Şiir Davası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şiir Davası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Temmuz 2017 Cumartesi

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 11

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 11


Recep Tayyip Erdoğan’a Siyasi Yasak Kararı, 

Fazilet Partisinin kapatılmasından sonra 14 Ağustos 2001 tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisi kurulmuş ve Recep Tayyip Erdoğan, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurucu üyeleri arasında yer almıştır. Recep Tayyip Erdoğan’ın yen bir parti kurarak onun genel başkanlığını üstlenmesi, Yargıtay Cumhuriyet başsavcılığı tarafından uygun görülmemiş, yargı bir kez daha siyaseti kendi ideolojisine göre şekillendirme adına olaya müdahil olmuştur. 

Yargıtay Cumhuriyetbaşsavcılığı 21 Ağustos 2001 tarihinde, Adalet ve Kalkınma Partisi Kurucu Üyesi ve Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Türk Ceza Kanunu'nun 312/2. maddesi uyarınca 10 ay hapis cezasına mahkûm olması nedeniyle milletvekili seçilme yeterliliği bulunmadığı ve bu nedenle 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 8. maddesine göre Siyasî Parti Kurucu Üyesi 
olamayacağından, 104. maddesi uyarınca davalı Siyasî Parti'ye adı geçenin kurucu üyelikten çıkarılması için ihtar kararı verilmesi istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurmuştur. 

Anayasa Mahkemesi, 9 Ocak 2002 tarihinde verdiği kararla; Recep Tayyip Erdoğan'ın suçunun, 4454 sayılı Yasa'nın kapsamında olmadığı gibi cezası infaz edildikten sonra 22.12.2000 tarihinde yürürlüğe giren 4616 sayılı Yasa hükümlerinden yararlanmasının da mümkün olmadığı gerekçesiyle, Recep Tayyip ERDOĞAN'ın 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 8. maddesine aykırı 
olarak Parti'nin kurucu üyesi olduğu anlaşıldığından Adalet ve Kalkınma Partisi'ne, kararın tebliğ tarihinden itibaren altı ay içinde aykırılığı gidermesi için aynı Yasa'nın 104. maddesi gereğince ihtarda bulunulmasına karar vermiştir. Söz konusu karar 5’e karşı 6 oyla verilmiştir. 

Oysa aynı Anayasa Mahkemesi, Recep Tayyip Erdoğan’la aynı suçtan mahkum olan ve benzer durumda bulunan Yeniden Doğuş Partisi üyesi Hasan Celal GÜZEL'in siyasî partiye üye olamayacağı gerekçesiyle 2820 sayılı Yasa'nın 104. maddesi uyarınca davalı Siyasî Parti'ye adı geçenin üyelikten çıkarılması için ihtar kararı verilmesi yönündeki Yargıtay Cumhuriyet başsavcılığının istemini 19 Temmuz 2001 tarihinde 4’e karşı 7 oyla reddetmişti. 

Anayasa Mahkemesinin aynı tür davada yaklaşık altı ay arayla farklı kararlar vermesi, 28 Şubat Sürecinin yargı üzerindeki etkisinin devam ettiğinin ve siyasetin siyaset dışı güçlerce yargı eliyle dizayn edilmesi projesinin bir göstergesidir. İki karar arasında dikkat çekici olan ise Hasan Celal 
Güzel kararındaki gerekçenin, Recep Tayyip Erdoğan kararında karara muhalif kalanlarca aynen karşı oy gerekçesi olarak kullanılmasıdır. 

İDARİ YARGININ/İDARE MAHKEMELERİNİN TUTUMLARI 

Başörtüsü Davaları/ Brifing öncesi verilen kararlar 

28 Şubat, MGK kararlarrnın önemli bir bölümü "irtica" dolayısıyla "kılık kıyafet" e ilişkin hususlardı. Darbecilerin müdahalede öncelikli hedefleri, eğitim ve çalışma alam olarak belirlenmişti. Bunun sonucu olarak, öncelikle, "üniversiteler" "uygulama alam" olarak seçilmiş, aym zamanda orta öğrenimde İmam Hatip okulları da uygulamanın bir parçası olarak belirlenmiştir. Bunların yaranda 
ister kamu kurumları, ister özel şirketler olsun çalışma alanlan da uygulamanın hedefi olmuştur. 

"Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Okullarda Okuyan Öğrencilerin Kılık Kıyafetine Dair Yönetmelik" hükümleri ile 1982 yılında kısmen başlatılan, 1987 yılı Ocak ayında da "katı bir yasak" olarak uygulanmak istenen, ancak daha sonraki süreçte yasal olarak ve fiilen ortadan kaldmlan "kılık kıyafet yasağı" üniversite hayatında hemen hemen hiç olmamıştı. 

1997 yılına kadar üniversitelerde "kılık kıyafet yasağı"nı uygulama imkânı bulamayan yasakçı güçler, 1997 sonlann-da İstanbul Üniversitesi'ne rektör seçilen bir kişiyi "uygulamacı", İstanbul Üniversitesi'ni de "uygulama alanı" olarak belirlemiştir. 

Kemal Alemdaroğlu, rektörlüğe başlamasının ikinci ayında, 23 Şubat 1998 tarihli ve 5786 sayılı bir genelge yayımlayarak; "yeni düzenlemeye göre verilmiş öğrenci kimlik kartı olmayan öğrencilerin içeri alınmaması, kimlik kartsız olarak içeri girenler hakkında işlem yapılması" istemiştir. 

Genelgede her ne kadar kimlik kartı olmayanların içeri alınmayacağı belirtilmek te ise de genelgenin içeriğinden mesaj açıkça anlaşılmakta "... bayan öğrencilerin başlan bağlı olarak (başörtülü olarak) erkek öğrencilerin sakallı olarak ders, staj ve uygulamalara alınmamaları.." istenmektedir. 

Genelgede, içeri alınmama sebebi "kimlik kartının olmaması" olarak gösterilmek te ise de bu genelgenin anlamı, başörtülü öğrencilere kimlik verilmediği için üniversiteye "başörtülü öğrencilerin alınmayacağı" anlamına gelmekteydi. Bu genelge, aynı zamanda 1998 yılı başlarında başlatılan kılık kıyafet yasağının, kanuni ve hukuki bir dayanağının da olmadığına işaret etmekteydi. 

Aynı genelgede "öğrencilere ait yoklama listelerine başörtülü ve sakallı olan öğrencilerin numara ve adlarının yazılmaması, adları listede olmadığı halde pratik ve dersaneye girip orada bulunmakta ısrar eden öğrencilerin uyarılması, çıkmadığı takdirde ismi ve numarası alınarak dersin yapılmayacağı kendisine bildirilmeli, buna rağmen çıkmamakta direnirse öğretim üyesi tarafından 
tutanakla durum tespiti yapılarak dersin engellendiği belirtilerek ders yapılmayacak, ilgili öğrenciler hakkında cezai işlem yapılacağı.." belirtilmektedir. 

Bu genelge ile üniversitelerin kapısı, o güne kadar görülmemiş bir şekilde -1987 yılında kısa bir süre hariç olmak üzere- başörtülü öğrencilere kapatılmış oldu. Genelgenin uygulanması için, üniversite kapılarında -üniversitenin bütçesiyle- güvenlik görevlileri istihdam edilmiş, bu kişiler kolluk kuvveti gibi kullanılmış, başörtülü öğrencilere karşı etten bir duvar örmüşlerdir. 

Başörtü yasağı, İstanbul Üniversitesi'nin muhtelif fakültelerinde uygulanmakla birlikte, özellikle Tıp fakültelerinde çok daha acımasız bir şekilde uygulanmıştır. Bu yasaktan, bütün öğrenciler etkilenmekle birlikte, en çok etkilenenler, tıp fakültelerini bitirme aşamasında olan, 5. ve 6.sınıf öğrencileri olmuştur. Bitirmeyi düşledikleri okulun kapısı yüzlerine kapatılmıştır. Yasadışı yasak 
nedeniyle zor durumda kalan öğrenciler, anlamsız yasağın ve oluşturulan fiili engelin kaldırılması için çareler aramaya başlamışlardır. 

Mağdur öğrenciler, hukuk devletinde haksızlığa uğrayan herkesin baş vurabileceği bir yola, mahkemelere başvurmaya karar vermişler, hukuksuz uygulamanın ve haksızlığın giderilmesi için İdare Mahkemelerinde davalar açmaya başlamışlardır. 

