Cahit Armağan Dilek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cahit Armağan Dilek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz 2017 Perşembe

Almanya Türkiye'nin Savunma ve Güvenliğini Mi Hedef Alıyor?

Almanya Türkiye'nin Savunma ve Güvenliğini Mi Hedef Alıyor?

Yazar: Cahit Armağan Dilek
24 Temmuz 2017 Pazartesi

Almanya ile Türkiye arasındaki ilişkiler sonu henüz öngörülemeyen bir kötüleşme sürecine girmiş gözüküyor. Son 1-2 yıldır Türkiye ile Almanya arasındaki krizler bitmek bilmiyor. Önce gelişmeleri bir özetleyelim.




Geçen yıl Suriyeli mültecilerin Avrupa'ya geçişi ve geri kabul anlaşması bağlamında ortaya çıkan krizler İncirlik'teki Alman askerlerinin Alman milletvekillerince ziyaret edilmesine izin verilmemesi ile krize yeni bir halka eklenmişti. 16 Nisan'daki anayasa referandumu sürecinde Türk Bakan ve milletvekillerinin Almanya'da miting yapmasına izin verilmemesiyle krizler yeni bir boyut kazandı. Bu arada İncirlik ziyaretine izin çıkmaması nedeniyle İncirlik'teki Alman savaş uçaklarının ve askerlerinin Ürdün'e taşınması kararı alındı ve uygulamaya geçirildi.

Bunu bir Alman medyasına çalışan gazetecinin PKK terör örgütüne yardım yapmak gerekçesiyle Türkiye'de tutuklanması izledi. Hemen peşinden Alman milletvekillerinin Konya'daki askeri üste bulunan Alman askerlerini ziyaretine izin verilemesiyle kriz ve gerginlik büyüdü. Bunu takip eden günlerde İstanbul Büyükada'da insan hakları aktivistleri olarak bilinen aralarında Alman vatandaşının da olduğu kişilerin toplantı halindeyken yakalanıp tutuklanması Alman hükümetinin sert tepkisine yol açtı.

Alman Dışişleri Bakanı önce sabrımız bitti dedi sonra Türkiye politikamızı değiştiriyoruz dedi, peşinden Türkiye'ye gidecek Alman vatandaşlarına güvende değilsiniz tutuklanabilirsiniz uyarısı yaptı. Ayrıca Türk hükümetinin Türkiye'de iş yapan Alman şirketlerini terör bağlamında soruşturduğunu belirtip Türkiye'de iş yapan firmalara kredi veremeyeceklerini ima ettiler. Son açıklamalarında da Türkiye ile ilgili askeri projeleri ve ticari ilişkileri gözden geçireceklerini belirttiler. Hatta Türkiye'nin güvenilir bir ortak olmaktan uzaklaşmakta olduğunu ifade ederek NATO içinde ve diğer askeri ortaklıklarda işbirliğinin tehlikeye girebileceği imasında bulundular.

Almanya'dan gelen bu açıklamalara karşın Türk hükümeti tutuklananların terör suçlamasıyla tutuklandığını, Alman firmalarına yönelik terör soruşturmasının olmadığını, Almanya'nın suçlamalarının haksız olduğunu, Türkiye'ye dayatma yapılamayacağı gibi ifadeler içeriyordu.

Bu kapsamdaki son gelişme ise Türkiye'yi zorda bırakacak türden. Alman İçişleri bakanlığı Türkiye'nin teröre destek veriyor iddiasıyla kendilerine verilen ve 600'den fazla Alman şirketini içeren listenin Türkiye tarafından geri çekildiğini açıkladı. Almanya Cumhurbaşkanının da Türkiye'ye muhtemel yaptırımları destekleyen ve diplomatik anlamda ağır sayılabilecek açıklamasını da unutmamak gerekir.

Almanya krize hazırlıklı, alternatifleri hazır, Türkiye günlük hamleler yapıyor kriz yönetimi yapamıyor

Her iki tarafın açıklamalarına, krizi ele alışlarına bakılıra Almanya'nın baş gösteren krizlerin daha da derinleşebileceğini öngörüp alternatifler hazırladığını ve kartlarını peşpeşe masaya sürdüğünü görüyoruz. Türkiye ise tepkisel bir politika izler görüntüsünde. Halbuki günümüzde hem günlük hayatta, hem meteorolojik şartlarda, hem güvenlik ortamında hem de iç ve dış siyasette olağanüstü beklenmedik gelişmeler yaşanmaktadır.

Bunun içindir ki ülkeyi yönetenler ve kurumlar sorumlu oldukları alanda kriz yönetimi üzerinde çalışmalı, alternatif hal tarzlarını belirlemeli dış politikada karşı tarafın neler yapabileceğini bunların Türkiye'ye etkilerini değerlendirip Türkiye'nin nasıl karşılık vermesi gerektiğini belirlemiş olmalıdır. Bu bağlamda Almanya'nın Türkiye ile krizi kendi lehinde yönlendirmede başarılı olduğunu görüyoruz. Çünkü kriz yönetimine hazırlıklı olmayan Türk hükümeti belki de en son söyleyeceğini ilk hamlede söyleyip onun da gereğini yapamayınca geri adım atmak zorunda kalıyor ve krizde kaybeden taraf oluyor.

Türk-Alman krizinden kim zararlı çıkar?

İki ülke arasında bir kriz yaşandığında sadece tek tarafın kayıplar yaşayacağını düşünmek doğru değil ancak bir tarafın çok büyük zararlar yaşarken diğer tarafın zararlarının simgesel boyutta kalması mümkün. Bunu anlamak için Türkiye ile Almanya arasında ilişkilere özet olarak bakalım.

