Kıbrıs'ta Güvenlik ve Garantiler
Yazar: Gözde Kılıç Yaşın
Garanti ve İttifak Anlaşmaları birbirinin ayrılmaz parçasıdır. Kağıt üzerinde kalmış, hukuken var olan ancak harekete geçme kabiliyeti tanımayan bir sistem güvence oluşturamaz. İttifak Anlaşması Ada’da asker bulundurma hakkı tanır ve Garantörlüğün fiili bir Garantörlük olmasını sağlar. Garanti Anlaşması’nda yer alan “ Tek yanlı Müdahale hakkı ” da Garantörlüğün etkin bir güvence sağlamasının teminatıdır. Rum tarafının bu husustaki talebi Garanti ve İttifak Anlaşması’nın İptalidir ancak gerçekte elde etmeyi umduğu Ada’da asker kalmaması ve “tek taraflı müdahale hakkı”na ilişkin düzenlemenin ortadan kaldırılmasıdır. Dolayısıyla kağıt üzerinde kalacak bir Garanti Anlaşması’na itiraz etmeyecektir. Burada en önemli çıkmaz noktası, Kıbrıslı Türklerin Garanti Anlaşması’nın tamamen kalkması durumunda referandumda planı reddedeceğinin bilinmesidir. Bu nedenle ara formül arayışı söz konusudur.
1- Masadaki Öneriler
Son müzakere sürecinde Türk tarafının üç önerisi gündeme gelmiştir:
1-Türkiye’nin sadece Türklerin yaşadığı yerlerde geçerli olacak Garantörlük Hakkı’nın olması,
2- Garantörlük yerine Türkiye, Yunanistan, İngiltere’den oluşan çok uluslu gücün konuşlanması,
3- Garantörlük Hakkı’nın süreli olarak (15 yıl) devamının yeni planda yer alması,
4- Türkiye’nin Ada’da İngiltere gibi bir askeri üs kurmak istemesi (Yunan Tae Nea gazetesinde yer alan bu hususu önerilerin bütünselliği nedeniyle ekleme gereği duyduk)
Bunlara topluca baktığımızda birbirinin ikamesi olmadığını, birbirine eklenerek Garanti ve İttifak Anlaşmaları’na ikame yaratılmaya çalışıldığını görüyoruz. Mevcut müzakereler açısından tehlikeli olanı, aslında en son konuşulması gereken ve Türkiye’nin konuşması gereken bir konunun -müzakerelerin en başında Garantörlük meselesinin bir tabu olmadığı, tartışılabileceği söylenerek- çok erken zamanda pazarlığa açılmasıydı. Rum tarafının ilk günden itibaren öncelikle bu konuda ne elde edebileceğini anlamaya çalıştığı ve karşı tarafı zorladığı anlaşılmaktadır. Yine de erkenden pazarlığa başlanmasını müzakere heyetinin tecrübesizliğine bağlamak mümkündür.
Türkiye’nin sadece Türklerin yaşadığı Kuzey bölgesinin Garantörü yapılması birkaç yönden sakıncalıdır:
2. Garanti ve İttifak Anlaşmaları uluslararası anlaşma olması nedeniyle uluslararası hukuk güvencesindedir. Türkiye, üzerinde oynanmasını bir kez kabul ettiğinde bu güvenceyi kaybedecektir.
3.Muhtemel yeni anlaşmanın “tek taraflı müdahale hakkı” tanımasının önüne geçilecektir. Kaldı ki bu hak kağıt üzerinde yer alsa bile “toprak sınırlaması” nedeniyle asla aynı güç ve anlamı taşımayacaktır.
