Gazi Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gazi Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2017 Pazartesi

Türk Tarih Kurumu’nun Türkiye’deki Tarih Anlayışına Etkisi, BÖLÜM 1

  Türk Tarih Kurumu’nun Türkiye’deki Tarih Anlayışına Etkisi , BÖLÜM 1



Cengiz DÖNMEZ 
Gazi Üniversitesi, 
cdonmez@gazi.edu.tr 

Ömür KIZIL 
Gazi Üniversitesi, 
omurpasha@hotmail.com 



Özet 

Avrupa’daki tarih anlayışı, 19. Yüzyılın başlarında güçlenen milliyetçilik düşüncesinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Tarih çalışmalarının ulus birliğini güçlendirecek mahiyette kullanımının ilk örnekleri bu dönemde Avrupa’da görülmüştür. Bu durum üzerinde tarih çalışmalarının kurumsallaştırılmasının da büyük etkisi vardır. Türkiye’de ise, 19. Yüzyıl açısından Avrupa ile çağdaş 
bir tarih anlayışı evriminden bahsedilememektedir. Bu durum üzerinde milliyetçilik düşüncesinin teşekkülünün, tarih çalışmalarının kurumsallaş tırılmasının, tarihin pozitivist bir yorumla ele alınmasının gecikmesi gibi hususların etkili olduğu söylenebilir. Bu çalışma Türk Tarih Kurumu’nun, Erken Cumhuriyet Dönemi’nde Türkiye’deki tarih anlayışı üzerinde yarattığı etkileri ortaya koymayı amaçlamaktadır. Meydana gelen değişimin anlaşılır olması açısından, Türkiye’deki tarih anlayışı önceki dönemlerden itibaren ele alınmıştır. Bu açıdan II. Meşrutiyet öncesi dönem, II. Meşrutiyet dönemi ve Erken Cumhuriyet dönemindeki tarih anlayışları sırası ile incelenmiştir. 

Araştırma neticesinde şu sonuçlara ulaşılmıştır: Türk Tarih Kurumu’nun kurulması ile birlikte Türkiye’deki tarih çalışmaları kurumsal bir tabana oturmuştur, Avrupa’nın ırk mitosları ile mücadele edecek çalışmalar 
yürütülmüştür, Anadolu’nun ezelden Türk vatanı olduğu anlayışını yerleştirmeyi amaçlayan çalışmalar ortaya konulmuştur, Anadolu merkezli Türk tarihi yazımı ve tarihin pozitivist yorumu kuvvet kazanmıştır. Tüm bu hususların tarih eğitimi ile ilgili olarak da yansımalarının olduğu görülmüştür. 

Anahtar Kavramlar: Türk Tarih Kurumu, Türk tarihi, tarih anlayışı, tarih eğitimi, Cengiz DÖNMEZ, Ömür KIZIL ,


Giriş 

Tarih anlayışı, zaman içerisinde dönemin siyasi ve sosyal özelliklerine bağlı olarak büyük dönüşümler geçirmiştir. Tüm dünyada aynı zamanda meydana gelmeyen bu dönüşümler, çeşitli toplulukların söz konusu siyasi ve sosyal konjonktüre geçişiyle birlikte kendisini hissettirmeye başlamıştır. Örneğin Fransız İhtilali’nin ardından öncelikle Avrupa’da başlayan milliyetçilik akımı ile birlikte; batıda dönüşüm geçiren tarih anlayışı, tarih araştırmaları ve tarih eğitimine milli kimliklerin inşa edilmesi hususunda önemli bir görev yüklemiştir. 

Önceki yüzyıllarda kroniklere indirgenebilecek, zaman ve mekan mevhumundan büyük ölçüde yoksun olan tarih anlayışı, siyasi ve sosyal hayatta meydana gelen bu hareketlilikten etkilenmiştir. 

Özellikle 19. Yüzyılda Avrupa’da gücünü arttıran milliyetçilik akımları, beraberinde “Romantik tarih anlayışı”nı da kuvvetlendirmiş ve kendisi de bu akımı milletlerin inşası sürecinde payanda olarak kullanmıştır. Romantizm akımının ortaya çıkışı 18. Yüzyılda Aydınlanma hareketinin akılcılığa karşı tepkisinin neticesidir. Aydınlanmacılar evrenselliği, insanlığı, akıl ve ürünlerini ön plana çıkartırken, romantikler her milletin tekil ve özgün olduğunu savunarak milli kültür üzerinde dururlar (Köken, 2014: 33). Romantizm’in tarih anlayışları üzerindeki etkisi de “romantik tarih anlayışı”nı ortaya çıkarmıştır. Bu akımın etkisi özellikle 19. Yüzyılda en ileri safhaya varmış ve gerekli sosyo-kültürel evrimi gerçekleştirmiş olan her millet, milli kimlik ve kendine güven için tarih araştırmaları ve faaliyetleri konusunda seferberliğe girişmişlerdir (Köken, 2014: 33). Bu bakımdan romantik dönemin, ulus birliğini güçlendirecek ve anlamlı kılacak tarihsel çalışmaların önemsendiği bir süreç olduğu söylenebilir (Şimşek ve Satan, 2011: 18). 

Milli devletlerin teşekkülünün ardından, toplumun ortak kültür çerçevesinde buluşturulması gayesiyle Avrupa’nın her yerinde, milli kültür değerlerini ortaya çıkartıp bu hususta eserler neşredecek kurumların tesis edilmeye başlandığı görülür. Bunlardan ilki 1819 yılında Almanya’da “Monumenta Germaniae Historica” olup; bu kurumu 1821 yılında Fransa’da “French Ecole des 
Chartes” ve 1838 yılında İngiltere’de “The English Public Records Office” izlemiştir (Uslu, 1998: 93’den akt. Köken, 2014: 78). 

Bu husustaki ilk kurumun Almanya’da kurulmuş olması rastlantı değildir. Romantizm tarih anlayışının en önemli temsilcilerinden birisi olan Alman felsefecisi Gottfried von Herder (ç. 1803) ve takipçileri, milliyet teorisini her halkın ortak bir “halk ruhu” (Volksgeist) kavramına dayandırmışlardır. Bu kültürel bütünlük, bütün millet üyeleri arasında paylaşılan ve tarihi 
tecrübelerden oluşan belli bir tarih akışı içerisinde meydana gelmektedir (Köken, 2014: 33-34). Herder ve takipçilerinin bu görüşleri ve kavramları ilk kez Almanya’da ortaya koymuş olmaları ülkenin bu konuda öncü olmasında etkili olmuştur. 

