İran İslam Devrimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İran İslam Devrimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Şubat 2020 Perşembe

SURİYE’DEKİ İRAN NÜFUZU DİĞER AKTÖRLERE TEHDİT Mİ OLUŞTURUYOR?

SURİYE’DEKİ İRAN NÜFUZU DİĞER AKTÖRLERE TEHDİT Mİ OLUŞTURUYOR?



HAMZA HAŞIL 
SURİYE’DEKİ İRAN NÜFUZU DİĞER AKTÖRLERE TEHDİT Mİ OLUŞTURUYOR?


ORSAM Bakış 
No: 97 / Eylül 2019 
Telif Hakkı 
Ankara - TÜRKİYE ORSAM © 2019 
Bu çalışmaya ait içeriğin telif hakları ORSAM’a ait olup, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu 
uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak makul alıntılar dışında, hiçbir şekilde önceden izin 
alınmaksızın kullanılamaz, yeniden yayımlanamaz. Bu çalışmada yer alan değerlendirmeler yazarına 
aittir; ORSAM’ın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. 

Ortadoğu Araştırmaları Merkezi 
Adresi : Mustafa Kemal Mah. 2128 Sk. No: 3 Çankaya, ANKARA 
Telefon: +90 850 888 15 20 Faks: +90 (312) 430 39 48 
Email: orsam@orsam.org.tr 
Fotoğraflar: Anadolu Ajansı (AA) 
Bakış No: 97 


BAKIŞ

ORSAM SURİYE’DEKİ İRAN NÜFUZU  DİĞER AKTÖRLERE TEHDİT Mİ OLUŞTURUYOR? 

Yazar Hakkında 
Hamza Haşıl 

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Tarih (anadal) ve Sosyoloji (yandal) bölümlerinden 2015 yılında mezun olmuştur. 
Kuveyt Hükümet bursunu kazanarak gittiği Kuveyt Üniversitesi Filoloji Merkezi’nde 2015-2016 yılları arasında Arapça eğitimi almıştır. 
ODTÜ Orta Doğu Araştırmaları bölümünde yüksek lisans eğitimine devam etmektedir. 
Ortadoğu’da devlet inşası ve Doğu Afrika-Kızıldeniz jeopolitiği üzerine araştırmalar yapan Haşıl, 2011 ayaklanmaları sonrası Suriye iç 
savaşı ile yakından ilgilenmektedir. Haziran 2018’den itibaren ORSAM Levant Çalışmaları Koordinatörlüğü’nde araştırma asistanı olarak görev yapmaktadır. İleri düzeyde İngilizce ve Arapça, başlangıç düzeyinde Farsça ve Fransızca bilmektedir. 

Eylül 2019 
orsam.org.tr 

İçindekiler 

Giriş.............................................................................3 
İran’ın Suriye’deki Varlığı................................................3 
İran’ın Suriye’deki Varlığına Karşı ABD ve İsrail’in Tutumu ..4 
İran’ın Suriye’deki Varlığına İlişkin Rusya’nın Tutumu.........5 
Çin’in Suriye’deki İran Varlığına İlişkin Tutumu..................7 
Sonuç..........................................................................9 


Giriş 

Suriye’deki İran nüfuzu Suriye iç savaşı ile birlikte kritik seviyeye ulaştı. 
Bu durum, başta ABD olmak üzere İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından tehdit olarak algılandı ve bu ülkeleri İran’ın Suriye’deki askeri varlığını sınırlamak yönünde pozisyon almaya itti. Özellikle IŞİD’in Suriye’de alan kontrolünün sonlandırılmasından sonra bu istek ABD tarafından daha fazla gündeme getirilerek Suriye’deki ABD varlığının sadece IŞİD yok edilene kadar değil, İran Suriye’den tamamen çekilene kadar devam edeceği yönünde bir söylem geliştirildi. 

Bu durum Esad’sız Suriye politikasının dahi önüne geçti ve İran ile mücadele temel odak noktası haline geldi. Rusya’nın rejim bölgesindeki güçlü varlığına rağmen ABD tarafından gerçekleştirilen Tomahawk füzesi saldırılarında rejim ile birlikte İran hedefleri de vuruldu. Aynı şekilde, İsrail tarafından Suriye hava sahası çok defa ihlal edilerek Kuneytra, Süveyde ve Şam eyaletlerine saldırılar gerçekleştirildi. Bu saldırıların birçoğunda İsrail’in açık hedefi İran unsurları oldu. Yapılan bazı anlaşmalarla İran’ın Suriye’deki varlığını kademeli olarak çekmesi istenerek bu noktada birtakım somut adımlar atıldı. İran’ın Suriye’deki varlığı ABD ve bölgedeki müttefikleri tarafından tehdit olarak algılanmakla birlikte, Rusya ve Çin gibi ülkeler tarafından da “dengelenmesi gereken bir faktör” olarak görüldü. 

İran’ın Suriye’deki Varlığı 

İran’ın Suriye’deki varlığı Suriye iç savaşından itibaren hızlı bir güçlenme eğilimi gösterse de İran’ın Suriye ile olan ilişkileri 2011 yılının çok daha öncesine dayanmaktadır. Özellikle 1979 devriminden itibaren İran’ın Suriye’deki varlığı sistematik bir şekilde artış gösterdi. Suriye’de artan İran nüfuzunu mezhepçi bir anlayış üzerinden okumak bir ölçüde mümkün olsa da devletlerarası çıkar ilişkisini göz ardı ederek meseleye odaklanmak sınırlı bir yaklaşım olacaktır. Dolayısıyla İran’ın Suriye’deki varlığını sadece devrimle işbaşına gelen kadroların ideolojisi doğrultusunda değil, İran ve Suriye’nin devlet refleksleri ekseninde okumak gerekmektedir. 

< İran’ın Suriye’deki varlığını sadece devrimle işbaşına gelen kadroların ideolojisi doğrultusunda değil, İran ve Suriye’nin devlet refleksleri ekseninde okumak gerekmektedir. >

İran, 1979 yılından itibaren Suriye rejimi ile stratejik ortaklıklar kurarak, savunmadan ekonomiye, siyasetten kültüre kadar birçok alanda iş birliği geliştirdi. Böylece, Suriye’yi yöneten kadroların kısmi İran tesiri ile yetiştiği bir ortam oluştu. İran’ın her alandaki varlığı ve etkisi Suriye yönetici eliti için bir güvence teşkil ettiği için bu durum rejim tarafından rahatsız edici bulunmadı. 2011 savaşına gelindiğinde İran’ın çok hızlı refleks göstermesi geçmişten gelen İran-Suriye arasındaki stratejik müttefikliğin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Rejimin devrilmesi, Suriye’deki İran etkisinin kırılmasına neden olabilecekti. 

Bu durumun İran açısından en önemli muhtemel sonucu, İran’ın Doğu Akdeniz’e ulaşacak stratejik bir ulaşım koridorundan yoksun kalması olacaktı. Sonuç olarak İran, bir taraftan resmi askeri birlikleri olan Devrim Muhafızları Ordusu’nun Kudüs Tugayı’ndan seçkin askerler ile, diğer taraftan resmi olmayan fakat İran güdümlü paramiliter gruplar ile Suriye iç savaşında rejimin ayakta kalabilmesi için büyük bir mücadeleye başladı. 

İran’ın Suriye’deki varlığı, Kudüs Tugayı birlikleri ve İran güdümlü milis kuvvetlerden ibaret değilse de bu birliklerin hareket alanlarını ve iç savaşta üslendikleri rolleri bilmek İran’ın sahadaki askeri varlığı hakkında fikir sahibi olunmasına olanak sağlayacaktır. İran’ın resmi birlikleri daha çok rejim ordusu içinde kritik görevlerde bulundu ve Zamir, T4 ve Şayrat havalimanları gibi stratejik bölgelerin güvenliğini sağlamakla vazifelendirildi. Milis kuvvetler ise rejim kontrolündeki Suriye sahasının hemen her yerinde faaliyette bulundu. 

Bu birlikler daha çok mezhepçi bir ideoloji üzerinden varlıklarını konsolide etme yoluna gitti. Suriye, Lübnan, Irak, Pakistan ve Afganistan uyruklu militanlardan oluşan bu milis kuvvetlerin ortak özelliği, İran destekli ve güdümlü olmalarının yanında Şiilik temelli bir ideoloji ile savaşmalarıydı. Bu grupların birçoğu Seyyide Zeynep Camii’ni koruma söylemi üzerinden Suriye’deki varlıklarını meşru göstermek istedikleri için üslerini genellikle bu caminin bulunduğu Şam’ın güney bölgelerinde kurdular. Bu bölgedeki milisler, özellikle İsrail tarafından rahatsız edici bulunduğu için çok defa İsrail hava unsurlarının saldırılarına uğradılar. 