Ankara'da düzenlenen brifinglere, yargının her biriminde görev yapan hâkimler ve savalar davet edilmişler, Ankara dışmda görev yapan hâkimler -özel bir gayret sarf edenler hariç- bu brifinglere muhatap olmadığı için, brifinglerde yapılan telkin ve tavsiyeden doğrudan etkilenmemişlerdir. Ayrıca, her hâkimin her telkin ve her tavsiyeden etkilenmeyeceği, taraflı davranmayacağı da şüphesizdir. 

Nitekim İdare Mahkemelerinde verilen ilk kararlar, hukuki nitelemelerin ağır bastığı, yönlendirme ve telkinlere direnme mahiyetindedir. Bu nedenle İdare Mahkemelerinin telkinlere karşı tepkisi/tepkisizliği, tavrı, hâkimlere uygulanacak yaptırım konusunda da belirleyici olmuştur. 

İstanbul İdare Mahkemelerinde Verilen Kararlar 

İstanbul Üniversitesi'nde başörtüsü yasağının en acımasız bir şekilde tıp fakültelerinde uygulandığım belirtmiştik. Tıp fakültesi öğrencilerinden 5. sınıf öğrencisi H. Arslan, Edebiyat Fakültesi öğrencilerinden S. Caferoğlu ve S. Coşkun, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğünün "Başörtülü" öğrencilerin derslere alınmamasına dair işleminin iptali ve yürürlüğünün durdurulması talebiyle 
İstanbul İdare Mahkemelerinde dava açmışlardır. 

İstanbul 6. İdare Mahkemesi S. Coşkun, S. Caferoğlu ve H. Arslan isimli kız öğrencilerin açtıkları davanın ilk incelemesinde 26.06.1998 tarih ve 1998/367 Esas sayılı, yine aynı tarih ve 1998/368 Esas sayılı ve yine aynı tarih ve 1998/369 Esas sayılı kararlan ile Başkan Belir Can, üyeler Seher Bayrak ve Dr. Selami Demirkol'dan oluşan heyet, başkanın muhalefetine karşılık Seher Bayrak 
ve Selami Demirkol'un görüşleri ile İstanbul Üniversitesinin başörtülü öğrencilerin üniversiteye alınmamasına ilişkin işlemini durdurmuştur. 

Yürütmenin durdurulmasına dair kararlarda; 

"... 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Yasası, 2547 sayılı YÖK Yasası'nın Ek 17. maddesi ve YÖK Öğrenci Disiplin Yönetmeliği'nin disiplin suçları başlıklı 7. maddesinin 08.01.1987 tarihinde yürürlüğe giren 'Yüksek öğretim kurumlarının dershane, laboratuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarında çağdaş kıyafet ve görünüm dışındaki bir kıyafet ve görünümde bulunmak' fiilinin kınama cezası ile cezalandırılabileceği kuralı" dikkate alınarak dava konusu işlemin incelendiği 
belirtilmiştir. 

Mahkeme heyeti; 

"dava konusu işlemin ilk bakışta kimlik kartı olmayan öğrencilerin üniversite ve 
kampüslerine alınmaması şeklinde güvenliğe yönelik olarak tesis edildiği izlenimi vermekte, ancak devamında rektörün imzasından sonra yer alan yaptırımlarla bayan öğrencilerin başları bağlı olarak (başörtülü olarak) erkek öğrencilerin sakallı olarak ders, staj ve uygulamalara alınmamalarının gerekmekte olduğunu belirtmekte ve öğrencilerin öğrenim özgürlüğünü kısıtlamaya yönelmekte, 
devamında ise derslerin yapılmamasına kadar yaptırım getirecek öğretimin engellenmesi sonucuna kadar vardırıl-makta olduğunu" görmüştür. 

Kararda "Üniversitede güvenliği sağlamak açısından gerekli önlemlerin alınması 
rektörün görev ve yetkisi dahilinde bulunmakta ise de diğer hususların bir genelge ile düzenlenmesi gereken hususlar olmadığı kanun, tüzük ve yönetmelikle düzenlenmesi gereken hususlar olduğu" belirtilmiştir. 

1982 Anayasası'nın 124. maddesinde "Başbakanlık, bakanlıklar ve kamu tüzel kişileri" nin kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve tüzüklerin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla yönetmelik çıkarabilecekleri hükmü vardır. 

...Hukuki normlar hiyerarşisi içerisinde yasa ve tüzüklerin uygulanması bağlamında çıkarılan yönetmelikler ile kamu tüzel kişileri kendi görev alanlarını ilgilendiren konulara açıklık getirmek işlevini yüklenmektedirler. 

...bu yönde yasama organınca düzenleme yapılarak Ek 17. madde hükmü ile düzenleme getirilmiş, bu düzenleme iptal davası olarak Anayasa Mahkemesi'nin önüne getirilmiş ancak Anayasa Mahkemesi bu düzenlemeyi Anayasaya aykırı bulmayarak davayı reddetmiş, ancak Ek 17. madde hükmünün uygulamada birliği sağlayacak şekilde açıklık taşımaması nedeniyle farklı uygulamalar 
ortaya çıkmış, ancak yürütme erki tüm ülke çapında uygulamayı belirleyecek bir genel düzenleyici işlemle (yönetmelik) meseleyi çözme yoluna gitmemiş 1990 yılından bu yana (karar tarihine kadar) uygulama farklı üniversitelerde değişik yöneticiler tarafından değişik şekilde uygulanmış, sonuç olarak başörtüsü veya türban olayı yüksek öğretim kurumlarında her zaman bazı çevrelerce kötü 
amaçla kullanılarak devam eden problem durumuna gelmiş, yasa ve yürütme erki meseleyi kökünden çözümleyecek şekilde üzerlerine düşen görevleri yapmadığından onların kullanması gereken yetkiyi yüksek öğretim kurumlarındaki yöneticilerin kullanmasına zemin hazırlanmıştır. 

Nitekim konunun özelliği gereği 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu uyarınca çıkarılan devlet memurlarının kılık kıyafet yönetmeliği ile memurların kılık kıyafetleri yönetmelik gibi genel, soyut ve kişisel olmayan bir düzenleyici işlemle uygulamaya yansıtılırken 2547 sayılı yasa uyarınca yükseköğretim personeli ile öğrenciler hakkında iki ayrı yönetmelik çıkarılmış ise de 2547 sayılı yasanın Ek 17. maddesi hükmü bağlamında yükseköğretim personeli ile öğrencilerin kılık kıyafeti hakkında... yönetmelik çıkarılma yoluna gidilmemiştir. 

Bu durumda yükseköğretim kurumlarında öğrencilerin kılık kıyafeti konusu yasa ile (Ek 17. madde) serbest bırakılmışken ve bu konuda ülkemizde yaşanan sorunlar dikkate alındığında bu günekadar bir yönetmelikle konunun açıklığa kavuşturulması gerekirken kılık kıyafet konusunda davalı idarece birer işlem niteliğinde tesis olunan işlemin altına düşülen notla öğrencilerin kılık 
kıyafeti hakkında hukuki sonuçlar doğuracak bir yaptırım uygulanmasına dair dava konusu işlemde, üniversite rektörünün konu yönünden yetkisiz bulunduğu sonucuna varıldığı, dolayısıyla işlemin yetki yönünden hukuka aykırı olduğu." belirtilmiştir. 

Kararda ayrıca; 

"..dava konusu işlemde şekil yönünden de hukuka aykırılık" sonucuna varılmış, ".. 2547 sayılı yasanın Ek 17. maddesinde 1990 yılından bu yana değişiklik olmadığı, yönetmelik düzeyinde de herhangi bir hukuki değişiklik bulunmadığı halde dava konusu işlem idarenin düzenli olması ve idarenin istikrarlı olması ilkesine aykırılık oluşturduğu, idareyi bu işlemi tesisi etmeye yönelten yasa 
ve yönetmelik düzeyinde herhangi bir değişiklik yapılmadan, işlemin dayanağı olarak açıkça yasal dayanak gösterilmediği ve gerekçe belirtilmediğinden objektif bir sebebi bulunmadığı sonucuna varılarak sebep unsuru yönünden de hukuka uygun bulunmadığı..." belirtilmiştir. 

Netice olarak, İstanbul 6. İdare Mahkemesi, İstanbul Üniversitesi rektörlüğünün 
"başörtülü ve sakallı öğrencilerin üniversiteye alınmaması" yönündeki uygulamasını hukuka uygun bulmamış, "dava konusu işlemin yürütmesinin durdurulmasına" karar vermiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi karar oyçokluğuyla (bire karşı iki oyla) alınmıştır. 

Karara muhalefet eden yargıç, muhalefet gerekçesini, idari yargılama usulü yasasının 27/2. maddesindeki, "işlemin açıkça hukuka aykırı olması ve uygulanması halinde telafisi güç zararların doğacak olması" sartlarının birlikte gerçekleşmediği tezine dayandırmıştır. 