Ticari ilişkiler dış ticaret açığı Türkiye aleyhinde artarak büyüyor. Türkiye'ye gelen turistler içinde Alman turistlerin payı %11 civarında. Türkiye ihracatının ortalama %10'unun Almanya'ya yapıyor.  İthalatının da yine yaklaşık %10'unu Almanya'dan yapıyor. Almanya ise ihracatının %1.6'sını Türkiye'ye, ithalatının ise %1,3'ünü Türkiye'den yapıyor. Buna göre Almanya'nın dış ticaret listesinde Türkiye en fazla ticaret yapılan 20inci ülke iken Türkiye'nin dış ticaret listesinde Almanya en fazla ticaret yapılan 1inci ülke durumunda. Türkiye'ye doğrudan yatırım yapan ülkeler sıralamasında Almanya %6.3'lük payla 6ncı sırada. Türkiye'de iş yapan yabancı sermayeli şirket sayıları bağlamında ise 6879 şirketle Almanya açık ara 1inci sırada. 

Askeri ilişkiler bağlamında özellikle Türk Deniz Kuvvetlerinin yoğun bağlantıları var. Örneğin denizaltılar ve savaş gemilerinin makineleri Almanya'dan alınıyor. Yine Alman patentli üretilen savaş gemilerinin/denizaltıların birçok yedek parçası bağlamında Almanya ile bağlantılı ve ilişkilerin devamı kritik önemde. Ayrıca tankların motorları (ki şuanda artık alınamıyor) da Almanya'dan alınmak durumundaydı.

Bu bilgiler şunu gösteriyor. Krizin derinleşmesi ve Almanya'nın ambargoyu andıracak tedbirleri uygulamaya geçirmesi, ticari ilişkilerin durma noktasına gelmesi ve turist sayısının azalması halinde Türk ekonomisini hissedilir derecede etkileyecektir. Ayrıca 1991'de tankların PKK'ya karşı kullanılmasını engellemek üzere tank satışlarını durdurduğu gibi şimdi de Türk Deniz Kuvvetlerine yönelik benzer bir ambargoya yönelmesi Deniz Kuvvetlerinin faaliyet etkinliğinin düşmesine yol açabilir. Ege ve Doğu Akdeniz (Kıbrıs ve çevresi)'deki kritik gelişmelerin yaşandığı bu dönemde bu husus Türkiye için istenmeyen bir durum oluşturacaktır.

Almanya demek AB demek

 Ayrıca derinleşecek kriz Almanya'da yaşayan Türk vatandaşlarının durumunu da zora sokabilecektir. Diğer taraftan Almanya'yı sadece Almanya olarak görmek de doğru değildir. İngiltere'nin AB'den çıkma kararıyla birlikte Almanya'nın AB içindeki lider pozisyonu daha da belirginleşmiştir. Dolayısıyla Almanya ile yaşanan her sorun AB ile yaşanan sorun olarak karşımıza çıkması ya da AB'nn diğer üyelerinin de karşımızda Almanya'nın yanında yer almasıyla sonuçlanacaktır. Hollanda, Belçika, Avusturya ile yaşanan ve şimdilik sönümlenen krizler bunun işaretleridir. Ege ve Kıbrıs'ta Yunan tarafıyla yaşanan anlaşmazlıklarda karşımızda ya da masada AB'nin de yer alması bunun bir başka işaretidir. Ege'de Suriyeli mültecilerin Avrupa'ya geçişini önlemek üzere görevlendirilen NATO kuvvetinin Alman amiral ve Alman savaş gemisi liderliğinde sürdürülmesi bunun bir başka örneğidir.

Ne yapmalı?

Almanya Türkiye ile krizi yönetirken Alman hükümetinin yaklaşan seçimleri de dikkate alarak bir iç politika malzemesi olarak kullandığı dikkate alınması gerektiği gibi Almanya'nın artık AB lideri olarak küresel politikalara yöneldiğini, Ortadoğu'ya yönelik politikalarını hayata geçirmek bağlamında Türkiye ile çakışan çıkarları olduğunu da görmek, politikalar ve hal tarzları belirlenirken bunları da dikkate almak gerekiyor.

İkili ilişkilerde dengenin büyük oranda Almanya lehinde bozulmuş olması illaki Türkiye'nin kaybedeceği zarar göreceği anlamına gelmiyor. Ancak şuan oluşan durum ve denge Türkiye aleyhinde bir sonucun habercisidir. Almanya krizde insiyatifi ele geçirmiş gibi ve daha sert açıklamalarla adeta Türkiye'ye yüklenmeye devam ediyor. Süreç ekonomik/ticari bir ambargoya dönüşmese de ya da Almanya iş bu yönde tırmandırmayacak olsa da dış politikanın en önemli unsuru olan askeri gücün kullanılmasını sekteye uğratacak şekilde Türkiye aleyhinde bir durumu yaratacak şekilde sınırlı tutabilir. Ve görünürde sınırlı olan bu durum Türkiye için kritik bir durum yaratacaktır. Yani Almanya'nın alacağı tedbirlerin sonucunda Türkiye'nin savunma ve güvenliğini olumsuz etkileyecek bir durum oluşabilir. Almanya böylelikle hem ekonomik bir zarar görmez hem de Türkiye'yi kendi politikalarına uygun davranmak zorunda bırakabilir.

Bu bağlamda ayrıca 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Almanya'nın kendi ülkesine sığınan FETÖcülere yönelik tavrı, darbe girişimi öncesinde ortaya çıkan değişik gizli dinleme olayları, FETÖ ve PKK dahil Türkiye'ye karşı terör eylemlerinde bulunan örgütlere yönelik koruyucu yaklaşımı Almanya'nın Türkiye'nin savunma ve güvenlik alanında zafiyet oluşmasında zımnen de olsa dahil olduğunu işaret etmektedir. Ayrıca bugün AB lideri konumundaki Almanya'nın geçmişte de Türkiye'nin AB üyesi olmasını engelleyen asli güç olduğunu da unutmamak gerekir.

Ancak durumu iyi analiz eden, gerçekçi değerlendiren, milli güç unsurlarının farkında olan, karşı tarafın zayıf ve kuvvetli yönlerini iyi analiz eden bir Türkiye kendi çıkarlarına en uygun hal tarzını kabul ettirecek güçtedir. Bu kapsamda örneğin Almanya'nın hasbelkader zengin olduğunu söylemenin gerçeklerle yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Almanya'nın nasıl zengin olduğu milli güç unsurlarının iyi bir analiziyle çok net şekilde ortaya çıkacaktır. Yeter ki karar alama sürecini kurumsal olarak uygulasın yeter ki devletin kurumlarının bilgi birikimin farkına varsın. Tabi bu arada evrensel değerlerin ve kavramların da özünü kavrayarak genel yaklaşım ve suçlamalardan vazgeçsin.