İran’ın Suriye’deki Varlığına Karşı ABD ve İsrail’in Tutumu 



ABD Başkanı Barak Obama döneminde İran ile varılan nükleer anlaşma ve İran’a uygulanan ambargonun kısmi olarak kaldırılması mutabakatı, şimdiki ABD Başkanı Donald Trump tarafından 2016’da yürürlükten kaldırıldı. Bu durum ABDİran ilişkilerinin yeniden gerilmesine sebebiyet verdi. İki ülke arasında süregelen gerginlik, kaçınılmaz şekilde Suriye sahasına da taşınmış oldu. ABD tarafından yapılan açıklamalarla İran’ın Suriye’deki varlığının tamamen sona ermesi gerektiği vurgulanarak, aksi takdirde yeniden yapılandırma sürecine kaynak aktarmanın ve siyasi çözüme ulaşmanın mümkün olmayacağı belirtildi. 

ABD, Suriye’deki varlığını IŞİD’le mücadele temelinde meşrulaştırırken, IŞİD’in yenilmesi sonrası süreçte söylem değişikliğine giderek İran unsurları Suriye’den çıkartılana kadar ABD’nin buradaki varlığının devam edeceği açıklandı. İran’ın Suriye’deki varlığına ilişkin duyulan rahatsızlık özellikle Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton tarafından sıklıkla ifade edildi. 2018 boyunca İran’a karşı tavizsiz bir söylem takınan ABD, Başkan Trump’ın Ocak 2019’da “İran Suriye’de istediğini yapabilir” sözüyle yeniden hedef sapması yaşadı. Trump’ın bu ifadeleri özellikle Ortadoğu’daki yakın müttefiki İsrail’i son derece rahatsız etti. 

Bu durum, İsrail’in İran karşısındaki durumunu zayıflatabilecek bir hamle olarak görüldü. Öyle ki, ABD tarafından İran’ın bölgedeki varlığını meşru gösterecek herhangi bir ifade, İsrail’in İran karşıtı söylemine zarar verebilirdi. 

İran İslam Devrimi, ontolojisi itibari ile “emperyalizm ve siyonizm karşıtı” bir kimlik benimseyerek varlığını zıtlıklar üzerinden pekiştirme yoluna gitti. Bu kimlik İran’ın İsrail ile sürekli bir çekişme yaşamasına sebep oldu. Her ne kadar bu iki ülkenin karşılıklı tehditleri başlangıçta fiili bir sonuç doğurmasa da 2006’da gerçekleşen İsrail-Lübnan savaşında İran destekli Hizbullah milisleri İsrail ile sıcak çatışmaya girdi. İki ülke arasındaki sürtüşmenin son örneği Suriye sahasında yaşandı. Suriye rejiminin en büyük destekçisi İran, iç savaş gerekçesi ile İsrail sınırlarına milis kuvvetler yerleştirme fırsatını geri tepmedi. Özellikle işgal atındaki Golan Tepeleri’ne yakın konuşlanan milisler, İsrail için büyük bir tehdit oluşturdu. İsrail her ne kadar hava operasyonları ile bu unsurları temizleme yoluna gitse de kara operasyonu yapılmadığı için bu çabasında dikkate değer bir başarı sağlayamadı. Dolayısıyla İsrail, bir taraftan ABD üzerinden İran’ı sıkıştırmaya çalışırken diğer taraftan Rusya ile İran tehdidine 
karşı birçok görüşme gerçekleştirdi. İsrail’in Rusya ile yaptığı görüşmeler kısmi olarak sonuç verdi ve Putin’in Suriye Özel Temsilcisi Aleksander Lavrentiev’in 1 Ağustos 2018’de yaptığı açıklamaya göre İran’a bağlı milisler GolanTepeleri’nden 85 km kadar içeri çekildi. Ayrıca İsrail için tehdit oluşturacak herhangi bir ağır ekipman ve silahın da yine bu bölgede bulunmadığı belirtilmişti. Bu kısmi çekilmeler İran’ın bölgede güçlü bir şekilde var olduğu ve her geçen gün bu varlığını artırdığı gerçeğini değiştirmediği için İsrail tarafından İran unsurlarına 
karşı düzenlenen hava operasyonları devam etti. 

Her ne kadar ABD Başkanı Trump, İran’ın Suriye’deki varlığı ile ilgili İsrail’i şaşırtan bir açıklama yapmış olsa da ABD Kongre üyelerinin İsrail’in çıkarlarına yönelik tutumları geleneksel ABD-İsrail ilişkilerini açık bir şekilde yansıtmış oldu. 21 Mayıs 2019’da yaklaşık 400 ABD Kongre üyesinin başkan Trump’a yazdığı açık mektupta Suriye savaşı sona yaklaşırken İsrail’in bölgedeki çıkarlarının korunması gerektiğinin altı çizildi. Bu çıkarların korunması için verilen tavsiyeler arasında rejime destek veren İran’a ve İran güdümündeki Lübnan Hizbullah’ına karşı çok daha büyük ambargolar uygulanması yer aldı. Kongrenin yazdığı bu mektubun herhangi bir bağlayıcılığı olmamakla birlikte ABD’deki karar alıcıların İsrail’in çıkarları için Suriye’deki İran varlığına karşı ABD’yi harekete geçirme çabaları son derece dikkate değer bir girişimdir. 

İran’ın Suriye’deki Varlığına İlişkin Rusya’nın Tutumu 


Rusya ve İran, Suriye iç savaşının başlangıcından itibaren birçok konuda ortak adımlar atarak rejimi iktidarda tutmayı bir öncelik olarak belirlediler. Rejimi destekleyen bu iki gücün başlangıçta önemli çıkar çatışmaları yaşamaması, sıcak çatışma ortamında her iki ülkeye birçok avantajlar sağladı. Buna karşın Suriyeli muhalifleri destekleyen kampın kendi arasında çıkar çatışmaları yaşayarak önceliklerini belirlemekte zorlandığı göz önünde bulundurulduğunda, Rusya ve İran iş birliğinin Suriye’de sonuca ulaşması mümkün oldu. Diğer bir ifade ile, ortak hedef ve ortak düşman konusundaki uzlaşı her iki ülkeyi Suriye denklemin de avantajlı duruma getirdi. Fakat sıcak çatışma ortamının sonuna yaklaşılıp,  yeniden yapılandırmanın konuşulmaya başlandığı dönemden itibaren görüş ayrılıklarının su yüzüne çıkmaya başladığı görüldü. İki ülke arasındaki çıkar çatışmaları ekonomik alanlarla sınırlı kalmayarak küçük çaplı da olsa bazı noktalarda sıcak çatışma ortamına taşındı. Bu çerçevede İran’ın Suriye’de artan nüfuzu Rusya açısından da bir ölçüde rahatsız edici görülmeye başlandı. 

< Sıcak çatışma ortamının sonuna yaklaşılıp, yeniden yapılandırmanın konuşulmaya başlandığı dönemden itibaren Rusya ve İran arasında görüş ayrılıkları su yüzüne çıkmaya başladı. İki ülke arasındaki çıkar çatışmaları ekonomik alanlarla sınırlı kalmayarak küçük çaplı da olsa bazı noktalarda sıcak çatışma ortamına taşındı. >

İran, iç savaşta Esad rejimini korumak için yaptığı harcamaları bir ölçüde telafi edebilmek ve Suriye pazarındaki fırsatları en iyi şekilde değerlendirebilmek için Rusya gibi uzun vadeli stratejiler geliştirmeye çalıştı. Bu noktada İran, Irak ve Suriye üzerinden bir koridor açarak petrol ve doğalgazı Doğu Akdeniz üzerinden Avrupa’ya pazarlamak istemekteydi. Bunu gerçekleştirmek için de Lazkiye Limanı’nı hedef olarak belirledi. Lazkiye limanı ile ilgili ilk somut adım, Şubat 2019’da Esad’ın İran’a yaptığı ziyaret sırasında yaşandı. Esad ve Ruhani arasında imzalanan anlaşma ile Lazkiye Limanı’nın işletmesinin Ekim 2019 itibarı ile İran’a verileceği basına sızdı. Bu anlaşmanın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aynı tarihlerde Moskova’yı ziyaret edeceğinin netleşmesi sırasında aniden yapılması ilgi çekiciydi. İran’ın Lazkiye Limanı’ndaki hakimiyeti, Doğu Akdeniz’e açılımını, Lazkiye üzerinden Avrupa pazarlarına ulaşmasını sağlayacağı gibi İran’ın bölgedeki en önemli müttefiki Lübnan Hizbullah’ına da gerekli lojistik ve mühimmat desteğini kolaylıkla verebilecek bir imkan sağlayacaktı. Bu durum Rusya’nın İran’ın Suriye’deki varlığından rahatsız olmasının en önemli sebeplerinden biri olarak ön plana çıktı. Çünkü İran’ın Suriye’deki her türlü varlığı İsrail için imha edilmesi gereken bir hedef konumundaydı. İsrail’in özellikle limana yapacağı bir saldırı Rusya’nın oradaki kazanımlarının zarar görmesine ve Doğu Akdeniz ticaretinin sürekli olarak İsrail saldırıları sebebiyle aksamasına yol açacaktı. Dolayısıyla Rusya, İran’ın özellikle limanlardaki varlığından büyük tedirginlik duydu. 

