BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2018 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 7

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 7


Avrupa Entegrasyon Modelleri,


Bilent Kaya  

( BİRİKİM DERGİSİ  Sayı : 128 - Aralık 1999 )

GİRİŞ

“Avrupa’nın Birliği” fikri kökleri ortaçağa kadar uzanan çok eski bir öngörü.[2] 18. yüzyıl ortalarına kadar esas olarak dinsel-ideolojik motivasyondan beslenen bu öngörü, bugün kendisini Avrupa Birliği (AB) projesinde somutlaştıran, politik, ekonomik ve kültürel birlik idealiyle Avrupa kıtası tarihinin en büyük tarihsel projesi olarak algılanmaktadır. Bu, Avrupa için kendisini tanımlama bahsi de aynı zamanda. Avrupa fikrinin ilk kurucuları Avrupa’nın tanımlanması sorunu ile pek uğraşmamışlar ve belki de bunu o dönemin kontekstinde gerekli görmemişler. Böylesi bir çaba bugüne özgü bir zorunluluk. Zira, Avrupa’yı Atlantik’ten Urallar’a kadar uzanan coğrafi bir alan olarak algılayan klasik tanımlamalar sadece eksik kalmıyor, Avrupa’nın şu an yaşadığı evrime de uymuyor; Sosyalist Blok’un dağılmasından önceki Avrupa tanımlaması sonrakinden farklı olsa gerek. Bu yüzden de, Avrupa’nın inşâsı ve geleceği üzerine yapılan tartışmalar kaçınılmaz olarak Avrupa’nın kendini nasıl tanımladığı sorunsalı etrafında dönmektedir.

Sadece AB’nin kendi özel ihtiyaçlarına cevaplar aramakla sınırlı kalmayan Avrupa’nın inşâsı sorunsalı aynı zamanda, Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra, Avrupa’da oluşan yeni kontekstin temel sorularını da (birlik, güvenlik vb.) yanıtlamak gibi bir görevle karşı karşıya bulunuyor. AB’nin inşâsı üzerine sayısız entegrasyon proje ve modelleri öneriliyor ve tartışılıyor. Bunların ortak paydasını AB’nin inşâsını kimlik ve genişleyerek derinleşmek paradokslarından çıkarma arayışları oluşturmaktadır. Başka bir deyimle modeller, Birliğin kendisini içsel reformlarla derinleştirme zaruretini onun karşı karşıya kaldığı genişleme zorlaması ile nasıl bağdaştırabileceği ya da bağdaştıramayacağı sorunsalını incelemektedir. Her genişleme teorisi belli bir coğrafi sınır ve kimliksel tanımlama değişkenine son derece yakından bağlıdır. Zaten kendisini politik yapı olarak da algılayan bir birlik, elbette ki kendine aidiyet kriterini netleştirmesi gerekiyor. AB Komisyon Başkanı Jacques Santer’in vurgusu bir tesadüf değil: “Eğer Avrupa kendini serbest değişim bölgesi olarak değil de bir Birlik olarak görüyorsa, bazı sınırlar belirlemesi kaçınılmazdır.”[3]

Avrupa’nın inşâsı üzerine önerilen bir dizi entegrasyon modellerinden, önemi, ve orijinalliğini göz önüne alarak beş tanesini seçtik.[4] Bunlar: 1) Guy Héraud’un “Etniler Avrupası” önerisi, 2) Jacques Attali’nin “Kıtasal birlik” projesi, 3) “Özekdeş halkalar” modeli, 4) Alman Hiristiyan demokrat partilerinin (CDU-CSU) savunduğu “Ana çekirdek” modeli ve son olarak da 5) Savunuculuğunu daha çok Fransızlar’ın yaptığı “Üç halkalı birlik” projesi.

Bu metin yukarıdaki modellerin Avrupa’nın geleceğini nasıl algıladıklarını ve ne tür öngörüler ileri sürdüklerini özetlemeyi amaçlıyor. Sonuç bölümünde ise bir taraftan entegrasyon modellerinin bir sentezini yaparken diğer taraftan AB-Türkiye ilişkilerine değin birtakım düşüncelerimi ifade edeceğim.

1. “ETNİLER AVRUPASI” MODELİ: “ETNİK DEMOKRASİ”YE DOĞRU

Avrupa’nın inşâsı üzerine yapılan tartışmalarda “Halklar Avrupası“, “Yurttaşlar Avrupası”, “Uluslar Avrupası” gibi kavramlar, egemen kriter olarak beliren ekonomik konsepte alternatifler olarak ileri sürülmektedir.[5] Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu kendini hissettiren Avrupa ulusları, devletleri ve halkları arasında yeni dengelerin kurulması ihtiyacı bu alternatif arayışlara bir arka plan oluşturmaktadır.

Guy Héroud’un “Etniler Avrupası”[6] adlı kitabında, bu arka plandan hareket ederek sergilediği modelin kalkış noktası şu: Avrupa’da barışı tehdit eden yerel savaşlar ve istikrarsızlıklar egemen devletlerin himayeleri altında tuttukları halklar ve azınlıkların kendi kaderlerini tayin etme istek ve iradelerine karşı gösterdikleri hoşgörüsüzlükten beslenmektedir. Bu yüzden, istikrarsızlık unsuru olan etnik azınlıkları hesaba katacak bir çözüm bulmak gerekiyor.

Héroud, Avrupa ve Rusya’nın etnik gruplarını bir sınıflandırmaya tâbi tutuyur. Etnotipin biçimlenmesindeki öneminden dolayı, dil ve kültürel ögeleri sınıflandırma için temel değişkenler olarak alıyor. Sınıflandırmaya göre, Avrupa ülkeleri bünyesindeki devletleşememiş etnik gruplar ve azınlıklar “Avrupa’nın etnik azınlıklar topluluklarını“ oluşturuyorlar. Bundan sonra, Héroud’a göre, bu azınlık toplulukların kendi özgürlüklerine kavuşacakları koşulları hazırlamak kalıyor. Felsefi gıdasını ulus-devlet modelinden alan ve çoğunluk prensibine göre çalışan geleneksel-klasik demokrasi konseptlerinin azınlıklar sorununu çözmekteki başarısızlığı açık. Zira, geleneksel demokrasiler bir halkın bir başka halk tarafından egemenlik altına alınmasını olanaksızlaştırmıyor; tam tersine, bir çok durumda, etnik çeşitlilik ulusal birliği parçalayan bir “tehlike” olarak algılanıyor. Ve bu “tehlike”yi kontrol altında tutma isteği egemen çoğunluğu azınlıklara karşı genellikle baskıcı politikalar uygulamaya zorluyor. Öyleyse bu durumda ne yapmak gerekir? Héroud’a göre önce, referandumlar aracılığı ile bütün azınlıklara kendi kaderlerini tayin etme hakkını tanıyarak, özgürlükleri verilmeli veya iade edilmelidir.[7] Daha sonra ise, “içinde her halkın kendi devletsel aidiyetini seçtiği bir rejim” olan “etnik demokrasi”yi kurmak gerekiyor.[8] Etnik çoğulculuğu demokrasinin temeli olarak gören bu yeni demokratik düzen böylece, etnik temizlik ve kavgaları önleyecek bir güce sahip olacaktır.

Soru: Böyle bir demokratik oluşum Avrupa’da ne tip bir yapılanmayı gerektirir? Héroud’un modelinin bu soruya yanıtı, aznıklara ayrılma hakkını da tanıyan bir federal yapılanma olur. Çünkü, diyor, “etnik programların sistemleştirilmesi federasyonu gerekli kılar”.[9] Avrupa’nın uluslarının ve bölgelerinin oluşturacağı bu federasyon bünyesinde “uluslar ve bölgeler farklı yetkilere sahip olacaklar: Birinciler kendilerini dil ve kültüre adarlarken, ikinciler politik ve ekonomik yetkiler gibi önemli görevlerle donatılacaklar.”[10] Bir federalist modelin burada önerilmesinde faydacı bir yaklaşımın izlerini buluyoruz: ulus-devletlerin azınlık haklarını tanıyan yaptırımlardan sürekli kaçtıkları gözlemi, yaptırımcı gücü yüksek bir üst kurumsal organın varlığını (federasyonu) azınlık haklarının garanti altına alınması ve tanınması için gerekli görüyor.[11]

Kısaca özetlemek gerekirse Héroud’un modeli, Avrupa’nın uyumlu birliğinin sağlanmasını bünyesinde barındırdığı etnik azınlıklara tanınacak özgürlüklerin doğuracağı barış ve istikrar ortamına endekslemektedir. Bunun yoluda etnik çoğulculuk ilkesine dayanan “etnik demokrasi” diye tanımladığı ve federalist oluşumu öngören yeni bir demokratik düzenden geçmektedir.

2. “KITASAL BİRLİK” MODELİ: EKONOMİK DİNAMİĞİN ROLÜ

Europe(s)[12] -Avrupa(lar)- adlı kitabında Jacques Attali, Avrupa’nın gelecekteki mimarisi için bir birine alternatif üç olası modeli eleştirdikten sonra “kıtasal birlik” diye adlandırdığı kendi modelini tanıtıyor.[13] Her biri göreceli bir öneme sahip bu modellerin hepsinin burada tanıtma olanağımız malesef yok. Kısa bir dipnotla yetinmek zorunda kalmamız bu modellerin önemini küçümsediğimiz anlamına gelmemelidir.

“Kıtasal Birlik” modelinin temel özelliği Avrupa coğrafyasına ait hiçbir ulusu Avrupa’nın inşâsı sürecinin dışında tutmamak. Zaten kalıcı bir birlikteliğin oluşması ancak dışlayıcı değil, kapsayıcı bütünleşme modelleri ile gerçekleşebilir. Bu yüzden Avrupa, kıtanın bütün ülkelerini kapsayacak “konfederal kurumlara” sahip olmalıdır. Bu modelde ilginç olan şu: AB, kendisine üye ülkelerle birlikte tek bir birim olarak ve her hangi diğer bir üye ülkenin sahip olacağı sıfatla oluşacak bu konfederal yapıda yerini alacak. Böyle bir mimari elbette, AB’nin genişleme stratejisinin önemini azaltabilir, ama AB’nin kendi entegrasyonunu güçlendirmesinin önünde bir engel olarak da görülmemelidir. “Kıtasal birlik” modeli kendi bünyesinde AB’ye sıradan bir üyelik sıfatı vermesine rağmen, AB’yi yine de Avrupa dinamizmin motoru olarak görüyor. Bu yüzden de AB, ekonomik, sosyal ve politik alandaki örneksel evrimini devam ettirmelidir.

“Kıtasal birlik” çerçevesinde Attali, kıtasal gelişmeyi global politik bir vizyon eksenine oturtacak bir “kıtasal ortak pazar”ın kurulmasını öneriyor.[14] Bu oluşum ortak tarifelerden sermaye, mal ve bireysel serbest dolaşım hakkına kadar birçok alanda kıtanın ekonomik regülasyonunun temel prensiplerini belirlemelidir. Attali’nin modeli Avrupa kıtasının ekonomik durumuna çok iyimser bir gözlemle yaklaşıyor: Avrupa güçlü ekonomik bir dinamiğe sahip ve bu dinamiğin “kıtasal ortak pazar” çerçevesinde değerlendirilmesi ve işletimi bütün bir Avrupa kıtası için son derece önemli bir gelişme faktörü olabilir. Burada model, hem AB’ye hem de onun dışında kalan diğer Avrupa ülkelerine aynı anda yararlı olabilecek ve ekonomik etkileşim temeline dayalı bir yeni ilişki biçimi öneriyor.[15]

“Kıtasal Birlik”in kurumsal öngörüsüne gelince, Attali’nin modeli Avrupa Konseyi’ne son derece önemli bir fonksiyon yüklüyor. Avrupa Konseyi “Kıtasal birlik” oluşumunun parlamentosuna yani anlaşmazlıkları çözmenin politik çerçevesine ve ortak politikaların belirleneceği bir kuruma dönüşmelidir. Kıtanın parlamentosu görevini üstlenecek Avrupa Konseyi’nin yürütme görevini ise “kıtanın birkaç ülkesinden oluşacak güvenlik konseyi” üstlenmeli.[16] Diğer taraftan model, Avrupa’nın savunma sorununu ilerideki bir sürece bırakıyor ve zamanla bir “kıtasal savunma kimliği”nin oluşabileceğini öngörüyor.[17] Örgütlenme biçimi nasıl olursa olsun, bu savunma örgütü Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) demokrasi, insan hakları, azınlık hakları ve anlaşmazlıkların çözümü konusundaki ilkelerini kendine kimlik edinmelidir.

Bu modelin en ilginç özelliği, çok kültürlü bir Avrupa fikrini kendine referans alıyor olmasıdır. Avrupa’nın gelecekteki mimarisi “dışlamaya karşı çok aidiyetliği” temel almalı ve “Avrupa artık kendini bir Hıristiyan kulübü olarak değil, İrlanda’dan Türkiye’ye, Portekiz’den Rusya’ya, Arnavutluk’tan İsveç’e kadar uzanan sınırsız bir alan olarak görmelidir.”[18]

3. “ÖZEKDEŞ HALKALAR” MODELİ

İlk kez Tugendhat tarafından ileri sürülen ve AB Komisyonu eski Başkanı Jacques Delors tarafından da destek gören Avrupa’nın geleceği için “özekdeş halkalar” projesi,[19] “değişken geometri” kavramını yapısal bir çerçeveye oturtuyor. “Değişken geometri” kavramı, AB bünyesinde giderilmesi güç farklılıkların varlığını kabul eden ve üye devletler arasında entegrasyon kapasitelerine göre belli bir ayrımı kalıcılaştıran farklılaşmış bir entegrasyon modeli anlamına gelmektedir.[20]

“Özekdeş halkalar” kavramı ise “sağlam bir topluluğun oluşturacağı bir çekirdek etrafında, farklı entegrasyon seviyeleri ve işbirliği bölgelerinin inşâsı“nı ifade etmektedir.[21] Bu tanım gereği AB, etrafı her biri farklı işbirliği biçimlerini ifade eden üç ayrı halkayla çevrilen bir çekirdek merkez olarak algılanıyor. Aşağıdaki tablo bu halkaların fazla ayrıntısına girmeden özet bir tanıtımını içermektedir.

4. “ANA ÇEKİRDEK” MODEL: İKİ VİTESLİ FEDERALİZM

Helmut Kohl’un etkileyici ideologlarından ve CDU-CSU Bundestag Parlamenter Grup Başkanı Wolfgang Schäuble tarafından formüle edilen “Avrupa politikası üzerine düşünceler” raporu resmî bir karakter taşımasa bile, Kohl hükümetinin Avrupa politikasının temel referanslarını belirliyen bir doküman olarak değerlendirildi Avrupa çevrelerinde.[22] AB’nin üye ülkeleri bünyesinde birçok tartışma doğuran bu rapor, AB’nin hızlı bir “genişleme” ve “derinleşme” sürecini aynı anda yürütmesinin zorunluluğuna işaret ediyor.

1) Genişleme: AB, Avrupa’daki değişimleri dikkate almalı ve “kıtanın doğu kısmı için de kalıcı bir düzenin” yaratılmasına aktif bir şekilde katkıda bulunmalıdır. Bu yüzden AB, genişleme stratejisinde önceliği Orta Avrupa ülkelerine vermelidir. AB’nin Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Slovenya gibi Orta Avrupa ülkelerine yönelik genişlemesini rapor, istikrarsızlığın bu bölgeye yeniden yerleşmesini engelleyecek bir unsur olarak görüyor. Aksi durumda bu bölgede başgösterecek bir istikrarsızlık “Almanya’yı Doğu ve Batı arasında zor bir durumla karşı karşıya” getirecektir.[23]

Rusya-AB ilişkilerinin geleceğine yönelik ise rapor, Rusya’nın AB’ye olası üyeliğinden söz etmeden iki birim arasında “partner” tipi bir ilişkinin kurulmasının önemine değinmekle yetiniyor.

