İNGİLTERE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İNGİLTERE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2018 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 6

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 6



Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne Aday Üye İlan Edilmesi Şarttır,



Taner Akçam | (Sayı : 128 - Aralık 1999)

KAÇINILMAZ BİR DEPREM NOTU

Aşağıdaki makaleyi, Yeşiller Partisi olarak, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne resmen aday üye ilân edilmesi için yürüteceğimiz bir kampanya için Mayıs ayında yazmıştım. Avrupa Birliği’nin, Almanya’nın dönem başkanlığında, Köln’de yapılan son toplantısında Türkiye’nin Aday Üyeliği için yapılan girişim sonuçsuz kalmıştı. Genel hava “olumsuz” idi. Deprem, birçok şey gibi, bu konuda da ciddi bir dönüşüme yolaçtı. Artık Helsinki’de, Aday Üyelik kararının çıkması, bir aksilik olmazsa, “kesin” gibi. “Türkiye aleyhine olan hava” bütünüyle dağılmış gözüküyor. Fakat bu durum kimseyi aldatmamalı. Çünkü, Türkiye-Avrupa ilişkilerinde asıl tartışma bundan sonra başlayacak.

Helsinki’den çıkması muhtemel “olumlu” karar, Avrupa’nın, Türkiye’ye yönelik politikalarında ciddi bir dönüm noktası anlamına geliyor. Bu “dönüşü”, deprem sonuçlarına bağlamak elbette doğru değil. En genel hatlarıyla söylemek gerekirse, Avrupa, Türkiye’ye yönelik, esasları ABD tarafından çizilen politikayı, ayak sürüyerek de olsa, kabul etmişe benziyor.

Günlük politik gelişmelerin, diplomatik hesapların dışında cevap vermemiz gereken bir ana soru var: Büyük devletlerin politik hesapları dışında, Türkiye’nin AB üyeliği doğru mudur? Hangi nedenlerle böyle bir üyelikten yana tavır almak, hangi nedenlerle buna karşı çıkmak gerekir?

Ben, Avrupa’yı ve Avrupa Birliği üyeliğini, Türkiye’nin toplumsal demokratikleşmesinin, olmazsa olmaz şartlarından birisi olarak görenlerdenim. Türkiye’nin, Avrupa dışında bir arayışa girmesinin, demokratik olmayan seçenekleri tercih etmesi anlamına geleceğini savunuyorum. Bu yazıda, bugüne kadar Türkiye-AB ilişkilerinin genel bir dökümünü yapmanın ötesinde, demokratikleşme için Avrupa’nın niçin “olmazsa olmaz” olduğunu göstermeye çalışacağım.

GİRİŞ

Türkiye-Avrupa ilişkileri önemli bir dönüm noktasına girdi. Bugüne kadar, tarafların “birbirleri hakkında gerçek kanaatlerini söylememe” üzerine oturan ilişki tarzı değişti. Düşüncelerin ve beklentilerin daha açık ve net dile getirileceği bir dönemi yaşıyoruz. Türkiye gerçekten Avrupa Birliğinin üyesi olmak; Avrupa gerçekten Türkiye’yi bir üyesi olarak görmek istiyor mu? Bu soruların cevabı önümüzdeki aylarda daha net olarak verilecek.

Şu anda, Türkiye ile Avrupa arasındaki ilişkiler, ne kadar olumlu gözükürse gözüksün, aslında durumun oldukça kaygı verici olduğunu düşünüyorum. Çünkü, zihniyet dünyamızın köşe taşları esas olarak, tarafların birbirini “karşıt görmesi”; “öteki” olarak değerlendirmesi ekseninde kurulmuştur. Bunu, Avrupa’da tartışmalarda kullanılan “Türkiye” kelimesine yüklenen anlamdan ve Türkiye’de “Avrupa” kavramının kullanılış tarzından çıkarmak mümkündür. Gerek Türkiye’de “Avrupa”dan bahsedilişin biçimi ve içeriği; gerekse Avrupa’daki tartışmalarda kullanılan “Türkiye”, Avrupa ve Türkiye gerçekliklerini anlatmaktan çok uzak.

Türkiye’de, “Avrupa” homojen bir bütün olarak ele alınıyor ve “olumsuz karşı taraf” olarak kullanılıyor. Aynı şeyi Avrupa açısından da gözlemek mümkün. Tartışmalarda kullanılan “Avrupa” ve “Türkiye”, tarafların kendi “kollektif kimliklerini” tanımlayabilmeleri için ihtiyaç duydukları “olumsuz öteki”nin yerini doldurmak için kurulan “öteki”dir. Tarafların birbirlerini bu tarzda ele almalarının üzerine sıhhatlı bir gelecek kurabileceklerini zannetmiyorum.

Kafalarda yaratılan “öteki”nin ne gerçek Avrupa ile ne de gerçek Türkiye ile fazla bir ilgisinin olması önemli değildir. Çünkü, her iki taraf da, kendi ihtiyaçları olarak ürettikleri “öteki”ni, birbirleriyle ilişkilerini belirleyecek “gerçeklik” olarak görmekte ve algılamaktadırlar. Birbirleriyle bu tür bir ilişki kurma tarzı, tarafların aslında birbirleriyle ilişkilerini geliştirme ve derinleştirme niyetinde olmadıkları biçiminde de yorumlanabilir. Mevcut söylem, aradaki ilişkileri her an dondurmaya ve birbirlerini dışlamaya daha uygundur.

Çünkü ana kaygım ve endişem şudur ki; ne Türkiye yönetici eliti, Avrupa Birliği’nin üyesi olmak için özel bir çaba içindedir ne de Avrupa karar mercileri, Türkiye’nin giderek Avrupa dışına düşecek olması karşısında özel bir endişe içindedirler. Şu anda, “olumlu” gözüken politik hava, kendisine uygun bir dil, buna uygun bir zihniyet dünyası yaratmamıştır. Daha çok ABD’nin de bastırmasıyla ortaya çıkan bu tablo, kendisine uygun bir “atmosferi” henüz yaratmamıştır. Mevcut zihniyet dünyaları ise, söylediğim gibi, birleşmeye değil, “dışlamaya” daha uygundur.

Bu durum, Türkiye-Avrupa ilişkileri konusunda “birleşmeden” yana olan çevreler için ciddi bir “zorluk” ve sorun olarak görülmek durumundadır. Bu satırların yazarının da kendisini bir üyesi saydığı bu çevrelerdeki egemen kanı son derece açık ve basit bir tespite dayanmaktadır: Türkiye’de, başta demokrasi ve insan hakları olmak üzere (Kürt sorunu da bunun bir parçasıdır) var olan sorunların çözümü Avrupa ile bütünleşmekten geçmektedir. Türkiye’de demokratikleşme ancak ve ancak Avrupa bağlantısı ile mümkündür. Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli azınlıkların sorunları da gerçek anlamda Türkiye’nin Avrupa Birliğine dahil edilmesiyle aşılabilir.

Ayrıca, kıta Avrupa’sında istikrar ve barış, Avrupa Birliğinin Güneydoğu Avrupa’ya genişlemesiyle tesis edilebilir. Yugoslavya’da yaşanan sorunların, Kıbrıs, Yunanistan-Türkiye arasındaki sorunlar ve Kürt sorunu ekseninde daha da güneye doğru kayması ancak ve ancak bölgedeki ilişkilerin Avrupalılaştırılması ile engellenebilir. Türkiye’nin dışlanması üzerine oturtulacak politikalar, gerek Avrupa’da gerek bölgede yeni istikrarsızlık ve yeni sorunlar yaratmaktan başka bir anlam taşımayacaktır.

Hem Avrupa ülkelerinde yaşayan başta Türk ve Kürt olmak üzere Türkiye kökenli azınlıkların varlığı nedeniyle; hem Güneydoğu Avrupa’da güvenlik ve barışı sağlamanın; hem de Türkiye açısından demokratik ilişkilerin egemen hale getirilmesinin en kolay ve en basit yolu Türkiye’nin Avrupa Birliğine dahil edilmesidir. Bölgede çatışmaların sivil çözüm yolları geliştirilmeden ve silahsızlandırma hayata geçirilmeden, yani bölgedeki ilişkiler Avrupalılaştırılmadan, yukarıda sayılan sorunların ciddi olarak çözümü mümkün değildir. Bu nedenle, Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonunu hem Avrupalı olarak Avrupa için, hem de Türkiyeli olarak Türkiye için savunmalıyız.

TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİNİ BELİRLEYECEK İKİ ÖNEMLİ FAKTÖR

Türkiye’nin AB’ye aday üyeliği meselesi Aralık ayında Helsinki’de karara bağlanacak. Türkiye-AB ilişkilerinin özel boyutunun yanısıra, karar iki önemli gelişmenin ışığında şekillenecek. Birincisi, Balkan Paktı çerçevesinde Avrupa Birliği, artık Güneydoğu Avrupa’ya genişlemesinin kaçınılmaz hale geldiğini görmektedir. Kosova ile birlikte Avrupa’nın, bölgede yıllarca askerî, politik ve idari olarak “hazır” bulunmak zorunda olduğu bir süreç başlamıştır. Yugoslavya’nın parçalanması süreci ile başlayan Kosova ile noktalanan gelişmeler, bir ölçüde Avrupa’nın izlediği “yanlış politikalar”ın veya daha doğru bir deyişle bölgeye yönelik politik bir perspektife sahip olmamasının da ürünüydü. Bugüne kadar, bölgede ortaya çıkan çatışmalara isteksiz ve sonradan ayak süreyerek müdahale eden ve herhangi bir bütünlüklü programa sahip olmayan Avrupa, kendisi açısından da sürekli istikrarsızlık anlamına gelecek bir kuyunun içine düştüğünü yavaş da olsa görmeye başlamıştır.

Bu “politikasızlığın” bir sonucu olarak, aksi yönde yapılan tüm politik niyet açıklamalarına rağmen, katliam ve etnik temizlikler engellenemedi ve sonuçta daha saf etnik temelli devletlerin kurulmasına hizmet eden politik bir çizgi ortaya çıktı. Etnik aidiyetin, siyasî örgütlenmede esas alınmasını teşvik eden böylesi bir çizginin bedeli ise, katliamlar, sürgünler ve savaşlardan başka bir şey olmadı. Kosova’nın, Yugoslavya devlet bütünlüğü içinde ne kadar kalabileceği ise gerçekten bir soru işaretidir.

Gelinen noktada, yapılan hataların tekrar etmemenin, “daha saf etnik” temelli yeni ulus-devletlerin ortaya çıkması sonucunu doğuracak yeni sınır kavgaları, katliam ve sürgünleri engellemenin yolunun, bölgedeki ilişkilerin Avrupalılaştırılmasından geçtiği artık kabul görmüşe benziyor. Balkan Paktı bu sürecin bir başlangıcıdır. Şimdilik Balkanlarda istikrarı sağlamak amacıyla sınırlı olarak başlatılan bu girişimin, kısa sürede bölge devletlerinin daha hızlı bir biçimde, belki de Doğu Avrupa ülkeleri ile paralel olarak Avrupa’ya dahil edimesi projesine dönüşeceğini görmek şaşırtıcı olmamalıdır. Türkiye, Avrupa Birliğinin Güneydoğu’ya doğru genişlemesindeki en kilit ülkedir. Bu nedenle bu sorun, önceki dönemlerden çok daha fazla Avrupa’yı uğraştıracaktır.

İkincisi, Türkiye’de yaşanan gelişmelerdir. Türkiye bir yol ayrımındadır. 21. yüzyıla girerken, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasını sağlayan iç ve dış koşulların, esas olarak değişmiş olduğunu söyleyebiliriz. Cumhuriyet’in üç önemli paradigma üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz: a) Büyük devletlerin Anadolu’yu kendi aralarında paylaşım planları, b) Osmanlı Devletinin Pan-Turanist, Pan-İslâmist hayalleri c) Sovyet devrimi. Osmanlı-Türk yönetici elitinin ana hedefi, etnik-din kardeşliği temelinde İmparatorluğu doğuya doğru genişletmekti. Türkiye’nin bugünkü sınırlarını tanımlamak için kullanılan Misak-i Milli kavramı ve Cumhuriyet Devleti fikri, Cihan Harbinde alınan ağır yenilgi ve pancı hayallerin çökmesi üzerine, Anadolu’nun paylaşım planlarına karşı ortaya çıkmıştı.

Fakat, Ermeni soykırımı ile yıkıcılığının tepe noktasına ulaşan, etnik ve dinsel homojenliği esas alan “büyük bir İmparatorluk ve büyük güç olma” fantezilerinin terkedilerek, tanımı devletin sınırları ve vatandaşlarıyla belirlenen politik ulus-devlet anlayışına geçiş olarak adlandırılabilecek bu dönüşüm, ilkesel bir tercihin ürünü olmaktan çok, pratik bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Bölgedeki sınırlar, büyük ölçüde genç Cumhuriyet ile Sovyetler’in anlaşması ile belirlendi. Sovyetler’in dağılması, kuruluş yıllarında bir kenara bırakılan “büyük güç olma fantezilerini” yeniden gündeme soktu.

Dünyada ve bölgede oluşmaya başlayan “yeni dengelere” bağlı olarak, Türkiye, kendisinin bölgede ve dünyada işgâl ettiği yeri yeniden tanımlamak zorunluluğu ile karşı karşıya. Ya, “Misak-ı Milli” ve “Cumhuriyet” fikirleriyle belirlenen devlet anlayışına gerçekten sahip çıkılacak ya da yeniden “büyük güç fantezileri” içine yuvarlanılacak. Yeni bölge ve dünya düzeninde Türkiye açısından bunun anlamı, “güç faktörü” olmasının önünde bir engel olarak gördüğü Avrupa’dan kopmak ve etnik-din kardesliği temelini daha fazla öne çıkartan dış politik arayışlara yönelmektir. Pratikte bu, Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar bölgede etkin bir iktidar gücü olmanın yollarını aramak anlamına gelir. Azarbeycan, Çeçenistan, Özbekistan vb. gibi ülkelerde bugüne kadar uygulanan politikalara baktığımızda, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” sözleri sadece iş olsun diye söylenmemişe benziyor.

Türkiye’nin Avrupa tarafından şimdilik “dışlanmış“ olması, aksi yönde gösterilen duygusal tepkilere rağmen, Türkiye yönetici elitinin işini kolaylaştıran bir faktör oldu. Özellikle Lüksemburg kararları sonrası: “Türkiye’nin, Avrupa dışında başka stratejik bağlantılara, yeni arayışlara yönelmesi gerekir”, sözleri dillendirilmeye başlandı. Avrupa Birliğine üye olmak için ciddi olarak yapılması gerekenler üzerine düşünmek ve bu konuda çaba harcamak yerine, sanki bir “yükten kurtulmuş” olmanın tepkisi öne çıktı. Avrupa, Türkiye’de tarihî ve kültürel nedenlerden dolayı açık olarak söylenemeyen, dile getirilemeyen bazı özlemlerin ifade edilmesi için gerekli olan malzemeyi sunmuş gibidir. “Ne yapsak boşuna, nasıl olsa Avrupa bizi istemiyor” tezi, “büyük güç olma fantezilerinin” açık olarak ifade edilmesi için fırsat olarak kullanılıyor.