Türkiye, Almanya ile yaşanan krizin karşı tarafın bir gazetecinin ya da bir insan hakları aktivistinin tutuklandığı iddialarıyla derinleştiğini hatırlayarak, bir anlamda empati yapmayı, terör ifade özgürlüğü fikir hürriyeti basın özgürlüğü gibi alanlarda evrensel değerler bağlamında daha dikkatli adımlar atmalıdır. Kişiler üzerinden değil de ilkeler ve değerler üzerinde hareket edildiğinde tutarlı olunacağı bununda başarı getireceği unutulmamalıdır. Unutulmaması gereken diğer husus da dış politikanın en önemli hatta belki de tek destek unsuru olan askeri güç yani Ordu'nun olduğudur. İşte Türk hükümeti hem iç hem de dış politikasını belirlerken ve uygularken askeri gücünün etkisiz hale getirecek sonuçların oluşmasına izin vermemeyi esas almalıdır.

Bugün Suriye'de Irak'ta, Ege'de Kıbrıs'ta dış politikada etkisiz kalınmasının arkasında dış cepheyi yani Atatürk'ün deyimiyle gücü kuvveti temsil eden Türk Ordusunun kumpas davaları ve sonrasındaki FETÖ darbe girişimiyle caydırıcılığın zedelenmesi olduğu görülmelidir. Belki de bunun içindir ki ABD ve Almanya Türkiye ile krizleri tırmandırıp kendi politikalarını dayatma cesareti bulabiliyorlar. 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2017/07/24/8680/almanya-turkiyenin-savunma-ve-guvenligini-mi-hedef-aliyor


***

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Kerkük Kürdistan'a Bağlanırken; Kerkük düşerse Türkiye düşer!


  Kerkük Kürdistan'a Bağlanırken; Kerkük düşerse Türkiye düşer! 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                           
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
26 Mart 2017 Pazar
Cahit Armağan Dilek
cadilek9011@gmail.com

   Kerkük Yeniden Gündemde... 


   Gündem de ama Türkiye'nin gündeminde değil. Kerkük'teki fiili işgalini resmileştirmek anlamında Barzani'nin, bu işgale ve tarihi Türkmen şehrinin Kürdistan'a bağlanmasını önleyebilmek için seslerini duyurmaya çalışan başta Irak Türkmen Cephesi Başkanı Erşat Salihi olmak üzere Iraklı Türklerin gündeminde.  Ama Iraklı Türklerin  sesini Türkiye'de duyan yok. 

Öyle ki Kerkük'te Barzani'nin bayrağının resmi dairelerde göndere çekilmesine Türk Dışişleri sadece "yadırgadık" diye tepki gösterebildi. Türkiye'nin 
yadırgadık açıklamasına Kerkük Valisinden Ankara ve İstanbul'da göndere çekilen Kürdistan bayrağının Kerkük'te de göndere çekilmesi sizi niye rahatsız ediyor, bu Türkiye'nin işi değil cevabı geldi ama Türkiye'den buna hiçbir karşılık verilemedi. Halbuki BM bile Kerkük'teki bu gelişmenin çok tehlikeli boyutlara 
ulaşabileceğinden endişe duyduğunu açıkladı. Çünkü Irak anayasasına aykırı olarak, tarihi ve sosyolojik gerçeklere aykırı olarak Kerkük'ün demografik 
yapısı zorla değiştirildi şimdi de bu fiili duruma hukuki kılıf yaratılmaya çalışılıyor. 

   21 Mart'ta Nevruz gerekçesiyle Kürt asıllı KYB üyesi Kerkük Valisinin isteğiyle Kerkük'te kale ve resmi dairelere Kürdistan bayrağı çekildi. Şimdi bunun sürekli 
hale gelmesi için 28 Mart'ta Kerkük İl Meclisinde oylama yapılacak. Kürt üyelerin çoğunlukta olduğu Meclis'te bu önerinin geçmesi bekleniyor. Tabi bu 
bayrak krizin yanında ikinci planda kalan bir konu var ki o da resmi dil ile ilgili. Yine Kerkük Valisinin talimatıyla Arapça'dan sonra Kürtçe ikinci resmi 
dil oldu. Türkmenlerin yani Iraklı Türklerin kendi topraklarında yok sayıldığı bu ortamda belki de en önemli baskı Türkçe üzerine yapılmış oluyor. 

   Nitekim Prof.Dr. İlber Ortaylı 26 Mart'ta Hürriyet gazetesindeki köşe yazısında bu gelişmeyi "Kerkük'te Türkçe evin içine hapsediliyor" diye tanımlamış.  
Bu durum hemen olmasa bile Türkçeyi yani dilini kullanamayan Türklerin Türk kimliğinin yok edilmesi sürecinin başlamış olduğu anlamına da gelir. İlber 
Ortaylı yazısında Irak'ın kuzeyinde 2 milyon civarında Türk nüfusu olduğunu söylerken bugün elden giden Kerkük yanında Kürt Bölgesel Yönetiminin başkenti olan Erbil'in de bir Türk şehri olduğunu vurguluyor.

Bağdat'tan gelen son haber İbadi'nin Kerkük'te Kürdistan Bayrağının çekilmesine devam edilmesi nedeniyle Kerkük'e merkezi bütçeden verilen ödeneğin 
gönderilmeyeceği yönündedir. Görünen o ki Bağdat yönetimi de Kerkük konusunda yani Kerkük'ün Bağdat'ın elinden gasp edilmesini önleme bağlamında Barzani ile savaşmak gibi bir niyeti yok. IŞİD'ten kurtarıyoruz gerekçesiyle Kerkük'ü İşgal eden Barzani ve Peşmergeleri şimdi de Kürdistan bayrağı çekerek bunu Resmileştiriyor. Bağdat yönetimi de muhtemelen ABD'den gelen telkinlerle (kendi aranızda savaşmayın IŞİD'e odaklanın)  Kerkük'ü Barzani'ye bırakmış gibi davranıyor. Böyle bir anlaşmanın Musul operasyonu başlamadan yapılmış olması da büyük ihtimal. 