2) Derinleşme: “Avrupa politikası üzerine düşünceler” raporunu kaleme alanlar AB’nin mevcut gidişatı konusunda son derece endişeliler. AB projesinin basit bir serbest değişim bölgesine dönüşmesi ve kendi bünyesindeki temel sorunları çözebilecek bir dinamikten yoksun kalabilmesi kendisini bekleyen en büyük tehlike olarak görülmektedir. AB’nin böylesi bir pozisyona düşmemesi için Alman Hıristiyan Demokratlar, Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve Luksemburg’un bir “ana çekirdek” yapı etrafinda bir araya gelip AB’nin kendi iç entegrasyonunu hızlandırmalarını öneriyorlar. Almanya ve Fransa’nın motor rol oynayacakları “ana çekirdek” grubun temel amacı ise, her alanda kendi ahengini güçlendirerek ortak dış politika ve güvenlik alanında entegrasyon sürecini hızlandırmak olarak tanımlanıyor.

Diğer üye ülkelerin “ana çekirdek” grubun dışında tutulmalarına, bazılarının (örneğin İngiltere) politik birliğe olan çekimserliği, bazılarının ise ekonomik durumlarının hızlı entegrasyon sürecini henüz kaldıracak durumda bulunmamaları neden olarak gösteriliyor. Fakat “ana çekirdek” grubun dışında bırakılan ülkeler “ana çekirdek” yapının uygulamaya koyduğu entegrasyon vitesini takip edebilecek duruma geldikleri an, bu gruba katılabilecekler. Böylece “ana çekirdek” başlıbaşına bir amaç değil, Wolfgang Schäuble’nin deyimi ile diğer üye ülkeler için bir “çekim alanı”[25] oluşturacak. Ve diğer taraftan da, “ana çekirdek” daha çok “AB’nin genişleme ve derinleşmesi gibi birbiriyle çelişkili amaçları bağdaştırabilecek bir araç” olacaktır.[26]

“Ana çekirdek” modeli AB’nin federal sisteme dönüşmesinin ve kurumsal reformlara gitmesinin zorunluluğuna işaret ediyor: a) AB kendisinin, üye devletlerin ve bünyesindeki bölgelerin yetkilerini yeniden tanımlıyacak ve belirleyecek bir “anayasal metni” bir an önce hazırlamalı. b) Demokratikleşme alanında, Avrupa Parlamentosu’nun yetkileri genişletilerek “Konsey ile aynı hukuki haklara sahip bir yasama organı”na dönüştürülmeli. Konsey ise “özellikle hükümetler arası alana ait diğer görevlerinin yanında bir ikinci meclis, yani devletler meclisi temel görevini üstlenmeli”. Böylece bütün kararlar, Konsey ve Avrupa Parlamentosu’nun onayını almış olacak. c) Avrupa Komisyonu ise bir yürütme organının sahip olması gereken yetkilerle donatılarak Avrupa hükümeti sıfatını almalı.[27]

Bu model, daha önceleri de farklı aralıklarla gündeme getirilen “çok vitesli Avrupa” (Europe à plusieurs vitesses)[28] kavramına belli bir yapı kazandırmayı amaçlıyor. Üye ülkelerin “yavaş vites” veya “hızlı vites”li entegrasyon süreci etrafında kümelenmelerini öngören bu model, bazı üye ülkelerin diğerlerine göre daha hızlı gidebilmesine olanak tanıyan çok vitesli entegrasyon sürecini tercih etmektedir. Alman Hıristiyan Demokratları’nın bu görüşü savunmalarındaki temel amaç bir taraftan Almanya’nın ısrarla arzuladığı bazı Orta Avrupa ülkelerinin AB’ye tam üye olmalarını kolaylastırabilmek, diğer taraftan da herhangi bir üye ülkenin “vetosunu kullanarak aralarında işbirliği ve entegrasyonu güçlendirmeyi amaçlayan diğer ülkelerin çabalarını bloke etmesini önlemek”[29] düşüncesidir.

5) “ÜÇ HALKALI BİRLİK” MODELİ: FEDERALİZMİN REDDİ

Alman Hıristiyan Partiler Birliği yöneticilerinin “Avrupa politikası üzerine düşünceler” raporunu kamuoyuna sunmalarından yaklaşık bir ay sonra, zamanın Fransız Başbakanı Edouard Balladur, Figaro gazetesi ile yaptığı bir söyleşide Avrupa entegrasyonu üzerine görüşlerini açıkladı.[30] Balladur’un “üç halkalı birlik” önerisi Avrupan’nın inşâsı hususunda Alman Hıristiyan Birlik partilerinin “ana çekirdek” projesine karşı Fransa’nın yanıtı şeklinde algılandı.

“Üç halkalı birlik” modeli a) Avrupa’da, AB’nin dikkate alması gereken konumsal bir çeşitlilik oluştuğu ve, b) AB’ye üye ülkeler arasında “artan bir şekilde çıkar farklılıklarının” beliriyor olması gibi iki temel gözlemden hareket ediyor. Birinci gözlem AB’nin genişlemesinin kaçınılmazlığına vurgu yaparken, ikincisi AB’nin kendi entegrasyon sürecini koruyup onu daha da ileri götürebilecek bir “ana merkez”in kurumlaştırılmasına işaret ediyor. Böylece “çok vitesli Avrupa” birliği pragmatik ve süreklilik arz eden bir tarzda gelişip ve genişleyerek ilerde “iki, belki de daha ileride sadece tek” bir Avrupa gerçeğine dönüşebilmelidir.[31]

Bu model biri merkezî ve diğer ikisi bunun etrafında kümelenmiş üç halkadan oluşuyor.

A) Birinci merkezî halka entegrasyonda “daha hızlı gitmek isteyen” ülkelerden oluşuyor. Bu merkezî vücut, çok daha iyi bir yapıya sahip ve işbirliğinin öngörüldüğü her alanda ortak kurallara tâbi olması gerekiyor. “Bütün üye devletler bu halkaya katılmaya davet edilmelidirler. Ne var ki, hepsinin bu davete olumlu bir yanıt verebilmesi çok az olasıdır.”[32] Bu yüzden, AB’ye üye ülkeler entegre politikaların tümünü benimseme gibi bir zorunlulukla karşı karşıya kalmamış olacaklar. Böylece merkezî halka, Fransız eski Başbakanı Alain Juppé’nin deyimiyle “güçlendirilmiş dayanışmalar” eksenine oturmuş ve hızlı entegrasyona endekslenmiş sınırlı ve homojen bir yapıya sahip olacaktır.[33]

B) İkinci halka, merkezî halkanın dışında kalan ve kazanılmış topluluk haklarının savunmasına angaje olmuş bütün diğer üye ülkeleri bünyesinde topluyor. Bu halka, AB’nin bir nevi temel yapısını oluşturacak ve aynı zamanda kamu hukuku ilkesi çerçevesinde güvenlik, dış politika, tarım vb. gibi birçok alanda ortak politikalara sahip olacak ve kendisini büyük bir pazar gibi algılayacak.

C) En geniş üçüncü halka ise, AB’ye girmek isteyen bütün ülkeleri bünyesinde barındıracak (örneğin Polonya, Macaristan, Malta, vb. ülkeler). AB bu halkada yeralan ülkeler ile diplomatik ve güvenlik alanında olabileceği gibi ekonomik ve ticari alanlarda da farklı ortak yapılanmalara gidebilecek. Türkiye ve AB arasında 1995 yılı sonunda başlatılan gümrük birliği bu gruptan bir üyenin AB ile tam üyeliğin ötesinde girebileceği ilişkiye bir örnek olarak gösterilebilir.

AB’nin “genişleme” sorununa yaklaşımı açısından bakıldığında Fransız modeli, Alman “ana çekirdek” modeli ile son derece ortak noktalara sahip olmasına rağmen, ondan, AB’nin “derinleşme”sine yönelik önerdiği kurumsal reformlar noktasında ayrılıyor. Alman modeli, AB’nin bütün bir yapısının yeni bir biçime dönüştürülmesine (federalizm) dikkat çekerken Fransız modeli, AB’nin mevcut yapısını koruyarak her alanda karar alma mekanizmalarını iyileştirmesi ve randımanını artırması gibi bir sorunla karşı karşıya olduğunu vurguluyor. Örneğin Komisyon’nun mevcut yapısı korunarak, sorumluluk ve yetki alanlarının daha da netleştirilmesi gerekiyor. Konsey’in bünyesinde ise “anlık oluşan çoğunluğun bütün bir sistemi bloke etmelerini engellemek için” “büyükler”in ağırlığının artırılmasını kaçınılmaz görüyor Fransız modeli.[34] Avrupa Parlamentosu, mevcut rolunu daha iyi yerine getirebilmesi için seçim modelini ve karar alma mekanizmaları sürecini iyileştirmek zorunda.

SONUÇ YERİNE

1989’da Berlin duvarının yıkılmasından sonra oluşan gerçeklik AB’yi çözmesi gereken iki önemli sorunla karşı karşıya getirdi: Genişleme ve derinleşme.

Yukarıda tanıtılan modeller açık veya saklı bir şekilde AB’nin genişleme sorunsalını bir taraftan belli bir Avrupa güvenlik konseptinin oluşturulması, diğer taraftan da, Avrupa’nın kültürel ve coğrafik tanımının belirlenmesi çerçevesinde ele alıyorlar. Bu kriterin önemini AB’nin Doğu Avrupa’ya doğru genişleme projesinde görebilmek mümkün. Jacques Attali’nin “kıtasal birlik” modeli hariç, güvenlik kriteri perspektifinden hareket ederek AB’nin genişlemesine kafa yoran diğer modeller Türkiye’ye genişleme treninde yer vermiyorlar. Zaten Türkiye NATO üyesi ve Avrupa’nın güvenlik sisteminde belli yükümlülüklere sahip. Üstelik Batı Avrupa Birliği’ne de (BAB) gözlemci bir statüyle katılıyor. Bu anlamda Türkiye’yi AB’nin genişleme projesine herhangi bir güvenlik endişesinden dolayı dahil etmek gibi bir zorunluluk belirmiyor modeller açısından. Körfez savaşında olduğu gibi bazı durumlarda Türkiye’nin Avrupa’nın güvenliği için ne kadar önemli olduğu vurgulansa bile, bu önem Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini zorunlu kılacak bir olgu olarak algılanmıyor.

Kültürel kriter açısından bakıldığında, gene Jacques Attali’nin “kıtasal birlik” modeli hariç diğer modeller Türkiye’nin adını bile anmıyor. Alman modelinin tasarlayıcısı Wolfgang Schäuble son derece açık bir şekilde Türkiye’nin Avrupa’daki yerini belirliyor: “Türkiye AB’nin tam üyesi olamaz. Türkiye ile ilişkilerde gümrük birliği gibi özel formüller bulmak lazım. Ama AB’ne kesinlikle entegre etmemek lazım. Eğer Türkiye’yi Birliğ’e dahil edersek yarın Rusya, İsrail hattâ Cezayir gibi ülkelerin üyelik başvurularını nasıl red edebiliriz. (...) Türkiye Avrupalıdır ama sadece Avrupalı değil.”[35] Aynı türden bir yaklaşımı biraz daha kapalı bir ifade ile Fransız modelin savunucusu Alain Juppé’de de görebiliriz: “Sözünü ettiğim Büyük Avrupa şüphesiz büyük olacak, yani genişleyecek ama bu Avrupa ‘eurasiatique’ kıtanın tümü ve onun Akdeniz çevresi olmayacak. 21. yüzyıl bu ilk zamanlarında netleştirmemiz gereken bir konsept varsa oda Birliğin coğrafyasının belirlenmesidir. Benim için harita yeterince açıktır.”[36]

Avrupa kimliği ve haritasını açıkça belirlemesinden dolayı, kimliksel ve kültürel kriter Héroud’un “etniler Avrupası” modelinde son derece önemli bir rol oynuyor. Bu konsept Rusya’yı ve bünyesindeki etnileri Avrupa kimliği ve haritasına dahil ederken Türkiye’ye bu haritada yer vermiyor.

Kültürel ve kimliksel yaklaşımlar Türkiye’nin Avrupa’daki olası yerine son derece kuşkuyla bakıyorlar. Bu bağlamda, modellerin Avrupa’yı bir “Hıristiyan klübü” olarak algıladıkları ve Türklerin’de “Avrupa bizi Müslüman olduğumuz için almıyor” şeklinde özetledikleri sava ilk bakışta belli bir haklılık payı verilebilir. AB’nin kültürel kimliğinin Hıristiyan gelenek üzerinden şekillendiğini inkâr etmek elbette mümkün değil. Ne var ki, dinsel anlamda ortaklıkları da olsa AB’nin üye ulusları etnik, dilsel, geleneksel vb. farklılıklar üzerine kurulu ulusal kimliklerinden dolayı birbirlerine karşı kültürel farklılıklar göstermektedirler. Üstelik AB, Avrupa’nın savunduğu evrenselliğin kendi içinde kültürel çoğulculuğu barındırdığını ve birliğin de bu çeşitlilik üzerine kurulduğunu her fırsatta ifade etmektedir. Bu yüzdendir ki, “çeşitlilik içinde birlik” teorisi Jacques Dellors’dan üye devlet başkanlarına kadar geniş bir yelpazede kabul bulmaktadır. Bu anlamda, Türkiye’nin AB’nin dışında tutulmak istenmesini kültürün bileşkenlerinden sadece biri olan dinsel farklılıkta aramak son derece eksik kalmaz mı?