Süreli Garantörlük daha önce de gündeme gelmiş bir formüldür. Annan Planı’nda Garanti Anlaşması’nın 18 yıl süreyle geçerli kalması, 18 yılsonunda devamına gerek olup olmadığının kararlaştırılması şeklinde bir düzenlemeye gidilmişti. Burada Garantörlük Hakkı’nın özüne Dokunulmamakta ve gerekliliğine karar verilmesi belli bir süre sonraya bırakılıyordu. Kasım başında Mont Pelerin’deki zirvenin amacı henüz uzlaşı sağlanamamış noktalar üzerinde yoğun çalışmayı mümkün kılmak ve Beşli Konferansın tarihini belirlemekti. Yani Garantörlük konusu burada tartışılacak bir konu değildi. Ancak pazarlığa erken başlanmasının karşı tarafın iştahını kabartması nedeniyle müzakerelerin çökmesi ihtimali yaşandı. Çünkü Rum tarafı bu konuda kendini garantiye alabileceği “ SÖZ ” istemişti. Bu zirveden sonra Mustafa Akıncı, Garanti Anlaşması için 15 yıllık bir süreyi kabul ettiğini açıkladı. Rum tarafı zaten 5 yıllık bir süre istiyordu. Bu çerçevede Türkiye, toplanacak ilk büyük zirvede Garanti Anlaşması’ndan tamamen vazgeçmeye zorlanacak ve nihayetinde 10 yıl süreli kalması kararıyla pazarlık tamamlanacaktır.
Kıbrıs’ta Askeri üs kurma meselesi ise Yunanistan’ın bir iddiasıdır ve Türkiye’nin bu talebini Washington ve Londra’ya ilettiği eklenerek iddiaya ciddilik kazandırılmıştır. Gerçek olması durumunda revize edilmiş ya da süreye bağlanmış bir Garantörlük Hakkı’nı desteklemek üzere üs talebinde bulunulduğu düşünülebilir. Ancak birleşme sonrasında bu tür konularda karar verme yetkisi merkezi hükümet te olacağı ve orada da kararlar büyük ölçüde Rumların istediği şekilde çıkacağı için böylesi bir üs kalıcı olamayacaktır. Kaldı ki bu aslında Türkiye’nin İttifak Anlaşması’ndan da vazgeçmeye hazır olduğu mesajı verir. Annan Planı’nda bu anlaşma hükmünü koruyordu ve Anlaşma’da belirtilen sayıda Türk askerinin Ada’da kalacağı düzenleniyordu. 1960 İttifak Antlaşması'nın I. sayılı Protokolü'nde öngörülen Türkiye için 650, Yunanistan için 950 seviyesine indirilmesi için 14 yıllık bir süre getirilmişti.
Türkiye’nin KKTC’de bir üs istemesi makul ve bir zaman sonra zorunlu bir gelişme olabilir. KKTC’nin tanıtılmasına karar verildiği gün, Garanti ve İttifak Anlaşması hükmünü yitireceği için KKTC ile askeri işbirliği anlaşmaları yapılıp, burada KKTC topraklarında bir üs edinilebilir. Ancak Birleşik Kıbrıs Federasyonu’nda bir üs talep etmek geleceği olmayan bir hayaldir. Hiçbir şekilde Garanti ve İttifak Anlaşmaları’ndan doğan hak, yetki ve sorumluluğun yerini tutmayacaktır.
2. Güvenlik ve Garantilerin Devamına Gerek Olup Olmadığı Meselesi
Rum tarafı modern zamanlarda bir devletin başka bir devletin garantörlüğünü üstlenmesinin gereksizliğini gündeme getirmektedir. Rum tarafının eskiden bu yana sürdürdüğü bu iddiası aslında 1992’de Azerbaycan’da, 1995’deki Bosna’da, 1999’daki Kosova’da çıkan savaşlarla hükmünü yitirmiştir. Keza Ortadoğu’nun ateş çemberine döndüğü günümüz ortamında Garantörlük Hakkı’nın önemi daha da belirginleşmiştir. Öte yandan 20 Aralık 2016’da Türkiye, İran ve Rusya Moskova’da gerçekleştirdikleri toplantı sonrasında BM’nin de onay verdiği bir anlaşmayla Suriye’nin toprak bütünlüğünün garantörleri olmuştur. Bu, bugünün koşullarında da Garantörlük ihtiyacının bulunduğunun göstergesidir.
