40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2018 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 4

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 4


İkinci Dünya Savaşı bitmiş, lakin savaşın en aşağılık tavrı olan; insan hakları ihlalleri ile dolu sonuçları, tüm açıklığı ile hissedilmekteydi. Geçmişteki, dünyaya yayılma politikası ile elde ettiği hakimiyetini yavaş yavaş kaybetmekte olan Avrupa, tarihteki günlerine kavuşmak dürtüsü ile, yeni güç dengeleri kurma eğilimindeydi. Bu çaba ile, çoğu faşizme karşı savaşta aktif bir rol oynamış bulunan, siyaset, hukuk ve sanat dünyasından 800 ünlü temsilci 7-10 Mayıs 1948 arasında Lahey Kongresi'nde bir araya gelerek Avrupa Kurucu Parlamenter Asamblesi'nin oluşturulması çağrısında bulundular.

Lahey Kongresi'nin ilk sonucu bir yıl sonra 10 devlet - Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Fransa, Hollanda, İrlanda, Norveç, İsveç, İtalya ve Lüksemburg - tarafından Avrupa Konseyi'nin kurulması oldu. 1950'de Almanya Federal Cumhuriyeti, İzlanda, Türkiye ve Yunanistan da Avrupa Konseyi'ne katıldılar. Avrupa Konseyi savaş sonrası yıllarının başlıca ihtiyaçlarını iki organıyla, hükümetlerarası nitelikteki Bakanlar Komitesi ve uluslararası nitelikte ama sınırlı yetkilere sahip Danışma Meclisi yoluyla karşıladı: bu ihtiyaçlar demokrasinin pekiştirilmesi, hukukun üstünlüğünün savunulması, insan haysiyetinin öne çıkarılması ve insan haklarına saygıydı (Ek 3.). Bunlar Avrupa Konseyi'ne üye olmanın ölçütleri ve üyelerinin yerine getirmekle yükümlü oldukları vazgeçilmez yükümlülüklerdir.

Lahey Kongresi'ni izleyen süreçte 'bütün halkların ve bütün ulusların erişeceği ortak bir ideal' olarak nitelenen, 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi yayımlanır. Bu çağrı ve İHEB ile Batı Avrupa'nın bugünkü temelleri yavaş yavaş atılmaya başlanmış olur.

Topluluğun çalışmaları, başlangıçta altı kurucu üyesi (Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg) arasında bir kömür ve çelik ortak pazarı kurulmasıyla sınırlıydı. Savaş ertesindeki o günlerde savaşın galip ve mağluplarını, eşitler olarak işbirliğinde bulunabilecekleri bir kurumsal yapı içinde bir araya getiren Topluluk, temelde barışı güvence altına almanın bir aracı olarak algılanıyordu (Ek 1.).

Altılar'ın başarısı Birleşik Krallık, Danimarka ve İrlanda'yı Topluluk üyeliğine başvurmaya yöneltti. General de Gaulle yönetimindeki Fransa'nın 1961'de ve 1967'de iki kez veto yetkisini kullandığı çetin bir pazarlık dönemini takiben, bu üç ülke 1972 yılında üyeliğe kabul edildiler. Üye devlet sayısını altıdan dokuza (Ek 2.) yükselten ilk genişleme ile birlikte, Topluluk sosyal, bölgesel ve çevresel konularda üstlendiği sorumluluklarla yeni bir derinlik kazandı.

Amerika Birleşik Devletleri'nin 1970 başlarında doların konvertibilitesini askıya almasıyla ekonomik yakınlaşma ve parasal birlik gereksinimi açıkça kendini gösterdi. 1973 ve 1979'daki iki petrol kriziyle dünya çapında parasal istikrarsızlık daha ağırlaştı. 1979 yılında Avrupa Para Sistemi'nin işlerlik kazanması döviz kurlarının sabitleşmesine yardımcı oldu, Üye Devletler'in kararlı ekonomik politikalar izleyerek açık bir ekonomik alanın dayattığı disiplinden yararlanmalarını ve birbirlerine karşılıklı destek vermelerini sağladı.

Topluluk 1981'de Yunanistan'ın, 1986'da da İspanya ve Portekiz'in katılmalarıyla güneye doğru genişledi. Bu genişlemeler, Onikiler'in, ekonomik gelişmeleri arasındaki farklılıkları azaltmaya yönelik yapısal programlar uygulamalarını kaçınılmaz kıldı.

Bu dönemde Topluluk Güney Akdeniz ile Afrika, Karayipler ve Pasifik (AKP) ülkeleri ile yeni anlaşmalar imzalayarak uluslararası düzeyde daha önemli bir rol oynamaya başladı; AKP ülkeleri birbirini izleyen dört Lomé Sözleşmesi (1975, 1979, 1984 ve 1989) ile Topluluk'la bağ kurdu.

1 Ocak 1995'te Avrupa Birliği'ne üç yeni üye; Avusturya, Finlandiya ve İsveç katıldı.

Dünyanın en büyük ticaret gücü olmasına karşın, Birlik diplomatik etkinliğini arttıracak yapıları geliştirmekte ağır davranmıştır. Avrupa siyasi işbirliğinin amacı dışişleri ve güvenlik politikası alanlarında hükümetler arasında daha derinlemesine bir eşgüdümün sağlanmasıdır.

Dünyadaki durgunluk ve mali yükün paylaşımı konusundaki iç çekişmeler 1980 başlarında bir "Avrupa karamsarlığı" havasının doğmasına neden oldu. Ama 1984'ten sonra bunun yerini Topluluğun canlandırılması konusunda daha umutlu beklentiler aldı. Jacques Delors başkanlığındaki Komisyon'un 1984'te hazırladığı Beyaz Kitap'a dayanarak Topluluk 1 Ocak 1993'e kadar tek pazar oluşturmayı kendisine hedef edindi. Avrupa Tek Senedi (Ek 5.) 17 ve 28 Şubat 1986'da imzalandı ve bu iddialı hedefle ilgili mevzuatın kabulü konusunda yeni usuller geliştirdi. Tek Senet 1 Temmuz 1987 tarihinde yürürlüğe girdi.

Berlin Duvarı'nın yıkılmasının ardından 3 Kasım 1990'da iki Almanya'nın birleşmesi, Aralık 1991'de de Sovyetler Birliği'nin çözülmesi Avrupa'nın siyasi yapısını baştan aşağı değiştirdi. Üye Devletler bağlarını güçlendirme kararlılığıyla, temel özellikleri 9-10 Aralık 1991'de Maastricht'te toplanan Avrupa Doruğu'nda kararlaştırılan yeni bir Antlaşma'nın müzakerelerine başladılar.

1 Kasım 1993'te yürürlüğe giren Avrupa Birliği Antlaşması Üye Devletler'in önüne iddialı bir program koymaktadır: 1999'a kadar parasal birlik; yeni ortak politikalar, Avrupa yurttaşlığı; diplomatik işbirliği; ortak savunma ve iç güvenlik. Dünya ölçeğindeki rekabeti göğüsleyebilmek ve işsizliği azaltmak için Avrupa Doruğu, Komisyon tarafından sunulan 'Büyüme, rekabet, istihdam' adlı Beyaz Kitap'a dayanarak Temmuz 1994'te kıta ölçeğinde altyapı ve iletişim projelerini yürürlüğe koymaya karar verdi.

Artık AB'nin, bir yandan Üye Devletler'in kimliklerini korurken diğer yandan da karar verebilme ve uygulama yeteneği bulunan hem etkili hem de demokratik bir örgüt olma yolunda daha ileri gitmekten başka seçeneği yoktur. Yapısını güçlendirip karar mekanizmalarını rasyonalize edemezse, iyice gevşeme ya da kımıldayamaz hale gelme seçeneğiyle karşı karşıya kalacaktır. Atlas Okyanusu'ndan Urallar'a uzanan 'Büyük Avrupa' ancak tek sesle konuşup hareket eden istikrarlı bir çekirdek etrafında yapılanırsa örgütlü bir güç olarak gelişebilir. 1996 için planlanan kurumsal gündem iddialıdır: 15 üyeli AB'nin yapısının yeni görevleri göğüsleyebilecek şekilde uyarlanması ve kurucularının büyük siyasi projelerinin kaynakları gözardı edilmeden ve kapsamı kısıtlanmadan tüm kıtaya istikrar getirebilecek biçimde yeni üyelerin katılımına hazırlanması.

Yaklaşık yarım yüzyıldır Avrupa bütünleşmesi, kıtanın gelişmesi ve halkının zihniyeti üzerinde önemli etkilerde bulunmuştur; aynı zamanda güçler dengesini de değiştirmiştir. Siyasi renklerinden bağımsız olarak tüm hükümetler mutlak ulusal egemenlik çağının artık geçtiğinin farkındadır.

Ancak güçlerin birleştirilmesi ve AKÇT Antlaşması'nın ifadesiyle "gelecekteki kader birliği" için harcanacak çabalar sayesinde, Avrupa'nın eski ulusları ekonomik ve sosyal gelişmelerini sürdürebilir ve dünya ölçeğindeki etkinliklerini koruyabilirler.

Ulusal ve ortak çıkarların sürekli dengelenmesine, ulusal geleneklerin farklılığına saygı gösterilmesine ve farklı kimliklerin güçlendirilmesine dayalı Topluluk yaklaşımı her zaman olduğu gibi bugün de geçerlidir. Devletler arasındaki ilişkilere damgasını vuran köklü düşmanlıkları, üstünlük saplantılarını ve savaşçı eğilimleri aşacak biçimde tasarlanan bu yaklaşım Soğuk Savaş yılları boyunca Avrupa'nın demokratik ülkelerinin özgürlüğe olan bağlılıkları çevresinde birleşmelerini sağlamıştır.

Avrupa Birliği'ni daha geleneksel uluslararası bütünleşme modellerinden ayırt eden özellik kurumsal yapısının benzersiz oluşudur. Paris, Roma ve Maastricht Antlaşmaları'yla Üye Devletler hükümranlıklarının bir bölümünü ulusal ve ortak çıkarlarını temsil eden bağımsız kurumlara devretmişlerdir. Karar mekanizmalarında her biri belirli bir rol üstlenen bu kurumlar birbirlerini tamamlar niteliktedir.

***

Birliği yöneten kurumlar şunlardır: Demokratik yollarla seçilen Parlamento, Üye Devletleri temsil eden ve Bakanlar'dan oluşan Konsey, Avrupa Devlet ve Hükümet Başkanları Doruğu, Antlaşmaların koruyucusu olan Komisyon, Topluluk hukukuna uyulmasını sağlayan Adalet Divanı ve Birliğin Mali yönetimini izleyen Sayıştay. Ayrıca ekonomik, sosyal ve bölgesel çıkar gruplarını temsil eden çeşitli danışma kurulları vardır. Birliğin dengeli gelişimine katkıda bulunan projelerin finansmanını kolaylaştırmak amacıyla kurulmuş olan bir Avrupa Yatırım Bankası bulunmaktadır.

***

Avrupa Birliği Konseyi başlıca karar organıdır. Konsey, 15 Üye Devlet'in, toplantı gündemini oluşturan konuda (dış politika, tarım, sanayi, taşıma, çevre, vb.) politika sorumluluğu taşıyan bakanlarından oluşur. Konsey'in Başkanlığı altı ayda bir el değiştirir. Konsey görüşmeleri için gerekli zemin, Üye Devletler'in daimi temsilcilerinden oluşan Coreper (Daimi Temsilciler Komitesi) adlı komite tarafından hazırlanır. Bu komiteye de ilgili ulusal bakanlık elemanlarından oluşan komiteler yardım eder. Konsey'in Genel Sekreterliği Brüksel'dedir.

AT Antlaşması'nın 145. maddesine göre Konsey Üye Devletler'in genel ekonomik politikalarının eşgüdümünden sorumludur. Fakat Birliğin yetkileri genişledikçe Konsey'in faaliyet alanına da yenileri eklenmektedir. Üye ülkeleri temsil eden Konsey, AB'nin mevzuatını (yönetmelikler, yönergeler ve kararlar) hazırlar; bu anlamda birliğin yasama organıdır. Ancak Tek Senet ve Maastricht Antlaşması uyarınca bu işlevini Avrupa Parlamentosu'yla paylaşır. Konsey ve Parlamento aynı zamanda AB'nin bütçesi üzerinde de denetim yetkisini paylaşırlar. Ayrıca, Komisyon'un müzakere ettiği uluslararası anlaşmaların kabulü de Konsey'in yetkisindedir.

AT Antlaşması'nın 148. maddesi gereğince Konsey'in kararları, oybirliği, basit çoğunluk ya da nitelikli çoğunluk (toplam 87 oyun en az 62'si) şartının aranması bakımından birbirlerinden ayrılır.