    İran, içinde bulunduğu ekonomik darboğaza rağmen rejimi desteklemeyi sürdürdü. Dolayısıyla, savaş sonrası süreçteki ticari imtiyazlardan en üst seviyede yararlanmayı da doğal bir hak olarak gördü. Bu sebepten, İran’ın Lazkiye Limanı’nın işletim hakkını alma çabası, Rusya’nın Tartus Limanı’ndaki varlığı ile de alakalı olabilir. 

Rusya Başbakan Yardımcısı ve Rusya-Suriye Hükümetlerarası Komisyonu Eş Başkanı Yuriy Borisov’un Nisan 2019’da yaptığı açıklamada Tartus Limanı’nın 49 yıllığına Rusya tarafından kiralanacağını belirtmesinin ardından Esad rejiminin Ulaştırma Bakanı Ali Hammud yine aynı tarihlerde bu haberi doğruladı. Rusya’nın limanlarda hakimiyet kurma isteği sadece Doğu Akdeniz ticaretinde rol oynama isteğinden değil aynı zamanda fosfat başta olmak üzere Suriye sahasından çıkartacağı madenlerin Rusya’ya naklini de kolaylaştırmak içindi. Çünkü, Rus Stroytransgaz şirketine 2018’de Palmira’da fosfat yatırımı yapması için Esad rejimi tarafından 50 yıllık imtiyaz verilmişti. Nisan 2019’da resmi olarak yapılan bu anlaşmanın esasında Aralık 2018’deki Rusya ve Esad rejimi arasındaki hükümetlerarası toplantıda alınan bir karar olduğu göz önünde 
bulundurulduğunda, İran’ın da Rusya’ya verilen bu imtiyaza karşılık olarak Lazkiye Limanı’nın işletmesini istemesi olasılığı belirdi. Çünkü savaş sırasında rejime en büyük desteği veren İran, savaş sonrası süreçteki ticari imtiyazlardan en üst seviyede yararlanmayı doğal bir hak olarak değerlendir di. Dolayısıyla İsrail tehdidi sebebiyle İran’ın limanlardaki varlığının Rusya için endişe oluşturduğu belirtilse de İran, Lazkiye Limanı’ndaki varlığını kalıcı hale getirmek için girişimlerini yoğunlaştırdı. 

İki ülke arasındaki çıkar çatışmaları, Suriye sahasında bazı dönemlerde sıcak çatışma şeklinde kendini gösterdi. Özellikle 2019’un ilk aylarında Rus ve İran destekli milis gruplar arasında sıcak çatışmaların yaşandığı iddiası basında yer buldu. Özellikle İran yanlısı tutumu ile bilinen Beşar Esad’ın kardeşi Mahir Esad komutasındaki birlikler ile Rusya destekli rejime bağlı birlikler arasında Hama’nın kuzeybatı kırsalında birtakım çatışmaların çıktığı ve çok sayıda ölü ve yaralının olduğu yerel kaynaklar tarafından aktarıldı. Bu sıcak çatışmalar çok farklı motivasyonlardan kaynaklanabildiği için bunları sadece ekonomik çıkar çatışmasına indirgeyerek analiz etmek doğru bir yaklaşım olmayabilir. Fakat bu çatışmalar, Suriye’deki Rusya-İran gerginliğinin boyutu hakkında fikir sahibi olmak için farklı bir bakış açısı sağlamaktadır. Bununla birlikte, her iki ülke 
de aralarındaki çıkar çatışmalarını minimize etmek ve Suriye’deki iş birliğini sürdürebilmek için diplomatik girişimlerini yoğunlaştırmaktadır. 


Çin’in Suriye’deki İran Varlığına İlişkin Tutumu 

Çin, Arap Baharı sonrasında Ortadoğu’da yaşanan değişim sürecine tepki vermekte geç kalmıştı. Fakat Çin, Suriye’de halk ayaklanmasının başladığı Mart 2011’den itibaren, burada cereyan eden gelişmeleri yakından takip etti. Çin gerek Suriye’deki büyükelçiliği gerekse atadığı Suriye Özel Temsilcisi üzerinden sürekli olarak itidal çağrıları yaparak savaşın bütün taraflarına eşit mesafede yaklaşmaya çalışan bir görüntü verdi. 
Fakat Çin’in Suriye’ye dönük ilgisinin temelinde iki neden yatıyordu: Suriye’de savaşan Çin uyruklu Uygur kökenli militanların savaş sonrasında Çin’e dönmeleri sonucunda yaşanması muhtemel güvenlik tehdidi ve Çin’in Suriye’den ekonomik beklentileri. Suriye’de savaşan Çin uyrukluların yaratması muhtemel güvenlik tehdidine karşı Çin bu militanların faaliyetlerini yakından izledi ve büyük oranda İdlib’de faaliyet gösteren Türkistan İslami Partisi’nin hareketlerini takip etmeye başladı. 

<  Çin’in Suriye’ye dönük ilgisinin temelinde iki neden yatıyordu: Suriye’de savaşan Çin uyruklu Uygur kökenli militanların savaş sonrasında Çin’e dönmeleri sonucunda yaşanması muhtemel güvenlik tehdidi ve Çin’in Suriye’den ekonomik beklentileri. >

Güvenlikle ilgili durumun ötesinde Çin’in Suriye’deki ekonomik fırsatlar konusundaki politikaları çok boyutlu bir zeminde ilerleme gösterdi. 

Çin, bir taraftan rejimle kurduğu ilişki üzerinden Suriye’de ne tür yatırımlar yapabileceği ve bu ülkeyi nasıl güvenli bir pazar haline getirebileceği 
konusunda projeler oluştururken, diğer taraftan kendisi ile benzer amaçlar güden ülkelerle hangi alanlarda çıkar çatışmaları yaşayabileceğini ve bunları hangi yollarla aşabileceğini analiz etmeye başladı. Çin, Suriye’de güttüğü yumuşak güç politikası sayesinde, aradan geçen 8 yıl boyunca Suriye iç savaşına dahil olan hiçbir güçle dikkate değer bir sorun yaşamadı. Çin’in yatırım yapacağı alanlar da Rusya ve İran gibi ülkelerin yatırım yapacağı alanlardan farklılık gösterdi. 

Çin daha çok elektrik/enerji, endüstri bölgeleri ve otomobil üretimi alanları ile ilgilendiğini gösterdi. Çin’in en önemli hedeflerinden biri de tüketim mallarını engelsiz bir şekilde Suriye pazarına ulaştırabilmekti. Dolayısıyla savaşın sona yaklaştığı bu dönemde, Çin ile Suriye rejimi arasında Çin lehine çok büyük tavizlerin verildiği gümrük anlaşmalarını görmek kuvvetli bir olasılık haline geldi. 

Çin’in Suriye’de İran ile ayrışan çıkarları, ABD ve İsrail ile İran arasındaki çıkar çatışması gibi doğrudan değil dolaylı yoldan gerçekleşti. 

Çin, Suriye iç savaşına askeri bir zemin üzerinden dahil olmadığı için savaşın bir an önce son bulması ve ticari/ekonomik faaliyetlerin acilen başlatılması konusunda ısrarcı oldu. Buna karşılık İran, Suriye iç savaşındaki askeri ağırlığını daha belirgin hale getirip ordu içindeki nüfuzunu kullanarak, savaş sona erdiğinde çok daha büyük imtiyazlar elde etmeyi güvence altına alma yoluna gitti. Bunun için de İdlib başta olmak üzere, Suriye’deki bütün bölgelerin rejim güçlerinin kontrolü altına alınmasını hedefledi. İran’ın Suriye’deki en büyük avantajı, rejim ordusu üzerindeki nüfuzu ve sahadaki İran yanlısı militanların varlığı oldu. İran’ın Suriye’deki gücü, ordunun gücüyle paralel bir çizgide ilerledi. 

Diğer bir ifadeyle, Suriye ordusu ne kadar geniş alanda hakimiyet kurarsa İran’ın Suriye’deki etkisi o derece artacaktı. Etkisi artan İran ise yeniden yapılanma sürecinde Rusya ve Çin gibi güçler tarafından denklem dışına itilemeyecekti. Dolayısıyla, ekonomik zorluk içindeki İran’ın bu avantajını iyi kullanarak elini güçlendirmek istemesi anlaşılabilir bir durumdu. Suriye’de güvenlik yapılanması içinde etkisi olmayan Çin ise devasa ekonomisine rağmen İran’ın bu tutumu karşısında yeniden yapılanma sürecine arzu ettiği hızda ve oranda angaje olamadı. İran’ın sahadaki askeri kazanım çabalarının devam etmesi Çin’in ekonomik girişimlerinin önünde engel oluşturdu. Bu nedenle, İran’ın Suriye’deki varlığı ve artan etkisi Çin’in ekonomik çıkarları ile dolaylı olarak çatışmış oldu. 

Çin ve İran arasındaki çıkar çatışmasının doğrudan değil, dolaylı yollardan seyretmesinin Suriye sahası dışında cereyan eden olaylarla yakından ilgisi vardır. Bunlardan ilki, İran’a uygulanan ambargolar sebebiyle Çin’in İran ile olan petrol/doğalgaz ticaretini kesmek zorunda kalmasına rağmen, dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz ithalatçısı ülkesi olduğu için bu ticareti alternatif yollarla devam ettirebilme gayretidir. 