Dışlanmış olmanın “hayal kırıklığının” başını çeken, dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’ın, bu konuda açık konuşan ilk lider olması, Avrupa hakkındaki gerçek kanaatlerin ne olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Yılmaz, Temmuz 1999 başında, AB’ye girmek hedefinin kapanması gerektiğinden açık olarak sözetti. Ona göre, artık Avrupa perspektifi terkedilmeli, bunun dışında başka stratejik arayışlara yönelinmeliydi. Bu tür arayışların neler olacağından daha önemli olan nokta, hesap nasıl yapılırsa yapılsın, bu hesabın merkezinde, Balkanlardan Orta Asya’ya uzanan bölgede söz sahibi bir güç olmak mantığının yattığıdır. Dışa yönelik güç olma arayışlarının ülke içine yönelik anlamı, “demokrasi ve insan hakları” değil, “büyük güç olmanın gereklerini yerine getirmenin” öne çıkartılması olacaktır. Otoriter seçenek, “Avrupa’ya karşı” içe kapanmak, militarist-milliyetçi bir yapı bu dış tercihin içe yönelik ifadeleridir. Avrupa’dan uzaklaşmak bunun için de önemlidir. Ülkedeki demokratik hak ve özgürlüklere “güç“ olmanın türevi olarak bakılacaktır.

ARA SONUÇ: HER ŞEYDEN ÖNCE SINIRLAR SORUNU YENİDEN TANIMLANMALIDIR

Yugoslavya somut örneğinde yaşanan gelişmeler, Avrupa’yı, kendisini yeniden tanımlamak sorunu ile karşı karşıya getirmiştir. Bugüne kadar, iktisadî bir birlik olmayı başarmış Avrupa, hem politik bir birlik hem de bu politik birlikteliğe çimento hizmetini görecek kültürel kimlik olarak sınırlarını açık olarak yeniden tanımlamanın eşiğine gelmiştir. Türkiye’nin Avrupa’nın içine alınıp alınmayacağı doğrudan doğruya bu sınırların tesbit edilmesiyle ilgilidir. Türkiye açısından da benzeri bir durum sözkonusudur. 200 yıldır, Batılılaşmayı, “Avrupa Konseyi”nin üyesi olmayı önüne koymuş Türkiye, bu hedefi, ne kadar gerçekten istemiş olup olmadığının cevabını vermenin eşiğine gelmiştir. Taraflar “sınırlarını” açık ve net olarak tanımlamak zorunluluğu ile karşı karşıyadırlar.

Fransız tarihçisi Braudel’in dediği gibi; “Sınırlar sorusu her şeyden önce gelir... tüm diğer şeyler buna bağlıdır. Herhangi bir şeye sınır çekmek demek, onun tanımlamak, anlamak ve onu yeniden inşa etmektir. Bunun da ötesinde, belli bir tarihî bakış açısını benimsemek demektir.”[1] Avrupa açısından bunun anlamı basittir: Sınırları İran’a kadar uzanan bir Avrupa düşünülüyor mu? Kollektif kimliğin tanımlanmasında kullanılan “Avrupa’nın ortak tarihî ve kültürü” söylemi, Müslüman bir ülke sayılan Türkiye’nin varlığı ile nasıl bağdaşacaktır? Açıkça görmek zorundayız ki, Türkiye’nin Avrupa’ya dahil edilme perspektifi, Avrupa’nın sınırlarını tarihsel, kültürel, sosyal anlamda sorun haline getirir. Avrupa’nın kendisi hakkında çok doğal olarak kabul ettiği bazı varsayımları, kanaatleri kuşkulu hale sokar.

Fakat bu aynı zamanda Avrupa’ya kendini sorgulaması ve geliştirmesinin imkânını da sunar. Çünkü Avrupa, tartışmasız kabul ettiği, doğal saydığı, kendisine has bazı özellikleri üzerine, Türkiye’nin üyeliği bağlamında yeniden düşünmek, kendisini eleştirel tarzda gözden geçirmek zorunda kalacaktır. Bu tartışmaların Avrupa’daki sivil-demokratik kültürü geliştirecek güçlü dinamikler taşıdığını görmek gerekiyor. Yani Türkiye’nin Avrupa entegrasyonu, Avrupa’nın kendi iç demokratikleşmesine; çok kültürlü, çok uluslu, çok dinli bir yapıya uygun demokratik toplumsal örgütlenmelerin sağlanabilmesine ve buna uygun bir politik kültürün yerleşmesine önemli katkılar yapacaktır.

Benzeri durum Türkiye açısından da geçerlidir. Türkiye, ya özgürlükleri garanti altında almış, Avrupa Birliği üyesi demokratik bir Cumhuriyet, ya da Balkanlar’dan Orta Asya’ya büyük güç olma hayalleri ve fantezileri içine yuvarlanmış, Avrupa’dan uzaklaşacak otoriter, askerî-bürokratik bir devlet olma tercihleri ile karşı karşıyadır.

BUGÜNE KADARKİ İLİŞKİLERİN BAZI KARAKTERİSTİKLERİ

Bugüne kadarki, Türkiye-AB ilişkileri esas olarak Soğuk Savaş döneminin ihtiyaçlarınca belirlendi. Bu, tarafların esas olarak “stratejik“ nedenlerle tercih ettiği bir ilişki tarzıydı. Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyeliği yönündeki tüm “aşk ilânlarına“ ve bu yönde atılmış gözüken adımlara rağmen, taraflar hiçbir biçimde bütünleşme ve entegrasyonu ciddi olarak düşünmediler. Ne Türkiye ciddi olarak AB üyeliğini önüne koydu, ne de AB bunu kendisi için bir hedef olarak gördü. Eğer Türkiye gerçekten AB üyeliğini düşünmüş olsaydı, şimdiye kadar “karnesindeki eksiklikleri” gidermek yolunda ciddi adımlar atardı. Eğer Avrupa böyle bir üyeliği ciddi olarak düşünmüş olsaydı, Türkiye’nin “eksikliklerini” onu kapı dışında tutmak için bir bahane olarak kullanmazdı.

Tüm bu dönem boyunca, birbirlerine duydukları stratejik ilgi nedeniyle, taraflar, birbirleri hakkındaki gerçek kanaatlerini hiçbir dönem açık olarak dile getirmediler. Söyledikleri şey, kastettikleri şey değildi.

Avrupa Açısından Durum;

Eğer Soğuk Savaş’ın ihtiyaçlarınca belirlenmiş Türkiye-Avrupa ilişkilerini tanımlamak gerekirse bunu; iki yönlü çifte standarta dayalı özel muamele olarak tanımlamak mümkündür. Çifte standarta dayalı özel muamelenin birinci yönü, NATO üyesi olan Türkiye’nin Batılı değer yargılarını ayaklar altına alan tutumlarına göz yummak biçiminde ortaya çıkmıştır. İnsan Hakları İhlalleri, askerî darbeler, farklı toplumsal kesimlere karşı açık şiddet uygulamalarına sadece göz yumulmakla kalınmamış, bu politikalar, Batı hükümetlerince esas olarak siyasî, iktisadî, askerî olarak da desteklenmiştir.

İkinci yön ise, Türkiye Avrupa’ya girmek istediğinde gündeme sokulmuştur. Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması ve kendilerinin de destekledikleri İnsan Hakları ihlâlleri onun Avrupa’ya alınmamasının bir nedeni olarak ileri sürülmüştür. Yani bu “özel muamele” sayesinde hem insan hakları ihlâllerine göz yumuldu hem de bu ihlaller, Türkiye’nin Avrupa’ya dahil edilmemesinin gerekçesi olarak ileri sürüldü. NATO üyesi olmak (bu göz yummanın nedenidir) ve kültürel fark (bu da dışlanması nedenidir) eksenine oturutulmuş bu “özel muamele” çizgisi bugüne kadar Türkiye’ye yönelik politikaları esas olarak belirledi ve hükümetler duruma göre birinden diğerine atladılar. “İnsan Hakları İhlâlleri“ ve “Kültürel Fark“, Avrupa’daki hükümetlerin muhafazakâr veya sol olmasına bağlı olarak birbirinin yerini ikame eder tarzda kullanıldı. Lüksemburg kararlarında, “kültürel fark”ın altı özel olarak çizildi.

Bugünlerde, “Ordu’nun siyasetteki belirleyici rolü, demokratik hukuk devleti ve insan hakları konusunda görülen eksiklikler” gibi nedenler öne çıkartılıyor. Oysa, 40 yıllık ilişki boyunca, başta Türkiye’de yapılan üç askerî darbe olmak üzere, insan hakları ihlâlleri desteklenmekle kalınmadı, AB doğrultusunda önemli anlaşmaların bazıları bu askerî darbeler sonrası bizzat darbeci generallerle imzalandı. (Örneğin, Türkiye-Avrupa ilişkilerini düzenleme yolunda en önemli anlaşmalardan olan 1-2-3/180 Nolu Ortaklık Konseyi Kararları 17 Eylül 1980 günü, yani askerî darbeden 5 gün sonra alınmış ve imzalanmıştır.)

Sonuç, gelinen noktada, Türkiye için özel bir statünün yaratılmış olmasıdır. Türkiye’den, AB’ye aday üye olabilmesi için, hiçbir başka aday üyeden istenmeyen özel koşulları yerine getirmesi isteniyor. Diğer aday ülkelerin, tam üye olmak için yerine getirmesi gereken koşullar, Türkiye’nin aday olarak ilân edilmesi için istenir olmuştur. Avrupa açısından yapılması gereken öncelikle bu “özel muamele“ zihniyetinin terkedilmesidir.[2]

Türkiye Açısından Durum

Tüm bir ilişki dönemi boyunca, Türkiye, NATO’da oynadığı rol nedeniyle, deyim yerindeyse kendisini “Avrupa’nın şımarık çocuğu“ olarak gördü. Avrupa ile olan ilişkilerini esas olarak bu “şımarık“ tutum belirledi. Lüksemburg kararlarının Türkiye açısından büyük bir şok olarak yaşanmasının en önemli nedenlerinden birisi, Avrupalı babası tarafından, askerî darbeleri, insan hakları ihlâlleri sürekli desteklenen, bunlar bilerek kendisiyle tam üyelik yolunda anlaşmalar yapılan Türkiye‘nin, bu babadan, tam da bu nedenlerden dolayı, hiç beklemediği bir anda dayak yemesiydi. Onyıllardır yapılan ihlâllere onay veren Avrupa, Türkiye’yi kapı önüne koymak için, “aniden” o güne kadar destek verdiği, göz yumduğu ihlâlleri gündeme getirme ihtiyacı duymuştu.

Eğer Avrupa ailesinin üyesi olmaktan, sivil ve demokratik kural ve normlara göre davranmayı bir alışkanlık haline getirmeyi, kısacası belli bir “politik kültürü” anlıyorsak, Türkiye yönetici elitlerinin, hiçbir zaman böylesi bir zihniyetin ürünü olarak, Avrupa üyeliğini düşünmediklerini söyleyebiliriz. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği ideolojik-politik bir tercih olarak değil, Yunanistan ile rekabet nedeniyle gündeme geldi. 40 yıl boyunca Avrupa üyeliği için, insan hakları ve demokrasi konusunda köklü reformlar yapılmasının gerekli olduğu konusunda en ufak bir inanca sahip olunmadı. Darbe de yapsam, işkencede insanları da öldürsem, nasıl olsa bu Avrupa, şu veya bu nedenden dolayı benim arkamdadır, diye düşünüldü. Kendisine Avrupa tarafından ihlâller konusunda bir marj tanındığına ve bu marjla birlikte üye olabileceğine inandı.

Sorulması gereken soru aslında çok basit: Avrupa üyeliği konusunda bu denli hassas ve duyarlı olduğunu iddia eden Türkiye, niçin kendisini dışlamak için bahane olarak kullanılacağını bildiği İnsan Hakları ve demokratikleşme konusundaki eksiklerini gidermek için en küçük bir adım atmıyor? Bu sorunun cevabı basit: Çünkü Türkiye yönetici elitleri Avrupa’ya tam üyeliği, hiçbir zaman temel bazı demokratik normların yerleştirilmesi ve bu normlara göre davranma zorunluluğu, yani bir “politik kültürün” egemen kılınması olarak kavramadılar. Aksine, soruna “pratik yarar” açısından baktılar ve “demokratikleşme” gibi bir maliyeti ödemeden Avrupa’dan yararlanmanın yolunu aradılar. [3]

SORUYU SORUŞ TARZINI DEĞİŞTİRMEK

Türkiye ile ilişkide soru bugüne kadar, “acaba Türkiye üyelik için olgun mudur?“ biçiminde soruldu. Bu sorunun ve düşünme tarzının değiştirilmesi gerekiyor. Sorulması gereken soru şudur: Türkiye’de demokratik ilişkilerin egemen olması, insan hakları ihlâllerine son verilmesi isteniyor mu? Ve Avrupa bunun için elindeki imkânları kullanmaya hazır mıdır?

Soruyu bu biçimde sormanın, en önemli nedenlerinden bir tanesi de şudur: Türkiye, kendi içinde demokratikleşme dinamikleri zayıf olan bir ülkedir. Avrupa bağlantısı, demokratikleşmenin en önemli ön şartlarından birisidir. Eğer Türkiye‘nin Avrupa bağlantısı kopartılırsa, bu ülkenin kendi iç dinamikleri ile gerekli demokratik açılımları gerçekleştirebilmesi zordur. Hattâ belirttiğim gibi, Türkiye yönetici eliti, Avrupa ile bağların kopmasını, kısmen bir zorunluluk ve yük olarak gördükleri demokratikleşmeleri rafa kaldırmak için bir bahane olarak kullanmayı tercih edecektir. Bu nedenle, Türkiye ile ilişkilerde, “Türkiye önce insan hakları vb. gibi konularda bazı düzelmeler göstersin, sonra bakarız”, gibi bir bakıştan vazgeçilmelidir. Görülmesi gereken şudur ki; bu bakışın, “biz Türkiye’nin demokratikleşmesini istemiyoruz; bu sorun bizi ilgilendirmiyor”, demekten başka bir anlamı yoktur.

Eğer, Türkiye’nin özgürlüklerin garanti altına alındığı, demokratik bir ülke olması gerçekten isteniyorsa; hangi yıl ve hangi süreç gibi sorulardan bağımsız, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği ve entegrasyonu açık siyasî hedef olarak ilân edilmelidir. Problem, Türkiye’nin herkesin bildiği ve tam üyelik için mutlaka yerine getirmesi gereken eksikliklerinin varlığı değildir. Problem bu eksikliklere nasıl yaklaşılacağıdır. Bunlar, Türkiye’nin kapının önüne konulmasının gerekçeleri olarak mı kullanılacaktır, yoksa tam üyelik yolunda ortadan kaldırılması gereken engeller olarak ele alınacak ve aşılması için Türkiye’ye destek mi verilecektir? Türkiye’de Avrupasız bir demokratikleşmenin mümkün olamayacağı gerçeği, ilişkilerde kalkış noktası yapılmalıdır. Almanya ve Türkiye tarihleri arasındaki bir benzerliğe dikkat çekerek bu durum anlaşılır kılmakta fayda vardır.