Nitelikli çoğunluk (en az 62 oy) gereken durumlarda oylar şu biçimde dağılır: Almanya, Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya 10'ar oy; İspanya 8 oy, Belçika, Hollanda, Portekiz ve Yunanistan 5'er oy; Avusturya ve İsveç 4'er oy, Danimarka, Finlandiya ve İrlanda 3'er oy ve Lüksemburg 2 oy.

Kararlar genellikle nitelikli çoğunlukla alınır. Ancak yeni bir Üye Devlet'in kabulü, antlaşmalarda yapılan değişiklikler ya da yeni bir ortak politikanın yürürlüğe konması gibi çok önemli konularda oybirliği aranır.

Topluluk üyelerinin hükümet başkanlarının (Fransa'nın devlet başkanının) 1974'ten beri yaptıkları düzenli toplantılar sonucu Avrupa Doruğu ortaya çıkmıştır. Bu düzenleme 1987'de Avrupa Tek Senedi ile resmiyet kazanmıştır. Avrupa Doruğu yılda en az iki kez toplanır; Komisyon Başkanı da Doruğa katılır.

***

Avrupa Parlamentosu demokratik bir tartışma forumudur; aynı zamanda denetim ve yasama sürecinde de işlevleri vardır.

Avrupa Parlamentosu tek dereceli seçimlerle ve genel oyla beş yılda bir seçilir. (Bu seçimlerin ilki Haziran 1979'da yapılmıştır). Parlamento'nun halen 626 üyesi vardır. Bu üyelerin ülkelere dağılımı şöyledir: Almanya 99, Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya 87'şer, İspanya 64, Hollanda 31, Belçika, Portekiz ve Yunanistan 25'er, İsveç 22, Avusturya 21, Danimarka ve Finlandiya 16'şar, İrlanda 15 ve Lüksemburg 6.

Parlamento'nun Genel Kurul'u normal olarak Strasbourg'da toplanır. Genel Kurul çalışmalarının ön hazırlıklarını yapan 20 komisyonun ve siyasi grupların olağan toplantı yeri Brüksel'dir. Parlamento Sekretaryası ise Lüksemburg'dadır.

Parlamento Konsey'in yasama işlevini paylaşır: Yönerge ve yönetmeliklerin hazırlanmasında söz sahibidir ve Komisyon'un dikkate alması istemiyle bunlarda değişiklikler önerir. Antlaşmalarda değişiklik yapan Tek Senet, konuların Parlamento'da ve Konsey'de de ikişer kez ele alınmasını öngörmektedir. 'İşbirliği usulü' olarak bilinen bu yolla Parlamento'ya, özellikle tek pazar konusunda olmak üzere, bir dizi politika alanında daha geniş söz hakkı tanınmış olmaktadır.

Maastricht Antlaşması, bazı alanlarda karara katılma yetkisi vererek Parlamento'nun rolünü daha da güçlendirmiştir. Bu alanlar, işgücünün serbest dolaşımı, tek pazar, öğretim, araştırma, çevre, Avrupa ölçeğindeki ağlar, sağlık, kültür ve tüketicinin korunmasıdır. Artık Parlamento, uzlaşma sağlanamadığı takdirde salt çoğunluk oyuyla Konsey'in ortak konumunu reddetme ve yasama sürecini durdurma yetkisine sahiptir.

Tek Senet uluslararası işbirliği ve ortak üyelik anlaşmaları ile yeni üyelerin kabulü kararlarını Parlamento'nun oluruna bırakmıştı. Maastricht'te ise Avrupa Parlamentosu seçimlerinin aynı seçim sistemiyle yapılması ve Birlik vatandaşlığı konularında da Parlamento'dan onay alınması zorunlu kılınmıştır.

Parlamento bütçe yetkilerini de Konsey'le paylaşır. Bütçeyi kabul edebileceği gibi, reddedebilir de (Parlamento şimdiye kadar iki kez Bütçe'yi reddetmiştir). Reddetmesi halinde bütçe süreci sıfırdan baş-lar.

Bütçe Komisyon tarafından hazırlandıktan sonra, bütçe yetkisini paylaşan Konsey ve Parlamento arasında gidip gelir. Konsey, ağırlıklı olarak tarım alanındaki 'zorunlu' harcamalar konusunda, Parlamento ise sınırları antlaşmada belirlenen 'zorunlu olmayan' harcamalar konusunda son sözü söyler.

Parlamento, Topluluk politikalarını etkileyebilmek amacıyla bütçe sürecindeki yetkilerini tam olarak kullanmaktadır.

Parlamento'nun vazgeçilmez işlevlerinden biri siyasi bakımdan itici güç olmasıdır. Parlamento, 370 milyon insanı temsil eden siyasi ve ulusal eğilimlerin buluştuğu eksiksiz bir Avrupa forumudur. Yeni politikalar oluşturulması ve varolanların geliştirilmesi ya da değiştirilmesi yönünde sık sık çağrılar yapar. 1984'te kabul ettiği Avrupa Birliği Antlaşması taslağı Üye Devletler'in Tek Senet yönünde harekete geçmelerinde etken olmuştur. Ekonomik ve parasal birlik ile siyasi birlik konusunda hükümetlerarası konferanslar düzenlenmesi çağrısı yapan da Parlamento olmuştur.

Nihayet Parlamento demokratik bir denetim organıdır. Üçte iki çoğunluk gerektiren gensoru oylamalarıyla Komisyon'u görevden alabilir. Ayrıca her yıl Komisyon'un programı konusunda görüş bildirir ve oylama yapar.

Parlamento, Sayıştay'ın hazırladığı raporlara dayanarak ortak politikaların uygulanmasını izler. Ayrıca Komisyon ve Konsey'e yönelttiği sözlü ve yazılı sorular yoluyla bu politikaların günlük yönetimini denetler.

Avrupa siyasi işbirliğinden sorumlu olan Dışişleri Bakanları, Parlamento üyelerinin sorularını yanıtlarlar; Parlamento'nun uluslararası ilişkiler ve insan hakları alanlarındaki kararlarına ilişkin olarak gerçekleştirilen çalışmalar konusunda onları bilgilendirir ve kendi faaliyetlerinin dökümünü sunarlar.

Avrupa Doruğu Başkanı Avrupa Doruğu'nun sonuçları konusunda Parlamento'ya bilgi verir.

***

Topluluğun bir başka önemli kurumu Komisyon'dur. 1 Temmuz 1967'de üç Topluluğun (AKÇT, AET ve Euratom) yürütme organlarını birleştiren bir antlaşma ile tek bir Komisyon oluşturulmuştur.

Komisyon'un üye sayısı 5 Ocak 1995'te 20'ye (Almanya, Birleşik Krallık, Fransa, İspanya ve İtalya için ikişer, diğer ülkeler için birer) yükseltilmiştir. Bu üyeler, Üye Devletler'in 'mutabakatı' ile atanır; Maastricht Antlaşması'yla görev süreleri 5 yıla çıkarılmıştır ve atanmaları Parlamento'nun onayıyla gerçekleşir. Komisyon görevini tam bir bağımsızlıkla yerine getirir; Topluluk çıkarlarını temsil eder ve hiçbir Üye Devlet'ten talimat almaz. Antlaşmaların koruyucusu olarak Konsey'in kabul ettiği yönetmelik ve yönergelerin düzgün biçimde uygulanmasını sağlar. Topluluk hukukunun yürürlüğünü sağlamak üzere Adalet Divanı'nda dava açabilir. Yasama sürecinde inisiyatif hakkı sadece Komisyon'a aittir. Konsey içinde ya da Konsey ve Parlamento arasında görüş birliği sağlanmasını kolaylaştırmak üzere müdahalede bulunabilir. Konsey tarafından alınan (örneğin ortak tarım politikasına ilişkin) kararların uygulanması türünden bir yürütme yetkisine de sahiptir. Ayrıca araştırma ve teknoloji, kalkınma yardımı ve bölgesel kaynaşma alanlarındaki ortak politikaların yürütülmesine ilişkin olarak önemli yetkileri vardır. Komisyon, Parlamento'nun üçte iki çoğunlukla kabul edeceği bir gensoru sonucunda topluca görevden alınabilir; ama bu şimdiye kadar hiç olmamıştır.

Komisyon çalışmaları, çoğunluğu Brüksel ve Lüksemburg'da görev yapan bir idari kadro tarafından desteklenir. Bu idari örgüt, her biri belli bir alandaki ortak politikaların uygulanması ile genel yönetimden sorumlu olan ve Genel Müdürlükler olarak adlandırılan 23 bölümden oluşur. Geleneksel uluslararası örgütlerin genel sekreteryalarının aksine Komisyon'un mali özerkliği vardır ve kararlarını uygulamakta tam bir bağımsızlığa sahiptir. Federasyon yanlıları Komisyon'u, bir yanda mevcut Avrupa Parlamentosu ile öbür yanda bugünkü Konsey'in yerine geçecek olan Üye Devletler Senatosu'ndan oluşan çift meclisli bir parlamentoya karşı sorumlu olacak Avrupa hükümetinin nüvesi olarak görmektedirler.

***

Adalet Divanı Lüksemburg'dadır ve Üye Devletler'in 'bağımsızlıklarından kuşku duyulmayan kişiler arasından' mutabakat yoluyla seçip altışar yıllık dönemler için atadıkları 15 yargıçtan oluşur.

Divan'ın başlıca iki işlevi vardır:

(i) Topluluk kurumları tarafından kabul edilen mevzuatın antlaşmalara uygunluğunu denetlemek (Topluluk kurumları, Üye Devletler ve haklarının ihlal edildiğine inanan yurttaşlar Divan'a başvurma hakkına sahiptir);

(ii) Ulusal mahkemelerden biri tarafından istendiğinde Topluluk mevzuatının uygulanabilirliği ya da doğru yorumu konusunda görüş bildirmek; verdiği kararlara karşı temyiz yolu kapalı olan bir mahkeme ya da yargıcın gördüğü davada bu konuda tereddüt belirirse Adalet Divanı'ndan bir ara karar istenmesi zorunludur.

Divan'ın karar ve yorumları zaman içinde Topluluk düzeyinde uygulanabilen bir Avrupa hukukunun oluşmasına katkıda bulunmaktadır. Topluluk hukuku alanında, Divan'ın kararları ulusal mahkemelerin kaiçtihadı, Topluluğun bugünkü biçimini almasında belirleyici bir rol oynamıştır.

Konsey ve Komisyon, AT ve Euratom konularında Ekonomik ve Sosyal Komite'nin desteğiyle çalışır. Bu Komite ekonomik ve sosyal faaliyetlerin değişik kategorilerini temsil eden 222 üyeden oluşur. Birçok konuda karar verilmeden önce görüşünün alınması zorunludur; ayrıca kendi inisiyatifiyle de görüş bildirme hakkına sahiptir.

Ticaret ve sanayi dünyası ile işçi sendikaları, Topluluğun gelişmesini Ekonomik ve Sosyal Komite aracılığıyla etkilerler.

Maastricht Antlaşması'yla kurulan Bölgeler Komitesi Üye Devletler'in önerdiği bölgesel ve yerel makamların temsilcileri arasından Konsey tarafından dört yıllık bir dönem için seçilen 222 üyeden oluşur. Komite, Antlaşma'nın belirlediği alanlarda Konsey ve Komisyon'a danışmanlık yapar. Toplantı yeri Brüksel'dir.

***

Avrupa Birliği'nin işleyişinde kapsam genişleme ve daralamsı, yeni konuların eklenmesi, ek maddeler ile sağlanabilmektedir. Aşağıda da var olan maddeler, Birlik tarafından kabul edilmiş ve uygu-lamaya konmuş bazı önlemler, ağırlıklı olarak şu alanlarla ilgilidir:

• Kamu alımlarının serbestleştirilmesine paralel olarak iş ve malzeme sözleşmeleriyle ilgili kuralların saydamlaştırılması, kontrollerin arttırılması ve kuralların kapsamının taşıma, enerji ve telekomünikasyon gibi önemli yeni alanlara genişletilmesi.

• Dolaylı vergiler, KDV ve özel tüketim vergilerine ilişkin ulusal mevzuatın birbirine yaklaştırılması anlamına gelen vergi uyumlulaştırması.

• Sermaye piyasalarının ve mali hizmetlerin serbestleştirilmesi.

• Belgelendirme ve test konusunda benimsenen yeni bir yaklaşım sayesinde, ulusal standartların denkliklerinin tanınması; emniyet ve çevre standartlarında da bir ölçüde uyumlulaştırmanın sağlanması.

• Kişilerin serbest dolaşımı önündeki teknik engellerin (faaliyette bulunma özgürlüğü ve diploma denkliklerinin tanınması yoluyla) ve fiziki engellerin (sınırlardaki kontrollerin kaldırılmasıyla) sona erdirilmesi.

