İLİŞKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İLİŞKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2016 Cuma

ASİ NEHRİ’NİN TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ VE GELECEĞİ


ASİ NEHRİ’NİN TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ VE GELECEĞİ 




Beşar Esad’ın ılımlı politikalar izlemesi, iki devlet arasındaki sorunların giderilmesinde önemli aşama olarak değerlendirilmiştir. 
Yrd. Doç. Dr. Mehmet DALAR 
Abant İzzet Baysal Üniversitesi 
Uluslararası İlişkiler Bölümü 





< Fırat ve Dicle Nehirlerinin aksine Asi Nehrinde aşağı kıyı devleti konumunda olan Türkiye’ye karşı bu nehir konusunda Suriye’nin politikası ise, sözde, nehrin aktığı Hatay ilinin kendisine ait olması nedeniyle bu nehrin uluslararası nehir değil, ulusal nehir olduğu yönündedir. >

Giriş 

Lübnan’dan kaynaklanıp, Suriye’ye geçtikten sonra Türkiye topraklarında Akdeniz’e dökülen Asi Nehri, Türkiye ile Suriye’nin sınırları aşan sular konusundaki ilişkilerinde önemli bir yere sahiptir. Devletlerin sahip oldukları su kaynaklarını bütünleşme ve işbirliği aracı olarak kullanmaları noktasından hareket eden bu çalışmamızda, Asi nehrinin hidrolik niteliklerine ve nehir üzerinde yapılan çalışmalara değinildikten sonra, nehrin kullanımı ve hukuksal statüsüyle ilgili ortaya çıkan sorunların Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkileri etkileme ve yönlendirme özelliği üzerinde durulmuştur. Nehrin kullanımıyla ilgili taraf devletlerin farklı görüşleri, nehirle ilgili yapılan hukuksal düzenlemeler ile Türkiye ve Suriye’nin nehrin kullanımıyla ilgili anlaşmazlıklarının nedenleri ve bunları etkileyen faktörlerin neler olduğuna değinen bu çalışma, Türkiye ve Suriye arasında son yıllarda görülen yakınlaşma ve sıcak ilişkilerin kalıcı hale getirilmesi için, bu nehrin kullanımından kaynaklanan sorunların işbirliği temelinde bir an önce çözüme kavuşturulmasının gerekliliğine işaret etmektedir. 

Nehrin Hidrolik Özellikleri 

Asi Nehri Lübnan sınırları içinde Lübnan dağları ve Cebelüşşarki (Anti Lübnan dağları) arasındaki Beka Vadisinde Baalbek kentinin yakınlarında Rasul-Ayn ve Al-Labwah adlı akarsuların birleşmesinden oluşur. Kuzeye doğru yaklaşık 35 km aktıktan sonra Suriye topraklarına geçer ve buradaki Hama Gölünü besler. Humus kentinin sulama ihtiyacını da karşılayan nehir, Hama yakınlarında kendisini besleyen diğer ırmaklarla Ghab ovasının sulanmasında kullanılmakta dır. Bölgede genellikle güneye doğru akan nehirlerin aksine kuzeye doğru aktığı için “Asi” olarak adlandırılan ve ulaşıma elverişli olmayan bu nehir, yatağı boyunca ova ve tekne şekilli geniş vadiler ile dar ve derin boğazlar içinde akar. Asi Nehri, Türkiye ve Suriye arasında 22 km.’lik sınır oluşturduktan sonra Türkiye’ye geçmektedir. Amik Gölünün kurumasıyla Karasu, Balıklı gölü kanalı 
ve Afrin Çayının birleşmesiyle oluşan bir akarsuya dönüşen Küçük Asi kolunu alır. Toplam uzunluğu 386 km olup, bunun 88 kilometresi Türkiye’de akmaktadır. Toplam yıllık kapasitesi 2,5 milyar m3 olan nehrin sularının tamamına yakın bölümü yapılan projelerle tüketilmektedir. 

Suriye’nin kullanımı nedeniyle yaz aylarında debisi 3 m3/sn.’ye düşmesinin yanında aşırı kullanımdan dolayı nehir suları kirlenmektedir.1 
Nehrin yıllık ortalama su kapasitesiyle ilgili farklı raklamlar bulunmaktadır: Lübnan’daki kaynaklara göre, Suriye sınırını geçmeden önce nehrin ülkede ki su hacmi 512 milyon m3, Suriye topraklarında ise 414 milyon m3 tür. Suriye ise nehrin kendi ülkelerindeki hacminin 2 milyar 715 milyon m3 olduğunu belirtmektedir.2 Başka bir kaynağa göre bu nehrin yıllık kapasitesi 1.2 milyar m3 olup bunun % 6’sı Lübnan, % 92’si Suriye ve % 2’si Türkiye topraklarından geçmektedir.3 Gerçeğe en yakın ölçüm 2 milyar 470 milyon m3 olarak değerlendirilmiştir.4 Aslında ülkeler arasında su kaynaklarının miktarıyla ilgili verilerin farklı ifade edilmesi su kullanımı konusunda anlaşmazlığa yol açan etkenlerin başında gelmektedir.5 Bu nedenle su miktarı üzerinde devletlerin ortak bir anlayışa sahip olmaları Asi gibi sınır aşan suların kullanımı için hayati önem arz etmektedir. 

Suriye’nin Nehir Üzerindeki Projeleri ve Türkiye’nin İtirazı






Suriye’nin Fransız mandası altında olduğu 1930’lu yıllarda ilk kez bu nehrin potansiyelinin değerlendirilmesiyle ilgili çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. 


< Suriye’nin Asi nehrinin kaynaklarını aşırı kullanımından dolayı debisi düşmekte ve suları kirlenmektedir. >

Asi nehri boyunca Hama’dan Humus’a kadarki alan, Ghab bölgesi ve Amuk Ovası olmak üzere üç bölgedeki tarımsal arazinin sulamasını kapsayan kalkınma planıyla ilgili çalışmalar başlatılmıştır. 30-32 bin hektar (ha) bataklık alanından drenaj sularını çekerek Asi nehri sularıyla desteklenecek Ghab Projesini gerçekleştirmek için Suriye 1950 yılında dünya bankasından kredi talep etmiştir. Banka projeyi kredilendirilebilir bulmakla birlikte projenin Lübnan’dan daha fazla suyu çekmemesi ve Türkiye’yle antlaşma yapılması gerektiğini ön görmüştür.6 
Diğer taraftan Afrin suyunun da saptırılması planlanan projeye Türkiye’nin itirazları olmuştur. Türkiye’nin itirazı, projeyle ilgili inşaat çalışmaları sırasında Türk toprakları taşkınlıklara uğrayacağı ve projenin tamamlanmasıyla sulama döneminde Türkiye’ye fazla su bırakmayacağı yönündeydi. Şam’da iki ülke heyeti arasında yapılan görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanmıştır.7  Bazı kaynaklara göre görüşmelerin başarısız olmasının nedeni Suriye’nin Türk toprağı olarak kabul etmediği nehrin denize döküldüğü Hatay iliyle ilgili iddialarından kaynaklanmıştır. Suriye bu yöndeki anlaşmazlık giderilemediği için, Dünya Bankasından kredi alamamıştır.8 

<  Suriye ve Lübnan’ın sınır aşan sular konusunda Türkiye kadar hassas olmadıklarını ve çifte standartlı davrandıklarını ileri süren Türkiye, Fırat ve Dicle sularının kullanımıyla ilgili görüşmelere Asi nehrinin de dahil edilmesi durumunda bu sorunların çözülebileceğini vurgulamaktadır. >



O dönemdeki siyasal konjonktürün de etkisiyle Türkiye, Asi nehri üzerinde yapılacak projelere karşı etkin bir şekilde tavrını sürdürmemesi, Suriye’yi 
bu projeler üzerinde çalışmalarını sürdürmesini beraberinde getirmiştir.9 Bu nedenle projeyle ilgili çalışmalar 1951 yılında yeniden değerlendirmeye 
alınmıştır. Hollanda firması Nedeco’nun oluşturduğu proje planı doğrultusunda Bulgaristan, Yugoslavya ve İtalya’dan şirketler ile Sovyetler Birliği’nin malzeme desteğiyle 1955’ten 1967 yılına kadar iki baraj, iki büyük drenaj kanalı ve diğer tarımsal kanalları içeren proje tamamlanmıştır.
10 Bu nehir üzerinde Rustan, Hifaya-Mehadeh, Ziezoun ve Kastoun olmak üzere dört önemli baraj kurulmuştur.11 Suriye tarafından nehrin geniş ölçekte kullanılması beraberinde önemli bir kirlilik sorunu getirmekte içme suyu niteliğini kaybettiğinden ülkede nehir sularını içen halkta tifo, kolera gibi çeşitli salgın hastalıklar baş göstermiştir. Ghab projesi azami kapasitesine ulaşmış bulunmakta ve Suriye halkının % 12,5 oranındaki 1,5 milyonluk nüfus Ghab Vadisinde yaşamaktadır.12 Bu nedenle Suriye, Ghab Vadisi boyunca yaptığı tarımsal sulama ile Asi sularının çok azının Türkiye’ye geçmesine izin verdiğinden Hatay’daki Amik Ovası susuz kalmakta ve kurak mevsimlerde, nehir suları denize bile ulaşamamaktadır.13 

Asi Nehri’yle İlgili Suriye-Lübnan Antlaşması

Asi nehri konusunda Lübnan ve Suriye arasında yapılan görüşmeler, 1962 yılına kadar dayanmaktadır. Bu görüşmeler, ancak 1994 yılında bir antlaşmayla sonuçlanmıştır. Suriye, Lübnan’la kendisine bu nehirden daha fazla kendisine hak tanıyan antlaşmayı 20 Eylül 1994 tarihinde imzalamıştır. Aşağı çığır ülkesi olan Türkiye’yle ilgili herhangi bir düzenleme getirmeyen “Asi Sularının Paylaşılması Antlaşması” adını taşıyan bu antlaşma, 9 maddeden oluşmaktadır. 
Bu antlaşmayla nehir suları müşterek sular olarak adlandırılmış, nehrin yıllık ortalama hacminin 403-420 milyon m3 olduğu kabul edilerek bu miktar üzerinde paylaşıma gidilmiştir. Buna göre Lübnan’a ayrılan pay 80 milyon m3 olarak belirlenmiş, geri kalan önemli kısım Suriye’ye tahsis edilmiştir. 
Suyun yıllık akımının 400 milyon m3’ün altına düşmesi durumunda Lübnan’ın kullanacağı miktarın suyun düşüşüyle orantılı olarak azalacağı hükmü benimsenmiştir.14 