Bu durum Çin için olduğu kadar ekonomik darboğazda olan İran için de hayati önem taşımaktadır. Suriye toprakları dışında gelişen diğer bir durum ise Çin’in modern İpek Yolu diye tabir ettiği Bir Kuşak, Bir Yol projesinin İran toprakların dan geçerek Türkiye ve Avrupa’ya ulaşacak olmasıdır. Uluslararası ilişkilerde her dosya kendi içinde değerlendirilse de iki güç arasındaki çıkar çatışmasının doğrudan birbirini hedef almamasında bu dış etkenlerin payı büyüktür. 

Sonuç 

2019 yılı itibarıyla Suriye iç savaşında çatışmaların seviyesinde kritik seviyede azalma olmasına rağmen İran, Suriye’deki varlığını güvenlik birimleri içindeki nüfuzu üzerinden artırmaya çalışarak bölgedeki konumunu güçlendirme yolunu tercih etti. İran’ın bu tutumu, düşman olarak belirlediği ABD ve İsrail gibi güçlere karşı Suriye’de güçlü bir pozisyon almasına olanak sağladı. 

Bunun yanında, müttefiki konumundaki Rusya ve Çin gibi ülkelerle Suriye’nin yeniden yapılandırılması sürecinde girişeceği rekabet ortamında kendisine avantaj oluşturdu. İran’ın içinde bulunduğu tüm ekonomik sıkıntılara rağmen bu denli yoğun bir mücadele vermesi, alternatifinin olmamasından kaynaklandı. ABD ambargoları nedeniyle Hazar Denizi ve Basra Körfezi arasına sıkışmış, uluslararası ticaret yapamayan bir ülke olmak istemeyen İran, Akdeniz’e açılma mecburiyetinde olduğunun bilinciyle hareket etti. 

Bunu da ancak müttefiki olan Esad rejimini ayakta tutarak Suriye üzerinden yapabileceği için resmi ve resmi olmayan çeşitli unsurları ile Suriye iç savaşına müdahil oldu. İran’ın Suriye’deki varlığı birçok küresel ve bölgesel güç tarafından tedirgin edici bulunsa da İran kendisi için hayati olan bu politikasından vazgeçmedi ve bölgedeki varlığını sürekli olarak konsolide etme yoluna gitti. 

ORSAM Yayınları 

ORSAM, Süreli yayınları kapsamında Ortadoğu Analiz ve Ortadoğu Etütleri dergilerini yayınlamaktadır. 

İki aylık periyotlarla Türkçe olarak yayınlanan Ortadoğu Analiz, Ortadoğudaki güncel gelişmelere dair uzman görüşlerine yer vermektedir. 
Ortadoğu Etütleri, ORSAM’ın altı ayda bir yayınlanan uluslararası ilişkiler dergisidir. İngilizce veTürkçe yayınlanan, hakemli ve akademik bir 
dergi olan Ortadoğu Etütleri, konularının uzmanı akademisyenlerin katkılarıyla oluşturulmaktadır. Alanında saygın, yerli ve yabancı akademisyenlerin 
makalelerinin yayımlandığı Ortadoğu Etütleri dergisi dünyanın başlıca sosyal bilimler indekslerinden Applied Sciences Index and Abstracts 
(ASSIA), EBSCO Host, Index Islamicus, International Bibliography of Social Sciences (IBBS), Worldwide Political Science Abstracts (WPSA) 
tarafından taranmaktadır. 


***

15 Haziran 2019 Cumartesi

1979-1995 ARASI İRAN-ABD İLİŞKİLERİ

1979-1995 ARASI İRAN-ABD İLİŞKİLERİ 


Alican EKREN* 

*Bursa Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası Ekonomi Politikası Yüksek Lisans Öğrencisi, 
ekrenalican@gmail.com

Özet; 

İran 20.yy’ın başından itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nin önemli kalelerinden biri olarak değerlendirilirdi. İslam devrimi ile birlikte bu kalenin kaybedilmesi, Amerika Birleşik Devletleri’nin Soğuk Savaş hedeflerini ve bu savaştaki konumunu tahrip edici olmuştur. İran devrimi Ortadoğu’daki dinamikleri büyük ölçü de değiştirmiştir. 
Devrimin zaferiyle birlikte Humeyni, önceki hükümetin kararlarını, anlaşmalarını yok saymıştır. Bu da ilk olarak Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkilerin son bulması anlamına gelmekteydi. Devrim sonrası dönem sadece İran dış politikası için değil aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nin doğu politikası için de önemli olmuştur.1979 yılında meydana gelen devrim, İran’ın sadece monarşi geleneğini değil aynı zamanda iç ve dış politikalarını da değiştirmiştir. Devrim öncesi, bölgede Amerika Birleşik Devletleri’nin en büyük müttefiklerinden olan İran, 1979 sonrası tam karşıt bir konuma yerleşmiştir. Bu çalışmada 1979 devrimi ile birlikte kurulan İran İslam Cumhuriyetiyle birlikte ülke içi ve dışı politikalarda Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkilerin nasıl bir değişime uğradığını, savaşlar ve bölgesel politikalar perspektifinden 1995 yılına kadar olan süreçte incelenecektir. 

Giriş 

Orta Doğu bölgesi üç dinin merkezi olması, yeraltı kaynakları bakımından zengin olması ve bu kaynakların dünya siyaseti için önemli konumda olmasından dolayı, uluslararası politikanın ilgisinin en üst düzeyde olduğu ülkelerin başında gelmektedir. Bu bölgenin en önemli ülkelerinden birisi olan İran, dünyadaki tek Şii teokratik yönetime sahip olmakla beraber, kendine has kültürel ve tarihi yapısı ile Ortadoğu bölgesinde farklılaşmıştır. Orta Asya, Hazar Havzası ve Orta Doğu üçgenin merkezinde bulunması ise önemini daha da arttırmıştır. 

Şubat 1979’da gerçekleştirilen İslam Devrimi sonrasında İran tarihinde yeni bir yola girilmiştir. Devrim, İran’ın bölgedeki konumunu ciddi bir şekilde değiştirmiştir. 
Elde edilen zafer ile Humeyni, Şah döneminin anlaşmalarını ve hükümlerini geçersiz kılmıştır. Bu devrim ile birlikte ABD ittifakından tamamen kopmuştur. Bu kopuşla beraber İran, dünya siyasetinde ABD karşıtı politikaların değişmez tarafı haline gelmiştir. Rıza Şah Pehlevi’nin ülkeyi terk edişi ve akabinde Humeyni’nin İran’a dönüşü ile birlikte, Orta Doğuda dengeleri köklü bir biçimde değiştiren süreç başlamıştır. Bu süreç sadece İran’ı değil, Orta Asya, Hindistan ve Cezayir’e kadar uzanan coğrafyayı etkisi altına almıştır. 

Devrime baktığımızda bunun İslami bir kalkışmadan çok, Şah rejimine karşı topyekûn bir mücadele olduğu görülür. 
Devrim destekçisi gruplar içerisinde ılımlı İslamcılardan liberallere, aşırı İslamcılardan komünistlere kadar birçok grup vardı. Fakat Humeyni’nin de yeteneği ile birlikte, devrim sonrası yönetimi ele geçiren taraf radikal İslamcılar olmuştur. Humeyni elde ettiği bu zafer ile eski yönetimin tüm izlerini silmiş, yaptığı anlaşmaları ve hükümleri yok saymıştır. Özellikle devrim öncesi en büyük dostlarından olan ABD’nin ülkedeki söz hakkını ortadan kaldırmak için büyük çaba göstermiştir. ABD, Humeyni’nin bu davranışlarını hem kendine hem de bölgedeki en büyük müttefiki konumunda olan İsrail için tehdit olarak algılamış ve eski dostun kısa süre içerisinde en büyük halef konumuna gelmesi, kendisinin Ortadoğu için gelecek hedefleri ve politikalarında büyük değişimler yapmak zorunda bırakmıştır. 

1. Rehineler Krizi 

Devrim sonrası İran ABD arasındaki ilk gerilim Rehineler Krizi ile başlamıştır (Yeşil, 2014: 6). İran Şahının tedavi amacı ile ABD’ye gitmesini protesto eden bir grup öğrenci 04.11.1979 tarihinde Amerikan Elçiliğini basarak 52 elçilik personelini 444 gün süreyle rehin almışlardır. Öncelikle Şahın İran’a iadesini ve İran’ın Devrim sonrası Amerika tarafından dondurulan mal varlıklarının serbest bırakılmasını istemişler, isteklerinin yerine getirileceği zamana kadar da rehineleri serbest bırakmayacaklarını söylemişlerdir (Yurdakurban, 2007: 21). 

Rehin alma olayı, “Viyana Komisyonu’nun yabancı misyonun güvenliği ilkesine ters düşmesine rağmen, Humeyni tarafından destek görmüş ve kendi planları çerçevesinde başarı ile kullanmıştır. 