Avrupa’nın başlıca devletlerinde tarih araştırmalarıyla ilgili kurumların birbirlerine yakın tarihlerde kurulduğu görülmektedir. Ancak Avrupa’da bu akımın özellikle 19. Yüzyılın başlarında gerçekleşmiş olması onun artık modası geçmiş bir cerayan olduğu anlamına gelmemektedir. Ülken (2011) bu hususta; “medeni alemde söz söyleyebilmek için her milletin tam bir şahsiyet kazanması ne derece zaruri ise, bu şahsiyete erişebilmek için de kendi tarihinin şuuruyla kültür yaratma savaşına girişmesi o kadar zaruridir” (s.221) diyerek her toplumun milli tarih inşa sürecini gerçekleştirebilecek safhaya evrildiği anda bu zaruri durumla yüzleşeceğine vurgu yapmaktadır. Nitekim romantik tarih anlayışı, zaman içerisinde Avrupa dışındaki ülkelere de yayıldı. Özellikle 19. Yüzyılda tarih biliminin gelişmesine de katkıda bulunan bu akımın yayılmasında etkili olan önemli bir husus, sömürgeci milletlerin yanında; Avrupa baskısı altında bunalan milletlerin de milli mücadele ve bağımsızlık hareketlerini destekleyen ideolojilerinin en önemli kaynağı olarak milli tarihlerinin ihtişamını ve milli tarihlerinin kendilerine verdiği misyonu görmeleri olmuştur. Örneğin ABD Bağımsızlık Savaşı’ndan önce Amerika kolonilerinde yaşayan insanların Britanya tarihini kendi tarihleri olarak görmelerine rağmen; daha sonra 13 koloninin milli kimliğin inşasını zaruri görmeleriyle, özgün bir Amerikan tarihine ihtiyaç olduğunu anlamış ve bu yönde çalışmalara girişmişlerdir (Tosh, 1984’den akt. Köken, 2014: 77-78). 

Modern tarih anlayışı üzerinde etkisi olan bir diğer unsur ise Leopold von Ranke’nin tarih bilimine ilişkin yaratmış olduğu “Ranke devrimi”dir. Ranke, tarih araştırmalarında kullanılan kaynaklarda ve metodlarda büyük yenilik yapmıştır. Pozitivist bilimselliği tarih anlayışı içerisine yerleştiren Ranke, nesnelliği sağlamak adına belgeleri araştırmaların merkezine almıştır. 

Belgeciliğin bu şekilde yükseltilmesi ise; “siyasi ulusal (milli)” tarihlerin yüceltilmesini de beraberinde getirmiştir (Şimşek ve Satan, 2011: 15-17). Zira tarih yazımında kullanılacak belgelerin çoğunun devlet arşivlerinden temin ediliyor oluşu, milli tarih yazımına zemin yaratmaktadır. 

Herder ve Ranke’nin tarih anlayışı üzerindeki bu milli ve pozitivist etkileri, Türkiye’deki tarih yazımına da büyük ölçüde etkide bulunmuştur. Ancak bu etkileme süreci, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına yayılacak şekilde uzun bir sürece yayılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki tecrübeleri ve sonrasında İstiklal 
Savaşı’nın yaratmış olduğu ortam milli bir devletin teşekkülünü sağlamış, bu husus da yukarıda belirtildiği üzere Türkiye’de mili kimlik inşa sürecinde romantik devrin zirveye ulaşmasına sebep olmuştur. Türkiye’nin kurulmasıyla tarih alanında yaşanan hareketliliğin ve kurumsallaşmanın önemini daha iyi anlayabilmek adına Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tarih anlayışının geçirdiği değişime de geniş perspektiften yaklaşarak dikkat etmek gerekmektedir. Zira Anadolu üzerinde yaşayan Türk halkının, tarih anlayışı mevcut rejim, eğitim politikaları ve siyasi gelişmelerden büyük ölçüde etkilenmiştir. 

Karal (1946), Türk toplumunda tarih yazımının ve anlayışının üç aşamadan geçtiğine vurgu yapmaktadır; dinsel (ümmet) tarih anlayışı dönemi, hanedan tarih anlayışı dönemi ve ulus (milliyetçi) tarih anlayışı dönemi (s.1). Tarih yazımı üzerindeki bu anlayışlar doğal olarak tarih öğretimi hususunda da anlayış değişikliklerine sebep olmuştur (Demircioğlu, 2012). Ziya Gökalp, tarih 
alanında büyük anlayış değişikliklerinin yaşandığı döneme vurgu yaparak şen’i tarih ve milli tarih olmak üzere iki tarih türünden bahsetmektedir. Buna göre şen’i tarih varlıkları olduğu gibi görmeye çalışıp, bunda muvaffak olmak için belgeleri inceleyerek tetkik edip, olayların izahını yapmaya çalışan tarih türüdür. Milli tarihin gayesi ise pedagojik olup, çocuklara kendi vatanlarını ve milletlerini 
sevdirmek için; atalarının faziletlerini, kahramanlıklarını, milletin şanlı ve şerefli serüvenlerini öğretmektir (Ziya Gökalp, 2011: 47-48). Ziya Gökalp’in bu tasnifi, esasında 19. Yüzyılda Avrupa’da tarih üzerinde tesiri görülen milliyetçilik ve pozitivizm düşüncelerinin birer yansımasından ibarettir. 