Buna karşı su miktarının yıllık akımın üzerinde olması durumunda Lübnan’ın kullanacağı su miktarıyla ilgili bir hükme antlaşmada rastlanmamaktadır. 
Bundan da anlaşılmaktadır ki su miktarı ne kadar artsa bile Lübnan’ın alacağı pay 80 milyon m3’ü geçemeyecektir. Lübnan aleyhinde 
antlaşmanın getirdiği önemli bir düzenleme de 

8. maddeyle hükme bağlanmıştır: Antlaşmanın yapıldığı 20 Eylül 1994 tarihinden sonra Lübnan tarafına nehirle ilgili herhangi bir tesis yapılmasına 
gerek duyulması halinde bu durumun Suriye tarafına bildirileceği ve bu tesislerde kullanılacak suyun veya yeni bir kullanımın Lübnan’ın 80 milyon m3 lük payından düşürüleceği esası benimsenmiştir. Bu antlaşmayla Suriye nehri denetleme yetkisine sahip olurken Lübnan, Asi nehri üzerinde herhangi bir tesis kurma ve bunları işletme konusunda istediği gibi davranamayacaktır.15 Lübnan’ın Suriye’nin avantajına olarak bu antlaşmayı imzalamasının nedeni, Lübnan’ın su ihtiyacının Suriye’den az olmasının yanında, Suriye yönetiminin Lübnan hükümeti üzerinde etkin role sahip olmasına bağlanmıştır.16 Türkiye ve Suriye’nin Asi Nehri’yle İlgili Anlaşmazlıkları 

Asi nehriyle ilgili önemli uluslararası düzenleme, 

Suriye’yi bağımsız yapmak isteyen o dönemin mandater ülkesi Fransa ile Türkiye arasında 19 Mayıs 1939 tarihinde imzalanan protokolün 

3. maddesidir. Buna göre Karasu Çayı, Asi ve Afrin Nehirlerinin sınır teşkil eden kısımlarında bu çay ve nehirlerin en derin noktası olan Thalweg hattı sınır olarak kabul edilecek ve sınır boyunca bu sulardan her iki taraf halkı eşit biçimde faydalanacaktır.17 Bununla birlikte söz konusu protokol, Suriye tarafından akan suların ne kadarının Türkiye’ye tahsis edileceğiyle ilgili bir düzenleme getirmemiştir. Bu sınırlar temelinde Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına tepki göstermekle beraber Suriye, bağımsızlığını kazandıktan sonra 1944 yılında Şam’daki yabancı misyona gönderdiği bir notada Suriye hükümetinin Fransa’nın Suriye adına yaptığı uluslararası ve ikili antlaşmalara saygılı olduğunu bildirmiştir. Buna göre 1939 antlaşması da Suriye tarafından tanındığı kabul edilmektedir.18 Bununla birlikte 1950 yılından sonra Suriye, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına karşı çıkmış ve bu bölgenin ülkesinin bir parçası olduğunu iddia etmiştir.19 Suriye’nin bu tutumu iki yönden uluslararası hukuka aykırılık 
teşkil etmektedir: 

a) 1978 tarihli devletlerin antlaşmalara ardıl olmalarıyla ilgili Viyana Sözleşmesinin 15. Maddesi, el değiştiren ülke parçaları için sonraki 
devletin antlaşmaları geçerli olacağı şeklindeki teamül kuralını hükümselleş tirerek önceki devletin bu topraklarla ilgili antlaşmalarının bağlayıcı 
olmayacağını belirtmektedir.20 Sömürge iken bağımsızlığına yeni kavuşan devletlerin ardıllığıyla ilgili aynı sözleşmenin 16. Maddesi bu devletlerin 
önceki sömürgeci devletin yaptığı bu tür antlaşmalarına bağlı olup olmayacağı rızalarına bağlı olacağını öngörürken, 11. Maddesine göre sınır antlaşmalarının kural dışı olarak her zaman bağlayıcı olacağını hükme bağlamaktadır.21 Bu madde hükmüne göre Suriye, Hatay konusunda Fransa’nın Türkiye ile yaptığı 1939 antlaşması ve protokolü tanımak zorundadır. 

b) Yukarıda da değinildiği gibi, Suriye bağımsızlığına kavuştuktan sonra 1944 yılında Fransa’nın yapmış olduğu antlaşmaları tanıdığını bildirmiştir. 
Dolayısıyla Hatay ile ilgili Türkiye’nin imzaladığı 1939 tarihli protokol esas alınması gerektiğinden, uluslararası topluluğa yansıtılmış olan Suriye’nin iradesiyle oluşturduğu bu iç hukuk işlemi, Suriye’nin Hatay ile ilgili iddialarını hukuksal dayanaktan yoksun kılmaktadır. 

Suriye’nin Asi Nehriyle ilgili Yaklaşımı

Suriye’nin Fırat ve Asi’ye yönelik su politikası birbiriyle çelişmektedir. Ayrıca Hatay üzerindeki Türk egemenliğini tanımadığı için, Asi Nehri’ni Türkiye ile görüşmekten kaçınmaktadır.22 Fırat ve Dicle Nehirlerinin aksine Asi Nehrinde aşağı kıyı devleti konumunda olan Türkiye’ye karşı Suriye’nin politikası ise, sözde, nehrin aktığı Hatay ilinin kendisine ait olması nedeniyle nehrin uluslararası değil, ulusal nehir olduğu yönündedir.
23 Bu nehirle ilgili anlaşmazlığın temel nedenlerinden biri Suriye’nin Hatay’la ilgili bu tür iddialarından kaynaklanmaktadır.24 Suriye, aşağı 
çığır ülkesi konumunda olduğu Fırat ve Dicle bakımından sulardan faydalanma hakkıyla ilgili “doğal durumun bütünlüğü”, “öncelikli kullanım” ve “adil kullanım” doktrinlerine dayanırken, Türkiye’ye göre yukarı çığır ülkesi olduğu Asi nehri konusunda Türkiye’yi dışlayarak “mutlak egemenlik” doktrinine yakın bir eğilim göstermektedir. Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin tanınmamasından da kaynaklanan Suriye’nin bu yaklaşımı, sular konusunda sürekli ve istikrarlı bir politika izlememesine yol açmaktadır.25 1993 yılında Türkiye ile Suriye arasındaki su sorunlarının çözülmesiyle ilgili yapılan görüşmelerde Türkiye tarafından Fırat-Dicle nehriyle birlikte Asi nehrinin de görüşmelere dahil edilmek 
istenmesinden dolayı Suriye görüşmelerden ayrılmış ve Asi nehriyle ilgili sorunların tartışılmasını reddetmiştir.26 

Suriye’nin Dicle ve Fırat nehirlerinde aşağı kıyı ülkesi olmasından dolayı ileri sürdüğü tezler ve dayandığı doktrinler, Türkiye tarafından Asi Nehri için kendisine karşı ileri sürülmektedir. Bundan dolayı, Suriye’nin Asi nehri konusunda görüşmelere karşı çıkması, bu ülkenin kendisi için hayati önem arz eden Fırat Nehri konusunda ödün vermemek istemediğinden kaynaklandığı vurgulanmaktadır.27 Asi sularından yararlanmanın en doğal hakkı olduğunu ve nehir üzerindeki her türlü tasarrufu Lübnan ile birlikte kullanabileceğini ileri süren Suriye, 2. Dünya Savaşı başlangıcında Fransa ile anlaşarak İskenderun (Hatay) sancağını “zorla gasp ettiğini” iddia ettiği Türkiye ile Asi nehrinin görüşülmesi, Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin tanınması anlamına geleceğini belirtmekte ve bu sancağın Suriye’ye iade edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.28 

< İki ülke vatandaşlarına vize uygulamasının kaldırılmasıyla doruk noktasına kavuşan yakınlaşma ve birçok alanda işbirliği yapılması kararı alınması iki ülkenin bütünleşmesini beraberinde getirmiştir. 
Bu gelişmeler aynı zamanda su konusunda da daha rahat anlaşma sağlanabileceğinin işareti olarak değerlendirilebilir. >



2002 yılının haziran ayı başlarında Asi nehri üzerinde Suriye’nin yaptığı barajın yıkılması ile oluşan sel, Suriye’deki birçok yerleşim birimlerini etkilerken Hatay bölgesini de olumsuz etkilemiştir. Suriye yetkililerinin bu durumla ilgili Türkiye’ye bilgi vermemesi ve işbirliğinden kaçınmaları, konunun Suriye’nin iç sorunu olarak görmelerinden ve dolayısıyla Hatay’ı kendi toprakları olarak saymalarından kaynaklanmaktadır.29 Hatay bölgesiyle ilgili Suriye’nin iddiaları, Asi nehri konusunda Türkiye ile herhangi bir antlaşma yapılması olanağını önlemektedir. 20 Eylül 1994 tarihinde Lübnan ile yaptığı “Asi sularının paylaşılması” antlaşmasında Türkiye ile ilgili bir düzenleme yapılmamasının ve bu antlaşmadan Türkiye’nin haberdar edilmemesinin nedeni budur.30 

Türkiye’nin Yaklaşımı ve Suriye’nin Sorumluluğu 

Esasen Türkiye 1950 yılında Suriye’nin Ghab projesine itiraz etmesinden sonra itirazını 1995 yılına kadar Suriye’nin Asi nehri kullanımına ilişkin olarak etkin bir şekilde sürdürmemiştir. 1995 yılından itibaren Türk Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, Hatay bölgesinin daha önceki nehir akımının ancak onda birini aldığını bildirerek, nehir akımın yıllık olarak 1,55 milyar m3’ten 0,14 milyar m3’e düştüğüne işaret etmiştir. Suriye, ise nehir akımındaki su azalmasının kendi kullanımından değil kuraklıktan kaynaklandığını savunarak Türkiye’nin suçlamalarına cevap 
vermiştir.31 Türkiye, Suriye’nin sular konusunda çelişkili davrandığını, aşağı kıyı devleti olduğu Fırat sularından daha fazla hak isterken, Asi nehrinin aşağı kıyı devleti olan Türkiye’nin sulardan faydalanma hakkını engellediğini belirtmektedir. 

