E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2018 Pazartesi

TÜRKİYE-SURİYE-IRAK-İRAN DÖRTGENİNDE GELİŞMELER

TÜRKİYE-SURİYE-IRAK-İRAN DÖRTGENİNDE GELİŞMELER 





İnceleme  Ortadoğu Analiz 
Aralık’2009 Cilt 1 - Sayı 12 
E. Tümg. Armağan KULOĞLU 
ORSAM Başdanışmanı





Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkilerine baktığımızda, en radikal değişikliğin bu ülke ile olduğu görülecektir. 

   Lübnan sorunu, İsrail sorunu, ABD baskısı ve Türkiye’nin gösterdiği kararlı tutumdan dolayı iyice yalnızlaşan Suriye, Türkiye’nin gösterdiği yakınlaşma politikasının da etkisi ile “Tehdit Ülke” konumundan, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Yapılan Ülke” konumuna dönüşmüştür.  

Giriş 

Ortadoğu, özellikle 100 yılı aşkın bir süreyi kapsayan yakın tarihteki her dönemde önemini gittikçe arttırmış ve dünya politikalarının belirleyicisi durumuna gelmiştir. 

Sovyetlerin dağılmasını müteakip Kafkasya ve Orta Asya’daki gelişmeler sonucunda bu bölgelerin de öneminin ortaya çıkması ile kritik ve  belirleyici sahaların kapsamı genişlemiştir. Ancak Ortadoğu’nun daha eski belirleyici faktör olmasından dolayı zaman içinde bölge üzerinde yaşanan çıkar çatışmalarının yarattığı gerginlik, çatışma ve istikrarsızlıklar Türkiye’yi derinden etkilemiştir. 

Bu yazıda, fazla geçmişe uzanmadan özellikle son 20 yıldır Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki komşu bölgelerde süregelen gelişim ve değişimin sebep ve sonuçları ile Türkiye’nin geleceğine olan etkileri ortaya konmaya çalışılacaktır. Bu noktadan hareketle, ulusal çıkarları gözeterek oluşturulması, planlanması ve uygulanması gereken politika ve stratejilerin tespiti üzerinde durulacaktır. Politika ve stratejileri tespit edebilmek için de, yazının konusu olan dört ülkenin durumları çok özet olarak belirtilecek, Türkiye ile olan ilişkileri analiz edilecek, başta ABD ve İsrail ile iç politikanın ve diğer aktörlerin bölge ve ilişkilerimize olan etkileri değerlendirilecektir. 

Türkiye-Suriye Ekseni 

Anılan ülkeler içinde Suriye ile olan ilişkilere baktığımızda, en radikal değişikliğin bu ülke ile olduğu görülecektir. Hatay ve sınır aşan sular konusunda sürekli gerginlik yaratan bir ülke konumundaki Suriye’nin, Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için PKK terörüne destek verdiği bilinmektedir. Hatta doksanlı yıllarda Ege sorunlarından kaynaklanan gerginlikte Yunanistan’ın da Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için kısmen PKK terörüne destek vermesinin yanında Türkiye’ye karşı Suriye ile birlikte işbirliği içinde hareket ettikleri, bu nedenle o tarihlerde TSK’nın savaş planlarını “iki buçuk savaş doktrini”ne göre yaptığı bilinmektedir. Bu doktrindeki iki tam tehditten biri Suriye, diğeri Yunanistan, yarım tehdit de PKK terörüdür. 

1998 yılının sonlarına doğru Suriye’ye karşı uygulanan güç gösterisi ve gösterilen kararlılık sonucunda Suriye, tutumunu yumuşatmaya başlamış, terörist başını topraklarından çıkartmış ve bunu takiben “Adana Mutabakatı” olarak anılan bir toplantı sonucunda da PKK terörüne verdiği desteği kestiğini resmen açıklamıştır. 

Bu tarihlerden itibaren Suriye ile gittikçe gelişen olumlu bir dönem başlamıştır. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali döneminde, ABD tarafından ilan edilen şer ekseninin bir parçası olmaktan ötürü kendisini büyük bir baskı altında hissetmiş, bu nedenle Türkiye’ye olan yakınlaşmasını daha da arttırmıştır. Lübnan sorunu, İsrail sorunu, ABD baskısı ve Türkiye’nin gösterdiği kararlı tutumdan dolayı iyice yalnızlaşan Suriye, Türkiye’nin gösterdiği yakınlaşma politikasının da etkisi ile “Tehdit Ülke” konumundan, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Yapılan Ülke” konumuna dönüşmüştür. Hatta ilişkilerde müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılan ve vizenin kaldırılmasına kadar varan ilerleme kaydedilmiştir. Mevcut durum itibariyle bu gelişmeler, Türkiye’nin çıkarları yönünde olup, olumludur. Ancak bu durumun, Türkiye’nin güçlü, Suriye’nin de sorunlarından dolayı zor durumda olmasına bağlı olduğu dikkate alınmalı, ihtiyat elden bırakılmamalı, ilişkilerin kalıcı olması için gerekli önlemlerin geliştirilmesi üzerinde durulmalıdır. 



Türkiye-Irak Ekseni 

Irak ile olan ilişkiler ise son 20 yıldır, PKK, ABD ve Irak’ın kuzeyindeki yönetim ekseninde ağırlıklı kazanmıştır. 1991 yılında Irak’a yapılan müdahale sonucunda kuzeyde oluşturulan korumalı bölge, Türkiye açısından hem bağımsız bir Kürt yönetiminin kurulması, hem de PKK terörünün hayat bulması açısından tehdit algılaması kapsamında bir durum arz etmiştir. 1999 yılında PKK terörünün gündemden düşmesinden sonra, gerek Avrupa Birliği adaylığının başlaması ve müzakere sürecinin açılmasından, gerekse ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgalinden kaynaklanan gelişmeler, PKK terörünün yeniden canlanmasına sebep olmuştur. Irak’ın kuzeyindeki yönetim, 2003 yılında ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a geçmesine izin verilmemesinden dolayı ABD açısından bir nevi müttefik olarak görülmüş ve özellikle Türkiye’ye karşı koruma altına alınmıştır. PKK bölgede bir noktada ABD’nin dolaylı himayesi altında kalmıştır. PKK terörü Türkiye’ye karşı eylemlerini arttırmış ve Türkiye’nin bu terör ile Irak’ın kuzeyinde mücadele etmesine ABD tarafından engel olunmuştur. 

 Türkiye’nin, hem İran hem de Batı ile iyi ilişkiler geliştirirken denge noktasını iyi ayarlaması gerekmektedir. 

2007 yılı Kasım ayına kadar devam eden bu süreç, sınır ötesi harekât yapamamaktan dolayı Türkiye’deki tepkilerin yükselmesi sonucunda 
ABD’nin şartlı geri adım atmasıyla son bulmuş ve PKK terörü ile mücadelenin ABD, Türkiye, Irak arasında oluşturulan bir mekanizma ile mutabakat 
içinde ortak yapılması kararlaştırılmıştır. 

ABD Türkiye’ye, Irak’ın kuzeyindeki yönetime zarar vermemek, onu tehdit olarak görmemek ve iyi iletişim içinde olmak kaydı ile özellikle istihbarat temini konusunda yardımcı olmuş, sınır ötesi harekât için hava sahasını ve çok kısıtlı olarak da kara sahasını açmıştır. 2009 yılından itibaren ABD’nin askeri gücünü kademeli olarak Irak’tan çekme kararı alması ve bu konuda Irak yönetimi ile anlaşma yapmasını müteakip, durum yeni bir veçhe kazanmıştır. 

ABD askerinin Irak’tan çekilmesini takiben, Türkiye’nin PKK ile mücadele adına Irak’ın kuzeyine yapacağı sınır ötesi harekâtların, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi tedirgin ve tehdit edeceği düşüncesi ile ABD, yeni bir süreç başlatmıştır. Bu süreçte ABD, PKK’nın misyonunu artık tamamlamış olduğu ve Türkiye’nin bir müdahalesine sebep teşkil etmemesi düşüncesinden hareketle, terör örgütünün tasfiyesinin gerektiğini değerlendirmiştir. ABD’den gelen talep ve Türk iç politikasının da yönlendirmesi ile bu tasfiyenin gerçekleşebilmesi için Irak, Irak’ın kuzeyi ve PKK yönünden alınacak tedbirlere paralel olarak Türkiye’nin de bunu kolaylaştırıcı adımlar atması gerektiği sonucu ortaya çıkmıştır. PKK terörünün tasfiyesi çıkarlarımız açısından arzu edilen bir gelişmedir. Ancak “açılım” adı altında bilinmediği için tahmin edilen ve algılanan yöntemlerin ve uygulamaların, Türkiye içinde kutuplaşmalara ve gerginliklere sebep olduğu da bir gerçektir. ABD’nin PKK terör örgütünün tamamen ortadan kaldırılmasını da benimsediğini düşünmek yanıltıcı olabilir. PKK, Irak’ın kuzeyinde bir bağımsızlık durumu, Kerkük meselesi ve benzer sebeplerle yeniden kullanılmak istenebilir. Bu nedenle ABD’nin PKK’yı kontrol edebildiği gerçeğini daima göz önünde tutmakta yarar bulunmaktadır. Diğer taraftan Irak merkezi yönetimi ile geliştirilen ilişkilerin de, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği” seviyesine gelmesi ve müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılmasına kadar uzanması olumlu olarak değerlendirilmektedir. 

Ancak gelişmelerin, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de ayrı bir unsur olarak muhatap almaya mecbur etmesi olumsuzdur. 

Türkiye-İran Ekseni 

İran ise, yakın zaman dahil büyük düşmanlıklar içinde olmadığımız, ancak ayrı bir kültür ve köklü devlet geleneğinden kaynaklanan bir rekabet içinde olduğumuz bir ülkedir. İslam devriminden sonra, komşusu Türkiye’yi, laik, demokratik ve modern yapısından dolayı hem rakip, hem de rejimine tehdit olarak görmüştür. Bu nedenle rejim ihraç politikası izlemiş ve Türkiye’yi zayıf düşürebilmek için PKK terör örgütünü desteklemiştir. 

Ancak son 5-6 yıllık dönem içinde PKK terörünün İran versiyonu olan, İran’ı istikrarsızlaştırmaya kurgulanmış PJAK ile mücadele zorunda kalması, ayrıca ABD’nin baskısı altında bulunması, İran’ı Türkiye politikasında değişiklik yapmaya yönlendirmiştir. PKK terör örgütü ve onun kolu ile mücadele etmesine, hatta zaman zaman bu konuda Türkiye ile işbirliği yapmasına rağmen, yine de PKK’ya düşük seviyede de olsa İran üzerinden lojistik destek verilmesine müsamaha etmektedir. 

İran’da önemli olan konu rejimin muhafaza edilmesidir. Bu nedenle uluslararası gerginlik yaratmak ve bu gerginlikten dolayı iç politikada gücü muhafaza ederek rejimi korumak, genel bir politik yaklaşım olarak benimsenmiştir. İran’ın nükleer teknolojiyi geliştirme ve uranyum zenginleştirme faaliyetleri devam etmektedir. Anlaşmalardan dolayı Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonunun denetimine tabidir. 

   Irak merkezi yönetimi ile geliştirilen ilişkilerin de, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği” seviyesine gelmesi ve müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılmasına kadar uzanması olumlu olarak değerlendirilmekte dir. Ancak gelişmelerin, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de ayrı bir unsur olarak muhatap almaya mecbur etmesi olumsuzdur. 

İran her ne kadar nükleer teknolojiyi barışçıl amaçlarla geliştirdiğini ifade etse de, denetimden bazı tesisleri ve faaliyetleri gizlemesi, onun nükleer silah geliştirmek istediğine ilişkin tereddütler uyandırmasına sebep olmaktadır. Güven telkin etmeyen davranışlarından ötürü, kısmen zenginleştirdiği uranyumun bir başka ülkede depolanması, barışçıl amaçla kullanacağı çubuklar haline dönüştürülmesinden sonra tekrar kendisine verilmesi hususuna önceleri tereddütlü yaklaşmış, sonra da kabul etmemiştir. Depolanacak ülke olarak Türkiye’nin adının ön plana çıkmasına da aynı şekilde yaklaşmıştır. Türkiye hem batı ile yakın ilişki içinde, hem de İran ile iyi ilişki içinde olmasından ve İran nezdinde güven telkin etmesinden istifade ile bu konuda bir noktada arabulucu olarak rol almak istemiştir. Hatta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) geçici üyesi olmasından dolayı, İran’a uygulanması düşünülmeye başlayan yaptırımlarda, BM tarafında yer alması baskısından dolayı karar verme konusunda zor duruma düşmemek için bu kolaylaştırıcı öneri üzerinde önemle durmuştur. Ancak İran, açık olarak ifade etmese de nükleer silaha sahip olarak tehditlere karşı koyma, rejimini koruma ve bölgesel olarak etki alanını genişletme ve etkinliğini arttırmayı politika olarak benimsediğinden bu tekliflere sıcak 

bakmamıştır. İran’ın bu konudaki stratejisi, çeşitli şekillerde uluslararası kuruluşları ve Batı’yı oyalayarak nükleer teknoloji ve uranyum zenginleştirme çalışmalarına devam ederek nükleer silaha ulaşmak olduğu değerlendirilmekte dir. Uranyum’un Türkiye’de depolanması, en güvendiği ülke olarak kendisine  avantaj sağlayacakmış gibi gözükse de, bu durumun Türkiye’nin Batı nezdinde prestijini arttıracağı, bölgesel rekabette Türkiye’den geride kalacağı 
ve özellikle nükleer silaha sahip olmanın avantajlarını kaybedeceği için bu konudan uzak durmayı tercih etmiştir. Türkiye’nin hem Batı ile hem de İran ile iyi ilişkiler içinde olması olumlu bir gelişmedir. Ancak bunun da denge noktasının iyi tayin edilmesi gerekmektedir. BMGK’nin nükleer teknoloji geliştirmesinden dolayı İran için önümüzdeki dönemde uygulanmasını planladığı yaptırımların karar aşaması ve uygulamasında Türkiye’nin, BM, Batı ve İran arasında ikilemde kalacağı, bu nedenle oluşturması ve takip etmesi gereken politika ve stratejilerden dolayı zorluklarla karşılaşacağı değerlendirilmektedir. 