Türk Tarih Kurumu’nun Türkiye’deki tarih anlayışı üzerindeki etkisini incelemeyi amaçlayan bu çalışmada; söz konusu etkinin manasını ortaya koyabilmek adına Türkiye’deki tarih anlayışı üzerinde etkili olduğu düşünülen ve 19. Yüzyılda Avrupa’da güçlenen romantik tarih anlayışına ve Ranke devrimine değinmek zaruri görülmüştür. Zira Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasıyla; hem milli tarih 
hem de pozitivist tarih anlayışlarının hakimiyeti konusunda büyük ilerlemeler yaşanmıştır. Çalışma boyunca süreç içerisinde adım adım gerçekleşen bu değişimi ortaya koyabilmek adına Türkiye’deki tarih anlayışı; II. Meşrutiyet öncesi dönem, II. Meşrutiyet Dönemi, Cumhuriyet Dönemi olmak üzere üç merhalede ele alınmış olup; Cumhuriyet dönemi kendi içerisinde Türk Tarih Kurumu’ndan önceki ve sonraki dönemler olmak üzere iki kısımda incelenmiştir. Tarihi dönemlerin belirlenmesinde o dönemde egemen olan tarih anlayışı ve bu anlayış üzerinde meydana gelen değişimler etkili olmuştur. 

1. II. Meşrutiyet Öncesinde Osmanlı Devleti’nde Tarih Anlayışı 

Osmanlı Devleti’nde 15. Yüzyılda yoğunlaşan ve 18. Yüzyıla kadar ağır bir şekilde devam eden Arap etkisi hissedilmekte olup; bu etki Osmanlı’dan önceki Türk devletlerinin temelinde yer alan tarih ve kimlik bilincini büyük ölçüde yok etmiştir (Aydoğan, 2006: 24). Dinsel (ümmet) tarih anlayışına dayalı tarih yazımının baskın egemenliği, Tanzimat dönemine kadar devam etmiştir. Bu dönemde eser veren İdris-i Bitlisi, İbn-i Kemal Ahmet Şemsüddin, Ali Çelebi ve Hoca Sadettin gibi tarihçiler, tarihi olayların sebep ve neticelerini büyük ölçüde “takdir-i ilahi” ile tasvir etme yoluna girmişlerdir (Yinanç, 2011). Atsız (2011) Hoca Sadettin gibi önemli tarihçilerin, eserlerine doğrudan Osmanlılarla başlamalarının bizim için “Türk tarihi”ni Osmanlı tarihinden ibaret kıldığını belirtmekte ve hatta daha önceki Türklerden az veya çok yabancı milletlermiş gibi bahsedildiğini belirtmektedir (s.197). 

Yinanç (2011); Ali Çelebi, Katip Çelebi, Müneccimbaşı ve Naima’nın biraz daha gelişim göstererek şen’i tarihçiliğe yakın izahat ve tenkit kabiliyeti gösterdiklerini belirtse de esas itibariyle kendilerinden önceki geleneği büyük ölçüde devam ettirdiklerini de eklemiştir (s.60). 

Bahsi geçen dönemdeki Osmanlı tarih anlayışı, diakronik bir zaman algısı ve mekan algısından da yoksun şekilde tezahür etmiştir. Zira Osmanlı tarihçilerinin zaman ve mekanı kendi dünyaları ile sınırlı kalmış olup; esas mevzularını İslamiyet’in doğuşu ve hilafetin kuruluşu, Osmanlı İmparatorluğu ve Osmanlı hanedanı oluşturmaktadır (Köken, 2014: 20). 

Dolayısıyla Osmanlı tarih yazıcısı içerisinde yaşadığı imparatorluğu başka ortamlarla ya da zaman kesitleriyle karşılaştırma yapmaktan mahrum bir bakış açısına sahip olarak kalmıştır. Bu tarih yazıcılığında anlatı imparatorluğun başarıları etrafında dönmekte ve padişahın yetkisinden, davranışlarından sorgu sualolunamamaktadır (Sönmez, 2010: 100-101). 

İslami tarih anlayışı dönemi oldukça uzun sürmüştür. Dönmez (2008) bu durumun sebebini Osmanlı toplumunun, 19. Yüzyıla kadar büyük ölçüde devam eden uzun barış ve huzur devrine bağlamaktadır. Bu süreçte İslam düşüncesi, teoriden paratiğe aktarılarak topluma hem huzur ve saadet verilmiş hem de dolayısıyla bu düşüncenin tarih görüşü topluma kabul ettirilmiştir. Böylelikle 
büyük ölçüde İslami tarih görüşü benimsenmiş ve kısa zamanda değişmesi mümkün olmamıştır (s.376). Ancak 19. Yüzyılda artan uluslar arası bunalımın, yükselen bir ivmeyle Osmanlı toplumu içerisine sirayet etmesi, içtimai hayatın her alanında olduğu gibi tarih anlayışı üzerinde de büyük tesirler yaratmıştır. Tanzimat’tan sonra Avrupa dillerini bilen tarihçilerin yetişmeye başlaması bu 
husus üzerinde etkili olmuştur. Zira bu tarihten itibaren Avrupa dillerinden tercüme edilen “genel tarih”ler sayesinde hem eski kavimlere ilişkin hem de Avrupa devletlerinin tarihlerine ilişkin bir ilgi uyanmaya başlamıştır. Osmanlı tarihçileri de Avrupa devletlerine ilişkin önemli olayları kendi tarihlerinde konu etmeye başlamışlardır (Yinanç, 2011: 68). Bu konuda özellikle 1774-1824 yılları 
arasındaki İmparatorluk Tarihi’ni yazan Cevdet Paşa’nın çalışması dikkat çekmektedir. Zaman içerisinde bu husus halka da sirayet etmiş ve Avrupa devletleriyle ilgili malumat düzeyi artmıştır. 