Suriye’nin nehri aşırı kullanımı zaman zaman Türkiye tarafına gelen suyun tamamen kurumasına yol açmaktadır. Türkiye’ye ulaşan sularda ise yoğun olarak zehirli atık bulunmakta ve Hatay bölgesini olumsuz etkilemektedir.32 Bu durum zamanımıza kadar devam etmektedir. Son yıllarda Suriye’nin barajlarında su tutması ve aşırı sıcaklar, Türkiye’nin en verimli topraklarına sahip Hatay’daki Amik ovasını sulayan Asi nehrinin tamamen kurumasına yol açmıştır. 

Türkiye’nin Fırat ve Dicle üzerindeki barajlarla su hakimiyetini sağlamasının ardından iki ülke arasında yaşanan su gerginliği, Suriye’nin Asi nehrinin üzerine Katina, Moharda, Mostar, Direslin ve Elzeyzun barajlarını yapmasıyla doruk noktasına ulaşmıştır. Kışın, zaman zaman doluluk nedeniyle 5 barajın kapağını birden açan Suriye, aynı barajları yazın kapatmaktadır.33 Suriye’nin bu
kullanımı, kendisinin taraf olduğu 1997 tarihli suyollarının ulaşım dışı amaçlarla kullanılmasına dair BM sözleşmesinde geçen “önemli zarar vermeme” ve suların “ Adil ve Makul ” kullanımını öngören hükümlerine aykırıdır. Bu sözleşmede öngörülen zararın somut ve ölçülebilir olmasının unsurları yukarıda da işaret 
edildiği gibi oluşmuştur. Bölgenin kurak olmasının da etkisiyle tarımsal kullanımdan dolayı su miktarında azalma olması mümkün olmakla birlikte, akan sularda zehirli atıkların bulunması Suriye’yi sorumlu kılmaktadır. Sularda zehirli atıkların bulunması açık ve somut zarardır. 

Ayrıca yukarıda da değinildiği gibi Suriye’nin yıkılan barajlarıyla ilgili Türkiye’ye bilgi vermemesi veya Türkiye’ye haber vermeden baraj kapaklarını 
açması sonucunda Hatay bölgesinde nehirden kaynaklanan taşkınlıkların yol açtığı zararlar da bu türden somut zararlardandır. Yukarı devletler suları kullanırken, aşağı devletlere zarar vermeme yükümlülüğü altındadır.34 Türkiye’nin üzerinde durduğu diğer konu ise, Suriye’nin Asi nehriyle ilgili yaptığı projeler ve imzaladığı antlaşmalar konusunda kendisine bilgi verilmemesi, Türkiye’ye karşı iyi niyetli yaklaşım sergilenmemesi ve bu tür işlemlerde kendisinin göz ardı edilmesidir.35 Açıktır ki Suriye’nin bu tutumu, taraf olduğu söz konusu BM sözleşmesinin suyollarının kullanımında devletlerin katılım ve işbirliğinde bulunmaları gerektiğiyle ilgili 5. Madde hükmüyle çelişmektedir.36 

Türkiye, Asi ve Fırat nehirleriyle ilgili bir kıyaslamada bulunarak, Fırat’ın debisinin saniyede 100 m3e indiği zaman bile 500 m3/sn tutarındaki 
suyu Suriye’ye bıraktığına dikkat çekerek, Asi sularının Suriye ve Lübnan tarafından tamamen tüketilerek Türkiye’nin göz ardı edildiğini belirtmektedir. 
Bu devletlerin sınır aşan sular konusunda Türkiye kadar hasssas olmadığı ve çifte standartlı davrandığını ileri süren Türkiye, Fırat ve Dicle sularının kullanımıyla ilgili görüşmelere Asi nehrinin de dahil edilmesi durumunda sorunların çözülebileceğini vurgulamaktadır.37 

Son yıllarda Suriye’den kaynaklanan kirliliğin giderilmesi için Türkiye tarafından yürütülen çalışmalar kapsamında planlanan Antakya Belediyesi’nin başlattığı Asi Nehri Islah Projesinin önemli bir parçası olan Lastik Set Barajın temel atma töreninde konuşan Hatay Valisi, kirliliğe büyük ölçüde Suriye’nin neden olduğunu, konunun son yıllarda Türkiye’nin iyi ilişkilerinin bulunduğu Suriye makamlarına iletildiğinde onların da kirliliğe sebep olduklarını doğruladıklarını ve Asi Nehri’nin ekolojik dengesinin korunması için çalışma yapacaklarını belirttiklerini bildirmiştir.38 

Değişik amaçlarla Suriye tarafında kurulan sanayi tesislerinin nehre karıştırdıkları zehirli atıklarının Hatay bölgesinde neden olduğu önemli 
çevresel zararların giderilebilmesi için Suriye’nin Türkiye ile işbirliği yapması gerekir. Türkiye’nin aşağı kıyı devlet, Suriye’nin ise ara havza devleti 
durumunda olduğu Asi Nehriyle ilgili politikaya Türkiye şu nedenlerden dolayı önem vermektedir:39 

a. Türkiye, Fırat ve Dicle Nehirleriyle ilgili yapılacak herhangi bir antlaşmaya Asi Nehri’ni de dahil etmek istemektedir. 

b. Türkiye, Fırat sularının paylaşılmasını isterken Asi Nehri’nin kullanımı ve paylaşımı konusunda aynı politikayı izlemek istemeyen Suriye’yi, uluslararası 
alanda sorunun kaynağı olarak göstermektedir. 

c. Suriye, nehrin sularını Türkiye’ye yetmeyecek kadar aşırı kullanması nedeniyle Hatay bölgesinin tarımsal arazilerinin zarar görmesine ve bölgede 
önemli kuraklığa yol açmaktadır. 

Sonuç 

Su potansiyeli Fırat’tan çok küçük olmakla birlikte, Türkiye’nin aşağı-kıyıdaş konumda olduğu Asi Havzasının durumu yukarıdaki hususlar açısından özel önem taşımakta ve Suriye ile su görüşmelerinde tartışılacak birçok yönü bulunmaktadır. Kaldı ki Türkiye, Asi Havzasında 165,000 hektar arazinin sulanmasını öngörmekte [Devlet Su İşleri (DSİ)-1995] olduğundan, bunun tamamının Türkiye’den kaynaklanan sularla sulanması pek mümkün değildir. Türkiye’den Ortadoğu’ya hangi kaynaktan ne kadar suyun aktarılacağı konusunda yapılacak antlaşmalarda, Türkiye’ye ek yük getirilmeden, Asi Havzasının durumunun da kesinliğe kavuşturulması gerekmektedir.40 Ne var ki şimdiye kadar bu konuda henüz bir antlaşma yapılmış değildir. 

Suriye’nin Asi Nehri konusunda Fırat ve Dicle Nehirleriyle ilgili izlediği politikadan ayrılması, sular konusunda Türkiye ile antlaşma zemininin oluşmasını zorlayan önemli nedenlerden biridir. Bununla beraber son yıllarda Türkiye ile Suriye ilişkilerinde bir yakınlaşma gözlemlenmiş, Devlet Başkanı Hafız Esad’ın ölümü sonrasında yerine geçen oğlu Beşar Esad’ın babasından farklı olarak ılımlı politikalar izlemesi ve 6 Ocak 2004 tarihinde Türkiye’yi ziyareti, iki devlet arasındaki sorunların giderilmesinde önemli aşama olarakdeğerlendirilmiştir. Ayrıca uluslararası hukuk doğrultusunda ülke tanımlarının yer aldığı çifte vergilendirmenin önlenmesi ve yatırımların karşılıklı teşviki ve korunması anlaşmalarının imzalanması, Suriye’nin Hatay konusundaki iddiasından geri adım atacağı41 sonucunu doğurabilir. İki ülke vatandaşlarına vize uygulamasının 
kaldırılmasıyla doruk noktasına kavuşan yakınlaşma ve birçok alanda işbirliği yapılması kararı alınması 42 iki ülkenin bütünleşmesini beraberinde 
getirmiştir. Bu gelişmeler aynı zamanda su konusunda da daha rahat anlaşma sağlanabileceğinin işareti olarak değerlendirilebilir. 

Asi nehrini da içerecek Dicle ve Fırat nehirleriyle ilgili yapılacak kapsamlı ve kalıcı antlaşmanın yapılması, her iki ülkenin ekonomik ve sosyal entegrasyonunu güçlendireceği gibi bölgede sürekli ve istikrarlı bir barışın kurulmasını mümkün kılacaktır. Türkiye ve Suriye’nin sular konusunda 
yapacağı işbirliği, Ortadoğu’nun hem su kaynaklı hem de diğer sorunlarının çözümüne önemli ölçüde katkı sağlayacaktır. 