Bu konuda, yani Türkiye’nin Müslüman kimliğinin AB’ye tam üyeliğine bir engel teşkil edip etmeyeceği konusunda, Avrupa kamuoyunda da tam bir netlik yok. AB bünyesinde kamuoyu araştırmaları yapan Euro-barometre dergisinin, 1993’te üye ülkelerde yaptığı kamuoyu araştırmasında, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği konusunda da bir soru sormuş. Ankete katılan Avrupalılar’dan yüzde 52’si Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı görüş belirtiyor.[37] Diğer taraftan, bir başka ankette “başka kültüre ait birisinden sözedildiğinde aklınıza kim geliyor?” sorusuna ankete katılan Almanlar’ın yüzde 24’ü Hollandalılar’ın ise yüzde 40’ı “Türkler” diye yanıtlıyor.[38] Eğer kültürel farklılık kriterinden hareket edersek, bizi kendi kültürlerinden (Avrupa kültürü diye okuyalım) saymama oranının Almanlar’a göre daha yüksek olduğu Hollandalılar’da Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı olma oranı Almanlar’a göre daha fazla olması gerekmiyor mu? Oysa durum tam tersi: 1993 anketi sonuçlarına göre Almanlar’ın yüzde 53’ü Hollandalılar’ın ise yüzde 43’ü Türkiye’nin tam üyeliğine karşı olduklarını belirtiyorlar. Ankete katılan ve “Müslüman” olduğunu belirtenlerin yanıtı ise genel eğilimden çok farklı değil; yüzde 43 karşı görüşe karşın Müslümanlar’ın sadece yüzde 57’si Türkiye’nin AB’ye tam üye olabilirliğini kabul ediyor. Şu bir gerçek ki, yüzde 43’lük bu Müslüman “hayırları” dinsel motivasyondan hareket ederek anlayamayız; Avrupalı Müslüman da olunsa Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini onaylamamanın başka nedenleri de olsa gerek. Ortodoks dininden olup Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı çıkanların oranı yüzde 85. Avrupa Birliği’ndeki ortodoks grubu genellikle Yunanlılar’ın oluşturduğunu düşünürsek karşı çıkışın nedenleri herkes tarafından kolaylıkla tahmin edilecek kadar açıktır; kronikleşmiş Türk-Yunan anlaşmazlığının Yunan toplumundaki etkileri. Hıristiyanların görüşü de pek mucize arz etmiyor: Protestanlar tam ikiye bölünürken (49.5 evete karşı 50.5 hayır) Katolikler’in yüzde 53’ü Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinden yana görüş belirtiyor. Bu durumda Avrupa kamuoyunda Türkiye’ye karşı net bir “karşı görüş”ün olmadığı tam tersine bir “kabullülük” durumunun varlığından bile söz edilebilinir. Buradan kültürel kriterin tek başına Türkiye-AB ilişkilerini açıklamakta eksik kaldığı ileri sürülebilinir. Böylece, AB’nin Türkiye’ye karşı kültürel ayrımcılık yaptığı savını savunalım ya da savunmayalım kendimize şu soruyu mutlaka sormalıyız: AB sadece bir Hıristiyan kulübü müdür? Hayır, değildir. Gerek bütün Avrupa entegrasyon modellerinin gerekse de AB’nin kendi evriminin altını çizdiği olgu onun ekonomik (liberal ekonomi kulübü), kültürel (kültürel çeşitlilik kulübü) ve bir politik proje (demokrasi kulübü) olduğudur. Bu iddialar kendi içinde eleştirilebilecek birçok noktayı barındırsa bile, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin bugünü ve geleceği üzerine eğilen her düşünce kaçınılmaz olarak bu üç boyutu irdelemek zorundadır. Türkiye’nin bugünkü durumu bu üç boyutlu analiz ölçeğine yatırıldığında onun AB projesine uzaklığı ve yakınlığı hakkında sanırım daha objektif bir fikire sahip olunur.[39]

Modellerin çoğu derinleşme stratejisini “farklılaşmış entegrasyon” kavramı çerçevesine oturtmaktadır. Zaten AB’nin bugünkü mevcut işleyişinde bu türden bir şekillenme görülmektedir. Sadece birtakım somut ekonomik problemlerinden dolayı değil bazı ülkeler, entegrasyonda daha hızlı gitmek isteyen ülkere ne pahasına olursa olsun katılmayı politik olarak da doğru bulmuyorlar. Bu anlamda üye ülkeler bünyesinde, özellikle de Fransa ve Almanya’da, “farklılaşmış entegrasyon” konsepti ve bunun doğal bir sonucu olan “çok vitesli Avrupa” oluşumu göreceli bir kabul görmüş durumda. Sorun bu gerçekliğe en iyi cevap verecek politik oluşumun yaratılması sorunudur. Bu noktada üye ülkeler arasında henüz her hangi bir konsensus bulunamadığı gibi son derece büyük farklılıklar da gözlenmektedir. Almanya’nın federal yapılanma önerisine karşı Fransızlar konfederasyon fikrinde ısrarlılar. Önerilen uluslar üstü (trans-national) yapılanmanın alacağı biçim nasıl olursa olsun, üye ülkelerin eğemenlik alanını sınırlandıracağı için özellikle küçük çaplı ve daha milliyetçi üye devletlerin direnişiyle karşılaşmaktadır. Üzerinde hemfikir olunan bir nokta varsa o da AB’nin, tüm kurumlarında ve karar alma mekanızmalarında demokratik işleyişini iyileştirmesidir. Daha da esaslı bir görev olarak, AB’nin kendi bünyesinde ki demokrasi açığını bir an önce gidermesine işaret edilmektedir.

Aslında AB’nin derinleşme sorunsalı iki yönlü bir iktidar hareketinin işaretini vermektedir: birinci yön, üye ulusal devletlerin birtakım yetkilerinin oluşacak merkezi uluslar-üstü yapıya devrini zorunlu kılan yukarıya doğru bir hareket; ikinci yön ise, ulusal devletlerin kendi bünyelerinde iktidarın aşağıya doğru, yani bölgesel özerk yapılara paylaştırılmasını öngörmektedir. Bu ikinci hareket üye ulus ülkelerde yerel, katılımcı demokrasiyi kurmayı veya yaygınlaştırmayı amaçlamaktadır.

Eğer Türkiye AB’nin gelecekteki yapılanmasına entegre olmayı ulusal bir proje ve hedef olarak belirliyorsa, AB’nin genişleme stratejisinde diğer boyutların yanında (ekonomik, politik, güvenlik vb.) sınırlı ama inkâr edilmeyen bir rol oynayan kültürel kritere, ama sadece bu kritere takılıp kalmamalıdır.[40] Nitekim, AB’nin aynı zamanda iktidarın ulusal devletlerde yoğunlaşmasından öteye bir başka türlü paylaşımını da öngören bir politik proje olduğunu kendi iç derinleşmesini düşünürken anlamak mümkün. Bu anlamda, AB entegrasyon trenine katılmak isteyen bir ülke, AB’nin derinleşme stratejilerinde beliren toplumsal tasarımla da hemfikir olup olup olmayacağını düşünmek zorundadır. Sonuçta Avrupa entegrasyonu Türkiye için köklü yapısal reforumları zorunlu kılan birçok bahsi ifade etmektedir. Sorun bu bahisleri gerekleştirmeye devletçe ve toplumca hazır olup olmadığımızdır?

[1] Eldeki bu metin, 1995 yılı sonunda Cenevre Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine sunduğum AB-Türkiye ilişkilerini konu eden master tezinin birinci bölümünün son derece kısaltılmış bir versiyonudur. Bu yüzden gözlemlenebilecek birtakım içeriksel kopukluklardan dolayı okurlardan beni bağışlamalarını isteyeceğim.

[2] Bkz. Bernard Voyenne, Histoire de l’idée europenne, Payot, Paris: 1964.

[3] Bkz. AB Komisyon Başkanı Jacques Santer ile ilgili yazı, Milliyet, 31 Ocak 1995.

[4] Guy Héroud’un Etniler Avrupası modelini Avrupa’nın geleceğine entellektüel cepheden kültürel bir yaklaşım sergilemesi, Jacques Attali’nin modeli ise gerek ekonomik bir yaklaşımı öne çıkarması gerekse de görüşlerinin Avrupa Kalkınma Bankası eski Genel Müdürü olmasından dolayı belli bir teknokratik yaklaşım içermesi ve son olarak da Alman ve Fransızlar’ın AB’nin zaman zaman birbirlerine son derece ters düşen iki ateşli savunucuları ve yönlendiricileri olmalarından dolayı seçtik. Buna rağmen seçimimiz yine de keyfi kalmaktadır. Böylece, bu modellerin beş değil daha az veya daha çok olabileceği yönünde yapılabilecek her türlü eleştiri son derece haklıdır.

[5] Bu kavramlar bazı sosyal ve çevresel argümanlarla da beslenerek Avrupa’nın geleceği konusunda belli bir modelsel yapı oluşturamamış alternatif eleştirel düşünceler tarafından da zaman zaman ifade edilmektedirler. Bu çevrelere AB fikrine başından beri uzak duran ve onun ˆzellikle de ekonomik karekterini eleştirmeği öne çıkaran Marksist sol politik çevreleri de katabiliriz.

[6] Guy Héroud, L’Europe des Ethnies, (3. baskı), Bruxelles, Bruylent, Paris: L.G.D.J., 1993.

[7] Ne var ki Héroud, çogunluğun azınlıkların kendi kaderlerini tayin etme hakkını öngören referandumun sonucunu olumsuzlaştırdığı olası bir durumda, barış ve istikrarın nasıl gerçekleşebileceği sorusunu yanıtsız bırakıyor.

[8] A.g.e., s. 187.

[9] A.g.e., s. 199.

[10] A.g.e., s. 199.

[11] Bu gözleme katılmamak mümkün değil. Zira, Avrupa’da azınlık haklarının korunmasını amaçlayan Avrupa Konseyi’nin 1992 de kabul ettiği “Avrupa azınlık ve bölge dilleri bildirgesi” üye ulus-devletlerin direnişiyle karşılaşıyor.

[12] Jacques Attali, Europe(s), Fayard, Paris: 1994.

[13] Bu üç model ve temel öngörüleri şunlardır : a) Avrupa Federal Birliği fikri: AB’nin genişlemeden Maastricht Antlaşması’nı uygulamaya koymasına işaret ederken; b) Avrupa Konfederal Bölge senaryosu AB’nin büyük bir pazar olmayı amaçlayarak yakın komşu ülkelerine doğru genişlemesini önermektedir; c) Avrupa-Atlantik (euro-atlantique) şeklinde isimlendirilen üçüncü senaryo ise AB’nin, ortak ekonomik, politik ve kültürel alan çerçevesinde, Kuzey Amerika ile kademeli bir şekilde entegrasyona gitmesini savunmakta. Bkz. a.g.e., s.181-192.

[14] A.g.e., s.193.

[15] A.g.e., s.194.

[16] A.g.e., s.195.

[17] Avrupa’da Bosna, Kosova vb. gibi etnik uyuşmazlıkların ve istikrarsızlıkların varlığının yanında, ABD’nin Avrupa güvenliği konusunda gösterdiği yükümsüzlük eğilimi Avrupa’yı kendine özgü bir savunma kimliği arayışına sürükledi. AB’nin Batı Avrupa Birliği Örgütü’nü kurmasıda bu yönde atılan bir adım olarak algılanmalıdır.

[18] A.g.e., s.196.

[19] Daha ayrıntılı bilgi için bkz. C. Tugendhat, “How to get Europe moving again”, International Affaires, 1985, 61, s. 421-429. ; M. Telò “L’élargissement et la construction européenne”, L’Union européenne et les défis de l’élargissement içinde,. M. Telò (der), Bruxelles: Etudes europennes, 1994, s. 7-38.

[20] AB’nin mevcut işleyişinde, ”değişken geometri” usulü bir birliğe doğru eğilim gözlenmektedir. Schengen antlaşmaları ve “Euro” ya 15 üyeden 11’nin katılması bu eğiliminin pratik örneklerini oluşturmaktadır. Sosyal politika, göç politikası hattâ ortak güvenlik politikası alanlarında ”değişken geometri” eğiliminin dahada güçlenmesi olasıdır.

[21] Telò, a.g.e., s. 12.

[22] Bu metinde yapılan alıntılar raporun fransızca versiyonundan alınmıştır. Bkz. Futuribles, s. 193, Aralık 1994, s. 29-39.

[23] Futuribles, a.g.y. s. 31.

[24] EFTA üyesi Avusturya,İsveç ve Finlandiya EEE sayesinde AB ile geliştirilmiş ve güçlendirilmiş ilişkilere sahip olmalarına rağmen AB’ye tam üye olmak gibi bir tercih yapmak zorunda kaldılar. Bu ülkeler için tam üyeliğin tek altarnatif olarak belirmesinde bize göre, dieğer nedenlerin yanında, şu iki neden belirleyici olmuştur : a) EFTA’nın bu üç ülkesi ( ısviçre’nin aksine) EEE yi AB’ye tam üyeliğin yerine geçebilecek bir alternatif olarak görmediler ; b) EEE karar alma mekanizmaları sürecinde büyük bir eşitsizlik doğurdu : EFTA ülkeleri oluşum süreçlerine katılmadıkları AB kararlarını olduğu gibi kabul etmek gibi bir zorunlulukla karşı karşıya kaldılar.

[25] Le Monde, 10 Eylül 1994.

[26] Futuribles, a.g.y. s. 35.

[27] A.g.y. s. 32.

[28] Bu kavram farklılaşmış entegrasyon modelini ifade etmektedir. Başka bir deyimle, tanımlanmış ortak amaçların gerçekleştirilmesi işi daha hızlı ileriye gitmekte istekli ve iradeli üye ülkelere bırakılırken, diğer ülkelerin ilerde bu gruba katılımlarının mümkün olabileceği vurgulanıyor.

[29] Futuribles, a.g.y. s. 33.

[30] Bkz. Figaro, 30 Ağustos 1994. Balladur 1990 yılında Fayard yayınevi tarafından yayımlanan Douze lettres aux Français trop tranquilles adlı kitabında Avrupa üzerine önerilerinin ana hatlarını belirlemişti. Burada, haklı olarak, sağ eğilimli Balladur’un görüşlerinin Fransa’nın bugünkü sol hükümetinin AB politikalarının eğilimlerini ne derece temsil edebileceği sorusu sorulabilir. Ne var ki, AB’ye üye ülkelerin Avrupa politikaları politik partilerin sağ-sol ideolojik eğilimlerden çok ulusal konsensüsün izlerini yansıtır. Bu yüzden üye ülkelerdeki hükümet değişiklikleri birtakım ayrıntıların altını çizseler de ülkelerinin mevcut Avrupa politikalarında ciddi kopuşlara neden olmuyor.

[31] Figaro, 30 Ağustos 1994.

[32] A.g.m.

[33] Bkz. Alain Juppé’nin “Repenser l’Europe” adlı makalesine, Le Monde, 18 kasım 1994.

[34] A.g.m.

[35] Alıntıyı yapan Faruk Şen, bkz., “Nichts gegen Muslime!”, Die Zeit, 3 Şubat 1995.

[36] Alain Juppé, a.g.m.

[37] Kamuoyu araştırmasında sorulan soru şu “aşağıdaki her bir ülke için, yakın bir gelecekte, Avrupa Topluluğuna katılmasına kaşı veya taraftar mısınız?” On iki üye ülkeden beşinin aleyhteki oranı AB ortalamasının üstünde; bunlar sırası ile Yünanistan (88%), Fransa (69%),Lüksemburg (66), Danımarka (55%) ve Allmanya (53%). Diğer taraftan İtalyanların yüzde 51i, İspanya ve Hollandalılar’ın yüzde 43’ü, İngilizler’in yüzde 38i, Portekizliler’in yüzde 29u ve İrlandalılar’ın ise sadece yüzde 28 Türkiye’’nin AB’ye tam üyelığine karşılar. Elbette görüşler de değişiyor. Bugün yapılacak bir kamuoyu arştırmasında lehte olabileceği gibi aleyhtede belli oynamalar olacaktır. Bkz. Euro-Baromètre 1993.

[38] Euro-baromètre, spécial racisme et xénophobie, 1989, s.. 40.

[39] Şöyle bir iddiada bulunmak sanırım pek abartılı olmaz : Bugün Türkiye AB’ye yakınlık pozisyonu itibariyle 1987’de tam üyelik başvurusu yaptığı dönemdeki yerine göre pek ileri bir noktada bulunmuyor. İnsan hakları, demokrasi ve ekonomik alandaki engeller hâlâ devam etmektedir. 10 yılı aşkın bir süredir politik gündemden hiç düşmeyen AB’ye tam üyelik konusu ulusal strateji ve vizyonsuzluktan dolayı sadece iç politikanın dar alanına sıkışıp kalmıştır.