• Şirketler hukukunun uyumlulaştırılması ve fikri ve sınai mülkiyet mevzuatının (tescilli marka ve patentler) benzeştirilerek iş dünyasının işbirliğini teşvik eden bir ortamın oluşturulması.

Adalet ve içişleri alanlarındaki işbirliği (Avrupa Birliği Antlaşması, VI. Fasıl) dört temel alanı kapsar:

(i) Sığınma mevzuatının uyumlulaştırılması.

(ii) Üye olmayan devletlerin vatandaşlarına uygulanacak göçmen mevzuatının Birlik düzeyinde ele alınması.

(iii) Sınır ötesi suçlarla etkin mücadele için polis teşkilatları arasında işbirliği.

(iv) Medeni hukuk ve ceza hukuku alanlarında işbirliği anlaşmalarının hazırlanması.

Maastricht Antlaşması, kararların nitelikli çoğunlukla alınacağı bazı alanlarda AT'nin yetkilerini genişletmiştir: Araştırma ve geliştirme, çevrenin korunması ve sosyal politika (Birleşik Krallık dışındaki bütün Üye Devletler bir sosyal politika anlaşması imzalamışlardır). Antlaşma aynı zamanda Avrupa Parlamentosu'nun yetkilerini, bir dizi alanda ortak karar usulünü getirmek suretiyle güçlendirmektedir.

Yeni üyeliklerin, mevcut üyeleri güçlü ve homojen bir yapıda birleştirmeyi becerebilmiş olan geleneksel bütünleşme yaklaşımını zora sokması tuhaf bir çelişki olur. AB'ye katılmanın koşullarından biri yeni üyelerin mevcut Topluluk mevzuatını tümüyle kabul etmeleri ve ortak politikaları paylaşmalarıdır. Geçici bir dönem için anlaşmaya bağlanmış olanlar dışında hiçbir istisnaya izin verilemez. Maastricht'te kabul edilen iddialı hedefler - en geç 1999'a kadar ekonomik ve parasal birlik ortak dış politika ve güvenlik politikasını içeren siyasi birlik - müstakbel üyeler tarafından da kabul edilmelidir. Şimdi veya daha sonra AB'ye katılmak isteyen ülkelerin davranışlarında belirsizliğe yer olmamalıdır. AT'yi daha başından itibaren geleneksel uluslararası örgütlerden ayırt eden kurallara bağlılık ve geleneklere saygı Birliğe güç katmayı sürdürecektir. Hükümetler-arası işbirliği ile federasyon arasında bir yerde duran Birlik, yetki ikamesi ilkesine bağlı olmakla birlikte ortak eylemden de vazgeçemez. Bu süreç ister istemez yavaş ilerleyecek ve değişik siyasi ve ekonomik gelişmişlik düzeylerine imkan verecektir.

***

Avrupa'nın gelecekte alacağı biçimi kestirmek imkansızdır. Yine de mevcut verilere dayanılarak bazı öngörülerde bulunulabilir.

• Onbeşler, Maastricht'te üstlenilen taahhütler çerçevesinde ekonomik, parasal ve siyasi bütünleşme konusunda ellerinden geleni yapacaklardır. Kurumlar arası anlaşmalar Topluluk kurumları ve usulleriyle diplomatik işbirliği düzenlemeleri arasındaki 'köprü'yü oluşturacaktır. Avrupa Parlamentosu ortak karar mekanizmasını sonuna kadar kullanacaktır.

• Haziran 1995'te çalışmaya başlayan bir düşünce grubunun hazırlayacağı rapora dayalı olarak Birlik 1996'da Antlaşmaları revize etme sürecini başlatacaktır. 2000 yılına kadar gerçekleştirilmek üzere, bir Avrupa yürütme organı ile iki meclisli (biri halkı, öbürü Devletler'i temsilen) bir yasama organını temel alan bir federal sistem için planlar hazırlanacaktır. Antlaşma süresi 1998'de sona eren Batı Avrupa Birliği ile Avrupa Birliği arasında gerçekleşecek olan bütünleşme bu sürecin bir parçası olacaktır.

• Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Macaristan, AB'nin de yardımıyla pazar ekonomilerini geliştirdikçe, yapılmış olan Avrupa Anlaşmaları genişletilecektir. Avrupa Konseyi'ne katılmış bulunan ve parlamenter demokrasiler topluluğuna dahil olduklarını kanıtlamış bulunan Merkezi ve Doğu Avrupa ülkeleri AB'ye üye olacaktır. Bütünleşme konumuna ulaşanlar Birlik üyeliğine başvuracak ve yeni bir genişleme aşamasının önünü açacaklardır.

• Birlik, kuzey yarıkürenin güvenliğinin tartışıldığı başlıca iki Avro-Atlantik forum olan AGİT ve NATO'da kendi siyasi kimliğini kanıtlayacaktır. Lomé Sözleşmesi ve Birleşmiş Milletler ve UNCTAD gibi uluslararası örgütlerdeki etkisi sayesinde Kuzey ile Güney'in birbirine yakınlaştırıl-masında büyük rol oynayacaktır.

21. yüzyılın başındaki Avrupa için çizilen bu manzara kaçınılmaz olarak eksik ve spekülatiftir. Varsayımları arasında, mevcut Üye Devletler'in AB'yi, tüm kıtayı kapsayacak biçimde "federalist bir itici güç" olarak işlemekte serbest bırakacakları ve müstakbel üyelerin de Maastricht'te belirlenen siyasi amaçları çekincesiz paylaşacakları da vardır. Bu umutların gerçekleşmesinin tek yolu, asla geriye dönüp bakmadan Topluluk için daha başında belirlenmiş olan yolda ilerlemeye devam etmektir.

EKLER

Ek 1.

PARİS DORUĞU BİLDİRGESİ

(19 ve 20 Ekim 1972)

"Üye Devletler, Toplulukları'nın gelişmesini demokrasi, fikir özgürlüğü, bireylerin ve düşüncelerin serbest dolaşımı ve serbestçe seçilmiş temsilcileri vasıtasıyla halkın katılımına dayandırma kararlılıklarını yeniden teyid ederler".

Ek 2.

AVRUPA KİMLİĞİNE İLİŞKİN BELGE

(Kopenhag Doruğu, 14 Aralık 1973)

"Dokuzlar, bağlı oldukları hukuki, siyasi ve ahlaki düzenlerine niteliğini veren değerlere saygı gösterilmesini sağlamak ve ulusal kültürlerinin zengin çeşitliliğini muhafaza etmek arzusundadırlar. Bireyin ihtiyaçlarının karşılanması temeline dayanan bir toplum kurma kararlığı temelinde aynı hayat anlayışını paylaşan Dokuzlar, temsili demokrasi, hukukun üstünlüğü, eko-nomik ilerlemenin nihai amacı olan sosyal adalet ve insan haklarına saygı ilkelerini savunma azmindedirler. Bütün bunları Avrupa kimliğinin temel unsurlarıdır".

Ek 3.

TEMEL HAKLARA İLİŞKİN ORTAK BİLDİRGE

(Avrupa Parlamentosu, Konsey ve Komisyon, 5 Nisan 1977)

AVRUPA PARLAMENTOSU, KONSEY VE KOMİSYON,

Avrupa Toplulukları'nı kuran Antlaşmalar'ın hukuka saygı ilkesine dayandığını;

Adalet Divanı'nın kabul ettiği üzere bu hukukun Antlaşmalar'da ve Topluluğun ikincil mevzuatında yer alan kuralların ötesinde genel hukuk ilkelerini ve özellikle Üye Devletler'in anayasa hukukarının dayandığı temel hakları, ilkeleri ve hakları içerdiğini;

Ve özellikle bütün Üye Devletler'in 4 Kasım 1950'de Roma'da imzalanmış bulunan İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi'nin Akit Tarafı olduğunu göz önünde tutarak

AŞAĞIDAKİ BİLDİRGEYİ KABUL ETMİŞTİR:

1. Avrupa Parlamentosu, Konsey ve Komisyon, Üye Devletler'in anayasalarından ve İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi'nden kaynaklananlar başta gelmek üzere temel hakların korunmasına öncelikle önem verdiklerini vurgularlar.

2. Yetkilerini kullanırken ve Avrupa Toplulukları'nın hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik çabalarında bu haklara saygı göstermektedirler ve saygı göstermeye devam edeceklerdir".

Ek 4.

DEMOKRASİ BİLDİRGESİ

(Avrupa Doruğu Kopenhag Toplantısı, 8 Nisan 1978)

"Avrupa Parlamentosu Üyeleri'nin tek dereceli genel oyla seçilmesi, Avrupa Toplulukları'nın geleceği açısından temel önem taşıyan ve Topluluklar'ı oluşturan halkların paylaştıkları demokrasi ideallerini somut bir şekilde ortaya koyan bir olaydır.

Roma Antlaşması'nda öngörüldüğü üzere Avrupa halkları arasında gittikçe daha yakın bir birliğin temeli olan Avrupa Toplulukları'nın oluşturulması, Topluluklar'ın kurucularının barışın ve özgürlüğün güçlendirilmesi yolundaki kararlılıklarını göstermekteydi.

Avrupa Kimliğine İlişkin Kopenhag Bildirgesi'nde ifade edildiği üzere, Devlet ve Hükümet Başkanları, bağlı oldukları hukuki, siyasi ve ahlaki düzene niteliğini veren değerlere saygı gösterilmesini sağlamak ve temsili demokrasi, hukukun üstünlüğü, sosyal adalet ve insan haklarına saygı ilkelerini savunmak azmindedirler.

Bu ilkelerin uygulanması, yetkilerin anayasal düzenlemesi içinde hem fikirlerin serbestçe ifadesini hem de insan haklarının korunmasını güvenceye alan çoğulcu demokratik bir sistemi gerektirir.

Devlet ve Hükümet Başkanları, Avrupa Parlamentosu, Konsey ve Komisyon'un, Topluluklar'ın amaçlarını gerçekleştirme uğraşı içinde temel haklara saygı gösterme yolundaki kararlılıklarını ifade ettikleri Ortak Bildirge'ye katıldıklarını beyan ederler.

Her Üye Devlet'te temsili demokrasiye ve insan haklarına saygının ve bunların sürdürülmesinin Avrupa Toplulukları'na üyeliğini vazgeçilmez koşulları olduğunu resmen beyan ederler".

FASIL XVII

KALKINMA İŞBİRLİĞİ

Madde 130

1. Üye Devletler'in izlediği politikaların tamamlayıcısı niteliğinde olan, Topluluğun kalkınma işbirliği alanındaki politikası:

özellikle içlerinde en dezavantajlı konumda olanlar başta gelmek üzere, gelişmekte olan ülkelerin sürdürülebilir ekonomik ve sosyal kalkınmalarına;

- Gelişmekte olan ülkelerin uyumlu ve aşamalı bir biçimde dünya ekonomisi ile bütünleştirilmelerine;

- Gelişmekte olan ülkelerde yoksullukla mücadeleye katkıda bulunur.

2. Bu alandaki Topluluk politikası demokrasinin ve hukuk devletinin geliştirilmesi ve pekiştirilmesi genel hedefine ve insan hakları ve temel özgürlüklere saygı hedefine katkıda bulunur.

Ek 5.

AVRUPA TEK SENEDİ

(Şubat 1986)

Avrupa Toplulukları'nı kuran Antlaşmalar temelinde girişilen çalışmaları tamamlama ve Devletleri arasındaki ilişkileri, 19 Haziran 1983 tarihli Stuttgart Resmi Bildirgesi uyarınca tümüyle bir Avrupa Birliği'ne dönüştürme isteğiyle 
HAREKETE GEÇEREK;

Bu Avrupa Birliği'ni önce kendi iç kurallarına göre işleyen Topluluklar temelinde, daha sonra ise İmzacı Devletler arasında dış politika alanında ve bir Avrupa İşbirliği temelinde uygulamaya koymak ve bu birliği gerekli eylem araçlarıyla donatmak KARARLILIĞIYLA;

Özgürlük, eşitlik ve sosyal adalet başta gelmek üzere, Üye Devletler'in anayasalarında ve yasalarında, İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme'de ve Avrupa Sosyal şartı'nda tanınan temel haklar üzerinde demokrasiyi geliştirmek için işbirliği yapmak 
KARARLILIĞIYLA,

Avrupa fikrinin, ekonomik bütünleşme ve siyasi işbirliği alanlarında gerçekleştirilen sonuçların ve yeni açılımlara duyulan ihtiyacın, Avrupa'nın demokratik halklarının taleplerine denk düştüğüne ve genel oyla seçilen Avrupa Parlamentosu'nun Avrupa halkları için kaçınılmaz bir ifade aracı olduğuna 
KANİ OLARAK,

Avrupa'nın ortak çıkarlarını ve bağımsızlığını korumak ve özellikle bağlı oldukları demokrasi ve hukuka ve insan haklarına saygı ilkelerini ortaya koyarak Birleşmiş Milletler Antlaşması çerçevesinde girdikleri taahhüte uygun olarak uluslararası barışın ve güvenliğin korunmasına birlikte katkıda bulunmak amacıyla, tek sesle konuşma ve tutarlı biçimde ve dayanışma içinde hareket etmeye gittikçe daha fazla yönelme konusunda Avrupa'ya düşen sorumluluğun 
BİLİNCİNDE OLARAK,

Ortak politikalarının kapsamını genişletip yeni hedefler gerçekleştirmeye yönelmek suretiyle ekonomik ve sosyal durumu geliştirmeye ve kurumların yetkilerini Topluluk çıkarlarına uygun koşullar altında kullanmalarına imkan sağlayarak Topluluklar'ın daha düzgün biçimde işlemesini sağlamaya 
KARARLI OLARAK,

Devlet ve Hükümet Başkanları'nın 19-21 Ekim 1972 tarihlerinde Paris'te yapılan Toplantı'da Ekonomik ve Parasal Birliğin aşamalı olarak gerçekleştirilmesi hedefini onayladıklarını DİKKATE ALARAK,

Avrupa Doruğu Başkanlığı'nın 6-7 Temmuz 1978'de Bremen'de vardığı sonuçların Ek'ine ve Avrupa Para Sistemi'nin (APS) kurulması ve ilgili konularda Brüksel'de toplanan Avrupa Doruğu'nun 5 Aralık 1978'de aldığı Karar'ı dikkate alarak ve sözkonusu karar uyarınca Topluluğun ve Üye Devletler'in Merkez Bankaları'nın parasal işbirliğini yürürlüğe koymak için bir dizi önlemi uygulamaya koymuş olduklarını KAYDEDER[ler]..."