Edirne İdare Mahkemesi 

Trakya Üniversitesi, Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi öğrencisi M. Parlak, üniversiteye "başörtülü olarak girdiği gerekçesiyle" Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi dekanlığının 18.06.1998 tarihli kararı ile verilen bir hafta süre ile yükseköğretim kuramlarından uzaklaştırılmasma dair disiplin cezasının iptali ve yürütmesihin durdurulması talebiyle Edirne İdare Mahkemesi'nde dava açmıştır. 

Söz konusu davada, hâkim Ali Kaban başkanlığında Abdurrahman Beşer ve Gülten Kaya Hatipoğlu'ndan oluşan Mahkeme heyeti, 08.07.1998 tarih ve 1998/410 Esas sayılı kararlarıyla oybirliği ile "yürütmenin durdurulmasına" karar vermişlerdir. 

Davacı öğrencinin bir hafta süre ile üniversiteden uzak-laştmlmasma ilişkin işlem; "Trakya Üniversitesi Öğrencilerinin Genel Görünüş, Giyiniş ve Davranışları Yönergesinin 4. Maddesine aykırı olarak derslere başörtüsü ile girdiği, bu fiili nedeniyle Yüksek Öğretim Kurumları Öğrenci Disiplin Yönetmeliği'nin 7. Maddesi uyarınca "kınama" cezası verilmesine karşın, bu davranışında ısrar ederek yine derslere başörtüsü ile girdiği gerekçesiyle aynı yönetmeliğin 12. maddesi yollamasıyla 8. madde uyarınca tekerrürden dolayı bir üst ceza olan bir hafta uzaklaştırma cezası verilmek suretiyle gerçekleştirilmiştir" diyen Edirne İdare Mah-kemesi'ne göre; 

"...2547 sayılı yasanın 54. maddesinde sayılan ve bu yasanın verdiği yetkiye dayanılarak çıkarılan YÖK. Öğrenci Disiplin Yönetmeliğinde öngörülen disiplin suçları dışında herhangi bir fiil veya tutumun disiplin suçu olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle dava konusu cezalandırma işlemine dayanak alınan Trakya Üniversitesi Öğrencilerinin Genel Görünüş, Giyiniş ve 
Davranışları Yönergesi'nin 4. maddesinde belirtilen fiil ve tutumların aynı yönergenin 6. maddesiyle disiplin suçu olarak öngörülmesi, yasaların yalnızca Yüksek Öğretim Kuruluna tanıdığı bir düzenleme yetkisinin yönergeyle disiplin suçu ihdas etme ve yetki gaspı suretiyle üniversite senatosunda kullanımı 
anlamı taşıyacağından; bu düzenlemenin yasal dayanaktan yoksun olması nedeniyle hukuki bağlayıcılığı bulunmamaktadır. 

Sonuç olarak disiplin yönetmeliğinde davacının saçlarını örtmesini cezalandıran bir hüküm bulunmadığına ve davacının bu davranışının da kargaşaya yol açıp düzeni bozduğu veya dini inancın gereğini yerine getirmenin dışında bir amaçla yapıldığı yolunda somut bir bilgi ve belge ibraz edilmediği gibi, bu yönde herhangi bir iddiada bulunulmadığına göre aksi kabul ve yoruma dayalı 
olarak davacının suç teşkil etmeyen tutumunu tekrarladığı gerekçesiyle yüksek öğretim kurumlarından uzaklaştırma cezası ile cezalandırılması, hukuka, mevzuata ve hakkaniyet ölçülerine uygun.." değildir. 

Herhangi bir yasaya veya mevzuat değişikliğine dayanmaksızın, (sadece) talimatla uygulamaya konulan başörtüsü yasağına karşı açılan ve yukarıda örneğini verdiğimiz ilk birkaç davada "yürütmenin durdurulması" kararı verilmesi, Ankara'da yapılan brifmgli yönlendirmenin Ankara dışındaki mahkemelerde etkili olmadığının görülmesi, yasakçı zihniyeti harekete geçirmiş, 
yeni tedbirler almaya sevk etmiştir. 

12 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 10

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 10


367 Kararı 

1982 Anayasası'nda düzenlendiği şekliyle, siyasi bir misyon yüklenen Anayasa Mahkemesi, 27 yıla varan dönemde birçok davayı incelemiş olmasına karşın, daha çok siyasi davalarla akıllarda kalmıştır. Anavatan Partisi'nin iktidar olduğu zaman diliminde, Turgut Özal'ın Cumhurbaşkanlığı döneminde, Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi'nin iktidarı sürecinde ve 2002 Kasım sonrası Ak Parti döneminde âdeta bir muhalefet partisi gibi görev ifa etmiştir. Bu çerçevede verdiği bir kısım kararlarda açıkça siyasi bir tavır sergilemiştir. 

Anayasa Mahkemesince verilen kararlar arasında, 1989 tarihli Yüksek Öğretim Kanunu'na eklenen 'Ek 16. madde'nin iptali, 1991 tarihli 'Ek 17. madde'ye ilişkin yorumlu ret kararı, Refah Partisi'nin kapatılmasına ilişkin 1998 tarihli karan, Fazilet Partisi'nin kapatılmasına ilişkin kararı ve en son 2007 yılında Sayın Abdullah Gül'ün 'Cumhurbaşkanlığına aday olması sonrası Cumhurbaşkanlığı seçim sürecini başlatan TBMM toplantsıyla ilgili olarak verilen ve kamuoyunca '367 kararı' olarak bilinen, ilk akla gelen kararlardandır. 

Mahkemenin 367 kararı, hukukun sımrlanrun zorlandığına ve hatta Anâyasa'nın bilfiil Anayasa Mahkemesi'nce ihlal edildiğine dair yoğun eleştiriye maruz kalan bir karar olmuştur. Bu karar, mahkemenin ne denli siyasallaşabileceğine açık bir örnek oluşturması nedeniyle önem arz etmektedir. 

Yürütmenin bir parçası olan 'Cumhurbaşkanı'nın seçim şekli 1982 Anayasası'mn 102. maddesinde belirlenmiştir. Bu madde çerçevesinde 9 Kasım 1989 tarihinde Turgut Özal, 16 Mayıs 1993 tarihinde Süleyman Demirel, 5 Mayıs 2000 tarihinde Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. 

Anayasa'nın 102. maddesi aynen şöyledir. 

"Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilir. Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantı halinde değilse hemen toplantıya çağrılır. Cumhurbaşkanının görev süresinin dolmasından otuz gün önce veya Cumhurbaşkanlığı makamının boşalmasından on gün sonra Cumhurbaşkanlığı seçimine başlanır ve seçime başlama tarihinden 
itibaren otuz gün içinde sonuçlandırılır. Bu sürenin ilk on günü içinde adayların Meclis Başkanlık Divanına bildirilmesi ve kalan yirmi gün içinde de seçimin tamamlanması gerekir. En az üçer gün ara ile yapılacak oylamaların ilk ikisinde üye tamsayısının üçte iki çoğunluk oyu sağlanamazsa üçüncü oylamaya geçilir. Üçüncü oylamada üye tam sayısının salt çoğunluğunu sağlayan aday 
Cumhurbaşkanı seçilmiş olur. Bu oylamada üye tamsayısının salt çoğunluğu sağlanamadığı takdirde üçüncü oylamada en çok oy almış bulunan iki aday arasında dördüncü oylama yapılır. Bu oylamada da üye tamsayısının salt çoğunluğu ile Cumhurbaşkanı seçilemediği takdirde derhal Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimleri yenilenir.Seçilen yeni Cumhurbaşkanı göreve başlayıncaya kadar görev süresi dolan Cumhurbaşkanının görevi devam eder." 

1982 Anayasası'nın 102. maddesine göre bundan önce sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve 10. Cumhurbaşkam A. Necdet Sezer'in seçimi yapılmıştır. 

Türkiye Cumhuriyeti'nin 8. Cumhurbaşkam Turgut Özal, 9 Kasım 1989 ile (vefat ettiği) 17 Nisan 1993 tarihleri arasında bu görevde bulunmuştur. TBMM'de yapılan 3. tur oylama sonucunda Cumhurbaşkanhğı'na seçilen Özal, oylamaya katılan 285 milletvekilinden 263'ünün oyunu almıştır. 

Turgut Özal'ın cumhurbaşkam adaylığına karşı çıkan o gün mecliste bulunan partilerden SHP ve DYP, tıpkı 27 Nisan 2007'de olduğu gibi cumhurbaşkanlığı seçiminin yapıldığı oturuma katılmamışlardır. Dolayısıyla ilk oturumda katılanların sayısı 367'yi bulmamıştır. 