[40] Burada tartışılması bir dipnotla vurgulanamayacak kadar önemli olan politik kimliğimizin, kültürümüzün de AB’ye entegrasyonu zorlaştıran özelliğe sahip olduğunu belirtmekte yarar var. AB ve üye ülkeleri, sorunlara ve anlaşmazlıklara yaklaşım yöntemi olarak barışçıl yaklaşımı ve çözüm araçları olarakta diyalog ve konsensus arayışlarını öne çıkarmaktadır. Avrupa Konseyi böyle bir politik kültürün kurumsal yapısını oluşturmaktadır. Türkiye’nin bu kurumdan birkaç yıl önce atılma tehlikesi ile karşı karşıya gelmesi son derece düşündürücüdür. Diğer taraftan Türkiye’nin Kürt sorununun çözümü konusunda askeri-şiddet yöntemlerinde hâlâ ısrarlı oluşu Türkiye’nin AB’nin politik kültüründen ne kadar uzakta durduğuna verilebilecek sayısız örneklerden sadece birisidir.


http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5097/avrupa-entegrasyon-modelleri#.WlxcnK5l8dU

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 6

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 6



Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne Aday Üye İlan Edilmesi Şarttır,



Taner Akçam | (Sayı : 128 - Aralık 1999)

KAÇINILMAZ BİR DEPREM NOTU

Aşağıdaki makaleyi, Yeşiller Partisi olarak, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne resmen aday üye ilân edilmesi için yürüteceğimiz bir kampanya için Mayıs ayında yazmıştım. Avrupa Birliği’nin, Almanya’nın dönem başkanlığında, Köln’de yapılan son toplantısında Türkiye’nin Aday Üyeliği için yapılan girişim sonuçsuz kalmıştı. Genel hava “olumsuz” idi. Deprem, birçok şey gibi, bu konuda da ciddi bir dönüşüme yolaçtı. Artık Helsinki’de, Aday Üyelik kararının çıkması, bir aksilik olmazsa, “kesin” gibi. “Türkiye aleyhine olan hava” bütünüyle dağılmış gözüküyor. Fakat bu durum kimseyi aldatmamalı. Çünkü, Türkiye-Avrupa ilişkilerinde asıl tartışma bundan sonra başlayacak.

Helsinki’den çıkması muhtemel “olumlu” karar, Avrupa’nın, Türkiye’ye yönelik politikalarında ciddi bir dönüm noktası anlamına geliyor. Bu “dönüşü”, deprem sonuçlarına bağlamak elbette doğru değil. En genel hatlarıyla söylemek gerekirse, Avrupa, Türkiye’ye yönelik, esasları ABD tarafından çizilen politikayı, ayak sürüyerek de olsa, kabul etmişe benziyor.

Günlük politik gelişmelerin, diplomatik hesapların dışında cevap vermemiz gereken bir ana soru var: Büyük devletlerin politik hesapları dışında, Türkiye’nin AB üyeliği doğru mudur? Hangi nedenlerle böyle bir üyelikten yana tavır almak, hangi nedenlerle buna karşı çıkmak gerekir?

Ben, Avrupa’yı ve Avrupa Birliği üyeliğini, Türkiye’nin toplumsal demokratikleşmesinin, olmazsa olmaz şartlarından birisi olarak görenlerdenim. Türkiye’nin, Avrupa dışında bir arayışa girmesinin, demokratik olmayan seçenekleri tercih etmesi anlamına geleceğini savunuyorum. Bu yazıda, bugüne kadar Türkiye-AB ilişkilerinin genel bir dökümünü yapmanın ötesinde, demokratikleşme için Avrupa’nın niçin “olmazsa olmaz” olduğunu göstermeye çalışacağım.

GİRİŞ

Türkiye-Avrupa ilişkileri önemli bir dönüm noktasına girdi. Bugüne kadar, tarafların “birbirleri hakkında gerçek kanaatlerini söylememe” üzerine oturan ilişki tarzı değişti. Düşüncelerin ve beklentilerin daha açık ve net dile getirileceği bir dönemi yaşıyoruz. Türkiye gerçekten Avrupa Birliğinin üyesi olmak; Avrupa gerçekten Türkiye’yi bir üyesi olarak görmek istiyor mu? Bu soruların cevabı önümüzdeki aylarda daha net olarak verilecek.

Şu anda, Türkiye ile Avrupa arasındaki ilişkiler, ne kadar olumlu gözükürse gözüksün, aslında durumun oldukça kaygı verici olduğunu düşünüyorum. Çünkü, zihniyet dünyamızın köşe taşları esas olarak, tarafların birbirini “karşıt görmesi”; “öteki” olarak değerlendirmesi ekseninde kurulmuştur. Bunu, Avrupa’da tartışmalarda kullanılan “Türkiye” kelimesine yüklenen anlamdan ve Türkiye’de “Avrupa” kavramının kullanılış tarzından çıkarmak mümkündür. Gerek Türkiye’de “Avrupa”dan bahsedilişin biçimi ve içeriği; gerekse Avrupa’daki tartışmalarda kullanılan “Türkiye”, Avrupa ve Türkiye gerçekliklerini anlatmaktan çok uzak.

Türkiye’de, “Avrupa” homojen bir bütün olarak ele alınıyor ve “olumsuz karşı taraf” olarak kullanılıyor. Aynı şeyi Avrupa açısından da gözlemek mümkün. Tartışmalarda kullanılan “Avrupa” ve “Türkiye”, tarafların kendi “kollektif kimliklerini” tanımlayabilmeleri için ihtiyaç duydukları “olumsuz öteki”nin yerini doldurmak için kurulan “öteki”dir. Tarafların birbirlerini bu tarzda ele almalarının üzerine sıhhatlı bir gelecek kurabileceklerini zannetmiyorum.

Kafalarda yaratılan “öteki”nin ne gerçek Avrupa ile ne de gerçek Türkiye ile fazla bir ilgisinin olması önemli değildir. Çünkü, her iki taraf da, kendi ihtiyaçları olarak ürettikleri “öteki”ni, birbirleriyle ilişkilerini belirleyecek “gerçeklik” olarak görmekte ve algılamaktadırlar. Birbirleriyle bu tür bir ilişki kurma tarzı, tarafların aslında birbirleriyle ilişkilerini geliştirme ve derinleştirme niyetinde olmadıkları biçiminde de yorumlanabilir. Mevcut söylem, aradaki ilişkileri her an dondurmaya ve birbirlerini dışlamaya daha uygundur.

Çünkü ana kaygım ve endişem şudur ki; ne Türkiye yönetici eliti, Avrupa Birliği’nin üyesi olmak için özel bir çaba içindedir ne de Avrupa karar mercileri, Türkiye’nin giderek Avrupa dışına düşecek olması karşısında özel bir endişe içindedirler. Şu anda, “olumlu” gözüken politik hava, kendisine uygun bir dil, buna uygun bir zihniyet dünyası yaratmamıştır. Daha çok ABD’nin de bastırmasıyla ortaya çıkan bu tablo, kendisine uygun bir “atmosferi” henüz yaratmamıştır. Mevcut zihniyet dünyaları ise, söylediğim gibi, birleşmeye değil, “dışlamaya” daha uygundur.

Bu durum, Türkiye-Avrupa ilişkileri konusunda “birleşmeden” yana olan çevreler için ciddi bir “zorluk” ve sorun olarak görülmek durumundadır. Bu satırların yazarının da kendisini bir üyesi saydığı bu çevrelerdeki egemen kanı son derece açık ve basit bir tespite dayanmaktadır: Türkiye’de, başta demokrasi ve insan hakları olmak üzere (Kürt sorunu da bunun bir parçasıdır) var olan sorunların çözümü Avrupa ile bütünleşmekten geçmektedir. Türkiye’de demokratikleşme ancak ve ancak Avrupa bağlantısı ile mümkündür. Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli azınlıkların sorunları da gerçek anlamda Türkiye’nin Avrupa Birliğine dahil edilmesiyle aşılabilir.

Ayrıca, kıta Avrupa’sında istikrar ve barış, Avrupa Birliğinin Güneydoğu Avrupa’ya genişlemesiyle tesis edilebilir. Yugoslavya’da yaşanan sorunların, Kıbrıs, Yunanistan-Türkiye arasındaki sorunlar ve Kürt sorunu ekseninde daha da güneye doğru kayması ancak ve ancak bölgedeki ilişkilerin Avrupalılaştırılması ile engellenebilir. Türkiye’nin dışlanması üzerine oturtulacak politikalar, gerek Avrupa’da gerek bölgede yeni istikrarsızlık ve yeni sorunlar yaratmaktan başka bir anlam taşımayacaktır.

Hem Avrupa ülkelerinde yaşayan başta Türk ve Kürt olmak üzere Türkiye kökenli azınlıkların varlığı nedeniyle; hem Güneydoğu Avrupa’da güvenlik ve barışı sağlamanın; hem de Türkiye açısından demokratik ilişkilerin egemen hale getirilmesinin en kolay ve en basit yolu Türkiye’nin Avrupa Birliğine dahil edilmesidir. Bölgede çatışmaların sivil çözüm yolları geliştirilmeden ve silahsızlandırma hayata geçirilmeden, yani bölgedeki ilişkiler Avrupalılaştırılmadan, yukarıda sayılan sorunların ciddi olarak çözümü mümkün değildir. Bu nedenle, Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonunu hem Avrupalı olarak Avrupa için, hem de Türkiyeli olarak Türkiye için savunmalıyız.

TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİNİ BELİRLEYECEK İKİ ÖNEMLİ FAKTÖR

Türkiye’nin AB’ye aday üyeliği meselesi Aralık ayında Helsinki’de karara bağlanacak. Türkiye-AB ilişkilerinin özel boyutunun yanısıra, karar iki önemli gelişmenin ışığında şekillenecek. Birincisi, Balkan Paktı çerçevesinde Avrupa Birliği, artık Güneydoğu Avrupa’ya genişlemesinin kaçınılmaz hale geldiğini görmektedir. Kosova ile birlikte Avrupa’nın, bölgede yıllarca askerî, politik ve idari olarak “hazır” bulunmak zorunda olduğu bir süreç başlamıştır. Yugoslavya’nın parçalanması süreci ile başlayan Kosova ile noktalanan gelişmeler, bir ölçüde Avrupa’nın izlediği “yanlış politikalar”ın veya daha doğru bir deyişle bölgeye yönelik politik bir perspektife sahip olmamasının da ürünüydü. Bugüne kadar, bölgede ortaya çıkan çatışmalara isteksiz ve sonradan ayak süreyerek müdahale eden ve herhangi bir bütünlüklü programa sahip olmayan Avrupa, kendisi açısından da sürekli istikrarsızlık anlamına gelecek bir kuyunun içine düştüğünü yavaş da olsa görmeye başlamıştır.

Bu “politikasızlığın” bir sonucu olarak, aksi yönde yapılan tüm politik niyet açıklamalarına rağmen, katliam ve etnik temizlikler engellenemedi ve sonuçta daha saf etnik temelli devletlerin kurulmasına hizmet eden politik bir çizgi ortaya çıktı. Etnik aidiyetin, siyasî örgütlenmede esas alınmasını teşvik eden böylesi bir çizginin bedeli ise, katliamlar, sürgünler ve savaşlardan başka bir şey olmadı. Kosova’nın, Yugoslavya devlet bütünlüğü içinde ne kadar kalabileceği ise gerçekten bir soru işaretidir.

Gelinen noktada, yapılan hataların tekrar etmemenin, “daha saf etnik” temelli yeni ulus-devletlerin ortaya çıkması sonucunu doğuracak yeni sınır kavgaları, katliam ve sürgünleri engellemenin yolunun, bölgedeki ilişkilerin Avrupalılaştırılmasından geçtiği artık kabul görmüşe benziyor. Balkan Paktı bu sürecin bir başlangıcıdır. Şimdilik Balkanlarda istikrarı sağlamak amacıyla sınırlı olarak başlatılan bu girişimin, kısa sürede bölge devletlerinin daha hızlı bir biçimde, belki de Doğu Avrupa ülkeleri ile paralel olarak Avrupa’ya dahil edimesi projesine dönüşeceğini görmek şaşırtıcı olmamalıdır. Türkiye, Avrupa Birliğinin Güneydoğu’ya doğru genişlemesindeki en kilit ülkedir. Bu nedenle bu sorun, önceki dönemlerden çok daha fazla Avrupa’yı uğraştıracaktır.

İkincisi, Türkiye’de yaşanan gelişmelerdir. Türkiye bir yol ayrımındadır. 21. yüzyıla girerken, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasını sağlayan iç ve dış koşulların, esas olarak değişmiş olduğunu söyleyebiliriz. Cumhuriyet’in üç önemli paradigma üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz: a) Büyük devletlerin Anadolu’yu kendi aralarında paylaşım planları, b) Osmanlı Devletinin Pan-Turanist, Pan-İslâmist hayalleri c) Sovyet devrimi. Osmanlı-Türk yönetici elitinin ana hedefi, etnik-din kardeşliği temelinde İmparatorluğu doğuya doğru genişletmekti. Türkiye’nin bugünkü sınırlarını tanımlamak için kullanılan Misak-i Milli kavramı ve Cumhuriyet Devleti fikri, Cihan Harbinde alınan ağır yenilgi ve pancı hayallerin çökmesi üzerine, Anadolu’nun paylaşım planlarına karşı ortaya çıkmıştı.

Fakat, Ermeni soykırımı ile yıkıcılığının tepe noktasına ulaşan, etnik ve dinsel homojenliği esas alan “büyük bir İmparatorluk ve büyük güç olma” fantezilerinin terkedilerek, tanımı devletin sınırları ve vatandaşlarıyla belirlenen politik ulus-devlet anlayışına geçiş olarak adlandırılabilecek bu dönüşüm, ilkesel bir tercihin ürünü olmaktan çok, pratik bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Bölgedeki sınırlar, büyük ölçüde genç Cumhuriyet ile Sovyetler’in anlaşması ile belirlendi. Sovyetler’in dağılması, kuruluş yıllarında bir kenara bırakılan “büyük güç olma fantezilerini” yeniden gündeme soktu.

Dünyada ve bölgede oluşmaya başlayan “yeni dengelere” bağlı olarak, Türkiye, kendisinin bölgede ve dünyada işgâl ettiği yeri yeniden tanımlamak zorunluluğu ile karşı karşıya. Ya, “Misak-ı Milli” ve “Cumhuriyet” fikirleriyle belirlenen devlet anlayışına gerçekten sahip çıkılacak ya da yeniden “büyük güç fantezileri” içine yuvarlanılacak. Yeni bölge ve dünya düzeninde Türkiye açısından bunun anlamı, “güç faktörü” olmasının önünde bir engel olarak gördüğü Avrupa’dan kopmak ve etnik-din kardesliği temelini daha fazla öne çıkartan dış politik arayışlara yönelmektir. Pratikte bu, Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar bölgede etkin bir iktidar gücü olmanın yollarını aramak anlamına gelir. Azarbeycan, Çeçenistan, Özbekistan vb. gibi ülkelerde bugüne kadar uygulanan politikalara baktığımızda, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” sözleri sadece iş olsun diye söylenmemişe benziyor.

Türkiye’nin Avrupa tarafından şimdilik “dışlanmış“ olması, aksi yönde gösterilen duygusal tepkilere rağmen, Türkiye yönetici elitinin işini kolaylaştıran bir faktör oldu. Özellikle Lüksemburg kararları sonrası: “Türkiye’nin, Avrupa dışında başka stratejik bağlantılara, yeni arayışlara yönelmesi gerekir”, sözleri dillendirilmeye başlandı. Avrupa Birliğine üye olmak için ciddi olarak yapılması gerekenler üzerine düşünmek ve bu konuda çaba harcamak yerine, sanki bir “yükten kurtulmuş” olmanın tepkisi öne çıktı. Avrupa, Türkiye’de tarihî ve kültürel nedenlerden dolayı açık olarak söylenemeyen, dile getirilemeyen bazı özlemlerin ifade edilmesi için gerekli olan malzemeyi sunmuş gibidir. “Ne yapsak boşuna, nasıl olsa Avrupa bizi istemiyor” tezi, “büyük güç olma fantezilerinin” açık olarak ifade edilmesi için fırsat olarak kullanılıyor.