Sonuç ve Değerlendirme 

Türkiye, komşu ülkelerle sıfır sorun politikası çerçevesinde diplomasi uygulamaya devam etmektedir. Bu konuda başarılı olduğu ölçüde, başarılı olamadığı sahalarda gücünü toplayarak sıklet merkezi uygulaması ile çıkarlarını sağlayabilme imkânına sahip olabilecektir. Ancak sorunlar çözülmeye çalışılırken tavizler vererek, geri dönülemeyecek yollara girilmemesine özen gösterilmesi gerekmektedir. Her sorunun bir geçmişi, sebep veya sebepleri vardır. Genelde de bunlar Türkiye’den kaynaklanan değil, Türkiye’nin hak ve hukukunu korumak için aldığı tavırlardır. Konulara yaklaşımlarda bunların dikkate alınmasında zaruret bulunmaktadır. Bu konuda Türk Milletinin devlete olan güveninin zedelenmemesi son derece önemlidir. 

Özellikle güneydoğu komşularımızla geliştirilen olumlu ilişkiler, Türkiye’nin menfaatinedir. Suriye halkının, ilişkilerimizin iyi olmadığı dönemde dahi Türk halkına karşı bir sempatisi olmuştur. Irak halkından önemli bir kesiminin de aynı şekilde olduğu söylenebilir. İran halkı da keza aynı şekilde olup, nüfusunun yarıya yakın bir kısmının Azeri Türkü olması da bunu güçlendirici bir etkendir. Yaşanan sorunlar devlet politikalarından kaynaklanmıştır. Halen gelinen durumda devlet politikaları da olumlu yönde geliştiğine göre, ilişkileri sürekli olumlu kılacak tedbirlerin alınmasında yarar görülmektedir. Bunun sağlanması da ilişkilerin, ekonomi, ticaret, eğitim, sosyal kurumlar ve üniversiteler arasındaki temasların arttırılmasından, halklar arasında iletişim kurarak devam ettirilmesinden, geliştirilmesinden, süreklileştirilmesinden ve kalıcı bir platforma oturtulmasından geçmektedir. 

   BMGK’nin nükleer teknoloji geliştirmesinden dolayı İran için önümüzdeki dönemde uygulanmasını planladığı yaptırımların karar aşaması ve uygulamasında Türkiye’nin, BM, Batı ve İran arasında ikilemde kalacağı, bu nedenle oluşturması ve takip etmesi gereken politika ve stratejilerden dolayı zorluklarla karşılaşacağı değerlendirilmektedir. 

Türkiye’nin tek yönlü politika uygulamalarını çok yönlüye kaydırması ve Türkiye’nin merkeze alınarak yeni bir görüşle hareket edilmesi, Türkiye’nin mevcut jeopolitik gücünün çıkarları yönünde kullanılmasına imkân yaratacaktır. 

Türkiye’nin bu şekildeki hareketi bir eksen değişikliği olarak algılanmamalıdır. Bu yeni anlayış, Türkiye’nin mevcut gücünü ve kabiliyetini çıkarları yönünde kullanmaya başlamasının bir sonucudur. Hatta Suriye, Irak ve İran ile ilişkilerini geliştirirken, bu ülkelerin ve bölgenin sempatisini kazanmak için İsrail ile gerginlik yaratmasının da kontrollü bir yaklaşım olduğu düşünülmektedir. Konunun içinde iç politikanın bir yansıması olan İslam ve Arap âlemine olan sempatinin olduğu ve yeni politikada bu durumun da rol oynadığı inkâr edilemez. Ancak bu ideolojik yaklaşıma rağmen, Doğu ile geliştirilen ilişki, Batı’yı terk ettiği anlamında anlaşılmamalıdır. 

Ancak sempati kazanma çabası sırasında İsrail, Hamas ve El Beşir ile olan ilişkilerin dozunun da iyi ayarlanmasına ihtiyaç bulunmaktadır. ABD de Türkiye’nin yaklaşımlarını, bir eksen değişikliği olup olmadığı konusunda şüpheyle karşılamaktadır. Ancak kendi menfaatleri ile uyuşan, Kıbrıs açılımı, Ermenistan açılımı, Irak’ın kuzeyine olan açılım ve demokratik açılımdan dolayı fazla bir tepki göstermemekte, hatta desteklemektedir. Türkiye’nin Suriye, Irak ve İran ile olan iyi ilişkilerden de fayda sağlayacağını düşünmektedir. 

Bu açılımlar konusunda ABD’nin ve Batı’nın Türkiye’ye yapmış olduğu baskı niteliğindeki telkinler, özellikle doğudan batıya giden enerji yollarının güvenliği düşüncesinden kaynaklandığı da bir gerçektir. 
Irak’taki seçimlerin ertelenebileceği ihtimaline karşılık askeri gücünü Irak’tan planladığı şekilde çekemeyeceğini, dolayısı ile Afganistan üzerindeki etkisinde gecikmeler olabileceğini hesaplamaktadır. Türkiye’nin Afganistan’a doğrudan veya dolaylı desteğini arttıracağını beklemektedir. Açılımlar konusu gittikçe genişletilmeye çalışılmaktadır. 

Açılım konularının ve açılımların fazla genişletilmesi, kontrolün elden çıkması tehlikesini de beraberinde getirebilir. Bu konuda dikkatli olunması, kontrolün elde tutulması, çeşitli nedenlerle atılacak adımlarda Türkiye’nin, ulus-devlet, üniter yapı, bölünmez bütünlük, güvenlik, laik devlet anlayışından ve kuruluş felsefesindeki esaslardan taviz vermemesi son derece önemlidir. 
Türkiye’nin arabuluculuk rolü konusunda bölgede soru işaretleri bulunmaktadır. Bu nedenle temasların daha çok kolaylaştırıcı rolde yürütülmesi gerekmektedir. Batı’nın Türkiye’ye, menfaatleri olduğu için bu ilişkilere destek verdiği veya ses çıkarmadığı dikkate alınmalıdır. 

Bu nedenle Türkiye, Doğu ile olan ilişkilerini, Batı’nın nispeten sınırladığı ölçülerde gerçekleştirebileceğini de hesaba katmalıdır. Bütün ülkeler, dış politikanın değişmez bir usulü olan menfaat faktörü yönünde hareket eder. Bu nedenle Batının talepleri ile Türkiye’nin çıkarlarının örtüştüğü zamanlarda müşterek hareket etmekte bir sakınca yoktur. 

Diğer taraftan Doğu ile olan ilişkilerde de aynı kaide geçerlidir. Ancak bütün temas ve uygulamalarda, Türkiye’nin çıkarlarının her türlü düşüncenin üstünde tutulması hususu tartışılamaz. 

***

Suriye Politikasında Yanlış Hesap

Suriye Politikasında Yanlış Hesap 




 Armağan Kuloğlu
 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                        
 Suriye
 18 Ocak 2014 Cumartesi
 Suriye Politikasında Yanlış Hesap


   Arap Baharı, Suriye dışında yaşanan ülkelerde beklenen sonuçlara ulaşamamış, Suriye’de ise üç yıldır devam eden iç savaşa neden olmuştur. 
Bu iç savaşta Esad rejimine karşı savaşan muhalefet parçalara bölünmeye devam ederken, cihatçı grupların yarattığı kargaşa gittikçe artmaktadır. 

  Esad güçlerine karşı mücadele için kurulan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), şimdilerde El Kaide bağlantılı Irak-Şam İslam Devleti’yle (IŞİD)çatışmaktadır. 
Diğer bir silahlı muhalefet olan İslami Cephe de, IŞİD ile ters düşmüş ve bu örgüt de IŞİD’e karşı savaşmaya başlamıştır. Aralarında yabancı ülkelerden gelen radikal İslamcıların da bulunduğu grupların, daha önce beraber oldukları ÖSO’ya karşı savaşması, mücadelenin hangi boyuta geldiğini göstermektedir.  Gelinen aşamada IŞİD gittikçe başarı sağlamış ve birçok bölgede kontrolü ele geçirmiştir. İŞİD sadece Suriye’de değil aynı zamanda Irak’ta da mücadele etmekte ve başarı da sağlamaktadır. İŞİD, Irak ve Suriye’yi ortak bir savaş alanı olarak nitelendirmekte ve her iki cephede de eşgüdümlü olarak çarpışmaktadır. 

***

Görüldüğü üzere El Kaide, ortaya çıkan her boşluğu değerlendirmektedir. Önce Afganistan ve Pakistan, ABD işgalinin sona ermesinden sonra Irak ve son olarak 
da Suriye’de otorite boşluğundan yararlanmaktadır. Amaç, bölgede katı şeriat kurallarına uygun bir devlet yaratmaktır. Artık bölgedeki bütün iç ve dış güçler 
bu tehdidi bertaraf edebilmek için uğraş vermektedir.

 Irak merkezi yönetimi, bir taraftan Irak’ın kuzeyindeki yönetimin davranışlarını denetim altına almaya, diğer taraftan da IŞİD’le savaşarak onların kontrolüne 
geçen bölgeleri geri almaya çalışmaktadır. Bu durumdan istifade etmeye çalışan Irak’ın güneyindeki Basra, Misan ve Zigar illeri ise federal yapıya geçiş için 
ortak protokol imzalamışlardır. Musul’u da içine alan Sünni çoğunluğun yaşadığı Ninnova bölgesi de merkezi hükümete bağımsızlık resti çekmiş durumdadır.

 Suriye’de Esad’ı devirme mücadelesi başarıya ulaşamamış, uzayan iç savaş El Kaide’ye fırsat yaratmış, iç ve dış güçler El Kaide’yle mücadeleye odaklanmışken ortaya çıkan boşluk, Suriye’nin yanında Irak’ta da parçalanma tehlikesi oluşturmuştur. ABD ve Batı, Esad’ı devirme mücadelesinden oldukça geriye çekilmiştir. El Kaide destekli IŞİD’in bazı bölgelerde sağlamış olduğu kontrol ve İslami terörist grupların iktidara gelme olasılığı, yalnız Batı’nın değil, 
aynı zamanda Rusya’nın da endişesi haline gelmiştir. Kimyasal silahların denetimi yaklaşımı, Batı ve Rusya’nın ortak tutum göstermesine vesile teşkil 
etmiştir. Hatta radikal İslami terör örgütleriyle mücadelede Batı istihbaratının, Esad’la işbirliği yaptığına ilişkin bilgiler bulunmaktadır.

***

Türkiye’nin başlangıçta Esad rejiminin çabuk gideceği yönündeki değerlendirme si, ÖSO’ya aşırı destek vermesine, hatta Suriye’ye doğrudan müdahalenin öncüsü olarak hareket etmesine sebep olmuştur. Türkiye’nin bu şekilde hareket etmesini, insani olmanın yanında Sünni bir politika izlemesine ve gelecek yönetimle ekonomik ve politik ilişki kurmada ön alma arzusuna bağlamak mümkündür. Ancak bu yanlış politikanın sonucu takındığı tutum ve sergilediği davranışların, 1.000.000 mülteciyle karşı karşıya kalmamızda ve çatışmaların uzamasında rol oynadığı kıymetlendirilmektedir. 

 Suriye’ye gidiş gelişlerin kontrolden çıktığı, gelenlerin sınır şehirlerimizde huzursuzluk yarattığı, mültecilerin artık yurt sathına yayıldığı ve polisiye 
hadiselerin arttığı, uluslararası kamuoyunda devletimize ilişkin teröristlere destek verdiği algısının oluştuğu, neticede yanlış olduğu değerlendirilen 
uygulamaların ülkemize zarar verdiği düşünülmektedir. Şimdi durumun farkına varıldığı, El Kaide terörünün yurt içinde tehdit olabileceği düşüncesiyle bazı 
yerlere baskınlar düzenlendiği görülmektedir. Yanlış hesap Bağdat’tan da Şam’dan da dönmüş durumdadır. 22 Ocak 2014 “Cenevre II” bir ümit olabilir. İyi değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Ancak, artık Batı’nı çoktan vazgeçtiği Esad inadından bizim de vazgeçmemiz gerekir.


Uzman Hakkında

Armağan Kuloğlu
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları

  Jandarma ve TSK Üzerindeki Oyun 
  Kıbrıs’ta Zoraki Evlilik 
  Suriye Politikasında Yanlış Hesap 
  ABD Dış Politikasındaki Değişim 


***

31 Aralık 2017 Pazar

TÜRKİYEDEKİ MERKEZİ YÖNETİM, YEREL YÖNETİMLER, BÖLGESEL ÖRGÜTLENME, FEDERALİZM BÖLÜM 7

TÜRKİYEDEKİ MERKEZİ YÖNETİM, YEREL YÖNETİMLER, BÖLGESEL ÖRGÜTLENME, FEDERALİZM  BÖLÜM 7


ÖMER FARUK EMİNAĞOĞLU- 1 yıl önce Avrupa Birliğindeki o fondaki para alınmıştı, kullanılmıştı, bunun ihaleleri yapılmıştı. Bu yasayı çıkarmama şansınız var mı? Bu yasayı çıkaran irade TBMM mi?

SAVAŞ ÖZDAĞ- Ben şimdi anılan komisyonda vazife yapsa, Ünsal Bey vazife yapsa, Ethem hoca vazife yapsa, bu değişiklikler, sizin az önce çok güzel anlattığınız sorunların hepsini doğuracak desem ve muhalefet etsem, bunu yayınlasam ne olur?

ÖMER FARUK EMİNAĞOĞLU- Bu Mecliste çok fazla olmamakla birlikte, federalizmi ne şekilde çağrıştırabilir gibi tartışmalar oldu, fakat ön planda bu tartışmalar yapılmadı ve çok hızlı bir şekilde yasası geçirildi, çıktı. 

ALİ GÜLBAHAR- Ben bir şey söylemek istiyorum: Bunların tümü gizli değil, yani 
AB'yle olan konuda, ulusal program vardı, orada yazıldı, çizildi. Siz yıllık 
programlara bir bakın, onların ekinde eylem planlarını göreceksiniz, bu ülkenin 
tek tek bütün kurumlarıyla ilgili hangi yasal değişikliklerin yapılacağına dair 
vaatler vardır orada ve aşağı yukarı denetime ilişkin kısım hariç, hemen hemen 
aynı dönemde, birkaç aylık gecikmelerle -denetim kısmı 2 yıl geriden geliyor- 
yerine getiriliyor. Bunlar sır değil ki. Adı öyledir, eylem planları. Kiminle 
görüşülmüştür? Dünya Bankasıyla, yani orada attığınız adımlar tatmin edici 
olmadığı sürece, size yeni kredi dilimleri açılmıyor. Hani demin saydık ya, hep 
içinde farklılıklar var diye. Bugünkü mali yönetimle Düyunu Umumiye arasında 
biçimsel farklılıklar var. 

SAVAŞ ÖZDAĞ- Eğer bir mecburiyetse, o zaman tenkit etme hakkımız da yok 
demektir.