1980 yılında Nisan ayının sonlarına doğru ABD, rehineleri kurtarmak üzere operasyon yapılmasına karar vermiştir. 24 Nisanı 25 Nisana bağlayan gece Tebes Çölüne askeri çıkarma yapıldı. ABD yönetimi bu harekâtın devrim yandaşları için bir mesaj olabileceğini düşünüyordu. Fars körfezinde bulunan ABD güçleri de bu çıkarmayı tam kapasite desteklemeye hazır durumdaydılar. Fakat tüm bu hazırlıklara rağmen ABD’nin rehineleri kurtarma operasyonu tam bir fiyasko ile sonuçlanmıştır (Aliyev, 2007: 78). 

Düzenlenen operasyonun tam bir başarısızlık ile sonuçlanması, ABD ordusunun dünyadaki imajını neredeyse yerle bir etmiştir (Gündoğan, 2011: 68) 

Yaşanan rehineler krizi İran için uluslararası sonuçları da beraberinde getirmiştir. 22 Mayıs 1980 günü Avrupa İktisadi Birliği üyeleri, ABD baskısı ile İran’a ekonomik boykot uygulamaya başladılar. Bu boykota diğer ülkeler ve Japonya, Kanada’nın yanı sıra Avustralya da katıldı. ABD ile ilişkilerin tekrar rayına oturması için tek bir şey gerekiyordu. O da rehinelerin serbest  bırakılmasıydı (Aliyev, 2007: 79). Irak’la başlayan savaş ve Amerika’nın İran’ın dondurduğu mal varlığını serbest bırakacağı üzerine yaptığı açıklamalardan sonra, 444 gün süren rehine krizi son bulmuş ve 52 rehine İran’ı terk etmişlerdir. Carter, İran’da yaşanan olaylarda başarısız olmasından dolayı, Başkanlık seçimlerinden mağlubiyet ile ayrılmış ve rehinelerin bırakılmasının aynı günü Amerika Birleşik Devletleri’nde Ronald Reagan Başkanlık görevine başlamıştır (Yurdakurban, 2007: 21). Rehinelerin bırakılmasından sonra İran, ABD’den kendi iç işlerine karışmamasını ve uyguladığı yaptırımlardan vazgeçmesi hakkında adımlar atmasını beklemiştir (Aliyev, 2007: 81) 

Fakat Reagen bu isteklere kayıtsız kalıp İran aleyhine olan çalışmalarını daha da 
güçlendirmiştir ve sonra gelen Başkanlar döneminde de bu değişmeden devam etmiştir. 

Rehine krizi İran’ın diğer ülkelere karşı “İdealist Devrim” politikasının daha ön plana çıkmasını sağlamıştır. İran bu politika ile Uluslararası düzende kendi bağımsızlığını korumaya çalışmıştır. Fakat bu “İdealist Devrimci” politikaları İran’ı bilinen diplomatik ilişkilerinden uzaklaştırmıştır. 

Yaşanan bu kriz süresince Humeyni’nin endişesi Velayet-i Fakih (†) düşüncesinin gelişmesinin önüne geçeceğiydi (Halhalli, 2014: 83). 

(†) Din hukuku konusunda bilgin anlamına gelen fakihin vesayet ve yönetim yetkisidir. 

2. İran – Irak Savaşı 


1980 yılının Eylül ayında başlayan İran ve Irak arasındaki savaşa başlamadan önce, 1980'lerin ortalarındaki durumu on yılın perspektifine oturtmak önemlidir. ABD'nin Körfez güvenlik sistemine yönelik duruşunun kökleri, savaş öncesi döneme kadar uzanmaktadır. İran'daki Şah rejiminin çöküşü resmi çarpıcı bir biçimde değiştirdi. Ayetullah Humeyni'nin yeni rejimi Birleşik Devletlerde şüpheyle karşılandı. İran devrimi ABD için iki sorun oluşturdu. Birisi Körfez'deki Arap ülkelerinde benzer sosyal ve politik karışıklık tehdidiydi. Diğeri, Körfez boyunca doğrudan İran saldırıları yapma olasılığıydı. (Naff, 1985: 62). 

İran, yaşadığı devrim sonrasında, başta ABD ve İsrail olmak üzere birçok ülke ile problemler yaşayarak uluslararası camiada yalnız kaldığı bir duruma sokulmuştu. Bunu bir fırsat olarak gören Saddam Hüseyin, 1980’de İran’a saldırarak sekiz yıl sürecek savaşın fitilini ateşledi (Yurdakurban, 2007: 23). Saddam İran’da meydana gelen devrimin kendi topraklarına da sıçramasın dan korktuğundan, İran’daki Şii devriminin hızını kesmek istiyordu. 

1980-1988 arası sekiz yıl süren İran – Irak savaşında ABD’nin Irak’a verdiği destek, sonrasında uyguladığı ekonomik, politik yaptırımlar ve ambargolar İran’ın benliğinde önemli izler bırakmıştır. 1979 devrimi sonrasında İran bağımsız bir dış politika izlemeye başlayınca, ABD için bir tehdit haline gelmiş ve İran’ı “terörü desteklen ülkeler” listesine almıştır. Diğer taraftan Afganistan ve Irak’ı işgaliyle birlikte onu hem doğudan hem de batıdan kuşatması, Basra Körfezinde silahlı güç bulundurması, bölgede İran’ı önlem almaya itmiştir (Doster, 2012: 46). Uygulanan ambargolar sonrasında İran, alternatifler aramaya başlamış, Asya ve Avrupa’ya yönelmiştir. Soğuk Savaş sonrası ABD’nin işgaller yoluyla Ortadoğu’ya yerleşmesinden ve Rusya’nın ağırlığının azalmasından rahatsız olan İran, son zamanlarda Rusya’nın etkinliğinin artmasından memnun olduğunu bilinmektedir. 

Sekiz yıl süren bu savaşta 1 milyon civarında insan hayatını kaybetmiştir. İnsan kaybının yanı sıra ekonomik olarak da büyük sonuçları olmuş ve 150 milyar dolar civarında maddi kayıp meydana gelmiştir. Irak batıdan alenen destek görmesine karşın bu savaşın galibi olamamıştır (Akbaş ve Baş, 2013: 27). Savaş sonrası dönemde Tahran yönetimi pragmatist bir politika izlemiştir. Sekiz yıl 
süren savaşın akabinde İran ekonomisi acilen yapılandırılması kaçınılmazdı. Rafsancani’nin planı ise dışarıdan mali yardım almak ve yabancı yatırımcıyı teşvik etme temellerine dayanıyordu ( Efegil, 2012: 66). 

ABD’nin Irak politikasına baktığımızda bu çıkarlar bazında değişiklik göstermiştir. 1979 yılında Humeyni’nin ortaya çıkışından önce Irak’ı terör listesine alan ABD, Ayetullah Humeyni ile beraber, özellikle ABD ve İsrail üzerindeki radikal görüşleri nedeniyle Irak hakkındaki görüşlerini bir süre rafa kaldırmasına neden olmuştur. 

1979 devrimi ile birlikte Humeyni’nin iktidara gelmesinin ardından başlayan İran – Irak savaşında ABD’nin Saddam Hüseyin’in İran’a saldırmasına olumlu baktığı bir dış politika benimsemiş ve ABD’nin bu tutumu, ikili ilişkileri adeta kopma noktasına getirmiştir (Akbaş ve Baş, 2013: 25). ABD iki amaçla Irak’a destek vermiştir; birincisi İran’ı kaybetmenin ve 444 gün süren rehine krizinin intikamını almak, ikincisi ise İran’da devrim sonrası kurulan Şia yönetiminin zayıflamasıyla beraber, İran’ın İslam ülkelerini birleştirme hayalinin bu savaş yoluyla yıkılmasını sağlamak (Semiz ve Akgün, 2005: 165). İran bu süreçte temel prensiplerden taviz vermeden, ülke içi özgürlükleri arttırma yolunda çabalarken, dış ülkeler ile de ekonomik ve siyasi ilişkilerini geliştirme gayreti içinde olmuştur (Semiz ve Akgün, 2005: 167). 

3. Hazar - Orta Asya Siyaseti 

İki ülke arasındaki çatışmaların en büyüklerinden biri de Hazar ve Orta Asya siyasetinde meydana gelmiştir. İran’ın etkin olmak istediği bu bölgedeki Azerbaycan, Türkmenistan ve Kazakistan, petrol ve stratejik olarak oldukça önemli bir bölgedir (Semiz ve Akgün, 2005: 167). 
Hazar ve Orta Asya bölgelerindeki bağımsızlığını kazanan devletler denize kıyısı olmadığından, petrol ve gaz ihracatlarını sınır dışı devletlerden geçen boru hatları ile yapmaktadır. Bu boru hatları Sovyetler zamanından kalma eski ve 
artık işlevini yerine getiremez durumda hatlar olduğundan yenilenmesi gerekmektedir. Amerika Birleşik Devletleri bölgede Rusya etkisini kırmak için, Rusya ve İran’ı bypass eden boru hatlarını desteklemiştir (Gökçegöz, 2007: 157). 
Bu amacını gerçekleştirmek için ABD, Avrasya enerji koridor üzerinden Akdeniz’e ulaşan bir boru hattı planlamıştır. Bu bölgede İran’ın önemli bir konuma sahip olması ve ABD’nin yaptığı bir açıklamada Afganistan ve Irak’tan sonra sıranın İran’a geleceği söylemi, İran’ı bölgede açıkça ABD karşıtı hareket etmeye itmiştir. 