Cumhurbaşkam Süleyman Demirel, 16 Mayıs 1993 tarihinde göreve başlamış ve 16 Mayıs 2000 tarihine kadar bu görevi sürdürmüştür. Süleyman Demirel 3. tur oylamada, oylamaya katılan 431 milletvekilinden 244'ünün oyunu alarak cumhurbaşkam seçilebilmiştir. 

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 5 Mayıs 2000 Cuma günü cumhurbaşkanlığı için yapılan üçüncü oylamaya 533 üye katılmış ve sonuçta Ahmet Necdet Sezer, Anayasa'nın102'nci maddesine göre üçüncü tur oylama için öngörülen salt çoğunluğu sağlamış ve 330 oyla, TürkiyeCumhuriyeti'nin 10'uncu Cumhurbaşkanı seçilmiştir. 

Onuncu Cumhurbaşkam Ahmet Necdet Sezer'in görev süresinin 16 Mayıs 2007 tarihinde sona erecek olması nedeniyle, onbirinci Cumhurbaşkanının seçim süreci, 30 gün öncesinden başlamıştır. İlk tur oylamanın 27 Nisan 2007 tarihinde yapılması kararlaştırılan bu süreçte, Ak Parti milletvekili Abdullah Gül 'Cumhurbaşkanlığına' aday olduğunu açıklamıştır. 

27 Nisan 2007 tarihinde yapılan ilk tur oylamada kullanılan oy sayısı 361 olarak açıklanmış olup, seçilebilmek için gerekli 367 oy sayısı aşılamadığı için, bu tur sonuçsuz kalmıştır. 

Abdullah Gül'ün aday olması nedeniyle başlatılan tartışmalar çerçevesinde, emekli savcı Sabih Kanadoğlu, "ilk toplantıda 367 kişinin Genel Kurul'da hazır bulunması gerektiği, şayet Genel Kurul'da 367 kişi hazır bulunmadan oylama yapılırsa bu seçimin Anayasa Mahkemesine taşınabileceği" yönünde bir iddia ortaya atmıştır. Bu iddiayla eşzamanlı olarak, Doğru Yol Partisi ve 
Anavatan Partisi yönetici ve milletvekilleri oylama için Genel Kurul salonuna girmemeleri yönünde uyarılmışlardır. 

Ak Partili vekillerle Doğru Yol Partisi'nden Denizli milletvekili Ümmet Kandoğan'ın katılımı ile gerçekleşen ilk oylamada Genel Kurul Salonunda bulunan milletvekilllerinin sayısı 367'e ulaşamamıştır. Bu durumun doğal sonucu olarak, yasa gereği, ikinci tur oylama, üç gün sonra yapılacaktır. 

Meclis içindeki ve dışındaki muhalefetin "onbirinci cumhurbaşkanım Meclise seçtirmeme" amacıyla başlattığı girişim safha safha uygulamaya konulmuştur. Nitekim Doğru Yol Partisi, Anavatan Partisi ve CHP milletvekilleri, oylama esnasında Genel Kurul salonu dışında beklemişler, salona girmemişlerdir. Yürütülen planın gereği olarak ilk oturumun tamamlanmasının 
ardından CHP, ilk tur seçimi Anayasa Mahkemesi'ne götüreceğini açıklamıştır. 

Cumhurbaşkanlığı seçimi için, ilk turda Genel Kurul'da 367 milletvekilinin hazır olması gerekip gerekmediği tartışmaları devam ederken, 27 Nisan 2007 gece yarısı Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde bir e-bildiri yayımlandığı haberi ajanslar ve televizyonlar tarafından kamuoyuna duyurulmuştur. Bu gelişme, demokratik kıstaslara sahip çıkarak toplumsal birliği tesis etme yolunda 
önemli merhaleler kat edildiğini düşünen siyasi çevreler ve vatandaşlar nezdinde teessüfle karşılanmıştır. 

Cumhurbaşkanlığı seçimine yönelik bir müdahale olarak anlaşılan bu bildirinin dikkat çeken kısımları aynen şöyledir: 

"...Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir. Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Genelkurmay Başkant'nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade ettiği "Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı olmak ve bunu davranışlarına yansıtmak" ilkesi ile tamamen çeliştiği ve Anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir.Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır, Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ün, "Ne mutlu Türküm diyene!" 
anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyetinin düşmanıdır ve öyle kalacaktır. Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir. " 

Söz konusu e-bildirinin oluşturduğu baskı ortamında Cumhuriyet Halk Partisi, 27 Nisan 2007 tarihinde yapılan ilk tur oylamayı, emekli başsavcı Sahih Kanadoğlu'nun gösterdiği istikamette Anayasa Mahkemesi'ne taşımış, 'ilk tur oylamada 367 milletvekilinin Genel Kurul'da hazır olmadığı ve buna rağmen yapılan seçimin "iç tüzük değişikliği" sayılması gerektiği iddiasıyla, vaki seçimin 
iptali ile gelecek turların yapılmaması için yürürlüğün durdurulması kararı verilmesini' istemiştir. 

CHP, bahsi geçen başvurusunda; "Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü'nün 121. maddesinin birinci fıkrasındaki "Anayasanın 102'nci maddesi hükümlerine göre" ibaresini eylemli olarak değiştiren Türkiye Büyük Millet Meclisi kararının, bu karara dayalı uygulamanın ve bu uygulamanın aynlmaz parçası olan 11. Cumhurbaşkam'mn seçimine ilişkin 27.04.2007 günlü ilk oylamanın Anayasa'nın 96. ve 102. maddelerine aykmlığı savıyla iptali ve iptal kararı yürürlüğe girinceye kadar bu uygulama ile oluşan içtüzük hükmünün yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesi"ni istemiştir. 

Anayasa Mahkemesi, mahkemeyi etkilemeye yönelik bu girişimler sonucunda, "Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 27.04.2007 günlü, 96. birleşiminde alman 11. Cumhurbaşkanı'nın seçiminde gözetilmesi gereken toplantı yeter sayısı ile ilgili kararının 'eylemli içtüzük değişikliği niteliğinde' değerlendirerek Anayasa'ya aykırı olduğu"nu kabul etmiş, 27 Nisan2007 tarihli oylamanın (geçersizliğine) "İPTALİNE", aynı zamanda seçimin devam etmemesi için yürürlüğün de durdurulmasına karar vermiştir. ( 01.05.2007 tarih ve 2007/45 E ,54 K. Sayılı Kararı) 

Mahkeme, oy çokluğu (9/11) ile aldığı kararda, önce konuyu inceleyebilme kararı almıştır. Mahkeme, yeni ürettiği bir tanımlamayla konuyu "eylemli içtüzük değişikliği" kabul ederek; "Anayasa Mahkemesi, kanunların kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İç-tüzüğü'nün Anayasa'ya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini 
ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler." şeklinde yeni bir görev tamım yaptıktan sonra, "Anayasa Mahkemesi'nin pek çok kararında belirtildiği gibi, Anayasa Mahkemesi görevini, önüne gelen yasama işleminin taşıdığı ada bağlı kalarak yerine getirmez." diyerek Anayasa'da tanımlanan görevin dışına çıkabileceği sinyalini de vermiştir. 

Mahkeme; "Yasama organınca, Anayasa'da Anayasa Mahkemesi'nin denetim alam içinde gösterilen işlemlerden başka isimler altında ve başka yöntemler uygulanarak oluşturulan yasama işlemleri de, eğer etkileri, nitelikleri ve içerikleri bakımından Anayasa Mahkemesi'nin denetimine bağlı yasama işlemleriyle eş durumda ise bunların da Anayasa Mahkemesi'nin denetim alanı içinde 
olduğu"nu kabul etmiştir. 

Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin ilk turda, 367 milletvekilinin hazır bulunması gerektiği yönünde bir karar verebilmek için de Meclisin uygulamasını -içtüzük değişikliği- olarak değerlendirmiş, bu nedenle dava konusu 27.04.2007 günlü TBMM'nin oylama kararının eylemli bir İçtüzük kuralı değişikliği niteliğinde olduğuna ve işin esasının incelenmesine oy çokluğu (7/11) ile karar vermiştir. Karara katılmayan Tülay TUĞCU, Haşim KILIÇ, Sacit ADALI ve Fulya KANTARCIOGLU karara muhalefet şerhi koymuşlardır. 