ALİ GÜLBAHAR- Bakınız, sizin hazineniz, bunu oradaki arkadaşlarla da 
konuşuyorum, onlara söylediğimde de doğru diyorlar, utanarak da olsa, "IMF'nin bir bağlı birimi gibi çalışıyoruz" dediler. Açın internetteki sayfasını, 
stand-by'lardan falan, IMF'yle oturup konuşmalardan, raporlardan, buna ilişkin 
basın açıklamalarından başka bir şey göremezsiniz. Bakın, bu toplantıdan sonra 
bir bakın bence.

SAVAŞ ÖZDAĞ- Bunu anlıyorum, ama az önce Armağan Paşamın söylediği, hani valiyi eleştirmeyelim, sistem böyle istiyor dedik ya, sistem herkesten bunu istiyorsa, o zaman bizim konuşmamız da bir yere varmayacak demektir. Komisyonun içindeki hoca dahi buna karşı çıkamıyorsa…

ALİ GÜLBAHAR- Bakın, sistem benden birey olmamı istiyor, ben de diyorum ki, 
vatandaşım, yani bastığım topraklar var, toprakla benim bir ilişkim var, o 
toprakla bağımı benim açıklamam lazım.

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- İfadeleriniz arasında "Cumhuriyetin temel değerleri 
yeniden yorumlanmalı" dediniz. Yeniden yorumlanma bir eksik, Atatürk 
ilkelerinde, onun koyduğu prensiplerde bir değişiklik mi yapacağız? Zaten 
çağdaşlaşmayı, dünyaya bakıyoruz, birçok örnekleri var, Atatürk'ten istifade 
ediyorlar. Biz şimdi tekrar mı onları yorumlamamız gerekiyor? 

İkincisi; eğer yorumlayacaksak, bu ortamda yorumlama imkânına sahip miyiz ki? 
Biz birçok şeyi o zaman sildik, arkaya bıraktık; böyle mi değerlendirelim?

ETHEM AKAY- Bu bağlantılı, bir plan var, bu plan birdenbire topyekûn ortaya 
konulmaz. Topyekûn konulsa iyidir, yani bu plan Sevr gibi tak önünde olsa, hemen bir şeyi üs alıp, onu savunursun, bir şekilde ya gider veya kalır. Türkiye'de şu ana kadar benim tespitlerimde, saygın olan her şey erozyon oldu. Nedir o saygınlar? İşte bunun içerisinde ordu vardır, emniyet vardır, üniversite vardır, yargı vardır. Bakın, bunlar bir şekilde sistematik olarak erozyona uğradı. En sonunda erozyona uğrayan kimliğimiz oldu. Nedir? Vatandaşlık, tartışmalar falan. Dünyanın hiçbir yerinde böyle saçma bir tartışma görülmemiştir. Ne denildi? Türk değil de, Türkiyeli falan filan, yani absürt kavramlar, yani hafızamdan sildim, çünkü beni rahatsız eden bir şey, yani Türk'üm ben. Anayasa bunu tanımlıyor vatandaşlık bağıyla. Siz bunu etnik köken bazına falan filan indirip veya buna yol açacak bir tartışmayı açıyorsanız ve bunu da en yetkili, en etkili ağızdan söylüyorsanız ve bunu da insanlar ciddiye alıp dinliyorsa, işte vahamet orada başlıyor. Çünkü zaten 1924 Anayasasında Türk Milletinin ne olduğu çok güzel tarif edilmiş. 1961 Anayasasında bu daha modern bir kimliğe büründürülmüş, 1982 Anayasamızda da var. Bunu söyleyen şahsa sorduğunuz zaman, "kardeşim, vatandaşlık bağıyla olan herkes Türk'tür, bunun arkasına başka bir şey eklemeniz ne anlam ifade eder?" diye sorduğunuz zaman, Türkiye'nin hangi sorununa cevap getireceğini sorduğunuz zaman cevap bulamayacak; ama bu meseleyi de hiç kimse bu anlamda şey yapmıyor. Oradaki bir erozyonu ne yapacak? Bir ihtiyaç doğduğunu. İhtiyaç doğduğu zaman çözüm, çözümün içerisinde mevcut sorunu çözemiyor, o zaman yerine AB planları, bu planların içerisinde federatif yapı mı olur, güçlendirilmiş bölgesi mi olur, illerin farklı bir statüsü mü olur? İşte şeyin arkasında o, filmin sonunun böyle olacağını düşünüyorlar; ama ben bu kadar kötümser değilim. Birilerinin yapmış olduğu plan program, her zaman teoriyle pratik hiçbir zaman örtüşmez. Eğer böyle olmuş olsaydı, dünyadaki en iyi politikacılar ekonomistlerin olması lazımdı, ama ekonomistlerin de en kötü politikacılar olduğunu biliyoruz. Netice itibariyle Türkiye'de bir hassasiyet var. Önemli olan, bu hassasiyet zeminini makul bir şekilde harekete geçirmek. Bunu da ertelemeden, birtakım meseleleri, kimseyi de çok fazla irite etmeden… İriteden kastım, gerginlik yaratmadan. Çünkü gerginlik yarattığınız zaman, havayı gerdiğiniz zaman, o söylediğiniz doğru da yanlış anlaşılmaya başlıyor. Bu yapıldığı zaman bu meselelerin aşılamayacağı kanaatindeyim. Aşılır, bunda ne olur? Biraz Türkiye vakit kaybeder. Zaten kaybetsin, yani eğer benim istikbalim karanlık olacaksa…

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Yok olmaktansa, vakit kaybetmek daha iyidir yani.

ETHEM AKAY- Tabii. Benim şahsi kanaatim ve inandığım şey bu. Özür dilerim, uçağa yetişmem lazım; yoksa sohbet çok güzeldi.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Katkılarınız için teşekkür ediyoruz, sağ olun. 

ALİ GÜLBAHAR- Ben sizin sorunuza şöyle cevap vereyim: Bu bir tespit, yani 
katıldığım için söylemiyorum, kişisel görüşüm bundan farklı. Cumhuriyet aslında 
esas itibariyle, Osmanlı ordusuna mensup birkaç tane generalin projesidir. Bu 
10'u bulmaz, birlikte sayalım, 7 ve 8 tane sayarız. Sonuç olarak, o insanların 
planladığı, öngördüğü, onların projeksiyonu olarak ortaya çıkan bir oluşumdur. 
Ama şeyi aşmıştır, yani bunu söylerken, ben askeri niteliği vardır falan 
demiyorum kesinlikle. Biliyorsunuz, o art arda gelen, devrim, inkılap, adı her 
neyse, onlarla birlikte Batıya dönük bir dizi tedbiri henüz daha zihniyet 
oralarda değilken -hâlâ orada değil- bunları benimsetmek üzere adım atma 
cesaretini göstermiş bir yeni rejim, bir yeni oluşum Cumhuriyet.

Birtakım ilkeler benimsenmiş, işte o dönemki tek partinin ilkeleri olarak 
benimsenen bir dizi şey. Tek tek hiçbirine kimsenin itiraz etmeyeceği şeyler; 
milliyetçilik, devrimcilik, halkçılık filan gibi. Ama temel değerleri bundan 
ibaret değil, yani bunları saymakla Cumhuriyetin temel değerlerini ifade etmiş 
olmuyorsunuz. Cumhuriyetin temel değerleri daha geniş bir hikâye. Bunun için 
şimdi tersinden gidelim. Eğer Kurtuluş Savaşına başlarkenki o heyeti milliye 
anlayışıyla devam edilmiş olsaydı, az sonra söyleyeceğim sorunlar çıkmayacaktı. Yani neyi kastediyorum? Atatürk tek başına birtakım işlere kalkışsaydı, nihayet bir asi olarak hesabı görülürdü. Ama hep toplumun her kesimini kucaklayan, hem etnik farklılıkların yer aldığı, hem din adamlarının yer aldığı, ordu mensuplarının yer aldığı bir heyetle, onun heyeti milliye dediği şeyle hareket edilmiştir, yani hep sorumluluğu yaymıştır. Bir yetki kullanmıştır, ama 
sorumluluk paylaşılmıştır, hatta yetki paylaşılmıştır. Fakat Cumhuriyetin 
ilanından sonra beklentilerin karşılanamaması, genel beklentilerin 
karşılanamaması gibi sorunlar çıkmıştır. Mesela, Serbest Fırka hikâyesi siyasi 
havanın koklanmasına dair bir manevradır bana göre, ama sonuçları umut kırıcı 
olmuştur. Demokrat Parti deneyi onun gelişmiş şeklidir, bir patlamadır. Ne 
sıkışmıştı da patladı? Kendi fikrimi söylüyorum, kişisel fikrimi söylüyorum: 
Bana sorarsanız, Demokrat Partinin o patlamayla yaşanan tecrübesi bir cümledir özü. Belki biraz ağır ifade edeceğim, ama üç dört tane traktöre rejim 
değiştirilmiştir, rejim satılmıştır. Ama bu böyle sunulmuştur ve üstelik de o 
muhalefet o dönem tek parti içerisinden gelen muhalefettir, yani tek parti 
yönetiminin içinde bulunup, onun taşradaki ayağı olup da, sonradan Demokrat 
Parti adı altında doğrudan sorumluluk üstlenmiş siyasi şahsiyetlerdir. Demek ki, 
o zaman o toplumla birlikte, o siyasi teşekkülle birlikte, o rejim adına 
yapılmış icraatların bir kısmında samimiyet yok. Ben hep başından beri şeyleri 
söylerken hep samimiyete vurgu yapıyorum. Mesele budur, yani mesele, sizin 
sorunları tespit şeklinizde, teşhis şeklinizde ve ona göre yönelik çözüm 
şeklinizdeki samimiyettir. Ben hep buna bakarım, benim kriterim budur. Yeniden
 konuya döneceğim, bu son seçimler öncesinde bir anti-Amerikancı söylemi vardı AKP'nin. Bu çok barizdi, böyle bir vurgu vardı. Ama adam aynı zamanda
 çocuklarını okumak üzere oraya gönderiyordu. İşte benim kriterim budur. Ben 
eğer anti-Amerikancı söylemimde samimi olursam çocuklarımı göndermem. 
Basit, ama sonuç alıcı kriterlerdir.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- İktidara gelmeden önce gidip de, icazet almak.

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Müsaadenizle, bir fikrimi daha söylemek istiyorum: Biz öyle çabuk öğrenen, hemen uygulamaya koyan bir millet değiliz, yavaş yavaş hazmediyoruz. En son 1980'den bu yana terörle mücadeleyi Türk Silahlı 
Kuvvetleri, bazı konularda, özellikle güvenlik konusunda temel eğitimi almış 
olmasına rağmen, uyum sağlayabilmesi 20 seneyi aldı, 20 sene sonunda ancak şeyi sıfırlayabildik yahut minimuma indirdik. Şimdi mücadele tarzı, Türk Silahlı 
Kuvvetlerinin mücadele tarzının dışında bir şey cereyan ediyor. Sizin de ifade 
ettiğiniz gibi, şu kurduğumuz gruplar bile, hepsi Kuvayi Milliyenin birer devamı 
oluyor. O zaman şimdi hocamın söylediği gibi, acaba o kadar pesimist olmamıza 
gerek var mı? Şunu söylemek istiyorum: Bütün değer yargılarımızı yeniden gözden geçirelim mi? Şimdi sanki öyle bir şey ortaya çıktı ki, hiç devlet kültürü 
yokmuş gibi. Halbuki Türk Milletinin şeyinden gelen, devlet kurma, devlet 
geliştirme genleri var bir defa. Dolayısıyla bu tip şeyle mücadele etmek için, 
aşağı yukarı 3-4 senedir başladı bu faaliyetler, belki 5 senedir başladı ve bu 
sürüp gittikçe, bir gün silahlı kuvvetlerin yöntemi gibi belki 20 senede sonuç 
alınmaz, ama 30 uncu senede alınabilir. Belki teknoloji gelişir, herkes şimdi 
birbiriyle çok daha hızlı haberleşiyor, bundan 2 sene evvelkinden çok daha hızlı 
haberleşiyor…

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- 15 senede alınabilir belki.

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Belki de senede de alınabilir yani. Onun için, değer 
yargılarımıza dokunmadan, bunların güzelliklerini anlatmak suretiyle, hani Kürt 
kardeşlerimize de, hani onları hiçbir zaman dışlamadığımızı, bu memlekette bir 
arada yaşamak istediğimizi, sosyal refahı onlardan kıskanmadığımızı, ama sizin 
söylediğiniz tarzda, sokak temelinde bunu anlatmamız lazım. İşsizlikse, 
İstanbul'da da işsizlik, Konya'da da işsizlik, Diyarbakır'da da işsizlik, yani 
bu temel sorun. Mersin'deki işçi, o Başbakana kızan adam, bugün mesela gazetede vardı, çok etkileyici bir fotoğraftı, bütün mandalinalar yerlerde, sarı sarı dökülmüş, valla benim içim yandı, yani böyle sanki bıçak saplanmış gibi 
hissettim. Toplum da böyle hissediyor ve neticede bir gün çözümü yapacak 
adamları seçeceğiz yani. 

ALİ GÜLBAHAR- Az önce beyefendi konuşmasından sonra ilave bir açıklama yaparken bir şey söyledi, kritik laflardır bunlar, kritik yorumlardır bunlar, milli 
burjuvaziden söz etti. Benim az önce yaptığım değerlendirmenin, o Cumhuriyet 
dönemi değerlendirmesinin tam orta yerinde bu vardır. Ama bakın, İttihat 
Terakki'nin milli burjuva yaratma politikasıyla Cumhuriyet dönemi 
bürokrasisininki farklıdır. İttihat Terakki döneminin milli burjuva tanımının 
içerisinde azınlıklar vardır. Nende? Çünkü orada Osmanlılaştırma çabaları vardı, 
yani etnik kökeni ne olursa olsun, kendisini Osmanlı kabul eden herkes 
Osmanlıydı. Dolayısıyla bu kabullere göre, bu genel kabule göre yapacağız 
iktisadi atakları, hamleleri de buna göre planlar, o alandaki tespitlerinizi, 
politikanızı da buna göre yönlendirirsiniz, o yüzden de milli burjuva 
tanımınızın içerisine gayrimüslim azınlıklar da girer. Cumhuriyet dönemininki 
farklı bir şeydir, yani bu birbirinin devamı değildir. Cumhuriyetin ilanı, 
İttihat Terakki'yle Cumhuriyetin ilanı arasındaki dönemde bir defa azınlıklar 
fiilen tasfiye edilmiştir Türkiye'de. Dolayısıyla ticaret, sanayi vesaire türü 
şeyler ortada kalmıştır. Buralarda çok net değil kafam, yani benim hem mastır 
tezim, hem doktora tezim o dönemle ilişkilidir, ama burada bir niyet var, buna 
ilişkin bilgi bulmak zor. Bu planlı mıydı, yani devlet eliyle bu işletmeciliğin 
başlatılması bir ideolojinin ürünü müydü, yani Mustafa Kemal'in kafasındaki, 
yani gerçi o bunları hiç ifade etmedi bunları; yoksa fiili durumun dayatması 
mıydı? Yani ortada tacir, tüccar falan yok. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Hiçbir şey yok, birisi bir şey yok.