Ama her şey böyle gerçekleşecek anlamına gelmiyor. Şii olmalarına rağmen milliyetçilik yani Iraklılık duyguları ağır basan Maliki ve Sadr gibi 
siyasetçiler ve tabi ki İran'ın Irak'ın bölünmesi anlamına da gelecek Kerkük'ün el değiştirmesine seyirci kalması beklenmemelidir. Nitekim geçen haftalarda 
Kerkük'te İran'a yakın KYB Peşmergelerinin petrol sahalarını basıp üretimi bir süreliğine engellemeleri bunun bir işaretidir. Bu olayda KYB Peşmergelerinin PKK ile işbirliği yaptığı da bilinmektedir. Aynı işbirliği (İran-KYB-PKK) Sincar bölgesinde de vardır. Ayrıca PKK'nın Barzani yönetimine yani KDP Peşmergelerine meydan okumasının arkasında bu işbirliği vardır. Çünkü İran hiçbir şekilde Türk hükümetinin mutlak desteğini almış Barzani'nin bağımsızlık ilan etmesine sıcak bakmamaktadır. 

İşte böyle bir ortamda Neçirvan Barzani'nin iki gün önceki "bu yıl içinde bağımsızlık referandumu yapacağız" açıklamasını da yukarıda belirtilen 
gelişmeler çerçevesinde okumak gerekir. Bu açıklamanın arkasında muhtemelen Kerkük'ün kendi yönetimlerine bağlanacağına ilişkin bir garanti ya da beklenti 
var gibi gözüküyor. Kerkük petrollerine sahip olacak Barzani bağımsız bir devlet için gerekli ekonomik kaynağa da sahip olmanın hesaplarını yapmış olmalı ki bu 
açıklamayı yapabiliyor. 

İran değişik gerekçelerle Irak'ın bölünmesine, Barzani'nin bağımsızlık ilanına karşı duruyor olabilir. Ama İran'dan önce Türkiye bu bölünmeye, Kerkük'ün el 
değiştirmesine ve Barzani'nin bağımsızlık hayallerine en sert şekilde karşı durması gerekiyordu.  Çünkü Irak'ın bölünmesi İran için olmasa bile Türkiye için 
hayati bir konu. Aslında Türkiye'nin geleneksel politikası bu yöndeydi. Ancak 2008'lerde başlayan açılım politikalarıyla birlikte Türk hükümetinin Barzani 
politikası da neredeyse yüzseksen derece değişti. Başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler Türk hükümetinin Barzani yönetimini kabullenip stratejik ortak haline 
getirmesinin bir benzerinin Suriye'de PYD bağlamında gerçekleştirmesini teşvik ve telkin ediyorlar. Barzani ile Türk Hükümeti arasındaki ilişkilere bakınca bu 
konuda da çok iyimserler. 

Bu durum o ülkelerin açıklamalarına ve raporlarına da yansımış durumda. Yani görünen köy kılavuz istemiyor ve Irak'taki senaryonun Suriye'de de yaşanması 
olasılığı giderek artıyor. Hal böyle olunca Türk hükümetinin Kerkük'te başlamış kabullenmesi ve geri çekilmesi bu hızla devam ederse Kerkük'ün düşmesi an 
meselesidir. Bunu Suriye kuzeyindeki gelişmeler takip edecek ve Suriye'de bölünecektir. Bundan sonraki hedefin ise Türkiye olması kaçınılmazdır. 

Türk hükümeti bu gelişmeleri dikkate alarak hızla bütün bir Ortadoğu politikasını yeniden belirlemelidir. Bölgede olaylar çok hızlı gelişmektedir. El Bab'ı alalım sonra bakarız, Menbic'i halledelim sonrasına bakarız, Rakka çözülsün gelişmelere göre karar veririz diyecek bir yaklaşım doğru değildir. 

Çünkü Türkiye Menbic'e odaklanırken bölgenin diğer noktalarında askeri-politik operasyonla durmamaktadır. Sahadaki gelişmeler o kadar hızlıdır ki 16 Nisan'dan sonra duruma bakacağız yaklaşımı bölgede kaybetmeyi göze almaktan başka bir şey değildir.

İşte tam da bunun için Türkiye'nin Bekasının güvenliği Kerkük'ten başlar. 
Kerkük Düşerse Irak'ın kuzeyi ve Suriye'nin kuzeyi Düşer. 
Sıraya Türkiye'yi alır. 
Yani Kerkük düşerse Türkiye düşer! 
Bu sadece bir slogan değil bir gerçektir. 
Dolayısıyla Ankara'da, İstanbul'da, Kerkük'te olanlar protokol kuralları gereği 
göndere bayrak çekilmesinden çok çok ötede Türkiye için bir beka sorundur. 
Çünkü bu, Irak'ta başlayacak bölünme ve parçalanmanın Türkiye'yi de vurmasıdır. 


Cahit Armağan Dilek
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com

***

Rakka’ya Menbiç Modeli Operasyon


  Rakka’ya Menbiç Modeli Operasyon; 



Türkiye Dışarıda, ABD-PKK/YPG İşbirliği Zirvede! 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
28 Ekim 2016 Cuma
Cahit Armağan Dilek 
cadilek9011@gmail.com


Hoşgeldiniz; Bugün 15 Mayıs 2017 Pazartesi  


   ABD Savunma Bakanı Rakka operasyonunun birkaç hafta içinde başlayacağını 
açıkladı. İngiliz ve Fransız Savunma Bakanları da benzer açıklamalar yaptı. 
Açıklamaların hepsine birden bakılınca ABD Rakka operasyonunu Menbic formuluyle yapacak gibi yani ABD sözde Arap ağırlıklı SDG ile yani YPG ile yapmak üzere hazırlık yapıyor. Yani Rakka’ya Menbic tipi operasyon geliyor…. ABD’nin bunu seçmesinin ana nedeni bu modelin Menbic’te uygulayıp başarılı olmasındandır. 