ALMANYA VE TÜRKİYE ARASINDA BİR KIYASLAMA DENEMESİ

Türkiye ile Almanya‘nın, uluslaşma ve ulusal devlet kurma süreçleri ortak özellikler göstermektedir. Her iki ülkenin de ulusal devlet kurma süreci, sınırları belli bölgesel bir devlet olmakla bir imparatorluk olmak ikilemi arasına sıkışmış olmanın gerilimi tarafından belirlenmiştir. Bu nedenle, eğer II. Dünya savaşı sonrası Almanya’da gündeme gelen değişmeleri bir kenara bırakırsak, iki ülkede egemen olan politik kültür arasında büyük paralellikler vardır. Bununla, bu iki ülkedeki kollektif davranış normlarını, egemen ideolojilerin niteliklerini, zihniyet dünyalarını kastediyorum. Almanya’da bu davranış normlarının, ideoloji ve zihniyetin oluşması ve egemen olmasında Almanya’nın Avrupa’nın orta yerinde olması nasıl etkili olmuşsa, Türkiye içinde aynı şeyden sözetmek gerekir. Burada “orta yer”i coğrafi bir kategori olarak ele almadığımı ayrıca belirtmek gerekiyor. Çevresinin, kendi varlığı için tehlike teşkil ettiğine inandığı “ulus” veya “devletlerle” çevrilmiş olduğu yolundaki derin inanç bu “ortayerde” olma psikolojisini esas olarak belirlemektedir.

Sonuçta oluşan politik kültürün bazı özelliklerini şöylece sıralamak mümkün: ulusal devlete karşı tahrik edilmiş veya tahrik olmaya çok yatkın nevrotik bir tavır alış sözkonusudur. Bu tavır alış, içinde bulunduğu durumdan hoşnutsuzluk; başka maksimal ideal hedeflerin tesbit edilmesi ve buna erişmede yıkımlar ve çöküntülerin yaşanmasıyla birlikte, gerçekleşmemiş arzuların ürünü olan hayal kırıklıklarıyla şekillenmiştir. Almanya’nın ütopik ve maksimalist olarak belirlenmiş ulusal devlet ideali 1849’dan Versay’a kadar sürekli olarak büyük Almanya idealinin sarsılması ve hayal kırıklıkları ile birlikte yaşandı. Ve bu ideali gerçekleştirme doğrultusundaki her atak diğer ülke ve halklar için yıkım anlamına geldi. Osmanlı-Türk eliti açısından da süreç farklı yaşanmadı. Bir İmparatorluğun çöküşü ile bu çöküşün derinliği ile paralel oluşan büyük idealler, “Doğu’ya yönelme“ hedefleri her seferinde büyük hayal kırıklıkları ile sonuçlandı ve özellikle Anadolunun Hıristiyan ahalisi için soykırım ve sürgünler anlamına geldi.

Bu sürecin başka özelliklerini de saymak mümkündür: Askerî davranış kalıplarına ve ilişki biçimlerine karşı sivil hayatın normlarının içine geçecek derecede, kendisini “asker millet“ olarak bile tanımlamaktan çekinmeyecek pozitif bir bağlılık. İktidarın esas olarak Parlamento ve partilerde değil, askerî-bürokratik elitin kontrolü altında olduğu otoriter bir yönetim geleneği ve güçlü bir üste itaat kültürünün varlığı. Hızlı modernleşmenin bir ürünü olarak yaşanan “eşdüzeysiz” gelişmişliklerin yanyana bulunması ve devasa sosyal ve ekonomik gelişmeye rağmen buna ayak uyduramayan ve bunun gerisinde kalan bir politik yapının yarattığı güvensizlikler; bir taraftan modernizm ve teknik gelişmeye histeri boyutunda duyulan bağlılık ve bunun idealize edilmesi ama öte yandan buna karşı duyulan kuşku ve şüpheler; anti-parlamenter, anti-Batı ve anti-liberal tutumların güçlü bir gelenek olarak mevcudiyeti; iç birlik ve bütünlüğe duyulan büyük arzu, politik harmoni arayışı, sınıfsal farklılıklar ve toplumsal çoğulculuğa duyulan kuşkular, belli sınırlarla da tanımlanabilecek kollektif bir üst kimliğin yokluğunda toplumu birarada tutacağına inanılan “güçlü büyük adam” arayışları... Bunların Türkiye’de şu anda egemen olan Almanya’da ise geçmişte egemen olmuş ve bugüne de derin izler bırakmış ortak özellikler olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Türkiye açısından bazı ekler yapmak gerekir; üç kıtaya egemen büyük bir imparatorluktan, Anadolu topraklarına sıkışmış küçük bir Cumhuriyete geçiş henüz hazmedilememiş bir sorun olarak durmaktadır. Kendi geçmiş büyüklüğünün altında ezilme ve şu andaki durumunu aslında hiç de hak etmediği ve daha “yüksek“ yerlerde olması gerektiğine derin bir inanç ve bunun getirdiği aşağılık kompleksi ve bunun ürünü aşırı alınganlıklar; şu anda devletler arası ilişkilerde geçmişteki önem ve ağırlığının kalmadığını bir türlü kabul edememe ve hâlâ herkesin (özel olarak da Avrupa’nın) esas olarak kendisi ile uğraştığı yolunda paranoyaya varan saplantılar; bu nedenle de çevresinin kendisinin yokolmasını ve parçalanmasını istemekten başka plan ve hedefleri olmayan güçlerce çevrilmiş olduğuna yönelik derin bir inanç; İmparatorluğun bir yüzyılı aşkın ağır ağır çöküş ve parçalanışının getirdiği kendine güvensizlik ve sınır korkusu; her türlü ulusal-demokratik talebin arkasında parçalanmayı hedefleyen uluslararası bir komplonun yattığına yönelik inanç; kendisine karşı takınılan ve hiç de haketmediğine inandığı tutumları “onuruyla oynanması“ olarak algılamak ve bunları geçmiş gücünün yokluğunun bilinciyle “sineye çekme” zorlukları vb.

Şüphesiz bunlar benzeri süreçleri yaşamış birçok devlette gözlenen özelliklerdir. Konumuz açısından bu özelliklerin anlamı ve önemi, bunların toplumsal demokratikleşmenin önünde ciddi engeller oluşturdukları gerçeğidir. Demokratik geleneklerin yaratılması konusundaki bu yeteneksizliği en iyi anlayacak olan Almanya’dır. Nasıl ki, Almanya bugünkü demokratikleşmesini, İkinci Dünya Savaşı sonrası gerçekleşen “Batı bağlantısı” ve “Batı entegrasyonu”na borçluysa Türkiye için de benzeri bir durum sözkonusudur. Almanya’da milliyetçi sağ kesimler nasıl ki uygun gördükleri her ortamda, “Batı bağlantısı” ve “Batı entegrasyonu”nu eleştirip, Almanya’nın kendine has özelliklerinin altını çiziyorlar; “Sonderweg (özel yol)” tezlerini ileri sürüyorlarsa, Türkiye’de de benzeri eğilimleri (özellikle iktidar katında) gözlemek mümkündür. Sovyetler’in dağılması ve Lüksemburg sonrası dönemde, yukarıda aktardığımız gibi, Türkiye’nin kendisine has özellikleri olduğu, bölgesinde, Avrupa dışında, özelliklerine uygun “özel yol”lar ve müttefikler araması gerektiği tezleri, geleneksel Batı karşıtı tutumlar ile birlikte sesli olarak dile getiriliyor.

DEMOKRATİKLEŞMENİN EN ÖNEMLİ ŞARTI

Türkiye’de, iç dinamiklerin zayıflığı nedeniyle, demokratikleşme özlemini dile getiren çevreler, sivil inisyatifler, ciddi siyasal bir hareket yaratmayı, toplumsal bir güç olmayı başaramamışlardır. Bu nedenle, Türkiye’de, özgürlüklerin garanti altına alındığı, demokratik bir Cumhuriyeti özleyenler, Avrupa Birliği üyeliğini tarihî bir şans olarak görmektedirler. Eklenmesi gereken, dış faktörün, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesinde daima motor rolü oynadığı gerçeğidir.

Eğer başlangıç olarak 1839 Tanzimat Reformları alınacak olunursa, Osmanlı-Türk yöneticiler, bu dönemden sonra gündeme getirdikleri reformları, inandıkları için değil, Avrupa ile girilen ilişkiler sürecinin zorunlulukları olarak, “yukarıdan aşağıya” gündeme getirmek zorunda kalmışlardır. Her önemli büyük reform dalgasının arkasında bir “dış politik zorunluluğun” yattığını söylemek abartılı olmayacaktır.

Bu nedenle, Avrupa ile kurulacak güçlü bağlar, Türkiye’de demokrasi ve özgürlük isteyen kesimleri güçlendirecek bir unsurdur. Türkiye’yi Avrupa’dan uzaklaştırmakla sonuçlanacak her girişim ise, Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler sorununu birinci elde gündemlerine almayan unsurların güçlenmesinden, demokratikleşmeyi bilinmez bir geleceğe ertelemekten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Avrupa’yla entegrasyon Türkiye’nin demokratikleşmesinin olmazsa olmaz şartıdır.

BİR ÖZ ELEŞTİRİ

Açıkça itiraf etmek gerekir ki, gerek Türkiye’de gerekse Avrupa’da yaşayan Türkiyeli demokrat çevrelerin geniş bir kesimi Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda açık ve net bir tutuma sahip olmamışlardır. Bunda çeşitli faktörler rol oynamıştır. Birincisi ve en önemlisi, Türkiye’nin demokrasi ve özgürlükler konusundaki eksikliklerinin bilincinde olunmasıdır. Bir diğer önemli neden de Türkiye’de ilerici çevrelerde geniş biçimde egemen olan “Üçüncü Dünyacılık”tır. Bu bakış Avrupa Birliği konusunda yıllarca “onlar ortak biz pazar” tezini savunmuş ve Avrupa Birliği üyeliğine soğuk bakılmıştır. Bugün, Türkiye’de sol çevrelerin, Avrupa Birliğine üyelik konusunda hiçbir fikrinin olmamasının ana nedeni de budur.

“Üçüncü Dünyacılık”, özellikle Türkiye’deki insan hakları ihlallerinin boyutlarının büyüklüğü ile birleşince, Avrupa’dan yapılan eleştiriler karşısında belli bir “mahçubiyet” ve sessiz kalma tutumuna yolaçmıştır. Böylece, AB-Türkiye ilişkilerinde, “ev ödevini” yerine getirmeyen Türkiye’nin eleştirilmesi ve kınanması ana tutum olmuştur. Avrupa’da, demokrat ve ilerici olmanın “modasının” Türkiye’nin eksiklikleri nedeniyle “eleştirilmesi” olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu “moda” tutum nedeniyle, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinin hararetli bir savunucusu olmaktan “utanılmıştır”. Türkiye’nin AB üyeliği savunulursa, insan haklarını ihlâl eden Türkiye Hükümetleri ile aynı safa düşülecek olmaktan korkulmuştur.

Ama özellikle bu tutum nedeniyle, Avrupa üyeliğinin Türkiye’nin demokratikleşmesi sürecindeki katkısı ve önemi üzerine deyim yerindeyse hiç düşünülmemiştir. Oysa, Türkiye’nin Avrupa üyeliği açık bir siyasî hedef olarak savunulur, Avrupa tarafından konulan engeller kaldırılır ve dolayısıyla sorun sadece Türkiye’nin belli bir takvime bağlı olarak yerine getirmesi zorunlu koşullar meselesine indirgenirse; Türkiye’deki yönetici elitin önemli bir kesiminin Avrupa üyeliğini istemediği görülecektir. Bu nedenle, Türkiye’yi Avrupa’dan, yani demokrasi ve insan haklarının egemen olmasından uzaklaştırmak isteyenlere karşı, demokrasi ve insan hakları için Avrupa’ya entegrasyon şiarının öne çıkarılması gerekmektedir.

Yapılması gereken son derece basittir. Hangi takvimde tamamlanacağından bağımsız, Türkiye 12. aday üye ilân edilmek zorundadır. Demokratik bir Türkiye için, Avrupa’da, Güneydoğu Avrupa’da barış ve istikrar için, bölgedeki sorunların esas olarak çözülebilmesi için, bölgede ve Türkiye’deki ilişkilerin Avrupalılaştırılması şarttır. Türkiye’nin Avrupa’yla tam entegrasyonunu savunan bir kampanya tüm bu nedenlerden dolayı kaçınılmazdır.

[1] Zitiert nach Hagen Schulze, Gibt es überhaupt eine deutsche Geschichte?, s. 20, Berlin 1989.

[2] Şu günlerde gözlenen, bu “özel muamele” çizgisinin terkedildiği; Türkiye’ye özel koşullar ileri sürülmeyeceği söylenmektedir. Fakat, Helsinki’de çıkacak karar olumlu olsa bile, bu konu henüz çözülmemiş görülüyor. Diğer aday üyelerden farklı olarak Türkiye için “özel yol haritası” düzenlenmesi gerektiğini savunanlar var.

[3] Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Brüksel’de, Türkiye’yi kabul etme yolunda yapılan bir toplantıda bile, “Tabiatıyla, Türkiye resmen aday olarak ilan edildiğinde, gerektiği gibi bir hazırlanma sürecine başlayacağımız açıktır”, diyordu. (Hadi Uluengin, Hürriyet, 15 Eylül 1999) Demokratikleşme silahı, “sen beni alırsan ben de demokratikleşmeye başlarım”, biçiminde Avrupa’ya karşı kullanılmaktadır.


http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5095/turkiye-nin-avrupa-birligi-ne-aday-uye-ilan-edilmesi-sarttir#.WlxcL65l8dU

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

...

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 5

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 5


AVRUPANIN  EŞİĞİNDE , BEKLEMEK,


Ömer Laçiner 

( BİRİKİM DERGİSİ SAYI : 128 - Aralık 1999 )


Aralık’taki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB aday üyeliğine kabul edilmesi kesin gibi bir şey. Bilindiği üzre, aday üyeliğinin tescili ile birlikte Türkiye’nin tam üyeliğe geçiş koşullarını düzenleyen bir protokol, bir proje de yürürlüğe girecek. Buna göre Türkiye’nin, AB organlarının denetim yetkisi altında maliyesini, siyasî ve hukuki düzenini tam üyelik normlarına uyarlayacağı -asgari on yıl tahmin edilen- bir geçiş süreci öngörülüyor. Dolayısıyla Türkiye’nin 2020’lere doğru Avrupa’ya tamamen entegre olmasını hedefleyen bir perspektif konuluyor önümüze.

Eğer son anda -Türkiye tarafından- bir pürüz çıkarılmaz ve tam üyeliğe doğru gidiş süreci resmen başlatılır, buna ilişkin protokol yeni bin yılla birlikte yürürlüğe girer ise; bunun Türkiye tarihinde ancak TC Devleti’nin kuruluşu ile kıyaslanabilecek önem ve kapsamda bir süreç, bir gelişme olacağı açıktır.

Çünkü; her şeyden önce bir ulus-devlet olarak TC, böyle bir sürece girmekle, tıpkı kurucu ulus-devletler, sonradan katılanlar ve katılacak olanlar gibi, bağımsızlık-egemenlik gibi olmazsa olmaz sayılagelen vasıflarını, işlev ve yetkilerini oluşmuş ve oluşmakta olan Birlik organlarına tedricen devretmeyi ve pek de uzak sayılamayacak bir gelecekte neredeyse özerk idari birimler haline gelmeyi kabullenmiş olmaktadır. Geleceğin Avrupası, Avrupa Birliği, üye ulus-devletlerin federal idarelere dönüştüğü ABD benzeri bir yapı mı olur; yoksa Avrupa’nın “çekirdeği”ni oluşturan kurucu ulusların fiilen hâkim ulus statüsüne sahip oldukları emperyal bir “süper ulus devlet” modeline doğru mu evrilir; ya da her türden yatay ilişki, iletişim ve etkileşimi olağanüstü çoğaltan ve hızlandıran 2. endüstriyel devrim imkân ve dinamiklerinin siyasete katılım, karar ve icra “mekanizma”larını temelden bir değişime zorladığı, örneğin doğrudanlaştırdığı yepyeni bir siyaset ve düzen pratiği mi doğar bilemeyiz. Ama kesin olan bir şey var ki; Avrupa Birliği’nin üye ve aday üye ulus-devletlerinin tümü de -ne denli demokratik/çoğulcu... karakterde olurlarsa olsunlar- yukarıda bahsedilen alternatif biçimlerin en kolay intibak edilebilir görünenine bile geçilirken zorlanacaktır. Fakat bunların hiçbiri Türk ulus-devletinin zorlanma derecesiyle kıyaslanamaz.