ALİ GÜLBAHAR- Biri bir şey yapacak, devlet eliyle yapalım. Onu bilmiyorum 
açıkçası, yani bunu samimiyetle ifade etmek gerekirse, bu kısmını bilmiyorum.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- O zaman sermaye yoktu, özel teşebbüs yoktu, birisi yapacaktı.

ALİ GÜLBAHAR- O zaman milli burjuva yaratmak, hatta bu hiç ifade edilmiyor, sadece söylenen şey şu: Biz devlet eliyle esas itibariyle büyüyeceğiz, ama bu 
özel sektörün önünü tıkamak anlamına gelmiyor.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Yeri ve zamanı geldiğinde…

ALİ GÜLBAHAR- Gelişmesi için alan yaratacağız falan. Ama aslında fiilen böyle 
bir alan yaratılmıyor. O kadar büyük tesisler kuruluyor ki, özel sektörün 
kısıtlı kaynaklarıyla oraya girmesi çok zor. Bu sözde veriliyor, ama fiilen 
olmuyor. İşte bu kendiliğinden midir, değil midir bunu bilmiyorum. Burada o 
zaman ne oluyor? Bakın, Osmanlıda esasen milli burjuva olacak nüve Ayanlardı, 
ama olmadı sistem öyleydi, çünkü "ben vatandaşım iaşesi ve ibatesini kendim 
sağlarım, tacire, tüccara ihtiyacım yok" diyordu. O yüzden, kim palazlandıysa, 
Osmanlı onu halletti. Cumhuriyet döneminde de, belirli bir gücü olanlar, yani 
bir milli burjuva unsur olarak teşebbüste bulunmak isteyen insanlar hep o tek 
parti kalıbının içerisinde sıkıştılar. Gerçekten Demokrat Parti döneminde, 
özellikle o dönemden sonra girişimci olanların çok büyük bölümü, daha önce 
devletin yarattığı iktisadi işletmelerde yöneticilik yapmış olan insanlardı, ilk 
böyle başladı. Dolayısıyla içeride böyle bir sıkışma var. 

Artı, başka şeyler var. İşte bakın, bunlar karışıyor; ne kadarı dışarıdan, ne 
kadarı içeriden? Biz de resmi kabule göre, genel olarak iktisatçıların kabul 
ettiği devletçilik dönemi, 1929-39'dur, böyle tanımlanır. Ama 1929-39 arasında 
bir önemli dış mesele daha vardır, o da meşhur 1929 krizidir. Bu kriz bütün 
ülkeleri otoarşik, içe dönük politikalar izlemeye itti, herkes bir anda kabuğuna 
çekildi. Dışarıdaki konjonktürün içeriye bir yansımasıdır otoarşik politikalar, 
bizde devletçi gibi tanımlanan. Oysa başka bir ayak var. Mesela, 1925 yılında 
bitiyor çalışma ve İktisat Vekaletinin bir dairesi bunu açıklıyor. Çalışmanın 
konusu şu: Bizim gümrük oranlarımız ne olmalı, yani gümrük politikamızı neye 
göre belirlemeliyiz? Çalışmasın yapıyor, diyor ki; bir defa, şu andakinden daha 
yüksek olması gerekir, ama bizim gümrük istiklalimizi kazanmamız 1929'la mümkün olacaktır, 1929'a kadar gümrük istiklalimiz yok Lozan gereği. Peki, bizim devletçiliğimiz 1929'dan sonra Lozan'la ilgili sorumluluklarımızın kalkmasından dolayı mı gümrükleri yükseltmek şeklinde olmuştur, yoksa dışarıdaki konjonktürün dayatması mı? Bakın, bunları iyi ayırmak lazım. Bu soruya verilecek cevap kritik bir cevaptır. Eğer siz çalışmanın sonucunu esas alırsanız, o zaman devletçilik 1929'dan başlayın 1939'a kadar süren bir konjonktürün ürünü değil, 1923'ten beri Cumhuriyet rejiminin esasıdır dersiniz, mecburen böyle yapmak durumundasınız. O yüzden, geçmişle hesaplaşmamızda da samimi olmak durumundayız. Çok alan bulamadı milli burjuvazi oluşmak üzere kendisine o dönemlerde, devletin büyük işletmeler planlayıp, hayata geçirdiği dönemde.

Bir önemli mesele daha var, bence bundan daha önemli: Devletin mülkiyete bakışı. Eğer siz mülkiyeti dokunulmaz kabul etmezseniz, onun üzerinde bir özel teşebbüs gelişmez, bu mümkün değil. Bu ülkede akşam yatıyorsunuz, sabah bir 
kalkıyorsunuz, mülkiyet el değiştirmiş, yani bunun bir sürü örnekleri var. 6-7 
Eylül de böyledir, kısmın böyledir, Varlık Vergisi konusu böyledir. Bunlar 
mülkiyetin el değiştirmesi üzerine düşünülmüş ya da onun üzerinde düşünülmüş 
politikalardır. Azınlıklar hedef alınmıştır falan filan, o detaylara girmiyorum, 
ama önemli olan burada, mülkiyete nasıl baktığıdır devletin ve hâlâ bugün bile 
bunun etkileri vardır. Bizim müteşebbisimizle devlet arasında bu anlamda bir 
güven problemi vardır, güven bunalımı vardır, yani girişimcimiz devlete güvenmez ve bunun son örneği de ABD'yle başı derde girdiği için, kazık atmıştır, atmamıştır bilmiyorum, Uzan hikâyesidir. Devlet eliyle yaratılan şeyler, bir gün devlet eliyle geri alınıyor. Bu özel teşebbüs için güvenilir bir zemin değil.

ÜNSAL AKTAŞ- İki tane katkı yapmak istiyorum. Paşamın sualini desteklemek, açmak adına. Cumhuriyetle kimsenin problemi olamaz, yani buradaki heyet bunu aşmış. Ama bazı unsurlar ve şartlar, mevcut iktidarlar veya ona mümasi müşterek su taşıyor; bunu kırmak, bunu bloke etmek, bunu süzmek anlamında. Milli burjuvazi oluşmadı, eksikler var, her döneme ait boşluklar var, yani bugün bir sürü dağ köyünde Türklerimiz kaldı. Osmanlıdan kalan değişik gelenekler, sosyal dokudaki bazı tespit veya tercihlerle, Alevi yurttaşlarımıza ilişkin ticari sirkülasyonda bir sükunet ve blokaj var uzun yıllar. Bu siyasette başka yerlere de imkân, ortam … oluşturur. 

Bugünkü siyasi Kürtçü meselesi, etnik ırkçılık meselesi. Orada bir köy uzakta, 
gitmesek de, gelmesek de, o köy bizim köyümüzdür ve o düşünceden mülhem, yol sultasını, cuntasını, ekonomisini, yapısını kontrol eden güçlere yol verirken, 
demiryolunu erteledik veya başka unsurlar çıktı. Bugünkü durum, sıcak parayla 
kimle meşgul, sıcak para ne, günümüzdeki sıcak para ne? Günümüzdeki sıcak para, Maskat'tan bize gelecek veya ikiz kulelerden gelecek para değil, bizim 
Türkiye'de şu anda bizim kontrolümüz dışındaki ve günlük dönüşümde, kentler daha sıcak para. Bütün organizasyonlarımızın, arabalarımızın içindeki yakıtın 
Gebze'den başlayıp, Aliağa'ya kadar 2 milyar dolarlık bir kaçak para ve 
diğerleri. Bunların hepsi güvenlik meselesi. Bugünden yarına, yarından öbür güne milli burjuvaziyi tesis etmek için bir şeyi baz etmek lazım ve bunu birileri 
söyleyecek. Bu söylendiği zaman, neler olabilir? O konuda fikirler
yürütülebilir, o konuda beyin jimnastiği hızlandırılabilir. Bazen çok basit bir 
şey, çok kestirme bir şeyi çok zorlaştırmak da mümkün, yani bu insanı kendi … 
uğraşacak. O zaman zaten bizbizecell oluyor, Türkcell olmuyor, bizbizecel oluyor. 


MUSTAFA TAMER- İzninizle bir iki konuyu tekrar şey yapmak istiyorum: Şimdiki 
tartışmalardan ve başladığımız konudan birkaç soruyla tekrar dönüş yapmak istiyorum.

Her şeyden şu anlaşılıyor mu? Benim şahsi tecrübelerime göre, Türkiye'de 
siyaset, hatta iddialı konuşuyorum, devlet bir rant bölüşüm aracı haline gelmiş 
ve merkeziyetçilik, ademimerkeziyetçilik 150 senedir tartışılıyor ve bugünkü 
tartıştığımız konunun özü de bu esasında. Netice itibariyle biz merkeziyetçiliği 
mi savunacağız, taşrayı mı savunacağız? Mevcut federalizmi eleştiriyoruz, ama 
taşrada fiilen ne koyacağız yerine, yani ben somut olarak şunu istiyorum, tamam birtakım şeyler olsun, ama taşrada yerel yönetim birimi mi olacak, mülki idare mi olacak, bölgesel fonksiyonel sistem mi olacak? Bugünkü tartışmadan somut bir şey çıksın istiyorum, yani taşrada biz bölge istemiyor, il kuvvet sistemi kuvvetlendirilsin, öyle kalsın. Merkeziyetçiliği aşırı savunduğumuz zaman, acaba kırtasiyecilikle merkezi devleti, üniter devleti karıştırıyor muyuz, hantal yapıyı, yolsuzluk ekonomisini? Bugün devlet açıkçası yolsuzluk üreten bir 
mekanizma haline gelmiştir, hatta bu yasama, yürütme, yargı için de geçerlidir. 
Netice itibariyle zaman içerisinde bölgesel güç, küresel güç olacağız, ama bu 
çarpık yapıyla olacağız, biz bir Ortadoğu ülkesi olarak mı kalacağız veya 
sosyalist kalıntı devletlere mi benzeyeceğiz? Demokrasi ne olacak, yerel yönetim anlayışı ne olacak? Olması gereken ne, biz ne olmamız lazım? Bu sorulara biraz daha, yani fiili yapıyı mı savunacağız, yani statükocu mu olacağız, bunu iyi açmamız lazım. Milli devleti hepimiz savunuyoruz, onda bir şeyimiz yok, ama mevcut çürümüşlüğü nasıl önleyeceğiz, kanalları nasıl açacağız? Bu konularda biraz daha kafa yormamız gerektiği kanaatindeyim. Somut olarak taşrada, merkezde devletin ne olması lazım, bunu tartışalım diye düşünüyorum. 

MUSTAFA KÜÇÜKÇAKIR- Gerçekten bugünkü toplantıda çok güzel tespitler yapıldı. Sayın Valimin de ifade ettiği gibi, aslında bu ilk toplantı, bizim bu çalışma, daha doğrusu bu toplantıdan sonra, böyle bir çalışma grubumuz da var bizim ve devletin yeniden yapılandırılmasıyla ilgili çalışma grubumuz var, hukuk grubumuz var. Bundan sonra tabii ki, bu çalışmaları devam ettirebiliriz. Bizim şimdi Mart ayında yeni bir dergimiz de çıkacak, 21. Yüzyılda Türkiye'de Dergisi. Burada belirttiği gibi Sayın Valinin, artık çözüme doğru makaleler yer alabilir. Ayrıca bu çalışma, biz çalışma gruplarından istediğimiz, senede bir veya iki, bu konuda özel rapor istiyoruz, bu konuları daha güzel derleyip, toplamaya, çözüm üreten, hatta bu çözümleri siyaset meydanına taşıyabilen şekilde raporların 
hazırlanmasını arzu ediyoruz. Bu konuda bilemiyorum, yani buraya gelen 
katılımcılar da bize katkıda bulunmak isterlerse, bunu da memnuniyetle, biz her 
türlü kendilerine destek vermek suretiyle öyle raporların, öyle makalelerin 
hazırlanması konusunda kendilerine yardımcı olabiliriz. Çünkü şey olmayacak, 
bunu da tespit etmemiz hep ortada kalıyor. Bu işin alanlara da götürülmesi 
lazım, siyasetinin yapılması lazım ki, onu da herhalde Ümit hocam bir başka 
yerde yapacak. Biz burada tespit yapalım…

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Tespit ve çözüm.

MUSTAFA KÜÇÜKÇAKIR- Öbür tarafta da bunun siyasetini yapalım. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Bizim tespitleri yapıp, çözümleri ortaya koyup, 
bunları rapor şekline getirmemiz lazım. Bunun siyasetini de öbür tarafta 
yapılacak, siyaset yoluyla halka taşınması, götürülmesi konusu. 

MUSTAFA KÜÇÜKÇAKIR- Şu anda çok şey açığa kavuştu bir yerde, yani hatalar var, kusurlar var, ama yeni baştan, halka açılıp, bunu anlatmak lazım. 

ALİ GÜLBAHAR- Yalnız, kavramlarda hâlâ sorun var, yani biz onları bize sunulduğu gibi düşünüyoruz. Bir şey söyleniyor, biz onun içini kendimiz dolduruyoruz, öyle olduğunu düşünüyoruz. Öyle değil aslında. Bakın, biraz sıkıştırırsak kavramları, Türkiye'deki sistemi tanımlamak çok basittir. Bunu yaklaşık 20 yıllık bir kamu görevlisi olarak benim söylemem elbette utanç veriyor, ama gerçek böyle. Bu ülkede sistem müteahhitlik sistemidir, herkes buradan beslenir, yani esas olan ihalelerdir ve herkes bunun içerisindedir. Partiler parti değildir, bürokrasinin ve politikacıların sendikaları olmuştur, sendikalar başka şeyler olmuştur, yani bu kavramlar bir defa yerinden edilmiş. Ama biz bir siyasi parti dediğimizde, onu parti gibi anlıyoruz, yani sosyolojideki ya da daha doğrusu siyaset bilimindeki anlamını yüklüyoruz. Öyle bir gerçek yok, öyle bir şey yok, başka şeyler var, başka fiili durumlar var. Eğer biz o fiili durumları doğru tespit edebilirsek, yani kavramları iğdiş etmeden, ona ilişkin, yani siyaset biliminin, sosyolojinin, iktisadın oturmuş kavramlarını yerinden etmeden, onları doğru tanımlayabilirsek, doğru görebilirsek, bence çözüm onun içinde var zaten. Çözüm aslında şu konuşmaların en basit olan kısmı. Ben örneğin, kendi adıma çözüme özellikle girmekten kaçınıyorum, çünkü söylediğim anlamda olgunlaşmadı buradaki değerlendirmeler.