Nitekim ABD liderliğindeki IŞİD operasyonlarının komutanı Korg. Townsend de 
Rakka operasyonunu YPG ağırlıklı bir yapı olan SDG ile yapacaklarını söyledi. 
Anılan general Türkiye’nin rolünün ne olabileceğinin ise Türkiye ile 
görüşüldüğünü söyledi. 

25 Ekim’de 13 ülkenin savunma bakanları Paris’te toplanmış ve Musul ile Rakka operasyonlarını görüşmüştü. Söz konusu görüşmenin yapıldığı masada daha önce çağrıldığı belirtilmesine rağmen Türkiye yoktu maalesef. 26 Ekim’de NATO Savunma Bakanları toplantısı öncesinde ABD ve Fransız Savunma Bakanları üçlü toplantıda MSB Fikri Işık’a muhtemelen önceki günkü toplantıda görüşüp karara bağladıkları konuları anlattılar. Görüşmeler sonrasında MSB Işık’ın açıklamalarına bakılırsa tatmin olmuş gibi konuşuyordu. 

Özellikle Musul operasyonunda Türk savaş uçaklarının Musul operasyonu hava görev emrine dahil edilecek derken, ki bu mutlaka fiilen operasyona katılacağı 
anlamına gelmiyor çünkü son kararı Bağdat verecek, Musul operasyonu bağlamında istenenin alındığı havasındaydı. Dolayısıyla Rakka operasyonu ABD liderliğinde YPG ağırlıklı SDG ile yapılacak. Böyle bir ortaklığa en üst seviyede daha önceleri yapılan açıklamaları (PYD/YPG varsa Türkiye olmaz) hatırlarsak 
Türkiye’nin fiilen katılmasını beklememeliyiz ama Türk üslerinin koalisyon 
ülkelerince kullanılması mümkün olacaktır. Ama buna rağmen Rakka operasyonunun bu şekilde gerçeklemesi çok da kolay değil. Çünkü YPG’nin Rakka operasyonuna katılmak için şartları var. Aslında çok istekli değiller ama muhtemelen ABD’den bekledikleri ödülü(!) alabilmek için ABD’ye bir iyilik daha yapacaklar, yapmak zorundalar. YPG’nin şartı kendisi Rakka operasyonuna katılmışken Türkiye’nin PYD/YPG’yi vurmaması, Menbic, Tel Abyad ve CB Edoğan’ın söylediği gibi belki Afrin gibi yerlerde TSK’nın operasyon yapmaması, yani geri bölgelerinin emniyette olmasını istiyorlar. Bu da doğrudan Fırat Kalkanı Harekatının nasıl gelişeceği ve El Bab’ı kimin kontrol edeceğiyle ilgili. Bu konuda yaklaşık bir ay önce yazdığım yazıda ABD’nin Rakka operasyonu için şartının TSK’nın YPG’yi vurmaması olduğunu söylemiştim. Çünkü Amerikalılar böyle bir çatışma ortamının Rakka operasyonunun güvenliğini ve başarısını tehlikeye atacağını düşünüyor. Bu şu demek; Rakka operasyonu yapılıncaya kadar taraflar mevcut pozisyonunu koruyacak ve bulundukları yerleri IŞİD’e karşı güçlendirecek! Mevcut pozisyondan kast edilen de Fırat’ın batısında Cerablus-Azez hattı genişliğinde ve Menbiç-El Bab’ı da alan 45 km derinliğindeki bölgedeki durum. ABD Savunma Bakanının geçen hafta Türkiye ziyareti sonrasında Pentagon’dan yapılan resmi açıklamaya, ABD’nin IŞİD özel temsilcisi Brett McGurk’ün koalisyon ülkelerine gönderdiği 21 Ekim tarihli mektuptaki ifadelere, ABD Dışişleri sözcüsü Kirby’nin son açıklamalarına ve özellikle Fırat Kalkanı harekatı ile El Bab bölgesindeki çatışmalara ilişkin twitlerine bakılırsa ABD’nin ne istediği çok net belli oluyor. O da tam olarak yukarıda belirttiğimiz “mevcut pozisyonların korunması ve sağlamlaştırılması”. 

Bütün bunlara göre ABD şunu demek istiyor. Tüm koalisyon üyeleri ve yerel güçler IŞİD’le mücadeleye odaklanmalı, bu bölgede elde edilen kazanımları konsolide etmeli, sağlamlaştırmalıdır, Suriye’deki yeni hedef Rakka’dır, oraya 
odaklanılmalıdır, yeni hedef Rakka’dır, El Bab’ı unutun. ABD, Rakka operasyonuna katılan YPG’yi şehrin kuşatılmasında (ve belki gerekirse kurtarılmasında) kullanılmasını ve aynı Musul’da olduğu gibi şehir kurtarıldıktan sonra Sünni  Arap grupların kontrolüne bırakılmasını vaad ediyor. 26 Ekim’de ABD ve Fransız Savunma Bakanlarıyla üçlü görüşme yapan MSB Işık “Musul ve Rakka kurtarıldıktan sonra yerel unsurların kontrolüne bırakılacak, bunda mutabıkız” dedi. Tabi bunlar şimdilik söz, yazılı bir doküman ortalıkta yok, dolayısıyla belki aylar sürecek operasyon sonunda ne olur kimse bilemez ve de geçiş debenyimler gösteriyor ki muhtemelen Türkiye’ye verilen sözler yerine gelmez. Bakınız, Menbic operasyonu! Verilen sözlerin ne olduğunu gördük… Ama mevcut planlamaya yani ABD’nin vaadlerine gelirsek, El Bab konusunda tarafların mevcut pozisyonu korunacak yani kimse oraya doğru hareketlenmeyecek. Ama birisi, özellikle TSK-ÖSO, aksi davranırsa çok ilginçtir muhtemelen Rusya/Suriye kuvvetleri devreye girecek ve bu hareketlenme önlenecek, bu da test edildi. 24 Ekim’de Suriye helikopterleri El Bab’a yönelen ÖSO’yu vurdu. Çünkü geçen hafta Suriye ordusundan Türk savaş uçaklarının düşürüleceği, Fırat Kalkanı harekatının işgal olarak görüldüğü engellemek için herşeyin yapılacağı açıklandı. Rusya’dan da bölgedeki çatışmalardan kaygı duydukları ve TSK’nın operasyonuyla vurulan PYD/YPG’lilerin siviller olduğunu ifade eden açıklamalar geld. 26 Ekim’de ise yeni bir açıklama vardı. Suriye ordusundan değil ama Suriye ordusunun yanında savaşan gruplar (muhtemelen İranlı milisler, Hizbullah vs) adına yapılan açıklamada “eğer TSK-ÖSO bulundukları yerden daha güneye inerlerse vuracağız” deniyordu. Diğer taraftan Suriye ordusunun Fırat Kalkanı birliklerinin mevcut konumlarından daha güneye inerse müdahale etmek üzere El Bab’ın güney batısında 8-12 km mesafede tertiplendikleri bilgileri de medyaya yansıyor. Peki Rusya/Suriye tarafı neden böyle davranıyor? Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinde başlayan iyileşmenin Türkiye-Suriye ilişkilerine yansımamış olması belki de ilk sebep olarak söylenebilir. Fırat Kalkanı harekatı başladığından buyana Rusya Türkiye’nin Şam yönetimiyle ilişki kurarak bu işi yürütmesini telkin ediyor. Ancak bu konuda kamuoyuna yansıyan somut bir gelişme yok. Aksine, yukarıda bahsettiğimiz Suriye helikopterlerinin ÖSO’yu vurması ve Suriye ordusundan gelen sert ve tehdit içeren mesajlar var. Sınır ötesindeki bir operasyonu, özellikle bugünkü uluslararası askeri-politik konjonkürde sadece “ben tehdit görüyorum, 
yapacağım diyerek” tek taraflı yapmanız ve yapsanız da sürdürebilmeniz mümkün değildir. Bundan hayır yapamayız, yapmayalım bekleyelim demek istemiyoruz. 