Dışlanmış olmanın “hayal kırıklığının” başını çeken, dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’ın, bu konuda açık konuşan ilk lider olması, Avrupa hakkındaki gerçek kanaatlerin ne olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Yılmaz, Temmuz 1999 başında, AB’ye girmek hedefinin kapanması gerektiğinden açık olarak sözetti. Ona göre, artık Avrupa perspektifi terkedilmeli, bunun dışında başka stratejik arayışlara yönelinmeliydi. Bu tür arayışların neler olacağından daha önemli olan nokta, hesap nasıl yapılırsa yapılsın, bu hesabın merkezinde, Balkanlardan Orta Asya’ya uzanan bölgede söz sahibi bir güç olmak mantığının yattığıdır. Dışa yönelik güç olma arayışlarının ülke içine yönelik anlamı, “demokrasi ve insan hakları” değil, “büyük güç olmanın gereklerini yerine getirmenin” öne çıkartılması olacaktır. Otoriter seçenek, “Avrupa’ya karşı” içe kapanmak, militarist-milliyetçi bir yapı bu dış tercihin içe yönelik ifadeleridir. Avrupa’dan uzaklaşmak bunun için de önemlidir. Ülkedeki demokratik hak ve özgürlüklere “güç“ olmanın türevi olarak bakılacaktır.

ARA SONUÇ: HER ŞEYDEN ÖNCE SINIRLAR SORUNU YENİDEN TANIMLANMALIDIR

Yugoslavya somut örneğinde yaşanan gelişmeler, Avrupa’yı, kendisini yeniden tanımlamak sorunu ile karşı karşıya getirmiştir. Bugüne kadar, iktisadî bir birlik olmayı başarmış Avrupa, hem politik bir birlik hem de bu politik birlikteliğe çimento hizmetini görecek kültürel kimlik olarak sınırlarını açık olarak yeniden tanımlamanın eşiğine gelmiştir. Türkiye’nin Avrupa’nın içine alınıp alınmayacağı doğrudan doğruya bu sınırların tesbit edilmesiyle ilgilidir. Türkiye açısından da benzeri bir durum sözkonusudur. 200 yıldır, Batılılaşmayı, “Avrupa Konseyi”nin üyesi olmayı önüne koymuş Türkiye, bu hedefi, ne kadar gerçekten istemiş olup olmadığının cevabını vermenin eşiğine gelmiştir. Taraflar “sınırlarını” açık ve net olarak tanımlamak zorunluluğu ile karşı karşıyadırlar.

Fransız tarihçisi Braudel’in dediği gibi; “Sınırlar sorusu her şeyden önce gelir... tüm diğer şeyler buna bağlıdır. Herhangi bir şeye sınır çekmek demek, onun tanımlamak, anlamak ve onu yeniden inşa etmektir. Bunun da ötesinde, belli bir tarihî bakış açısını benimsemek demektir.”[1] Avrupa açısından bunun anlamı basittir: Sınırları İran’a kadar uzanan bir Avrupa düşünülüyor mu? Kollektif kimliğin tanımlanmasında kullanılan “Avrupa’nın ortak tarihî ve kültürü” söylemi, Müslüman bir ülke sayılan Türkiye’nin varlığı ile nasıl bağdaşacaktır? Açıkça görmek zorundayız ki, Türkiye’nin Avrupa’ya dahil edilme perspektifi, Avrupa’nın sınırlarını tarihsel, kültürel, sosyal anlamda sorun haline getirir. Avrupa’nın kendisi hakkında çok doğal olarak kabul ettiği bazı varsayımları, kanaatleri kuşkulu hale sokar.

Fakat bu aynı zamanda Avrupa’ya kendini sorgulaması ve geliştirmesinin imkânını da sunar. Çünkü Avrupa, tartışmasız kabul ettiği, doğal saydığı, kendisine has bazı özellikleri üzerine, Türkiye’nin üyeliği bağlamında yeniden düşünmek, kendisini eleştirel tarzda gözden geçirmek zorunda kalacaktır. Bu tartışmaların Avrupa’daki sivil-demokratik kültürü geliştirecek güçlü dinamikler taşıdığını görmek gerekiyor. Yani Türkiye’nin Avrupa entegrasyonu, Avrupa’nın kendi iç demokratikleşmesine; çok kültürlü, çok uluslu, çok dinli bir yapıya uygun demokratik toplumsal örgütlenmelerin sağlanabilmesine ve buna uygun bir politik kültürün yerleşmesine önemli katkılar yapacaktır.

Benzeri durum Türkiye açısından da geçerlidir. Türkiye, ya özgürlükleri garanti altında almış, Avrupa Birliği üyesi demokratik bir Cumhuriyet, ya da Balkanlar’dan Orta Asya’ya büyük güç olma hayalleri ve fantezileri içine yuvarlanmış, Avrupa’dan uzaklaşacak otoriter, askerî-bürokratik bir devlet olma tercihleri ile karşı karşıyadır.

BUGÜNE KADARKİ İLİŞKİLERİN BAZI KARAKTERİSTİKLERİ

Bugüne kadarki, Türkiye-AB ilişkileri esas olarak Soğuk Savaş döneminin ihtiyaçlarınca belirlendi. Bu, tarafların esas olarak “stratejik“ nedenlerle tercih ettiği bir ilişki tarzıydı. Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyeliği yönündeki tüm “aşk ilânlarına“ ve bu yönde atılmış gözüken adımlara rağmen, taraflar hiçbir biçimde bütünleşme ve entegrasyonu ciddi olarak düşünmediler. Ne Türkiye ciddi olarak AB üyeliğini önüne koydu, ne de AB bunu kendisi için bir hedef olarak gördü. Eğer Türkiye gerçekten AB üyeliğini düşünmüş olsaydı, şimdiye kadar “karnesindeki eksiklikleri” gidermek yolunda ciddi adımlar atardı. Eğer Avrupa böyle bir üyeliği ciddi olarak düşünmüş olsaydı, Türkiye’nin “eksikliklerini” onu kapı dışında tutmak için bir bahane olarak kullanmazdı.

Tüm bu dönem boyunca, birbirlerine duydukları stratejik ilgi nedeniyle, taraflar, birbirleri hakkındaki gerçek kanaatlerini hiçbir dönem açık olarak dile getirmediler. Söyledikleri şey, kastettikleri şey değildi.

Avrupa Açısından Durum;

Eğer Soğuk Savaş’ın ihtiyaçlarınca belirlenmiş Türkiye-Avrupa ilişkilerini tanımlamak gerekirse bunu; iki yönlü çifte standarta dayalı özel muamele olarak tanımlamak mümkündür. Çifte standarta dayalı özel muamelenin birinci yönü, NATO üyesi olan Türkiye’nin Batılı değer yargılarını ayaklar altına alan tutumlarına göz yummak biçiminde ortaya çıkmıştır. İnsan Hakları İhlalleri, askerî darbeler, farklı toplumsal kesimlere karşı açık şiddet uygulamalarına sadece göz yumulmakla kalınmamış, bu politikalar, Batı hükümetlerince esas olarak siyasî, iktisadî, askerî olarak da desteklenmiştir.

İkinci yön ise, Türkiye Avrupa’ya girmek istediğinde gündeme sokulmuştur. Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması ve kendilerinin de destekledikleri İnsan Hakları ihlâlleri onun Avrupa’ya alınmamasının bir nedeni olarak ileri sürülmüştür. Yani bu “özel muamele” sayesinde hem insan hakları ihlâllerine göz yumuldu hem de bu ihlaller, Türkiye’nin Avrupa’ya dahil edilmemesinin gerekçesi olarak ileri sürüldü. NATO üyesi olmak (bu göz yummanın nedenidir) ve kültürel fark (bu da dışlanması nedenidir) eksenine oturutulmuş bu “özel muamele” çizgisi bugüne kadar Türkiye’ye yönelik politikaları esas olarak belirledi ve hükümetler duruma göre birinden diğerine atladılar. “İnsan Hakları İhlâlleri“ ve “Kültürel Fark“, Avrupa’daki hükümetlerin muhafazakâr veya sol olmasına bağlı olarak birbirinin yerini ikame eder tarzda kullanıldı. Lüksemburg kararlarında, “kültürel fark”ın altı özel olarak çizildi.

Bugünlerde, “Ordu’nun siyasetteki belirleyici rolü, demokratik hukuk devleti ve insan hakları konusunda görülen eksiklikler” gibi nedenler öne çıkartılıyor. Oysa, 40 yıllık ilişki boyunca, başta Türkiye’de yapılan üç askerî darbe olmak üzere, insan hakları ihlâlleri desteklenmekle kalınmadı, AB doğrultusunda önemli anlaşmaların bazıları bu askerî darbeler sonrası bizzat darbeci generallerle imzalandı. (Örneğin, Türkiye-Avrupa ilişkilerini düzenleme yolunda en önemli anlaşmalardan olan 1-2-3/180 Nolu Ortaklık Konseyi Kararları 17 Eylül 1980 günü, yani askerî darbeden 5 gün sonra alınmış ve imzalanmıştır.)

Sonuç, gelinen noktada, Türkiye için özel bir statünün yaratılmış olmasıdır. Türkiye’den, AB’ye aday üye olabilmesi için, hiçbir başka aday üyeden istenmeyen özel koşulları yerine getirmesi isteniyor. Diğer aday ülkelerin, tam üye olmak için yerine getirmesi gereken koşullar, Türkiye’nin aday olarak ilân edilmesi için istenir olmuştur. Avrupa açısından yapılması gereken öncelikle bu “özel muamele“ zihniyetinin terkedilmesidir.[2]

Türkiye Açısından Durum

Tüm bir ilişki dönemi boyunca, Türkiye, NATO’da oynadığı rol nedeniyle, deyim yerindeyse kendisini “Avrupa’nın şımarık çocuğu“ olarak gördü. Avrupa ile olan ilişkilerini esas olarak bu “şımarık“ tutum belirledi. Lüksemburg kararlarının Türkiye açısından büyük bir şok olarak yaşanmasının en önemli nedenlerinden birisi, Avrupalı babası tarafından, askerî darbeleri, insan hakları ihlâlleri sürekli desteklenen, bunlar bilerek kendisiyle tam üyelik yolunda anlaşmalar yapılan Türkiye‘nin, bu babadan, tam da bu nedenlerden dolayı, hiç beklemediği bir anda dayak yemesiydi. Onyıllardır yapılan ihlâllere onay veren Avrupa, Türkiye’yi kapı önüne koymak için, “aniden” o güne kadar destek verdiği, göz yumduğu ihlâlleri gündeme getirme ihtiyacı duymuştu.

Eğer Avrupa ailesinin üyesi olmaktan, sivil ve demokratik kural ve normlara göre davranmayı bir alışkanlık haline getirmeyi, kısacası belli bir “politik kültürü” anlıyorsak, Türkiye yönetici elitlerinin, hiçbir zaman böylesi bir zihniyetin ürünü olarak, Avrupa üyeliğini düşünmediklerini söyleyebiliriz. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği ideolojik-politik bir tercih olarak değil, Yunanistan ile rekabet nedeniyle gündeme geldi. 40 yıl boyunca Avrupa üyeliği için, insan hakları ve demokrasi konusunda köklü reformlar yapılmasının gerekli olduğu konusunda en ufak bir inanca sahip olunmadı. Darbe de yapsam, işkencede insanları da öldürsem, nasıl olsa bu Avrupa, şu veya bu nedenden dolayı benim arkamdadır, diye düşünüldü. Kendisine Avrupa tarafından ihlâller konusunda bir marj tanındığına ve bu marjla birlikte üye olabileceğine inandı.

Sorulması gereken soru aslında çok basit: Avrupa üyeliği konusunda bu denli hassas ve duyarlı olduğunu iddia eden Türkiye, niçin kendisini dışlamak için bahane olarak kullanılacağını bildiği İnsan Hakları ve demokratikleşme konusundaki eksiklerini gidermek için en küçük bir adım atmıyor? Bu sorunun cevabı basit: Çünkü Türkiye yönetici elitleri Avrupa’ya tam üyeliği, hiçbir zaman temel bazı demokratik normların yerleştirilmesi ve bu normlara göre davranma zorunluluğu, yani bir “politik kültürün” egemen kılınması olarak kavramadılar. Aksine, soruna “pratik yarar” açısından baktılar ve “demokratikleşme” gibi bir maliyeti ödemeden Avrupa’dan yararlanmanın yolunu aradılar. [3]

SORUYU SORUŞ TARZINI DEĞİŞTİRMEK

Türkiye ile ilişkide soru bugüne kadar, “acaba Türkiye üyelik için olgun mudur?“ biçiminde soruldu. Bu sorunun ve düşünme tarzının değiştirilmesi gerekiyor. Sorulması gereken soru şudur: Türkiye’de demokratik ilişkilerin egemen olması, insan hakları ihlâllerine son verilmesi isteniyor mu? Ve Avrupa bunun için elindeki imkânları kullanmaya hazır mıdır?

Soruyu bu biçimde sormanın, en önemli nedenlerinden bir tanesi de şudur: Türkiye, kendi içinde demokratikleşme dinamikleri zayıf olan bir ülkedir. Avrupa bağlantısı, demokratikleşmenin en önemli ön şartlarından birisidir. Eğer Türkiye‘nin Avrupa bağlantısı kopartılırsa, bu ülkenin kendi iç dinamikleri ile gerekli demokratik açılımları gerçekleştirebilmesi zordur. Hattâ belirttiğim gibi, Türkiye yönetici eliti, Avrupa ile bağların kopmasını, kısmen bir zorunluluk ve yük olarak gördükleri demokratikleşmeleri rafa kaldırmak için bir bahane olarak kullanmayı tercih edecektir. Bu nedenle, Türkiye ile ilişkilerde, “Türkiye önce insan hakları vb. gibi konularda bazı düzelmeler göstersin, sonra bakarız”, gibi bir bakıştan vazgeçilmelidir. Görülmesi gereken şudur ki; bu bakışın, “biz Türkiye’nin demokratikleşmesini istemiyoruz; bu sorun bizi ilgilendirmiyor”, demekten başka bir anlamı yoktur.

Eğer, Türkiye’nin özgürlüklerin garanti altına alındığı, demokratik bir ülke olması gerçekten isteniyorsa; hangi yıl ve hangi süreç gibi sorulardan bağımsız, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği ve entegrasyonu açık siyasî hedef olarak ilân edilmelidir. Problem, Türkiye’nin herkesin bildiği ve tam üyelik için mutlaka yerine getirmesi gereken eksikliklerinin varlığı değildir. Problem bu eksikliklere nasıl yaklaşılacağıdır. Bunlar, Türkiye’nin kapının önüne konulmasının gerekçeleri olarak mı kullanılacaktır, yoksa tam üyelik yolunda ortadan kaldırılması gereken engeller olarak ele alınacak ve aşılması için Türkiye’ye destek mi verilecektir? Türkiye’de Avrupasız bir demokratikleşmenin mümkün olamayacağı gerçeği, ilişkilerde kalkış noktası yapılmalıdır. Almanya ve Türkiye tarihleri arasındaki bir benzerliğe dikkat çekerek bu durum anlaşılır kılmakta fayda vardır.

