konferans malzemesi haline getirilmek istenildiğini bize çok açık bir biçimde göstermektedir. 1960 Antlaşması ile oluşturulan iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayalı federasyon Rumların Enosis hevesleri sonrasında akamete uğramıştı. Şimdi ise Türklerin veto hakkının da söz konusu olmayacağı bir yönetimin yeniden benzer bir sona uğraması durumunda, hele ki Türkiye’nin garantörlüğü de kaldırıldığı bir ortamda, Kıbrıs Türklüğü’nü nelerin beklediğini tahmin etmek çok da zor değildir. Gözümüzün önünde Kıbrıs’ta, Karabağ’da, Bosna-Hersek’te yaşananlar vardır. Bütün bu yaşanan insanlık dışı katliamlara Batı’nın gösterdiği tepkisizlik de hepimizin malumudur. Bu yüzden, Cenevre’deki müzakerelerin Kıbrıs Türklüğü için olduğu kadar Türkiye ve bütün Türk Milleti için çok büyük önem arz etmektedir. Müzakereler süresince görüşmeleri izlemeye ve müzakereleri ana başlıklar altında ayrıntılı olarak ele almaya devam edeceğiz. 

Bu vesileyle, 

Cenevre’deki müzakereleri yürütecek KKTC Cumhurbaşkanı sayın Mustafa Akıncı Bey’e, Türkiye’de önemli görüşmeler gerçekleştirdikten sonra müzakereler için Cenevre’ye geçen KKTC Başbakanı sayın Hüseyin Özgürgün Bey’e, müzakereci sayın Özdil Naim Bey’e, ve Türkiye ve KKTC’den görüşmelere katılacak siyasetçilere ve müzakere heyetlerine başarılar diliyorum. 

İbrahim Kürşat TUNA 25. Dönem MHP Çanakkale Milletvekili

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/kibris/2017/01/12/8563/kibrista-neler-oluyor

13 Aralık 2016 Salı

Orta Doğu’da Jeopolitik Dönüşüm ve Türkiye İçin Oluşturduğu Tehdit.., BÖLÜM 3




Orta Doğu’da Jeopolitik Dönüşüm ve Türkiye İçin Oluşturduğu Tehdit.., BÖLÜM 3


Libya: Parçalanma Sürecinde Olan Bir Ülke


Tunus’ta başlayan ayaklanma 15 Şubat 2011’de Libya’ya sıçramıştır. İlk isyan Kaddafi rejimi tarafından dışlandığı düşünülen petrol zengini Bingazi bölgesinde başlamıştır. 19 Mart’ta Fransa’nın başını çektiği Batılı güçler Libya’ya müdahale kararı almışlardır. Batı ordularının desteğini alan isyancı güçler 28 Ağustos 2011’de başkent Trablus’u ele geçirmişler ve 20 Ekim 2011’de Kaddafi infaz edilmiştir. Bu süreçte en dikkat çekici husus NATO güçlerinin El Kaide militanları ile Kaddafi’ye karşı işbirliği yapmalarıdır.[29]
Libya’da olanları anlamamız açısından İtalya Başbakanı Berlusconi’nin, 2011 Temmuzunda yaptığı açıklama büyük önem taşımaktadır. Berlusconi, Libya’da NATO uçakları Kaddafi güçlerini İtalya’nın da katkısı ile bombalarken şöyle demektedir: “Libya’da olanların bir halk ayaklanması ile ilgisi yoktur. Libya halkı Kaddafi’yi seviyordu.”…”(Ancak) güçlü adamlar yeni bir dönemi hayata geçirmek için Kaddafi’ye devirmeye karar verdiler” dedikten sonra kendisinin bu sürece destek vermesini de şöyle izah etmiştir: “Amerika’nın baskısı, Cumhurbaşkanı Georgio Napolitano’nun duruşu ve parlamentonun kararı karşısında bana nasıl bir seçim kalmıştı ki?”[30]






Kaddafi sonrasında Libya’da bir devlet düzeni tesis etmek mümkün olmamıştır. Bir millet bilincine ulaşmamış aşiretler coğrafyası olan Libya Batılı petrol şirketlerinin de oluşturduğu ve teşvik ettiği zemin üzerinde hızla Trablusgarp, Bingazi ve Fizan bölgeleri çerçevesinde üçe ayrılma süreci içine sürüklenmektedir. Libya halen sonu görünmeyen bir iç savaş sürecinden geçmektedir.Bu iç savaşta taraflar dört büyük gruba ayrılmışlardır.  Yeni Genel Milli Kongre Bağlıları adlı grupta       Libya Kalkan Gücü, Libya Devrimci Hücresi, Milli Muhafızlar, Amazih ve Tuareg Milisleri bulunmaktadır. Yeni Genel Milli Kongre Bağlıları, Türkiye, Katar ve Sudan tarafından desteklenmektedir. İkinci grubu Libya Meclisi Bağlıları oluşturmaktadır. Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan tarafından desteklenen bu grupta, Libya Milli Ordusu, Zintani Tugayları, Varşefana (Warshefana) ve Tubu (Toubou) Milisleri bulunmaktadır. Üçüncü grup Cihatçı Yerel Yapılardır. Bu yapılar, Bingazi Şura Konseyi Devrimcileri Bağlıları, (Ensar el Şeria, Libya Kalkanı, 17 Şubat Şehitleri Tugayı), Derne Mücahitleri Şura Konseyi, (Ensar el Şeria-Derne, Ebu Salim Şehitleri) Ajdabiya Şura Konseyi, (Ensar el Şeria) örgütleri şeklinde yapılanmışlardır. Dördüncü grup ise her geçen gün etkinli artan IŞİD’dir. IŞİD, Libya’da Barka Vilayeti, Tripoli Vilayeti ve Fezzan Vilayeti olmak üzere üç coğrafi zeminde örgütlenmiştir.