DİPNOTLAR; 

1 Salha, Samir , Türkiye, Suriye ve Lübnan İlişkilerinde Asi Nehri Sorunu, Dış Politika Enstitüsü y. , Ankara 1995, s.13.; AnaBrtitannica, Hürriyet Gazetesi Yayınları, 1993, İstanbul, C. 3, s. 153.; Bilen, Özden, Ortadoğu Su Sorunu ve Türkiye, TESAV y. , Ankara 1996, s. 103.; Ezeli Azarkan, “Asi Nehri Sorunu”, 
Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, s.7, 2003, s. 5. 
2 Salha, a. g. e. , s. 15. 
3 Azarkan, a. g. e. , s. 5.; Salha, a. g. e. , s. 15. ; Akmandor, Neşet, “Su Sorununun Fiziksel Boyutları”, Ortadoğu Devletlerinde Su Sorunu, TESAV y., No.4, Ankara, 1994, s. 27. 
4 Salha, a. g. e. , s. 15. 
5 İbrahim Mazlum, “Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları Açısında Sınıraşan Sular Sorunu”, En Uzun On Yıl, der: Gencer Özcan-Şule Kut, Büke yayınları, İstanbul, 2000, s. 378. 
6 İbrahim Mazlum, Water in the Middle East: The Scarce Resource of Region, Marmara University, unpublished Master Thesis, 1996, s. 88 
7 Ibid., s. 88. 
8 Greg Shapland, Rivers of Discord International Water Disputes in the Middle East, published by C.Hurst&Co., London, 1997, s. 146; 
http://suriye.ihh.org.tr/turkiye/sondonem/su/su.html
9 Shapland, a. g. e. , s. 147. 
10 Mazlum, age, s. 89. 
11 Salha, a. g. e. , s. 11. 
12 Arnon Soffer, Rivers of Fire, pub. by Rowman and Littlefield, 1999, Maryland, s. 208. 
13 Özkan, Naki, “Türkiye su zengini değil” , 24 Mart 2000, 
www.milliyet.com.tr 
14 Salha, a. g. e. , s. 26. 
15 Salha, a. g. e. , s. 27. 
16 Münevver Aktaş Acabey, Sınıraşan Sular, Beta yayınları, İstanbul, 2006, s. 272. 
17 Orhan Tiryaki, Sınır Aşan Sular ve Ortadoğu’da Su Sorunu, TSK yayınları, Cem ofset matbaacılık, İstanbul, tarihsiz, s.59. 
18 Ömer Osman Umar, Türkiye-Suriye İlişkileri (1918-1940), Fırat Üniversitesi Orta-Doğu Araştırmaları Merkezi yayınları, Elazığ, 2003, s.250.; Azarkan, a. g. e. , s. 12. 
19 Umar, a. g. e. , s. 250. 
20 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, III. Kitap, 3.baskı, Turhan Kitabevi, Ankara, 1999, s. 36.; Salha, a. g. e. , s. 42. 
21 Pazarcı, a. g. e. , s. 32 ve s. 34. 
22 Özkan, Naki, “Türkiye su zengini değil”, Milliyet Gazetesi , 24 Mart 2000, www.milliyet.com.tr 
23 Salha, age, s. 22.ve 23. 
24 İbrahim Kaya, “Türkiye’nin Sınıraşan ve Bölgesel Sular Politikası: Hidropolitik ve Hukuksal Bir Yaklaşım”, 19802003 Türkiye’nin Dış, Ekonomik, Sosyal ve İdari Politikaları, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2003, s. 107. 
25 Azarkan, a. g. e. , s. 9-10.; Konuralp Pamukçu, “Su Sorunu Çerçevesinde Türkiye, Suriye ve Irak İlişkileri”, Türk Dış Politikasının Analizi, Der: Faruk Sönmezoğlu, Der yayınları, no. 137, İstanbul, 2004, s. 265. 
26 Ali Çarkoğlu ve Mine Eder, “Domestic Concerns and the Water Conflict over the Euphrates-Tigris River Basin”, Middle Eastern Studies, Vol. 37, No. 1, (Jan., 2001), s. 68. 
27 Azarkan, a. g. e. , s. 12. 
28 Salha, a. g. e. , s. 38.Tiryaki, a. g. e. , s. 218.; Azarkan, a. g. e. , s. 12; Shapland, a. g. e. , s. 146. 
29 Kaya, a. g. e. , s. 107. 
30 Salha a. g. e. , s. 21. 
31 Shapland, a. g. e. , s. 147. 
32 Salha a. g. e. , s. 40. 
33 Asi nehri çöle döndü, 2007-08-09, 
http://www.yenibursa.com/Asi-nehri-cole-dondu-7855.html 
34 Mehmet Dalar, Su Sorununda Ulusal ve Uluslararası Legal Perspektifler: Fırat ve Dicle, Alfa Aktüel Yayınları, Bursa, 2007, s. 69, s. 78, s. 250. 
35 Salha a. g. e. , s. 37. 
36 Dalar, a. g. e. , s. 69. 
37 John Bulloch and Adel Darwish, Su Savaşları, çev: Mehmet Harmancı, Altın kitaplar y., 1994, İstanbul, s. 64.; Tiryaki, a. g. e. , s. 218. 
38 Mehmet Hüseyin Zorkun, 17.07.2007, http://www.flasgazetesi.com.tr/haberDetayMiddle.asp?ID=399 
39 Salha, s. 23-24. 
40 Öziş, Ünal ; Baran, Türkay ; Özdemir, Yalçın ; Fıstıkoğlu , Okan ; Türkman, Ferhat ve Dalkılıç, Yıldırım, “ Türkiye’nin Sınır - Aşan Sularının Su Hukuku ve Su Siyaseti Açısından Durumu ”, s. 6, 
www.suvakfi.org.tr/sinira-san.DOC, 03.Aralık 2002. 
41 NTV, “Ankara-Şam ilişkilerinde yeni dönem”, 31 Ocak 2004, 
http://www.ntvmsnbc.com/news/251405.asp. ; Kaya, a. g. e. , s. 107.; Veysel Ayhan,“Türkiye-Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem:Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”, Ortadoğu Analiz, Orsam y., (Kasım 2009), sayı 11, s. 27. 
42 Ayhan, a. g. e. , s. 27. 

...

8 Nisan 2016 Cuma

2011’DE TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ: REALİTENİN SOĞUK YÜZÜ



2011’DE TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ: REALİTENİN SOĞUK YÜZÜ


YAZANHabibe ÖZDAL

Kapak Konusu 
2012 Ocak 
ANALİST DERGİSİ 2012


RESİM  KOY; REALİTENİN SOĞUK YÜZÜ TÜRKİYE RUSYA İLİŞKİLERİ

Türkiye-Rusya ilişkilerinde 2000’lerin ortasında başlayan ve bugüne dek devam eden ‘iyimser’ hava bazı bölgesel ve küresel gelişmeler nedeniyle oldukça dağıldı. Tarihte ‘hiç olmadığı kadar iyi olan’ ilişkilerin bazı sınırlarının olduğu farklı örnek olaylar vesilesiyle görünür hale geldi. Uzun bir geçmişi olan Kıbrıs sorunu ile geçtiğimiz yıl beklenmeyen bir şekilde patlak veren Arap Baharının ortak noktası, Türk-Rus ilişkilerini değerlendirirken bazı reel faktörleri hatırda tutma gereğini gösteriyor olmalarıdır.


Kuzey komşumuz ile olan ilişkiler genellikle iki kutuplu dünyanın düşünsel mirası çerçevesinde değerlendirildiğinden Moskova ile işbirliği önerisine şüpheyle bakılır. “Tarih boyunca savaşmış iki eski imparatorluk” söylemine bir de Soğuk Savaş yıllarının gerginliği eklendiğinde 2000’li yılların ilk yarısında Rusya Federasyonu ile kurulan ‘yeni düzeyli ilişki’ bir başarı hikâyesi olarak sunuldu. Ancak bu durumu aşırı uçlara taşımamak gerekir. Zira mevcut ekonomik ilişkilerin asimetrik yapısının yanı sıra siyasi ilişkilerin güvenlik alanına hapsolması ilişkilere doğal bir sınır çiziyor.


Ekonomi penceresinden bakıldığında enerjinin ağırlığının hissedildiği ikili ticari ilişkilerin hızla geliştiği görülüyor. Öyle ki 2008 yılında küresel finansal krizden hemen önce iki ülkenin ticaret hacmi 38 milyar doları buldu. 2010 yılı verilerine göre Rusya Türkiye’nin ikinci büyük ticaret ortağı iken Türkiye Rusya’nın beşinci büyük ihracat ortağı. Önümüzdeki beş yıllık dönemde 100 milyar dolarlık bir ticaret hacmi hedefleniyor. Ancak Türkiye’nin Rusya’dan temel olarak enerji ithal etmesine karşılık Türkiye’nin ihracatında sebze-meyve ve tekstil ürünleri başı çekiyor. 2010 yılında 26,2 milyar dolar olacak ticaret hacmine karşılık, Türkiye’nin Rusya ile ticaretinde ihracatın ithalatı karşılama oranı yalnızca yüzde 21. Bu oranın AB ile olan ticarette yüzde 90 düzeyinde seyrettiğini hatırlatmak gerekir. Bu nedenle ekonomik ilişkilerin asimetrik yapısı, uzun dönemde Türkiye açısından sürdürülebilir olmayan bir özellik taşıyor.

Ticari ilişkilerin temel itici güç olması nedeniyle, ekonomide yoğunlaşan etkileşimin uzun dönemde siyasi ilişkilere de ‘yayılma etkisi’ göstereceği fikri yaygın. Ne var ki ekonominin siyasette sorun çözücü bir araç olabilmesi için ülkeler arasındaki güvenlik endişelerinin giderilmesi gerekiyor. Oysa hâlihazırda Türkiye ile Rusya arasında hem iş birliği hem de rekabetin bulunduğu bir ‘siyasi düalizm’ söz konusu. Öyle ki Türk karar alıcılar açısından Rusya, bölgesel istikrarın sağlanması ve sürdürülmesinde en önemli aktörlerden biri olarak değerlendirilirken Rus siyaset yapıcıları arasındaki etkin bir kesime göre Türkiye, ezeli bir rakip. Diğer taraftan bölgesel ve küresel gelişmelerin değerlendirilmesindeki paradigma farklılıkları da siyasi ilişkilerin önündeki en önemli handikap. 2011 yılında söz konusu durumun pek çok örneğini görmek mümkün oldu.