Ek 6.

HELSİNKİ AB KONSEYİ, BAŞKANLIK ZİRVESİ SONUÇLARI

10-11 Aralık 1999

MADDE 3. Avrupa Birliği Konseyi, tüm Avrupa kıtasının istikrarı ve refahı için Aralık 1997'de Lüksemburg'da başlatılan genişleme sürecinin önemini teyid eder.

MADDE 4. Avrupa Birliği Konseyi, şimdi 13 aday devleti tek bir çerçeve içinde kapsayan katılım sürecinin içerici mahiyetini tekrar teyit eder. Aday devletler, üyelik sürecine eşit bir temelde katılmaktadırlar. Avrupa Birliği'nin Antlaşmalar'da ifade edilen değerlerini ve amaçlarını paylaşmalıdırlar. Bu bakımdan, Avrupa Birliği Konseyi, anlaşmazlıkların BM Anayasası'na uygun olarak barışçı yoldan çözülmesi ilkesini vurgular ve aday devletleri, devam eden sınır anlaşmazlıkları ve ilgili diğer konuları çözmek için her gayreti göstermeye davet eder. Bunda başarılı olunamadığı takdirde, anlaşmazlığı makul bir süre içinde Uluslararası Adalet Divanı'na (UAD) götürmelidirler. Avrupa Birliği Konseyi, özellikle üyelik süreci üzerindeki yansımalarıyla ilgili olarak ve en geç 2004 yılı sonuna kadar UAD yoluyla çözüme bağlanmalarını teşvik etmek amacıyla, devam eden anlaşmazlıklara ilişkin durumu gözden geçirecektir. Ayrıca, Avrupa Birliği Konseyi hatırlatır ki Kopenhag'da belirlenmiş olan politik kriterlere uyum, üyelik müzakereleri açılmasının bir ön şartıdır ve tüm Kopenhag kriterlerine uyum AB'ye üye olarak katılmanın temelidir.

MADDE 5. Birlik, kurumsal reform konusundaki Hükümetler Arası Konferansı Aralık 2000'e kadar tamamlamak için her çabayı göstermeye yönelik sağlam bir siyasi taahhüt içine girmiştir. Bu Konferans'ın sonuçlarının onaylanmasından sonra, Birlik, 2002 sonundan itibaren, üyelik vecibelerini üstlenme yeteneğine sahip olduklarını göstermelerinin hemen ardından ve müzakere sürecinin başarıyla tamamlanması üzerine, yeni üye devletler kabul edebilme durumunda olacaktır.

MADDE 6. Komisyon, aday devletlerdeki ilerleme hakkında ayrıntılı bir değerlendirme yapmıştır. Bu değerlendirme, katılım kriterlerinin yerine getirilmesi yönünde ilerleme olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda, bazı sektörlerde devam eden güçlükler bulunduğu dikkate alınırsa, aday devletler, katılım kriterlerine uyma çabalarını sürdürmeye ve arttırmaya teşvik edilirler. Bazı adayların tüm Kopenhag kriterlerini orta vadede karşılama konumunda olmayacakları anlaşılmaktadır. Komisyon'un niyeti, bazı aday devletlerce Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesinde kaydedilen ilerleme konusunda 2000 yılı başlarında Konsey'e rapor vermektir. Bundan sonraki ilerleme raporları, Aralık 2000'deki AB Konseyi'nden uygun bir zaman önce sunulacaktır.

MADDE 11. Müzakerelerde, her aday devlet kendi meziyetlerine göre değerlendirilecektir. Bu ilke, hem muhtelif müzakere başlıklarının açılması hem de müzakerelerin yürütülmesi bakımından geçerli olacaktır. Müzakerelerde ivmeyi korumak için, hantal prosedürlerden kaçınılmalıdır. Şimdi müzakere sürecine sokulmuş olan aday devletler, hazırlıklarında yeterli ilerleme yapmışlarsa, halen müzakere sürecinde bulunan aday devletlere makul bir süre içinde yetişme imkanına sahip olacaklardır. Müzakerelerde ilerleme, müktesebatın ulusal mevzuata dahil edilmesinde ve bilfiil uygulanması ve icra edilmesinde ilerleme ile paralel gitmelidir.

MADDE 12. Avrupa Birliği Konseyi, Komisyon'un ilerleme raporunda işaret edildiği gibi Türkiye'de son zamanlarda yaşanan olumlu gelişmeleri ve ayrıca Türkiye'nin Kopenhag kriterlerine uyum yönündeki reformlarını sürdürme niyetini memnuniyetle karşılar. Türkiye, diğer aday devletlere uygulananlar ile aynı kriterler temelinde Birliğe katılmaya yönelmiş bir aday devlettir. Diğer aday Devletler gibi Türkiye de mevcut Avrupa stratejisine dayanılarak, reformlarını teşvik etmeye ve desteklemeye yönelik bir katılım öncesi stratejiden istifade edecektir. Bu çerçevede, insan hakları konusu ve 4 ve 9(a) sayılı paragraflarda belirtilen konular başta olmak üzere, üyeliğin siyasi kriterlerini karşılama yönünde ilerleme kaydedilmesi üzerinde durularak, daha fazla siyasi diyalog söz konusu olacaktır. Türkiye, Topluluk programlarına ve ajanslarına ve katılım süreci bağlamında aday devletler ile Birlik arasındaki toplantılara katılma imkanına da sahip olacaktır. Müktesebatın benimsenmesi için ulusal bir program ile birlikte, siyasi ve ekonomik kriterler ve bir üye devletin yükümlülükleri ışığında üyelik hazırlıklarının yoğunlaşması gereken öncelikleri içeren bir katılım ortaklığı önceki Konsey sonuçları temelinde oluşturulacaktır. Uygun izleme mekanizmaları kurulacaktır. Türkiye'nin mevzuatının ve uygulamasının müktesebat ile uyumlulaşmasını yoğunlaştırmak üzere, Komisyon, müktesebatın analitik tarzda incelen-mesine yönelik bir süreç hazırlamaya davet edilir. Avrupa Birliği Konseyi, Komisyon'dan, tüm katılım öncesi tüm AB mali yardım kaynaklarının koordinasyonu için tek bir çerçeve sunmasını talep eder.

MADDE 13. Avrupa Konferansı'nın geleceği, gelişen durumun ve Helsinki'de katılım süreci konusunda alınan kararların ışığında gözden geçirilecektir. Yaklaşan Fransa Dönem Başkanlığı, 2000 yılının ikinci yarısında konferansı toplama niyetini beyan etmiştir.

Kopenhag Kriterleri,

Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların istikrarının gerçekleştirilmesi

İşleyen bir pazar ekonomisinin varlığının yanı sıra Birlik içindeki piyasa güçleri ve rekabet baskısına karşı koyma kapasitesine sahip olunması

Siyasi, ekonomik ve parasal birliğin amaçlarına uyma dahil olmak üzere üyelik yükümlülüklerini üstlenme kabiliyetine sahip olunması

Avrupa bütünleşmesi hareketi korunurken, Birliğin yeni üye içerme kapasitesi gerek Birlik gerekse aday ülkelerin genel çıkarına hizmet eden önemli bir unsurdur.

KAYNAKLAR;

Pascal Fontaine, On Derste Avrupa, Paris, Siyasal Bilgiler Enstitüsü, 1994.

Chrisitiane Duparc, Avrupa Topluluğu ve İnsan Hakları, 1992.

Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği yayınları.

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 2

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 2


ORTAKLIK KURULMASI

Daha önce belirtildiği gibi, Türkiye, 31 Temmuz 1959 tarihinde AET ile ortaklık görüşmelerine başlanması için resmî başvuruda bulundu. Bu adım sözü edilen siyasî ve ekonomik çıkarların yanısıra, Yunanistan’ın AET’ye iki hafta önce yaptığı ortaklık başvurusundan ötürü de atılmıştı.

Bu adım gelişmiş sanayi ülkelerinin yüzlerce yılını almış olan gelişmelerini kaydetmek için olağanüstü çabaların gösterildiği bir ülkenin siyasî modernleşmesi yolunda önemli bir kilometre taşı anlamına geliyordu. Özellikle Kemalizm (1923-1938) ve Kemalizm sonrası dönemde Avrupa hukuk normlarının ve yaşam biçiminin zorlanarak da olsa kabul edilmesiyle Osmanlı gelenekçiliğinin ve bilimsel teknolojik az gelişmişliğin aşılmasına çalışılıyordu. Bu sırada öncelik ülkenin hızlı sanayileşmesine ve modernleşmesine tanınmıştı. Savaş sonrası dönemde ise bu politika dış siyasette yön değişikliği ve Batı yönetim biçimlerinin ve hukuk normlarının alınmasıyla daha da sağlamlaştırıldı. Batı’ya yönelme somut olarak ifadesini Türkiye’nin OECD’ye (daha önce OEEC’ye), Avrupa Konseyi’ne ve NATO’ya üyeliğinde buldu....

Bu arka plandaki gelişmelerin ışığı altında AET ve Türkiye arasında yapılan görüşmeler Türkiye hükümetinin ortaklık başvurusunda bulunmasından iki ay sonra başladı ve 12 Eylül 1963 tarihinde Ortaklık Antlaşması (Ort. An.) imzalanmasıyla sonuçlandı. Bu sonuç Türkiye’de büyük bir başarı olarak karşılandı. Ancak, yürürlüğe girebilmesi için Antlaşmanın AET üyesi altı devletin ve Türkiye’nin parlamentosunca onaylanması gerekiyordu. Avrupa Parlamentosu’nun 28 Kasım 1963 tarihli olumlu görüşünden sonra ve Bakanlar Konseyi’nin kararıyla Antlaşma nihayet 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girebildi.

Türkiye böylece, 9 Haziran 1961’de benzeri bir antlaşma ile AET’ye ortak üye olan Yunanistan’dan sonra altılarla tam üyelik perspektifi içeren bir ortaklık ilişkisi kuran ikinci ülke oldu. Böylelikle AET ve Türkiye, AET-A’nın başlangıç bölümünün birinci paragrafında dile getirilen “Avrupa halkları arasında gittikçe daha sıkı bir birliğin temelini atma” ve “... barış ve özgürlüğü koruma kararının” ruhuna uygun davranış sergiliyorlar. Ortaklık Antlaşması’nın 2. maddesinin 2. fıkrasına göre ekonomi alanında deklare edilen hedef ise “Türkiye ekonomisinin hızlandırılmış kalkınmasını ve Türk halkının istihdam düzeyinin ve yaşam koşullarının yükseltilmesini sağlama gereğini tümü ile göz önünde bulundurarak, taraflar arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri sürekli ve dengeli olarak güçlendirmeyi teşvik etmek” idi.