Osmanlı tarih yazıcılığında Avrupa etkisinin artmaya başlaması, Arap-Fars etkisini hafifletmiştir. Ortadoğu geleneği her ne kadar zayıflasa da bir anda ortadan kalkması mümkün olmamıştır. Osmanlı aydınları Avrupalı yazarlar arasında özellikle Descartes, Voltaire, Condorcet ve Turgot gibi düşünürleri okumuşlardır. Bu yazarların eserlerinde ilerleme ve pozitivizmin önemli derecede yer tutuyor oluşu, Osmanlı aydınını da etkilemiştir (Sönmez, 2010: 105). Ancak önceki kısımda değinildiği üzere; Avrupa’da milliyetçi ideoloji ile pozitivist tarih yorumu birlikte gelişim göstermişlerdi. Avrupa’da meydana gelen bu ikili gelişim, Osmanlı Devleti’nde aynı mahiyette tezahür etmemiştir. Pozitivist anlayış ve dolayısıyla şen’i tarihçiliğin Osmanlı Devleti’ne girişi daha kolay olmuşken; milli 
tarih anlayışının tesisi için daha fazla beklemek gerekmiştir. Ziya Gökalp’in şen’i tarihçilik ve milli tarih tasnifi de esasında büyük ölçüde bu hususa dayanıyor olmalıdır. Zira Türk aydını, şen’i tarih ile milli tarihin gelişimini paralel bir süreçte değil; birbirinin ardılı olacak şekilde yaşamıştır. Ancak Avrupa’dan yapılan tercümeler, yavaş yavaş milli tarihin de tohumlarını atmıştır. Bu tercümelerden 
Türk dünyasına ait malumat alınması sayesinde, milli hissin uyanması ve gelişmesi (Akçura, 2010: 593) uzun bir sürece yayılmış da olsa neticede mümkün olmuştur. 

Tanzimat dönemindeki bu gelişmeler İslami tarih anlayışını tamamen ortadan kaldırmasa da; ona paralel olarak gelişim gösteren devlet tarihi anlayışını ortaya çıkarmıştır. İslam tarihi bu dönemde 
medreselerde okutulmaya devam edilirken; devlet tarihi de yeni açılan okullarda öğretilmeye başlanmıştır. Ancak bu tedrisat içerisinde de Osmanlı öncesindeki Türk tarihi veya Osmanlı Devleti’nin kurulmasında Türk milletinin sarf ettiği gayretlerden bahsedilmemiştir (Karal, 1946: 1). Şevket Süreyya da resmi kitaplara göre ortada bir Türk soyundan bahsetmenin imkanı olmadığını 
belirtmektedir; “Ya Müslümanlar ya da Osmanlılar vardır. Osmanlı toplumu içerisinde yer alan Araplar, Kürtler ve Arnavutlar hep övgü dolu sözlerle anılırken, Türkler adı bile geçmeyen değersiz ve kimsesiz bir topluluk olarak kenara bırakılmışlardır. Bu durum da özellikle aydınlar arasında bir ezilmişlik ve aşağılık duygusu yaratmıştır” (Aydemir, 1985’den akt. Aslan, 2012: 335). 

Osmanlı devlet erkanının, Tanzimat ile birlikte “Osmanlı Vatanı” oluşturma düşünceleri 1877-1878 Osmanlı-Rus, 1911-1912 Trablusgarp Savaşı, 1912-1913 Balkan Savaşları ile Osmanlı milletinin mevcut olmadığının anlaşılmasıyla yavaş yavaş terk edilmiştir. Bu durum da aynı süreç içerisinde yine yavaş olmak suretiyle Türkçülük düşüncesinin gelişimine zemin hazırlamıştır (Turan, 2015: 32). Bu hususta dış gelişmeler de büyük ölçüde etkili olmuştur. Önceki devirlerde, Osmanlı’dan önceki Türk devletlerinden yalnızca İslam devleti olanlarının bazıları tarihçiler tarafından konu edilirken; Tanzimat devri ve sonrasında Türkistan’ın Ruslar, Hindistan’ın ise İngilizler tarafından işgal olunması bu bölgelerde yaşayan müslümanların ve bilhassa Türklerin kurtarılmasına ilişkin bir kamuoyu oluşumunu da beraberinde getirmiştir (Yinanç, 2011: 79). Aynı tarihlerde Türkler hakkında yazılan eserlerin de meydana çıkmaya başladığı görülmektedir. Polonya mültecilerinden Mustafa Celalettin Paşa, 1869 yılında yayımlanan “Les Turcs: Anciens et Modernes” (Eski ve Yeni Türkler) başlıklı kitabında Batı uygarlığını yaratmış olan kavimlerle Türklerin aynı kökenden geldiğini ileri sürmüştür (Sönmez, 2010: 118-119). Özellikle de Türk milletinin Arilerden hiçbir eksik yönü olmadığını ispatlamak gayretleri içerisine girerek; Türklerle Aryenler arasındaki ırki yakınlık üzerinde durmuştur (Köken, 2014: 100). Mustafa Celalettin Paşa’nın öne sürdüğü bu düşüncelerin 1930’lu yıllarda şekillenen Türk Tarih Tezi ile benzerliği dikkat çekmektedir. Bundan başka Müşir Süleyman Paşa, 1879 yılında yazdığı “Tarih-i Alem”inde İslamiyet’ten önceki Türklerin tarihini de konu edinmiştir. Ahmet Vefik Paşa da Ebulgazi Bahadır Han’ın “Şeçere-i Türkiye”sini Anadolu Türk lehçesine 
nakletmiş ve bir kısmını da bastırmıştır (Yinanç, 2011: 79). Özellikle Mustafa Celalettin Paşa’nın eseri, Avrupa’da hakim olan ırk mitosu ile mücadelenin henüz Tanzimat devrinde başladığını göstermektedir. 

Türk tarihine yönelik oluşan ilgi bu dönemde oldukça düşük düzeyde olup, aydınlar arasında yukarıda sayılan isimlerde olduğu gibi nadiren rastlanmaktadır. Bu husus, tarih öğretimi üzerinde de kendisini göstermektedir. Zira dönemin ünlü eserlerinden birisi olan Mizancı Murad’ın, ilk basımı 1881-1883 yıllarında yapılan altı ciltlik “Tarih-i Umumi”sindeki konuların dağılımı bu hususta bir fikir vermektedir: 




Tablo 1: Mizancı Murad’ın “Tarih-i Umumi” (1881-1883) Adlı Eserindeki Konuların Dağılımı* 

Tablo 1’de, daha önce de belirtildiği gibi Tanzimat’tan sonra Avrupa’dan nakledilen tarihlerin, tarih anlayışımız ve yazıcılığımız üzerinde büyük etkisi olduğu görülmektedir. Neredeyse tamamı Avrupa’nın kökenine referans oluşturan İlk Çağ Medeniyetleri, kitabın %29,86’sını oluştururken; Orta Çağ ve Yeni Çağ Avrupa Tarihleri ise toplamda %49,30’unu teşkil etmektedir. Bunun yanında asırlardır süre gelen İslam Tarihi konularının kitabın %13,89’unu, Tanzimat ile birlikte gelişen devlet tarihinin ise %6,65’ini oluşturduğu görülmektedir. Türk tarihi konularına ayrılan kısım ise %0,86 ile 
oldukça düşük bir durumdadır. 