Bu zorlanmanın, Türkiye’de temel hak ve özgürlükler kategorisinin, demokrasi ve kültürünün Avrupa “merkez” ülkelerine göre “gelişmemiş” oluşu gibi hemen akla gelen bir nedeninden ve bunun yanısıra da yine Türkiye’de o ülkelerdekinden çok farklı bir “devlet” anlayışı ve “geleneği”nin varoluşundan sözedebiliriz. Fakat bu zorlanma nedenlerini “besleyen” ve bu ülkenin son ikiyüz yıllık tarihinin hemen her siyasal sorun ve döneminde -ve elbette bu yeni dönemeçte de- adeta bir “üst belirleyen” olarak etkili olan bir faktörden de sözetmek şarttır. Türkiye’nin tarih ve kimlik sorunu olarak kestirmeden ifade edebileceğimiz, ikiyüz yıllık gayet sancılı ve karmaşık “Batılılaşma” sorunsalımızın toplumsal bilinç -ve özellikle de- bilinçaltı “müktesebatı”dır bu.

Kendisini Avrupa’ya hem yakın hem farklı, onu hem düşman hem model sayagelmiş, üstelik bu zıt teşhis ve tariflerin kol gezdiği yüzyıllık tarihinin siyasal kavgaları içinde teşekkül etmiş saflaşma/kamplaşmalarında tarafların tavır ve fikirleri o zıt teşhislerden birini dillendirirken ötekini bilinç altında besleyerek, karşıt siyasal söylemlerini bu tuhaf bileşimle oluşturarak kuragelmiş bu ülkede, “Avrupa’nın bir parçası olma”ya doğru gidiş için “yapısal düzenlemeler” fiilen gündeme geldiğinde bu tarihsel mirasın bir kez daha harmanlanacağı gelişmelerle karşılaşmamız kaçınılmazdır.

“Körfez depremi”nden, hattâ biraz daha geriye giderek “28 Şubat”tan beri bu bağlamda değerlendireceğimiz gelişmeler zaten gündemimizdedir. Az sonra daha ayrıntılı olarak ele alacağımız bu gelişmelerin başlıcalarına şu noktada değinmek gerekiyor. Çünkü biraz önce bahsettiğimiz Batı/Batılılaşma ile ilgili zıt teşhislerin her ayrı siyasal harekette, her siyasal kamplaşmanın taraflarının söyleminde bir biçimde harmanlanmış oluşu, bu son dönem gelişmelerinde gayet açıklıkla görülebilmektedir.

Bunların içinde en çarpıcı görüneni elbette son yüzyıllık tarihimiz boyunca “Batılılaşma”nın karşısında yeralmış ve ’90’lı yılların ortalarına kadar da bu “alamet-i farika”sını, bu “varoluş nedeni”ni korumuş olan “İslâmî hareket”in çok büyük çoğunluğu ile şimdi “Avrupa’ya entegrasyon”un savunucularından biri, taraftarı haline gelmesidir. Buna mukabil şimdi Avrupa Birliği’ne dahil olma konusunda en muhalif değilse bile en fazla muhalefet şerhi koyan akım da, yakın tarihimiz boyunca “Batılılaşma”nın şampiyonluğunu kimselere bırakmamış Atatürkçülerdir. Kuşkusuz İslâmî hareketin bu “yeni” tavrı güncel, dönemsel siyasî ihtiyaçlarıyla -kapatılma, yasaklanma tehditlerini önlemek, “devlet”in onu kamusal alandan sürüp çıkarmaya dönük aralıksız girişimlerini durdurtmak- örtüşen bir “takiye” diye görülebilir. Fakat genel İslâmî hareketin tarihinde Cemaleddin Afgani’lere uzanan, Said-i Nursi’nin görüşlerinden beslenen hareketlerce genişletilen hayli güçlü bir modernleşmeci İslâm yorumunun hep varolageldiği de bilinmelidir.

“Batı”ya hem karşı çıkan hem öykünen, onu hem “anti”si hem de benzeri, aynısı saymanın kararsız “bileşimi”, bu ülkede hangi ad altında olursa olsun teşekkül etmiş tüm siyasal akım ve hareketler için sözkonusudur. Hemen tamamen “Batı”nın tarihsel deneyimi, fikriyatı ve zihniyet dünyası içinde, bunlar üzerinde temellendirilerek, evrensel bir geçerlilik iddiası ve idealiyle ortaya çıkan sosyalist ve liberal akımların Türkiye’deki en kök salabilmiş temsilcilerinde bile bunu görmek zor değildir.

Şüphesiz sorun, siyasal literatürümüzün Batı ile ilgili kavram ve tanımlarının -farklılık, benzerlik, düşman veya ortak vb.- düz anlamlarında ifade edilebilenle sınırlı olsaydı bunu doğal, kaçınılmaz saymak mümkündü. Çünkü bu haliyle o kelimeler eşitler arası bir ilişkiden, karşılaştırmadan sözetmiş olurlardı. Oysa o kavram ve tanımlar, başından itibaren hem “Batı”nın siyasal literatüründe hem de özellikle Türkiye siyasetinde bir eşitsizlik ilişkisini, bir üstünlük-aşağılık bağıntısını vurgulamak üzre anlamlandırılmışlardır. Burada da, her ne kadar sözkonusu kavram ve tanımlarla ifade edilen ilişki ve bağıntı nesnel bir durumu anlatmaktan çok varoluşsal bir olguya işaret eder gibidir. Dolayısıyla her durum ve devirde moral-psikolojik bir boyut içerirler.

Daha önce de bahsettiğimiz kararsız “bileşim”, yani iki karşıt tanımın kamplaşan taraflardaki çapraz varlığı, burada da geçerlidir. Örneğin “Batı”yla benzerliğimizi, benzer/o düzeyde olabileceğimizi savunanlar “biz”i Batı’yla kapasite olarak bile eşit göremeyen, onu adeta ontolojik bir üstünlük konumunda varsayan bir dil ve üslûp kullanırken, bunu dengeleyecek üstünlük kompleksi ihtiyacını, Batı’nın bize, bizim gibilere benzemez, ayrı, farklı veya düşman bir dünya olduğunu iddia edenleri -örneğin İslâmî hareket ve kesimlere karşı- keskin bir aşağılama lügati kullanarak giderirler. Batı’yla benzemezliğimizi, öne çıkaran, dolayısıyla “Batılılaşma”yı reddeden akımlarda ise bu tavır bizim Batı ile eşit hattâ üstün olduğumuz iddia ve duygusunu içeriyor sanılsa ve bu söylemde o iddia ve duyguyu ifade eden sözler bulunsa da gerçekte, bu tür hemen tüm akımlar, soy Türk milliyetçiliği ve İslâmî akımın ana mecrası, siyasal hareket olarak şekillenişlerinin başlangıcından itibaren hem Batı, hem de Batılılaşma akımları karşısında bir aşağılık kompleksi ile malüldürler.

Fakat aşağılık kompleksi gibi kabullenilmesi, hele çetin bir siyasal mücadelede karşı tarafın ithamı olarak kabullenilmesi çok zor olan bir davranış, düşünüş özelliği, genellikle tam aksinin sözkonusu olduğu izlenimini verecek jestlere düşkünlükle varlığını belli eder. Türkiye’de soy Türk milliyetçiliğinin ve İslâmî fanatizmin “Batı” ve Batıcılığın şekli yönlerine, giyim ya da eğlence tarzı gibi sözde sembolik görünümlerine karşı gösterdikleri şiddetli tepkinin kaynağında bu vardır. İçki satılan yerlere örf ve adetlerimize “yabancı” eserler oynayan tiyatrolara saldırıp ve çoğu kez “galip” çıktıkları bu tepki eylemlerine “Batı”yı Batıcılığı yenmek onlara “güç göstermiş, üstünlük sağlamış” gibi bir anlam yükleyivermek bunun tipik ve sık rastlanan tezahürleridir.

Batılılaşma yanlısı cephede ve sosyalizm gibi tarihen bu cephenin içinde -değilse bile- yanında yeralmış hareketlerde ise aynı kompleks bu denli kaba biçimlerde gözükmez. Genellikle örtük ve dolayımlıdır. Türkiye’nin “Batılı” formattan açıkça farklı, o formatın tamamen dışında sayılan “özellikleri”ne, hele bunlar Batılılaşma karşıtlarına sahipleniliyorsa gösterilen tepki bu kompleksin en sık dışavurum biçimidir. Bu bahiste, Batı’da artık yalnızca yabancı düşmanı, neo-faşist dilde barınabilen, alabildiğine aşağılayıcı sıfatlarla yüklü bir dil revaçtadır. Şüphesiz, devlet ve iktidarı ellerinde tutagelen Batılılaşmacı kesimlerin, özgürce varolmalarını, kısıtladıkları -İslâm’a referanslı- Batıcılık karşıtı kesimler karşısında kendilerini -bu bağlamda- bir üst-egemen sınıf konumunda görüp, ötekilere aşağı sınıf muamelesinin her türünü mübah saymaları gibi bir durum da var. Ama bu üst sınıf olarak kendilerini örnek alınan Batı’nın üst sınıflarıyla kıyasladığında hissettiği ve hissettirilen ezici mesafeyi kapatamama aczi, onun sözünü ettiğimiz alt sınıflarına dönük aşağılayıcı tepkide boy verir. Batılılaşmacı akımla tarihsel yanyanalığı Türkiye sosyalist hareketinin diline de bu tepki söylemini bulaştırmıştır.

Söz buraya gelmişken bu Batılılaşmacı akımın radikal söylemi -Kemalizm- ile sosyalistlerin dönem dönem birlikte kullandıkları bir kavramdan da söz etmeliyiz. Bu, çoğu kez Batı ile özdeşleştirilen emperyalizm kavramıdır.

Bilindiği üzre yaygın ve hayli kökleşmiş kullanımıyla emperyalizm, Batı’nın sosyo-kültürel, bilimsel, düşünsel boyutlarını yani onun bir uygarlık olarak ele alınmasını bir yana bırakıp, onu sadece ekonomik-askerî ve diplomatik bir mekanizma, yani bir güç ve hegemonya aygıtı olarak ele alan bir içeriğe sahiptir. Başlıca kapitalist toplumların geniş sömürgelere sahip oldukları, sömürgeler için dünya savaşlarına giriştikleri dönemde, bu iki olguyu açıklama amacıyla oluşturulmuştur.

Türkiye gibi, “Batılılaşma” akımının mevcut yönetici tabakalar arasından, yani güç ve hegemonyanın hiç de yabancısı olmayan, bunu kendi tebaaları üzerinde bizzat uygulayan kesimlerden doğduğu ülkelerde, bu akımların kapitalizmin bir toplum biçimi olarak da bir üst aşamaya geçişi anlamına gelen emperyalizmi, bu yönüyle değil, etkin bir güç ve hegemonya aygıtına sahip devletler olarak algılaması normaldir; konumlarının, devlet ve güç sayesinde yerine getirdikleri işlevlerinin, bu işlevle belirlenen bakış açılarının gereğidir bu.

Bu bakış açısı içinde, emperyalizmde, onun devletine güç ve hegemonya olarak yansıyan yönü başatlaştırmaları, buna gıpta etmeleri ve bu gıpta etmenin Batılılaşmanın temel güdüsü olması doğaldır. Ama bu bakış açısı, emperyalist aşamadaki kapitalist toplumun hemen tüm yapısını, kurumlarını ve işleyişini güç ve hegemonya mekanizmasının parçaları olarak görmeyi ve değerlendirmeyi de getirir. Böylece o toplumlardan gelen her tür etkiyi, etkilenmeyi emperyalist bir eylem veya amaç taşıyıcısı olarak görmenin de kapısı açılır.

Sosyalistlerin pratik politikada kullandıkları emperyalizm kavramı da nesnel ve bilimsel verilere dayalı görünümüne rağmen, Batı toplumlarını “dışa dönük” bir güç ve hegemonya aygıtı formatında sunar. Bu sunuş şüphesiz reddedilemez ama Batı toplumlarının insanlığa kazandırdığı, temel hak ve özgürlükler, demokratik ilke ve kurallar, bilim ve bilimsel yaklaşım gibi gerçek katkıların ters bir perspektiften yorumuna da kapı açar. Bu edinim ve kazanımların emperyalizme -ve kapitalizme- rağmen gerçekleştirildiği ve daha da geliştirilmesine onun ket vurduğu fikrine asla rağbet etmeyen bu güç ve hegemonya endeksli yaklaşım, hak ve özgürlükler ile demokrasiyi Batılı halkların güç, hegemonya ve sömürü -emperyalizm- aygıtına katılma bedeli olarak görmeye eğilimlidir. Halkların o hak ve özgürlükleri, demokratik imkânları kullanıp “sistem”i işlemez kılabildikleri durumlar ise, güç ve hegemonyaya kilitlenmiş yaklaşımlar tarafından en iyi ihtimalle, demokrasinin, temel hakların “sistem”in zayıf noktası, zayıflatıcı unsuru olduğu biçiminde yorumlanır. Ama bu yorum, o hak ve özgürlüklerin, demokrasinin “bizim” sistemimiz için de zayıf nokta olacağı fikrini de içerir kaçınılmaz olarak.

Öteki sistemler, toplumlar, siyasal hareketler sözkonusu olduğunda hak ve demokrasi talebinde bulunmak, “kendi” sistemimiz ve hareketimiz sözkonusu olduğunda bunların yokluğunu veya kısıtlılığını savunabilmek, hakların ve demokrasinin zayıflatıcı bir faktör sayılması fikrinden hareket edildiğinde gayet tutarlı bir tavır olmaktadır. Güç ve hegemonya arayışı ve bunun için mücadelede kendini zayıflatmamak ve rakibin zayıflaması için uğraşmak temel kural ise bu tavrı çifte standart diye eleştirmek de anlamsızdır.

1980’lere kadar “Batı” kendi “anavatanı” içinde bir demokratik hak ve özgürlükler rejimi yürürlükteyken, hegemonya alanındaki ülkelerin benzer bir rejime sahip olup olmamalarına aldırmadı. Batılı devlet ve hükümetler bu ülkelerde muhalif hareketlerin hak ve özgürlük taleplerinin vahşice ezilmesine ses çıkarmadıkları gibi, sayısız defalar o ülkelerin kısıtlı demokrasilerini yıkıp tam bir dikta rejimi kuran hareketlerin destekçisi ve teşvikçisi de oldular. Ama öte yandan aynı dönem boyunca bu Batı’nın demokratik kamuoyu, kuruluş ve hareketleri egemenlerinin, devlet ve hükümet organlarının o tavrını, salt protesto etmekle kalmayıp, demokrasi ve “kuruluş” için mücadele eden “Batı nüfuz sahası” içindeki hareketleri fiilen desteklediler.