İran’ı rahatsız eden bir diğer husus ise ABD Savunma Bakanı’nın Bakû ziyareti olmuştur. Savunma bakanı Rumsfeld’in askeri işbirliği konularını görüşmek üzere yaptığı bu ziyaretten hemen önce NATO Başkomutanı ABD’nin “Hazar Havzası Koruma Programı” kapsamında üsler kurmak istediğini açıklamıştır (İdiz, 2005). Bu program İran’ın güvenlik çıkarlarını tehdit edeceği açıktır. 

Bu yüzden İran bu durma kati bir şekilde karşı gelmiştir. 

İran’ın bölgedeki bilinen hedefi, açık denizlere kıyısı olmayan Orta Asya devletlerinin gaz ve petrollerini güvenli bir şekilde dünya pazarına ulaştırılmasında köprü görevi üstlenmekti. 
Esas gizli hedefi ise Türk cumhuriyetleriyle ilgili olmakla beraber, bölgede nüfuzunu arttırıp, etkili olmaya çalışan ABD’yi ve bölgede etkin olmaya çalışan ABD destekli Arap devletlerini bölgeden uzak tutmaktı (Semiz ve Akgün, 2005: 169). 

İran aynı zamanda Hazar Denizinin statü tartışmalarına dâhil olan kıyıdaş bir ülkedir. Tahran yönetimi Hazar’ı sınır göl olarak tanımlıyor ve 5 kıyıdaş ülke arasında %20’lik paylaştırılmasını veya ortak kullanılmasını savunuyor (Kuzey Haber Ajansı, 2016). 

4. Orta Doğu Politikası 

Ortadoğu, zengin enerji kaynaklarının bulunmasıyla, 20.yy itibariyle bölgedeki enerji kaynaklarına bağımlı tüm uluslar için, ekonomi politikalarını ve güvenlik lerini etkileyen bir bölge halini almıştır. 
ABD’nin Ortadoğu bölgesine olan ilgisi, I. Dünya savaşı ile birlikte petrolün temel enerji kaynağı olması ile beraber artmıştır (Akbaş, 2011: 2). İran ise bir Ortadoğu ülkesi olmasıyla beraber, jeopolitik bakımdan çok önemli bir noktada yer alıp bölge politikaları açısından vazgeçilmezdir. 

Devrim sonrası iki ülkenin de bölge politikaları etkilenmiştir. İran devrimi ile birlikte Ortadoğu üzerindeki dengelerde önemli değişimler olmuştur. Soğuk Savaş öncesinde ABD’nin yakın müttefiki bir ülkede iktidar değilmiş ve tamamen ABD karşıtı bir çizgi benimsemiştir (Gündoğan, 2011: 68). Devrim ile birlikte İran’ın körfez ülkelerindeki Arap liderler başta olmak üzere, Ortadoğu’da bulunan Arap devletleri ile olan ilişkileri kırılmaya uğramıştır. 

Devrimin dini ve ideolojik yönü, İran’ın Ortadoğu’ya genişletilmiş bir politika uygulamasına neden olmuş ve İslam devrimi çoğu Arap milletinin İslami hareketlerini güçlendirmiş ve harekete geçirmiştir (Halhallı, 2014: 85). 

Jeopolitik olarak İran, ABD’nin Ortadoğu’daki hedeflerinin tam merkezinde yer almaktadır. ABD hem kendisinin hem de bölgedeki en önemli müttefiklerinden olan İsrail’in çıkarlarının tehlikeye girmemesi için İran ile hep yakın ilişkiler içerisinde olmuştur. 
Bu amaç dâhilinde Nixon, “twin pillars” denen stratejiyi hem körfezde hem de bölgede uygulamaya başlamıştır (Kenneth 2004: 101). 

Irak’ın 1990 yılında Kuveyti işgali bölgedeki tüm dengeleri değiştirmiştir. Özellikle, Sovyetler Birliği’nden kurtulan ABD için büyük fırsatlar ortaya çıkmıştır. Bunun en başında ABD’nin Körfez’e yerleşerek, “Devrimci İran’ın Kuşatılması,” “Petrol bölgelerinin kontrol altına alınması,” “Suudi Arabistan dâhil tüm körfez monarşilerinin bağımlılıklarının arttırılması ve bu yolla bir çeşit protektora statüsüne indirgenmeleri” gelmektedir (Gündoğan, 2011: 71). Mevcut durumda ABD’nin bölgedeki askeri varlığı oldukça yüksek boyutlardadır. Bu da, ABD’nin Ortadoğu’daki politikalarının nihai amacı olan petrol ve İsrail’in güvenliği konusunda elini güçlendirmektedir. 

5. Nükleer Politika 

Nükleer enerji üreten ülkelerde istenildiği takdirde nükleer silah da üretilebilmesi gerçeği, uluslararası hukukta bu enerjinin kullanımı ile ilgili bir kısıtlama getirilmemesi durumunu beraberinde getirmiştir. Uluslararası Adalet Divanı’nın da görüşüne göre nükleer silahlarla ilgili kesin bir yasaklama getiren uluslararası bir belgenin olması gerekmektedir. Bu da demek oluyor ki, devletlerin nükleer silah üretimini yasaklayan hukuki anlamda mutlak bir sistem yoktur (Dalar, 2008: 297). 

İran Nükleer Programı Şah Rıza Pehlevi dönemine dayanmaktadır. Pehlevi döneminde İran – ABD ilişkileri oldukça ileri seviyedeydi. Soğuk savaş döneminde ABD’nin SSCB’ye üstünlük kurma yolunda, İran’ın konumu oldukça önemli olmuştur. 
İran bir nevi SSCB’ye karşı tampon görevi görmüştür (Yeşil, 2014: 3). Bu dönemde ABD çevreleme politikasından dolayı İran’ı silahlandırmaya başlamıştır. Nükleer enerji alanındaki ilk gelişmeler de Şah döneminde ABD tarafından başlatılmıştır. 1957 yılında, İran ile ABD nükleer işbirliği antlaşması imzalamış ve 1967 yılında ABD desteği ile Tahran Üniversitesi’nde ilk nükleer araştırma reaktörü açılmıştır (Köse, 2008: 20). Bunların devamında ise İran, 1968 yılında “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nı” imzalamıştır. 1970 yılında ise İran, nükleer çalışmalarına hız vermiştir. 

1979 sonrası İran’ın nükleer politikası tamamen değişmeye uğramıştır. İki ülke devrim sonrası düşman olunca, ABD İran’ın bölgede daha fazla güçlenmesini istemedi. ABD’nin desteği ile başlatılan nükleer çalışmalar, devrim ile birlikte nükleer silah olarak önce ABD’ye, daha sonra ise diğer müttefiklere doğru çevrilmiştir (Yeşil, 2014: 

4). Devrim olduğunda Buşehr’deki iki reaktörün inşasında önemli mesafe kat edilmiş durumdaydı. Hatta bir tanesinin inşası bitmiş durumdaydı. Fakat devrim lideri Ayetullah Humeyni yönetimi yabancı bağımlılığın olmaması için nükleer 
çalışmaların devam etmesine sıcak bakmamıştır. Buşehr nükleer santralinin inşaatına geciken ödenekler ve 1 yıl sonra başlayan İran – Irak savaşı nedeniyle çalışmalarını durdurmuştur (Dalar, 2008: 280). 

1980’li yılların sonlarına doğru nükleer enerji konusu İran’ın gündemine tekrar gelmeye başladı. İran 1990’lı yılların başında Çin ve Rusya ile nükleer reaktör inşası üzerine anlaşmaya varmıştı. İran’ın yaptığı bu anlaşmaları ABD baskı ile bozmaya çalışmıştır. 1991 yılında İran, Çin ile Qinshan santraline benzer biçimde 300 MW’lık bir nükleer santral inşası için anlaşma sağlanmış ve bu anlaşma 1993 yılında onaylanmış olsa da, ABD’nin Çin üzerine kurduğu baskı sonucunda uygulamaya konmamıştır. Daha sonra 1994 yılında Rusya Atom Enerjisi Bakanlığı ve İran Atam Enerjisi Örgütü ile Buşehr Nükleer Santral 1. Ünitesinin 
inşaatının tamamlanması için anlaşma yapılmış ve sözleşme 1995 yılında imzalanmıştır. Rusya’nın İran’a daha fazla nükleer santral kurma çabalarına tepki göstermiş, bu ülkeye daha fazla teknoloji transferi yapmasını engellemek için girişimlerde bulunmuştur (Dalar, 2008: 281). 

Sonuç 

Öncelikle devrim öncesi ve sonrası İran dış politikasına baktığımızda birbirine tamamen zıt iki şablon ortaya çıkmaktadır. Batı tarafından bakıldığında oldukça şaşırtıcı ve imkânsız gibi gelse de aslında o kadar da şaşırtıcı değildir. Devrim öncesi oldukça dostane ilişkiler içerisinde olan iki müttefik devlet, İslam devrimi sonrası tam karşıt pozisyona yerleşmişlerdir. 1979 İslam devrimin ardından İran, hem iç hem de dış dinamiklerde önemli değişimler yaşamıştır. 