Suudi Arabistan varlığını sürdürecek mi?
Orta Doğu’da parçalanma sadece ABD’nin hedeflediği ülkeler ile ilgili bir süreç değildir. ABD’nin en önemli müttefiki S. Arabistan’da bölünme tehdidi ile karşı karşıya olan ülkeler arasındadır. S. Arabistan tarihin gerisinde kalmış bir ülkedir. Bir aileye ait olan, bu ailenin dini anlayışının topluma dayatıldığı, ancak sahip olduğu petrol kaynaklarının ABD için öneminden dolayı Amerikan askeri ve istihbari desteği ile ayakta kalan S. Arabistan’ın geleceği ile ilgili Ralph Peters gibi Robin Wrigth’da mezhep ve aşiret zemininde bir parçalanma öngörmektedir. Wright, Libya gibi milletleşememiş, hanedanın rüşvet batağındaki çürümüş yönetimindeki Suudi Arabistan’ın muhtemel parçalanma hatları olarak Kuzey  Arabistan, Batı Arabistan, Güney Arabistan, Doğu Arabistan ve ortada Vahabistan’ı çizmektedir.



        
Yemen Tekrar Parçalanacak mı?  
      
Arap Baharı’nın etkisi, Mart 2011’de Yemen’de de görülmeye başlamıştır. Mart 2011’de Yemen polisinin göstericilere ateş açması sonucu 50 gösterici ölmüştür. Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih, iç savaş çıkabileceği uyarısı yaparak olağanüstü hal ilan etmiştir. Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üye ülkeleri Salih’in görevden ayrılmasını, yetkilerini yardımcısı Abdurrabuh Mansur Hadi’ye bırakmasını içinde muhalefet liderlerinin birinin başkanlığında seçime gidilmesini teklif ederek Salih ve ailesine dokunulmazlık teklif etmiştir. Salih görevinden ayrılmayacağını ilan etmiştir. Haziran 2011’de başkanlık sarayına yapılan saldırıda Salih yaralanmış ve tedavi için Suudi Arabistan’a gitmiştir. Eylül 2011’de geri dönmüş ve başkanlığı devretmek için yeni şartlar öne sürmüştür. 23 Kasım 2011’de KİK’in önderliğinde Salih yetkilerini Riyad’da imzalanan bir anlaşma ile devretmiştir. Muhalefet liderlerinin önderliğinde birlik hükümeti kurulmuştur. Salih, Ocak 2012’de Umman’a gitmiştir. 7 Şubat 2012’de Abdurrabuh Mansur Hadi başlattığı seçim kampanyasını 21 Şubat’ta kazanmış ve devlet başkanı olmuştur. Güney Yemen’deki başta Şii/Zeydi Husiler olmak üzere seçimleri boykot ederek Mansur Hadi iktidarını tanımamışlardır.

         



Mansur Hadi karşıtı gösteriler 2 Mart 2012’de başladı. 9 Mart 2012’de Hadi’nin yemin ettiği gün başkanlık sarayına bombalı saldırı düzenlendi ve 30 kişi öldü. Saldırıyı el Kaide üstlendi. El Kaide 7 Mayıs 2012 bir saldırı düzenleyerek 30 yemen askerini öldürdü. 21 Mayıs 2012’de milli bayram provalarındaki saldırıda 101 asker öldü saldırıyı Ensar el Şeria üstlendi. Mansur Hadi’nin başkanlığı da Yemen’deki Şii/Zeydi Husiler tarafından tanınmadı. 2012-2014 yılları arası terör saldırıları devam etti. Husiler hükümette tam olarak temsil edilmedikleri gerekçesi ile hükümet güçleri ile çatıştı. Aralık 2014’te Anayasa yapım sürecinde Mansur Hadi’nin Şii/Zeydi unsurların istediği şekilde varlıklarını kabul etmeyişi ve sisteme katmayışı çatışmaların şiddetini artırdı. Yemen Ordusu üzerinde önemli bir etkiye sahip Ali Abdullah Salih de bu noktada ordunun bazı unsurlarının Mansur Hadi lehine hareket etmesinin önünde durdu. Çatışmalar dolayısıyla başkent Sana’dan Aden’e kaçan Mansur Hadi Yemen’den kaçtı. Husiler Mansur Hadi’nin bulunması için 90 bin dolar ödül verileceğini açıkladı. Yemen’de İran destekli Husiler’in tamamen idareyi ele alma kaygısı karşısında liderliğini Suudi Arabistan’ın yaptığı KİK ülkeleri ve Mısır hava operasyonu başlattı. Operasyon’a ABD istihbarat desteği verirken, Türkiye’de destek verdiğini açıkladı. 25 Mart-21 Nisan 2015 tarihleri arasında Kararlı fırtına operasyonu olarak başlatılan hava saldırıları Suudi Arabistan’ın amaçlanan hedeflere ulaşıldığı açıklaması ile durduruldu. Ancak Husiler’in Suudi Arabistan’a düzenlediği saldırıların durdurulması ve Mansur Hadi’nin yeninde Yemen’e dönmesinin sağlanması için Umudun Geri döndürülmesi operasyonu 22 Nisan 2015’te başlatıldı ve halen devam etmektedir. Mansur Hadi Yemen’e dönmediği gibi Husiler de saldırılarına devam etmektedir.[31]