Öte yandan Kıbrıs’ta tarafların birlikte yaşama isteği gösterebilmesi için karşılıklı güven tesisi gerekir. Türklerin kendilerini huzurlu ve güvende hissedebilmesi için Rum tarafı bugüne dek – göstermelik olsa bile- hiçbir önlem almamıştır. EOKA’nın tedhiş hareketlerine başladığı 1 Nisan hala devlet başkanları, siyasi parti başkan ve temsilcileri, askeri kadrolar ve kilise temsilcilerinin katılımıyla kutlanmaktadır. Her yıl mutlaka yeni bir vesile bulunarak EOKA militanları madalyalarla takdir ve taltif edilmektedir. Şimdiki Devlet Başkanı Anastasiadis de babasının EOKA’cı olduğunu övünerek anlatmaktadır. Bu EOKA ruhunun ölmediği, yapılan kutlamalarla katliamların bir anlamda devlet nezdinde kutsandığı algısı yaratmaktadır. Diğer taraftan kapıların açıldığı ilk günden bu yana neredeyse her gün bir ya da bir kaç Türk’ün saldırıya uğradığı haberi basında yer almaktadır. Burada önemli olan Rum polisinin bu konuda hiçbir girişiminin bulunmaması, saldırganlara dönük bir kovuşturmanın gerçekleştirilmemesidir. Bu, bir arada yaşamanın koşullarının henüz oluşmadığının göstergesidir. Saldırılardan ziyade güvenlik ve asayişten sorumlu birimlerin ırkçı yaklaşımı, Türklere dönük saldırıları görmezden gelmesi güven yıkıcıdır. Dolayısıyla yeni bir katliamın gerçekleşmeyeceğinin garantisinin olmadığı bir ortamda Kıbrıslı Türklerin tek güvencesi Türkiye’nin Garantörlüğü’nün devamıdır.
3. Yabancı Askeri Varlık ve Garantilerin AB Normlarına Uygun Olmadığı Meselesi
Rum ve Yunan tarafının bu konudaki tezleri “Yabancı Askeri Varlık ve Garantilerin AB Normlarına uygun olmadığı”dır. Bu hususta İngiltere’nin askeri varlığına bir itiraz geliştirmemelerini ve İngiliz askerini “yabancı”lamama yaklaşımını bir tarafa bırakalım. AB açısından durumu ise Olli Rehn’in 21 Ocak 2009’da AB Komisyonu adına Avrupa Parlamentosu’nda verdiği yazılı yanıttaki: “AB Komisyonu, Garanti Antlaşması’nın AB’nin üzerine tesisi edildiği temel ilkelere ters olduğu yönündeki düşünceye/endişeye KATILMAMAKTADIR.” ifade açıklamaktadır. Öte yandan böyle bir aykırılık olsaydı konu, Rum tarafının “Kıbrıs Cumhuriyeti” adını kullanarak AB üyesi olması döneminde gündeme gelirdi. Zaten AB hukukuna göre üye devletler, üyelikleri öncesinde taraf oldukları uluslararası antlaşmaların sorumluluğunu ahde vefa ilkesi gereği taşımayı sürdürürler. AB hukukuna aykırıysa üye devlet bunların değiştirilmesi girişiminde bulunabilir ancak diğer taraf razı olmuyorsa da anlaşma bağlayıcılığını sürdürür.[1]
Daha da önemlisi, Garanti sistemi ve Türkiye’nin ilgili anlaşmadan doğan hakları ve sorumlulukları AB Birincil Hukuku içerisinde kayda geçmiştir. Çünkü Rum tarafı 2004’de AB üyesi olduğunda yaptığı Katılım Antlaşması ekinde yer alan 3 numaralı protokolün giriş kısmında “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne katılması, (1960) Kuruluş Antlaşması’nın taraflarının hak ve yükümlülüklerini etkilemeyecektir” denilmektedir. Böylece Rum tarafının AB üyesi olmasının 1960 Kuruluş Antlaşması’nın taraflarından birisi olan Türkiye’nin hak ve yükümlülüklerini etkilemeyeceği kayıt altında alınmış bir husustur. Nitekim Kuruluş Antlaşması’nın giriş bölümünde de açıkça Garanti Antlaşması’na gönderme yapılmıştır. Böylece Türkiye’nin Garanti Anlaşması’ndan doğan haklarının Rum tarafının AB üyeliği nedeniyle etkilenmeyeceği güvencesi AB Birincil Hukuku ile kayıt altına alınmıştır.