Mahkeme, davanın esasına ilişkin olarak oy çokluğu (9/11) ile "Toplantı ve karar yetersayısının ilk oylamada TBMM üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu, -367 olduğunu-öngördüğü sonucuna" vararak "Anayasa'nın 102. maddesinin ilk fıkrası karşısında, bu çoğunluğun 184 olarak uygulanması sonucunu doğuran eylemli İçtüzük değişikliği niteliğindeki dava konuşu TBMM'nin Kararının Anayasa'nın 102. maddesine aykırı" olduğuna karar vermiş ve iptal etmiştir. Mahkeme, Anayasanın 102. maddesinin birinci fıkrasındaki "üçte iki çoğunluk" deyiminin, karar değil toplantı yeter sayısı olduğu şeklinde değerlendirmiştir. 

Mahkeme, ilk tur oylamada -üçte iki çoğunluk- 367 milletvekilinin katılımını arama çelişkisinin ortaya çıkmaması için "toplantı yeter sayısının Cumhurbaşkanı seçiminde yalnız birinci oylamada değil fakat dört oylamanın her biri için de aranması gerektiği, 102. maddenin kaleme alınış biçiminden açıkça anlaşılmakta dır." diyerek 367 karar yeter sayısının dört oylamada da gerekli olduğuna karar vermiştir. 

Kararda seçim sürecinde yapılan tartışmalara, özellikle Meclis başkanı Bülent Arınç'ın konuşmalarına yapılan atıflar çok ilginçtir. 

Kararda aynen şöyle denilmektedir: 

"Bülent Arınç'ın Cumhurbaşkanlığı seçim süreci hakkında kamuoyunu bilgilendirmek için düzenlediği basın toplantısı konuşma metninin 6. sayfasında bu açıklama şu şekilde yer almaktadır. 

Değerli dinleyenler, 

Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda toplantı yeter sayısının 367 olacağı iddiası tamamen yanlıştır ve hiçbir geçerliliği yoktur. Bu iddia hukuku zorlamanın ötesinde, hukuku katletmektir. O gün Meclisi yönetecek Başkan olarak, benden önce cumhurbaşkanlığı seçimini yöneten tüm Meclis Başkanlarının yaptığı gibi, Anayasa'nın 96. maddesine göre toplantı yeter sayısı olan 184 üyeyi Genel Kurul'da gördüğüm anda seçime başlayacağım. Bu, Anayasamıza, içtüzüğümüze uygundur ve şimdiye kadar hep böyle yapılmıştır. Aksini iddia etmek, hukuka, ideolojik saplantıyla bakmak anlamına gelir. "367 tezi" gelecekte hiçbir zaman unutulmayacaktır. Eminim ki "Hukuku kullanarak demokrasi nasıl devreden çıkartılır" sorusuna hep "367 tezi" örnek olarak gösterilecektir." 
Anayasa Mahkemesi, "Bu açıklamada ortaya konulan görüşün, Cumhurbaşkanlığı seçiminin 27.04.2007 tarihli ilk oylamasında tekrarlandığı, meclis kararına dönüştüğü ve aynen uygulandığını" belirterek, devamla; 

"Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi bütün ülke için çok önemli ve Anayasa'nın çok özel bir toplantı yeter sayısı belirlediği bir olayda, oturumu yöneten Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanının Anayasanın 96'ncı maddesinde belirtilen toplantı yetersayısının oluştuğu konusunda kendi varsayımına göre hareket etmesi, Anayasanın 102'nci maddesinde belirtilen özel toplantı yeter sayısına ulaşılıp ulaşılmadığını araştırmaması ve yoklama yapmayarak katılımı kesin bir şekilde belirlemekten kaçınması kabul edilemez." diyerek bir muhalefet partisi mensubu gibi, meclis başkanına atfedilen, konuşmayı ve tavrı eleştirmiştir. 

Mahkeme; 1982 Anayasası'na göre yapılan önceki üç cumhurbaşkanlığı seçiminde niçin böyle bir uygulamaya gidilmediği iddiasına da şöyle cevap hazırlamıştır: Kararda, "... şimdiye kadar yapılan seçimlerde Anayasanın 102'nci maddesinin birinci fıkrasında öngörülen üçte iki çoğunluğun toplantı yeter sayısı olarak düşünülmemiş ve aranmamış olması ve bu uygulamanın şimdiye kadar 
Anayasa Mahkemesinde bir iptal davasına konu yapılmamış bulunması, geçmişteki uygulamaların Anayasaya uygun olduğu hukuki sonucunu doğurmayacağı" şeklinde ifade edilmiştir. 

Kararda, oylamanın iptali yönünde oy kullanan üye Osman Paksüt'ün, iptal gerekçesine, hukuki bir temeli olmayan, "uzlaşı" şartını eklediği görülmüştür. Karşı görüşünde; "Anayasa, Cumhurbaşkanı'nın seçiminde üçte iki çoğunluk bulunmasını gerekli görmüştür. Cumhurbaşkanlığı seçiminin, Parlamentoda iktidar partisinin siyasi programı doğrultusunda yapacağı herhangi bir yasama faaliyeti gibi siyasi parti çoğunluğu adına değil, Türk Milleti adına uzlaşı anlayışıyla ve nitelikli çoğunlukla yapılacak bir seçim işlemi olduğunu" belirtmiştir. 

Bu düşünce, dava sürecinde Sabih Kanadoğlu, CHP lideri ve benzerleri tarafından dile getirilen "muhalefetin aday konusunda razı edilmesi"ne ilişkin mesajların da iyi algılandığı anlamına gelmektedir. 

Anayasa Mahkemesi, oy çokluğu (9/11) ile 27 Nisan 2007 tarihli Cumhurbaşkanlığı oylamasının iptali kararına gerekçeler üretmeye çalışmış ise de, 27 Nisan e-bildirisi ve CHP genel başkanının "iptal karan verilmezse kaos çıkar" tehdidi altında verilen karar, kamu vicdanında olumlu bir yer bulamamıştır. 

Anayasa Mahkemesi'nin kararıyla eski meclis başkanı Bülent Arınç'ın belirttiği ve karara da geçen "...'367 tezi gelecekte hiçbir zaman unutulmayacaktır. Eminim ki "hukuk kullanılarak demokrasi nasıl devreden çıkartılır" sorusuna hep "367 tezi" örnek olarak gösterilecektir." iddiası gerçekleşmiş, insaf sahibi herkes 367 kararını, Anayasa Mahkemesi'nin "hukuk dışına çıkışına" örnek olarak göstermeye başlamıştır. 

Anayasa Mahkemesi'nin, '367 karan'nı, hukuki bir süreçten ziyade, harici unsurların etkisi alanda verdiğine işaret eden görüşler dikkat çekicidir. Bu karara, hem şekil ve hem esas yönünden muhalif kalan Haşim Kılıç karşı görüşünde aynen şöyle demektedir; 

"Anayasa'nın 138. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında aynen "Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, mercii veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz." denilmektedir. 

Anayasa'nın bu maddeleri ile yargıçların vicdani kanaatleri tam olarak güvence altına alınmak suretiyle hiçbir organ, kişi veya merciin bunu etkilemesine imkân verilmemesi amaçlanmıştır. 
Anayasa'nın öngördüğü bu sorumluluğun, en sade vatandaştan makamı ve rütbesi ne olursa olsun herkesin gereğini yerine getirme zorunluluğu vardır. Ne yazık ki bu zorunluluğa rağmen karar öncesi kimi kişi, kurum ve merciilerin mahkemeyi etkilemeye dönük söylem ve davranışlarını onaylamak mümkün değildir. 

Mahkeme'nin kendi istekleri doğrultusunda karar vermemesi halinde ülkenin bir iç çatışmaya sürükleneceği biçimindeki ifadeler, yargıcın vicdani kanaatinin oluşmasını doğrudan hedef alan bir eylem biçimidir. Anayasa'nın 138. maddesi açıktır. Bu sorumluluğa karşın, çatışma çıkacağı tehdidi ya da ülkeyi koruma adına yapılan açıklamalar olusaçak karara dönüktür. Sonucun kamu 
vicdanında tereddüt uyandırmasına neden olabilecek bu ve buna benzer davranışlar ve söylemler, demokratik hukuk devletinde onaylanması mümkün olmayan sorumsuzluklardır." 

Haşim Kılıç bu beyanlarını karara, "Hukuku korumaya yönelik bu düşüncelerinin sadece tarihe not düşmek üzere" yazdığını da belirtmiştir. 

Günümüzde ortaya çıkan olaylar, Anayasa Mahkemesi'nin, mahkemeyi etkilemeye yönelik kampanyaların etkisi altında böyle bir karar verdiğini ortaya koymuştur. Anavatan Partili ve Doğruyol Partili milletvekillerini telefonla tehdit eden emekli generallerin, mahkeme üyelerini de benzer yöntemle etkiledikleri ortaya çıkmıştır. 