Orta Doğu’nun Komşusu Pakistan’ın Sorunları

Pakistan, Orta Doğu’nun bittiği yerde başlayan bir ülkedir. Ancak bu başlayış kültürel değil, coğrafi bir başlayıştır. SSCB’nin Afganistan’ı işgalinden sonra başlayan savaş ve daha sonra iç savaşın Afganistan’dan sonra en fazla zarar verdiği ülke Pakistan olmuştur. Afganistan savaşı, Pakistan’ı sürekli istikrarsızlaştırmış, içten içe çürütmüştür. Pakistan’da yaşanan çürüme sürecini Amerikan istihbarat raporlarından izlemekte mümkündür.  CIA, 2000 yılında yayınlanan 2015 öngörü raporunda Pakistan ile ilgili olarak şu yargılaya varılmaktadır. “Pakistan’ın çok daha parçalı, münzevi ve uluslar arası mali yardıma çok daha bağımlı bir ülke haline gelecektir.” Bu öngörünün büyük ölçüde gerçekleştiği görülmektedir. 2005 yılında yayınlanan bir başka Amerikan raporunda ise Pakistan için “Yugoslavya benzeri bir kader” öngörülmüştür: “2015 yılı itibariyle, Pakistan, başarısız bir devlet olacak; iç savaş batağına saplanacak; ülkede kan gövdeyi götürecek; eyaletler arasında düşmanlıklar artacak; nükleer silahların denetimine yönelik bir mücadele patlak verecek ve topyekün bir Talibanlaşma yaşanacaktır.”




ABD Ulusal İstihbarat Konseyi’nin 2008’de yayınlanan “Küresel Eğilimler 2025” adıyla bir raporunda Pakistan’ın geleceği ile şu tespitler yapılmıştır: “Eğer Pakistan 2025 yılına kadar parçalanmadan varlığını sürdürür ise Peştun kabilelerinin daha geniş çaplı bir bütünleşmeye gidecek ve Pakistan ile Afganistan’ı birbirinden Ayıran Durand Hattı’nı silmek için birlikte hareket edecekleri; böylelikle Pakistan’da Peştun’lara ayrılan bölgenin hudutlarını, Pakistan’da Punjabiler, Afganistan’da ise Tacikler ve diğerleri aleyhine genişleyecekleri” iddiası ileri sürülmüştür. 
Pakistan’ın geleceği ile ilgili bu tespitleri daha da vahim hale getirecek husus, Amerikan Ordusunun Afganistan’dan çekilmesinden sonra Afgan iç savaşının etkilerinin daha yıkıcı bir şekilde Pakistan’a yansıma ihtimalidir. Öte yandan Pakistan Belucistan’da devam eden ayrılıkçılık sorunu ile de karşı karşıyadır. Belucistan Pakistan’ın en büyük eyaletidir. 12 milyon nüfusa sahip olan Belucistan’ın İngiliz koloni yönetiminin verdiği özerkliğinin Pakistan’ın kurulmasından sonra kaldırılması bugüne değin beş isyana neden olmuştur. İran ve Pakistan arasında bölünmüş olan Belucistan’ın her iki tarafında da milliyetçilik akımları Batı tarafından desteklenmektedir. Genel çürüme sorunun üstüne binecek olan bir Belucistan’ın bağımsızlığı meselesi Pakistan için aşılması zor bir sorun olabilir.  Ancak Pakistan’ın bütün bu sorunlarına rağmen nükleer bir güç olduğu unutulmamalıdır. Diğer bir nükleer güç olan SSCB’de etnik sorunlar temelinde ayrışmış olmasına rağmen, nükleer potansiyel Pakistan’ın ayrışma sürecini yavaşlatan bir etki yapabilir.        

4 CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

****