Akçura (2010), Mizancı Murad’ın bu eserinin en çok şöhret bulan eserlerden olduğunu belirtmektedir. Söz konusu eserin daha çok Avrupa tasnifine uygun olduğunu belirten Akçura (2010), Türk tarihi ile ilgili konular hususuna da dikkat çekmektedir. Buna göre Murat Bey, Tarih-i Umumi’sinde bütün Türklüğe önem vermemekte; İslamiyet’ten önceki Türklüğü “Doğu Asya” bölümünde “Çin, 
Hindistan ve Türkistan” genel başlığı altında yaklaşık üç sayfadan ibaret olacak şekilde ele almaktadır (s.594). Diğer yandan kitap ise 2555 sayfadan oluşmaktadır. Mizancı Murad İslam tarihini “panislamist” bir bakış açısıyla ele alırken; Yunan-Roma ve Avrupa tarihleri Avrupa bakış açısına göre yazılmıştır (Akçura, 2010). 

II. Abdülhamit döneminde (1876-1909), Avrupa’dan yayılan fikir akımlarının tarihçilere sirayet etmeye başlamasıyla birlikte tarih ve tarih eğitimine ilişkin olumsuz gelişmeler yaşanmaya başlamıştır. Esasında bu dönem hem genel eğitim hem de tarih eğitimi açısından önemli gelişmelerin yaşanmaya başladığı bir dönem olmasına rağmen; 1904 yılında Sıbyan mekteplerinden tarih 
derslerinin kaldırıldığı görülmektedir. Ayrıca Fransız İhtilali’nin etkilerinin gençler arasında yayılmasını önlemek amacıyla rüştiyelerden de “Genel Tarih” dersleri kaldırılmıştır (Safran, 2002’den akt. Demircioğlu, 2012: 120). 20. Yüzyılın başlarında yaşanan bu gelişmeler, Avrupa nazariyesini büyük ölçüde yansıtan Mizancı Murad’ın “Umum-i Tarih”ini de hedef almıştır. Akçura (2010), evinde 
Murad Bey’in eseri çıkan kişilerin Trablusgarp’a sürgün edilmesinin ender olaylardan olmadığını belirterek bu hususta ilginç bir örnek vermektedir (s.595). Tedbirlerden de anlaşılacağı üzere II. Abdülhamit döneminde tarih anlayışı ve yazıcılığı üzerinde “devlet tarih”ini esas alacak Osmanlıcılık düşüncesi doğrultusunda düzenlemeler yapılmış; Avrupa’dan gelebilecek düşüncelerin ve fikir akımlarının önü kesilmeye çalışılmıştır. 

Tarih anlayışının eğitime yansıması hususunda; medreselerde yüzlerce yıl okutulan İslam tarihi ve padişahların “abartılı” öykülerini (Aydoğan, 2006: 25) saymazsak ilk ciddi gelişmenin Sultan Abdülmecid zamanında 1845’te Kemal Efendi’nin açtığı Davutpaşa Mektebi’nde tarih dersinin okutulmasıyla gerçekleştiğini söyleyebiliriz (Toprak, 2012: 152). Saffet Paşa’nın 1869 tarihli “Maarifi Umumiye Nizamnamesi”nin altıncı maddesinde Sıbyan mekteplerinde “Muhtasar Tarihi Osmani” ve “Tarih-i Umumi” adlı iki tarih dersi yer alırken, nizamnamenin 23. Maddesinde rüştüyelerde “Tarih-i Umumi ve Tarih-i Osmani” adlı bir dersin konulmasına karar verilmiştir. Aynı nizamnameye göre İdadilerde “Tarih-i Umumi” adlı bir tarih dersi bulunurken, Mekteb-i Sultanilerin Kısm-ı Ali 
bölümlerinde ise sadece Edebiyat sınıflarında “Tarih” isimli bir ders bulunmak tadır (Maarifi Umumiye Nizamnamesi, 1869: 4-18’den akt. Şengül, 2007: 77). İşte II. Abdülhamit zamanında yapılan düzenlemeler bu derslerin büyük ölçüde kaldırılması veya Osmanlıcılık-İslamcılık düşüncesi doğrultusunda yeniden düzenlenmesi esasına dayalıdır. Reşit Galip’e göre “Osmanlı tarih tezi 
terbiyevi sahada o kadar uğursuz bir tesir göstermiştir ki halis ve hakiki Türkler arasında başka milliyetlere nisbet aramak özentisi bir nevi münevverler modası haline gelmeye başlamıştı… Bu tez milli seciyeyi kanından zehirliyor ve en ağır ölüme sürüklemek yolunda yürüyordu” (Reşit Galip, 1933’den akt. Akman, 2011: 93). 

Osmanlı Devleti içerisinde meydana gelen isyanlar Osmanlı millet sisteminin çökmesine yol açarak “Osmanlıcılık” düşüncesini zayıflatırken; Osmanlı Türkleri arasında da millileşmeyi ön plana alan düşünce akımlarının etkin konuma gelmesini sağlamıştır. II. Meşrutiyet dönemi, bu düşüncelerin hakim konumda olduğu ve bu doğrultudaki gelişmelerin tarih anlayışı ile tarih eğitimi üzerindeki 
etkisinin hissedilmeye başlandığı dönem olmuştur. 

2. II. Meşrutiyet Döneminde Osmanlı Devleti’nde Tarih Anlayışı 

İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle birlikte ülke genelinde yaşanan özgürlük havası, önceki devrin muhaliflerine yayın ve örgütlenme konusunda serbestlik yaratmıştır. Bu ortam içerisinde özellikle Türkçülük düşüncesinin ve tarih çalışmalarının kurumsal bir temele oturduğu söylenebilir. Zira hem Türkçü düşünceyi geliştirmek hem de bu düşüncenin Türk tarihi bilinci temelinde yayılmasını sağlamak üzere pek çok kuruluş ortaya çıkmıştır. 