ALMANYA VE TÜRKİYE ARASINDA BİR KIYASLAMA DENEMESİ

Türkiye ile Almanya‘nın, uluslaşma ve ulusal devlet kurma süreçleri ortak özellikler göstermektedir. Her iki ülkenin de ulusal devlet kurma süreci, sınırları belli bölgesel bir devlet olmakla bir imparatorluk olmak ikilemi arasına sıkışmış olmanın gerilimi tarafından belirlenmiştir. Bu nedenle, eğer II. Dünya savaşı sonrası Almanya’da gündeme gelen değişmeleri bir kenara bırakırsak, iki ülkede egemen olan politik kültür arasında büyük paralellikler vardır. Bununla, bu iki ülkedeki kollektif davranış normlarını, egemen ideolojilerin niteliklerini, zihniyet dünyalarını kastediyorum. Almanya’da bu davranış normlarının, ideoloji ve zihniyetin oluşması ve egemen olmasında Almanya’nın Avrupa’nın orta yerinde olması nasıl etkili olmuşsa, Türkiye içinde aynı şeyden sözetmek gerekir. Burada “orta yer”i coğrafi bir kategori olarak ele almadığımı ayrıca belirtmek gerekiyor. Çevresinin, kendi varlığı için tehlike teşkil ettiğine inandığı “ulus” veya “devletlerle” çevrilmiş olduğu yolundaki derin inanç bu “ortayerde” olma psikolojisini esas olarak belirlemektedir.

Sonuçta oluşan politik kültürün bazı özelliklerini şöylece sıralamak mümkün: ulusal devlete karşı tahrik edilmiş veya tahrik olmaya çok yatkın nevrotik bir tavır alış sözkonusudur. Bu tavır alış, içinde bulunduğu durumdan hoşnutsuzluk; başka maksimal ideal hedeflerin tesbit edilmesi ve buna erişmede yıkımlar ve çöküntülerin yaşanmasıyla birlikte, gerçekleşmemiş arzuların ürünü olan hayal kırıklıklarıyla şekillenmiştir. Almanya’nın ütopik ve maksimalist olarak belirlenmiş ulusal devlet ideali 1849’dan Versay’a kadar sürekli olarak büyük Almanya idealinin sarsılması ve hayal kırıklıkları ile birlikte yaşandı. Ve bu ideali gerçekleştirme doğrultusundaki her atak diğer ülke ve halklar için yıkım anlamına geldi. Osmanlı-Türk eliti açısından da süreç farklı yaşanmadı. Bir İmparatorluğun çöküşü ile bu çöküşün derinliği ile paralel oluşan büyük idealler, “Doğu’ya yönelme“ hedefleri her seferinde büyük hayal kırıklıkları ile sonuçlandı ve özellikle Anadolunun Hıristiyan ahalisi için soykırım ve sürgünler anlamına geldi.

Bu sürecin başka özelliklerini de saymak mümkündür: Askerî davranış kalıplarına ve ilişki biçimlerine karşı sivil hayatın normlarının içine geçecek derecede, kendisini “asker millet“ olarak bile tanımlamaktan çekinmeyecek pozitif bir bağlılık. İktidarın esas olarak Parlamento ve partilerde değil, askerî-bürokratik elitin kontrolü altında olduğu otoriter bir yönetim geleneği ve güçlü bir üste itaat kültürünün varlığı. Hızlı modernleşmenin bir ürünü olarak yaşanan “eşdüzeysiz” gelişmişliklerin yanyana bulunması ve devasa sosyal ve ekonomik gelişmeye rağmen buna ayak uyduramayan ve bunun gerisinde kalan bir politik yapının yarattığı güvensizlikler; bir taraftan modernizm ve teknik gelişmeye histeri boyutunda duyulan bağlılık ve bunun idealize edilmesi ama öte yandan buna karşı duyulan kuşku ve şüpheler; anti-parlamenter, anti-Batı ve anti-liberal tutumların güçlü bir gelenek olarak mevcudiyeti; iç birlik ve bütünlüğe duyulan büyük arzu, politik harmoni arayışı, sınıfsal farklılıklar ve toplumsal çoğulculuğa duyulan kuşkular, belli sınırlarla da tanımlanabilecek kollektif bir üst kimliğin yokluğunda toplumu birarada tutacağına inanılan “güçlü büyük adam” arayışları... Bunların Türkiye’de şu anda egemen olan Almanya’da ise geçmişte egemen olmuş ve bugüne de derin izler bırakmış ortak özellikler olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Türkiye açısından bazı ekler yapmak gerekir; üç kıtaya egemen büyük bir imparatorluktan, Anadolu topraklarına sıkışmış küçük bir Cumhuriyete geçiş henüz hazmedilememiş bir sorun olarak durmaktadır. Kendi geçmiş büyüklüğünün altında ezilme ve şu andaki durumunu aslında hiç de hak etmediği ve daha “yüksek“ yerlerde olması gerektiğine derin bir inanç ve bunun getirdiği aşağılık kompleksi ve bunun ürünü aşırı alınganlıklar; şu anda devletler arası ilişkilerde geçmişteki önem ve ağırlığının kalmadığını bir türlü kabul edememe ve hâlâ herkesin (özel olarak da Avrupa’nın) esas olarak kendisi ile uğraştığı yolunda paranoyaya varan saplantılar; bu nedenle de çevresinin kendisinin yokolmasını ve parçalanmasını istemekten başka plan ve hedefleri olmayan güçlerce çevrilmiş olduğuna yönelik derin bir inanç; İmparatorluğun bir yüzyılı aşkın ağır ağır çöküş ve parçalanışının getirdiği kendine güvensizlik ve sınır korkusu; her türlü ulusal-demokratik talebin arkasında parçalanmayı hedefleyen uluslararası bir komplonun yattığına yönelik inanç; kendisine karşı takınılan ve hiç de haketmediğine inandığı tutumları “onuruyla oynanması“ olarak algılamak ve bunları geçmiş gücünün yokluğunun bilinciyle “sineye çekme” zorlukları vb.

Şüphesiz bunlar benzeri süreçleri yaşamış birçok devlette gözlenen özelliklerdir. Konumuz açısından bu özelliklerin anlamı ve önemi, bunların toplumsal demokratikleşmenin önünde ciddi engeller oluşturdukları gerçeğidir. Demokratik geleneklerin yaratılması konusundaki bu yeteneksizliği en iyi anlayacak olan Almanya’dır. Nasıl ki, Almanya bugünkü demokratikleşmesini, İkinci Dünya Savaşı sonrası gerçekleşen “Batı bağlantısı” ve “Batı entegrasyonu”na borçluysa Türkiye için de benzeri bir durum sözkonusudur. Almanya’da milliyetçi sağ kesimler nasıl ki uygun gördükleri her ortamda, “Batı bağlantısı” ve “Batı entegrasyonu”nu eleştirip, Almanya’nın kendine has özelliklerinin altını çiziyorlar; “Sonderweg (özel yol)” tezlerini ileri sürüyorlarsa, Türkiye’de de benzeri eğilimleri (özellikle iktidar katında) gözlemek mümkündür. Sovyetler’in dağılması ve Lüksemburg sonrası dönemde, yukarıda aktardığımız gibi, Türkiye’nin kendisine has özellikleri olduğu, bölgesinde, Avrupa dışında, özelliklerine uygun “özel yol”lar ve müttefikler araması gerektiği tezleri, geleneksel Batı karşıtı tutumlar ile birlikte sesli olarak dile getiriliyor.

DEMOKRATİKLEŞMENİN EN ÖNEMLİ ŞARTI

Türkiye’de, iç dinamiklerin zayıflığı nedeniyle, demokratikleşme özlemini dile getiren çevreler, sivil inisyatifler, ciddi siyasal bir hareket yaratmayı, toplumsal bir güç olmayı başaramamışlardır. Bu nedenle, Türkiye’de, özgürlüklerin garanti altına alındığı, demokratik bir Cumhuriyeti özleyenler, Avrupa Birliği üyeliğini tarihî bir şans olarak görmektedirler. Eklenmesi gereken, dış faktörün, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesinde daima motor rolü oynadığı gerçeğidir.

Eğer başlangıç olarak 1839 Tanzimat Reformları alınacak olunursa, Osmanlı-Türk yöneticiler, bu dönemden sonra gündeme getirdikleri reformları, inandıkları için değil, Avrupa ile girilen ilişkiler sürecinin zorunlulukları olarak, “yukarıdan aşağıya” gündeme getirmek zorunda kalmışlardır. Her önemli büyük reform dalgasının arkasında bir “dış politik zorunluluğun” yattığını söylemek abartılı olmayacaktır.

Bu nedenle, Avrupa ile kurulacak güçlü bağlar, Türkiye’de demokrasi ve özgürlük isteyen kesimleri güçlendirecek bir unsurdur. Türkiye’yi Avrupa’dan uzaklaştırmakla sonuçlanacak her girişim ise, Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler sorununu birinci elde gündemlerine almayan unsurların güçlenmesinden, demokratikleşmeyi bilinmez bir geleceğe ertelemekten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Avrupa’yla entegrasyon Türkiye’nin demokratikleşmesinin olmazsa olmaz şartıdır.

BİR ÖZ ELEŞTİRİ

Açıkça itiraf etmek gerekir ki, gerek Türkiye’de gerekse Avrupa’da yaşayan Türkiyeli demokrat çevrelerin geniş bir kesimi Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda açık ve net bir tutuma sahip olmamışlardır. Bunda çeşitli faktörler rol oynamıştır. Birincisi ve en önemlisi, Türkiye’nin demokrasi ve özgürlükler konusundaki eksikliklerinin bilincinde olunmasıdır. Bir diğer önemli neden de Türkiye’de ilerici çevrelerde geniş biçimde egemen olan “Üçüncü Dünyacılık”tır. Bu bakış Avrupa Birliği konusunda yıllarca “onlar ortak biz pazar” tezini savunmuş ve Avrupa Birliği üyeliğine soğuk bakılmıştır. Bugün, Türkiye’de sol çevrelerin, Avrupa Birliğine üyelik konusunda hiçbir fikrinin olmamasının ana nedeni de budur.

“Üçüncü Dünyacılık”, özellikle Türkiye’deki insan hakları ihlallerinin boyutlarının büyüklüğü ile birleşince, Avrupa’dan yapılan eleştiriler karşısında belli bir “mahçubiyet” ve sessiz kalma tutumuna yolaçmıştır. Böylece, AB-Türkiye ilişkilerinde, “ev ödevini” yerine getirmeyen Türkiye’nin eleştirilmesi ve kınanması ana tutum olmuştur. Avrupa’da, demokrat ve ilerici olmanın “modasının” Türkiye’nin eksiklikleri nedeniyle “eleştirilmesi” olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu “moda” tutum nedeniyle, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinin hararetli bir savunucusu olmaktan “utanılmıştır”. Türkiye’nin AB üyeliği savunulursa, insan haklarını ihlâl eden Türkiye Hükümetleri ile aynı safa düşülecek olmaktan korkulmuştur.

Ama özellikle bu tutum nedeniyle, Avrupa üyeliğinin Türkiye’nin demokratikleşmesi sürecindeki katkısı ve önemi üzerine deyim yerindeyse hiç düşünülmemiştir. Oysa, Türkiye’nin Avrupa üyeliği açık bir siyasî hedef olarak savunulur, Avrupa tarafından konulan engeller kaldırılır ve dolayısıyla sorun sadece Türkiye’nin belli bir takvime bağlı olarak yerine getirmesi zorunlu koşullar meselesine indirgenirse; Türkiye’deki yönetici elitin önemli bir kesiminin Avrupa üyeliğini istemediği görülecektir. Bu nedenle, Türkiye’yi Avrupa’dan, yani demokrasi ve insan haklarının egemen olmasından uzaklaştırmak isteyenlere karşı, demokrasi ve insan hakları için Avrupa’ya entegrasyon şiarının öne çıkarılması gerekmektedir.

Yapılması gereken son derece basittir. Hangi takvimde tamamlanacağından bağımsız, Türkiye 12. aday üye ilân edilmek zorundadır. Demokratik bir Türkiye için, Avrupa’da, Güneydoğu Avrupa’da barış ve istikrar için, bölgedeki sorunların esas olarak çözülebilmesi için, bölgede ve Türkiye’deki ilişkilerin Avrupalılaştırılması şarttır. Türkiye’nin Avrupa’yla tam entegrasyonunu savunan bir kampanya tüm bu nedenlerden dolayı kaçınılmazdır.

[1] Zitiert nach Hagen Schulze, Gibt es überhaupt eine deutsche Geschichte?, s. 20, Berlin 1989.

[2] Şu günlerde gözlenen, bu “özel muamele” çizgisinin terkedildiği; Türkiye’ye özel koşullar ileri sürülmeyeceği söylenmektedir. Fakat, Helsinki’de çıkacak karar olumlu olsa bile, bu konu henüz çözülmemiş görülüyor. Diğer aday üyelerden farklı olarak Türkiye için “özel yol haritası” düzenlenmesi gerektiğini savunanlar var.

[3] Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Brüksel’de, Türkiye’yi kabul etme yolunda yapılan bir toplantıda bile, “Tabiatıyla, Türkiye resmen aday olarak ilan edildiğinde, gerektiği gibi bir hazırlanma sürecine başlayacağımız açıktır”, diyordu. (Hadi Uluengin, Hürriyet, 15 Eylül 1999) Demokratikleşme silahı, “sen beni alırsan ben de demokratikleşmeye başlarım”, biçiminde Avrupa’ya karşı kullanılmaktadır.


http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5095/turkiye-nin-avrupa-birligi-ne-aday-uye-ilan-edilmesi-sarttir#.WlxcL65l8dU

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

...

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 5

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 5


AVRUPANIN  EŞİĞİNDE , BEKLEMEK,


Ömer Laçiner 

( BİRİKİM DERGİSİ SAYI : 128 - Aralık 1999 )


Aralık’taki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB aday üyeliğine kabul edilmesi kesin gibi bir şey. Bilindiği üzre, aday üyeliğinin tescili ile birlikte Türkiye’nin tam üyeliğe geçiş koşullarını düzenleyen bir protokol, bir proje de yürürlüğe girecek. Buna göre Türkiye’nin, AB organlarının denetim yetkisi altında maliyesini, siyasî ve hukuki düzenini tam üyelik normlarına uyarlayacağı -asgari on yıl tahmin edilen- bir geçiş süreci öngörülüyor. Dolayısıyla Türkiye’nin 2020’lere doğru Avrupa’ya tamamen entegre olmasını hedefleyen bir perspektif konuluyor önümüze.

Eğer son anda -Türkiye tarafından- bir pürüz çıkarılmaz ve tam üyeliğe doğru gidiş süreci resmen başlatılır, buna ilişkin protokol yeni bin yılla birlikte yürürlüğe girer ise; bunun Türkiye tarihinde ancak TC Devleti’nin kuruluşu ile kıyaslanabilecek önem ve kapsamda bir süreç, bir gelişme olacağı açıktır.