Ama uluslararası ortamı hazırlamanız, belli başlı tarafların zımni de olsa desteğini almanız gerekecektir. Ayrıca diğer ülkeler arasındaki gizli özel pazarlıklar olabileceğini de dikkate almanız gerekir. Bu bağlamda Suriye üzerinde her ne kadar karşı taraflarmış gibi gözükseler de ABD ile Rusya arasında genel bir mutabakat olduğunu, Suriye-Irak topraklarının bazı nüfuz etki alanlarına bölünmüş olabileceğini unutmamalıyız. Suriye’nin karşı koyuşunu da bu bağlamda okumakta fayda var. Bu arada Rusya’nın son NATO kararları çerçevesinde Karadeniz bölgesinde kara, deniz hava kuvvetleri bağlamında daimi NATO güçlerinin konuşlanması kararları bağlamında Türkiye’yi güvenilir göremeyeceğinden Türkiye ile Suriye’de şu aşamada hemen bir askeri işbirliğine girmesini beklemek de hayal olacaktır. Bunun sonucu olarak o bölgede TSK-ÖSO ile PYD/YPG ABD tarafından pozisyonlarını korumaya zorlanırken ve Rakka operasyonuna odaklanmışken Suriye ordusu El Bab’a doğru hareketlenip Menbic-Afrin boşluğunu kapatabilir. Yukarıda belirttiğimiz Türkiye-Suriye anlamasının sağlanamadığı bir ortamda bu hamle Suriyeli Kürtleri kendi kontrolünde tutmak isteyecek Şam yönetimi için PYD/YPG’ye sunulacak bir havuç olacak, yani PKK koridorunun tamamlanmasını sağlayacaktır. Peki Cumhurbaşkanının, Başbakanın ve Dışişleri Bakanının son günlerdeki açıklamalarını (Bab’ı ve Menbic’i alacağız, Afrin’e de müdahale ederiz, Rakka’ya da yöneleceğiz) nereye koyacağız derseniz, onun cevabı da muhtemelen ABD’nin Türk karar vericileri ikna kabiliyetine bağlı. Eğer Türkiye ABD ile bir şekilde anlaştıysa kamuoyuna verecekleri cevap ABD’nin ifade ettikleriyle uyumlu olacaktır ve şöyle diyebileceklerdir: “Elde edilen istihbarat bilgilerine istinaden Rakka merkezli tehdit acil ve önceliklidir. Bu tehdit bağlamında öncelikle Rakka’daki IŞİD’in izole edilmesi konusunda anlaştık. Sahadaki gelişmeler nedeniyle öncelik Rakka’nın kuşatılması ve şuana kadar IŞİD’ten kurtardığımız bölgeyi sağlamlaştırmaktır.”. Bu mealde bir cevap verilebileceğinin emareleri de yine ABD Savunma Bakanının ve Korg. Townsend’in açıklamalarında var. Buna göre ABD Rakka’da yaptığı bir operasyonda Türkiye’de saldırı yapmayı planlayan bir IŞİD’liyi öldürmüş! Ayrıca IŞİD Rakka’da Batı ülkelerinde kısa süre içinde gerçekleştirmek üzere saldırı hazırlığındaymış! Yani ABD’ye göre Rakka’nın kuşatılması harekatı onun için acil ve öncelik kazandı. Müttefiklerini de ikna etmiş gözüküyor. CB Erdoğan’ın ABD Bşk. Obama ile yaptığı nispeten uzun görüşme de bu bağlamda önemli. Bu görüşme Kobani’de YPG’ye Ekim 2015’te havadan silah yardımı indirilmesi ile Peşmerge koridoru açılması öncesindeki görüşme, Temmuz 2015’te İncirlik Mutabakatına yol açan görüşme, Mayıs 2016’da Menbic operasyonunun önünü açan görüşme kadar önemli. 

Çünkü Rakka ve Fırat Kalkanı operasyonunun nasıl gelişeceğinin ana hatlarıyla 
Obama-Erdoğan telefon görüşmesinde karara bağlanmış olabileceğini 
söyleyebiliriz. Yani, IŞİD operasyonlarından sorumlu Amerikalı Korg. Townsend’in Rakka operasyonuna YPG’nin katılmasına karar verildiğini ve bu konuda Türkiye ile görüşmelerin devam ettiğini açıklaması, Savunma Bakanlarının görüşmesi ve açıklamalarından sonra yapılan bu görüşme Rakka Operasyonu/Fırat Kalkanı harekatı bağlamında ne yapılacağına ilişkin son kararın gözden geçirilerek son halinin verilmesi içindi muhtemelen. Zaten Beyaz Saray’dan Obama-Erdoğan telefon görüşmesi hakkında yapılan açıklamaya bakılırsa da bunları görmek mümkündür.