On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı aydınını etkilemeye başlayan pozitivist düşüncenin etkisi bu dönemde de artarak devam etmiştir (Durgun, 2015: 41). Tarih çalışmalarına artan ilgi, tercüme faaliyetlerinin de hızlanmasına sebep olmuştur. Köprülü (2011) özellikle Seignobos’un bu dönemde her yerde heyecan içerisinde tercüme edildiğinden bahsetmektedir. Tanzimat’tan sonra başlayan 
tercümeler, Türk tarihine yönelik ilginin uyanması üzerinde etkili olmuştu. Bu dönemde gerçekleştirilen çevririler de aynı etkiyi büyük ölçüde devam ettirmiştir. Zira milli tarih yazımına zemin hazırlayan en önemli katkı bu dönemde olmuştur. 

Türk milletinin yaşadığı felaketlerin ardından; Türk devletinin ideolojisinin Türklük üzerinde temellendirilmesini savunan Türk aydınları vatan, siyasi kimlik ve Osmanlı müslüman kültürü çerçevesinde devlete bağlılık kavramlarını geliştirdiler (Turan, 2015: 32). Bunu yaparken de özellikle kurumsallaşmaya büyük özen gösterdiler. Avrupa’da 19. Yüzyılın başlarında milli tarihin oluşumuna öncülük eden kurumsallaşma, Türkiye’de ancak 1908’den sonra gerçekleşmeye başlamıştır. 

Ahmet Mithat, Veled Çelebi, Necip Asım ve Yusuf Akçura 25 Aralık 1908’de Türk Derneği’ni kurarak Türkçülük düşüncesinin kurumsallaşması yolunda ilk adımı atmışlardır. Derneğin amacı tüzüğünde şu şekilde ifade edilmiştir: 

 “Cemiyetin maksadı Türk diye anılan bütün Türk kavimlerin mazi ve haldeki aşar, ef’al, ahval ve muhitini öğrenmeye ve öğretmeye çalışmak; yani Türklerin asar-ı atikasını, tarihini, lisanlarını, avam ve havas edebiyatını, etnografya ve etnologyasını, ahval-ı içtimaiye ve medeniyeti hazinelerini, Türk memleket lerinin eski ve yeni coğrafyasını, araştırıp taraştırıp ortaya çıkararak bütün dünyaya yayıp dağıtmak ve dilimizin açık, sade, güzel, ilim lisanı olabilecek süratte geniş ve medeniyete elverişli bir dereceye gelmesine çalışmak ve imlasını ona göre tetkik etmektir.” (Üstel, 1997: 35’den akt. Sönmez, 2010: 122-123). 

Amacından da anlaşıldığı üzere cemiyet, hem genel olarak Türkçülüğün geliştirilmesini amaçlamakta hem de bunu sağlamanın yollarından birisi olarak da Türk tarihinin araştırılıp ortaya konulmasını sağlamayı gaye edinmektedir. Etnografya vb. alanlarda da çalışma yapılmasının hedeflenmesi pozitivist etkiyi gösterirken; Türk kültürüne ait neredeyse her unsurun çalışma konusu edilmesi 
“milliliği” ön plana çıkarmaktadır. Yani kısacası Avrupa’da 19. Yüzyılın başlarında görülen milli tarihin pozitivist yorumu, Türk toplumunun mevcut siyasi ve sosyal konjonktürü içerisinde Anadolu Türklüğü’nün içerisinden vücut bulmaya başlamış tı. Bu husus Türk Derneği’nden sonra kurulan kuruluşlarda da kendisini hissettirmektedir. 

Abdurrahman Şeref başkanlığında 1909 yılında kurulan Tarih-i Osmani Encümeni’nin üyeleri arasında Necip Asım, Mehmet Arif, Ahmet Refik ve Karolidi Efendi gibi tarihçiler bulunmaktaydı. 

Yinanç bu kuruluşu Avrupa tarzındaki akademilere benzetmektedir (Yinanç, 2011: 95). Tarih-i Osmani Encümeni’nin görevleri arasında Osmanlı tarihi yazmak, tarihi yerler, camiler, abidelerle ilgili yazılı belgeleri toplamak ve tüm bunlarla ilgili kaynakları ve bilgileri takip ve tercüme etmek gibi faaliyetler bulunmaktaydı (Sönmez, 2010: 121). Türkiye’de çıkan ilk tarih dergisi de “Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası” olmuştur. Yayımlanma nedeni yazılması düşünülen Osmanlı tarihine zemin hazırlamak ve bu faaliyetler hakkında kamuoyuna malumat vermektir. 1928’e kadar yayımlanan bu dergi, Cumhuriyet döneminde de tarih ve tarih eğitimi alanında gelişmelere ön ayak olmuş olup; pek çok gözlemciye göre bilimsel ölçütleri tutturmuştur (Sönmez, 2010: 122). Bu bakımdan derginin, Türkiye’de tarih disiplininin bilimsel manada gelişimi üzerindeki katkısı yadsınamaz. 

İlerleyen yıllarda 18 Ağustos 1911’de önce Türk Yurdu Cemiyeti’nin, ardından da 12 Mart 1912’de Türk Ocağı’nın kurulması bu konuda önemli örnekleri teşkil etmektedir. Ersanlı (2003)’ya göre Türk Ocakları tüm Türk kökenli halkların tarihini ve kültürünü incelemek amacıyla ve özellikle milli eğitimi ilerletmek, Türklerin bilimsel, sosyal ve ekonomik standartlarını yükseltmek ve ulusun dilini 
ve kültürünü geliştirmek amacını taşımaktadır (akt. Sönmez, 2010: 125). Derneğin 2010 yılından beri yürürlükte olan tüzüğünde de ülküsü şu şekilde ifade edilmiştir: “Dernek, millî kültürün (hars), ahlâk ve fikir hayatının geliştirilmesi, millî birliğin kuvvetlendirilmesi, toplum yapısının sağlamlaştırılması ve Türklüğün yüceltilmesi amacıyla kurulmuştur. Kısaca “Türk Milliyetçiliği” olarak da adlandırılan bu amaç, Derneğin “Millî Ülkü (mefkûre)”südür.” (Türk Ocakları, 2016). Gerçekten de Türk Yurdu ve Türk Ocakları, Türkçülük fikrinin geliştirilmesinde önemli bir rol üstlenmiş ve öncelikle İttihat ve Terakki 
liderlerine sonra da milli devletin kurulmasında Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına tesir etmiştir (Saray, 1995: 24). Türk Ocakları’nın yayın organı olan Türk Yurdu dergisi, Türkiye’de modern tarihçiliğin ve milli düşüncenin yerleşmesi konusunda adeta bir okul işlevi görmüştür. 