1970’lerden itibaren Batı devletleri ile Batı demokratik kamuoyu, kuruluş ve hareketleri arasındaki bu tavır makası kapanmaya başladı. Hükümetler “komünizm tehlikesi” gibi, eskiden akan suları durduran gerekçelerle yapılan darbelere bile destek vermekten kaçınır oldular. Giderek bu tutum daha da netleşti darbeler ve demokratik hakları kısıtlayan hükümetleri siyasal baskı ve yaptırımlar yoluyla caydırmak özellikle Kıta Avrupa’sı devletlerinin ve teşekkül halindeki birlik organlarının ilkesel bir politikası haline geldi. Eski tutumunu sürdüren ABD’nin de 1990’larda birlikte aynı rotaya girmekte olduğu gözlendi.

Bu değişikliğin “sosyalist sistem”in çöküşü ile şüphesiz ilişkisi vardır. Bütün olayları, özellikle de bu dünya ölçeğindeki gelişmeleri güç ve hegemonya mücadelesi perspektifinden görebilenler, sadece buradan bakarak anlamlandırabilenler, kapitalist-emperyalist devletlerin bu yeni politikasını da güç mantığı içinde ele alacaklardır. Bu politika, güç mücadelesinde “rakipsiz” kalan kapitalist-emperyalist metropollerin orta politikası olarak göründüğü ölçüde -ki öyle görünüyor- onların temel haklar ve demokrasi vurgusu da dünyanın kapitalist-emperyalist güç odaklarının hegemonyasını pekiştirme aracı, düzeneği olarak görülecektir. Nitekim “insan hakları”nın emperyalizmin yeni egemenlik ve sömürü aracı-gerekçesi olduğunu öne süren “teori”ler gecikmemiştir.

Bu tür “teori”lere sığınmak anti-emperyalizme koşullanmış akımlar için hiç de şaşırtıcı sayılamaz. Çünkü bunlar her ne kadar bir toplumsal devrimden, dönüşümden söz ediyor olsalar da aslında güç ve iktidarın büyüsüne kapılmış hareketlerdir. “İlk gençlik” çağlarında o güç ve iktidarı gerçekten de bir toplumsal dönüşümün aracı olarak istiyor olabilirler. Ama siyasal hareket mecrasına yoğunlaştıkça, yani dünyayı, her tür olay ve gelişmeyi güç-iktidar mücadelesinin mantığı ve kalıpları içinde görmeye alıştıkça amaç silikleşir, araçlar amaçlaşır. “Azgelişmiş”, yarı sömürge ülkelerin devlet kadrolarından çıkan “anti-emperyalist” hareketler için öyle “ilk gençlik” saflıkları da yoktur pek. Onlar en baştan beri dünyayı devlet üzerinden ve bir güç oyunu olarak algılamaktadırlar zaten.

Daha önce de değinildiği gibi “anti-emperyalist” yaklaşımın bu iki versiyonu da başlangıçtan beri temel hak ve özgürlükleri ile demokrasiyi emperyalizmin güç ve hegemonya mekanizmasının bir parçası ya da eklentisi olarak görmeye eğilimlidirler. Emperyalizmin demokrasiyi kendi sömürge ve bağımlı ülkelerinde geçerli kılmak için uğraşmadığı, aksine bu tür uğraş ve çabaları ezdiği dönemlerde demokrasiyi “emperyalizmi zayıflatan” bir faktör olarak görüp savunabilmişlerdir. Ancak bu sorunu, demokrasiyi bir değer, amaç olarak benimseme şeklinde olmamıştır. Aksine dünyayı güç-iktidar gözlüğünden kavradığı için demokrasiyi de gücü dağıtan, güç yoğunlaşmasına ket vuran bir faktör olarak görmüştür. O nedenle de demokrasinin emperyalist gücü zayıflattığı gibi gücü-iktidarı elde ettiğinde kendi düzeninin gücünü de zayıflatacağı yargısına varması zor olmamış ve anti-emperyalizme koşullu “zafer” kazanan tüm hareketler demokrasi ile ilgisiz, temel hak ve özgürlükleri fiilen yok sayan rejimler oluşturmuşlardır.

Bu rejimleri kuran hareketler vaktiyle demokrasiyi temel hak ve özgürlükleri savunmuş talep etmiş olmaları ile şimdi demokrasiden uzak oluşları arasındaki “çelişki”yi, emperyalist kuşatma, dış tehdit, toplumun henüz o olgunlukta olmayışı gibi argümanlarla mazur göstermeye çalışırlardı. O dönemde emperyalist ülke devletlerinin de kendi metropollerindeki “demokrasi”yi nüfuz sahalarındaki ülke toplumlarına layık saymamalarının gerekçeleri de o argümanların “komünizm” tehdidi ile oluşturulmuş simetrikleri idi.

1990’ların başında, ABD de dahil tüm Batı devletleri “yeni dünya düzeni”nden bahseder olduklarında, bu düzeni, serbest piyasa yasalarının engelsiz işlediği bir global dünya ekonomik düzeni ile temel hak ve özgürlüklere dayalı demokratik rejimlerle yönetilen ülkeler olarak tasarladıklarını ilan ettiler özetle. Bu “ilke”lere uymayan, kasden ihlal eden ülkelere “Uluslararası toplum”un -adına kendilerinin- yaptırım ve hattâ müdahale hak ve yetkisi olacağını da duyurdular. Bundan epey önce Avrupa Birliği de üye adayı ülkelerde öncelikli arayacağı önkoşulun demokrasi ve temel haklar rejimi olduğunu ilan etmiş, Birliğin andlaşmalı ticari ilişkiler kuracağı ülkelerde de en azından mevcut haklar düzeyinin gerilememesi koşuluna dikkat edeceğini duyurmuştu.

1990’lı yılları kapitalizmin, tarihsel rakibi “sosyalizm”in çöküşü ile hem tek alternatif olduğunu kabul ettirdiği hem de ideal gelişme koşullarına sahip olduğu bir dönem başlangıcı sayabiliriz. Bu noktasında kapitalizmin ve onun doruğunu yaşayan emperyalist ülkelerin serbest pazar ile birlikte demokrasiyi de “düzenler”inin ilk iki bileşeni saymaları, kapitalizm-serbest pazar ve demokrasinin “özdeş” oldukları anlamına mı gelir? Eğer böyle ise bunlardan herhangi birine “karşı” olmak diğer ikisine de karşı olmayı zorunlu kılacaktır.

Bir başka yaklaşım da kurgulanabilir. Burada özdeşlik ilişkisi değil, bir tür zincir ilişkisi varsayılır. Batı, kapitalizminden ziyade onun güç ve hegemonya boyutunu ifade eden emperyalizmi ile tanımlanır. Emperyalizmin rakipsiz yani ideal koşullarda olduğu da dikkate alınarak; onun bu ideal koşullarında “hegemonya alanı”na demokrasiyi “dikte etmesi”nde demokrasi emperyalizmin en ideal hegemonya aracıdır sonucuna varılır.

Kendini bildi bileli “Batı”yı emperyalist sıfatını mutlaka ekleyerek, hattâ sadece emperyalizm diyerek tarif etmiş olan “sol”un, 1990’lardan beri bu emperyalizmin Türkiye gibi ülkelere demokratikleşme yönündeki telkin ve “baskı” yapagelmekte oluşunu açıklamaya, bu olguya bir nedensellik aftetmeye çalışırken, şu yukarıdaki türden formüllendirmelere girişenlere sıkça rastlanabiliyor. Şüphesiz, Türkiye’nin özel tarihinde, sözkonusu demokratikleşme taleplerinin yıllarca mücadelesini vermiş bir sosyalist hareket, o taleplerinin ve genel olarak demokrasinin bir emperyalizm aracı olabileceği önkabulünü sindiremediği ama öte yandan da “emperyalizm”le aynı talepler üzerinden yanyana duruyor olmayı yediremediği için genellikle bloke olmuş durumda.

Bu sosyalist eğilimler, emperyalizm ile onun bu demokrasi ısrarı geçici, dönemsel bir politika, bir manevra olarak niteleseler bile sorun çözümlenmiş olmuyor. Örneğin AB’nin Türkiye’ye üyelik sürecine girebilmesi için demokratikleşme önkoşulunu şart koyması karşısında kendilerini yine bir açmazla karşı karşıya kalmış sayıyorlar. Çünkü bir yandan, Batı’yı, Avrupa’yı emperyalist diye nitelemiş, örneğin Türkiye’nin AET’ye katılmasına neredeyse sömürgeleşme diyerek şiddetle muhalefet etmiş bir tarihten gelmekteler, ama aynı tarihi bugün gündemdeki demokratikleşme talepleri için mücadele ederek yaşadıklarını da unutmuyorlar. Bu durumda Türkiye’nin AB’ye katılmasına karşı mı, taraftar mı olduklarını söylemekte zorlanıyorlar.

Oysa, sosyalizmin kaynağındaki amaç ve değerlerden hareketle duruma bakılırsa -ki aslî yaklaşım bu olmalıdır- Türkiye’yi, Türkiye halkını çok daha geniş bir coğrafyanın halklarıyla yanyana hattâ içiçe getirebilme özelliğini de taşıyan bir projeye, herkesten önce sosyalistler -sırf bu nedenden dolayı bile- istekli olmalıdırlar. Çünkü insanî olan hiçbir şey sosyalistlere yabancı olamayacağı gibi, enternasyonal mahiyet taşıyan hiçbir şey de sosyalistler dışında olamazlar. Batı’dan, Avrupa’dan demokrasinin varolup olmaması bile bu ilke önünde ikincildir.

Kaldı ki Batı toplumları -sürekli olamamış, doğrudan demokrasi denemelerini saymazsak- insanlık tarihinin demokrasi bahsinde ulaşabileceği en üst noktadadırlar. Demokrasi felsefesi idealleri açısından daha alınacak çok mesafe olduğu, Avrupa’da ulaşılmış bu düzeyin birçok iç engel ve tıkanıklıkları olduğu elbette iddia edilebilir ve kanıtlanabilir de. Ancak yukarıdaki tespitin değerini de azaltmaz bu. Batı’da demokrasinin bu düzeyine iktisadi-toplumsal düzenin emperyalist bir mahiyet kazanmasıyla birlikte, bu süreçte eşanlı olarak gelindiği de doğrudur. Ama bu emperyalizm ile demokrasinin ne özdeşliği ne içiçeliği anlamına gelir. Birbirlerine rağmen gelişen, çatışarak gelişen iki süreç sözkonusudur. Eğer emperyalizm, dev sermaye blokları, tekeller ve denetim ve baskı ağları ise, demokrasi de aynı mekânda onların insani değer ve ihtiyaçlara, temel haklara, ortak ve evrensel çıkarlara tecavüzünü sınırlayabilen güç, kurum ve dinamiklerdir. Dolayısıyla Batı, Avrupa her zaman ve şimdi de bir mücadele alanıdır ve uzun süredir burada bir mütareke havası sürmekte ise de bu sadece mücadelenin araç ve yöntemlerinde uzlaşılmış olmasından doğan bir görünümdür. Mücadele sürmektedir ve sürecektir. Çünkü hem demokrasi bu düzeye varabilmesini ve daha da ileri noktalara varabilmesini -bu ve ileride daha farklı biçimler alabilecek, tarafları değiştirebilecek- mücadeleye borçludur ve hem de “sistem”, üzerinde şu anda kendisinin şekillendiği, yönlendirebildiği, ama hiç de kendisiyle özdeş olmadıklarını bildiği dönüştürücü dinamiklerin bu mücadeleden beslendiğinin farkındadır. Çünkü “sistem”, kapitalizmdir her şeyden önce. Ve Marx’ın dediği gibi bu “sistem” “üretici güçlerde sürekli devrimler yapmaksızın varolamaz.” Bu devrimlerin bir noktada onun sonunu da getireceğini bilse bile, kaçınamaz bundan.

Batı, Avrupa Birliği, tarih içinde edindiği konumu, imkân ve potansiyelleri ile bugün ve görülebilir gelecekte de dünyanın gidişatının en fazla belirlendiği bir “mekân” ve platform. Bu ülkede popüler, ortalama algı Avrupa Birliği’ne katılmaya zengin sofrasına ilişmek gibisinden bir anlam ve içerik yüklüyor olabilir. Bu, Türkiye’nin başka pek az ülkede yaşanmış sancılı Batılılaşma ve Batı ile ilişkiler tarihimizin bizde bıraktığı tortunun, “Batı”ya göre “ikinci sınıf” olduğumuz duygusunun benimsetebildiği “küçük çıkar”cı, hiç de onurlu sayılamayacak bir yaklaşım.

Aynı duygu ve yaklaşımdan hiç de uzak olmayan devlet ve egemenlerimiz, şimdi gündeme gelen kapsamlı entegrasyon projesinin, Türkiye siyasal sınırları içinde her tür avantajından keyiflerince yararlandıkları konumlarını, bunun sağladığı gücü, orta vadede kaybedilme ihtimalini de düşünüyorlar. Sınırları, dolayısıyla konumlarını koruma siperlerini giderek geçirgenleştirecek bir entegrasyon sürecinin bu ihtimali önlemesi, en azından geciktirmesi için AB’nin siyasal önkoşullarını “bağımsızlığımızın, egemenliğimizin” kaybedebileceği gerekçesi altında reddetmeyi de düşünüyorlar.

Bunu yapıp yapmayacaklarını henüz bilmiyoruz. Şu noktada hayli zayıf bir ihtimal gibi görünse de bu red tavrı alındığında neler olabileceğini, orta vadede bu ülkede nelerin yaşanabileceği konusunu bir yana bırakıyoruz. Çünkü şu noktada bizi özel olarak sosyalistlerin, içten demokratların tavrı ilgilendiriyor.

Onlar eğer sıfatlarının kaynağında, odağında yeralan değer ve amaçların sahibi iseler, koşullarının olumsuzluğuna, fiilî imkânlarının azlığına, kısıtlılığına rağmen ve hattâ içinden geldikleri topluma, o Avrupa’da “ikinci sınıf” gözüyle bakılmasının yüküne de tahammül ederek, toplum ve hareket olarak, tarihin şu noktasında insanlığın kaderinin en fazla belirlendiği bu “arena”da yeralmanın koşulsuz savunucuları olmalıdırlar. Değer ve inançlarının sınanacağı en zengin ama en zor platformdur burası. Bu zorluğu göğüslemek, hem kendi hareketine hem içinden geldiği topluma ve benzer toplumlara, bu platformda layık görülebilecek -şu son birkaç yüzyılın tortularına bulanmış- “muameleyi” adım adım geriletebilmenin sınavını vermeye istekli olmalıdırlar. Bundan kaçınmak -hangi bahane altında olursa olsun- bir zaaf itirafıdır.

Bundan gerisi de gericiliktir, özgüvensizlik ve özsaygısızlıktır.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5092/avrupa-nin-esiginde#.Wlxbj65l8dU


6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

....

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 4

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 4


İkinci Dünya Savaşı bitmiş, lakin savaşın en aşağılık tavrı olan; insan hakları ihlalleri ile dolu sonuçları, tüm açıklığı ile hissedilmekteydi. Geçmişteki, dünyaya yayılma politikası ile elde ettiği hakimiyetini yavaş yavaş kaybetmekte olan Avrupa, tarihteki günlerine kavuşmak dürtüsü ile, yeni güç dengeleri kurma eğilimindeydi. Bu çaba ile, çoğu faşizme karşı savaşta aktif bir rol oynamış bulunan, siyaset, hukuk ve sanat dünyasından 800 ünlü temsilci 7-10 Mayıs 1948 arasında Lahey Kongresi'nde bir araya gelerek Avrupa Kurucu Parlamenter Asamblesi'nin oluşturulması çağrısında bulundular.