Antlaşmanın Ankara’da imzalanması dolayısıyla yaptığı konuşmada AET Komisyonu’nun o zamanki başkanı Walter Hallstein yeni ilişkinin özelliklerini şöyle ifade ediyordu: “Bizler bugün siyasî önemi çok büyük bir olayın tanıklarıyız. Türkiye Avrupa’ya dahildir. Olayın derin anlamı işte buradadır: Bu, coğrafi nitelendirmenin kısaltılmış ifadesinden ya da geçerliliğini birkaç yüzyıldır sürdüren tarihi bir tespitten çok, bir gerçeğin onaylanmasıdır. Türkiye Avrupa’ya dahildir. Bu her şeyden önce, etkileri bu ülkede adım adım bilinçleşen Atatürk’ün güçlü kişiliğini ve onun tarafından Türk devletinin bütün hayati alanlarında radikal biçimde Avrupai tarzda yenilenmesi olayının hatırlanmasıdır. Bu olayın Avrupa kültür ve siyasetinin yayılması tarihinde bir benzeri yoktur. Evet, bizler bu olayda Avrupa’daki en modern gelişme olan Avrupa Birliği ile bir nitelik akrabalığı hissediyoruz. Buradaki zihniyet aynı zihniyet değil midir? O aydınlanmış, rasyonel, mutlak realist tutum; modern bilginin metodik kullanımı, okullaşmaya ve eğitime verilen değer; ilerlemeye açık ve irade gücü olan dinamizm; araç seçiminde cesur pragmatizm. Bundan ötürü, Avrupa’nın -o Avrupa ki kendini özgürce ifade etmek demektir- ve Türkiye’nin askerî, siyasî ve ekonomik açıdan etki ve tepkilerinde özdeşleşmesinden daha doğal ne olabilir?”

Zamanın başbakanı, Atatürk’ün dava arkadaşı İsmet İnönü ise konuşmasında önce Roma Antlaşmalarının tarihsel öneminin altını çiziyor ve Ankara Antlaşması olarak da bilinen yeni antlaşma metninde “Türkiye’yi ebedi olarak Batı’ya bağlayacak bir unsur” görüyordu. Ayrıca bu bağın temelinde “tarihsel ve coğrafi zorunlulukların yattığını” belirtiliyordu. İnönü sözlerini antlaşmanın hazırlanmasındaki çabalar için Hallstein’e teşekkürle bitiriyordu....

Bir zamanlar sosyalist olarak adlandırılan devletler tarafından ise Türkiye’nin AET ile ortaklığına sert eleştiriler yöneltilmekteydi. Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nin “Alman Dış Politikası” adlı zamanın dergisindeki bir yorum yazısında bu ilişki “AET’nin, NATO’nun ekonomik altyapısını geliştirmenin bir aracı” olarak nitelendiriliyordu. Ortaya konulan teze göre Ortaklık Anlaşması’yla “... AET’de başı çeken konsern devletlerinin”, “... Asya’ya sıçramaları, Yakın Doğu’da doğrudan ekonomik ve siyasî bir güç unsuru olmaları” sağlanacaktı... Yazar Bittmann’a göre ülke AET’ye ortak olsa da, yine “... büyük özverilerde bulunmak, kaynaklarını yurtdışına akıtmak zorunda kalacak ve Türkiye’nin dışarıya bağımlılığı yine devam edecekti.”

Türkiye İşçi Partisi (TİP) de Türkiye’nin AET ortaklığı hakkında benzeri, fakat farklı bir açıdan gerekçeler öne sürüyor ve bu ortaklığı kesinlikle reddediyordu. TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’a göre AET’ye katılma Türkiye’nin ülkeye özgü çıkarlarına aykırıydı. Bunu şöyle temellendiriyordu: “Sağlayabileceği ufak tefek geçici istifadeler, para yardımı ve borç umutları gerçekleşse bile -ki bunları da er geç faizleri ile emekçi halkımız ödeyecektir- Ortak Pazar, uzun vadeli bir teşebbüs olarak, bağımsız varlığımız ve emekçi halkımız aleyhine sonuçlar doğuracaktır. Ortak Pazar Antlaşması kuvayı milliye ruhu ile ve bu açıdan değerlendirilen yüksek milli menfaatlerimizle asla bağdaşamaz. Geri kalmış, varlığını bir Kurtuluş Savaşı’na borçlu bir devlet olarak, istiklalimize taassupla bağlı kalmak zorundayız. Politikamız yüzde yüz milli olmalıdır, yani fakir milletimizin, emekçi halkımızın menfaatlerinden başka hiçbir düşünce, hiçbir endişe kararlarımızı etkilememelidir. (...) Ortak Pazar, Fransız, Alman, İtalyan, Belçika, Hollanda, Lüksemburg mali tekellerinin nüfuz ve hakimiyeti altında bir gümrük ittihadı (bir kartel) antlaşmasıdır. Ortak Pazar’ın amacı, sömürgeciliği yeni usullerle devam ettirmektir. Türkiye gibi geri kalmış bir toplumun böyle bir ortaklığa katılması ve bundan herhangi bir istifade beklemesi, kurt ağzındaki kuzunun yaşama hayalinden farksızdır. Ortak Pazar’a hayır diyoruz! Çünkü Ortak Pazar toplumumuzun bugüne kadar bizi geri bırakan ekonomik ve sosyal yapısının daha kuvvetlenmesine yolaçacaktır. (...) Ortak Pazar’a hayır diyoruz. Çünkü Türkiye’nin bağımsız bir varlık olarak kendi gücü, kendi imkânları ile kalkınıp ilerlemesini istiyoruz...”

ORTAKLIK ANTLAŞMASI

İfadesini Ortaklık Antlaşması’nda bulan hedef, iki tarafı beklenti ve çıkarlar bir yandan ileride bir “Ekonomik Birliği” (md. 11-21) götürecek olan bir Gümrük Birliği’ni (md. 2. fık. 2 ve md. 10) içerirken, diğer yandan işgücünün serbest dolaşımının kademili olarak gerçekleştirilmesini içermekteydi. Yerleşme serbestliği ve çalışma serbestliği alanındaki kısıtlamaların da kaldırılması öngörülmekteydi (md. 13 ve 14). Böylece Antlaşma yalnızca “katıksız” bir Gümrük Birliği öngörmekle kalmıyor, daha çok ekonomik hayatın diğer tali alanlarına ilişkin, örneğin ulaşım politikası, rekabet, vergiler, hukuki uyumlulaştırma ve sermaye dolaşımı gibi alanlara ilişkin hükümler içermekteydi (md. 15-21).

Antlaşmanın hedeflerinin, Türkiye’deki yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve iki ortak arasındaki ekonomik gelişmişlik farkının azaltılmasıyla gerçekleştirilmesi öngörülmekteydi. AET, Türkiye’ye “geçiş ve son dönemde doğacak yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için” belirli bir süre ekonomik yardımda bulunmayı taahhüt etmekteydi. Bu adımların “ilerde olası bir tam üyeliğe geçişi kolaylaştırma gibi siyasî amaca hizmet etmesi” düşünülmekteydi. Ortaklık Antlaşması’na iki ek, iki protokol, ortak bir açıklama ve bir son senet eşlik etmekte ve bu arada Antlaşma bir dizi protokol ve temel belgeyle de tamamlanmaktadır.

Temel nitelikte ve Antlaşma’da formüle edilmiş olan hedeflere ulaşmak için bir hazırlık, bir geçiş ve bir son dönemden (md. 2. fık. 2) hareket edilmektedir ve bunların birbirini izlemesi belirli koşulların sağlanmış olmasına bağlanmıştır. Ancak işgücünün serbest dolaşımının Katma Protokol’e (KP) göre 1976-1986 yılları arasındaki dönemde, Gümrük Birliği’nin ise 1995 yılı sonuna kadar gerçekleşmesi öngörülmüştür.

HAZIRLIK DÖNEMİ

Hazırlık döneminin (1 Aralık 1964’ten 31 Aralık 1972’ye kadar) açıklanan hedefi Türkiye’nin tarım ürünleri ihracatında birtakım kolaylıklar sağlamaktı. Bu ticari ayrıcalıklar Türkiye’nin AET ülkelerine olan ihracatını destekleme amacını güdüyordu. Buna bağlı olarak ayrıca Türkiye’nin ihracat yapısında da bir değişim amaçlanıyordu. Mali yardımlarla desteklenerek Türkiye’nin “aşamalı olarak kurulacak bir Gümrük Birliği’nden dolayı ileride doğacak yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için Türkiye ekonomisinin hızlandırılmış kalkınmasının” teşvik edilmesi söz konusuydu...

[Fakat kurulan ilişki iktisadî olarak Türkiye’nin aleyhine bir gelişmeyi gündeme getirdi. Örneğin] ortaklığın başlangıcı (1964) itibariyle ithalat ve ihracat değerleri 100 olarak kabul edilirse, geçiş dönemine kadar (1971) endekste şu gelişme gözlenmektedir: Bu süre içerisinde altıların ihracat payı 100’den 189’a çıkarken, ithalat payı yaklaşık üçe katlanarak 1971 yılında 279’a ulaşmıştır. Aynı dönemde Türkiye’nin ihracat payı global olarak 100’den (1964) 164’e (1971) ve ithalat payı da 100’den 203’e çıkmıştır. Bu endekslemeye fındık dışında AET tarafından ihracat kolaylıkları sağlanan ürünler dahil edildiğinde bilanço daha negatif görünmektedir....

Bu dönemde göç alanında da dikkate değer bir gelişme yaşanmıştır. 1964-1970 yılları arasında sadece Federal Almanya Cumhuriyeti Türkiye’den 645.951 işgücü almıştır. Buna karşılık aynı dönemde 232.477 kişi Türkiye’ye geri dönmüştü. Aile bireyleri ve ‘kaçak göç” dikkate alındığında Federal Almanya’da yaşayan Türklerin sayısı daha da artmıştır. 1971 yılında AT coğrafyasında 530.725 Türk işgücünün yaşadığı saptanmıştır. Bu işgücünün yalnız 1971 yılında Türkiye’ye yaptıkları para havalesi tutarı 471 milyon ABD Doları’dır ki bu miktarın ticaret açığının kapatılmasında önemli bir katkısı olmuştur...

AET üyesi devletlerdeki Türk işgücünün sayısının sürekli artmasına rağmen işgücü göçü ve kişilerin serbest dolaşımı konuları hazırlık dönemindeki görüşmelerde ele alınmamıştır. Bunun yerine bu sorunun karşılıklı antlaşmalarla düzenlenmesi yoluna gidilmiştir. Anlaşmaya varılan tek nokta, bu sorunun geçiş dönemi sırasındaki görüşmelerde ele alınması olmuştur.

Ortaklık Antlaşması’nın 3. maddesinin 2. fıkrasına göre hazırlık dönemi için 3 yıllık bir süre öngörülmüştü. İkinci aşamaya geçişin koşul ve usullerinin dördüncü yılın bitiminden sonra görüşülmesi gerekmekteydi. Bundan ötürü Türkiye 16 Mart 1967 tarihinde Gümrük Birliği’ne geçiş için başvuruda bulunmuştu. O zamanın Başbakanı ve şimdiki Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel o sırada ülkenin “büyük ekonomik potansiyelini” bunun için gerekçe gösteriyordu. Ancak bu potansiyel AET üyesi devletlere göre o kadar yavaş harekete geçirilmişti ki, bu ülkeler Türkiye’nin geçiş döneminde üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirip getiremeyeceği konusunda kuşkuya düşmüşlerdi. Bu nedenle geçiş döneminin düzenlenmesine ilişkin görüşmeler 22 Haziran 1970 tarihine kadar uzadı. Sonuçta 23 Kasım 1970 tarihinde kesinleşen Katma Protokol (KP) ancak iki yılı aşkın bir beklemeden sonra ve 1 Ocak 1973’te yürürlüğe girebiliyordu. 1963 tarihli Ankara Antlaşması’nı daha da somuta indirgeyen bu belgeye göre geçiş döneminin 31 Aralık 1995’e kadar tamamlanmış olması öngörülmekteydi.

GEÇİŞ DÖNEMİ

Katma Protokol’ün imzalanmasının hemen ardından AET-Türkiye ilişkilerinde geçiş dönemine ilişkin hükümlerin bir kez daha gözden geçirilmesi gerektiği konusunda ciddi eleştiriler gelmeye başladı. Daha önce de aynı görüşte olan Devlet Planlama Teşkilâtı’nın yanısıra, Katma Protokol’e eleştiriler sadece parlamentonun devletçi grubundan ve bir kısım sanayi odalarından değil, aynı zamanda ve özellikle de teokratik ve Marksist eğilimli çevrelerden geldi. O zamanki sosyal demokrat muhalefet Cumhuriyet Halk Partisi de, KP’nin kimi hükümlerini endişe verici olarak değerlendiriyordu.