 Bütün bunlar şunu göstermektedir. ABD Suriye bağlamında bir kez daha tercihini yerel güç, sahadaki en iyisi dediği PKK/YPG lehinde kullanmıştır. Türkiye benzer hataları peşpeşe yaptığından en haklı olduğu durumlarda bile sonuç 
alamamaktadır. Ekim 2014’te Ayn el Arab (Kobani)’ta PYD’ye havadan askeri yardım indirilmesi ile peşmerge koridorunun açılmasıyla aslında ABD-PYD/YPG 
işbirliğinin önünün açıldığı öngörülememiştir. Türk üslerinin IŞİD karşıtı 
operasyonlarıyla açılmasıyla buralardan kalkan savaş uçaklarının IŞİD’le 
mücadele yaparken bir tarfatan PYD/YPG’ye hava desteği verilmiş olacağı 
önemsenmemiştir. Menbic operasyonuna bir şekilde PYD/YPG’nin katılmasına zımnen de onay verdikten sonra bunun devamının geleceği öngörülememiştir. Şimdi de Rakka’da yine PYD/YPG’nin karadaki esas güç olmasının önüne geçilememiştir. Bu bağlamda yapılması gereken ana hamle şu olmalıdır. Türkiye Suriye’de IŞİD karşıtı operasyonları Rusya ve Suriye ile birlikte ele almalıdır. Rakka operasyonu ABD liderliğinde değil Rusya destekli Suriye ordusunca yapılmalıdır. 

Aksi durum yani şimdi olduğu gibi ABD liderliğindeki operasyonla IŞİD Suriye’den temizlense bile ABD’nin kendi koalisyonunun kurtardığı bölgeleri Şam yönetimine bırakmasını beklemek hayaldir. Bu konuda Ocak 2016’dan buyana yazdığımız yazılarda ve TV programlarında açıklamalarımız vardır ve buralarda ifade ettiklerimiz kısaca “Suriye’nin bölünmesi” tehdidir. Bu bölünmenin Suriye ile sınırlı kalmayacağı ve Türkiye’ye taşınacağı da ortadadır. Yani ABD liderliğinde IŞİD tehdidin bertaraf edilmesi Türkiye’yi rahatlatmayacak bilakis daha büyük bir tehdit yaratacaktır. Ve Türkiye Şam yönetimiyle işbirliğini geciktirtikçe, karşılıklı güven ortamını yaratamadıkça Suriye de özellikle Fırat Kalkanı bağlamında karşı tedbirlerini alabilecek, bu durum Türkiye’yi bölgede yeni açmazlara sürükleyebilecektir. Not: Bu yazı sahadaki ve masadaki gelişmeler den elde edilen öyle veya böyle bir şekilde ABD’nin planlarının uygulanacağı izlenimi çerçevesinde yazılmıştır. 

Ama eğer ABD ile Türkiye anlaşamadıysa, Türkiye ABD’nin planlarına uymayacaksa, Türkiye’nin söylediklerini hayata geçirip geçiremeyeceği konusu ise ayrı bir yazı konusudur, Türkiye’nin Irak ve Suriye’de uygulamasına yönelik bir alternatif politika önerisi ayrı bir yazıda ele alınacaktır. 

Cahit Armağan Dilek
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com

***

Obama Aldattıysa Trump da aldatıyordur!

  

Obama Aldattıysa Trump da aldatıyordur! 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Obama Aldattıysa Trump da aldatıyordur!
Cahit Armağan Dilek 
cadilek9011@gmail.com
21 Nisan 2017 Cuma

   Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, El-Cezire kanalına verdiği söyleşide; Trump’ın telefon görüşmesinde ABD’nin PKK, YPG ve PYD’ye yönelik politikasını 
değiştireceği yönünde bir söz verip vermediğiyle ilgili soruya Erdoğan “Zatendaha önce bu konuda yani terör örgütlerine karşı bizim ortak dayanışma 
içerisinde bir çalışmamızın olması gerektiğini söylemişlerdi. Şimdi yapacağımız görüşme, artık bunun tamamen yüz-yüze görüşmede detaylandırılması olacaktır ve orada tabii biz birçok belgeleri de kendilerine sunacağız. Daha önceleri de PKK’yla ilgili konuda mutabakatımız var idi. Obama döneminde de bu konuda 
mutabakat vardı fakat Obama maalesef PYD ve YPG konusunda bizleri aldatmıştır ama şu andaki yönetimin aynı durumda olacağına ihtimal vermiyorum” diye yanıt verdi.[1]

TRUMP ERDOĞAN’I "REFERANDUM ZAFERİ" NEDENİYLE KUTLADI

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması Trump’ın 16 Nisan referandumu sonrasında hem Cumhurbaşkanlığı hem de Beyaz Saray sitesinde yazılan ifadeyle “ Referandum Zaferini ” kutlamak üzere telefon etmesinden sonra geldi.  Bu Trump-Erdoğan arasındaki ikinci telefon görüşmesiydi. İlki Şubat 2017 başında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump’ın başkan olarak göreve başlamasını kutladığı telefon görüşmesiydi. Özellikle ilk telefon görüşmesinden sonra Türk hükümetinden ve hükümete yakın medyadan ABD aleyhinde açıklama ve haberlerin yapılmadığını görüyoruz.

ABD Dışişleri ve Pentagon sözcüleri 17 Nisan’daki basın toplantılarında referandum ile ilgili yorum yapmak için AGİT'in raporunu bekleyeceğiz derken 
aynı saatlerde Trump'ın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı arayıp tebrik ettiği Cumhurbaşkanlığı kaynaklarınca Türk medyasına duyuruldu. Cumhurbaşkanlığı 
sitesine 18 Nisan günü konan bilgi notunda Trump'ın kazandığı "referandum zaferi" için Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı kutladığı, ayrıca Suriye, IŞİD ve terörle 
mücadele konularının da görüşüldüğü yazılıyordu. Aynı gün ilerleyen saatlerde Beyaz Saray sitesinde de görüşme duyurusu yapıldı ve açıklamadaki ifadelerin 
Cumhurbaşkanlığı sitesindeki ifadelerle birebir örtüştüğü görüldü.