Anayasa Mahkemesi, iptal kararı ile cumhurbaşkanlığı seçimini engellemiştir. Ne var ki Türk milleti, siyaset dışı güçlerin "Türk milleti adına karar veren" yargıyı kullanarak engellediği cumhurbaşkanlığı seçimini, bundan sonra kendi uhdesinde olmak üzere devralmış ve Sayın Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olmasını sağlamıştır. 

Bu, milletimizin Anayasa Mahkemesi'nin kararından kendi hissesine düşeni fazlasıyla aldığını göstermektedir. Millet, adına karar verenlere, kendi iradesinin hilafına verilecek kararlara asla müsaade etmeyeceğinin işaretini vermiştir. 

11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,,,


28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 9

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 9


 ANAYASA YARGISI/ANAYASA MAHKEMESİNİN TUTUMU 

Anayasa Mahkemesi, ilk kez 1960 darbesinden sonra hazırlanan 1961 Anayasası ile yargı sistemine girmiş, 1980 darbesinden sonra hazırlanan 1982 anayasa sı ile devam ettirilmiştir. Anayasa mahkemesi, her iki darbenin temel kurumların dan biri olup siyasallaşması, kuruluşu ile birlikte başlamaktadır. Kurulduğu günden bu güne Anayasa Mahkemesi, siyasi, ideolojik ve hukuka aykırı pek çok karara imza atmıştır. 

Anavatan Partisi tarafından çıkarılan Üniversitelerin Kuruluşu ile ilgili 2547 sayılı yasaya ek 16. maddenin iptaline ilişkin karar, Anayasa Mahkemesi'nin 
ideolojik kararlarına açık bir örnektir. 
Üniversitede okuyan kız öğrencilerin başörtüsü kullanıp kullanmayacağına ilişkin, 1989/2 sayılı kararmda; görevi gereği, sadece kanunu iptal etmekle kalmamış, 
anayasaya aykırı olarak, yeni bir uygulamaya yol açacak şekilde bir gerekçe hazırlamıştır. Nitekim üniversiteler kanununa ek 17. madde olarak eklenen ve 
"yasalara aykırı olmamak kaydıyla kılık kıyafet serbesttir" şeklindeki maddeyi iptal etmemesine karşın Ek 16. maddeye ilişkin kararının gerekçesine atif yaparak iptal etmediği kanuna, iptal edilmiş sonucu yüklemeye çalışmıştır. Anayasa'nın 153. maddesine aykırı olarak, yeni bir uygulamaya yol açacak nitelikte tasarrufta bulunmuştur. 

Kurulduğu tarihten itibaren, çok sayıda siyasi partinin kapatılmasına karar vererek ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğünün ihlaline sebep olmuştur. 
Anayasa Mahkemesinin başkam (o dönemde H.T.) ve bir kısım üyeleri, 28 Şubat sürecinde açıkça yönlendirilmekte bir beis görmemişler, askeri brifinglere katıldıkları gibi, yönlendirenleri ayağa kalkarak alkışlayabilmişler dir. 

Refah Partisi Kapatma Davası 

Yüksek yargı organlarında görev yapan hâkimlere verilen "telkin, tavsiye ve dikte edici" brifingden on gün sonra, 20 Mayıs 1997'de iktidar ortağı olan 
Refah Partisi'nin kapatılmasına ilişkin dava, Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş tarafından yargı tarihinde görülmemiş bir şekilde açılmıştır. 
Bugüne kadar gelen uygulamanın aksine başsavcı kapatma davasını, önce yazılı ve görsel basına yaptığı açıklama ile kamuoyuna duyurmuş, dava dilekçesini 
bundan sonra mahkemeye tevdi etmiştir. 
Böylelikle kamuoyu, ilk kez bir davayı mahkemesinden evvel öğrenmiştir. 

Refah Partisi'ni kapatmaya yönelik dava dilekçesi, Türk hukuk tarihinde eşi benzeri görülmeyen skandal niteleme ve hakaretlere örneklik ettiği gibi, yargılama sonunda verilen karar da bir o kadar tartışmalıdır. Hukuk tarihimizde ilk kez, 'hakaret', yüksek mahkemeler aracılığıyla hukuki zeminde meşru gibi kullamlmıştır. Militan demokrasiyi savunan başsavcı, Refah Partisi'ne oy vermiş 
olan milyonlarca insanı "kan emici vampirler" olarak nitelemiştir. Mahkeme heyeti de bu ve buna benzer nitelemeleri içeren dava dilekçesini kabul etmiş, daha da ötesi bu hakaretler karar metnine girmiştir. 

Refah Partisi hakkında açılan kapatma davası, 16.01.1998 tarihinde verilen 1997/1 E., 1998/1 K sayılı karar ile sonuçlandırılmış ve brifing toplantısında, brifingi veren askerleri ayakta alkışlayan yüksek yargı mensupları, ikiye karşı dokuz oyla Refah Partisi'ni kapatarak, brifingde alman talimatın gereğini yerine getirmişlerdir. 

Refah Partisi davasında yargı tarihimizdeki bir başka ilk daha yaşanmıştır. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının Refah Partisi'nin Anayasa'nın 68 ve 69. maddelerine dayanarak kapatılması talebini incelerken Siyasi Partiler Yasasının 103. maddesinin kapatma kararı verilmesine engel olduğunu görmüş, ilk kez bu dava ile bu davanın hem davacısı, hem karar vereni konumuna gelmiştir. 

Siyasi Partiler Yasası'mn 103. maddesi, parti kapatılması için neden olarak gösterilen eylemlerin sorumlularının ceza mahkemelerinde yargılanarak hüküm giymelerini gerekli görür iken, Anayasa Mahkemesi davacı sıfatıyla Siyasi Partiler Yasası'nın "hüküm giyme" şartını içeren 103. maddesinin ikinci fıkrasının tümünün Anayasanın 69. maddesine aykırı olduğu gerekçesiyle iptalini 
talep ederek kendisine de dava açmıştır. Bu dava sonunda yine kendisi mahkeme  yargılamayı yapan sıfatıyla, 09.01.1998 tarihinde dava konusu maddeyle ilgili olarak; 

Siyasi Partiler Yasası'mn 103. maddesinin ikinci fıkrasında, 101. maddenin (d) bendine göndermede bulunularak birinci fıkradaki "mihrak haline gelme" durumunun oluşması için öncelikle, parti üyelerinin bu fıkrada belirtilen söz ve eylemlerinden ötürü hüküm giymiş olmaları koşulunun aranması, 103. madde ile parti kapatma nedeni sayılan kimi yasak fiillerin Ceza Yasası'nda suç olmak tan çıkarılması nedeniyle yalnız 103. maddenin ilk fıkrasının uygulanmasını değil buna dayanak oluşturan Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasının da uygulanmasını olanaksız hale getirmiştir." gerekçesiyle iptaline karar vermiştir.(Anayasa Mahkemesinin 12.12.2000 E: 2000/86, K: 2000/50 sayılı kararı) 

Anayasanın 153. maddesi gereğince "bir kanun, kanun hükmünde kararname veya iç tüzük ya da bunlann hükümleri, iptal kararlarının" ancak Resmi Gazete'de yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkacağı kuralını da atlayarak Siyasi Partiler Yasası'run 103. maddesinin ikinci fıkrasını iptal ettikten sonra iptal kararı Resmi Gazete'de yayımlanmadan Refah Partisi davasını da karara 
bağlamış ve 16.01.1998 tarihinde partinin kapatılmasına karar vermiştir. 

Oysa iptal edilen kural (103. madde) Resmi Gazete'de yayımlanmadığından, partinin kapatıldığı gün halen yürürlüktedir. Yürürlükte olan bu kuralı yok sayarak hüküm verilmesi, 

Anayasa'nın 153. maddesinin yok sayılması anlamına gelmektedir. İptal kararı hukuki olarak boşluk doğurduğundan, TBMM'ne iptal edilen kuralın yerine yenisini koyması için süre ve imkân da tanınmamıştır. Anayasa Mahkemesi kendince Anayasa'ya aykınlığı gidermiş ve "bir tür yasa yaparak" "yeni bir uygulama" başlatmıştır. Anayasa'nın 69. maddesi çerçevesinde parti kapatılma usul ve esaslarının mutlaka "kanunla" düzenlenmesi mecburiyetine rağmen bu usul ve esaslar Anayasa Mahkemesi kararıyla belirlenerek Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yetkisine de tecavüz edilmiştir. Davacısız iptal kararı ile de Anayasa Mahkemesi, Türk Yargı tarihinde davacı ile karar veren mahkemenin aynı kişilerde birleştiği bir olayı yaşatmıştır. 