Lahey Kongresi'nin ilk sonucu bir yıl sonra 10 devlet - Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Fransa, Hollanda, İrlanda, Norveç, İsveç, İtalya ve Lüksemburg - tarafından Avrupa Konseyi'nin kurulması oldu. 1950'de Almanya Federal Cumhuriyeti, İzlanda, Türkiye ve Yunanistan da Avrupa Konseyi'ne katıldılar. Avrupa Konseyi savaş sonrası yıllarının başlıca ihtiyaçlarını iki organıyla, hükümetlerarası nitelikteki Bakanlar Komitesi ve uluslararası nitelikte ama sınırlı yetkilere sahip Danışma Meclisi yoluyla karşıladı: bu ihtiyaçlar demokrasinin pekiştirilmesi, hukukun üstünlüğünün savunulması, insan haysiyetinin öne çıkarılması ve insan haklarına saygıydı (Ek 3.). Bunlar Avrupa Konseyi'ne üye olmanın ölçütleri ve üyelerinin yerine getirmekle yükümlü oldukları vazgeçilmez yükümlülüklerdir.

Lahey Kongresi'ni izleyen süreçte 'bütün halkların ve bütün ulusların erişeceği ortak bir ideal' olarak nitelenen, 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi yayımlanır. Bu çağrı ve İHEB ile Batı Avrupa'nın bugünkü temelleri yavaş yavaş atılmaya başlanmış olur.

Topluluğun çalışmaları, başlangıçta altı kurucu üyesi (Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg) arasında bir kömür ve çelik ortak pazarı kurulmasıyla sınırlıydı. Savaş ertesindeki o günlerde savaşın galip ve mağluplarını, eşitler olarak işbirliğinde bulunabilecekleri bir kurumsal yapı içinde bir araya getiren Topluluk, temelde barışı güvence altına almanın bir aracı olarak algılanıyordu (Ek 1.).

Altılar'ın başarısı Birleşik Krallık, Danimarka ve İrlanda'yı Topluluk üyeliğine başvurmaya yöneltti. General de Gaulle yönetimindeki Fransa'nın 1961'de ve 1967'de iki kez veto yetkisini kullandığı çetin bir pazarlık dönemini takiben, bu üç ülke 1972 yılında üyeliğe kabul edildiler. Üye devlet sayısını altıdan dokuza (Ek 2.) yükselten ilk genişleme ile birlikte, Topluluk sosyal, bölgesel ve çevresel konularda üstlendiği sorumluluklarla yeni bir derinlik kazandı.

Amerika Birleşik Devletleri'nin 1970 başlarında doların konvertibilitesini askıya almasıyla ekonomik yakınlaşma ve parasal birlik gereksinimi açıkça kendini gösterdi. 1973 ve 1979'daki iki petrol kriziyle dünya çapında parasal istikrarsızlık daha ağırlaştı. 1979 yılında Avrupa Para Sistemi'nin işlerlik kazanması döviz kurlarının sabitleşmesine yardımcı oldu, Üye Devletler'in kararlı ekonomik politikalar izleyerek açık bir ekonomik alanın dayattığı disiplinden yararlanmalarını ve birbirlerine karşılıklı destek vermelerini sağladı.

Topluluk 1981'de Yunanistan'ın, 1986'da da İspanya ve Portekiz'in katılmalarıyla güneye doğru genişledi. Bu genişlemeler, Onikiler'in, ekonomik gelişmeleri arasındaki farklılıkları azaltmaya yönelik yapısal programlar uygulamalarını kaçınılmaz kıldı.

Bu dönemde Topluluk Güney Akdeniz ile Afrika, Karayipler ve Pasifik (AKP) ülkeleri ile yeni anlaşmalar imzalayarak uluslararası düzeyde daha önemli bir rol oynamaya başladı; AKP ülkeleri birbirini izleyen dört Lomé Sözleşmesi (1975, 1979, 1984 ve 1989) ile Topluluk'la bağ kurdu.

1 Ocak 1995'te Avrupa Birliği'ne üç yeni üye; Avusturya, Finlandiya ve İsveç katıldı.

Dünyanın en büyük ticaret gücü olmasına karşın, Birlik diplomatik etkinliğini arttıracak yapıları geliştirmekte ağır davranmıştır. Avrupa siyasi işbirliğinin amacı dışişleri ve güvenlik politikası alanlarında hükümetler arasında daha derinlemesine bir eşgüdümün sağlanmasıdır.

Dünyadaki durgunluk ve mali yükün paylaşımı konusundaki iç çekişmeler 1980 başlarında bir "Avrupa karamsarlığı" havasının doğmasına neden oldu. Ama 1984'ten sonra bunun yerini Topluluğun canlandırılması konusunda daha umutlu beklentiler aldı. Jacques Delors başkanlığındaki Komisyon'un 1984'te hazırladığı Beyaz Kitap'a dayanarak Topluluk 1 Ocak 1993'e kadar tek pazar oluşturmayı kendisine hedef edindi. Avrupa Tek Senedi (Ek 5.) 17 ve 28 Şubat 1986'da imzalandı ve bu iddialı hedefle ilgili mevzuatın kabulü konusunda yeni usuller geliştirdi. Tek Senet 1 Temmuz 1987 tarihinde yürürlüğe girdi.

Berlin Duvarı'nın yıkılmasının ardından 3 Kasım 1990'da iki Almanya'nın birleşmesi, Aralık 1991'de de Sovyetler Birliği'nin çözülmesi Avrupa'nın siyasi yapısını baştan aşağı değiştirdi. Üye Devletler bağlarını güçlendirme kararlılığıyla, temel özellikleri 9-10 Aralık 1991'de Maastricht'te toplanan Avrupa Doruğu'nda kararlaştırılan yeni bir Antlaşma'nın müzakerelerine başladılar.

1 Kasım 1993'te yürürlüğe giren Avrupa Birliği Antlaşması Üye Devletler'in önüne iddialı bir program koymaktadır: 1999'a kadar parasal birlik; yeni ortak politikalar, Avrupa yurttaşlığı; diplomatik işbirliği; ortak savunma ve iç güvenlik. Dünya ölçeğindeki rekabeti göğüsleyebilmek ve işsizliği azaltmak için Avrupa Doruğu, Komisyon tarafından sunulan 'Büyüme, rekabet, istihdam' adlı Beyaz Kitap'a dayanarak Temmuz 1994'te kıta ölçeğinde altyapı ve iletişim projelerini yürürlüğe koymaya karar verdi.

Artık AB'nin, bir yandan Üye Devletler'in kimliklerini korurken diğer yandan da karar verebilme ve uygulama yeteneği bulunan hem etkili hem de demokratik bir örgüt olma yolunda daha ileri gitmekten başka seçeneği yoktur. Yapısını güçlendirip karar mekanizmalarını rasyonalize edemezse, iyice gevşeme ya da kımıldayamaz hale gelme seçeneğiyle karşı karşıya kalacaktır. Atlas Okyanusu'ndan Urallar'a uzanan 'Büyük Avrupa' ancak tek sesle konuşup hareket eden istikrarlı bir çekirdek etrafında yapılanırsa örgütlü bir güç olarak gelişebilir. 1996 için planlanan kurumsal gündem iddialıdır: 15 üyeli AB'nin yapısının yeni görevleri göğüsleyebilecek şekilde uyarlanması ve kurucularının büyük siyasi projelerinin kaynakları gözardı edilmeden ve kapsamı kısıtlanmadan tüm kıtaya istikrar getirebilecek biçimde yeni üyelerin katılımına hazırlanması.

Yaklaşık yarım yüzyıldır Avrupa bütünleşmesi, kıtanın gelişmesi ve halkının zihniyeti üzerinde önemli etkilerde bulunmuştur; aynı zamanda güçler dengesini de değiştirmiştir. Siyasi renklerinden bağımsız olarak tüm hükümetler mutlak ulusal egemenlik çağının artık geçtiğinin farkındadır.

Ancak güçlerin birleştirilmesi ve AKÇT Antlaşması'nın ifadesiyle "gelecekteki kader birliği" için harcanacak çabalar sayesinde, Avrupa'nın eski ulusları ekonomik ve sosyal gelişmelerini sürdürebilir ve dünya ölçeğindeki etkinliklerini koruyabilirler.

Ulusal ve ortak çıkarların sürekli dengelenmesine, ulusal geleneklerin farklılığına saygı gösterilmesine ve farklı kimliklerin güçlendirilmesine dayalı Topluluk yaklaşımı her zaman olduğu gibi bugün de geçerlidir. Devletler arasındaki ilişkilere damgasını vuran köklü düşmanlıkları, üstünlük saplantılarını ve savaşçı eğilimleri aşacak biçimde tasarlanan bu yaklaşım Soğuk Savaş yılları boyunca Avrupa'nın demokratik ülkelerinin özgürlüğe olan bağlılıkları çevresinde birleşmelerini sağlamıştır.

Avrupa Birliği'ni daha geleneksel uluslararası bütünleşme modellerinden ayırt eden özellik kurumsal yapısının benzersiz oluşudur. Paris, Roma ve Maastricht Antlaşmaları'yla Üye Devletler hükümranlıklarının bir bölümünü ulusal ve ortak çıkarlarını temsil eden bağımsız kurumlara devretmişlerdir. Karar mekanizmalarında her biri belirli bir rol üstlenen bu kurumlar birbirlerini tamamlar niteliktedir.

***

Birliği yöneten kurumlar şunlardır: Demokratik yollarla seçilen Parlamento, Üye Devletleri temsil eden ve Bakanlar'dan oluşan Konsey, Avrupa Devlet ve Hükümet Başkanları Doruğu, Antlaşmaların koruyucusu olan Komisyon, Topluluk hukukuna uyulmasını sağlayan Adalet Divanı ve Birliğin Mali yönetimini izleyen Sayıştay. Ayrıca ekonomik, sosyal ve bölgesel çıkar gruplarını temsil eden çeşitli danışma kurulları vardır. Birliğin dengeli gelişimine katkıda bulunan projelerin finansmanını kolaylaştırmak amacıyla kurulmuş olan bir Avrupa Yatırım Bankası bulunmaktadır.

***

Avrupa Birliği Konseyi başlıca karar organıdır. Konsey, 15 Üye Devlet'in, toplantı gündemini oluşturan konuda (dış politika, tarım, sanayi, taşıma, çevre, vb.) politika sorumluluğu taşıyan bakanlarından oluşur. Konsey'in Başkanlığı altı ayda bir el değiştirir. Konsey görüşmeleri için gerekli zemin, Üye Devletler'in daimi temsilcilerinden oluşan Coreper (Daimi Temsilciler Komitesi) adlı komite tarafından hazırlanır. Bu komiteye de ilgili ulusal bakanlık elemanlarından oluşan komiteler yardım eder. Konsey'in Genel Sekreterliği Brüksel'dedir.

AT Antlaşması'nın 145. maddesine göre Konsey Üye Devletler'in genel ekonomik politikalarının eşgüdümünden sorumludur. Fakat Birliğin yetkileri genişledikçe Konsey'in faaliyet alanına da yenileri eklenmektedir. Üye ülkeleri temsil eden Konsey, AB'nin mevzuatını (yönetmelikler, yönergeler ve kararlar) hazırlar; bu anlamda birliğin yasama organıdır. Ancak Tek Senet ve Maastricht Antlaşması uyarınca bu işlevini Avrupa Parlamentosu'yla paylaşır. Konsey ve Parlamento aynı zamanda AB'nin bütçesi üzerinde de denetim yetkisini paylaşırlar. Ayrıca, Komisyon'un müzakere ettiği uluslararası anlaşmaların kabulü de Konsey'in yetkisindedir.

AT Antlaşması'nın 148. maddesi gereğince Konsey'in kararları, oybirliği, basit çoğunluk ya da nitelikli çoğunluk (toplam 87 oyun en az 62'si) şartının aranması bakımından birbirlerinden ayrılır.

Nitelikli çoğunluk (en az 62 oy) gereken durumlarda oylar şu biçimde dağılır: Almanya, Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya 10'ar oy; İspanya 8 oy, Belçika, Hollanda, Portekiz ve Yunanistan 5'er oy; Avusturya ve İsveç 4'er oy, Danimarka, Finlandiya ve İrlanda 3'er oy ve Lüksemburg 2 oy.

Kararlar genellikle nitelikli çoğunlukla alınır. Ancak yeni bir Üye Devlet'in kabulü, antlaşmalarda yapılan değişiklikler ya da yeni bir ortak politikanın yürürlüğe konması gibi çok önemli konularda oybirliği aranır.

Topluluk üyelerinin hükümet başkanlarının (Fransa'nın devlet başkanının) 1974'ten beri yaptıkları düzenli toplantılar sonucu Avrupa Doruğu ortaya çıkmıştır. Bu düzenleme 1987'de Avrupa Tek Senedi ile resmiyet kazanmıştır. Avrupa Doruğu yılda en az iki kez toplanır; Komisyon Başkanı da Doruğa katılır.

***

Avrupa Parlamentosu demokratik bir tartışma forumudur; aynı zamanda denetim ve yasama sürecinde de işlevleri vardır.

Avrupa Parlamentosu tek dereceli seçimlerle ve genel oyla beş yılda bir seçilir. (Bu seçimlerin ilki Haziran 1979'da yapılmıştır). Parlamento'nun halen 626 üyesi vardır. Bu üyelerin ülkelere dağılımı şöyledir: Almanya 99, Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya 87'şer, İspanya 64, Hollanda 31, Belçika, Portekiz ve Yunanistan 25'er, İsveç 22, Avusturya 21, Danimarka ve Finlandiya 16'şar, İrlanda 15 ve Lüksemburg 6.

Parlamento'nun Genel Kurul'u normal olarak Strasbourg'da toplanır. Genel Kurul çalışmalarının ön hazırlıklarını yapan 20 komisyonun ve siyasi grupların olağan toplantı yeri Brüksel'dir. Parlamento Sekretaryası ise Lüksemburg'dadır.

Parlamento Konsey'in yasama işlevini paylaşır: Yönerge ve yönetmeliklerin hazırlanmasında söz sahibidir ve Komisyon'un dikkate alması istemiyle bunlarda değişiklikler önerir. Antlaşmalarda değişiklik yapan Tek Senet, konuların Parlamento'da ve Konsey'de de ikişer kez ele alınmasını öngörmektedir. 'İşbirliği usulü' olarak bilinen bu yolla Parlamento'ya, özellikle tek pazar konusunda olmak üzere, bir dizi politika alanında daha geniş söz hakkı tanınmış olmaktadır.

Maastricht Antlaşması, bazı alanlarda karara katılma yetkisi vererek Parlamento'nun rolünü daha da güçlendirmiştir. Bu alanlar, işgücünün serbest dolaşımı, tek pazar, öğretim, araştırma, çevre, Avrupa ölçeğindeki ağlar, sağlık, kültür ve tüketicinin korunmasıdır. Artık Parlamento, uzlaşma sağlanamadığı takdirde salt çoğunluk oyuyla Konsey'in ortak konumunu reddetme ve yasama sürecini durdurma yetkisine sahiptir.

Tek Senet uluslararası işbirliği ve ortak üyelik anlaşmaları ile yeni üyelerin kabulü kararlarını Parlamento'nun oluruna bırakmıştı. Maastricht'te ise Avrupa Parlamentosu seçimlerinin aynı seçim sistemiyle yapılması ve Birlik vatandaşlığı konularında da Parlamento'dan onay alınması zorunlu kılınmıştır.