Sonuç
Güven ortamının bulunmadığı bir yerde, sürdürülebilir olmadığı kesin bir anlaşmanın ciddi anlaşmazlıklar doğuracağı bellidir. Bu yüzden de Garanti ve İttifak Anlaşması olduğu gibi korunmalı, sulandırılmasına izin verilmemelidir. Garantörlük sistemi ne çağın gereklerine ne de AB normlarına aykırıdır. Değiştirilmesi, düzenlenmesi ya da kaldırılması için yeterli güven ortamı oluşmamıştır. Türkiye, Garantörlük sisteminin “etkin” olabilmesi için “tek başına müdahale hakkı”nı ve “fiili” olarak bir anlamının olabilmesi için Ada’da “fiilen asker bulundurma hakkı”nı korumalıdır. Şu an masada olan plan kalıcı, sürdürülebilir ve adil değildir. Garantörlük Hakkı zaten böyle dönemler için gereklidir. Türkiye, ortaya çıkacak yeni devletin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, güvenliğini, federal anayasa düzenini, iki kesimliliği (anlaşmada zaten ortadan kaldırılmıştır), federe devletlerin kurucu ortak statüsünü (varlığı tartışmalıdır) garanti etmeyi sürdürmek zorundadır. Adil ve kalıcı bir barış planının oluşması durumunda ise askerin kademeli geri çekilişi ve 1960 İttifak Anlaşması’nda öngörülen Türkiye için 650, Yunanistan için 950 seviyesine indirilmesi düzenlenebilir. Ancak bunun için de Türkiye’nin AB üyesi olması ya da Yunanistan’ın AB üyeliğinden çekilmesi gibi Garantör ülkelerin dengeli bir pozisyonda bulunduğu dönem hedef alınmalıdır.
Bu süreçte Kıbrıs Rum tarafından güven arttırıcı önlemler alması istenmelidir. Bunların başında Rum parlamentosunda 1967’de kabul edilen Enosis kararının ve Akritas Planı’nın aynı parlamentoda kınanması, EOKA A ve EOKA B’nin Ada’da yarattığı kaos ortamı ve gerçekleştirdiği tüm katliamlar için Rum ve Türk halklarından özür dilemesi, mağdurlara veya yakınlarına –örneğin- daha önce Ortega Raporu ile tespit edilmiş esaslar üzerinden gerekli tazminatları ödemesi ve hayatta olan sorumlularına dönük bir yargılama faaliyeti başlatması istenmelidir.
Unutulmamalıdır ki Garanti ve İttifak Anlaşması uluslararası bir anlaşmadır ve hukuken Türkiye’nin pozisyonunu desteklemektedir. Bilinmelidir ki Türkiye’nin bu hakkı ve haklı pozisyonu, Kıbrıslı Türklerin (ve Rumların da) güvenliği bakımından olduğu kadar doğrudan Doğu Akdeniz dengeleri bakımından da önemlidir. Bu dengeler başta Türkiye’nin güvenliği ve aynı zamanda ekonomik çıkarları ve en önemlisi de deniz egemenlik haklarıyla ilgilidir. Diğer Garantör ülkelerin çekilmesi de dahil olmak üzere hiçbir baskı ya da pazarlık Türkiye istemediği/kabul etmediği müddetçe Türkiye’nin 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları’ndan doğan haklarında bir değişiklik yaratmayacaktır.