Çünkü; her şeyden önce bir ulus-devlet olarak TC, böyle bir sürece girmekle, tıpkı kurucu ulus-devletler, sonradan katılanlar ve katılacak olanlar gibi, bağımsızlık-egemenlik gibi olmazsa olmaz sayılagelen vasıflarını, işlev ve yetkilerini oluşmuş ve oluşmakta olan Birlik organlarına tedricen devretmeyi ve pek de uzak sayılamayacak bir gelecekte neredeyse özerk idari birimler haline gelmeyi kabullenmiş olmaktadır. Geleceğin Avrupası, Avrupa Birliği, üye ulus-devletlerin federal idarelere dönüştüğü ABD benzeri bir yapı mı olur; yoksa Avrupa’nın “çekirdeği”ni oluşturan kurucu ulusların fiilen hâkim ulus statüsüne sahip oldukları emperyal bir “süper ulus devlet” modeline doğru mu evrilir; ya da her türden yatay ilişki, iletişim ve etkileşimi olağanüstü çoğaltan ve hızlandıran 2. endüstriyel devrim imkân ve dinamiklerinin siyasete katılım, karar ve icra “mekanizma”larını temelden bir değişime zorladığı, örneğin doğrudanlaştırdığı yepyeni bir siyaset ve düzen pratiği mi doğar bilemeyiz. Ama kesin olan bir şey var ki; Avrupa Birliği’nin üye ve aday üye ulus-devletlerinin tümü de -ne denli demokratik/çoğulcu... karakterde olurlarsa olsunlar- yukarıda bahsedilen alternatif biçimlerin en kolay intibak edilebilir görünenine bile geçilirken zorlanacaktır. Fakat bunların hiçbiri Türk ulus-devletinin zorlanma derecesiyle kıyaslanamaz.

Bu zorlanmanın, Türkiye’de temel hak ve özgürlükler kategorisinin, demokrasi ve kültürünün Avrupa “merkez” ülkelerine göre “gelişmemiş” oluşu gibi hemen akla gelen bir nedeninden ve bunun yanısıra da yine Türkiye’de o ülkelerdekinden çok farklı bir “devlet” anlayışı ve “geleneği”nin varoluşundan sözedebiliriz. Fakat bu zorlanma nedenlerini “besleyen” ve bu ülkenin son ikiyüz yıllık tarihinin hemen her siyasal sorun ve döneminde -ve elbette bu yeni dönemeçte de- adeta bir “üst belirleyen” olarak etkili olan bir faktörden de sözetmek şarttır. Türkiye’nin tarih ve kimlik sorunu olarak kestirmeden ifade edebileceğimiz, ikiyüz yıllık gayet sancılı ve karmaşık “Batılılaşma” sorunsalımızın toplumsal bilinç -ve özellikle de- bilinçaltı “müktesebatı”dır bu.

Kendisini Avrupa’ya hem yakın hem farklı, onu hem düşman hem model sayagelmiş, üstelik bu zıt teşhis ve tariflerin kol gezdiği yüzyıllık tarihinin siyasal kavgaları içinde teşekkül etmiş saflaşma/kamplaşmalarında tarafların tavır ve fikirleri o zıt teşhislerden birini dillendirirken ötekini bilinç altında besleyerek, karşıt siyasal söylemlerini bu tuhaf bileşimle oluşturarak kuragelmiş bu ülkede, “Avrupa’nın bir parçası olma”ya doğru gidiş için “yapısal düzenlemeler” fiilen gündeme geldiğinde bu tarihsel mirasın bir kez daha harmanlanacağı gelişmelerle karşılaşmamız kaçınılmazdır.

“Körfez depremi”nden, hattâ biraz daha geriye giderek “28 Şubat”tan beri bu bağlamda değerlendireceğimiz gelişmeler zaten gündemimizdedir. Az sonra daha ayrıntılı olarak ele alacağımız bu gelişmelerin başlıcalarına şu noktada değinmek gerekiyor. Çünkü biraz önce bahsettiğimiz Batı/Batılılaşma ile ilgili zıt teşhislerin her ayrı siyasal harekette, her siyasal kamplaşmanın taraflarının söyleminde bir biçimde harmanlanmış oluşu, bu son dönem gelişmelerinde gayet açıklıkla görülebilmektedir.

Bunların içinde en çarpıcı görüneni elbette son yüzyıllık tarihimiz boyunca “Batılılaşma”nın karşısında yeralmış ve ’90’lı yılların ortalarına kadar da bu “alamet-i farika”sını, bu “varoluş nedeni”ni korumuş olan “İslâmî hareket”in çok büyük çoğunluğu ile şimdi “Avrupa’ya entegrasyon”un savunucularından biri, taraftarı haline gelmesidir. Buna mukabil şimdi Avrupa Birliği’ne dahil olma konusunda en muhalif değilse bile en fazla muhalefet şerhi koyan akım da, yakın tarihimiz boyunca “Batılılaşma”nın şampiyonluğunu kimselere bırakmamış Atatürkçülerdir. Kuşkusuz İslâmî hareketin bu “yeni” tavrı güncel, dönemsel siyasî ihtiyaçlarıyla -kapatılma, yasaklanma tehditlerini önlemek, “devlet”in onu kamusal alandan sürüp çıkarmaya dönük aralıksız girişimlerini durdurtmak- örtüşen bir “takiye” diye görülebilir. Fakat genel İslâmî hareketin tarihinde Cemaleddin Afgani’lere uzanan, Said-i Nursi’nin görüşlerinden beslenen hareketlerce genişletilen hayli güçlü bir modernleşmeci İslâm yorumunun hep varolageldiği de bilinmelidir.

“Batı”ya hem karşı çıkan hem öykünen, onu hem “anti”si hem de benzeri, aynısı saymanın kararsız “bileşimi”, bu ülkede hangi ad altında olursa olsun teşekkül etmiş tüm siyasal akım ve hareketler için sözkonusudur. Hemen tamamen “Batı”nın tarihsel deneyimi, fikriyatı ve zihniyet dünyası içinde, bunlar üzerinde temellendirilerek, evrensel bir geçerlilik iddiası ve idealiyle ortaya çıkan sosyalist ve liberal akımların Türkiye’deki en kök salabilmiş temsilcilerinde bile bunu görmek zor değildir.

Şüphesiz sorun, siyasal literatürümüzün Batı ile ilgili kavram ve tanımlarının -farklılık, benzerlik, düşman veya ortak vb.- düz anlamlarında ifade edilebilenle sınırlı olsaydı bunu doğal, kaçınılmaz saymak mümkündü. Çünkü bu haliyle o kelimeler eşitler arası bir ilişkiden, karşılaştırmadan sözetmiş olurlardı. Oysa o kavram ve tanımlar, başından itibaren hem “Batı”nın siyasal literatüründe hem de özellikle Türkiye siyasetinde bir eşitsizlik ilişkisini, bir üstünlük-aşağılık bağıntısını vurgulamak üzre anlamlandırılmışlardır. Burada da, her ne kadar sözkonusu kavram ve tanımlarla ifade edilen ilişki ve bağıntı nesnel bir durumu anlatmaktan çok varoluşsal bir olguya işaret eder gibidir. Dolayısıyla her durum ve devirde moral-psikolojik bir boyut içerirler.

Daha önce de bahsettiğimiz kararsız “bileşim”, yani iki karşıt tanımın kamplaşan taraflardaki çapraz varlığı, burada da geçerlidir. Örneğin “Batı”yla benzerliğimizi, benzer/o düzeyde olabileceğimizi savunanlar “biz”i Batı’yla kapasite olarak bile eşit göremeyen, onu adeta ontolojik bir üstünlük konumunda varsayan bir dil ve üslûp kullanırken, bunu dengeleyecek üstünlük kompleksi ihtiyacını, Batı’nın bize, bizim gibilere benzemez, ayrı, farklı veya düşman bir dünya olduğunu iddia edenleri -örneğin İslâmî hareket ve kesimlere karşı- keskin bir aşağılama lügati kullanarak giderirler. Batı’yla benzemezliğimizi, öne çıkaran, dolayısıyla “Batılılaşma”yı reddeden akımlarda ise bu tavır bizim Batı ile eşit hattâ üstün olduğumuz iddia ve duygusunu içeriyor sanılsa ve bu söylemde o iddia ve duyguyu ifade eden sözler bulunsa da gerçekte, bu tür hemen tüm akımlar, soy Türk milliyetçiliği ve İslâmî akımın ana mecrası, siyasal hareket olarak şekillenişlerinin başlangıcından itibaren hem Batı, hem de Batılılaşma akımları karşısında bir aşağılık kompleksi ile malüldürler.

Fakat aşağılık kompleksi gibi kabullenilmesi, hele çetin bir siyasal mücadelede karşı tarafın ithamı olarak kabullenilmesi çok zor olan bir davranış, düşünüş özelliği, genellikle tam aksinin sözkonusu olduğu izlenimini verecek jestlere düşkünlükle varlığını belli eder. Türkiye’de soy Türk milliyetçiliğinin ve İslâmî fanatizmin “Batı” ve Batıcılığın şekli yönlerine, giyim ya da eğlence tarzı gibi sözde sembolik görünümlerine karşı gösterdikleri şiddetli tepkinin kaynağında bu vardır. İçki satılan yerlere örf ve adetlerimize “yabancı” eserler oynayan tiyatrolara saldırıp ve çoğu kez “galip” çıktıkları bu tepki eylemlerine “Batı”yı Batıcılığı yenmek onlara “güç göstermiş, üstünlük sağlamış” gibi bir anlam yükleyivermek bunun tipik ve sık rastlanan tezahürleridir.

Batılılaşma yanlısı cephede ve sosyalizm gibi tarihen bu cephenin içinde -değilse bile- yanında yeralmış hareketlerde ise aynı kompleks bu denli kaba biçimlerde gözükmez. Genellikle örtük ve dolayımlıdır. Türkiye’nin “Batılı” formattan açıkça farklı, o formatın tamamen dışında sayılan “özellikleri”ne, hele bunlar Batılılaşma karşıtlarına sahipleniliyorsa gösterilen tepki bu kompleksin en sık dışavurum biçimidir. Bu bahiste, Batı’da artık yalnızca yabancı düşmanı, neo-faşist dilde barınabilen, alabildiğine aşağılayıcı sıfatlarla yüklü bir dil revaçtadır. Şüphesiz, devlet ve iktidarı ellerinde tutagelen Batılılaşmacı kesimlerin, özgürce varolmalarını, kısıtladıkları -İslâm’a referanslı- Batıcılık karşıtı kesimler karşısında kendilerini -bu bağlamda- bir üst-egemen sınıf konumunda görüp, ötekilere aşağı sınıf muamelesinin her türünü mübah saymaları gibi bir durum da var. Ama bu üst sınıf olarak kendilerini örnek alınan Batı’nın üst sınıflarıyla kıyasladığında hissettiği ve hissettirilen ezici mesafeyi kapatamama aczi, onun sözünü ettiğimiz alt sınıflarına dönük aşağılayıcı tepkide boy verir. Batılılaşmacı akımla tarihsel yanyanalığı Türkiye sosyalist hareketinin diline de bu tepki söylemini bulaştırmıştır.

Söz buraya gelmişken bu Batılılaşmacı akımın radikal söylemi -Kemalizm- ile sosyalistlerin dönem dönem birlikte kullandıkları bir kavramdan da söz etmeliyiz. Bu, çoğu kez Batı ile özdeşleştirilen emperyalizm kavramıdır.

Bilindiği üzre yaygın ve hayli kökleşmiş kullanımıyla emperyalizm, Batı’nın sosyo-kültürel, bilimsel, düşünsel boyutlarını yani onun bir uygarlık olarak ele alınmasını bir yana bırakıp, onu sadece ekonomik-askerî ve diplomatik bir mekanizma, yani bir güç ve hegemonya aygıtı olarak ele alan bir içeriğe sahiptir. Başlıca kapitalist toplumların geniş sömürgelere sahip oldukları, sömürgeler için dünya savaşlarına giriştikleri dönemde, bu iki olguyu açıklama amacıyla oluşturulmuştur.

Türkiye gibi, “Batılılaşma” akımının mevcut yönetici tabakalar arasından, yani güç ve hegemonyanın hiç de yabancısı olmayan, bunu kendi tebaaları üzerinde bizzat uygulayan kesimlerden doğduğu ülkelerde, bu akımların kapitalizmin bir toplum biçimi olarak da bir üst aşamaya geçişi anlamına gelen emperyalizmi, bu yönüyle değil, etkin bir güç ve hegemonya aygıtına sahip devletler olarak algılaması normaldir; konumlarının, devlet ve güç sayesinde yerine getirdikleri işlevlerinin, bu işlevle belirlenen bakış açılarının gereğidir bu.

Bu bakış açısı içinde, emperyalizmde, onun devletine güç ve hegemonya olarak yansıyan yönü başatlaştırmaları, buna gıpta etmeleri ve bu gıpta etmenin Batılılaşmanın temel güdüsü olması doğaldır. Ama bu bakış açısı, emperyalist aşamadaki kapitalist toplumun hemen tüm yapısını, kurumlarını ve işleyişini güç ve hegemonya mekanizmasının parçaları olarak görmeyi ve değerlendirmeyi de getirir. Böylece o toplumlardan gelen her tür etkiyi, etkilenmeyi emperyalist bir eylem veya amaç taşıyıcısı olarak görmenin de kapısı açılır.

Sosyalistlerin pratik politikada kullandıkları emperyalizm kavramı da nesnel ve bilimsel verilere dayalı görünümüne rağmen, Batı toplumlarını “dışa dönük” bir güç ve hegemonya aygıtı formatında sunar. Bu sunuş şüphesiz reddedilemez ama Batı toplumlarının insanlığa kazandırdığı, temel hak ve özgürlükler, demokratik ilke ve kurallar, bilim ve bilimsel yaklaşım gibi gerçek katkıların ters bir perspektiften yorumuna da kapı açar. Bu edinim ve kazanımların emperyalizme -ve kapitalizme- rağmen gerçekleştirildiği ve daha da geliştirilmesine onun ket vurduğu fikrine asla rağbet etmeyen bu güç ve hegemonya endeksli yaklaşım, hak ve özgürlükler ile demokrasiyi Batılı halkların güç, hegemonya ve sömürü -emperyalizm- aygıtına katılma bedeli olarak görmeye eğilimlidir. Halkların o hak ve özgürlükleri, demokratik imkânları kullanıp “sistem”i işlemez kılabildikleri durumlar ise, güç ve hegemonyaya kilitlenmiş yaklaşımlar tarafından en iyi ihtimalle, demokrasinin, temel hakların “sistem”in zayıf noktası, zayıflatıcı unsuru olduğu biçiminde yorumlanır. Ama bu yorum, o hak ve özgürlüklerin, demokrasinin “bizim” sistemimiz için de zayıf nokta olacağı fikrini de içerir kaçınılmaz olarak.

Öteki sistemler, toplumlar, siyasal hareketler sözkonusu olduğunda hak ve demokrasi talebinde bulunmak, “kendi” sistemimiz ve hareketimiz sözkonusu olduğunda bunların yokluğunu veya kısıtlılığını savunabilmek, hakların ve demokrasinin zayıflatıcı bir faktör sayılması fikrinden hareket edildiğinde gayet tutarlı bir tavır olmaktadır. Güç ve hegemonya arayışı ve bunun için mücadelede kendini zayıflatmamak ve rakibin zayıflaması için uğraşmak temel kural ise bu tavrı çifte standart diye eleştirmek de anlamsızdır.