Parlamento bütçe yetkilerini de Konsey'le paylaşır. Bütçeyi kabul edebileceği gibi, reddedebilir de (Parlamento şimdiye kadar iki kez Bütçe'yi reddetmiştir). Reddetmesi halinde bütçe süreci sıfırdan baş-lar.

Bütçe Komisyon tarafından hazırlandıktan sonra, bütçe yetkisini paylaşan Konsey ve Parlamento arasında gidip gelir. Konsey, ağırlıklı olarak tarım alanındaki 'zorunlu' harcamalar konusunda, Parlamento ise sınırları antlaşmada belirlenen 'zorunlu olmayan' harcamalar konusunda son sözü söyler.

Parlamento, Topluluk politikalarını etkileyebilmek amacıyla bütçe sürecindeki yetkilerini tam olarak kullanmaktadır.

Parlamento'nun vazgeçilmez işlevlerinden biri siyasi bakımdan itici güç olmasıdır. Parlamento, 370 milyon insanı temsil eden siyasi ve ulusal eğilimlerin buluştuğu eksiksiz bir Avrupa forumudur. Yeni politikalar oluşturulması ve varolanların geliştirilmesi ya da değiştirilmesi yönünde sık sık çağrılar yapar. 1984'te kabul ettiği Avrupa Birliği Antlaşması taslağı Üye Devletler'in Tek Senet yönünde harekete geçmelerinde etken olmuştur. Ekonomik ve parasal birlik ile siyasi birlik konusunda hükümetlerarası konferanslar düzenlenmesi çağrısı yapan da Parlamento olmuştur.

Nihayet Parlamento demokratik bir denetim organıdır. Üçte iki çoğunluk gerektiren gensoru oylamalarıyla Komisyon'u görevden alabilir. Ayrıca her yıl Komisyon'un programı konusunda görüş bildirir ve oylama yapar.

Parlamento, Sayıştay'ın hazırladığı raporlara dayanarak ortak politikaların uygulanmasını izler. Ayrıca Komisyon ve Konsey'e yönelttiği sözlü ve yazılı sorular yoluyla bu politikaların günlük yönetimini denetler.

Avrupa siyasi işbirliğinden sorumlu olan Dışişleri Bakanları, Parlamento üyelerinin sorularını yanıtlarlar; Parlamento'nun uluslararası ilişkiler ve insan hakları alanlarındaki kararlarına ilişkin olarak gerçekleştirilen çalışmalar konusunda onları bilgilendirir ve kendi faaliyetlerinin dökümünü sunarlar.

Avrupa Doruğu Başkanı Avrupa Doruğu'nun sonuçları konusunda Parlamento'ya bilgi verir.

***

Topluluğun bir başka önemli kurumu Komisyon'dur. 1 Temmuz 1967'de üç Topluluğun (AKÇT, AET ve Euratom) yürütme organlarını birleştiren bir antlaşma ile tek bir Komisyon oluşturulmuştur.

Komisyon'un üye sayısı 5 Ocak 1995'te 20'ye (Almanya, Birleşik Krallık, Fransa, İspanya ve İtalya için ikişer, diğer ülkeler için birer) yükseltilmiştir. Bu üyeler, Üye Devletler'in 'mutabakatı' ile atanır; Maastricht Antlaşması'yla görev süreleri 5 yıla çıkarılmıştır ve atanmaları Parlamento'nun onayıyla gerçekleşir. Komisyon görevini tam bir bağımsızlıkla yerine getirir; Topluluk çıkarlarını temsil eder ve hiçbir Üye Devlet'ten talimat almaz. Antlaşmaların koruyucusu olarak Konsey'in kabul ettiği yönetmelik ve yönergelerin düzgün biçimde uygulanmasını sağlar. Topluluk hukukunun yürürlüğünü sağlamak üzere Adalet Divanı'nda dava açabilir. Yasama sürecinde inisiyatif hakkı sadece Komisyon'a aittir. Konsey içinde ya da Konsey ve Parlamento arasında görüş birliği sağlanmasını kolaylaştırmak üzere müdahalede bulunabilir. Konsey tarafından alınan (örneğin ortak tarım politikasına ilişkin) kararların uygulanması türünden bir yürütme yetkisine de sahiptir. Ayrıca araştırma ve teknoloji, kalkınma yardımı ve bölgesel kaynaşma alanlarındaki ortak politikaların yürütülmesine ilişkin olarak önemli yetkileri vardır. Komisyon, Parlamento'nun üçte iki çoğunlukla kabul edeceği bir gensoru sonucunda topluca görevden alınabilir; ama bu şimdiye kadar hiç olmamıştır.

Komisyon çalışmaları, çoğunluğu Brüksel ve Lüksemburg'da görev yapan bir idari kadro tarafından desteklenir. Bu idari örgüt, her biri belli bir alandaki ortak politikaların uygulanması ile genel yönetimden sorumlu olan ve Genel Müdürlükler olarak adlandırılan 23 bölümden oluşur. Geleneksel uluslararası örgütlerin genel sekreteryalarının aksine Komisyon'un mali özerkliği vardır ve kararlarını uygulamakta tam bir bağımsızlığa sahiptir. Federasyon yanlıları Komisyon'u, bir yanda mevcut Avrupa Parlamentosu ile öbür yanda bugünkü Konsey'in yerine geçecek olan Üye Devletler Senatosu'ndan oluşan çift meclisli bir parlamentoya karşı sorumlu olacak Avrupa hükümetinin nüvesi olarak görmektedirler.

***

Adalet Divanı Lüksemburg'dadır ve Üye Devletler'in 'bağımsızlıklarından kuşku duyulmayan kişiler arasından' mutabakat yoluyla seçip altışar yıllık dönemler için atadıkları 15 yargıçtan oluşur.

Divan'ın başlıca iki işlevi vardır:

(i) Topluluk kurumları tarafından kabul edilen mevzuatın antlaşmalara uygunluğunu denetlemek (Topluluk kurumları, Üye Devletler ve haklarının ihlal edildiğine inanan yurttaşlar Divan'a başvurma hakkına sahiptir);

(ii) Ulusal mahkemelerden biri tarafından istendiğinde Topluluk mevzuatının uygulanabilirliği ya da doğru yorumu konusunda görüş bildirmek; verdiği kararlara karşı temyiz yolu kapalı olan bir mahkeme ya da yargıcın gördüğü davada bu konuda tereddüt belirirse Adalet Divanı'ndan bir ara karar istenmesi zorunludur.

Divan'ın karar ve yorumları zaman içinde Topluluk düzeyinde uygulanabilen bir Avrupa hukukunun oluşmasına katkıda bulunmaktadır. Topluluk hukuku alanında, Divan'ın kararları ulusal mahkemelerin kaiçtihadı, Topluluğun bugünkü biçimini almasında belirleyici bir rol oynamıştır.

Konsey ve Komisyon, AT ve Euratom konularında Ekonomik ve Sosyal Komite'nin desteğiyle çalışır. Bu Komite ekonomik ve sosyal faaliyetlerin değişik kategorilerini temsil eden 222 üyeden oluşur. Birçok konuda karar verilmeden önce görüşünün alınması zorunludur; ayrıca kendi inisiyatifiyle de görüş bildirme hakkına sahiptir.

Ticaret ve sanayi dünyası ile işçi sendikaları, Topluluğun gelişmesini Ekonomik ve Sosyal Komite aracılığıyla etkilerler.

Maastricht Antlaşması'yla kurulan Bölgeler Komitesi Üye Devletler'in önerdiği bölgesel ve yerel makamların temsilcileri arasından Konsey tarafından dört yıllık bir dönem için seçilen 222 üyeden oluşur. Komite, Antlaşma'nın belirlediği alanlarda Konsey ve Komisyon'a danışmanlık yapar. Toplantı yeri Brüksel'dir.

***

Avrupa Birliği'nin işleyişinde kapsam genişleme ve daralamsı, yeni konuların eklenmesi, ek maddeler ile sağlanabilmektedir. Aşağıda da var olan maddeler, Birlik tarafından kabul edilmiş ve uygu-lamaya konmuş bazı önlemler, ağırlıklı olarak şu alanlarla ilgilidir:

• Kamu alımlarının serbestleştirilmesine paralel olarak iş ve malzeme sözleşmeleriyle ilgili kuralların saydamlaştırılması, kontrollerin arttırılması ve kuralların kapsamının taşıma, enerji ve telekomünikasyon gibi önemli yeni alanlara genişletilmesi.

• Dolaylı vergiler, KDV ve özel tüketim vergilerine ilişkin ulusal mevzuatın birbirine yaklaştırılması anlamına gelen vergi uyumlulaştırması.

• Sermaye piyasalarının ve mali hizmetlerin serbestleştirilmesi.

• Belgelendirme ve test konusunda benimsenen yeni bir yaklaşım sayesinde, ulusal standartların denkliklerinin tanınması; emniyet ve çevre standartlarında da bir ölçüde uyumlulaştırmanın sağlanması.

• Kişilerin serbest dolaşımı önündeki teknik engellerin (faaliyette bulunma özgürlüğü ve diploma denkliklerinin tanınması yoluyla) ve fiziki engellerin (sınırlardaki kontrollerin kaldırılmasıyla) sona erdirilmesi.

• Şirketler hukukunun uyumlulaştırılması ve fikri ve sınai mülkiyet mevzuatının (tescilli marka ve patentler) benzeştirilerek iş dünyasının işbirliğini teşvik eden bir ortamın oluşturulması.

Adalet ve içişleri alanlarındaki işbirliği (Avrupa Birliği Antlaşması, VI. Fasıl) dört temel alanı kapsar:

(i) Sığınma mevzuatının uyumlulaştırılması.

(ii) Üye olmayan devletlerin vatandaşlarına uygulanacak göçmen mevzuatının Birlik düzeyinde ele alınması.

(iii) Sınır ötesi suçlarla etkin mücadele için polis teşkilatları arasında işbirliği.

(iv) Medeni hukuk ve ceza hukuku alanlarında işbirliği anlaşmalarının hazırlanması.

Maastricht Antlaşması, kararların nitelikli çoğunlukla alınacağı bazı alanlarda AT'nin yetkilerini genişletmiştir: Araştırma ve geliştirme, çevrenin korunması ve sosyal politika (Birleşik Krallık dışındaki bütün Üye Devletler bir sosyal politika anlaşması imzalamışlardır). Antlaşma aynı zamanda Avrupa Parlamentosu'nun yetkilerini, bir dizi alanda ortak karar usulünü getirmek suretiyle güçlendirmektedir.

Yeni üyeliklerin, mevcut üyeleri güçlü ve homojen bir yapıda birleştirmeyi becerebilmiş olan geleneksel bütünleşme yaklaşımını zora sokması tuhaf bir çelişki olur. AB'ye katılmanın koşullarından biri yeni üyelerin mevcut Topluluk mevzuatını tümüyle kabul etmeleri ve ortak politikaları paylaşmalarıdır. Geçici bir dönem için anlaşmaya bağlanmış olanlar dışında hiçbir istisnaya izin verilemez. Maastricht'te kabul edilen iddialı hedefler - en geç 1999'a kadar ekonomik ve parasal birlik ortak dış politika ve güvenlik politikasını içeren siyasi birlik - müstakbel üyeler tarafından da kabul edilmelidir. Şimdi veya daha sonra AB'ye katılmak isteyen ülkelerin davranışlarında belirsizliğe yer olmamalıdır. AT'yi daha başından itibaren geleneksel uluslararası örgütlerden ayırt eden kurallara bağlılık ve geleneklere saygı Birliğe güç katmayı sürdürecektir. Hükümetler-arası işbirliği ile federasyon arasında bir yerde duran Birlik, yetki ikamesi ilkesine bağlı olmakla birlikte ortak eylemden de vazgeçemez. Bu süreç ister istemez yavaş ilerleyecek ve değişik siyasi ve ekonomik gelişmişlik düzeylerine imkan verecektir.

***

Avrupa'nın gelecekte alacağı biçimi kestirmek imkansızdır. Yine de mevcut verilere dayanılarak bazı öngörülerde bulunulabilir.

• Onbeşler, Maastricht'te üstlenilen taahhütler çerçevesinde ekonomik, parasal ve siyasi bütünleşme konusunda ellerinden geleni yapacaklardır. Kurumlar arası anlaşmalar Topluluk kurumları ve usulleriyle diplomatik işbirliği düzenlemeleri arasındaki 'köprü'yü oluşturacaktır. Avrupa Parlamentosu ortak karar mekanizmasını sonuna kadar kullanacaktır.

• Haziran 1995'te çalışmaya başlayan bir düşünce grubunun hazırlayacağı rapora dayalı olarak Birlik 1996'da Antlaşmaları revize etme sürecini başlatacaktır. 2000 yılına kadar gerçekleştirilmek üzere, bir Avrupa yürütme organı ile iki meclisli (biri halkı, öbürü Devletler'i temsilen) bir yasama organını temel alan bir federal sistem için planlar hazırlanacaktır. Antlaşma süresi 1998'de sona eren Batı Avrupa Birliği ile Avrupa Birliği arasında gerçekleşecek olan bütünleşme bu sürecin bir parçası olacaktır.

• Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Macaristan, AB'nin de yardımıyla pazar ekonomilerini geliştirdikçe, yapılmış olan Avrupa Anlaşmaları genişletilecektir. Avrupa Konseyi'ne katılmış bulunan ve parlamenter demokrasiler topluluğuna dahil olduklarını kanıtlamış bulunan Merkezi ve Doğu Avrupa ülkeleri AB'ye üye olacaktır. Bütünleşme konumuna ulaşanlar Birlik üyeliğine başvuracak ve yeni bir genişleme aşamasının önünü açacaklardır.

• Birlik, kuzey yarıkürenin güvenliğinin tartışıldığı başlıca iki Avro-Atlantik forum olan AGİT ve NATO'da kendi siyasi kimliğini kanıtlayacaktır. Lomé Sözleşmesi ve Birleşmiş Milletler ve UNCTAD gibi uluslararası örgütlerdeki etkisi sayesinde Kuzey ile Güney'in birbirine yakınlaştırıl-masında büyük rol oynayacaktır.

21. yüzyılın başındaki Avrupa için çizilen bu manzara kaçınılmaz olarak eksik ve spekülatiftir. Varsayımları arasında, mevcut Üye Devletler'in AB'yi, tüm kıtayı kapsayacak biçimde "federalist bir itici güç" olarak işlemekte serbest bırakacakları ve müstakbel üyelerin de Maastricht'te belirlenen siyasi amaçları çekincesiz paylaşacakları da vardır. Bu umutların gerçekleşmesinin tek yolu, asla geriye dönüp bakmadan Topluluk için daha başında belirlenmiş olan yolda ilerlemeye devam etmektir.

EKLER

Ek 1.

PARİS DORUĞU BİLDİRGESİ

(19 ve 20 Ekim 1972)

"Üye Devletler, Toplulukları'nın gelişmesini demokrasi, fikir özgürlüğü, bireylerin ve düşüncelerin serbest dolaşımı ve serbestçe seçilmiş temsilcileri vasıtasıyla halkın katılımına dayandırma kararlılıklarını yeniden teyid ederler".

Ek 2.