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/kibris/2017/01/13/8564/kibrista-guvenlik-ve-garantiler
1- Masadaki Öneriler
Son müzakere sürecinde Türk tarafının üç önerisi gündeme gelmiştir:
1-Türkiye’nin sadece Türklerin yaşadığı yerlerde geçerli olacak Garantörlük Hakkı’nın olması,
2- Garantörlük yerine Türkiye, Yunanistan, İngiltere’den oluşan çok uluslu gücün konuşlanması,
3- Garantörlük Hakkı’nın süreli olarak (15 yıl) devamının yeni planda yer alması,
4- Türkiye’nin Ada’da İngiltere gibi bir askeri üs kurmak istemesi (Yunan Tae Nea gazetesinde yer alan bu hususu önerilerin bütünselliği nedeniyle ekleme gereği duyduk)
Bunlara topluca baktığımızda birbirinin ikamesi olmadığını, birbirine eklenerek Garanti ve İttifak Anlaşmaları’na ikame yaratılmaya çalışıldığını görüyoruz. Mevcut müzakereler açısından tehlikeli olanı, aslında en son konuşulması gereken ve Türkiye’nin konuşması gereken bir konunun -müzakerelerin en başında Garantörlük meselesinin bir tabu olmadığı, tartışılabileceği söylenerek- çok erken zamanda pazarlığa açılmasıydı. Rum tarafının ilk günden itibaren öncelikle bu konuda ne elde edebileceğini anlamaya çalıştığı ve karşı tarafı zorladığı anlaşılmaktadır. Yine de erkenden pazarlığa başlanmasını müzakere heyetinin tecrübesizliğine bağlamak mümkündür.
Türkiye’nin sadece Türklerin yaşadığı Kuzey bölgesinin Garantörü yapılması birkaç yönden sakıncalıdır:
- Türkiye 1960 İttifak ve Garanti Anlaşmasıyla Ada’nın bütününün toprak bütünlüğü ile Anayasal düzenine kefildir. Ancak Türkiye sadece Türklerin ya da Kuzey’in Garantörü olsun denildiğinde, Egemenlik bölünmüş olacaktır. Bunun en az üç önemli sonucu olur:
a. Türkiye bugün üstlendiği kefalet gereği örneğin Rum tarafının Ada’nın güneyinde çıkan hidrokarbon yataklarında Türklerin hakkı olduğunu söyleme hakkı ve bunu takip etme imkanı bulmaktadır. Kuzey’le sınırlı Garantörlük Ada’nın bütününde Türkleri kollama imkânını yok edecektir.
b. Türkiye’nin Garantörlüğünü kuzeyle sınırladığınız zaman Türklerin 1960 Anlaşmalarıyla kazandığı “yönetime etkin katılım” hakkı ve Rumlarla “aynı toplumsal hak ve özgürlüklere sahip olma” haklarını berhava etmiş olursunuz. Türkler artık sadece Ada’nın kuzeyindeki kimi idari faaliyetlere katılan, kuzeyde yaşamak zorunda kalan, Ada’daki yer altı ve yer üstü kaynaklarda hakkı bulunmayan, Akdeniz’deki her türlü gelişmenin dışında bırakılan unsurlar olacaktır.
c. Türkiye’nin Akdeniz’deki etkinliği daha kolay sınırlandırılabilecektir.
3.Muhtemel yeni anlaşmanın “tek taraflı müdahale hakkı” tanımasının önüne geçilecektir. Kaldı ki bu hak kağıt üzerinde yer alsa bile “toprak sınırlaması” nedeniyle asla aynı güç ve anlamı taşımayacaktır.