Muhalif güçler Türkiye’nin görüşmelerde “yanıltılmış” olduğu kanısına varmışlardı ve bu kanının doğruluğunun kanıtı olarak şu argümanları öne sürmekteydiler:

a) AET’nin Türkiye’ye sağladığı teşvikler artık önemini yitirmiştir. Çünkü AET’nin izlediği Akdeniz politikası ile Akdeniz’e komşu diğer ülkeler de Türkiye ile kıyaslandığında eşit ölçüde hattâ kısmen daha çok desteklenmişlerdir.

b) Türkiye sanayisinin korunması Katma Protokol’le tamamen ortadan kalkmaktadır ve bu nedenle Türkiye sanayisinin AET üyesi gelişmiş sanayi ülkelerinin sanayi ürünleri ile rekabet şansı hemen hemen hiç yoktur.

c) AET-Türkiye antlaşmaları Türkiye’ye diğer üçüncü ülkelerle karşılıklı antlaşmalar yaparak ihracatını arttırma yönünde seçim olanağı bırakamadığından Türkiye’nin üçüncü ülkelerle ticareti zorlaştırılmıştır.

Bu eleştiriler Türkiye’yi AET üyesi devletlerin sanayi ürünlerinin ithalatındaki gümrükleri Ocak 1985’e kadar kaldırmakla yükümlü kılan KP hükümlerine yönelikti. Bir dizi “hassas malda” KP’nin 18. maddesine göre gümrüklerin 22 yıllık bir sürede, yani 1995 sonuna kadar kalkması gerekmekteydi. KP’nin 17. ve 18. maddelerine göre Türkiye’nin ayrıca bu süreye kadar AT’nin Ortak Gümrük Tarifesi’ni (OGT) uygulaması ve AET çıkışlı ithalatında koyduğu miktar kısıtlamalarını da kaldırması gerekmekteydi. Türkiye ayrıca KP’nin 14., 19. maddenin 4. fıkrası, 20. maddesinin ve 4. fıkrası ve 22. maddesinin 6. fıkrası ile üçüncü ülkelere tanıdığı ayrıcalıkları otomatik olarak AET ülkelerine de tanımakla yükümlü kılınmıştı. Bu ilkenin her ne kadar karşı taraf için de geçerli olması gerektiği düşünülse de, karşılıklılık esasına dayandırılamadığı görülmektedir. Yani AET diğer ülkelere daha fazla ayrıcalık tanıyabilirken, aynısını Türkiye’ye de tanımakla yükümlü değildi. Bu bir anlamda kapitülasyonların yeniden hortlatılmasıydı.

.....

[Ayrıca] Yunanistan’la imzalanan Ortaklık Antlaşması’nın öngördüğünün tersine, ne Ortaklık Antlaşması’nda, ne de KP’de tarım ürünleri bütünleşme sürecine dahil edildi....

1978/79’da sosyal demokratlar yönetim görevini devraldıklarında Türkiye’nin protokolde öngörülen yükümlülüklerini beş yıllığına dondurması için AET’ye resmen başvuruda bulunuldu. Türkiye’nin buradaki amacı ilişkilerin yeniden biçimlendirilmesi için daha geniş bir hareket serbestisi kazanmaktı. AET Mayıs 1979’da bu istemi kabul etti, ancak Türkiye’nin bu başvuruda ayrıca dile getirdiği mali yardım talebi yerine getirilmedi.

1979 Kasım’ında yönetime, ağırlıklı olarak Batı yanlısı dış politika izleyen Adalet Partisi (AP) geldi ve ilişkilere yeniden ivme kazandırdı. AET-Türkiye Ortaklık Konseyi’nin Eylül 1980’de aldığı yeni kararlar, ki Sovyetler’in Afganistan’a girmesinin ve İran’daki İslâmî devrimin etkisiyle çıkmaları Avrupa tarafınca özellikle teşvik edilmişti, belirgin bir yön değişikliğinin habercisi görünüyordu. Bu bağlamda Ocak 1987’ye kadar tarım ürünleri için geçerli gümrük vergilerinin kaldırılmasına ve ayrıca Dördüncü Malî Protokol’ün imzalanmasına karar verildi.

Bu protokol AET üyesi devletlerin projelerin finansmanı ve tam üyeliğe geçişi kolaylaştırmak amacıyla Türkiye ekonomisinin verimliliğini arttırmak için daha fazla bütçe olanakları sağlamalarını öngörüyordu. Yunanistan’ın tam üyelik başvurusunun görüşüldüğü bu dönemde AT çevrelerinden gayri resmî görüşmelerde Türkiye’nin de tam üyelik için başvuruda bulunması tavsiye ediliyordu. Ancak ülkenin o dönem içinde bulunduğu tırmanan ekonomik ve siyasî kriz bu tavsiyenin hayata geçirilmesini engelledi.

12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra askerler tarafından atanan yeni hükümet de selefinin AT çizgisine sadık kaldı. Fakat insan hakları ihlâlleri ve demokratik hakların ve özgürlüklerin kısıntıya uğramasından ötürü ilişkiler kötüleşti ve 600 milyon hesap birimi (yaklaşık 1.24 milyar DM) tutarındaki yardımın günümüze kadar Türkiye’nin kullanımına sunulmasını öngören Dördüncü Malî Protokol uygulanmadı. Burada dikkate değer nokta, ortaklık ilişkilerinin Türkiye’deki siyasî gelişmelere rağmen koparılmamış olmasıydı. Antlaşma tarafları askerî darbeden sonra da 5 Haziran 1981, 2 Nisan 1982 ve 28 Mart 1983 tarihlerinde elçiler düzeyinde de olsa biraraya geldiler. Ne ilginçtir ki ilişkilerin kopması bu tarihten sonra olmuştur.

6 Kasım 1983 tarihinde yapılan parlamento seçimleri ve arkasından alınan liberalleşme önlemleri AT ile ilişkileri yeniden yumuşattı. Bu bağlamda Konsey’in 17 Şubat 1986 tarihli toplantısında “İlişkilerin Kademeli Olarak Normalleştirilmesine Yönelik Öneriler” başlığı altında bir bildiri kaleme alındı.

TAM ÜYELİK BAŞVURUSUNA GİDEN YOL

Türkiye’nin 14 Nisan 1987 tarihli üyelik başvurusu ile karşılıklı ilişkiler yeni bir boyut kazandı. Avrupa’yla ilişkilerden sorumlu Devlet Bakanı Ali Bozer aynı gün şu açıklamayı yapıyordu: “Bu, Türkiye için çok ciddi ve tarihi öneme haiz bir andır; bu vesileyle hükümetimin Türkiye’nin Topluluğa entegrasyonu hususundaki aynı zamanda Türk halkının Topluluğun kaderini paylaşma iradesini de gösteren kararlılığını bir kez daha ifade etmek istiyorum.”

AT’ye üye devletlerin dışişleri bakanları başvuru dilekçesini 27-28 Nisan 1987 tarihinde Lüksemburg’da işleme koydular ve görüş bildirmesi istemiyle AT komisyonuna havale ettiler.

Yaklaşık bir yıl sonra, 2 Mayıs 1988’de AT dışişleri bakanları, AT devletlerinin Türkiye ile olan ilişkilerinde ortak bir çizgi saptamak üzere yeniden bir araya geldiler. Bu sırada ön planda bulunan sorun, Yunanistan hükümeti ve diğer AT üyeleri arasındaki görüş ayrılıklarının ortadan kaldırılmasıydı. Yunanistan’ın görüşüne göre, Topluluğun Türkiye’yle olan ilişkilerinin Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’taki askerî varlığı devam ettiği sürece geliştirilmemesi yönündeydi. Bu yaklaşım onikilerin bir mütalaasında “Kuzey Kıbrıs’taki Türk işgali” ifadesiyle kabul edildi. Böylece, Türkiye bu tür tartışmalı noktaların dışarıda tutulmasına ön görüşmelerde oldukça çaba sarfetmiş olmasına rağmen, AT Kıbrıs sorunu ile Türkiye’nin AT üyeliği arasında açıkça bir bağ kurmuş oluyordu.

Zamanın Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz başkanlığında (onikilerin kendi aralarındaki toplantıyla bağlantılı olarak) Ortaklık Konseyi’nin bir toplantısına katılmak üzere Lüksemburg’a giden Türk heyeti, AT’nin sözkonusu mütalaasını o şekliyle kabul etmedi ve resmî buluşma bu yüzden gerçekleşmedi. “(...) Topluluğa girmek için önemli bir koşul” oluşturmuş olan ülkenin demokratikleşme çabaları ve son yıllardaki ekonomik atılımlarından sonra, ordunun iktidara gelmesinden 2 yıl sonra donmuş olan ilişkileri yeniden normalleştirmemek Türk temsilcilerince AT tarafından yapılmış bir aşağılama ve ayak direme olarak algılanmıştı.

AT-Türkiye ilişkilerinin normalleştirilmesi gerekirken, AT Komisyonu Türkiye’nin tam üyelik başvurusunun reddedilmesi tavsiyesinde bulundu. Oniki AT üyesinin hepsi de bu tavsiyeyi onayladılar ve böylece 5 Şubat 1990’da Türkiye’nin tam üyelik istemine olumsuz yanıt verilmiş oldu. Bununla birlikte, AT dışişleri bakanları Türkiye’yle daha yakın bir işbirliğinde bulunma isteklerini de ifade ediyorlardı. Ancak AT bu isteklerini aradan 8 yıl geçmiş olmasına rağmen, hiçbir zaman resmîleştirmedi.

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


...

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 1

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE. BÖLÜM 1

Avrupa Birliği'nin Kısa Tarihi,




AB'nin Kuruluş Amaç ve Tarihçesi,

Birleşmiş Avrupa fikri, bir zamanlar filozofların ve ileri görüşlü insanların düşlerinde yer alıyordu. Victor Hugo, insancıl ideallerden esinlenen barışçıl bir “Avrupa Birleşik Devletleri”ni hayal etmişti. Bu hayal, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıntılarından sonra Avrupa Kıtası için yeni bir umut oldu. 

Savaş süresince totaliterliğe direnen insanlar, Avrupa’da devletler arasındaki kin ve düşmanlığı son vermek, kalıcı bir barış oluşturmakta kararlıydı. 1945 ve 1950 arasında, Konrad Adenauer, Winston Churchill, Alcide de Gasperi ve Robert Schuman’ın aralarında olduğu bir grup cesur devlet adamı, ulusları yeni bir çağa adım atmaya ikna etmek için yola koyuldu. Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman, başlangıçta Jean Monnet tarafından tasarlanan bir fikri ele aldı ve 9 Mayıs 1950’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun (AKÇT) kurulmasını önerdi. Bir zamanlar birbiriyle savaşan ülkelerde kömür ve çelik üretimi için sorumluluk paylaşımıyla ortak bir pazar oluşturulacaktı. Pratik fakat aynı zamanda oldukça sembolik bir şekilde, savaşın ham maddeleri uzlaşı ve barışın araçlarına dönüşüyordu. 

Avrupa bütünleşmesinde ilk adım, Belçika, Federal Almanya, Fransa, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda’nın kömür ve çelikte ortak pazar kurmalarıyla atıldı. 

Altı üye devlet, daha sonra Roma Antlaşması'nı imzalayarak çeşitli mal ve hizmetleri içeren ortak bir pazara dayalı Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) kurmaya karar verdi. Altı ülke arasında gümrük vergileri 1 Temmuz 1968’de tamamen kaldırıldı ve 1960’larda özellikle ticaret ve tarımda ortak politikalar oluşturuldu. 

Bu girişim öylesine başarılı oldu ki Danimarka, İrlanda ve İngiltere, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılmaya karar verdi. İlk genişleme, 1973’te altı üyenin dokuza çıkmasıyla gerçekleşti. 

1981’de Yunanistan AET’ye katıldı, 1986’da İspanya ve Portekiz izledi. 

Avrupa’nın siyasi panoraması 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ile çarpıcı bir şekilde değişti. Bu, 3 Ekim 1990’da Almanya’nın yeniden birleşmesine, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Sovyet kontrolünden çıkarak demokratikleşmelerine yol açtı. Sovyetler Birliği’nin kendisi de Aralık 1991’de dağıldı. 

Bu gelişmeler, Avrupa Ekonomik Topluluğu üye devletleri arasında yarım yüzyıldan fazla sürecek bir barışçıl işbirliğinin başlangıcıydı. 1992 Maastricht Antlaşması ile Topluluk kurumları güçlendirildi ve daha geniş yetkilere sahip oldu, böylece Avrupa Birliği (AB) doğdu. 

Yeni Avrupa dinamizmi ve kıtanın değişen jeopolitiği nedeniyle, Avusturya, Finlandiya ve İsveç, 1 Ocak 1995’te Avrupa Birliği’ne katıldı. 

1990’ların ortalarında on iki ülke daha -Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Romanya, Slovakya, Estonya, Letonya, Litvanya, Slovenya, Kıbrıs ve Malta- AB’ye üyelik başvurusunda bulundu.

Başvuruları kabul eden AB, aday ülkelerle katılım müzakerelerini, Aralık 1997’de Lüksemburg’da ve Aralık 1999’da Helsinki’de başlattı. Böylece Birlik, ilk kez bu denli büyük bir genişlemeye yöneldi. 10 Aday ülkenin müzakereleri 13 Aralık 2002’de Kopenhag’da tamamlandı ve bu ülkeler 1 Mayıs 2004’te Avrupa Birliği’ne katıldı. 