1980’lere kadar “Batı” kendi “anavatanı” içinde bir demokratik hak ve özgürlükler rejimi yürürlükteyken, hegemonya alanındaki ülkelerin benzer bir rejime sahip olup olmamalarına aldırmadı. Batılı devlet ve hükümetler bu ülkelerde muhalif hareketlerin hak ve özgürlük taleplerinin vahşice ezilmesine ses çıkarmadıkları gibi, sayısız defalar o ülkelerin kısıtlı demokrasilerini yıkıp tam bir dikta rejimi kuran hareketlerin destekçisi ve teşvikçisi de oldular. Ama öte yandan aynı dönem boyunca bu Batı’nın demokratik kamuoyu, kuruluş ve hareketleri egemenlerinin, devlet ve hükümet organlarının o tavrını, salt protesto etmekle kalmayıp, demokrasi ve “kuruluş” için mücadele eden “Batı nüfuz sahası” içindeki hareketleri fiilen desteklediler.

1970’lerden itibaren Batı devletleri ile Batı demokratik kamuoyu, kuruluş ve hareketleri arasındaki bu tavır makası kapanmaya başladı. Hükümetler “komünizm tehlikesi” gibi, eskiden akan suları durduran gerekçelerle yapılan darbelere bile destek vermekten kaçınır oldular. Giderek bu tutum daha da netleşti darbeler ve demokratik hakları kısıtlayan hükümetleri siyasal baskı ve yaptırımlar yoluyla caydırmak özellikle Kıta Avrupa’sı devletlerinin ve teşekkül halindeki birlik organlarının ilkesel bir politikası haline geldi. Eski tutumunu sürdüren ABD’nin de 1990’larda birlikte aynı rotaya girmekte olduğu gözlendi.

Bu değişikliğin “sosyalist sistem”in çöküşü ile şüphesiz ilişkisi vardır. Bütün olayları, özellikle de bu dünya ölçeğindeki gelişmeleri güç ve hegemonya mücadelesi perspektifinden görebilenler, sadece buradan bakarak anlamlandırabilenler, kapitalist-emperyalist devletlerin bu yeni politikasını da güç mantığı içinde ele alacaklardır. Bu politika, güç mücadelesinde “rakipsiz” kalan kapitalist-emperyalist metropollerin orta politikası olarak göründüğü ölçüde -ki öyle görünüyor- onların temel haklar ve demokrasi vurgusu da dünyanın kapitalist-emperyalist güç odaklarının hegemonyasını pekiştirme aracı, düzeneği olarak görülecektir. Nitekim “insan hakları”nın emperyalizmin yeni egemenlik ve sömürü aracı-gerekçesi olduğunu öne süren “teori”ler gecikmemiştir.

Bu tür “teori”lere sığınmak anti-emperyalizme koşullanmış akımlar için hiç de şaşırtıcı sayılamaz. Çünkü bunlar her ne kadar bir toplumsal devrimden, dönüşümden söz ediyor olsalar da aslında güç ve iktidarın büyüsüne kapılmış hareketlerdir. “İlk gençlik” çağlarında o güç ve iktidarı gerçekten de bir toplumsal dönüşümün aracı olarak istiyor olabilirler. Ama siyasal hareket mecrasına yoğunlaştıkça, yani dünyayı, her tür olay ve gelişmeyi güç-iktidar mücadelesinin mantığı ve kalıpları içinde görmeye alıştıkça amaç silikleşir, araçlar amaçlaşır. “Azgelişmiş”, yarı sömürge ülkelerin devlet kadrolarından çıkan “anti-emperyalist” hareketler için öyle “ilk gençlik” saflıkları da yoktur pek. Onlar en baştan beri dünyayı devlet üzerinden ve bir güç oyunu olarak algılamaktadırlar zaten.

Daha önce de değinildiği gibi “anti-emperyalist” yaklaşımın bu iki versiyonu da başlangıçtan beri temel hak ve özgürlükleri ile demokrasiyi emperyalizmin güç ve hegemonya mekanizmasının bir parçası ya da eklentisi olarak görmeye eğilimlidirler. Emperyalizmin demokrasiyi kendi sömürge ve bağımlı ülkelerinde geçerli kılmak için uğraşmadığı, aksine bu tür uğraş ve çabaları ezdiği dönemlerde demokrasiyi “emperyalizmi zayıflatan” bir faktör olarak görüp savunabilmişlerdir. Ancak bu sorunu, demokrasiyi bir değer, amaç olarak benimseme şeklinde olmamıştır. Aksine dünyayı güç-iktidar gözlüğünden kavradığı için demokrasiyi de gücü dağıtan, güç yoğunlaşmasına ket vuran bir faktör olarak görmüştür. O nedenle de demokrasinin emperyalist gücü zayıflattığı gibi gücü-iktidarı elde ettiğinde kendi düzeninin gücünü de zayıflatacağı yargısına varması zor olmamış ve anti-emperyalizme koşullu “zafer” kazanan tüm hareketler demokrasi ile ilgisiz, temel hak ve özgürlükleri fiilen yok sayan rejimler oluşturmuşlardır.

Bu rejimleri kuran hareketler vaktiyle demokrasiyi temel hak ve özgürlükleri savunmuş talep etmiş olmaları ile şimdi demokrasiden uzak oluşları arasındaki “çelişki”yi, emperyalist kuşatma, dış tehdit, toplumun henüz o olgunlukta olmayışı gibi argümanlarla mazur göstermeye çalışırlardı. O dönemde emperyalist ülke devletlerinin de kendi metropollerindeki “demokrasi”yi nüfuz sahalarındaki ülke toplumlarına layık saymamalarının gerekçeleri de o argümanların “komünizm” tehdidi ile oluşturulmuş simetrikleri idi.

1990’ların başında, ABD de dahil tüm Batı devletleri “yeni dünya düzeni”nden bahseder olduklarında, bu düzeni, serbest piyasa yasalarının engelsiz işlediği bir global dünya ekonomik düzeni ile temel hak ve özgürlüklere dayalı demokratik rejimlerle yönetilen ülkeler olarak tasarladıklarını ilan ettiler özetle. Bu “ilke”lere uymayan, kasden ihlal eden ülkelere “Uluslararası toplum”un -adına kendilerinin- yaptırım ve hattâ müdahale hak ve yetkisi olacağını da duyurdular. Bundan epey önce Avrupa Birliği de üye adayı ülkelerde öncelikli arayacağı önkoşulun demokrasi ve temel haklar rejimi olduğunu ilan etmiş, Birliğin andlaşmalı ticari ilişkiler kuracağı ülkelerde de en azından mevcut haklar düzeyinin gerilememesi koşuluna dikkat edeceğini duyurmuştu.

1990’lı yılları kapitalizmin, tarihsel rakibi “sosyalizm”in çöküşü ile hem tek alternatif olduğunu kabul ettirdiği hem de ideal gelişme koşullarına sahip olduğu bir dönem başlangıcı sayabiliriz. Bu noktasında kapitalizmin ve onun doruğunu yaşayan emperyalist ülkelerin serbest pazar ile birlikte demokrasiyi de “düzenler”inin ilk iki bileşeni saymaları, kapitalizm-serbest pazar ve demokrasinin “özdeş” oldukları anlamına mı gelir? Eğer böyle ise bunlardan herhangi birine “karşı” olmak diğer ikisine de karşı olmayı zorunlu kılacaktır.

Bir başka yaklaşım da kurgulanabilir. Burada özdeşlik ilişkisi değil, bir tür zincir ilişkisi varsayılır. Batı, kapitalizminden ziyade onun güç ve hegemonya boyutunu ifade eden emperyalizmi ile tanımlanır. Emperyalizmin rakipsiz yani ideal koşullarda olduğu da dikkate alınarak; onun bu ideal koşullarında “hegemonya alanı”na demokrasiyi “dikte etmesi”nde demokrasi emperyalizmin en ideal hegemonya aracıdır sonucuna varılır.

Kendini bildi bileli “Batı”yı emperyalist sıfatını mutlaka ekleyerek, hattâ sadece emperyalizm diyerek tarif etmiş olan “sol”un, 1990’lardan beri bu emperyalizmin Türkiye gibi ülkelere demokratikleşme yönündeki telkin ve “baskı” yapagelmekte oluşunu açıklamaya, bu olguya bir nedensellik aftetmeye çalışırken, şu yukarıdaki türden formüllendirmelere girişenlere sıkça rastlanabiliyor. Şüphesiz, Türkiye’nin özel tarihinde, sözkonusu demokratikleşme taleplerinin yıllarca mücadelesini vermiş bir sosyalist hareket, o taleplerinin ve genel olarak demokrasinin bir emperyalizm aracı olabileceği önkabulünü sindiremediği ama öte yandan da “emperyalizm”le aynı talepler üzerinden yanyana duruyor olmayı yediremediği için genellikle bloke olmuş durumda.

Bu sosyalist eğilimler, emperyalizm ile onun bu demokrasi ısrarı geçici, dönemsel bir politika, bir manevra olarak niteleseler bile sorun çözümlenmiş olmuyor. Örneğin AB’nin Türkiye’ye üyelik sürecine girebilmesi için demokratikleşme önkoşulunu şart koyması karşısında kendilerini yine bir açmazla karşı karşıya kalmış sayıyorlar. Çünkü bir yandan, Batı’yı, Avrupa’yı emperyalist diye nitelemiş, örneğin Türkiye’nin AET’ye katılmasına neredeyse sömürgeleşme diyerek şiddetle muhalefet etmiş bir tarihten gelmekteler, ama aynı tarihi bugün gündemdeki demokratikleşme talepleri için mücadele ederek yaşadıklarını da unutmuyorlar. Bu durumda Türkiye’nin AB’ye katılmasına karşı mı, taraftar mı olduklarını söylemekte zorlanıyorlar.

Oysa, sosyalizmin kaynağındaki amaç ve değerlerden hareketle duruma bakılırsa -ki aslî yaklaşım bu olmalıdır- Türkiye’yi, Türkiye halkını çok daha geniş bir coğrafyanın halklarıyla yanyana hattâ içiçe getirebilme özelliğini de taşıyan bir projeye, herkesten önce sosyalistler -sırf bu nedenden dolayı bile- istekli olmalıdırlar. Çünkü insanî olan hiçbir şey sosyalistlere yabancı olamayacağı gibi, enternasyonal mahiyet taşıyan hiçbir şey de sosyalistler dışında olamazlar. Batı’dan, Avrupa’dan demokrasinin varolup olmaması bile bu ilke önünde ikincildir.

Kaldı ki Batı toplumları -sürekli olamamış, doğrudan demokrasi denemelerini saymazsak- insanlık tarihinin demokrasi bahsinde ulaşabileceği en üst noktadadırlar. Demokrasi felsefesi idealleri açısından daha alınacak çok mesafe olduğu, Avrupa’da ulaşılmış bu düzeyin birçok iç engel ve tıkanıklıkları olduğu elbette iddia edilebilir ve kanıtlanabilir de. Ancak yukarıdaki tespitin değerini de azaltmaz bu. Batı’da demokrasinin bu düzeyine iktisadi-toplumsal düzenin emperyalist bir mahiyet kazanmasıyla birlikte, bu süreçte eşanlı olarak gelindiği de doğrudur. Ama bu emperyalizm ile demokrasinin ne özdeşliği ne içiçeliği anlamına gelir. Birbirlerine rağmen gelişen, çatışarak gelişen iki süreç sözkonusudur. Eğer emperyalizm, dev sermaye blokları, tekeller ve denetim ve baskı ağları ise, demokrasi de aynı mekânda onların insani değer ve ihtiyaçlara, temel haklara, ortak ve evrensel çıkarlara tecavüzünü sınırlayabilen güç, kurum ve dinamiklerdir. Dolayısıyla Batı, Avrupa her zaman ve şimdi de bir mücadele alanıdır ve uzun süredir burada bir mütareke havası sürmekte ise de bu sadece mücadelenin araç ve yöntemlerinde uzlaşılmış olmasından doğan bir görünümdür. Mücadele sürmektedir ve sürecektir. Çünkü hem demokrasi bu düzeye varabilmesini ve daha da ileri noktalara varabilmesini -bu ve ileride daha farklı biçimler alabilecek, tarafları değiştirebilecek- mücadeleye borçludur ve hem de “sistem”, üzerinde şu anda kendisinin şekillendiği, yönlendirebildiği, ama hiç de kendisiyle özdeş olmadıklarını bildiği dönüştürücü dinamiklerin bu mücadeleden beslendiğinin farkındadır. Çünkü “sistem”, kapitalizmdir her şeyden önce. Ve Marx’ın dediği gibi bu “sistem” “üretici güçlerde sürekli devrimler yapmaksızın varolamaz.” Bu devrimlerin bir noktada onun sonunu da getireceğini bilse bile, kaçınamaz bundan.

Batı, Avrupa Birliği, tarih içinde edindiği konumu, imkân ve potansiyelleri ile bugün ve görülebilir gelecekte de dünyanın gidişatının en fazla belirlendiği bir “mekân” ve platform. Bu ülkede popüler, ortalama algı Avrupa Birliği’ne katılmaya zengin sofrasına ilişmek gibisinden bir anlam ve içerik yüklüyor olabilir. Bu, Türkiye’nin başka pek az ülkede yaşanmış sancılı Batılılaşma ve Batı ile ilişkiler tarihimizin bizde bıraktığı tortunun, “Batı”ya göre “ikinci sınıf” olduğumuz duygusunun benimsetebildiği “küçük çıkar”cı, hiç de onurlu sayılamayacak bir yaklaşım.

Aynı duygu ve yaklaşımdan hiç de uzak olmayan devlet ve egemenlerimiz, şimdi gündeme gelen kapsamlı entegrasyon projesinin, Türkiye siyasal sınırları içinde her tür avantajından keyiflerince yararlandıkları konumlarını, bunun sağladığı gücü, orta vadede kaybedilme ihtimalini de düşünüyorlar. Sınırları, dolayısıyla konumlarını koruma siperlerini giderek geçirgenleştirecek bir entegrasyon sürecinin bu ihtimali önlemesi, en azından geciktirmesi için AB’nin siyasal önkoşullarını “bağımsızlığımızın, egemenliğimizin” kaybedebileceği gerekçesi altında reddetmeyi de düşünüyorlar.

Bunu yapıp yapmayacaklarını henüz bilmiyoruz. Şu noktada hayli zayıf bir ihtimal gibi görünse de bu red tavrı alındığında neler olabileceğini, orta vadede bu ülkede nelerin yaşanabileceği konusunu bir yana bırakıyoruz. Çünkü şu noktada bizi özel olarak sosyalistlerin, içten demokratların tavrı ilgilendiriyor.

Onlar eğer sıfatlarının kaynağında, odağında yeralan değer ve amaçların sahibi iseler, koşullarının olumsuzluğuna, fiilî imkânlarının azlığına, kısıtlılığına rağmen ve hattâ içinden geldikleri topluma, o Avrupa’da “ikinci sınıf” gözüyle bakılmasının yüküne de tahammül ederek, toplum ve hareket olarak, tarihin şu noktasında insanlığın kaderinin en fazla belirlendiği bu “arena”da yeralmanın koşulsuz savunucuları olmalıdırlar. Değer ve inançlarının sınanacağı en zengin ama en zor platformdur burası. Bu zorluğu göğüslemek, hem kendi hareketine hem içinden geldiği topluma ve benzer toplumlara, bu platformda layık görülebilecek -şu son birkaç yüzyılın tortularına bulanmış- “muameleyi” adım adım geriletebilmenin sınavını vermeye istekli olmalıdırlar. Bundan kaçınmak -hangi bahane altında olursa olsun- bir zaaf itirafıdır.

Bundan gerisi de gericiliktir, özgüvensizlik ve özsaygısızlıktır.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5092/avrupa-nin-esiginde#.Wlxbj65l8dU


6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

....