Süreli Garantörlük daha önce de gündeme gelmiş bir formüldür. Annan Planı’nda Garanti Anlaşması’nın 18 yıl süreyle geçerli kalması, 18 yılsonunda devamına gerek olup olmadığının kararlaştırılması şeklinde bir düzenlemeye gidilmişti. Burada Garantörlük Hakkı’nın özüne Dokunulmamakta ve gerekliliğine karar verilmesi belli bir süre sonraya bırakılıyordu. Kasım başında Mont Pelerin’deki zirvenin amacı henüz uzlaşı sağlanamamış noktalar üzerinde yoğun çalışmayı mümkün kılmak ve Beşli Konferansın tarihini belirlemekti. Yani Garantörlük konusu burada tartışılacak bir konu değildi. Ancak pazarlığa erken başlanmasının karşı tarafın iştahını kabartması nedeniyle müzakerelerin çökmesi ihtimali yaşandı. Çünkü Rum tarafı bu konuda kendini garantiye alabileceği “ SÖZ ” istemişti. Bu zirveden sonra Mustafa Akıncı, Garanti Anlaşması için 15 yıllık bir süreyi kabul ettiğini açıkladı. Rum tarafı zaten 5 yıllık bir süre istiyordu. Bu çerçevede Türkiye, toplanacak ilk büyük zirvede Garanti Anlaşması’ndan tamamen vazgeçmeye zorlanacak ve nihayetinde 10 yıl süreli kalması kararıyla pazarlık tamamlanacaktır.
Kıbrıs’ta Askeri üs kurma meselesi ise Yunanistan’ın bir iddiasıdır ve Türkiye’nin bu talebini Washington ve Londra’ya ilettiği eklenerek iddiaya ciddilik kazandırılmıştır. Gerçek olması durumunda revize edilmiş ya da süreye bağlanmış bir Garantörlük Hakkı’nı desteklemek üzere üs talebinde bulunulduğu düşünülebilir. Ancak birleşme sonrasında bu tür konularda karar verme yetkisi merkezi hükümet te olacağı ve orada da kararlar büyük ölçüde Rumların istediği şekilde çıkacağı için böylesi bir üs kalıcı olamayacaktır. Kaldı ki bu aslında Türkiye’nin İttifak Anlaşması’ndan da vazgeçmeye hazır olduğu mesajı verir. Annan Planı’nda bu anlaşma hükmünü koruyordu ve Anlaşma’da belirtilen sayıda Türk askerinin Ada’da kalacağı düzenleniyordu. 1960 İttifak Antlaşması'nın I. sayılı Protokolü'nde öngörülen Türkiye için 650, Yunanistan için 950 seviyesine indirilmesi için 14 yıllık bir süre getirilmişti.
Türkiye’nin KKTC’de bir üs istemesi makul ve bir zaman sonra zorunlu bir gelişme olabilir. KKTC’nin tanıtılmasına karar verildiği gün, Garanti ve İttifak Anlaşması hükmünü yitireceği için KKTC ile askeri işbirliği anlaşmaları yapılıp, burada KKTC topraklarında bir üs edinilebilir. Ancak Birleşik Kıbrıs Federasyonu’nda bir üs talep etmek geleceği olmayan bir hayaldir. Hiçbir şekilde Garanti ve İttifak Anlaşmaları’ndan doğan hak, yetki ve sorumluluğun yerini tutmayacaktır.
2. Güvenlik ve Garantilerin Devamına Gerek Olup Olmadığı Meselesi
Rum tarafı modern zamanlarda bir devletin başka bir devletin garantörlüğünü üstlenmesinin gereksizliğini gündeme getirmektedir. Rum tarafının eskiden bu yana sürdürdüğü bu iddiası aslında 1992’de Azerbaycan’da, 1995’deki Bosna’da, 1999’daki Kosova’da çıkan savaşlarla hükmünü yitirmiştir. Keza Ortadoğu’nun ateş çemberine döndüğü günümüz ortamında Garantörlük Hakkı’nın önemi daha da belirginleşmiştir. Öte yandan 20 Aralık 2016’da Türkiye, İran ve Rusya Moskova’da gerçekleştirdikleri toplantı sonrasında BM’nin de onay verdiği bir anlaşmayla Suriye’nin toprak bütünlüğünün garantörleri olmuştur. Bu, bugünün koşullarında da Garantörlük ihtiyacının bulunduğunun göstergesidir.