SALONDAN- Ama daha geniş kitlelerle paylaşırsanız, çözüme doğru gidebilirsiniz. Biz şimdi burada sınırlı kalmayalım diyoruz.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Tespitleri ve kavramları da biz ifade ederken, içinden çıkılmaz bir hale de getiriyoruz. Sizin şu söylediklerinizi çıkıp halk 
kitlelerine anlatmak mümkün değil, çünkü bazen biz bile anlamakta zorluk çekiyoruz. Bizim anlamakta zorluk çektiğimiz konuları halk kitlelerine aktarıp, 
onları bu konularda bilinçlendirip, tespiti tam yapıp, ondan sonra çözümleri getirebilmek için bunu biraz daha basite indirgenmemiz ve geniş kitlelerin 
anlayabileceği seviyeye doğru bunları itmemiz lazım. Eksikliğimiz de bundan kaynaklanıyor gibime geliyor. Ya çok fazla halka eğilip, işi çok 
basitleştirenler var ya da çok bilimselliğe doğru kaçıp, hiç anlaşılmayacak bir duruma getirenler var. Bu ikisinin ortasında bir anlayış beraberliği sağlayacak 
bir düzlemi yaratamıyoruz biz, bence eksikliklerden biri bu. 

ÜNSAL AKTAŞ- Ama Paşam, zaten bu eksen herhalde kuruldu.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Herkes şu konuşulanları daha iyi görüp, neler konuşulmuştu, ne olmuştu diyebilecek duruma getirdiğimiz bir bant çözümü olacak. Ama bunu mutlaka biraz taşımamız lazım, yani tespitleri somutlaştırmamız lazım, o tespitleri anlaşılır ve anlatılır vaziyete getirmemiz lazım ve ondan sonra da bunlar için çözümler üretmemiz lazım ve alternatif de olması lazım, çünkü bu tek olmaz. 

ÜNSAL AKTAŞ- Bu konuda çok ciddi bir … arkadaşımızı takviye edeceğim ben, çok değişik sayısız, … bu endişeyi paylaşan kişilerle birlikte yapılmış tespiti 
ifade edeyim, bunda bir sakınca görmüyorum. Şu anda gelinen nokta, kemik kemiğe geçer de, … aşınma, Türkiye'de başarıya gitmenin asgari şartı, siyasal anlamda ve ekip çözüm anlayışında... Kayda alınıyor mu bilmiyorum.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Kayıt size gelecek yine ya da bize gelecek yine.

ÜNSAL AKTAŞ- Kontrol edilebilir büyüme, kontrol edilebilir gelişme içinde kalmayı göze alarak bunu yapabilecek bir kuvvet lazım.

SALONDAN- Tam olarak ne demek bu?

ÜNSAL AKTAŞ- Tam olarak şu: Biz 12 Eylülden öncesini hatırlayan bir jenerasyon veya … sahibiz, değil mi? Bana göre, çok katı bir ifadeyle, Türk-Amerikan siyasi ilişkileri, partnerliği, jeopolitik, stratejik, konu ifade edildi burada, Türkiye çok zor dönemler yaşadı, bunun bir parçası olduk, yani biz tozunu, balık yağını da ilkokullara, ortaokullara giden süreçte yakalamışız. Hemhudut olarak Sovyetler üzerimize düşse, biz kendimizi zorla NATO'ya attık. Ama bu ülke de Gobi Çölü'nden geçecek, yani önümüzde bir çöl var, Gobi Çölü'nden geçeceğiz. Gobi Çölü'nden geçerken IMF'yi yoksay, Dünya Bankasını kenara at falan ya da ben bugün 30 tane jetimle 3 saat Kandil Dağı'nı döveceğim, yapabilirsiniz tabii. Şunu ifade etmeye çalışıyorum: Gelecek yapı, başkalarının icazet için gittiği, kapı beklediği, eşik aşındırdığı değil de, bunu çok farklı bir söylemle, çok dürüst bir duruşla, çok akıllı bir iletişim kompozisyonunda Gobi Çölü'nden geçmenin usul ve esaslarını, asgari, azami zarar ve risklerini doğru ifade etmekle mükellefiz. O yaptığı, bu söylediğimiz konuları çözebilir…

SALONDAN- Ortak akılla beraber mi olacağız biz?

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Hangi ortak akıl?

ÜNSAL AKTAŞ- Hangi ortak akıl, onu bilmiyorum.

SALONDAN- Bizim mi, başkasının mı acaba?

ÜNSAL AKTAŞ- O çerçevede nereye koyacağız? Çok özür dilerim, kabaca olduğu için, hoşt Amerika, pust Amerika vesaireden gelip veya Türkiye'deki Amerika veya Amerika'daki İngiltere veya Türkiye'deki AB falan, böyle duvarlarla değil.

SAVAŞ ÖZDAĞ- Ama kontrol edilebilir.

ÜNSAL AKTAŞ- Bunu çözümlerde açmak lazım ve bu konuda bütün hasılat yine giderbir yeri kilitlenir korkusuyla aydınlarda, bütün hasılat gider bir yere kilitlenir, bir kişinin, ha öyle mi, peki çekmeceye koyun; böyle bir yapıya…

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Biz bürokrat olmadığımıza göre, çekmeceye girmez.

ALİ GÜLBAHAR- Şu ayrımı da yapalım: Ben bir denetim elemanıyım, 20'nin üzerinde ayrı kurumda denetim yaptım, ayrı yapılar tanıdım. Bizim yaptığımız işin bir parçası da, çünkü iktisadi denetim yapıyoruz, denetiminize konu olan kurumun işleyişini merkez ve taşra teşkilatıyla birlikte kavrayabilmektir. Ne kadar hâkim olursanız olun, masa başında, ya o kurumun bütün makro, mikro büyüklüklerini, rakamlarını ezbere biliyor da olsanız, görmek başka bir şey. 
Eğer elverir de bir gün detaylara inersek burada, mesela hiç aranızda göreniniz var mı enerji dağıtımı haritasını, elektrik enerjisini?

OSMAN NURİ EYÖVGE- Onunla neyi kastediyorsunuz?

ALİ GÜLBAHAR- Karayolları haritasıdır gibi böyle, her yıl TEDAŞ bunu basar. Mesela, açıp o haritanın üzerinden konuşmanın başka bir boyutu olduğunu 
göreceksiniz. Boru hatları konuşurken öyle, BOTAŞ vesaire. Şöyle bir Avrupa'daki, oradaki projeler falan, o boru hatlarını koyalım, bizdekini 
koyalım, bir görelim, bir bakalım. 

SALONDAN- Konuşacağız bunları zaten.

ALİ GÜLBAHAR- Ama başka bir boyuttan söz ediyorum, görme boyutundan söz ediyorum. Örneğin, enerji dağıtım haritasına ben ilk baktığımda, sonuçta bu 
sektörün içinde uzun süre denetim yaptım, doğrudan o elektrik şirketlerini denetlemedim, ama petrol bölümünde denetim yaptım. Kocaman kahverengi hatlarla, işte onlar yüksek gerilim hatlarıdır, enerjinin Güneydoğu Bölgesinde üretilip, Marmara Bölgesi'nde, Adapazarı civarında tüketildiğini, oralara taşındığını görürsünüz. O zaman Güneydoğu'yu farklı görürsünüz, Güneydoğu başkalaşır gözünüzde.

SALONDAN- Stratejik önemi anlaşılır.

ALİ GÜLBAHAR- Yani onları görürsünüz, o zaman GAP'ı görürsünüz, GAP'ın kimin projesi olduğunu görürsünüz. Niye GAP'ın 12 Eylülden sonra devreden tek proje 
olduğunu görürsünüz. O zaman PKK'yı görürsünüz, PKK diye bir şey var mı, yok mu? PKK bana göre, sanal bir hikâyedir, yani nasıl olur 30 bin insan ölüyor? Evet, oluyor, bayağı oluyor, yani orada bir şekildir sadece. 

SALONDAN- Geçmiş toplantıda da çok güzel tespitler yapıldı, yani İstanbul'u kurtarmak istiyorsanız, Diyarbakır'ı kurtaracaksınız derler.

ALİ GÜLBAHAR- Büyük Ortadoğu Projesi ne kadar büyük Ortadoğu projesidir? Büyük Ortadoğu Projesi midir, Büyük İsrail Projesi midir? Kutsal topraklar nerede başlar, nerede biter, vaat edilmiş topraklar, yani bunları iyi görmek lazım. Petrolün ömrü nedir, suyun ömrü nedir, Hafız Esat neden hayatı boyunca suya oynadı? Bunları yerinde değerlendirmek lazım. Sınıraşan su, bilmem ne falan, bir sürü şeyi tartıştık. 60 yıl sonraki petrol sudur, çok açık bu. Ama biz tabii, bu konularda dama oyuncusu gibi düşünüyoruz, satranç oyuncusu gibi değil. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Piyonuz biz, oyun kurucu değiliz.

ALİ GÜLBAHAR- Yok, bir oyuncuyuz, ama dama oynuyoruz.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Kurucu olamıyoruz.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Bir de elimizde ne var, onu bilmiyoruz.

ALİ GÜLBAHAR- Doğru olan şu: Siz satranç oynayanların karşısına dama oynamayı biliyorken, satranç oyuncusu gibi çıkacaksınız. Benim kavram dediğim şey bu. 

Eğer biz kullandığımız kavramların içinde aynı şeyi anlamıyorsak, bu bir İngiliz'in İngilizce konuşarak, bir Fransız'ın da Fransızca konuşarak anlaşmaya 
çalışmasına benzer. Onların içini doğru doldurmak lazım. 

Bir de, şeyi bileceğiz, yani hangi oyunda nereye kadar sağlamız, nereye kadar yetkiliyiz, yetkiniz ve biliyoruz? Bunları doğru tanımlamak lazım. Önce gücümüzü tanımlayacağız, ondan sonra hamle yapacağız. 

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Efendim, eski bir toplumla ilişkilerci olarak şunun not edilmesini istiyorum: Alanımızı ne kadar çok genişletebilirsek, bugün şuradan ben o kadar çok şey öğrendim ki, son 5 yıldır, 6 yıldır, Armağan Paşam ve arkadaşlarla bir sürü araştırma merkezlerinde çalıştım, toplantıları takip 
ediyorum. Ülkenin sorunlarını benimseyen, ne kadar tabanı genişletebilirsek, herhalde yapacağımız ilk bu mücadelenin, uzun vadeli mücadelenin belki de ilk 
bacağını geniş ölçüde oluşturuyoruz ve bunu ne kadar yaygınlaştırabilirsek, o kadar iyi. Neden? Bakın, çok değişik grup geldik. Mesela, Ömer Beyin anlattığı 
konuyu ben bilmiyorsam, Türkiye'de kaç kişi bilebilir? O sizin anlattığınız yargıyla ilgili şeyi ben ilk defa duyuyorum ve çok şey öğrendim. Sayın Valimin, 
sizin anlattıklarınızdan çok şey öğrendim. Strateji olarak tabanı genişletip, böyle ha bire konuşalım, daha çok arkadaşımız gelsin, bunları daha çok kişilere 
aktarsınlar. Mesela, biraz bizi karamsarlığa doğru bir akış yaptınız, hocamla siz tekrar bizi toparladınız. Vali Beyin hâlâ soruları kaldı. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- O sorular kalacak ki, devam etsin bu iş.

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Hakikaten esasen bu toplantıya ben doymadım valla.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Hocamın hissiyatına ben bir dörtlükle cevap vereceğim: 

Şair diyor ki, Vatan olsa … Perva / 
Yine dünyada zulmü biz yıkarız / 
Merkezi hak assalar da bizi / 
Küreyi … Patlatır çıkarız. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Katkılarınız için teşekkür ederiz. İyi akşamlar diliyorum.


***

TÜRKİYEDEKİ MERKEZİ YÖNETİM, YEREL YÖNETİMLER, BÖLGESEL ÖRGÜTLENME, FEDERALİZM BÖLÜM 6

TÜRKİYEDEKİ MERKEZİ YÖNETİM, YEREL YÖNETİMLER, BÖLGESEL ÖRGÜTLENME, FEDERALİZM  BÖLÜM 6


ALİ GÜLBAHAR- Neleri konuşalım? Orada konuşulanları elbette bilmiyorum, ama bazı şeyler vardır ki, çok önemli karinelerdir onlar. Yüzde 30'u artık sizin tanık 
olmadığınız kısmıdır, o da konuşmanın kendisidir; ama yüzde 70 olarak o olaylar sizi bir yere götürür, oradan ders çıkarmak lazım. Eğer bir gün bunların afişe edileceğini, açıklanacağını beklersek, bu herhalde yarım yüzyıl sonra o 
adamların anılarında olacaktır.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Sokaktaki çözümü biraz daha netleştirir misiniz?

ALİ GÜLBAHAR- Sokağın çaresizliği, çözümü de üstlenme konusunda bir sorumluluk olarak dönecektir bu konuda yetki kullananlara; bundan hiç şüphem yok.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Ne netice verir bu?

ALİ GÜLBAHAR- Ben sanmıyorum ki, dünyanın başka böyle bir ülkesi olsun. 
İnsanların sosyal, iktisadi vesaire olayları bu kadar bildiği, bu kadar 
derinliğine bildiği ya da bilmemesi gereken olayların bu kadar afişe edildiği 
bir başka ülke olabileceğini sanmıyorum. Hep bir sağduyusu vardır bu ülkenin, 
ülke gitti denilen noktada, gidişi çeviren bir sağduyusu vardır bu insanların. 
Sanırım, oraya geliniyor, yani bütün mesele bir güven meselesidir. O insanlara 
güven verecek birilerinin, onlar adına bu çözümü sağlayabileceği anlatılmadığı 
sürece, kendi geleceklerini kurmak üzere inisiyatif kullanacaklarını 
düşünüyorum. Bu onayladığım bir şey değil, çünkü böyle bir yetkinin kullanılması konusundaki ilk adım, toplumun şu an en örgütlü kesimini onların önünde görmeyi gerektirir ki, bu benim için sonuçları facia olan bir şey.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Sizin için doğru çözüm nedir?