Siyasi ilişkilerin krizlerle imtihanı


Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasında vuku bulan halk ayaklanmalarını Ankara ve Moskova taban tabana zıt perspektiflerden değerlendiriyor. Rusya kendi iç siyasal yapısındaki sorunlar nedeniyle halk ayaklanmalarını ülkelerin iç meseleleri olarak görme eğiliminde. Dahası Esed rejiminin demokratik talepler doğrultusunda ya da uluslararası müdahale ile devrilmesi ihtimali Moskova açısından kabul edilebilir değil. Türkiye’nin dış politikada öncelikleri ve Suriye örneğinde takındığı tavır ise Batı’ya paralel ve demokratik hareketlerin desteklenmesi yönünde. Dış politika araçları açısından da Rusya’nın daha ziyade askeri tedbirleri ön plana çıkararak ‘sert güç’ unsurlarına başvurduğunu, Türkiye’nin ise ‘yumuşak güç’ ile farklı diyalog kanalları arayışında olduğu görülüyor.


Ekonomik ilişkilerin siyasi sorunlarının çözümünü kolaylaştıracağı varsayımının henüz Türk-Rus ilişkilerine uyarlanamayacak olduğunu gösteren bir diğer gelişme iki ay önce Kıbrıs konusunda yaşandı. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Akdeniz’de sondaj çalışmalarına başlamasına karşılık Türkiye’nin Koca Piri Reis gemisini Akdeniz’e göndermesini takiben Rusya, tek uçak gemisi Amiral Kuznetsov’u Akdeniz’e tatbikat yapmak üzere gönderdi. Dahası aynı dönemde Rus Dışişleri Bakanı Lavrov Rusya’nın Güney Kıbrıs’ın kalkanı olduğunu belirterek Rus denizaltılarının Güney Kıbrıs’ın güvenliği için bölgede olduğunu hatırlattı. Rum Kesimi’nin ‘kayıtsız şartsız’ destekçisi durumundaki Rusya’nın bu taktiksel adımında Türkiye ile ilişkilerin gözetildiğini söylemek pek mümkün değil. Aksine çok aktörlü kriz dönemlerinde Rusya, kendi pozisyonunu kuvvetlendirmenin yolunu ararken, zaman zaman Türkiye’nin bölgesel etkinliğinin artmasına karşı olan rahatsızlığını da böylesi politik adımlarla dengelemeye çalışıyor.

Son olarak NATO’nun Avrupa’ya konumlandırmayı planladığı füze kalkanı sistemi, Rusya’nın Türkiye’yi de içine alan bir tehdit söylemine başvurmasına kaynaklık etti. Türkiye’nin söz konusu proje çerçevesinde yer alması NATO üyeliği zeminine oturuyor. Bu bağlamda Moskova Ankara’yı NATO’dan bağımsız olarak ülkesel anlamda hedef almıyor ancak diplomatik ziyaretler söz konusu olduğunda Ankara-Moskova ilişkilerini ‘stratejik ortaklık’ olarak değerlendiren Türk basınında “Rusya füzelerini Türkiye’ye çevirdi” manşetlerini görmek pek tutarlı değil.


Tarihsel süreçte karşılaştırmalı şekilde incelendiğinde Türk-Rus ilişkilerinde gelinen aşama yadsınamayacak ölçüde. Ancak Türkiye’de özellikle 2000’lerin ortasından bu yana siyaset yapıcıların ikili ilişkileri ‘çok boyutlu ortaklık’ olarak nitelendirme eğilimi gelinen noktada fazlaca iyimser kalıyor. Zira ekonomideki asimetrik karşılıklı bağımlılık uzun vadede Türk ekonomisi açısından sürdürülebilir değil. Diğer taraftan yoğunlaşan ticari ilişkilerin siyasi sorunların çözümü ve ortak dış politika oluşturulmasında itici güç olabilmesinin önünde Rus karar alıcıların, bölgesel ve küresel meselelerde aktif rol oynayan Türkiye’yi potansiyel rakip olarak değerlendirmesi var. Dahası Ankara ve Moskova’nın uluslararası sistem okumaları da oldukça farklılaşıyor. Türkiye uluslararası alandaki etkinliğini yumuşak güç unsurlarına dayandırıyor. Kendisini çok kutuplu sistemdeki kutuplardan biri olarak gören Rusya ise‘büyük güç politikası’ izliyor. Rus dış politikasının araçları daha ziyade askeri güç ve enerjinin silah olarak kullanılması gibi sert güç unsurlarına dayanınca, Ankara-Moskova hattında ilişkiler doğal sınırlarına indirgeniyor.

http://www.analistdergisi.com/sayi/2012/01/2011-de-turkiye-rusya-iliskileri-realitenin-soguk-yuzu



3 Ekim 2015 Cumartesi

BAĞIMSIZLIK YILLARINDA AZERBAYCAN -TÜRKİYE İLİŞKİLERİ*





BAĞIMSIZLIK YILLARINDA  
AZERBAYCAN -TÜRKİYE  İLİŞKİLERİ* 






BAĞIMSIZLIK YILLARINDA  AZERBAYCAN -TÜRKİYE İLİŞKİLERİ* 

Ali MESiMOV** 

Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle bağımsızlığını elde eden Azerbaycan’ı tanıyan ilk devlet Türkiye olmuştur. Geçen on yıllık süre boyunca daha da yakınlaşan iki kardeş ülke ilişkileri, bazı küçük istisnalar dışında, hep olumlu yönde gelişmiştir. Siyasi ilişkilerin sıcak bir döneme girmesinin yanısıra, pazar ekonomisine geçiş yapan Azerbaycan’a Türk yatırımcılar tarafından önemli yatırımlar yapılmış, sosyal ve kültürel ilişkiler genişlemiştir. Bu çalışmada, Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin ekonomik boyutu üzerine bir değerlendirme yapılmış ve iki ülke arasındaki ilişkilerin gelecekte daha iyi bir seviyeye ulaşması için önerilerde bulunulmuştur. 

1988’den başlayarak genişleyen milli bağımsızlık hareketi 4 yıl sonra Azerbaycan’ın bağımsızlığını elde etmesi ile sonuçlandı. Ağustos 1991’de Moskova’da GKÇP’nin (Olağanüstü Hal Devlet Komitesi) darbe teşebbüsünün başarısızlığı Sovyetler Birliği’nin çöküşünde bir katalizör oldu. Bağımsızlık uğruna mücadele veren Azerbaycan halkının isteği doğrultusunda Azerbaycan Parlamentosu 18 Ekim 1991’de bağımsızlık konusunda anayasal bildiriyi kabul etti. Bu tarihi fırsatın mümkün olduğunca optimum değerlendirilmesi ve bağımsızlığın gerçek bir nitelik kazanması için genç Azerbaycan devletinin çok sayıda probleme çözüm bulması gerekmekteydi. Bu problemlerin içerisinde en önemlileri şunlardı: 

* Makale Türkistan Araştırmaları Masası Asistanı Nermin Güler tarafından çevrilmiştir. 
** Azerbaycan Bağımsız Ekonomistler Birliği Başkanı 
Avrasya Dosyası, 
Azerbaycan Özel, İlkbahar 2001, Cilt: 7, Sayı: 1, ss. 274-285. 


AVRASYA DOSYASI 

• Milli değerlere ve demokrasiye dayanan güçlü Azerbaycan devletinin inşa edilmesi; 
• Moskova’nın doğrudan askeri yardımı ve katılımı ile Ermenistan tarafından işgal edilmiş Azerbaycan topraklarının işgalcilerden kurtarılması ve toprak bütünlüğünün temin edilmesi; 
• Azerbaycan’ın çok güçlü ekonomik potansiyelini optimum şekilde kullanarak halkın tüm kesimlerine insana yakışır bir hayat seviyesinin temin edilmesi; 
Bu hayati problemlerin çözümünün hızlandırılması öncelikle Azerbaycan’ın kendisine, ülkede demokratik toplumun kurulmasına bağlı olmakla birlikte, 
kanı bir, canı bir iki ülkenin, Azerbaycan ve Türkiye’nin, kardeşliğine gerçek anlam kazandırılmasına bağlı olacaktır. 
• Azerbaycan’ın uluslararası topluma entegrasyonunu güçlendirmek yolu ile ülkemizin modern dünya toplumunda kendi potansiyeline uygun bir yere gelmesine çalışılması. 
Bu hayati problemlerin çözümünün hızlandırılması öncelikle Azerbaycan’ın kendisine, ülkede demokratik toplumun kurulmasına bağlı olmakla birlikte, kanı bir, canı bir iki ülkenin, Azerbaycan ve Türkiye’nin, kardeşliğine gerçek anlam kazandırılmasına bağlı olacaktır. 
Azerbaycan bağımsızlığını kazandıktan sonra Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinin çok yönlü bir şekilde geliştirilmesi için çok elverişli fırsatlar, çok sayıda ayrıcalıklar ve daha da önemlisi halklarımızın aynı istek ve arzularından kaynaklanan talepler ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlileri arasında aşağıdaki noktalar özel bir anlam taşımaktadır: 
• Türkiye ile Azerbaycan’ın bir millet, iki devlet olarak doğal müttefiktir. 
• Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkmış uygun fırsattan ve dünyada yaşanan küreselleşme sürecinin olumlu yönlerinden faydalanmak ve olumsuz yönlerinden zarar görmemek için Türkiye ve Azerbaycan’ın kendi çabalarını birleştirmesi objektif bir zorunluluktur. 
• Azerbaycan’ın doğal kaynakları bakımından zengin olması iki kardeş ülke arasında işbirliğinin devamı ve gelişmesi için geniş imkanlar sağlamaktadır. 
• Doğu ile Batı arasında entegrasyonun genişlemesi için planlanan Büyük İpek Yolu, Trans Hazar Boru Hattı, Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı gibi 21. yüzyılın büyük projeleri Azerbaycan-Türkiye ilişkilerini daha nitelikli ve daha ileri bir aşamaya götürecektir. 
• Modern uluslararası politikada Türk Dünyası faktörünün giderek daha çok dikkate alınması büyük ölçüde Türkiye-Azerbaycan stratejik işbirliğinin derinleşmesine bağlıdır. 
Bu fırsat ve gerçeklerden faydalanmak amacıyla bağımsızlığını kazanmasından beri geçen on yıllık dönem boyunca Azerbaycan ve Türkiye arasında yüzelliye yakın anlaşma, protokol ve diğer belgeler imzalanmıştır. Bunların içerisinde aşağıdakiler özel önem taşımaktadırlar: 
• Türkiye Cumhuriyeti ve Azerbaycan Arasında Dostluk, İşbirliği ve İyi Komşuluk Anlaşması (Ankara, 24.01.1992); 
• Türkiye-Azerbaycan Ticari ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (Ankara, 02.01.1992); 
• Türkiye ve Azerbaycan Arasında Kredi Konusunda Anlaşma (İstanbul, 02.11.1992); 
• Karadeniz Ekonomik İşbirliği Eğitim, Kültür, Bilim ve Haberleşme Anlaşması (İstanbul, 06.03.1993; Bakü, 09.01.1995); 
• Türkiye ve Azarbaycan Arasında Bilimsel, Teknik, Sosyal, Kültürel ve Ekonomik Alanlarda İşbirliği Anlaşması (Ankara, 09.02.1994); 
• Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Azerbaycan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Askeri Alanda Eğitim, Teknik ve Bilimsel İşbirliği Anlaşması (Ankara, 10.05.1995); 
• Türkiye ve Azerbaycan Arasında Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması (Bakü, 04.01.1997; Ankara, 25.07.1996); 
• Azerbaycan Cumhuriyeti Hükümeti ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Küçük ve Orta Ölçekli Sınai İşletmelerin Geliştirilmesine İlişkin İşbirliği Hakkında Protokol (Ankara, 1997). 