AVRUPA KİMLİĞİNE İLİŞKİN BELGE

(Kopenhag Doruğu, 14 Aralık 1973)

"Dokuzlar, bağlı oldukları hukuki, siyasi ve ahlaki düzenlerine niteliğini veren değerlere saygı gösterilmesini sağlamak ve ulusal kültürlerinin zengin çeşitliliğini muhafaza etmek arzusundadırlar. Bireyin ihtiyaçlarının karşılanması temeline dayanan bir toplum kurma kararlığı temelinde aynı hayat anlayışını paylaşan Dokuzlar, temsili demokrasi, hukukun üstünlüğü, eko-nomik ilerlemenin nihai amacı olan sosyal adalet ve insan haklarına saygı ilkelerini savunma azmindedirler. Bütün bunları Avrupa kimliğinin temel unsurlarıdır".

Ek 3.

TEMEL HAKLARA İLİŞKİN ORTAK BİLDİRGE

(Avrupa Parlamentosu, Konsey ve Komisyon, 5 Nisan 1977)

AVRUPA PARLAMENTOSU, KONSEY VE KOMİSYON,

Avrupa Toplulukları'nı kuran Antlaşmalar'ın hukuka saygı ilkesine dayandığını;

Adalet Divanı'nın kabul ettiği üzere bu hukukun Antlaşmalar'da ve Topluluğun ikincil mevzuatında yer alan kuralların ötesinde genel hukuk ilkelerini ve özellikle Üye Devletler'in anayasa hukukarının dayandığı temel hakları, ilkeleri ve hakları içerdiğini;

Ve özellikle bütün Üye Devletler'in 4 Kasım 1950'de Roma'da imzalanmış bulunan İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi'nin Akit Tarafı olduğunu göz önünde tutarak

AŞAĞIDAKİ BİLDİRGEYİ KABUL ETMİŞTİR:

1. Avrupa Parlamentosu, Konsey ve Komisyon, Üye Devletler'in anayasalarından ve İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi'nden kaynaklananlar başta gelmek üzere temel hakların korunmasına öncelikle önem verdiklerini vurgularlar.

2. Yetkilerini kullanırken ve Avrupa Toplulukları'nın hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik çabalarında bu haklara saygı göstermektedirler ve saygı göstermeye devam edeceklerdir".

Ek 4.

DEMOKRASİ BİLDİRGESİ

(Avrupa Doruğu Kopenhag Toplantısı, 8 Nisan 1978)

"Avrupa Parlamentosu Üyeleri'nin tek dereceli genel oyla seçilmesi, Avrupa Toplulukları'nın geleceği açısından temel önem taşıyan ve Topluluklar'ı oluşturan halkların paylaştıkları demokrasi ideallerini somut bir şekilde ortaya koyan bir olaydır.

Roma Antlaşması'nda öngörüldüğü üzere Avrupa halkları arasında gittikçe daha yakın bir birliğin temeli olan Avrupa Toplulukları'nın oluşturulması, Topluluklar'ın kurucularının barışın ve özgürlüğün güçlendirilmesi yolundaki kararlılıklarını göstermekteydi.

Avrupa Kimliğine İlişkin Kopenhag Bildirgesi'nde ifade edildiği üzere, Devlet ve Hükümet Başkanları, bağlı oldukları hukuki, siyasi ve ahlaki düzene niteliğini veren değerlere saygı gösterilmesini sağlamak ve temsili demokrasi, hukukun üstünlüğü, sosyal adalet ve insan haklarına saygı ilkelerini savunmak azmindedirler.

Bu ilkelerin uygulanması, yetkilerin anayasal düzenlemesi içinde hem fikirlerin serbestçe ifadesini hem de insan haklarının korunmasını güvenceye alan çoğulcu demokratik bir sistemi gerektirir.

Devlet ve Hükümet Başkanları, Avrupa Parlamentosu, Konsey ve Komisyon'un, Topluluklar'ın amaçlarını gerçekleştirme uğraşı içinde temel haklara saygı gösterme yolundaki kararlılıklarını ifade ettikleri Ortak Bildirge'ye katıldıklarını beyan ederler.

Her Üye Devlet'te temsili demokrasiye ve insan haklarına saygının ve bunların sürdürülmesinin Avrupa Toplulukları'na üyeliğini vazgeçilmez koşulları olduğunu resmen beyan ederler".

FASIL XVII

KALKINMA İŞBİRLİĞİ

Madde 130

1. Üye Devletler'in izlediği politikaların tamamlayıcısı niteliğinde olan, Topluluğun kalkınma işbirliği alanındaki politikası:

özellikle içlerinde en dezavantajlı konumda olanlar başta gelmek üzere, gelişmekte olan ülkelerin sürdürülebilir ekonomik ve sosyal kalkınmalarına;

- Gelişmekte olan ülkelerin uyumlu ve aşamalı bir biçimde dünya ekonomisi ile bütünleştirilmelerine;

- Gelişmekte olan ülkelerde yoksullukla mücadeleye katkıda bulunur.

2. Bu alandaki Topluluk politikası demokrasinin ve hukuk devletinin geliştirilmesi ve pekiştirilmesi genel hedefine ve insan hakları ve temel özgürlüklere saygı hedefine katkıda bulunur.

Ek 5.

AVRUPA TEK SENEDİ

(Şubat 1986)

Avrupa Toplulukları'nı kuran Antlaşmalar temelinde girişilen çalışmaları tamamlama ve Devletleri arasındaki ilişkileri, 19 Haziran 1983 tarihli Stuttgart Resmi Bildirgesi uyarınca tümüyle bir Avrupa Birliği'ne dönüştürme isteğiyle 
HAREKETE GEÇEREK;

Bu Avrupa Birliği'ni önce kendi iç kurallarına göre işleyen Topluluklar temelinde, daha sonra ise İmzacı Devletler arasında dış politika alanında ve bir Avrupa İşbirliği temelinde uygulamaya koymak ve bu birliği gerekli eylem araçlarıyla donatmak KARARLILIĞIYLA;

Özgürlük, eşitlik ve sosyal adalet başta gelmek üzere, Üye Devletler'in anayasalarında ve yasalarında, İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme'de ve Avrupa Sosyal şartı'nda tanınan temel haklar üzerinde demokrasiyi geliştirmek için işbirliği yapmak 
KARARLILIĞIYLA,

Avrupa fikrinin, ekonomik bütünleşme ve siyasi işbirliği alanlarında gerçekleştirilen sonuçların ve yeni açılımlara duyulan ihtiyacın, Avrupa'nın demokratik halklarının taleplerine denk düştüğüne ve genel oyla seçilen Avrupa Parlamentosu'nun Avrupa halkları için kaçınılmaz bir ifade aracı olduğuna 
KANİ OLARAK,

Avrupa'nın ortak çıkarlarını ve bağımsızlığını korumak ve özellikle bağlı oldukları demokrasi ve hukuka ve insan haklarına saygı ilkelerini ortaya koyarak Birleşmiş Milletler Antlaşması çerçevesinde girdikleri taahhüte uygun olarak uluslararası barışın ve güvenliğin korunmasına birlikte katkıda bulunmak amacıyla, tek sesle konuşma ve tutarlı biçimde ve dayanışma içinde hareket etmeye gittikçe daha fazla yönelme konusunda Avrupa'ya düşen sorumluluğun 
BİLİNCİNDE OLARAK,

Ortak politikalarının kapsamını genişletip yeni hedefler gerçekleştirmeye yönelmek suretiyle ekonomik ve sosyal durumu geliştirmeye ve kurumların yetkilerini Topluluk çıkarlarına uygun koşullar altında kullanmalarına imkan sağlayarak Topluluklar'ın daha düzgün biçimde işlemesini sağlamaya 
KARARLI OLARAK,

Devlet ve Hükümet Başkanları'nın 19-21 Ekim 1972 tarihlerinde Paris'te yapılan Toplantı'da Ekonomik ve Parasal Birliğin aşamalı olarak gerçekleştirilmesi hedefini onayladıklarını DİKKATE ALARAK,

Avrupa Doruğu Başkanlığı'nın 6-7 Temmuz 1978'de Bremen'de vardığı sonuçların Ek'ine ve Avrupa Para Sistemi'nin (APS) kurulması ve ilgili konularda Brüksel'de toplanan Avrupa Doruğu'nun 5 Aralık 1978'de aldığı Karar'ı dikkate alarak ve sözkonusu karar uyarınca Topluluğun ve Üye Devletler'in Merkez Bankaları'nın parasal işbirliğini yürürlüğe koymak için bir dizi önlemi uygulamaya koymuş olduklarını KAYDEDER[ler]..."

Ek 6.

HELSİNKİ AB KONSEYİ, BAŞKANLIK ZİRVESİ SONUÇLARI

10-11 Aralık 1999

MADDE 3. Avrupa Birliği Konseyi, tüm Avrupa kıtasının istikrarı ve refahı için Aralık 1997'de Lüksemburg'da başlatılan genişleme sürecinin önemini teyid eder.

MADDE 4. Avrupa Birliği Konseyi, şimdi 13 aday devleti tek bir çerçeve içinde kapsayan katılım sürecinin içerici mahiyetini tekrar teyit eder. Aday devletler, üyelik sürecine eşit bir temelde katılmaktadırlar. Avrupa Birliği'nin Antlaşmalar'da ifade edilen değerlerini ve amaçlarını paylaşmalıdırlar. Bu bakımdan, Avrupa Birliği Konseyi, anlaşmazlıkların BM Anayasası'na uygun olarak barışçı yoldan çözülmesi ilkesini vurgular ve aday devletleri, devam eden sınır anlaşmazlıkları ve ilgili diğer konuları çözmek için her gayreti göstermeye davet eder. Bunda başarılı olunamadığı takdirde, anlaşmazlığı makul bir süre içinde Uluslararası Adalet Divanı'na (UAD) götürmelidirler. Avrupa Birliği Konseyi, özellikle üyelik süreci üzerindeki yansımalarıyla ilgili olarak ve en geç 2004 yılı sonuna kadar UAD yoluyla çözüme bağlanmalarını teşvik etmek amacıyla, devam eden anlaşmazlıklara ilişkin durumu gözden geçirecektir. Ayrıca, Avrupa Birliği Konseyi hatırlatır ki Kopenhag'da belirlenmiş olan politik kriterlere uyum, üyelik müzakereleri açılmasının bir ön şartıdır ve tüm Kopenhag kriterlerine uyum AB'ye üye olarak katılmanın temelidir.

MADDE 5. Birlik, kurumsal reform konusundaki Hükümetler Arası Konferansı Aralık 2000'e kadar tamamlamak için her çabayı göstermeye yönelik sağlam bir siyasi taahhüt içine girmiştir. Bu Konferans'ın sonuçlarının onaylanmasından sonra, Birlik, 2002 sonundan itibaren, üyelik vecibelerini üstlenme yeteneğine sahip olduklarını göstermelerinin hemen ardından ve müzakere sürecinin başarıyla tamamlanması üzerine, yeni üye devletler kabul edebilme durumunda olacaktır.

MADDE 6. Komisyon, aday devletlerdeki ilerleme hakkında ayrıntılı bir değerlendirme yapmıştır. Bu değerlendirme, katılım kriterlerinin yerine getirilmesi yönünde ilerleme olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda, bazı sektörlerde devam eden güçlükler bulunduğu dikkate alınırsa, aday devletler, katılım kriterlerine uyma çabalarını sürdürmeye ve arttırmaya teşvik edilirler. Bazı adayların tüm Kopenhag kriterlerini orta vadede karşılama konumunda olmayacakları anlaşılmaktadır. Komisyon'un niyeti, bazı aday devletlerce Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesinde kaydedilen ilerleme konusunda 2000 yılı başlarında Konsey'e rapor vermektir. Bundan sonraki ilerleme raporları, Aralık 2000'deki AB Konseyi'nden uygun bir zaman önce sunulacaktır.

MADDE 11. Müzakerelerde, her aday devlet kendi meziyetlerine göre değerlendirilecektir. Bu ilke, hem muhtelif müzakere başlıklarının açılması hem de müzakerelerin yürütülmesi bakımından geçerli olacaktır. Müzakerelerde ivmeyi korumak için, hantal prosedürlerden kaçınılmalıdır. Şimdi müzakere sürecine sokulmuş olan aday devletler, hazırlıklarında yeterli ilerleme yapmışlarsa, halen müzakere sürecinde bulunan aday devletlere makul bir süre içinde yetişme imkanına sahip olacaklardır. Müzakerelerde ilerleme, müktesebatın ulusal mevzuata dahil edilmesinde ve bilfiil uygulanması ve icra edilmesinde ilerleme ile paralel gitmelidir.

MADDE 12. Avrupa Birliği Konseyi, Komisyon'un ilerleme raporunda işaret edildiği gibi Türkiye'de son zamanlarda yaşanan olumlu gelişmeleri ve ayrıca Türkiye'nin Kopenhag kriterlerine uyum yönündeki reformlarını sürdürme niyetini memnuniyetle karşılar. Türkiye, diğer aday devletlere uygulananlar ile aynı kriterler temelinde Birliğe katılmaya yönelmiş bir aday devlettir. Diğer aday Devletler gibi Türkiye de mevcut Avrupa stratejisine dayanılarak, reformlarını teşvik etmeye ve desteklemeye yönelik bir katılım öncesi stratejiden istifade edecektir. Bu çerçevede, insan hakları konusu ve 4 ve 9(a) sayılı paragraflarda belirtilen konular başta olmak üzere, üyeliğin siyasi kriterlerini karşılama yönünde ilerleme kaydedilmesi üzerinde durularak, daha fazla siyasi diyalog söz konusu olacaktır. Türkiye, Topluluk programlarına ve ajanslarına ve katılım süreci bağlamında aday devletler ile Birlik arasındaki toplantılara katılma imkanına da sahip olacaktır. Müktesebatın benimsenmesi için ulusal bir program ile birlikte, siyasi ve ekonomik kriterler ve bir üye devletin yükümlülükleri ışığında üyelik hazırlıklarının yoğunlaşması gereken öncelikleri içeren bir katılım ortaklığı önceki Konsey sonuçları temelinde oluşturulacaktır. Uygun izleme mekanizmaları kurulacaktır. Türkiye'nin mevzuatının ve uygulamasının müktesebat ile uyumlulaşmasını yoğunlaştırmak üzere, Komisyon, müktesebatın analitik tarzda incelen-mesine yönelik bir süreç hazırlamaya davet edilir. Avrupa Birliği Konseyi, Komisyon'dan, tüm katılım öncesi tüm AB mali yardım kaynaklarının koordinasyonu için tek bir çerçeve sunmasını talep eder.

MADDE 13. Avrupa Konferansı'nın geleceği, gelişen durumun ve Helsinki'de katılım süreci konusunda alınan kararların ışığında gözden geçirilecektir. Yaklaşan Fransa Dönem Başkanlığı, 2000 yılının ikinci yarısında konferansı toplama niyetini beyan etmiştir.

Kopenhag Kriterleri,

Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların istikrarının gerçekleştirilmesi

İşleyen bir pazar ekonomisinin varlığının yanı sıra Birlik içindeki piyasa güçleri ve rekabet baskısına karşı koyma kapasitesine sahip olunması

Siyasi, ekonomik ve parasal birliğin amaçlarına uyma dahil olmak üzere üyelik yükümlülüklerini üstlenme kabiliyetine sahip olunması

Avrupa bütünleşmesi hareketi korunurken, Birliğin yeni üye içerme kapasitesi gerek Birlik gerekse aday ülkelerin genel çıkarına hizmet eden önemli bir unsurdur.

KAYNAKLAR;

Pascal Fontaine, On Derste Avrupa, Paris, Siyasal Bilgiler Enstitüsü, 1994.

Chrisitiane Duparc, Avrupa Topluluğu ve İnsan Hakları, 1992.

Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği yayınları.

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***