Türk Derneği’nin bazı mensupları 14 Mart 1913 tarihinde Türk Bilgi Derneği’ni kurmuşlardır. Dernek Türkiyat (Türkoloji), İslamiyat, Hayatiyat (Biyoloji), Felsefe ve İçtimaiyat, Riyaziye (Astronomi) ve Maddiyat ve Türkçülük olmak üzere altı çalışma kolundan meydana gelmiştir. Baltacıoğlu (1998)’in deyişiyle bu derneğin kurulması batıdaki örneklerini andırır şekilde bir üniversite/akademi 
hamlesidir (akt. Sönmez, 2010: 123). Bu kurum daha sonra kurulan “Asar-ı İslamiye ve Milliye Tedkik Encümeni”nin de temeli olarak nitelendirilmektedir. Bu cemiyet ise; Ziya Gökalp, Fuat Köprülü gibi tarihçiler tarafından kurulmuş olup, daha sonra Mehmet Tahir, Necip Asım ve Mehmet Arif gibi Türk Derneği ve Türk Bilgi Derneği üyeleri de katılmışlardır. 1915 yılından itibaren “Milli Tetebbular 
Mecmuası”nı yayımlamaya başlayan derneğin amacı şu şekilde ifade edilmiştir: 


 “Encümen Türklere ait müesesatı diğer milletlerin müessesatıyla mukayese ederek Türk milletinin hangi enmuzec-i içtimaiye mensup ve tekamülün hangi 
safhasında olduğunu arayacaktır. Türklere ait her müessese hakkında yapılacak tetkikat vesaik-i kafiyeye istinad edecektir. Tetkikat sahası din, ahlak, hukuk, 
iktisat, lisan, bediiyat, fenniyat, bünyevi içtimaiye gibi hususattır. Bu müesseselerin Türk harsında ve İslam medeniyetinde mevkiini tayin etmek ve 
yekdiğeri ile revabıt ve münasebatını bulmak encümenin saha-i mesaisine dahildir (Ersanlı, 2003’den akt. Sönmez, 2010: 123-124). 

Encümen-i Tedkik’in bu gayeleri göz önünde bulundurulduğunda, o dönem tarih biliminde popüler olan pozitivizmin ve milliyetçiliğin etkileri oldukça açık bir şekilde görülebilmektedir. Zira toplumların süreç içerisinde evrimini savunan pozitivist görüş, “Türk milletinin tekamül safhasını belirleme” gayretinde gayet sarih bir şekilde ifade bulmuştur. 

Bu dönemde milliyetçi tarih anlayışının yerleşmesinde etkili olan bir diğer husus İttihat ve Terakki’nin 1913 yılında iktidarı ele geçirmesi suretiyle, siyasi Türkçülüğün devlet yönetimine egemen olmasıdır. 
Bununla birlikte milli düşüncenin aktarımı önem kazanmış ve bunun yollarından birisi olan tarih ve tarih eğitimi de buna paralel olarak gelişim göstermiştir (Demircioğlu, 2012: 119). 

Kurumsallaşma çalışmalarının da etkisiyle bu dönem, daha önceki örneklerin aksine ilk kez toplu halde Türk tarihinin yazılması konusunda da girişimlere sahne olmuştur. Bu hususta özellikle Necip Asım Bey’in “Türk Tarihi” adlı çalışması dikkat çekmektedir. Necip Asım Bey, bu eseri vücuda getirirken Avrupa’dan, Rusya’dan ve İslam dünyasından pek çok eseri tetkik etmiş ve bunlardan istifade etmiştir. Yinanç (2011), Necip Asım Bey’in bu çalışmasında özelikle Kirman Selçuklularına ait bölümün çok kıymetli olduğunu belirtirken, bu bölümün aslında Muhammed bin İbrahim’in Hollanda’da basılmış olan “Farisi Kirman Selçukileri” adlı eserin birebir kopyası olduğunu eklemekte ve Necip Asım’ı hoşuna giden tüm bilgileri esere doldurup bunları hiçbir şekilde tetkike tabi tutmadığı hususunda eleştirmektedir (s. 80). Köprülü (2011) de çok sayıdaki tercüme esere rağmen, bu dönemde milli tarihimize ait “şahsi” hiçbir eserin yazılamadığına dikkat çekerek eleştiride bulunmaktadır. Karal (1946), bu eleştiriyi biraz daha ilerleterek bu dönemde tercümelerin hiçbir kritiğe tabi tutulmadan gerçekleştirildiğini ve yayıldığını; bu suretle Türk tarihi hakkında, gerçeğe uymayan pek çok bilginin, manasız iddiaların ve hatta iftiraların memleket dahilinde yerleşmeye başladığını belirtmektedir (s.2). 

II. Meşrutiyet döneminde yazılan önemli eserlerden birisi de Ahmet Refik’e ait “Büyük Tarih-i Umumi” adlı eserdir. Eserin içeriği adından da anlaşıldığı üzere genel tarih konularını kapsamaktadır. 



Tablo 2’de eserin içeriğinde yer alan konuların dağılımına ilişkin istatistikler verilmiştir: 

 *Tablonun oluşturulmasında kullanılan veriler Avcı Akçalı ve Çam (2015)’den alınmıştır. 

Tablo 2’de görüldüğü üzere Ahmet Refik’in eserinde Türk tarihi konuları %5,07’lik bir paya sahiptir. 

Bu durum Avrupa tarihi konularının yanında oldukça düşük bir oran olarak dikkat çekmektedir. 