İran’ın kendine has olarak nitelendirilebilecek dış politikası iç politikada nevi şahsına münhasır aidiyetten kaynaklanmaktadır. Bu yüzden, İran’ın dış politika haritasının ülke içindeki Şiiliğin protest yapısından bağımsız olduğu 
düşünülemez. 

Şah döneminde İran dış politikasında egemen olan Batıcı/Amerikancı ve laik sistemin bir anda bu kadar ani bir şekilde terkedilmesinin asıl nedeni İran halkı tarafından benimsenmemiş, özümsen-memiş olmasındandır. Devrim sonrası İran dış politikasında egemen olan düşünce, devrim ile beraber gelen rejimin güvenliğini ve ülke güvenliğini sağlamak, sonra da mevcut rejimin korunması ve ihracı çabası olmuştur. 

Nükleer faaliyetler tarafından bakarsak İran’ın çizgisinde bir kayma olmamıştır. Devrim öncesi yürüttüğü faaliyetleri sonrasında da çalkantılı da olsa devam ettirme gayretinde olmuştur. Devrim ile beraber nükleer faaliyetlerin yavaşlaması iktidardaki görüş farklılıklarından ziyade, izolasyon ve ekonomik sıkıntıların sonucudur. Fakat ABD tarafından İran’ın nükleer faaliyetlere bakışın keskin bir biçimde değiştiğini söyleyebiliriz. Özellikle, devrim öncesi kendisi tarafından başlatılan nükleer çalışmalar, sonrasında kendisinin hedef olduğu bir risk durumuna dönüşmüştür. Devrimden 1995 yılında kadar İran’da ki nükleer santral inşasını engelleyecek baskılar ve ekonomik ambargolar uygulamıştır. 

79-95 arası dönemde ABD-İran ilişkilerinde yaşananlar, hem ABD hem de İran için dış politikalarının ana unsurlarını oluşturmuştur. ABD için bölgede en büyük müttefiklerinden olan İran tarafından bir anda “Büyük Şeytan” olarak nitelendirdiği bir konuma gelmesi ABD’yi Ortadoğu politikasında değişime gitmesine neden olmuştur. Devrim sonrası ABD-İran ilişkileri tüm alanlarda olumsuz yöne doğru seyir almıştır. Fakat yaşanan rehine krizi ikili ilişkilerin tamamen kopmasına, diplomatik ilişkilerin tamamen kesilmesine neden olmuştur. 

İslam devrimi sonrası ilişkiler ne kadar kopmuş olsa da iki ülke aralarında ki ilişkiyi karşılıklı çıkar temellerinde devam ettirme gayreti içerisinde olmuşlardır. Bu tarihler arasında özellikle iki ülke arasındaki petrol ve petrol ürünleri ticareti, diğer taraftan gıda ve askeri malzeme ticareti önemli yer kaplamıştır. Uygulanan bu politikanın amacı İran’ın bulunduğu zor durumdan kurtulmak istemesi, ABD’nin kaybettiği mevzilerin en azından bir bölümünü tekrar geri kazanma amacında olmasıdır. 

Kaynakça 

Akbaş, Zafer; BAŞ, Adem (2013). “İran’ın Nükleer Enerji Politikası ve Yansımaları”. History Studies, 21-44. 

Akbaş, Zafer (2011). “ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirliği ve Ortadoğu’da Güç Mücadelesi”. History 
Studies, ABD ve Büyük Ortadoğu İlişkileri Özel Sayısı: 1-18. 

Aliyev, Vasib (2007). “Devrim Sonrası İran - ABD İlişkileri (1979 – 1991)”. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi 

Akgün, Birol; Yurdakurban, İsmail. “Devrim Sonrası İran Dış Politikası” (1979-2005). Yüksek Lisans Tezi. Konya: Selçuk Üniversitesi. 

Çelik, Kadir Ertaç (2016). “İslam Devrimi Sonrası İran’da Kimlik ve Dış Politika: Konstrüktivist Bir Bakış”. Bölgesel Çalışmalar Dergisi. 

Dalar, Mehmet (2008). “İran’ın Nükleer Programı: Uluslararası Hukuk Bağlamında Bir Analiz”. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi: 24.24. 

Doster, Barış (2012). “Bir Bölgesel Güç Olarak İran’ın Ortadoğu Politikası”. Ortadoğu Analiz, 44-51. 

Efegil, Ertan (2012). İran’ın Dış Politika Yapım Sürecini Etkileyen Unsurlar. Ortadoğu Analiz, 48. 

Gökçesöz, Selim (2007). “Orta Asya ile Hazar Bölgesinde Mevcut ve Planlanan Yeni Boru Hatlarının Türkiye'nin Enerji Koridoru 
Olmasına Etkileri.” Güvenlik Stratejileri Dergisi, 

Gündoğan, Ünal (2011). 1979 “İran İslam Devrimi’nin Ortadoğu Dengelerine Etkisi”. Orta Doğu Analiz Dergisi, Ankara: Eflal Matbaacılık, 67-73. 

Hallallı, Bekir (2014) “Humeyni Dönemi İran Dış Politikası (1979-1989)”. Birey ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi, 75-96. 

İdiz, Semih (2015). “Hazar Havzasındaki Stratejik Manevralar” Milliyet, 

Katzman, Kenneth (2000). "Iran: US Policy and Options." Library Of Congress Washington DC Congressional” Research Service: 

Köse, Talha (2008). “İran Nükleer Programı ve Ortadoğu Siyaseti: Güç Dengeleri ve Diplomasinin İmkanları”. SETAV. 

Naff, Thomas. Gulf (1985). “Security and the Iran-Iraq war”. NATIONAL DEFENSE UNIV WASHINGTON DC, 

Pollack, Kenneth M (2004). The Persian Puzzle. The Conflict between Iran and America, 

Yeşil, Caner (2014). “Nükleer Kriz Üzerinden Devrim Sonrası ABD – İran İlişkileri.” Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 

Semiz, Yaşar; Akgün, Birol (2005). “Büyük Orta Doğu Jeopolitiğinde İran-ABD İlişkileri.” Selçuk Üniversitesi İİBF Sosyal ve 
Ekonomik Araştırmalar Dergisi: 9. 


***

10 Kasım 2016 Perşembe

İran İslam Devrimi


İran İslam Devrimi

 
 
Ecenaz Terzi
İran Devrimi veya İslam Devrimi 1979 yılında İran’ın Muhammed Rıza Pehlevi liderliğindeki bir anayasal monarşiden, Ayetullah Ruhullah Humeyni yönetiminde İslam hukuku ve Şiî mezhebi görüşlerini esas alan şeriat cumhuriyeti kurulmasına dönüşen popüler hareketin adıdır.”1 
İran’da 1979 yılında Ayetullah Humeyni taraflarınca gerçekleştirilen İslam Devrimi öncesi, yönetim anayasal monarşiyle Pehlevi Hanedanı’ndaydı (Anayasal Monarşi: Meşruti monarşi diye de bilinir. Monarkın yetkililerinin bir anayasa tarafından sınırlandırıldığı şeklidir. Bu açıdan mutlak monarşiden ayrılır. Meşruti monarşiler aynı zamanda parlamenter monarşidir. Monarşi bir hükümdarın devlet başkanı olduğu yönetim biçimidir). Peki ya bundan önce İran’ın siyasal yapısı neydi? Hangi yönetim şekli benimsenmişti? Halk neyden hoşnut değildi de devrim gerçekleşti? Bizim bu soruları yanıtlandırabilmemiz için 1979 öncesi İran’ına bakmamız gerek…

1979 öncesi İran’ da neler olmuş?
A. “Petrol rezervlerinin yoğun olması nedeniyle Sovyetler Birliği, Birleşik Krallık ve ABD ile siyasal ilişkiler ön plandaydı.
B. İslam devriminden önce Şahın gücü çalkantılıydı.
C. Halkın komünist ve dindar kesimi Şahın batıcı politikalarını uygun bulmuyorlardı.
D. Yapılan reformlarda kadınlara verilen hakların genişletilmesi de bazı kesimlerin rahatsız olmasına sebep oldu.
E. Muhammed Rıza Pehlevi din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak istedi. Bu yüzden peçeyi yasakladı. Şah’ın yaptığı bu girişimler çağdaş girişimler gibi olsa da din üzerinde izlediği politikalar dindar kesimin nefretine neden oldu.
F. Kadınlar ve erkekler özgür bir şekilde aynı ortamda bulunabiliyor, eşit eğitim haklarından yararlanabiliyorlardı. Batılı giyim tarzı, nüfusun çoğunluğuna yansımıştı.
G. 1975 yılına kadar Muhammed Rıza Şah Pehlevi, politik gücünü desteklemek adına çok partili sistemi kaldırdı. Güç tamamen Rastahiz (Diriliş) partisindeydi.
H. 16 Ocak 1979 günü, İran Devrimi olurken Muhammed Rıza Şah Pehlevi İran’ı terk etmek zorunda kaldı. Başta birey haklarının yetersizliği, hükümetin finansal başarısızlığı gibi sorunlarla baş gösteren isyanlar, Ruhullah Humeyni tarafından kontrol edilmeye başlandı.”2 