Öte yandan Kıbrıs’ta tarafların birlikte yaşama isteği gösterebilmesi için karşılıklı güven tesisi gerekir. Türklerin kendilerini huzurlu ve güvende hissedebilmesi için Rum tarafı bugüne dek – göstermelik olsa bile- hiçbir önlem almamıştır. EOKA’nın tedhiş hareketlerine başladığı 1 Nisan hala devlet başkanları, siyasi parti başkan ve temsilcileri, askeri kadrolar ve kilise temsilcilerinin katılımıyla kutlanmaktadır. Her yıl mutlaka yeni bir vesile bulunarak EOKA militanları madalyalarla takdir ve taltif edilmektedir. Şimdiki Devlet Başkanı Anastasiadis de babasının EOKA’cı olduğunu övünerek anlatmaktadır. Bu EOKA ruhunun ölmediği, yapılan kutlamalarla katliamların bir anlamda devlet nezdinde kutsandığı algısı yaratmaktadır. Diğer taraftan kapıların açıldığı ilk günden bu yana neredeyse her gün bir ya da bir kaç Türk’ün saldırıya uğradığı haberi basında yer almaktadır. Burada önemli olan Rum polisinin bu konuda hiçbir girişiminin bulunmaması, saldırganlara dönük bir kovuşturmanın gerçekleştirilmemesidir. Bu, bir arada yaşamanın koşullarının henüz oluşmadığının göstergesidir. Saldırılardan ziyade güvenlik ve asayişten sorumlu birimlerin ırkçı yaklaşımı, Türklere dönük saldırıları görmezden gelmesi güven yıkıcıdır. Dolayısıyla yeni bir katliamın gerçekleşmeyeceğinin garantisinin olmadığı bir ortamda Kıbrıslı Türklerin tek güvencesi Türkiye’nin Garantörlüğü’nün devamıdır.
3. Yabancı Askeri Varlık ve Garantilerin AB Normlarına Uygun Olmadığı Meselesi
Rum ve Yunan tarafının bu konudaki tezleri “Yabancı Askeri Varlık ve Garantilerin AB Normlarına uygun olmadığı”dır. Bu hususta İngiltere’nin askeri varlığına bir itiraz geliştirmemelerini ve İngiliz askerini “yabancı”lamama yaklaşımını bir tarafa bırakalım. AB açısından durumu ise Olli Rehn’in 21 Ocak 2009’da AB Komisyonu adına Avrupa Parlamentosu’nda verdiği yazılı yanıttaki: “AB Komisyonu, Garanti Antlaşması’nın AB’nin üzerine tesisi edildiği temel ilkelere ters olduğu yönündeki düşünceye/endişeye KATILMAMAKTADIR.” ifade açıklamaktadır. Öte yandan böyle bir aykırılık olsaydı konu, Rum tarafının “Kıbrıs Cumhuriyeti” adını kullanarak AB üyesi olması döneminde gündeme gelirdi. Zaten AB hukukuna göre üye devletler, üyelikleri öncesinde taraf oldukları uluslararası antlaşmaların sorumluluğunu ahde vefa ilkesi gereği taşımayı sürdürürler. AB hukukuna aykırıysa üye devlet bunların değiştirilmesi girişiminde bulunabilir ancak diğer taraf razı olmuyorsa da anlaşma bağlayıcılığını sürdürür.[1]
Daha da önemlisi, Garanti sistemi ve Türkiye’nin ilgili anlaşmadan doğan hakları ve sorumlulukları AB Birincil Hukuku içerisinde kayda geçmiştir. Çünkü Rum tarafı 2004’de AB üyesi olduğunda yaptığı Katılım Antlaşması ekinde yer alan 3 numaralı protokolün giriş kısmında “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne katılması, (1960) Kuruluş Antlaşması’nın taraflarının hak ve yükümlülüklerini etkilemeyecektir” denilmektedir. Böylece Rum tarafının AB üyesi olmasının 1960 Kuruluş Antlaşması’nın taraflarından birisi olan Türkiye’nin hak ve yükümlülüklerini etkilemeyeceği kayıt altında alınmış bir husustur. Nitekim Kuruluş Antlaşması’nın giriş bölümünde de açıkça Garanti Antlaşması’na gönderme yapılmıştır. Böylece Türkiye’nin Garanti Anlaşması’ndan doğan haklarının Rum tarafının AB üyeliği nedeniyle etkilenmeyeceği güvencesi AB Birincil Hukuku ile kayıt altına alınmıştır.