ALİ GÜLBAHAR- Doğru çözüm, söylediğim gibi, önce kavramlar. Cumhuriyetin temel değerleri dediğimiz şeyin bugünkü yorumlanışı, bugünkü ihtiyaçlara göre 
yorumlanışı, bütün bu tartıştığımız, şurada konuştuğumuz şeylerin içinde bile, 
küreselci dayatmanın ürünü olanların ayıklanması, ondan sonra bize kalan 
kavramlarla, kendimizi doğru ifade edebileceğimiz temel kabulleri 
oluşturabilmek; çünkü ondan sonrası çok daha zor. İktisadi bağımsızlığını 
sağlamak üzere adım atacaksınız, borçlarınız konusunda bir şey söyleyeceksiniz, herkesin küreselleşmenin -dış politika itibariyle- esiri olduğu şu dönemde -biraz Güney Amerika bunun dışına çıkmaya başladı- bir şeyler söyleyeceksiniz onlara ve bunları söylerken de bir gücünüz olacak. Bakın, dönüp dolaşıp güce geliyoruz. Bu iktisadi değilse, bu halkın güveni olacak, bir kredi 
kullanacaksınız sonuçta, yani varsa paranız, onunla destekleyeceksiniz
duruşunuzu. Paranız yoksa, bu mutlaka güven olmak zorunda. Bu ülkeyi, bu ülke halkını arkanızda göreceksiniz. Detayları elbette tartışılır, ama sanırım, bir
başka konuşmanın konusu olur.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Buyurun.

ÜNSAL AKTAŞ- Sokağa bir katkı olsun mu?

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Sokağa bir katkı olsun, evet.

ÜNSAL AKTAŞ- Sosyal dokudan parçalar. İntiharlar yaygınlaşıyor, bunun içerisinde bir profil vereyim, polis intiharları. Sonra iki çocuğunu, sonra karısını, sonra kendisini vuruyor, yani geleceğe ilişkin bir mali korku…

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Kredi kartından battığı için mi?

ÜNSAL AKTAŞ- Evet. Bu bir örtülü cinnettir. 

Bir başka husus, kent türyası o raddeye vardı ki, kent türyası diyorum ben bunu, belli bir grubun sistematik göç furyasıyla beslenen kent türyası, sistemi 
kilitlemek adına o çerçevede ihkakıhak giderek yeni boyutlar ve tarifler 
kazanıyor. Linç, kapkaça karşı tavır, kent güvenliği içerisinde güruhlarda, 
paşamın dediği o güruhlarda linç çerçevesinde. Yarınki hırsızlar için de bu 
geçerli olacak. Sadece siteler için bir kurtuluş yok, sokak için söylüyorum.

Bir ileri adım daha, varoşlardan başlayan bir yağmayla karşılaşabiliriz; çok 
uzak değil. O bakımdan sokağı öyle takrir ediyorum. 

Söz almışken, iki şey daha söyleyeceğim: Bugünden yarına, yarından öbür güne, eğer gayri safi milli hâsıladaki feryadı okuyamazsak ve milli burjuvaziyi tesis etmek için tedbirler vasıl edemezsek, o 10 yıl belki 5 yıla çekilebilir. Çok 
aleyhe gidiyor, hangi hükümet gelirse gelsin.

Teşekkür Ediyorum.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Buyurun.

ÖMER FARUK EMİNAĞOĞLU- Ben bir farklı boyut eklemek istiyorum: "Devlet 
modelinde, yapılanmasında bir değişiklik isteği mi var?" dediniz, evetaçıkça bir 
değişiklik isteği var. Uyguladığımız merkezi ulus-devlet yapılanmasında klasik 
anlamda nitelendirilen yasama, yürütme, yargı, erk üçlüsü içerisinde bir 
federalizme geçiş aşamasında topluma en az hissettirerek, nasıl geçebilirsiniz? 
Yargıdan başlayarak geçersiniz. Yasama ve yürütmeden başlarsanız, ilk etapta 
bunu yapmanız çok kolay olmayacaktır, ama yargıdan başlarsanız, bunu daha rahat, geçiş sürecini daha az sancılı bir şekilde yapabilirsiniz. 
Öncelikle bir devlet bir hukuk düzeni demek, bir anayasal düzen, hukuk düzeni 
demek. Bu hukuk düzeni korumak hukuksal yolla ilk etapta, yargı yoluyla 
koruyacaksınız, yargınızı, devleti koruma, anayasal kamu düzenini koruma 
boyutunun ötesine gönderirseniz, hukuk düzeniyle koruyamazsanız, zaten hukuksal bir varlık olma şeyinizi kaybedersiniz. Bu noktada bizim Türkiye'de 1982 yılında bölge idare mahkemeleri kuruldu, fakat bu olaya tam oturmuyor. Bölge adliye mahkemeleri konusu gündeme geldi. Nedeni, niçini tartışılmadan ve belki Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu modelin çok çok daha ötesinde ve yargının varlık nedenlerini sorgulatırcasına bir kapsam genişliğiyle bölge adliye mahkemeleri çıkarılıyor. Osmanlı modelinden bahsedildi. Osmanlıda 1876'da bu bölge mahkemeleri kurulmuş, 1924'te şeri mahkemelerle birlikte kaldırılmış, zaman içerisinde kurulsun mu, kurulmasın mı tartışmaları yaşanmış, fakat kaldırılırken birinci gerekçe, yeni bir hukuk devrimi reformu içerisinde olan Cumhuriyet döneminde, bu mahkemelerde çalıştırılacak yeterli yargıç sayısının olmaması, uzman yargıç sayısının olmaması. İkincisi, bir ulus-devlet kimliğinin
benimsenmesi anlamında, Türkiye yasamasını ve yürütmesine merkeze tek bir
otorite olarak çekmiş, yargıda da denetim anlamında o temel yasaları, aldığı 
yasaları oturtma anlamında tek bir Yargıtay örgütlenmesi anlamında tek bir
merkezi denetim, yargısal denetim organını yüksek mahkeme organı olarak
oluşturmuş.


Bu noktada Avrupa Birliğinden bize yönelik yapılan talepler içerisinde, koşulsuz 
ve kısa vadeli öncelikler listesinde, bu istinaf mahkemelerinin hayata 
geçirilmesi olayı var. Bu yasa çıktı, istinaf mahkemelerini -bölge adliye diğer 
adıyla - hayata geçirdiğiniz zaman, şu anki Yargıtayın iş yükünün yüzde 80'i 
bölge mahkemelerinde kalıyor ve bunlar bir daha Yargıtaya gelmemecesine kalıyor. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Yargıtay bunların üst kurumu olmuyor.

ÖMER FARUK EMİNAĞOĞLU- Hayır.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Yargıtay yerine geçiyor.

SALONDAN- Devreden çıkarılıyor.

ÖMER FARUK EMİNAĞOĞLU- Her bölgenin bir Yargıtayı oluyor diyebilirsiniz. Yargı, merkezi devletin üç unsurundan biri yargı, bölgeselleşiyor, yasaması ve 
yürütmesi bundan sonraki bir tartışma süreci.

Bunun Atatürk döneminde kaldırılmasının birinci gerekçesi neydi? Orada 
çalıştırılacak kişi sayısı ve yeni devlet tanımına uyum sorunu idi. Aynı sorun 
bugün yine var. Bu mahkemelerde çalıştırılacak yargıç, savcı yeterli, eğitimli 
ve mesleki tecrübeye ulaşmış yargıç, savcı söz konusu değil, ancak Aralık ayında bir yasa çıkarıldı, Aralık ayında çıkartılan yasalarla bütün yargıç ve savcılar kâğıt üzerinde 4 yıl kıdemlendirildi. 4 yıl kıdemlendirilince, herkes o 
mahkemelere atanabilir yeterliliğe geldi. Bilgi düzeyi olarak o niteliği 
taşımayan insanlar, o mahkemelerde üst denetim yaparcasına görevlendirilecekler. Kâğıt üzerinde kadro sorunu çözüldü, fiiliyatta o kadro sorunu, Cumhuriyet dönemindeki olay devam ediyor.

Avrupa olayından bahsettim, Türkiye'de bu bölge adliye mahkemeleri konusu 
gündeme geldiğinde, 2003 yılında Avrupa Birliği Türkiye'ye bu konuda parasal 
yardımda bulundu. 2004 yılında bu parasal yardımlarla, ama Avrupa Birliği bunda bulunurken, bize özellikle üç il adı verdi, mutlaka bunu Ankara'da kuracaksınız, mutlaka Erzurum'da kuracaksınız, mutlaka Diyarbakır'da kuracaksınız. Diğer kaç ilde kurarsanız kurun, bu bölge mahkemelerini kaç ilde kurarsanız kurun, ancak üç ile karışıyorum, Ankara, Erzurum ve Diyarbakır.

SALONDAN- Orada sırf Diyarbakır için aslında.

SALONDAN- Erzurum kapatmak için.

ÖMER FARUK EMİNAĞOĞLU- Ankara, Erzurum, Diyarbakır, bu üçüne karışıyorum dedi, o şekilde parası alındı, arsaları alındı.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Peki, gerekçe gösterdi mi?

ÖMER FARUK EMİNAĞOĞLU- Hayır, özel bir gerekçe göstermiyor. Ama Sevr modeline giderseniz, başka yerlere giderseniz, belki komplo diyebilirsiniz, ama başka varsayımsal şeyler de çıkarılabilir. Fakat bu para alınıp, bu modele geçildiği zaman, Türkiye'de İstinaf Mahkemeleri Yasası yoktu, bu yasa çıkmamıştı. Avrupa Birliğinden biz bu parayı aldığımız zaman, arsalar için ihaleye çıkıp, bu arsaları aldığımız zaman, henüz İstinaf Mahkemeleri Yasası çıkmamıştı. İstinaf Mahkemeleri Yasası 2004 yılı Eylül ayında çıktı. Dolayısıyla yargıdaki yeni 
örgütlenme modeli anlamında, kimin isteğiyle hareket edildiği, yani "bu istek, 
devlette yeni bir yapılanma mı isteniyor, kim istiyor?" derseniz, biz bu parayı 
aldığımız zaman bu yasamız yoktu, o ihaleyi yaptığımız da bu yasamız yoktu. 
Ondan en son ihale 2004 Temmuz ayında yapıldı, biz yasayı Eylül ayında çıkardık ve o yasayı çıkartan ihale Türkiye Büyük Millet Meclisi olmasa gerek. 

Bütün temel yasalarımızı değiştirdik. Temel yasaları hocam da iyi nitelendirir, 
anayasalardan belki çok daha fazla değişmez nitelikte metin olma özelliğini 
taşıyan yasalardır. Biz daha 80 yılda bütün anlamıyla oturtamadığımız temel 
yasaları değiştirdik, hepsini çöpe attık. Çöpe atınca, 80 yıllık yargı 
birikimimiz ve tecrübemizi de çöpe attık. Bütün kavramları, bütün kurumları ve 
yargının 80 yıllık tecrübesini çöpe attık. Peki, ne oldu? Tam böyle bir modelde 
istinaf mahkemeleri dayatıldı, getirilen yeni yasaları daha yorumlayamamışken, 
oturtamamışken, istinaf mahkemelerini koyuyorsunuz, Yargıtayı bir tarafa 
bırakıyorsunuz, her bölgede yasama, yürütme, yargının yargısını koyuyorsunuz, 
yargı artık çözüm merkezi, kamu düzenini sağlayan, kişilerin sorununu çözen 
değil, çözümsüzlüğe götüren devlet organları haline geliyor. Yargı bunu 
çözemiyorsa, o zaman devlet kendi hukuksal varlığını korumaktan uzaklaşıyor. 
Devlet hukuk yoluyla koruyamıyorsa, o zaman bahsettiğiniz örgütlenme anlamında farklı şeyler çıkıyor.

Bizde, hukukçularda çok tartışılır, Yargıtay içtihat mahkemesi olmuyor, yılda 
600 bin dosya yapılıyor, bizim yumuşak karnımız bu, Yargıtay içtihat mahkemesi olsun falan. Fakat bunları her ilde kurabilirsiniz, görev kapsamını dar tutabilirsiniz. Bölge idare mahkemelerindeki gibi, her şey orada kesilmiyor, ama burada her şey bölge mahkemelerinde kesiliyor, Danıştay yine asli konumda, ama Yargıtay artık sistemden uzaklaşıyor; yani devletin yasalarını yorumlayan yüksek mahkemesi artık tek bir noktada değil, her bölgenin ayrı yorumları, ayrı olayları çıkıyor.

OSMAN NURİ EYÖVGE- İçtihat farklılıkları olacak.

ÖMER FARUK EMİNAĞOĞLU- Çıkacak. Benzer konu Avrupa'da gündeme gelmiş, Avrupa Konseyi bünyesinde gündeme gelmiş. Malumunuz, İnsan Hakları Mahkemesi var ve 50 yıldır faaliyette, 50 yılda 5 bin dosya çıkarabilmiş, ama bugün önünde 50 bine yakın biriken dosyası var. Peki, bölgesel mahkemeler mi kuralım denilmiş? Avrupa Konseyi bunu tartışmış ve 2001 yılındaki değerlendir me raporunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bölgesel nitelikte mahkemelerin kurulmasının, Avrupa kamu düzenini tek merkezden yorumlama anlamında sakıncalar ve içtihat aykırılıklar yaratacağı düşüncesiyle bunun mümkün olmaması gerektiği yolunda verdikleri rapor üzerine bu düşünceden vazgeçilmiş. Şimdi Türkiye'de çok farklı olaylar yaşıyoruz ve bir kısmı kamuoyuna intikal ediyor, bir kısmı etmiyor. Yasaları yorumlarken, 
artık uygulama birliği yok oluyor. Kamu düzenini hukuk yoluyla sağlama iradesi 
yok oluyor. Bu yasa 2005 yılı Haziranında çıktı, Avrupa Birliğinin kısa vadeli
öncelikler listesine göre, iki yıl içerisinde bu mahkemelerin faaliyete geçmesi
gerekiyor; yasa uyarınca, bu hüküm yasada da var. 2007 yılı Haziran ayına kadar bu mahkemeler faaliyete geçecek. Aralık ayında çıkacak yasayla da herkese 4 yıllık bir terfi olanağı sağlandığı için, kâğıt üzerinde herkes uzmanlaştı, fakat bilgi birikimi yeterli olmayan yargı ve savcıları oraya koyduğunuz zaman, uzman olmayan yargıç ve savcılara denetim mahkemesi kurduruyorsunuz ve Türkiye'nin hukuksal yolla kamu düzenini koruma olayı artık geri planda kalıyor. Yasama, yürütme, yargı erklerinden en kolay yolla federalizme geçiş süreci yargıyla ve topluma hissettirilmeden böyle yaşanıyor, bunun başka izahı yok. 