Referandum üzerindeki şüphelerin gittikçe arttığı bir ortamda kendi sözcüleri bekleyeceğiz, netleştiğinde konuşacağız dediği anlarda Trump'ın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı araması çok ilginçti. Ve bu husus Amerikan medyasında da Trump'a yönelik eleştiri konusu oldu. Nitekim bu çelişkiler Beyaz Saray sözcüsüne tekrar sorulduğunda "Trump'ın Erdoğan'ı araması sonuçları kabul ettiğine gelmiyor" cevabı geldi. Ama internet sitesindeki “referandum zaferi” kutlaması ifadesi orada duruyor.

PEKİ TRUMP GERÇEKTEN NEDEN ARADI?  

Referandumun geçici sonuçları Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidar partisinin istediği yönde gözüküyordu ama %50’nin az bir farkla geçilmiş olması, bundan da kötüsü YSK’nın yasalara aykırı karar ve uygulamaları nedeniyle 16 Nisan halk oylamasının meşruiyetinin sorgulanması, AGİT ile Avrupa ülkelerinin referanduma şüpheli yaklaşımı dikkate alındığında Trump’ın telefonunun kutlamadan da öte başka bir anlam taşıdığını söyleyebiliriz. Sanırım CB Erdoğan ve iktidarın referandum sonuçlarının yarattığı ortamda bir nevi sıkıştığını gören Trump bunu fırsata çevirmek istedi. Telefonda gerçekten kutladı mı bilemeyiz ama yapılan resmi açıklamalara göre bir kutlama olduğunu kabul etmek durumundayız. Ama telefon görüşmesine dışarıdan bakıldığında Trump’ın telefonunun Erdoğan yönetimine destek algısı yarattığı kesin. 

TRUMP BİRŞEYLER İSTEDİ Mİ?

Ancak böyle tartışmalı bir ortamda gelen bu desteğin (ya da destek algısının) karşılıksız olmayacağını ve Türkiye’ye bir bedelinin olabileceğini görmeliyiz. 
Trump’ın bugünlerde Suriye politikasını, IŞİD’le mücadele kapsamında Rakka planını açıklaması beklenmektedir. İşte Trump'ın özellikle PYD/YPG bağlamında 
Türk kamuoyunun benimsemeyeceği bir planı  resmen açıklaması bu bedelden biri olabilir. Bu bir bedeldir çünkü böyle bir kararın Türkiye’nin bekası ve 
güvenliğine çok büyük olumsuz etkileri ve sonuçları olacaktır.  Aslında sahada zaten ABD-YPG işbirliği ve ortaklığı artarak devam etmektedir. Obama yönetiminin Rakka’yı YPG ile kurtarma planı Trump yönetimince de benimsenmiş gözükmektedir.

OBAMA VE TRUMP DÖNEMİNDE NELER OLDU?

Evet, ABD’nin YPG/PYD’ye fiili açık desteği Obama yönetimi tarafından başlatılmıştır. YPG ile ortaklığın temelleri Obama döneminde atılmıştır. IŞİD 
özel temsilcisi McGurk’ün Ayn el Arab (Kobani) ziyaretiyle PYD/YPG’nin siyasi olarak tanınması Obama döneminde olmuştur. Ama aynı McGurk, Trump yönetiminde de görevine devam eden ender kişilerdendir. Obama YPG’nin Menbic’i terk edeceği sözü vermesine rağmen bu sözü tutmamıştır.

Ama Türkiye’nin El Bab sonrası Menbic’e yönelebileceği ihtimaline karşı Menbic’e daha fazla YPG’li yerleşmesini, daha fazla Amerikan askeri ve Amerikan askeri 
teçhizatı konuşlandırması, hatta Türk ordusunun önünde tampon bölge oluşturması Trump zamanında gerçekleşmiştir. YPG’lilerin Amerikan uçak/helikopteriyle havadan indirme operasyonuyla Fırat’ın batısına yeniden geçişi ve Tabka’da operasyon başlatması yine Trump zamanında olmuştur. Suriye kuzeyinde Fırat’ın doğusunda kurulan Amerikan üssü sayısı 7’yi bulmuştur. Bunlardan Kobani güneyinde bulunan bir hava alanı savaş uçaklarının iniş kalkışına müsait olması için alt yapısının geliştirilmesi (İncirlik yerine kullanılma hedefiyle) yine Trump zamanında yapılmaktadır.

Rakka operasyonunda kullanılacağı gerekçesiyle YPG’ye yönelik eğitim dahil askeri yardım yine Trump zamanında katlanarak artmıştır. PYD/YPG bölgesindeki 
Amerikan askerinin sayısı yine Trump zamanında Obama dönemindekinin en az iki katına çıkmıştır.   

SONUÇ OLARAK

Bütün bunlardan sonra Trump’ın ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda yıllardır Irak ve Suriye’de yaptığı yatırımı ve projelerini yok sayması ve Türkiye’nin 
hoşuna gidecek kararlar alması beklemek çok da mümkün değildir. Zaten sahadaki gelişmeler de bunu göstermektedir. Trump'ın Obama'dan temelde farklı bir politika izleyeceğine inanmak gelişmeleri, ABD'nin bölgedeki politikalarını stratejilerini doğru okuyamamak olur.

Buna göre eğer PKK, PYD/YPG konusunda Obama Türk hükümetini aldattıysa Trump da koltuğuna oturduğu ilk günden buyana aldatıyordur… Ama bu gelişmeleri ve olayları sadece aldatma olarak tanımlamak ve suçu karşı tarafta görmek doğru değildir. Çünkü herşey herkesin gözü önünde olmaktadır.  

[1] http://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/erdogandan-obama-itirafi-aldatildik-1805263/

Cahit Armağan Dilek
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com

***