Sonuç
Güven ortamının bulunmadığı bir yerde, sürdürülebilir olmadığı kesin bir anlaşmanın ciddi anlaşmazlıklar doğuracağı bellidir. Bu yüzden de Garanti ve İttifak Anlaşması olduğu gibi korunmalı, sulandırılmasına izin verilmemelidir. Garantörlük sistemi ne çağın gereklerine ne de AB normlarına aykırıdır. Değiştirilmesi, düzenlenmesi ya da kaldırılması için yeterli güven ortamı oluşmamıştır. Türkiye, Garantörlük sisteminin “etkin” olabilmesi için “tek başına müdahale hakkı”nı ve “fiili” olarak bir anlamının olabilmesi için Ada’da “fiilen asker bulundurma hakkı”nı korumalıdır. Şu an masada olan plan kalıcı, sürdürülebilir ve adil değildir. Garantörlük Hakkı zaten böyle dönemler için gereklidir. Türkiye, ortaya çıkacak yeni devletin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, güvenliğini, federal anayasa düzenini, iki kesimliliği (anlaşmada zaten ortadan kaldırılmıştır), federe devletlerin kurucu ortak statüsünü (varlığı tartışmalıdır) garanti etmeyi sürdürmek zorundadır. Adil ve kalıcı bir barış planının oluşması durumunda ise askerin kademeli geri çekilişi ve 1960 İttifak Anlaşması’nda öngörülen Türkiye için 650, Yunanistan için 950 seviyesine indirilmesi düzenlenebilir. Ancak bunun için de Türkiye’nin AB üyesi olması ya da Yunanistan’ın AB üyeliğinden çekilmesi gibi Garantör ülkelerin dengeli bir pozisyonda bulunduğu dönem hedef alınmalıdır.
Bu süreçte Kıbrıs Rum tarafından güven arttırıcı önlemler alması istenmelidir. Bunların başında Rum parlamentosunda 1967’de kabul edilen Enosis kararının ve Akritas Planı’nın aynı parlamentoda kınanması, EOKA A ve EOKA B’nin Ada’da yarattığı kaos ortamı ve gerçekleştirdiği tüm katliamlar için Rum ve Türk halklarından özür dilemesi, mağdurlara veya yakınlarına –örneğin- daha önce Ortega Raporu ile tespit edilmiş esaslar üzerinden gerekli tazminatları ödemesi ve hayatta olan sorumlularına dönük bir yargılama faaliyeti başlatması istenmelidir.
Unutulmamalıdır ki Garanti ve İttifak Anlaşması uluslararası bir anlaşmadır ve hukuken Türkiye’nin pozisyonunu desteklemektedir. Bilinmelidir ki Türkiye’nin bu hakkı ve haklı pozisyonu, Kıbrıslı Türklerin (ve Rumların da) güvenliği bakımından olduğu kadar doğrudan Doğu Akdeniz dengeleri bakımından da önemlidir. Bu dengeler başta Türkiye’nin güvenliği ve aynı zamanda ekonomik çıkarları ve en önemlisi de deniz egemenlik haklarıyla ilgilidir. Diğer Garantör ülkelerin çekilmesi de dahil olmak üzere hiçbir baskı ya da pazarlık Türkiye istemediği/kabul etmediği müddetçe Türkiye’nin 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları’ndan doğan haklarında bir değişiklik yaratmayacaktır.
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/kibris/2017/01/13/8564/kibrista-guvenlik-ve-garantiler