Tarihin her döneminde Türkiye’yi kendine güçlü bir dayanak olarak gören Azerbaycan, bağımsızlıktan hemen sonra, özellikle Ebülfez Elçibey yönetimi yıllarında kan bağı bulunan kardeş Türkiye ile yakınlaşmayı dış politikasında öncelik haline getirdi. Bağımsızlığın ilk yıllarından başlayarak imzalanmaya başlanmış sözü edilen anlaşma ve protokoller ise iki kardeş ülke arasında ilişkilerin çok yönlü olarak genişletilmesi ve derinleştirilmesi için güvenilir yasal zemin hazırladı. 

Bu bağlamda, Azerbaycan bağımsızlığını kazandıktan sonra geçen on yıla yakın bir dönem boyunca, Azerbaycan ve Türkiye arasında siyasi, ekonomik, sosyal ve diğer alanlarda ilişkiler gelişmekteydi. 

Bağımsızlığımızın on yılı içinde Türkiye Azerbaycan’ın esas ticari ortaklarından biri haline gelmiştir. 1992’den itibaren Azerbaycan’ın Türkiye ile dış ticaret hacmi 1993, 1997 ve 1999 yılları dışında her yıl yüzde 10 ile yüzde 60 aralığında bir başka ifadeyle de ortalama yüzde otuz altı artmaktadır. Netice itibariyle 1992’de Azerbaycan’ın Türkiye ile 137,7 milyon Dolar olarak hesaplanan dış ticaret hacmi, 2000’de 1,7 kat artarak 233,5 milyon Dolara yükselmiştir. 

Tablo.1. Azerbaycan’ın Türkiye ile Ticaret Hacmi (milyon dolar) 

1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 
Ticaret Hacmi 137,7 102,1 140,9 183,1 256,5 221 355,9 211,5 
1992 yılına oranla 100 74.1 102,3 133 186,3 160,5 258,5 153,6 
İthalat 102,7 68,2 132,1 161,3 218,8 179,7 220,1 142,4 
1992 yılına oranla 100 66,4 128,6 157,1 213 175 214,3 138,6 
İhracat 35 33,9 8,8 21,8 39,7 41,3 135,8 69,1 
1992 yılına oranla 100 96,8 25,1 62,2 113,4 118 388 197,4 
Denge -67,7 -34,3 -123,3 -139,5 -177,1 -138,4 -84,3 -73,3 
1992 yılına oranla 100 50,6 182,1 206,1 261,6 204,4 124,5 108,2 

Kaynak: Azerbaycan Devlet İstatistik Komitesi 

Azerbaycan’ın Türkiye’ye ihraç ettiği mallar arasında dizel, ham petrol, benzin, polietilen, pamuk, pamuk ipliği, deri, meyan kökü, alkollü içkiler, çay, elektronik cihazlar, plastik ürünler ve diğer mallar başlıca kalemleri oluşturmaktadırlar. Türkiye’nin Azerbaycan’a ihraç ettiği mallar arasında ise esas yeri gıda, tekstil ürünleri, elektronik aletler, otobüs, otomobil, traktör, jeneratör, sentetik iplik, plastik ve ham (ürünler) vs. almaktadır. 

Buna rağmen, şimdilik Azerbaycan-Türkiye ticari ilişkilerinin her iki ülkenin potansiyel imkanları ile kıyaslandığında bir hayli zayıf kaldığını belirtmek gerekir. Nitekim, 1992’de Azerbaycan Türkiye’ye 35 milyon dolarlık mal ihraç ederek 102,7 milyon Dolarlık mal ithal etmesine karşın aynı tarihten geçen dokuz yıl içerisinde ihracat 105 milyon Dolara, ithalat ise boşluk olarak 128,5 milyon Dolara ulaşmıştır. 
Dolayısıyla, bağımsızlık yıllarında Azerbaycan’la Türkiye’nin ticaret hacminde % oranında artış yeterli görünse de, ticaret hacminin 1992’de 137,7 milyon Dolardan 2000’de 233,5 milyon Dolara çıkmasını iki kardeş ülkenin potansiyel ticari imkanları bakımından çok başarılı bir gösterge olarak algılamak pek doğru olmaz. Karşılaştırma için belirtelim ki, 2000’de Azerbaycan’ın Rusya ile ticaret hacmi 347.6 milyon olmuştur ki bu da Türkiye ile olan ticaret hacminden % 49 daha yüksektir. 

Azerbaycan’ın Türkiye ve Rusya’ya ihraç ettiği mal oranı aşağı yukarı aynı (%6) olsa da ithalatta Türkiye’nin payı yüzde 11 olduğu halde Rusya’nın payı % 21,3 olmaktadır. Diğer taraftan, son yıllarda Azerbaycan’ın Türkiye ile ticaret hacminde gerileme gözlemlenmektedir. 
Zira, 1998’de Azerbaycan-Türkiye ticaret hacmi 355,9 milyon Dolar, ithalat 220,1 milyon Dolar, ihracat ise 135,8 milyon dolar olarak gerçekleşmişse de, 2000’de ticaret hacmi yüzde 52,4, ithalat yüzde 71,3, ithalat ise yüzde 29,3 oranında düşüş göstermiştir. Karşılaştırma için aynı yıllar içinde Azerbaycan’ın toplam dış ticaret hacminde yüzde 67,4 oranında artış olduğunu belirtmekte fayda vardır. 

Göründüğü gibi, Azerbaycan’la Türkiye’nin ticaret hacminde artış olsa da son yıllarda iki kardeş ülke arasında ticaretin artış hızı Azerbaycan’ın toplam dış ticaret hacmindeki artıştan bir hayli geri kalmaktadır. Bu bağlamda, 1998’de Azerbaycan’ın dış ticaret hacminde Türkiye’nin payı yüzde 21 olmuşsa da, 1999’da bu rakam yüzde 11’e 2000’de yüzde 8’e düşmüştür. Türkiye’nin dış ticaret hacminde Azerbaycan’ın payı ise topu topu yüzde 0.3’tür. Azerbaycan bağımsızlığını elde ettikten sonra Türk işadamları Azerbaycan’a gelmeye, 
ekonominin çeşitli alanlarına yatırım yapmaya, şirketler kurmaya ve işyerleri açmaya başladılar. 1991’den başlayarak gittikçe genişleyen bu süreç, 1998’e kadar genelde yükselen bir grafik çizmekteydi. Zira, aynı yıla kadar Azerbaycan’da faaliyet gösteren 3500’e kadar yabancı şirketin 1225’i veya yüzde 35’i Türk şirketleriydi. Bunların 661’i ortak yatırım (%54), 483’ü yüzde yüz Türk sermayesi ile çalışan şirket (%39,4) ve 81’i (%6,6) ise temsilcilik biçiminde faaliyet göstermekteydi. 

Türkiye’ye ait olan bu şirketler ve diğer ortaklar Azerbaycan ekonomisine 1.3 milyar Dolar civarında yatırım yapmışlardır. Bu rakamlardan yola çıkarsak, 1994-2000 yılları boyunca Azerbaycan ekonomisine yatırılan 5 milyar Dolarlık toplam yabancı sermayenin yüzde 26’sı Türkiye’nin payına düşmektedir. Fakat, Azerbaycan’ın resmi kaynaklarından alınan bilgilere göre 1994-2000 yılları içinde Türk firmaları Azerbaycan ekonomisine 715 milyon Dolarlık yatırım yapmıştır. 

Tablo. 2. Azerbaycan’a Yapılan Doğrudan Yatırımlarda Türkiye’nin Payı ve 1994-2000 Yılları İçinde Değişim Göstergeleri (milyon dolar) 


Toplam                Yabancı Yatırım                     Türkiye’nin Payı Bir Önceki           Yıla Oranla (%) Milyon dolar % 
1994 150,6 40 26,6 100 
1995 218 52 23,9 130 
1996 540 73 13,5 140,4 
1997 1155 188 16,3 257,5 
1998 1480 204 13,8 108,5 
1999 937 103 11,0 50,5 
2000 531 55 10,4 53,4 

Toplam 5011,6 715 14,3 

Kaynak: Azerbaycan Devlet İstatistik Komitesi ve Ekonomi Bakanlığı 

1998’e kıyasla 2000’de Türk şirketlerinin Azerbaycan ekonomisine sermaye yatırımları 3,7 kat azalmıştır. 