Fazilet Partisi Kapatma Davası 

Refah Partisinin kapatılması davası Anayasa Mahkemesinde görülmekte iken 17 Aralık 1997 tarihinde Fazilet Partisi kurulmuştur. Yeni kurulan bu Parti, bağımsız milletvekillerinin de katılımıyla TBMM’de ana muhalefet partisi konumuna gelir. 

Söz konusu dönemde askerin hala rahatsız olduğu, irticanın hala ülkede birinci tehdit olmaya devam ettiği, sekiz yıllık eğitim kanunu dışında 28 Şubat 1997 tarihinde alınan MGK kararlarının uygulamaya konulmadığı, hükümetin türban yasağı konusunda tavizler verdiği ve kapatılan Refah Partisinin Fazilet Partisine dönüşmesine hükümetçe göz yumulduğu konuları sürekli gazeteler ve 
televizyonlarda işlenmekte, bir anlamda 28 Şubat sürecinin halen devam etmekte olduğu kanaati toplum üzerinde pekiştirilmektedir. 

İşte bu atmosfer içerisinde, Refah Partisinin 16 Ocak 1998 tarihinde kapatılması ve kararın 22.2.1998 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmasından yaklaşık bir yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra 7 Mayıs 1999 tarihinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, bu kez Fazilet Partisi hakkında kapatma davası açmıştır. 

İddianamede kapatma nedeni olarak temelde iki iddia ileri sürülmüştür. 

Birinci iddia Fazilet Partisi'nin, Refah Partisi'nin kapatılacağını anlayan yöneticileri tarafından kurdurulan hülle partisi olarak adlandırılabilecek bir parti olduğu, 147 milletvekili ile çok sayıda belediye başkanının Fazilet Partisi'ne geçmelerinin, bu milletvekillerinden bazılarının da Genel İdare Kurulu ve Disiplin Kurulu üyesi olmalarının kapatılan Refah Partisi'nin bir başka ad altında 
kurulduğunun kanıtı olduğu iddiasıdır. 

İkinci iddia ise Fazilet Partisinin laikliğe aykırı fiillerin "odağı haline geldiği" iddiasıdır. Bu iddiaya dayanak olarak, Fazilet Partisinin türbanlı bir milletvekilini aday göstererek seçilmesini sağlaması ve bu kişinin TBMM’de türbanlı olarak yemin ettirilmek istenmesi ile Fazilet Partisi yöneticilerinin çeşitli tarihlerde yaptıkları konuşmalarda türban yasağını eleştiren konuşmalar yapmaları gösterilmiştir. 

Partinin kapatılması davasının 18 Nisan 1999 tarihinde yapılan genel seçimlerde Fazilet Partisinden milletvekili olarak seçilen Merve Kavakçı’nın 3 Mayıs 1999 tarihinde TBMM Genel Kurulunda türbanlı olarak yemin etmek istemesi olayından hemen sonra açılmış olması, Yargıtay Cumhuriyetbaşsavcısının bu olaya bir tepki olarak davayı açtığının en büyük kanıtıdır. Yargıtay Cumhuriyetbaşsavcılığının Merve Kavakçı olayına tepki olarak alelacele dava açtığı ve iddianamede parti kapatma için dayanılan nedenlerin yetersizliği Anayasa Mahkemesince de görülmüş ve Yargıtay Başsavcılığından soruşturmanın genişletilmesi talep edilmiş ve Yargıtay Başsavcılığı 5 Şubat 2001 tarihinde ek bir iddianame düzenlemek zorunda kalmıştır. 

Anayasa Mahkemesi 22 Haziran 2001 tarihinde verdiği kararında, Fazilet Partisinin kapatılan Refah Partisinin devamı olduğu iddiasını yerinde görmemekle birlikte, Fazilet Partisinin laiklik ilkesinin karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini kabul ederek, bu Partinin de kapatılmasına karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi kararında aynen; 

“18 Nisan 1999 tarihinde yapılan milletvekili seçimlerinden sonra TBMM'ndeki yemin töreninde, Merve KAVAKÇI'nın ve onu seçim öncesinde, yemin töreni sırasında ve seçim sonrasındaki davranışları ve yaptığı açıklamalarla özel olarak destekleyen Nazlı ILICAK'ın sergiledikleri eylemlerin ve yaptıkları konuşmaların; Bekir SOBACI'nın türban ve başörtü yasağına direnen bu nedenle de İstanbul Çapa ve Cerrahpaşa Tıp Fakültelerinden çıkarılan öğrencileri Ankara girişinden alarak basın toplantısı yaptırması, Meclis'e getirerek partileri ziyaretlerini sağlaması gibi yasalara aykırı eylemleri desteklemesi ve teşvik etmesinin; Ramazan YENİDEDE'nin resmî daireler ve okullarda konuya ilişkin yasa ve yönetmelikler gereği uygulanan türban veya başörtüsü yasağını zulüm ve zorbalık olarak göstererek halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmesinin; Mehmet SILAY'ın 1998 yılında yayınlanan "Parlamentodan Haber" adlı kitabında, dünya tarihinde milletlerin dini duyguları ve inançlarıyla savaşanların daima kaybettiklerini İran'da bunu deneyenlerin ya ülkeyi terkettikleri ya apoletlerinin söküldüğünü Cezayir'de Fransız çıkarlarına hizmet uğruna halka dayatanların ve 
zorbaların bu gün hiçbirisinin hayatta olmadığını belirterek halkı kamu görevlilerine karşı eyleme yöneltmesinin ve Fazilet Partisi'nin Genel Başkanı ile Milletvekillerinin ve kimi Partililerin davranışları ve çeşitli yer ve toplantılarda yaptıkları konuşmalarla mevzuata ve yargı kararlarına aykırı olduğu halde resmî daire ve okullarda türban veya başörtüsü takılmasını desteklemelerinin 
Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırılık oluşturduğu sonucuna varılmıştır. Fazilet Partisi'nin bir tepki göstermediği gibi benimsediği bu faaliyetlerin, Anayasa'nın 69. maddesi, Siyasî Partiler Yasası'nın 101. ve 103. maddeleri uyarınca odak olmaya esas alınacağı kuşkusuzdur.” denilmek suretiyle, türban yasağını eleştirmek dışında 
başkaca bir eylemleri bulunmayan Parti yöneticilerin sözleri davalı Partinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğinin kanıtı olarak kabul edilmiştir. 

Kapatma davasına da konu olan eski Fazilet Partisi Milletvekili Merve KAVAKÇI için yapılan soruşturma süreci içerinde Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Nuh Mete Yükselin’in soruşturma süreci içerindeki eylem ve davranışları Ceza Muhakemeleri Kanunu dışında cerayan etmiştir. Özellikle gece yarısı şüpheli olduğunu iddia edilen Merve Kavakçı’nın evine refakatinde kolluk kuvvetlerinin alınması ile gidilmiş olması soruşturma evresinde rastlanılmış bir olay değildir. Bu davranış nedeni ile Merve Kavakçı’ya ait evinin önünde cumhuriyet savcısının beklediği anda milletvekili olduğuna dair yazının gelmiş olması dokunulmazlığının olduğunun anlaşılmış olması nedeni ile ifadesini almasından vazgeçtiği beyanıdan, yasal çerçevede değerlendirildiğinde mevzuata uygun olmadığı tespit edilmiştir. Ayrıca bu konuyla alakalı nuh Mete Yüksel hakkında da HSYK tarafından işlem başlatılmış olmasıda bu soruşturma sürecinin yasal çerçevede devam etmediğini göstermiştir. 

Merve KAVAKÇI, 19 Ekim 2012 tarihinde Komisyonumuza başörtüsü yasağıyla şekillenen bir hayatı olduğundan tıp eğitimini ikinci sınıfın sonunda bırakıp, eğitim amacıyla Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmek zorunda kaldığını; 28 Şubat postmodern darbesinin “Kavakçı olayı”nın hukuki ve ahlaki olmak üzere iki boyutunun olduğunu; Hukuki ayıbın, seçilmiş bir milletvekilinin ant içerek 
görev yapmasının bir dizi zorlama ve istisnai uygulamayı gündeme sokarak âdeta bir nefret suçunu legalize etmek gayesine odaklanarak engellenmesiyle alakalı; Ahlaki ayıbın ise, Millet Meclisi kürsüsünün yemin günü işgal edildiği andan başlayarak bugüne dek kendisine reva görülen uygulamalardan oluştuğunu ifade etmiştir. 