Avrupa'da bölge mahkemeleri tartışılıyor, Avrupa'da bölge mahkemeleri 
tartışılıyor. Federal yapıda olan ülkelerde tartışmasız uygulayan ülkeler var. 
Ama bizim yapımızda olan ülkelerin hepsi bölge mahkemelerini kaldırma çabasında. 
Böyle bir çabadayken, biz bunu getirmek için var gücümüzle, yasadan olmadan 
parasını alarak…

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Yani federalizmin altyapısını hazırlıyoruz.

ETHEM AKAY- Maalesef, doğru bu söylediğiniz. Zaten ben Ceza Kanunu yapılması vesaire sırasında birtakım arkadaşlarla birlikteydik, "Türkiye'ye yapabildiğiniz en büyük kötülüğü yaptığınızın farkında mısınız?" dedim, "ağır konuşuyorsun" dediler. "Bu daha bir tespit, ağır konuşmayı biz sonra yaparız" falan dedim. Maalesef, az önceki hafıza meselesinde, hafızada birtakım şeylerin silinmesinde, çünkü hafıza insanın geleceğine de yön veren bir şey, hukuk da böyle. Bizdeki birtakım müesseseleri yorumlayıp, hayata geçirmek kolay olmamıştır ve Cumhuriyetin ilk döneminde çıkartılan kanunlar her ne kadar desepsiyon yoluyla getirilmiş olsa bile, Türk insanının ve Türk toplumunun bünyesine uydurularak yapılmıştır.

ÖMER FARUK EMİNAĞOĞLU- Şöyle bir ekleme yapayım: Avrupa Birliğine İtalya bizim Ceza Yasamızla girdi, Fransa ve Almanya bizim uyguladığımız yasalarla girdi. Demek ki, bizdeki temel yasalar Avrupa Birliği için olmaması gereken yasalar değil, bizim aldığımız ülkeler o yasalarla girdi. Ancak bizden mutlak bir 
şekilde bu yasaların değiştirilmesi, yani temel oturtulmuş şeylerin bir tarafa 
bırakılması, bir belirsizlik sürecinin yaşanması gibi bir model dayatıldı ve bu 
tabloda da başarılı olundu.

Şunu söyleyeyim: Türkiye'de hukuk devrimi yaşanırken, Atatürk yeni bir modeli 
getirirken slogan bir söz var ve Mahmut Esat Bozkurt'un kullandığı bir sözdür, 
"Türk devrimini ilk safta Türk adliyesi koruyacaktır" diyor. Bu yapıda bugün bu 
sözü hayata geçirme şansınız ortadan kalkmıştır.

ETHEM AKAY- Zaten dünyanın her yerinde evrensel birtakım prensipler vardır. Bu insanların ortak kanaatinden çıkıyor, fakat ortak kanaatinden çıkan kuralları 
her ülke kendi insanına uygun bir şekilde formüle eder. Şimdi bizde maalesef, 
Avrupa Birliği süreci içerisinde, ben daha önceki, 1982 Anayasasında bu köklü 
değişiklikler yapıldığı zamanki komisyona da ben yine çağrıldım, hatta ben 120 
sayfa, hiç çalışmadığım, yapmadığım kadar, Avrupa'daki bütün anayasaları, 
oturdum, mukayesesini yaptım, her maddede değişiklik öngörülen maddeyle ilgili olarak Türk siyasi tarihindeki gelişimle nasıl bir anlam verildiği, ne verilmesi gerektiği vesaire saatlerce tartıştık, aradan üç beş gün geçti, tekrar bir değerlendirme toplantısı diye bizi çağırdılar, "hocam, kusura bakmayın, 
yaptığınız hiçbir şey değişmedi" dediler. "O zaman siz bana hakaret ediyorsunuz, benim emeğime hakaret ediyorsunuz. Benimle bu kadar dalga geçer gibi, 3-5 ay çalıştırıyorsunuz, bir şeyler hazırlanıyor. Netice itibariyle gelen şeye değişmedi diyorsunuz" dedim. "Liderler böyle şey yaptı" dediler. Hatta orada ben anekdot olsun diye bir şey söyledim: "Hiç olmazsa, 65 inci maddenin başlığında iktisadi demişsin, içerisinde ekonomik demişsiniz. Hiç olmazsa, şu kelimeyi düzeltin de, insicamda hiç olmazsa bir katkım olsun" falan dedim. 

Netice itibariyle, bizim kuralların bazıları, hassas konuların oluşumunda bir 
yerde bir irade var, bu iradeyi çözmek biraz zor. Bir başka toplantıda, 
milletlerarası hukukla ilgili olan, 90 ıncı maddeyle ilgili bir yorum söz konusu 
oldu. O dönemin Adalet Bakanı falan da orada. Ben kalktım bir yorum yaptım, 
"hoca, bunu yapmaya bizim irademiz yetmez" dedi. Bir bakanın, isim vermeyeyim, bir sorun yaratabilir. Bir bakanın bu cümlesi beni çok rahatsız etti. Bu tespitler, kötü tarafı bu; ama iyi tarafı şu: En azından bunu artık bilen ve 
eleştiren bir nüve oluşmaya başladı. Bu nüveleri, bu çekirdeğin gelişmesi, fidan 
olacak, ağaç olacak, meyve verecek. 

İyi bir şey daha tespit ettim: Yeni oluşan jenerasyonda, belki yüzde 80'i 
Türkiye meselelerinden uzak, ama bu yüzde 20'ye yakın, yüzde 10'u da bu işi 
bilerek düşünüyor, düşünmeye çalışıyor. Ancak bir başka şey var: Türkiye'de tam bir erozyon bütün müesseselere öyle bir şekilde yansımış ki, hiçbir müessese asli fonksiyonunu ifa edemiyor. Mesela, en önemlisi ülkelerin gelişmesini, vizyonunu gösteren şeylerden biri üniversitedir, fakat ben şu anda ben Türkiye'deki üniversitelerin yüksek lise bile olamayacağını söylüyorum. Bunu
tespit etmek lazım, söylemek lazım. İçerisinde bulunun, akademisyen olarak 
gurur duyuyorum, ama bu tespiti yapamazsam, zaten ben bu sıfatı taşıyamam. Bunu arkadaşlarımın yanında söylediğim zaman onlar bozuluyorlar. Hayır, memleketin meselesi, hususunda hassasiyeti hangi mecrada açık sözlülükle söylüyorsunuz?

 Söyletmiyor. Sistem bunu niye söyletmiyor? Sistem şu: Sistemde bir güçlüler
odağı var ve güçlüler odakları, kendisinin karşısında olacak kişileri bir 
şekilde kendisinin yanına çekecek bir mekanizma oluşturmuş. Nedir mesela?
Ekonomi bakımından birilerinin birilerine bağımlı kılınması. Korkunç bir şey,
düşünen insanların böyle bir cendere içerisinde bırakılması, düşüncelerinin
açıklanmasını engellemektedir. Türkiye'de bir anayasa sorunu olduğu zaman, şu
anda 28 tane hukuk fakültesi var. 28 hukuk fakültesinde 28 tane hocanın çıkıp
da, doğru dürüst konuştuğunuzu gördünüz mü? Türkiye'de idari reform yapılıyor, bu idari reformla ilgili kaç tane idare hukukçusu bu meseleyle uğraşmıştır? 

SAVAŞ ÖZDAĞ- Ama şu temel yasalardaki değişikliği sizin fakültedeki arkadaşlarınız yaptılar. 

ETHEM AKAY- Onun arkasında başka şeyler de var. 

SAVAŞ ÖZDAĞ- Buraya çağırsak, mesela Ömer Beyi dinleseler, burada hepimizi 
inandıracak, ikna edecek bir açıklama yapabilirler mi?

ETHEM AKAY- Valla, ben ikna olmadım, ama belki size yaparlarsa…

SAVAŞ ÖZDAĞ- Peki, sizin gördüğünüzü, benim gördüğümü, hocaların gördüğünü onlar niye görmüyor?

ÖMER FARUK EMİNAĞOĞLU- Ben bunu kamuoyuna devrettim yazılarımla, yani 
federalizmin yargısal ayağının adımı atılmıştır, bunun başka anlamı yok. Bu 
geniş kapsamla getirirseniz, federalizm yargısal boyutuyla… 

SAVAŞ ÖZDAĞ- Bu siyasi bir mesele diyorsunuz, değil mi?

ÖMER FARUK EMİNAĞOĞLU- Bunu getirebilirsiniz, ancak görev kapsamını dar tutmanız ve il düzeyinde bunu yapmanız lazım. Uygulayan ülkeler modellerini incelerseniz, neden federal ülkeler bunu korurken, diğer ülkeler bu yapıyı kaldırıyor ve çok ciddi tartışmalar var bu konuda, yani bizim yapımızda olan ülkelerden hiçbiri bu kalsın demiyor.

SAVAŞ ÖZDAĞ- O komisyonda bulunan İzzet hoca buraya gelse, kendisine siz bir ceza hukuku meselesini konuşmuyoruz, devleti konuşuyoruz diyorsunuz.

ÖMER FARUK EMİNAĞOĞLU- Elbette.

SAVAŞ ÖZDAĞ- Buna katılıyor mu?

ÖMER FARUK EMİNAĞOĞLU- Bu mahkemeler boyutuyla, bu o hocaları da aşan konular, yani bir ceza yasasına şu madde niye konuldu, niye konulmadı, belki onu İzzet hocayla tartışabiliriz ama…

SAVAŞ ÖZDAĞ- Bir spot başlıktır o, her bölgeye kendi Yargıtayını getiriyor bu sistem dedik. 

ÖMER FARUK EMİNAĞOĞLU- Ama bakın, ben size şunu söyledim: Yasa çıkmadan, yasa 2004 yılı Eylülde çıktı, yani o yasanın içeriğinin yapılmasında o hoca görev almış olabilir, ancak o yasa çıkmak zorunda, yani Türkiye Büyük Millet Meclisinin orada bir takdir şeyi yoktu, çünkü 1 yıl önce o isimle Avrupa Birliği fonundan parası alınmıştı. 

SAVAŞ ÖZDAĞ- Çıkmak zorundaydı diyoruz, evet.

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

TÜRKİYEDEKİ MERKEZİ YÖNETİM, YEREL YÖNETİMLER, BÖLGESEL ÖRGÜTLENME, FEDERALİZM BÖLÜM 5

TÜRKİYEDEKİ MERKEZİ YÖNETİM, YEREL YÖNETİMLER, BÖLGESEL ÖRGÜTLENME, FEDERALİZM  BÖLÜM 5


E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Halbuki, biz geçmişte daha çok olağanüstü 
koşullardaydık, şimdi aslında olağan koşullarda gibi görünüyoruz, olağan 
koşullarda bu hadiseler cereyan ediyor. Bu şu andaki koşulların olağanüstü 
olmasının anlamı ne, niçin olağanüstü koşullardayız, olağanüstü olduğuna dair 
hangi emareler var?

Bir de, sokaktaki çözüm tarzı dediğiniz, yani halkın, Meclis dışındakilerin, 
diğer bürokrat durumunda olanlar, halkın içinden gelenlerin çözümleri mi daha 
iyi, nedir sokaktaki çözüm?

SALONDAN- Bir de, sizin çözümünüzü öğrenebilir miyiz?

ALİ GÜLBAHAR- Ben az önce o tabiri bilerek kullandım, yeni devletten söz 
ediyorum. Aslında bu çok yeni değil, eskiden beri, 1960'ların ortalarından beri, 
OECD'nin Afrika'daki kabile yapılanmaları için, onları devlet gibi organize 
etmek üzere reçeteler vardı. O reçetelerin yeni şeklidir bunlar, yani değişen 
bir şey yok. O dönemdeki misyon, sonradan güçlendirilmiş mali yapılarıyla Dünya Bankası ve IMF'nin temel politikası haline geldi, yani bize dayatılan üzücüdür ki bugün, ta o dönemdeki reçetelerdir, yani biz bir çadır devletiymişiz, kabile devletiymişiz gibi, bize devlet olma öğretiliyor. Nedir mesela, az önce 
konuştuğumuz o Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı ve nedir orada anlatılan 
şeyler? Bunlar yeni şeyler değil ki, bunlar öteden beri bilinen, söylediğim 
gibi, devlet olma vasıflarını taşımayan topluluklar için öngörülmüş, devlet olma 
adına öngörülmüş temel birtakım kabullerdir veya düşünülmüş kabullerdir. 

İşin bir de dışarıdaki yanı var, yani devletleri milli yapan şey neydi? Yasadığı 
topraklar üzerinde hükümranlık haklarını kullanabilmesiydi, yani hangi temelde 
yapacaktı bunu? Yine, az önce söylediğimiz temelde, yani önce bir iktisadı bazı 
olacak bunun ki, bu işte pazar diye tanımlanıyor. Sizin "bu benim sınırlarımdır" 
diye koyduğunuz şey, sınırlar onlardır. Onun içerisinde siz kendi 
müteşebbisinizi yaratırsınız, kendi işletmelerinizi yaratırsınız, kendi iktisadi 
gücünüze bir şekil verirsiniz, onu sistem yaparsınız, rejim yaparsınız,
bozarsınız, yeniden yaparsınız, hükümranlık haklarınız var çünkü, o topraklar
sizin, onun içinde olan bitene hâkimsiniz. Osmanlıyla Cumhuriyet arasındaki
temel şey de bu, yani biz hep dışarıdaki ana akımlara göre şekilleniyoruz, yani
tarihte olan biten şeylerin cevabını ne kadar doğru verebiliyoruz, bir defa
burada kafamız net değil. Biz 1838 ticaret anlaşmasını, hep Osmanlı Devletiyle İngiltere arasında yapılmış, karşılıklı rızaya dayalı, karşılıklı talepleri
doğrudan yansıtan bir anlaşma gibi düşünüyoruz. Hayır, bana göre onun asıl
tarafı, az önce beyefendinin köklü kültür diye örnek verdiği Mısır'dır, 
Mısır'da olan bitenlerdir, yani Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dır. Adam yaptığı 
yatırımlarla Mısır'ın çehresini değiştiriyor, biçimini değiştiriyor, işgal 
ettiği Suriye'de aynı şeyleri yapıyor, oradan bir model geliyor yani. İşte o 
modelin önünün kesilmesi gerekiyordu. 1838 ticaret anlaşmasının özü budur. 