Bu rakamlardan yola çıkılırsa 1994-2000 içinde Azerbaycan ekonomisine yatırılmış toplam yabancı sermaye oranında Türkiye’nin payı yüzde 14,3’tür. Böylece, eğer yatırım oranına ilişkin 1,3 milyar Dolarlık bir rakamdan yola çıkarsak, Türkiye, Azerbaycan ekonomisine yatırım yapma sıralamasına göre ABD (1350 milyon Dolar) ile aynı seviyeye ulaşmıştır. 
Eğer resmi kaynaklara bakarsak (715 milyon Dolar), o zaman Azerbaycan ekonomisine yatırım yapma oranına göre Türkiye ABD’den ve İngiltere’den (760 milyon dolar) sonra üçüncü olacaktır. Öte yandan, 1998’den sonra bazı objektif ve sübjektif nedenler yüzünden Türk işadamları Azerbaycan’ı terk etmeye başlamışlardır. Zira, 1998’den 2000’e kadarki süre zarfında Türkiye ve Azerbaycan ortak şirketlerinin sayısı 661’den 376’ya inmiş ya da 1,8 kat azalmıştır. Yüzde yüz Türk sermayesi ile çalışan şirketlerin sayısı ise daha hızlı bir şekilde azalmaktadır. 


Bu şekildeki bir gerileme kendini sermaye yatırımlarında da göstermiştir. Zira, 1994-1998 yılları arasında Türk şirketlerinin Azerbaycan ekonomisine yatırım oranı yüzde 8,5-57,5 aralığında yükselerek beş defa artmıştır. 1999’da Türk şirketlerinin sermaye yatırımları 1998’daki yatırımların yüzde 50’si, 2000’de ise 1999’daki yatırımların yüzde 53’ü seviyesine gerilemiştir. Bir başka deyişle 1998’e kıyasla 2000’de Türk şirketlerinin Azerbaycan ekonomisine sermaye yatırımları 3,7 kat azalmıştır. 1994’te Türk iş adamlarının Azerbaycan ekonomisine yatırmış olduğu sermaye miktarı aynı yıl ülke ekonomisine yapılan toplam yabancı sermayenin yüzde 27’sini, 1995’de yüzde 24’ünü, 1996’da yüzde 14’ünü, 1997’de yüzde 16’sını, 1998’de yüzde 14’ünü, 1999’da yüzde 11’ini, 2000’de ise yüzde 10,4’ünü teşkil etmiştir. 

Bağımsızlık yıllarında Azerbaycan-Türkiye ekonomik ilişkileri çerçevesinde bankacılık ve sigortacılık alanında da önemli aşamalar kaydedilmiştir. Azerbaycan’da Azer-Turbank (ortak), Baybank, Çibank (ortak), Garanti Leasing (ortak), Koçbank, Azerbaycan İş Bankası (ortak) ve Royalbank (ortak) gibi 7 banka ve 3 ortak sigorta şirketi mevcuttur. Azerbaycan’da faaliyet gösteren 11 yabancı sermayeli veya yabancı sermaye iştiraklı bankanın yüzde 64’ü Türk bankalarıdır. Fakat, bunlar şimdilik Azerbaycan’ın bankacılık sisteminde pek önemli rol üstlenememektedir. 


Tablo.3. Türk Eximbank’ın Türk Cumhuriyetlerine Açtığı Krediler (milyon dolar) 

Toplam Kullanılan Geri Ödenmeyen         Azerbaycan           Mal Kredisi              Proje Kredisi 
250 
100 
150 
91,7 
59,6 
32,1 
11,8 

Kazakistan     Mal Kredisi    Proje Kredisi 
240 
40 
200 
213 
40 
173 
5,9 

Kırgızistan      Mal Kredisi      Proje Kredisi 
75 
37,5 
37,5 
47 
35 
12 
0,8 

Özbekistan    Mal Kredisi         Proje Kredisi 

375 
125 
250 
347 
124 
222 

Türkmenistan      Mal Kredisi      Proje Kredisi 

163,3 
75 
88,0 
130,7 
74,9 
55,8 
6,4 

Nahçıvan (mal kredisi) 20 19,6 21,5 

KKTC (mal kredisi) 3,7 3,7 4 


Toplam 1227 852,7 50,4 

Kaynak: Türk Eximbank Dokümanları, 22 Mart 2000 

Bağımsızlık yıllarında Türkiye Cumhuriyeti’nin Azerbaycan’a yaptığı yardımlar arasında Azerbaycan’a açmış olduğu krediler önemli yer tutmaktadır. 
2 Kasım 1992’de yapılan anlaşmaya dayanarak Türk Eximbank’ı Azerbaycan’a 250 milyon Dolarlık kredi açtı. Sonraki anlaşmalara göre bu kredinin 100 milyon Doları mal kredisi, 150 milyon Dolarının ise proje kredisi olması gerekiyordu. Fakat, E. Elçibey yönetimi askeri müdahale sonucu devrildikten sonra söz konusu kredinin iyi bir şekilde değerlendirilmesi için oluşturulan program bir 
kenara atıldı ve bu kredinin sadece yüzde 37’si kullanıldı. 

Mal kredisi gıda ürünleri ve ilaç alımına; proje kredisi ise elektrik süpürgesi, elektrik motorları üretimi imkanlarının oluşturulmasına, un fabrikalarına, Bakü havaalanı terminalinin inşasına, motor yağı üretimine, yolcu ve yük vagonlarının tamirine kullanıldı. 

Öte yandan, Türk Eximbank’ı Azerbaycan’ın yanında diğer Türk devletlerine de toplam hacmi 1227 milyon Dolarlık kredi açmıştı. Kazakistan 240 milyon Dolarlık kredinin 200 milyon Dolarını proje kredisi gibi resmileştirdikten sonra onun 173 milyon Dolarından ya da yüzde 87’sinden, Özbekistan 375 milyon Dolarlık kredinin 250 milyonunu proje kredisi gibi resmileştirerek 222 milyonunu veya yüzde 89’unu projelerde kullandığı halde, Azerbaycan 150 milyonluk proje kredisinin sadece yüzde 21’ini kullanmıştır. Halbuki söz konusu krediyi 
tam ve yararlı bir şekilde kullanmakla Azerbaycan’da onlarca son teknolojiyle kurulmuş üretim alanları yaratmak, binlerce yeni işyeri açmak mümkündü. 

Türkiye’nin, Hazar’ın Azerbaycan’a ait kısımlarındaki petrol ve doğal gaz yataklarının ortak kullanımına dair dünyanın büyük petrol şirketleri ile imzalanan anlaşmalara katılımı, iki ülke ilişkilerinin gelişmesinde önemli etken olmuştur. Azeri, Çırag ve Güneşli petrol yataklarına ilişkin 20 Eylül 1994 tarihinde imzalanan anlaşmaya Amerikan, Rus, Norveçli, Japon ve Suudi Arabistanlı şirketlerin yanısıra Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) da yüzde 6,75’lik bir payla katılmaktadır. Bunun dışında, TPAO 4 Haziran 1996’da imzalanmış Şah Deniz yatağı projesi anlaşmasında yüzde 9, 2 Haziran 1998 tarihli Kürdaşı yatağı projesinde yüzde 5, 21 Temmuz 1998’de imzalanmış Araz, Alov ve 
Şerg petrol anlaşması projesinde ise yüzde 10 paya sahiptir. Buna rağmen belirtmek gerekir ki, Azerbaycan hükümeti şimdiye kadar imzaladığı 
19 petrol anlaşmasının sadece dördünde ya da yüzde 21’inde Türkiye’ye pay ayırmakla cimrilik yapmıştır. 

Bağımsızlık yıllarında Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinde göze çarpan işbirliği çalışmaları arasında eğitim, kültür ve turizm alanında gerçekleşen 
tedbirler önemli bir yere sahiptirler. Azerbaycan’ın binlerce genci Türk üniversitelerinde eğitim almaktadırlar. Azerbaycan’da Türkiye’nin 
yardımı ile açılmış 1 üniversite, 15 orta okul ve 11 lisenin faaliyeti de kardeş ülkenin Azerbaycan için kadro yetiştirme işine önem verdiğinin ciddi bir göstergesidir. 

Türkiye, Azerbaycan topraklarının yüzde yirmisini işgal eden Ermenistan ’ı işgalci devlet olarak adlandıran ve sınırlarını Ermenistan’ın yüzüne kapatan tek devlet olmuştur. 

Sözü geçen eğitim kurumlarında 5000’e kadar Üniversite, ortaokul ve lise öğrencisi eğitim görmektedir. 1999/2000 eğitim yılında Azerbaycan’ın üniversitelerinde eğitim alan 1259 öğrencinin 1059’u yada yüzde 84’ü Türkiye’den gelen gençler olmuştur. Azerbaycan’la Türkiye arasında karşılıklı biçimde eğitim alan öğrencilerin, üniversitelerde ve diğer kurumlarda ders veren öğretim görevlilerinin ve araştırma yapan uzmanların toplam sayısı 6000’den fazladır. 

Türk müteahhit firmaları Azerbaycan’da toplam değeri 600 milyon Dolardan fazla olan altmış projenin gerçekleşmesi için çok yönlü faaliyet göstermektedirler. Günümüzde bu alanda planlanan işlerin yarıdan fazlası yapılmıştır. 