Bulgaristan ve Romanya’nın da 1 Ocak 2007’de katılmasıyla Avrupa Birliği 27 Üye Ülkeden oluşan 450 milyondan fazla vatandaşa sahip büyük bir aile oldu. 

Ardından 9 Aralık 2011’de AB ve Hırvatistan Liderleri katılım antlaşmasını imzaladı.

Hırvatistan 1 Haziran 2013 itibariyle 28. AB Üye Ülkesi oldu.



AB TÜRKİYE İLİŞKİLERİ AŞAMALARI;



Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinin Dünden Bugüne Evrimi

Harun Gümrükçü 

 (Sayı : 128 - Aralık 1999)

Türkiye’nin Orta Avrupa’da doğan sanayi devletleri topluluğuna yakınlaşma süreci oldukça uzun ve sık sık sorunların yaşandığı bir tarihe dayanmaktadır. Bu süreç, Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) 31 Temmuz 1959 tarihindeki başvurusuyla başlamıştır. Bu adımın atılmasında siyasî ve ekonomik çıkarların yanında, Yunanistan’ın iki hafta öncesindeki ortaklık başvurusu da etken olmuştur.

Görüşmeler iki ay sonra başlamış ve ortaya çıkan bir kısım çok büyük güçlüklerden sonra 12 Eylül 1963 tarihinde Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu Kuran Antlaşma’nın 238. maddesine dayanan AET-Türkiye Ortaklık Anlaşması’yla sonuçlanmıştır. Varılan bu sonuç her iki tarafça da büyük bir başarı olarak görülmüştür.

Türkiye’nin daha sonraki AT (1978’den bu yana) ve AB (1992’den bu yana) ile sürdürdüğü ilişkiler de dikkate alındığında Topluluk ile ilişkileri böylece kırk yıla yaklaşan bir geçmişe uzanmaktadır.

Karşılıklı ilişkilerin Ortaklık Anlaşması’yla kurumsallaşmasından hemen sonra Türkiye için AET/AT/AB üyeliği ufku belirginleşti. Bu bağlamda AT’nin, üye adayı olarak Türkiye’den, topluluğun yapısına uymasına ilişkin beklentileri vardı (bugün de olduğu gibi). Bu nedenle görüşmeler, mevcut akitlerin yanısıra AT/AB’de yürürlükte olan yönerge, karar ve talimatların uygulamada Türkiye’ye nasıl yansıtılacağı sorusu üzerinde yoğunlaştı.

Bu koşullar altında daha önce Ortaklık Anlaşması ile öngörülmüş olan ve 1970’de Katma Protokol’le (KP) somutlaştırılan Gümrük Birliği (GB) 1995 sonunda gerçekleştirildi ve böylece AB-Türkiye ilişkilerinde bugüne kadarki en yüksek noktaya ulaşıldı. Gümrük Birliği’nin tamamlanmasıyla başlayan dönem, o zamanın Türkiye’deki hükümet çevrelerinde 2000 yılının ilk on yılında ulaşılacak “ikinci sınıf” bir üyeliğe “geçiş” veya bir “ara dönem” olarak görülmekteydi.

Böyle bir ikinci sınıf üyeliğin Türkiye’ye iki olanak sağlayacağı bekleniyordu: Bir yandan Türkiye’nin en kısa zamanda üye adayları arasına alınması ve dolayısıyla uluslararası işbölümüne dahil edilmesi talebi dikkate alınmış olacak; diğer yandan da bu sayede Türkiye’de (halen) mevcut olan demokratikleşme eksiklikleri giderilerek çoğulcu demokratik bir sisteme geçişe katkıda bulunulabilecekti. Ayrıca Türkiye’nin yüzyılı aşkın süredir varmak istediği, Batı’nın ortak değerler sistemine dahil olma hedefi de gözetilmiş olacaktı. Son olarak, bu adımla NATO’nun kendi “güvenlik alanları”nı sağlamlaştırma çabaları desteklenmiş olmakla kalınmayacak, aynı zamanda Avrupa’nın Yakın ve Ortadoğu’daki güvenlik çıkarları da sağlam bir temele oturmuş olacaktı.

AB ve Türkiye arasındaki yakınlaşma sürecinin ayırt edici özelliklerinden başlıcasını, bu sürece başından beri eşlik eden yanlış anlama ve kararsızlıklar oluşturmaktadır. Bunun gerisinde, bu ilişkinin dayandığı her iki tarafı da bağlayan temel anlayışın Avrupa tarafınca işine geldiği gibi yorumlanması ve Türk tarafının buna karşı seçenekler geliştirebilmesi için zorunlu olan yeterli bilgi, teknoloji ve sermayeden yoksun olması olgusu yatmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin AT/AB yakınlaşması, burada bir tez olarak ortaya koymak gerekirse, Avrupa açısından kendi başına bir değer ifade etmemekte, tersine kendi çıkarlarını sürdürmek için diğerleri arasında bir “iş” olarak görülmektedir. Bu temel çelişki, -bir yandan Türkiye’nin büyük beklentileri, diğer yanda Avrupa’nın keyfiliği ve umursamazlığı- ilişkinin tüm safhalarına damgasını vurmakta ve bu süreci belirlemektedir.

Bunun bir sonucu olarak, burada gerçekte nasıl bir ilişkinin sözkonusu olduğu sorusu, eskiden olduğu gibi bugün de AB açısından bakılınca hâlâ tartışmalıdır.

...

Burada yoğunlaşmak istenilen konu uluslarüstü bir kurum olarak AT/AB ortaklığının dört ayağından biri olan Gümrük Birliği sürecini tarihî gelişimi içinde irdelemek olacaktır.

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN GELİŞİMİ:

Avrupa Birliği düşüncesinin köklerinin yüzlerce yıl öncesine gittiğini söylemek mümkündür. Bu nedenle Avrupa’nın bütünleşmesini (integration) sürekli bir tarihsel gelişim çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir. Bununla birlikte, ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan en genç Birliği, Avrupa’nın otoriter sistemlerinin çöküşünün bir sonucu olarak anlamak gerekir. Yani bütünleşme düşüncesi, egemenlik haklarını parça parça en üst topluluk organına devretmiş ve -Maastricht Antlaşması’ndan sonra da- hâlâ devretmekte olan ortak devletlerin biçimsel eşitliği temelinde varlığını sürdürmektedir.

...

AET de önceleri bir ticari blok şeklinde gelişmiştir. [Bunun ötesinde] Avrupa Ulus devletleri Birliği’nin özellikle Fransa ve Almanya arasında olmak üzere, kötü sonuçlar doğurabilecek çıkar çatışmalarını önlemesinin yanısıra, savaşın getirdiği olumsuzlukları hızlı bir yeniden inşâ ile aşması düşünülüyordu. Daha büyük bir ekonomik alan engelsiz mal ve hizmet değişimi ile birlikte, sürekli gelişen ve daha fazla sermaye yoğun olan teknolojilerin üretimi için olağanüstü avantajlar sunuyordu.

Özellikle çok uluslu sanayi şirketlerinin sınır ötesi doğrudan yatırımları, ulusal sermaye ile eşit işlem görme ilkesinden ötürü daha büyük bir iktisadî alanda çok daha olumlu bir sonuç doğurabilmekteydi. İşgücünün dolaylı ya da dolaysız engeller olmadan sınırlar ötesi dolaşımı, en verimli istihdam edilebileceği yerlere gitmesine katkıda bulunmaktaydı.

Bu anlayışla hareket eden AET/AT üye ülkeleri dolaylı ve dolaysız ticari engelleri olabildiğine kaldırdılar, nakliye masraflarının payını sürekli düşürdüler, katma değeri daha yüksek ürünler ürettiler ve büyük çaplı üretim yöntemleri geliştirmede öncü rolü üstlendiler. Böylece bu ülkeler ABD ve Japonya ile birlikte piyasaların globalleşmesi ve ekonominin uluslararasılaşmasının zeminini yarattılar. Bu bağlamda (işgücünün verimliliği ve yüksek teknolojik standart da dahil olmak üzere) işletme verimliliği ve yönetimdeki esnekliğe ve yaratıcılık gücüne özel bir önem veriliyordu. Bu sırada global bir ekonomi içinde yeralan pazarı ve bu pazarın boyutlarını ekonomik, teknik ve kültürel faktörler belirliyordu ve ulusal sınırlar klasik önemini giderek yitirmekteydi.

Bütünleşme kavramı, öngörülen bu hedef içinde daha çok bir topluluk oluşturulması anlamında ya da Birliğe ulaşmada bir süreç olarak kullanılmaktaydı. Devletlerarasında çıkar dengesi kurulmasının her türlü biçiminin kesinlikle reddedilmesi bu anlayışın bir sonucuydu. Avrupa’nın bütünleşmesi sürecinde sözkonusu olan artık klasik ittifaklar politikası değil, uluslarüstü bir topluluk oluşumuydu. Öteki dünya güçlerine karşı Avrupa’nın kendini kanıtlaması olanağını ancak böyle bir oluşum sunabilirdi.

’ 1950’li yılların başında, bu tür öngörülenlerden hareket edilerek önce Almanya ve Fransa’nın kömür ve çelik üretiminde ortak bir organizasyonu teşvik edildi. Bu temel üzerinde siyasî bir federasyon kurulması düşünülüyordu. O nedenle bugün bile Bonn-Paris ekseninin önemi sürekli vurgulanmaktadır. Bu bağlamda burada zamanın Başbakanı Helmuth Schmidt’in Almanya’nın AT’ye bakışını yansıtan düşüncelerini aktarmak gerekiyor: “Hiçbir ülke Birleşik Almanya kadar AT’nin gelişmesine bağımlı değildir. Almanya bugün nüfus bakımından Fransa veya İngiltere’nin bir buçuk katı, Polonya’nın iki katı, Hollanda’nın beş katı, Belçika’nın sekiz katı büyüklüktedir. Bütün bu ülkelerde Almanya’nın tahmin edilebilecek ekonomik gücünden ötürü kaygılar vardır; Hitler döneminin kötü anıları da buna eklenmektedir. Eğer ülkemiz kendisini izole etmek istemiyorsa, eğer Avrupa Almanya’ya karşı karşı güç olarak koalisyonlar siyasetine geri dönmek istemiyorsa, o zaman biz Almanların işlevsel bir AT bağlantısına ihtiyacımız vardır. (...) Alman-Fransız dostluk ittifakı bunun için yegâne önkoşuludur. (...).” “Fransa olmadan” Helmut Schmidt’e göre “her şey hiçbir şeydir!”

Bugün de geçerliliğini koruyan kimi stratejik değerlendirmelerden yola çıkılarak Belçika, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda’nın da katılımıyla ilk Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) Antlaşması 18 Nisan 1951’de imzalandı. Antlaşma 23 Temmuz 1952’de yürürlüğe girdi. “Montanunion” kavramıyla da tanınmış olan, “barışçıl ve müreffeh Avrupa’nın” birlikte inşâ edilmesini amaçlayan Topluluk, çalışmalarına 10 Ağustos 1952’de başladı. Bu adım, Avrupa’nın altı ulusal devletinin uluslarüstü bir otorite kurmaları anlamına geliyordu. Antlaşmayı kaleme alanlar bu organizasyonun başarılı olacağından emindiler ve bunun yan etki olarak “ekonominin diğer dallarını da aynı doğrultuya zorlayacağını” hesap ediyorlardı. “Yeni bir umut doğuyordu: Siyasetin motoru olarak ekonomi. Avrupa Konseyi’nde geniş siyasî düzlemde ilk hamlede başarılamayan şey, bu kez ekonomi yoluyla gerçekleştirilmiş olacaktı.” Montan ekonomisinin kurulmasıyla kömür, çelik, demir cevheri ve hurda demir üretimi, yukarıda değinildiği gibi, ortak bir “yüksek otorite”nin kontrolüne verildi ve bu makam uluslarüstü, başka bir ifadeyle ulusal devletlerin egemenliklerini sınırlayan yetkilerle donatıldı. Bu yolla bir yandan Avrupa’nın bütünleşmesinin ilk etabı geride bırakılırken, diğer yandan da “Fransa ve Almanya arasında olası her türlü savaş sadece düşünülemez değil, maddi olarak da imkânsız” kılınmış oldu.