KAVAKÇI; 2 Mayıs 1999 tarihinde Mecliste yaşanan olayları; “millî irade kısmen yok sayıldığı, din ve ifade hürriyetinin engellendiği, kadınların üçte ikisinin başlarının örtülü olduğu bir ülkede temsil merkezinde kadın ayrımcılığı yapıldığı ve Silahlı Kuvvetler gölgesinde, DSP güçlerinin Meclis çatısı altında üstlendiği bir darbe olarak” nitelendirmiştir. Devlet’in darbecilerin etkisiyle kendisini ve ailesini “kendisinin inancı gereği başörtüsü taktığı” ve gerek okullarda gerekse kamu kurum ve kuruluşlarında Müslüman kadınların başörtüsü takmak istemeleri nedeniyle engellenmelerine yönelik bir mücadelenin içine girmesinden dolayı hedef gösterdiğini; kendisine ve yanında durma cesareti gösteren Nazlı Ilıcak gibi kişilere haddini bildirmeye kalkıştığını; şahsiyetini, millet nezdindeki itibarını zedelemek için uğraştığını iddia ederek, o günlerde kendisiyle aynı sıraları paylaşan bazı siyaset arkadaşlarının iktidarda olmasına rağmen başörtülü kadınlar için 28 Şubatın hâlâ devam ettiğini bu yolda partisinin kararıyla aday adayı olduğunu, ancak mücadelesini yalnız sürdürmek durumunda kaldığını, kendisinin yalnız bırakıldığını ifade etmiştir. 

KAVAKÇI, kendisine bir milletvekili olarak TBMM’nde yapılanların, İngiliz Parlamentosu’nda gündeme getirildiğini; o gün Mecliste örttüğü başörtüsünün Amerikan Kongresinde bir hafta boyunca “dini özgürlüklerin simgesi” olarak sergilendiğini; “Kavakçı Olayı”nın Kanada'nın Toronto şehrinde ilköğretim sisteminde bir hoşgörüsüzlük örneği olarak anlatıldığını; Parlamentolar 
arası Birliğin konuyu incelediğini, kendisini ve seçmeninin uğradığı hak ihlalini teyit ettiğini; 2007 senesinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “Kavakçı ve Türkiye” davasında Türkiye’nin seçme ve seçilme hakkını ihlal ettiğine hükmettiğini belirtmiştir. 

KAVAKÇI, 18 Nisanda Milletvekili seçildiğini ve İstanbul’daki YSK yetkililerinden mazbatasını aldığını, Meclise gelerek gerekli işlemleri sorunsuz yaptırdığını ve ant içip görevini yapmaya hazır olduğunu ancak o arada, Ecevit'ten Hüsamettin Özkan vasıtasıyla partinin ileri gelenlerine Meclis Genel Kurulu'na girmemesinin istendiğini ve bu andan itibaren “ Başörtüsünün ” bir sorun olarak kendini göstermeye başladığı ve sorunun kendisine “Mecliste gelip gideceği bir oda verilerek” çözülmeye çalışıldığını; Anayasa ve İç Tüzükte başı örtülü bir vekilin hakları konusunda Yemin töreniyle alakalı olarak herhangi bir kısıtlama getirilmemişken bariz bir baskı atmosferinin parti üzerinde etkili olduğunu; 1 Mayıs 1999 günü yani yemin töreninden bir gün önce Sayın Abdullah 
Gül, Salih Kapusuz ve Lütfü Esengün Beylerin evine gelerek "Yarın sabah gidip Meclis Başkanı Septioğlu'nun elini öpeceksin, eğer müsaade ederse yemin edeceksin, etmezse yemin etmeyeceksin" talebinde bulunduklarını; … aynı akşam kendisinin şahsi gayretleri sonucunda, Genel Başkan Recai Kutan’la, Cemil Çiçek Bey, Temel Karamollaoğlu Bey, Zeki Ünal ve Salih Kapusuz Beyler’in de kendisiyle beraber hazır bulundukları halde bir toplantı yaptıklarını; toplantıda Karaman Milletvekili Zeki Ünal’ın "Merve Hanım diğer milletvekilleriyle beraber saat 3’te Genel Kurula gelmeli" teklifinde bulunduğunda Cemil Çiçek’in "Bilmediğiniz şeyler var." diyerek karşı çıktığını; daha sonra edindiği bir bilginin Sayın Çiçek'in karşı çıkan sözlerine ışık tutar nitelikte olduğunu bu bilginin “Mart 2001 tarihinde Küba'nın başkenti Havana’da yapılan Parlamentolararası Birlik Toplantısında KAVAKÇI’nın milletvekilliği haklarının ihlalinin görüşüleceği, bu sebeple Parlamentolararası Birlik Başkanı tarafından kendisinin de davet Küba’ya edildiği, orada, Turhan Alçelik Bey ve rahmetli Bahri Zengin Beylerle karşılaştığı ve kendisine yemin törenimle alakalı olarak ‘Askeriyeden, Cumhurbaşkanı Demirel aracılığı ile parti başkanlığına yemin etmeniz halinde müdahale edileceği’ uyarısı yapıldığı, partinin de onun için kendisinin arkasında duramadığı. ” bilgisinin verildiğini ifade etmiştir. 

“Ecevit’in konuşmasıyla eş zamanlı olarak kendisinin de Mecliste bulundu sırada, Cumhurbaşkanı Demirel ülkenin nasyonal “Milli” televizyonu TRT’de kendisini fitne çıkarmakla suçladığını ve ajan provokatör olduğu iftirasını attığını; ertesi gün basının konu ile ilgili sorusunuysa “Devletin elinde herhâlde böyle bilgiler vardır.” diye cevapladı. Ancak, böyle bir bilgi veya belge yoktu. Bu, tamamen iftiraydı ve benim de ajan veya provokatör olmadığımı bilir demiştir. 

KAVAKÇI, “ Çifte Vatandaşlık ” ve milletvekilliğinden ileri gelen “ Özlük haklarını aldığı ” yolundaki iddialarına ise “Türkiye Cumhuriyeti çifte vatandaşlığı siyaseten ve hukuken teşvik eden bir ülke olmasına rağmen, sanki vatana ihanet etmişim gibi beni apar topar vatandaşlıktan çıkardı. Vatandaşlıktan çıkarılmam için kullanılan Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlık belgesi Houston 
Başkonsolosluğu tarafından Ankara’ya faks edilmiş bir bilgisayar çıktısından ibaret, herhangi bir resmî belge değil. Bu belge Bakanlar Kurulu tarafından resmî belge olarak kullanıldı. Sadece ilk maaşımı aldım. Bir milletvekiline tanınan özlük hakları bana tanınmadı. Bir de -Nuh Mete Yüksel'in evime yaptığı baskın sırasında olduğu gibi-dokunulmazlığım varmış gibi ve dolayısıyla da 
milletvekiliymişim gibi muamele gördüm.” diye açıklık getirmiştir. 

KAVAKÇI, kendisine; 2 Mayıs 99’da Meclis yemin töreninin hemen akabinde, Genel Kurula başörtümle girmemden dolayı DGM'de 312’nci maddeden, halkı din, dil, ırk, vicdan açısından bölmekten suçundan 312’nci maddeden soruşturma başlatıldığını ve Ankara’da Nuh Mete Yüksel tarafından bu soruşturma kapsamında evine gece baskını düzenlendiğini; Gerçek Hayat Dergisi'ne verdiğim bir röportajdan dolayı başörtüsü yasağını gündeme getirmek ve bunun bir kadın ayrımcılığı olduğunu ifade etmekten dolayı devletin manevi şahsiyetine hakaretten Şişli Savcılığınca bir soruşturma başlatıldığını, Refah Partisinde görevli olduğu yıllarda, Amerika’da “İslamic Society of North America” ve “İslamic Association for Palestine” tarafından düzenlenen toplantılara Refah 
Partisini temsilen katıldığı için 169’uncu Madde’den “teröre yataklık ve yardım etmekten” DGM’den soruşturma başlatıldığını ifade etmiş; Kızlarına da; kendisine TBMM’de yapılan linç ve had bildirme kampanyasının bir benzerinin kendi ilkokullarında yapıldığını ifade etmişt; 

“Dönemin Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı arasındaki yazışmaların, sözlü görüşmelerin, Cumhurbaşkanlığındaki gizli yazıların, telefon kayıtlarının, Genelkurmay Başkanlığı'nın Kozmik Odası'ndaki ilgili dokümanların, MGK kayıtlarının, dönemin ABD ve Türkiye arasındaki devletlerarası yazışma ve görüşmelerinin, telefon kayıtlarının, 
MİT, CIA, MOSSAD arasındaki sözlü ve yazılı kayıtların, dönemin YSK kayıtlarının ve medyanın tacizlerine örnek teşkil edebilecek, Uğur Dündar ve ekibinin dayısı Orhan Güngen’le yaptıkları telefon görüşmelerinin kayıtlarının ortaya çıkartılmasını” talep etmiştir. 


10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..