Yine, Türkiye'de bir model, az önce söylediğim, bana göre Cumhuriyetin elinde o iktisadi işletmelerle birlikte büyüme ihtiyacında olan, kendi misyonunu böyle 
tanımlamış Cumhuriyetin tukaka gösterilmesinin nedeni, yine bir iktisadi 
adımdır. İthal ikamesi modeli diye tanımlanan, şu an neredeyse lanetlenen 
modeldir. Türkiye uyguladı mı acaba gerçekten bunu? Benim tespitlerime göre 
uygulamadı, yani Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde Türkiye'de ithal ikamesi modeli uygulanmadı. İthalata dayalı bir büyüme esas alındı. Elbette böyle bir model olabilir. Nerede olabilir? Arap Yarımadası'nda olabilir; bir petrol 
denizinin üzerinde oturuyor olursunuz, çıkarır petrolü, satar, büyürsünüz. Ama 
biz ithalat yapabilmek için ihracat yapmak durumundayız, bizim başka bir döviz 
gelirimiz yok; biz bununla sağlıyoruz. Böyle bir büyüme modeli elbette olabilir, 
ama söylediğim gibi, hep iktisadi bazı esastır. Hangi güçle hareket ediyorsunuz, 
yani sizin iddialarınız konusunda sizi güçlendiren temel ne? İsrail bunu 
yapabilir, çünkü bölgede ABD adına hareket ediyor, çünkü ABD'nin bir tane 
stratejik ortağı vardır, İsrail'dir. Bir tane ülkeyle ilişkisi vardır, 
İngiltere'dir. Diğer bütün ülkelerle tanımlanacak olan şey çelişkidir, ilişkisi 
olamaz ABD'nin, yani yapı bu, iddia bu. Küreselleşme denilen şey, bir ülkenin 
kendi politikasını dünyaya dayatmasıdır. Biz şimdi buna uygun birtakım şeyler 
yapıyoruz burada. Bu yeni bir iddiadır, bu yeni bir yapılanmadır, bu yeni bir 
şekillenmedir idarede. Peki, bu konuştuğumuz idare hem taşrada, hem merkezde konuştuğumuz şey, konuştuğumuz organlar, kurumlar neye ait? Devletin kurumlarından bahsediyoruz. Bunların yeniden şekillenmesi, devleti yeniden şekillendirmek değil midir? Bu yetkilerin aktarılması, toplanması vesaire, bütün bunlar devletin yeniden şekillenmesi değil midir? O zaman bu koşullar olağan mıdır? Bence değil. Bir ülkenin kendisini dünyaya dayatıp, adına model dediği şeyi esas alarak, içerideki temel yapılanmayı, cumhuriyet diye tanımladığımız temel yapılanmayı değiştirme çabası, aşaması, bana göre normal bir aşama değildir, bu anormal bir koşuldur, yani olağanüstü koşuldur, o nedenle olağanüstü tedbirler alacağız.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Yani şu anda Türkiye'ye devlet modelini, şeklini ve yapısını değiştir diye bir baskı mı var?

ALİ GÜLBAHAR- Elbette, hiç kuşku yok bunda.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Nereden geliyor baskı?

ALİ GÜLBAHAR- İşte Dünya Bankası, IMF.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Dünya Bankasından mı geliyor, Dünya Bankasından mı geliyor, Avrupa Birliğinden mi geliyor?

ALİ GÜLBAHAR- Esas olarak Avrupa Birliğinden değil.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Küreselleşmeden mi geliyor?

ALİ GÜLBAHAR- Esas olarak Dünya Bankası ve IMF'den geliyor. Biz AB içerisinde ABD'nin kullanmak istediği bir kozuz; bütün mesele bu. Yani bunun başka bir yolu yok ki. Komutanlarımız daha iyi bilecekler işin bu kısmını, bir ulusun bir diğer ulus üzerindeki açık iddiaları bir şeye dayanır, başka bir şeye dayanmaz ve o da azınlıklardır. Geçmişte bunun propektorastı, öyle ifade edilirdi Osmanlıda, şimdi de aynıdır. Kosova konusunda da aynı şey oldu, Ermenistan, Dağlık Karabağ Konusunda da aynı şeyler olacak; yani esası budur. Bizim burada önemli bir azınlığımız var artık Avrupa'da, bunlar üzerinden politika yapacak ABD. ABD çabuk tüketiyor, yani popüler kültürün kaynağı olarak çabuk yapıyor bunu. Bakın, Bakû-Ceyhan Projesi siyasi bir projedir, ekonomik bir proje değildir. O AGİT Zirvesinde imzalandığı gün önemini kaybetti ABD için. Neden? Çünkü tarihinde ilk defa girdiği Kafkaslarda siyaseten varlığını ispat etmiş oldu onu imzalamakla. Ben burada söyleyeyim, kayıtlara da geçiyor bu konuşmalar. Eğer o 45 yıllık işletme anlaşması, biz işleteceğiz sonuçta, bu topraklardan geçen kısmını, BOTAŞ'ın yan şirketi, BOTAŞ International Limited diye bir şirket. Biz o 
işletmenin standardına göre yapılacak masrafları 45 yıl boyunca elde ettiğimiz 
azami gelirle bile karşılayamayabiliriz, yani tersinden ifade edersek, elde 
edeceğimiz azami gelir, azami taşıma döneminde, bizim zorunlu masraflarımızdan, işletme masraflarımızdan daha az olabilir, böyle bir skandalla karşılaşabiliriz. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Zaten bu boru hattı ekonomik bakımdan Türkiye'ye katkı getirsin diye değil, stratejik açıdan Türkiye'nin etkili duruma gelmesi hususunda atılmış bir adımdır. Yapılan hesaplamalara göre, normal şartlar altında Türkiye'ye getirisi yıllık 100 milyon dolardır. 100 milyon dolar için bu kadar şaşaa, bu kadar tantanaya, bu kadar gayrete falan ihtiyaç var mı? Yok, ama stratejiktir, esas itibariyle o.

ALİ GÜLBAHAR- Söylemek istediğim şey o, yani bu kavramları ayıracağız. Biz önce bir tercih yapacağız, ya Cumhuriyetin temel değerleri dediğimiz şey, yani düne kadar yurttaşı olduğumuz devletin kabullerinde yanlışlık var, ya orada samimi olacağız ya da şu an olan bitende bir yanlışlık var. Şimdi o kadar basit değil, yani Bakû-Ceyhan'ın sonuçları bunlarla olup bitmiyor, daha başka sebepler var. Bu politikanın, bir ülkenin politikasının herkesin ağzında bir ideoloji gibi, 
küreselleşme ya da globalleşme adı altında tanımlandığı aşamaya gelinceye kadar bir sürü güç koşullardan geçildi, yani bir dizi dünya ülkesi, kimi zaman zor kullanarak, kimi zaman güç kullanarak, kimi zaman ikna metoduyla, ama hep yola getirildi, ikna edildi. Bakın, bunlar hep aynı adımların parçasıdır. Uruguay Raundu, ardından Enerji Şartı, bunlara bakmadan -yani şu Dünya Ticaret Örgütü vesaire, bunun kendi kurumları var- Bakû-Ceyhan'ı anlayamazsınız. Enerji Şartı Anlaşmasına imza koyduk, bizi de bağlıyor. Enerji Şartı Anlaşması, enerji yatırımlarının anayasasıdır artık. Esası da şudur: Önceden devletten devlete yapılan anlaşmalarda, siz o devletle olan yakınlığınıza göre birtakım özel hususlar öngörebilirdiniz, yani o en ziyade müsaadeye mazhar ülke şartı falan filan gibi şeyler vardı. Bakın, bunlar artık ortadan kalktı, GATT'dan sonra yok bunlar. Neden yok? Örneğin, Enerji Şartı Anlaşması diyor ki, "siz eğer kendiniz için bu projeyi özel tanımlayıp, -Bakû-Ceyhan'dan söz ediyorum- anlaşmalarınıza özel hükümler koydunuzsa, bundan sonra enerji yatırımlarında herhangi bir ülke için de asgari onları koyacaksınız" Üstüne çıkamıyorsunuz. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Asgariyi koyacaksınız diyor.

ALİ GÜLBAHAR- Kesinlikle, enerji şartının şeyi bu. Bütün hidrokarbonlu 
bileşikler, odun, kömür, su vesaire, o anlaşmanın konusu içerisinde. Bu çok 
normal. Neden? Bu iddiaları iyi değerlendirmek lazım. İnternetten indirmiştim, 
ABD'nin 2000 yılı savunma stratejisi, "Dünyanın herhangi bir yerinde yapılacak 
herhangi bir enerji yatırımı Amerikan çıkarlarıyla doğrudan ilgilidir" diyor. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Sizin açıkladıklarınızın içerisinde üç tane kritik 
konu var; bir tanesi olağanüstü koşul, bir tanesi sokaktaki çözüm, bir tane de 
olması gereken çözüm. Olağanüstü koşul, dışarıdan etkilendiğimiz koşullar. Peki, içeriden de bu geliştirilmiyor mu, buna hizmet etmiyor mu? Olağanüstü koşul sadece dışarıdan bastırmayla mı oluyor, yoksa dışarıdan gelen baskılar içerideki dinamiklerle birleşince mi ortaya çıkıyor?

ALİ GÜLBAHAR- Az önce beyefendi çok güzel bir ifade kullandı, coğrafyaya ilişkin tespitini yaparken, "güce tapan" dedi. Çok doğru bir ifade bu. Bunlar çok uzun konuşulacak şeyler, belki atlayacağız, ama Cumhuriyet dönemini, daha doğrusu açık işgal şartlarının manda tartışmalarıyla şu an olan biten arasındaki fark bana göre sadece biçimdedir. O dönemdeki işgalle, şu anki işgalin farkı bana göre biçimdedir. O dönemin Kuvayi Milliyesiyle bugünün Kuvayi Milliyesi 
arasındaki fark, sadece biçimdedir. Neyi söylemeye çalışıyorum? O dönemde bir 
açık işgal vardı, yani tankıyla, topuyla bu ülke sınırlarından içeri girmiş ülke 
birlikleri vardı, dolayısıyla ona karşı koyanlar da, elinde ne varsa, tabancasıyla,  tüfeğiyle, dağlarda, orada, burada, birbirinden kopuk silahlı mücadele veren birimlerdi, Kuvayi Milliye buydu. Bugünün gizli işgal şartlarının Kuvayi Milliyesi işte bu tür topluluklar, yani böyle bir sürü insanlar var şimdi kümeler halinde orada burada, "ne yapmalıyız, bu ülke nereye gidiyor, çözüm bulmalıyız" diyen. Şu an biz bir Kuvayi Milliyeyiz, bir Kuvayi Milliye birimiyiz. Onun için diyorum, kavramlar çok önemli, doğru koymak lazım bunları. Dolayısıyla bugün içeriden o olağanüstü koşullara destek veren, yani onun savunuculuğunu yapan elindeki gücüyle, önemli bir güç var burada, hatta medyada da var bu. Medya bu ülkenin önemli bir gücü. Buyurun, size manda tartışması. 

Eğer illa benzeteceksek, içeride de var elbette.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Koşullar içerideki dinamiklerle, ortam yaratılmıştır buna.

ALİ GÜLBAHAR- Ben bu ülkenin yetkilisi olsam, orada görev yapılırken bu elbette olabilir, ama hamile olup da, gidip orada çocuğu Amerikan vatandaşı olacak diye doğum yapanı bir daha bu ülkenin sınırlarından içeri almam.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Bravo.

ALİ GÜLBAHAR- Almam, bastırmam bu ülkeye; neyi konuşuyoruz bu. Oralara gelmiş bu kabuller, neyi konuşuyoruz Allah aşkına, içerideki destek daha ne olabilir yani. Parası olan, çocuğunu oraya eğitime yolluyor. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Sokaktaki çözüme gelelim biraz da.

ALİ GÜLBAHAR- Sokaktaki çözüm şu: Herhalde şu şeyden sonra, önceki günkü o çiftçi-Başbakan tartışmasından sonra söylenecek pek fazla bir şey yok gibi 
geliyor bana, bu herhalde onun simgesi durumundadır. Orada bir devletin, bir 
geleneğin temsilcisi olarak bir başbakan bir çiftçiyle konuşurken, bütün 
kontrolünü kaybediyor ve çiftçi son derece, hem de adından öte iddialar taşıyan 
bir olgunlukla karşılıyordu.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Ama o istisna bir adam, herkes öyle değil.

SALONDAN- Sonradan dönüş yaptı.

SALONDAN- Yaptırıldı.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Yaptırıldı veya yaptı.

ALİ GÜLBAHAR- Olayın cereyan ediş şekli önemlidir. Şimdi şunu görmek lazım: 
Neden bu ülkenin büyük çoğunluğu, daha doğrusu bizde partiler takımlar gibiydi, herkes kendi takımını tutardı sonuç olarak seçime giderken, ama son üç seçimde bu değişti, bunu fark etmemek mümkün değil. İnsanlar kendilerince genel eğilimlerine göre, artık şeyi aştılar, siyasal eğilimlerini aştılar, başka 
kriterleri var, dürüst davranma, işte ülkeyi koruma falan filan gibi, yolsuzluğa 
bulaşmama vesaire gibi genel ölçülerle, belli partileri denemek üzere 
destekliyorlar. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Denenip getirdikleri de, mevcut iktidar.

ALİ GÜLBAHAR- Ama bitti, bitiyor.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Bir daha yapın, bir daha gelir.

ALİ GÜLBAHAR- Hayır.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Bakın, görürsünüz.

ALİ GÜLBAHAR- Bakınız, Türkiye tarımı Cumhuriyet tarihinde hiçbir bu kadar yara almadı. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Doğru.

ALİ GÜLBAHAR- Ben size bir başka örnek daha söyleyeyim: Bu sadece benim gözlemim değil, yani hem AKP'lilerin, hem DYP'lilerin de gözlemi, Konya bu geleneğin temsilcisi biliyorsunuz. Konya bir bütün olarak şu an DYP'ye kaymış durumda, bu çok açık.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Genel anketlere bakıyorsunuz, değil mi? En son yine üç tane birden yapıldı.

ALİ GÜLBAHAR- Hepsine bakıyorum.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Mevcut iktidarın durumuna da biliyorsunuz yani.

ALİ GÜLBAHAR- Onu da biliyorum.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Değişen bir şeyler var da, çok değişen bir şey yok.

ALİ GÜLBAHAR- 2 aydır değişen bir şey var. 2 aydır medya, bu hükümetin 
karşısında, yani artık aleyhine bir kampanya başlattılar.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Eh, yüzde 50-50 oldu biraz.

ALİ GÜLBAHAR- 2 ayda varılan hırçınlık bu. Daha seçime 2 yıl var.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Şimdi hukuku da karşına alıyor, adalet mekanizmasını da karşısına alıyor.

ALİ GÜLBAHAR- Buralara girmek istemiyorum, konunun dışına çıkıyoruz, ama son düzlükteki konular önemli. Bu ülkede siyasette isim olan herkesin, ama herkesin mutlaka, isim olmadan önce bir Amerika seyahati vardır.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Doğru.

6 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***