İsviçreli tanınmış bir gazeteci bu düşünceleri 1994’de, Almanya’nın birleşmesi ve Doğu Bloku’nun yıkılmasından beş yıl sonra şöyle geliştiriyordu: “Avrupa politikası (...) - geniş bir pazar ve ekonomik alan yaratmak dışında - Birinci ve İkinci Dünya Savaşı gibi Avrupa felaketlerinin tekrarını önlemek, başka bir deyişle milliyetçi stratejilerin ve rekabetin yıkıcı koalisyonlara ve zincirleme tepkilere dönüştüğü bir duruma son vermeli ve set çekmelidir.” Geçici iyi komşuluk ilişkileri ve “goodwill” politikaları tek başına yıkıcı gelişmelere karşı sürekli güvence oluşturmaya yeterli olmadıkları için, “Avrupa’nın rahatsızlığının terapisi” ulusal devletlerin çıkarlarının ve politikalarının devletlerüstü topluluk kurumlarında kaynaştırılmasında görülmekteydi.

Bu sırada “Almanya’nın geniş bir Avrupa çıkar topluluğuna sürekli bağlanmasına” özel bir önem verilmekteydi. Bu, özellikle Sovyet blokunun yıkılmasından sonra daha da güncellik kazanmıştı. Çünkü, “Orta Avrupa’nın doğusundan bir zamanların Sovyet imparatorluğunun Asya’daki topraklarına dek uzanan bu çözülme süreci son derece bulaşıcı yeni milliyetçiliği serbest bırakmıştı; öyle ki, gelecek için ulusal devletlerin ve unsurların sorunsuz ve barışçıl biçimde birarada yaşamaları ve çatışma kaynaklarının kolayca izole edilmesi tehdit altındaydı.” Yazar buradan, bu koşullar altında Almanya’nın “Avrupa bağı içinde tutulması zorunluluğunun daha da arttığı” sonucunu çıkartmakta ve daha sonra şu saptamayı yapmaktadır: “Bu bağ Almanya’nın ortakları için birleşmenin önkoşulunu oluşturmaktadır. (...) Avrupa’nın siyasî birliği süreci hiçbir zaman önemini yitirmemiştir. Tam tersine, Avrupa coğrafyasında kendini gösteren yeni istikrarsızlıktan ötürü daha fazla güncellik, dahası aciliyet kazanmıştır (...).”

Bu gerek tarihsel gerek güncel somut temel üzerinde, Montan Birliği’ni oluşturan altı üye devletin karşılıklı çıkarlarının örtüşmesi sağlanmış ve bu sayede çok daha büyük ve derinliğe sahip Topluluk 1958 yılında gerçekleştirilebilmiştir. Bu gelişmede belirleyici etken Montan Birliği’nin olağanüstü başarılı oluşudur. Çünkü Birliğin çelik üretimi beş yılda % 42 artmıştır. Birlik üyelerinin sanayi üretimi de Büyük Britanya’ya kıyasla 1950-1955 yılları arasında iki kat; 1960 yılında ise üç kat olmuş ve bu bağlamda AET’nin rakiplerinin kaygılarının da yersiz olduğunu göstermiştir.

Bu tarihsel döneme damgasını vuran bir başka olgu da soğuk savaşın ortaya çıkması nedeniyle güvenlik politikası alanındaki işbirliğiydi. Ticaret, para politikası, kamu maliyesi ve ekonomik koordinasyon Batı ittifakının yeni ayaklarını oluşturuyordu. 1 Ocak 1958’de Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) hayata geçirildi. Böylece ekonomik işbirliği de güvenlik politikasıyla ilgili konular gibi stratejik bir önem kazanmış oldu.

Sektörel bütünleşmenin ileri bir boyutu olan Euroatom’a uluslarüstü nitelik kazandıran başlıca görev alanları nükleer yakıtların Topluluk mülkiyetine geçirilmesi, nükleer alanda ortak güvenlik denetimi uygulanması ve ortak bir araştırma politikası izlenmesiydi. Buna karşılık AET çok daha kapsamlı içeriğe sahipti ve antlaşmanın hemen 1. maddesinde bir topluluğun kurulması öngörülüyordu. İkinci maddede ise Topluluğun görevi, “ortak bir pazarın kurulması ve üye devletlerin ekonomik politikalarının giderek yaklaştırılması yoluyla Topluluğun bir araya getirdiği devletler arasında daha sıkı ilişkilerin kurulmasını sağlamaktır” biçiminde ifade ediliyordu.

Bu konu ve hedeflerin yaşama geçirilmesi, AET’yi Kuran Antlaşma’nın (AET-A) 3. maddesinde belirtilen araçlar ve faaliyetlerle sağlanacaktı. Bunların başlıcaları, bir Gümrük Birliği kurulması, üçüncü ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi (OGT) oluşturulması ve ulusal ekonomi politikalarının koordine edilmesiydi. Bu faaliyetler, üye devletler arasında kişilerin, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı önündeki engellerin kaldırılmasıyla genişletilmekte ve üye devletlerin ulusal mevzuatlarının birbirine uyumunun sağlanmasıyla tamamlanmaktaydı. Böylece, ortak bir ekonomik ve dolayısıyla genel bir siyasî bütünleşmeye giden yolda ilk adım atılmış oluyordu.

Topluluğa verilen görevlerin AET Antlaşması’nın 4. maddesine göre antlaşmanın hedefleri çerçevesinde uluslarüstü organlar aracılığıyla yerine getirilmesi öngörülmekteydi. Bu hedeflerin gerçekleştirilebilmesi için çeşitli düzeylerdeki kurumlarla ilgili çerçeve koşullar da getirilmekteydi. Bu kurumlardan en önemli olanlarını kısaca şöyle tanıtmak mümkündür.


AET/AT/AB’nin en yüksek siyasî mercii olan ve 1974’ten beri varlığını sürdüren Avrupa Konseyi Avrupa politikasıyla ilgili temel sorunları görüşmektedir. Üye devletlerin devlet ve hükümet başkanlarından ve Avrupa Toplulukları Komisyonu’nun başkanından oluşmaktadır. Avrupa konseyi yılda en az iki kez Konsey temsilcisinin başkanlığında toplanmaktadır. Bu kişi, o sırada AB dönem başkanlığını yürüten ülkenin devlet veya hükümet başkanıdır. AB-Avrupa Konseyi Topluluğun siyasî eylemde bulunan yasa koymaya yetkili organıdır. Görevleri Birlik Antlaşması’nın D maddesinde şöyle belirlenmiştir: “Avrupa Konseyi Birliğin gelişmesi için gerekli girişimlerde bulunur ve bu gelişmeyi sağlamak için genel siyasî hedefleri saptar.” Somut kararlar üye devletlerin hükümet temsilcilerinden oluşan, çoğu zaman “Bakanlar Konseyi” olarak da adlandırılan bir organ tarafından alınmaktadır. Topluluğun kuran antlaşmanın 145. maddesine göre Bakanlar Konseyi Birlik Antlaşması’ndan sekonder hukuk türetme konusunda karar alma yetkisine sahiptir
. Konseyi oluşturan temsilciler, Komisyonun bir üyesi her zaman bulunmak üzere görüşülecek konuların niteliğine göre değişmektedir.

Buradaki sözkonusu olan Avrupa Konseyi sadece Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanlarının katıldığı bir konumdur. Almanca olarak da “Europäischer Rat” diye anılır. Bu kurum merkezi Strassburg’ta olan ve yine Türkçeye Avrupa Konseyi olarak tercüme edilen ve 38 devletin katıldığı kurumla çok kez karıştırılmaktadır. Bu kurumun Almancası ve “Europarat”tır.

Üye devletlerden bağımsız olarak Topluluğun çıkarlarını temsil eden Komisyon (kökeni Montan Birliği’ndeki Yüksek otorite) girişim ve yürütme organı olarak antlaşma ve kararların uygulanmasını gözetmekle görevlendirilmiştir. Yargı yetkisi üye ülkelerin en yüksek yargı mercii olan Avrupa Adalet Divanı’nda (AD) bulunmaktadır. Avrupa Parlamentosu (AP) ağırlık olarak denetim görevi üstlenmiştir. Avrupa Parlamentosu’nun üyeleri 1979’dan bu yana her beş yılda bir genel ve doğrudan seçimlerle seçilmektedir. AP 1994’ten beri 567 üyeden oluşmaktadır. Topluluk bütçesi üzerinde söz hakkı ve denetleme yetkisi bulunmaktadır. Ağırlıklı olarak denetim görevlerinin yanısıra Avrupa Parlamentosu ayrıca artan fakat sınırlı ölçüde yasama haklarına sahiptir. Ekonomik ve Sosyal Komite ise ekonomik ve sosyal yaşamın çeşitli kesimlerinden temsilcilerden oluşmakta ve sadece danışma işlevi görmektedir ve bu nedenle karar alma süreçlerinde etkisi fazla değildir. Onbeş üyeden oluşan Sayıştay AT bütçesi hakkında ayrıntılı bilgileri içeren yıllık raporlar hazırlamakta ve AT kurullarının aldıkları hatalı mali kararları da gösteren bilgileri kamuoyuna duyurmaktadır.

Toplulukların önceleri birbirinden ayrı olarak faaliyet gösteren yürütme organları 1965 yılında bir organ birliğiyle fiilen birleştirilmiştir. 1967 tarihli bu Birleşme Antlaşması’ın yürürlüğe girmesiyle her üç Topluluk için ortak bir konsey ve komisyon kurulmuştur. Parlamento için ortak bir konsey ve komisyon kurulmuştur. Parlamento ve Adalet Divanı ise kuruluşlarından bu yana toplulukların ortak organları olarak görev yapmaktadır. Araştırma bundan sonra Avrupa Topluluğu’nun yalnız bir “temel direği” ile, yani Ekonomik Toplulukla sınırlandırılmıştır. Bunun için burada, gerçekte diğer tüm alanları kapsamasına karşın AT kavramı kullanılmaktadır. “Avrupa Birliği’ni Kuran Antlaşma’nın” 1 Kasım 1993’te yürürlüğe girmesinden sonra AB kısaltılması da kullanılmaktadır.

AB’ye şimdiki şekliyle daha önce anılan kurucu üyelerin yanısıra (daha sonra tekrar çıkan Grönland dışında) 1993’ten bu yana Danimarka, İrlanda ve Büyük Britanya, Yunanistan (1981) ve 1986’dan itibaren İspanya ve Portekiz üyedir. Bu ülkelerin dışında 1995 yılında Avusturya, İsveç ve Finlandiya AB’ye girmişlerdir.

AB’nin bu arada öngörülen yeni Kıbrıs (üyelik başvurusu 4 Temmuz 1990), Doğu ve Orta Avrupa devletleri sıraya alınmışlardır. Doğu-Batı çatışmasının ve ideolojik çekişmelerin ortadan kalkmış olması buna zemin hazırlamıştır. Bu gelişmeye Aralık 1991’de AT ile Polonya, Macaristan ve o zamanki Çekoslovakya Federal Cumhuriyeti arasında imzalanan Avrupa Antlaşması’yla karşılık verilmiştir. Ortaklık Antlaşması niteliği taşıyan bu antlaşmalarla ticari engellerin kaldırılması, ekonomik ve mali işbirliği kurulması ve geliştirilmesi, yerleşim özgürlüğü ve sermayenin dolaşımına ilişkin kısıtlamaların azaltılması, mevzuatların uyumu ve siyasî diyaloğun arttırılması gibi amaçlar öngörülmekteydi.

Böylelikle Batı Avrupa’nın çıkarları yeniden tanımlanmış ve AB’nin Orta ve Doğu Avrupa devletleri yönünde genişlemesine kaydırılmış olmaktaydı. Bu nedenle Aralık 1994’te Essen’deki AB doruğuna Orta Avrupa devletlerinin (Polonya, Slovak Cumhuriyet, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan) AB üyeliğine hazırlanması stratejisi benimsendi. Bu strateji tam üyelik yolunda bu ülkelerin önlerinin tamamen açık olduğunu göstermekteydi. Böylece kişi başına gelirleri ortalama olarak Türkiye’nin oldukça altında bulunan yukarıda anılan eski Doğu Bloku devletleri ve Estonya gibi devletler, bu arada ikinci genişleme dalgası olarak da Romanya, Bulgaristan ve Estonya dışındaki Baltık devletleri de AB’ye kabul edileceklerdir. Bu ülkelerin işsizlik oranları da Türkiye’ninkinden yüksektir. Örneğin, Polonya’nın % 19 (1995), Slovak Cumhuriyeti’nin % 16’dır. AB’nin bu Doğu komşuları büyük mali yardımlar da almaktadırlar. 1989-94 yılları arasında bu destekler Güney ve Doğu Akdeniz ülkelerine yapılan yardımların beş katı tutarındadır.

AT’nin güney genişlemesinin tamamlanması ve AB’nin Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine doğru öngörülen genişlemesiyle ilk AT üyesi devletlere kıyasla, çok heterojen ekonomik yapılara sahip devletler AT üyesi olmuş ya da olacaklardır. Bu heterojenik yapı bir dizi ekonomik sorunu ve fakat aynı zamanda bir o kadar olanağı da birlikte getirmektedir.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


...