Azerbaycan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk devlet olan Türkiye, bağımsızlık döneminin ilk yıllarından başlayarak gerçek bir kardeşlik yardımı göstermiştir. 1992-1993’te Azerbaycan halkı kendi toprakları uğrunda Ermeni işgalcileri ile savaşa girdiği, Rusya tarafından baskı altına alındığı ve kendisine karşı ambargo uygulandığı bu ağır koşullarda Türkiye Azerbaycan’a buğday ve sağlanmasında önemli rol oynamıştır. 1993’te Türk Kızılay Örgütü Azerbaycan’ın Ağcabedi ve Berde bölgelerinde çadır kentler kurarak savaşta her şeyini kaybetmiş 12 bin Azerbaycan vatandaşına gıda, giyecek, tıbbi ve diğer yardımlarda bulunmuştur. Türkiye belirtilen tarihten beri Azerbaycan’a toplam 60 milyon Dolarlık insani yardım sağlamıştır. Aynı zamanda Türkiye, Azerbaycan topraklarının yüzde yirmisini işgal eden Ermenistan’ı işgalci devlet olarak adlandıran ve sınırlarını Ermenistan’ın yüzüne kapatan tek devlet olmuştur. 

Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinin çok yönlü gelişmesine katkıda bulunan tüm olasılıkları olumlu değerlendirmekle birlikte, mevcut imkanlardan her alanda ve her zaman yeterince faydalanılmadığını belirtmek gerekir. Türkiye Cumhuriyeti kardeşi Azerbaycan’ı yönetimde kimin olduğuna aldırmadan hiçbir yardım ve desteği Azerbaycan’dan esirgememiştir. Fakat, son yıllarda Azerbaycan’daki yönetici çevreler Türkiye’ye karşı kardeşliğe yakışmayacak davranışlarda bulunmaya başlamışlardır. Bürokrasideki başına buyruk bazı memurlar 
Azerbaycan’da iş kurarak ülkeye yararlı olmaya çalışan iş adamları nı sıkıştırmaktadırlar. Vergi ve gümrük sistemindeki yetersizlikler de buna 
eklenince durum daha da ağırlaşmaktadır. Bu yüzden de son yıllarda bazı Türk şirketlerinin Azerbaycan’dan ayrılmaya başlaması Azerbaycan’da yabancı şirketlerin normal faaliyeti için uygun koşulların sağlanmasına acil ihtiyaç duyulduğuna dair ciddi bir işarettir. 

Türkiye’nin Azerbaycan için tüm yönleriyle stratejik önemi çok yüksek olması nedeniyle Türkiye ile ilişkilerde hiçbir alanda gerilemeye izin verilmemesi gerekir. Günümüzde bu konunun aktüalitesi daha da artmıştır. Şöyle ki, son dönemde hem Azerbaycan, hem de Türkiye’ye karşı baskılar artmaktadır. Böyle bir durumda alınması gereken zaruri tedbirler arasında aşağıdaki sorunların çözümü özel önem taşımaktadır: 

1. Azerbaycan ve Türkiye’nin hükümet organlarında çalışan uzmanlar, bilim adamları ve bağımsız uzmanların ve işadamlarının katılımıyla bir komisyonun oluşturulması gerekir. Bu komisyon tarafından son 10 yılda kat edilen yol tüm yönleriyle ve objektif bir şekilde incelenmeli, bu bağlamda iki kardeş ülke arasındaki ilişkilerde duraksamaya neden olan engeller tespit edilmelidir. 
Türkiye-Azerbaycan stratejik ortaklığına ilişkin 2001-2010 yılları için çok yönlü faaliyet programı hazırlanmalı ve yıllara göre gerçekleştirme mekanizması oluşturulmalı ve uygulamaya konulmalıdır. 

Bu program aynı zamanda özü itibariyle Türkiye-Azerbaycan ilişkilerini genişleterek Türk devletleri arasında dostluk, kardeşlik ve işbirliğini güçlendirme programı olmalıdır. 

2. Son zamanlarda Ermenistan, Batılı ülkelerdeki lobisinin yardımı ile bir taraftan sözde Ermeni soykırımı meselesinin bazı büyük devletlerin parlamentolarında tanınması yönünde çabalarını arttırmakta, diğer taraftan da hem Azerbaycan, hem de Türkiye’ye karşı toprak iddiaları öne sürmektedir. Belli ki, bu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giden yolunda Türkiye’ye karşı baskı aracı olarak düşünülmüş oyunun bir parçasıdır. Bu tür baskıların bertaraf edilmesi işinde Azerbaycan hükümeti sözle, yumuşak açıklama ile değil, gerçek eylemlerle Türkiye’ye yardım etmelidir. Herhangi bir konuda Türkiye’nin zayıflamasının Azerbaycan’a 
doğrudan vurulan bir darbe olduğunun anlaşılması gerekir. Bu nedenle de Azerbaycan Türkiye’yi savunmakla kendini de savunmuş olacaktır. Ayrıca, sözde Ermeni soykırımı meselesi ile beraber Karabağ sorununda da Türkiye ile Azerbaycan’nın çabalarını birleştirerek Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Kırgızistan’dan da destek almaya çalışmalarının zamanı gelmiştir. 

Sözde Ermeni soykırımını tanıyan ilk ülke olarak öne çıkan Fransa, daha sonra da AGİT Minsk Grubunun üç eşbaşkanından biri olarak Karabağ sorununun çözümünde kendine özgü bir şekilde ön plana çıkmak istedi. Fakat, Azerbaycan ve Ermenistan Devlet Başkanlarının katılımıyla Fransa Devlet Başkanı Jacque Chirac’ın Paris’te organize ettiği görüşmeden sonuç alınamadı. 

2001’in Nisan ayında ABD’de yapılan görüşmelerden sonra Haziran’da Cenevre’de, Ağustos-Eylül aylarında ise Rusya’da yapılması planlanan görüşmelerde Azerbaycan hükümeti toprak bütünlüğüne aykırı hiçbir belgeye imza atmamalıdır. Aynı zamanda Azerbaycan Karabağ sorununa ilişkin AGİT Minsk Grubunun ABD, Rusya, Fransa biçimindeki mevcut eşbaşkanlık sisteminde ABD, Rusya, Türkiye sistemine geçilmesi konusunda ısrar etmelidir. Sadece bu sistemle Karabağ sorununun çözümünde uluslararası hukukun temel ilkelerinin ve BM Güvenlik Konseyi’nin Ermeni askeri birliklerinin işgal edilmiş Azerbaycan topraklarından koşulsuz olarak çıkmasına ilişkin 822, 853, 874 ve 884 sayılı kararnamelerinin gündeme gelme olasılığı vardır. 


Azerbaycan kendi bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünü pekiştirmek için her şeyden önce uluslararası arenada demokratik bir ülke imajı kazanmalı, güçlü ekonomiye ve güçlü orduya sahip olmalıdır. 


3. Azerbaycan kendi bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünü pekiştirmek için her şeyden önce uluslararası arenada demokratik bir ülke imajı kazanmalı, güçlü 
ekonomiye ve güçlü orduya sahip olmalıdır. Bu sürecin ivedilik kazanması ise önemli ölçüde Türkiye ve Azerbaycan’ın doğal müttefikliğine gerçek bir anlam kazandırılmasına bağlıdır. Bu amaçla iki kardeş ülkenin siyasi, ekonomik, askeri, sosyal vs. alanlarında ciddi ilişkilerin kurulmasına çalışılmalıdır. 

Olayların gidişatı Türkiye’nin Azerbaycan’da güçlü, demokratik devlet kuruculuğu işinde aktif rol almasına büyük ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir. 
Bunun için iki ülke arasında yukarıda bahsedilen yönlerde önem arz eden büyük projelerin beraber hayata geçirilmesi için uğraşmak gerekir. Bu bağlamda Azerbaycan doğalgazının Türkiye’ye ihraç edilmesine ilişkin 12 Mart 2001’da Ankara’da imzalanan anlaşma önemli bir adım niteliğindedir. 

Toplam değeri 2.5 milyar Dolar olan bu anlaşmaya göre 20042018 yılları içerisinde Şah Deniz yatağından Türkiye’ye 80 milyar metreküpe yakın Azerbaycan gazı satılacaktır. Bakü-Ceyhan projesinin gerçekleştirilmesinin hızlandırılması için de her iki ülke kendi çabalarını birleştirerek arttırmalıdırlar. Aynı zamanda Bakü Ceyhan’ın gerçekleşmesinin hızlandırılmasında Kazakistan’ın bu projeye katılmasının önemi ve Rusya’nın bu projeyi engellemek için Kazakistan’a baskı uygulaması da göz önünde bulundurulursa, Türk devletlerinin kendi çıkarları doğrultusunda projeleri hayata geçirmeleri için "Müttefik Paktı"nın imzalanmasının zamanının geldiği söylenebilir. Bu işte Türkiye liderlik yapmalı, Azerbaycan ise "dilde, fikirde, işte birlik" prensibine dayanarak ona yardım 
etmenin yanı sıra kendi problemlerinin çözümünü de TürkiyeAzerbaycan-Kazakistan-Özbekistan-Türkmenistan-Kırgızistan birliği çerçevesinde bütünlük mekanizması aracılığıyla hızlandırmalıdır. 

4. Binlerce Azerbaycan Türkü’nün kanıyla elde edilen bağımsızlığı ilk tanıyan bir kardeş olduğu gibi, bağımsızlığını kazanılmasındaki on yıl boyunca da Azerbaycan’a en fazla destek olan ülke de tabii ki Türkiye olmuştur. Bundan sonra da Azerbaycan-Türkiye ilişkilerini geliştirerek yeni bir aşamaya yükseltmek için Türkiye Cumhuriyeti ve Azerbaycan’ın dostluğunda manevi ve milli 
değerlerle karşılıklı saygı ve sevginin elde edilmesine çalışılmalıdır. Azerbaycan-Türkiye ilişkilerine Elçibey döneminin yalınlığı, sıcaklığı getirilmelidir. 
Bu nedenle de Azerbaycan’la Türkiye’nin devlet organlarının ilişkilerinin genişletilmesinin yanısıra, sivil toplum örgütlerinin, bilim adamlarının 
ilişkilerinin de genişletilmesi yönünde çabaların arttırılmasına ihtiyaç duyulmaktadır. 

Ali MESiMOV** 
** Azerbaycan Bağımsız Ekonomistler Birliği Başkanı 

..