 Şah’ın İktidarlık Dönemi… 


“1941’den ülkesini terk ettiği 1979’a kadar tahtta kalan İran Şahı’dır.”3 Batı yanlısı bir dış politika izleyen Pehlevi, İran’ın son monarşik lideridir. “1955’te İran’ın Bağdat Paktı’na katılması kararını aldı ve 1957 yılında CIA destekli gizli polis örgütü SAVAK’ı kurdurdu. 1963 yılında ulemanın gücünü kırmak için “Beyaz Devrim “ ya da “Ak Devrim” adı verilen bir modernleşme reformunu uygulamaya sokmuştur. Toprak reformu, özelleştirmeler, okuryazarlık oranının arttırılması ve kadınlara oy hakkı verilmesi gibi önemli yenilikleri içeren Beyaz Devrim, Kum kentinde bulunan Ayetullah Ruhullah Humeyni liderliğindeki Şii uleması tarafından tepkiyle karşılanmış ve bu nedenle 1963-1964 yıllarında İran’da önemli ayaklanma ve kalkışmalar yaşanmıştır. Bu ayaklanmalar ABD’nin de desteğiyle bastırılsa da, Ayetullah Humeyni bu dönemden başlayarak İran’da Şah karşıtı hareketlerin en önemli ve sembol ismi olarak sivrilmiştir. Humeyni’nin hızlı yükselişi nedeniyle tedirgin olan Şah Pehlevi, yine de onun idam edilmesinin çok tehlikeli olacağını düşünerek, kendisini Irak’a sürgüne göndermiştir.4 15 yıl sonra bu ülkeye binlerce insanın desteğini alarak geleceğini bilmeden…
    “ Fakat Şah’ın iktidarlığı süresince İran’da adeta demokrasi egzersizi yapılmış; demokrat, sol, liberal ve muhafazakâr siyasetçiler son derece aktif bir siyaset alanı bulmuş ve kendilerini her anlamda yenilemişlerdir.
Bu dönemde oluşan bu nispi özgürlük ortamında siyasi faaliyetlerde bulunan hareketler şunlardır:
1. Milli Cephe ve kollarından müteşekkil Nasyonalist Hareket
2. İslami Dernek ve ocaklardan oluşan İslami Hareket
3. Tudeh Partisi ve kollarından meydana gelen Komünist Hareket
Ancak bu süreç 19 Ağustos 1953 yılında ABD ve İngiltere desteği ile gerçekleşen askeri darbe ile baltalanmış ve her üç hareket de siyasi güçlerini büyük oranda yitirmişlerdir.”
Askeri darbe siyasi parti ve hareketleri bastırmış ve ülkedeki nispi demokratikleşmeyi sekteye uğratmış, İran toplumu ise bu duruma 1979 İslam devrimi ile cevap vermiştir.



İran İslam Devriminin en önemli sebepleri… 
Söz konusu devlet isminden de anlaşılabileceği üzere bir İslam devletidir. ”Devrimi etkileyen en önemli hususlardan birisi de İslam mezheplerinden biri olan Şia inancıdır. Zira bu inanca göre, Peygamberin tek halifesi, yasal otoritenin Peygamberden sonraki tek temsilcisi olan gaip imam yeryüzünde değildir. Dolayısıyla yönetimi gaip imam adına ona vekâleten yürüttüğünü açıkça ve itiraz edilemez şekilde ortaya koyamayan herhangi bir dünyevi güç, gayrimeşrudur. Yukarıda kısaca arz edildiği üzere yasaların giderek İslam kurallarından ayrılması, iktidarın giderek meşruiyetini kaybetmesine sebep olmuştur.”6 Şia mezhebinin devrime olan bir diğer etkisi de şahadet kavramında odaklanmaktadır. Zira Şia mezhebince daha fazla önemsenen Kerbela olayında, Hz. Hüseyin gayrimeşru siyasi otoriteye karşı savaşırken vefat etmiştir. Bu olayın yüzyıllardır anılması ve canlı tutulması, İran halkının devrimi desteklemesine neden olmuştur denilebilir.



Devrimin Lideri Humeyni…
Humeyni devrimden önce Paris’te kaldı. 1 Şubat 1979’da İran’a milyonların katıldığı bir karşılamayla dönen Humeyni, cumhurbaşkanlığına getirildi ve ömür boyu devletin dini ve siyasi lideri olarak kaldı. “Devrim sırasında ilk önce liberal, sol ve dini gruplar Şah’ı devirmek için birleşmiş, Şah’ın devrilmesinden sonra ise iktidara yükselen Ayetullah Humeyni, muhalif liderleri ve grupları ortadan kaldırmış veya sindirmiştir.”7
“Anayasanın birçok maddesi Kuran’dan ayetlerle başlamaktadır. Hâsılı İran İslam Cumhuriyeti devletinin isminden de anlaşılacağı üzere İslam hukuku prensipleriyle yönetilen bir devlet olduğuna şüphe yoktur.” Cumhurbaşkanı yetkilerinin üzerinde her zaman bir dini otorite bulunur. Fakat İranlılar her dini lideri imam olarak benimsememişlerdir. Örneğin Humeyni yaşarken de öldükten sonra da daima ‘İmam Humeyni’ olarak anıldı. Oysa Humeyni’nin halefi olan Hamaney’i halk bu unvana layık görmedi.
1979-1989 İmam Humeyni Dönemi Siyasi Hareket ve Partiler
“İslami, Liberal, Sol, İslamcı Marksist vb. tüm siyasi parti ve hareketler 1979 Devrimi’ne katılmış ve 1982 yılına kadar faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Devrimin gerçekleştiği 1979 yılında ilk olarak milliyetçi-muhafazakâr eğilimleri olan İran Özgürlük Hareketi’nden Mehdi Bazergan başkanlığında “Geçici Hükümet” ilan edildi. Zira Devrim önderi Ayetullah Ruhullah Musevi Humeyni “Bazergan Hükümetini” onaylamış ve ona olan desteğini açıklamıştı.”8 

Peki ya İran’ da devrimden sonra halk ve kadınlar…
İran İslam devrimi hem bütün dünyayı hem de kendi halkını büyük ölçüde etkilemiştir. Günümüzde de hala-özellikle kadınlara karşıbaskısının devam etmesini doğrudan devrime bağlayabiliriz. Örneğin; İran’da devrimden önce kapanmak yasak iken devrimden sonra örtünmemek yasak oldu. Yasakların ve özgürlüğün kısıtlı olduğu bir ülkede özgür ve demokratik bir yaşamdan bahsetmek güç olacaktır. İran’da özellikle din adamlarının yoğun olduğu bazı bölgelerde kadınlar için hayat tam anlamıyla çekilmez olabiliyor. Çünkü bazı şehirler de “kadının adı olmuyor” maalesef. Empati kurmak dilimiz, dinimiz, cinsiyetimiz ne olursa olsun tüm insanlık için geçerlidir ve böylece İran’daki kadınların ve özgürce yaşayamayan tüm halkın haklı mücadelelerine destek vermemizi sağlayacaktır.
İNTERNET KAYNAKÇALARI;
webftp.gazi.edu.tr,  İran  Anayasa  Hukukunun  Genel Esasları, Arş.Gör. Ahmet Kılınç, erişim tarihi: 21.11.2015
politikaakademisi.org, İran’da Kadın Olmak, Yüksel Kamacı, erişim tarihi:21.11.2015
politikaakademisi.org, Siyasal sistemler: İran İslam Cumhuriyeti, erişim tarihi: 22.11.2015
tr.vikipedia.org, erişim tarihi: 22.11.2015
file.setav.org İran Siyasetini Anlama Kılavuzu, erişim tarihi: 23.11.2015
Geçmişten Bugüne İran İslam Devrimi: Genel Değerlendirme, Dr. Ünal Gündoğan, erişim tarihi: 23.11.2015

1  tr.wikipedia.org, İran İslam Devrimi, erişim tarihi: 22.11.2015


2  www.bilgilersitesi.com, İslam Devrimi Öncesi İran, erişim tarihi: 22.11.2015

3  tr.wikipedia.org, Şah’ın İktidarlık Dönemi, erişim tarihi: 22.11.2015


4  politikaakademisi.org, Siyasal Sistemler, İran İslam Devrimi, erişim tarihi: 22.11.2015
5  file.setav.org, İran Siyasetini Anlama Kılavuzu, sf. 27, Abdullah Yegin, erişim tarihi: 23.11.2015

6  webftp.gazi.edu.tr, İran Anayasa Hukukunun Genel Esasları, sf.5, Arş.Gör.Ahmet Kılınç, erişim tarihi: 21.11.2015

7  politikaakademisi.org, İran’ da Kadın Olmak, Yüksel Kamacı

8  file.setav.org, İran Siyasetini Anlama Kılavuzu, sf. 30, Abdullah Yegin, erişim tarihi: 23.11.2015