Bunun yanında İslam tarihi konularının ise %16,6, Osmanlı tarihi konularının ise %4,54 olduğu görülmektedir. II. Meşrutiyet’ten önce Mizancı Murad tarafından kaleme alınan eserin istatistikleriyle karşılaştırdığımızda Türk tarihi konularının %0,86’dan, %5,07’ye yükselmiş olması önemlidir. Ancak Türk tarihine yönelik ilginin henüz istenilen seviyelere de ulaşmadığının bir göstergesidir. Necip 
Asım ve Ahmet Refik gibi tarihçilerin, kurumsallaşma çalışmaları içerisindeki aktif konumları da göz önünde bulundurulduğunda bu durum daha da anlam kazanmaktadır. Zira yeni tarih anlayışı ile ilgili tüm çalışmaların içerisinde yer alan bu tarihçilerin eserleri dahi “milli”likten uzak bir görünüş sergilemektedir. Bu durum da Yinanç (2011), Köprülü (2011) ve Karal (1946)’ın eleştirilerini büyük ölçüde haklı çıkarmaktadır. Bunun yanında olumlu yönde bir gelişim ivmesinin varlığı da önemlidir. Zira Ahmet Refik’in eserinde artık İslamiyet öncesi Türk tarihinin kaynakları, Türk gelenekleri, Türk kavimleri, Türklerin batıya hareketleri, Çinlilerle ilişkileri, hayat tarzları, dil, din ve sosyal hayatları bağlamında değerlendirmelerde bulunulduğu görülmektedir. Aynı şekilde Cengiz Han ve Moğol İmparatorluğu, Cengiz’in halefleri, Timurlenk başlıkları altında da siyasi, sosyal, edebi ve bilimsel gelişmeler ile ilgili bilgi aktarıldığı da görülmekte dir. Büyük Selçuklu Devleti ve Anadolu Selçukluları ile ilgili bahislerde de aynı durum söz konusudur (Avcı Akçalı ve Çam, 2015: 134). Ayrıca bu eserde çok sayıda fotoğraf, resim ve harita kullanılması önemli yeniliklerden birisidir. 

II. Meşrutiyet döneminde dikkat çeken ilginç çalışmalardan bir diğeri ise Celal Nuri’ye aittir. Celal Nuri; Taine, Charles Darwin, Le Play, Henry de Tourville, Elisee Reclus gibi isimlere atıfta bulunarak öne sürdüğü “Muhit, Irk, Zaman Teorisi” (Çalen, 2013) ile eski Türkler ve Osmanlı Türkleri arasındaki münasebetlerin tarihine ve antropolojik geçmişine ışık tutmaya çalışmıştır. Celal Nuri, teorisini geliştirirken muhitin evrim üzerindeki etkisini özellikle Darwin’e dayandırarak evrim teorisinin tezlerinden de büyük ölçüde yararlanmıştır . Celal Nuri’nin “Muhit, Irk, Zaman Teorisi”ni gündeme getirmesi ve sistematize etmeye çalışması, bu dönemde Türk aydınları üzerindeki pozitivist etkinin bir diğer örneğini teşkil etmektedir. Hatta Celal Nuri’nin çalışmasının, bu konuda uç örneklerden birisi olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. 

Meşrutiyet döneminde tarih açısından sorun oluşturan bir diğer husus ise günümüzde “İlk Çağ” olarak adlandırılan “Kurun-u Evvel” alanıdır. II. Meşrutiyet yıllarına kadar bu alan büyük ölçüde kutsal kitaplardan temin edilen bilgilerle kurgulanmıştı (Durgun, 2015). Oysa bu dönemde artık Avrupa’dan gerçekleş tirilen tercümelerle İlk Çağ medeniyetlerine ilişkin bilgiler daha bilimsel  şekillerde ele alınıyordu. 

Akagündüz (2015), II. Meşrutiyet yıllarında tarih araştırmalarının yöntemi hususunda da önemli gelişmelerin olduğunu belirtmektedir. O dönemde dünya genelinde bilimselliğin daha çok olguların kanıta dayalı olması prensibine bağlı olmasının da etkisiyle, Türk aydınları da tarih çalışmalarını bu kaideye göre düzenlemek için uğraş vermişlerdir. Belgenin nasıl toplanacağı, nasıl tasnif edileceği, bilimsel yöntemlerle nasıl yazılacağı ve yorumların ne şekilde yapılacağı yoğun bir şekilde ele alınmıştır (Akagündüz, 2015: 28). Esasında bu durum, daha önceden bahsi geçen; 19. Yüzyıl başlarında Avrupa’da meydana gelen Ranke devriminin yaklaşık yüzyıl sonra Türk tarih anlayışına yansımasından ibarettir. 

II. Meşrutiyet dönemi; milliyetçilik düşüncesinin gelişmesi, pozitivist bilim anlayışının aydınlara sirayet etmesi, tarih yazımı ve araştırmalarının artış göstermesi ve eğitimin devlet tarafından bir görev olarak addedilmesinin birlikte yaşandığı, dolayısıyla bu unsurların birbirleri ile etkileşim içerisinde gelişim gösterdiği bir dönemdir. Bu bakımdan bu dört unsur açısından da Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra atılacak adımlar için ortamın hazırlandığı bir dönem olarak ifade edilebilir. 

Tarih alanıyla ilgili olarak “milli düşünce”nin teşekkülünü ve yayılmasını sağlamaya yönelik çalışmaların temel dayanak noktalarından birisi de tarih alanından edinilen bulguların öğretim programlarına entegre edilmesidir. Dolayısıyla II. Meşrutiyet döneminde tarih alanındaki yoğun çalışmaların tarih eğitimi alanına da etkide bulunmuş olması kaçınılmazdır. Bundan sonraki kısımda II. Meşrutiyet döneminde tarih eğitimi alanında meydana gelen gelişmelere değinilmektedir. 

Bu dönemde Ali Reşat Bey ve Satı Bey gibi eğitimciler, tarih eğitiminin gelişmesi hususunda önemli çalışmalar yapmışlardır. 

Daha önceki dönemlerde tarih eğitiminin okullarda ne şekilde ele alındığıyla ilgili malumat verilmişti. 

Bu hususta en problemli kurumları oluşturan medreselerde 1910 yılına kadar tarih derslerine yer verilmemiştir (İslam tarihi hariç). Ancak 1909 yılında gerçekleştirilen ıslahat çalışmalarıyla medrese programlarına da tarih derslerinin konulduğu görülmektedir (Oral, 2006: 78). 1911 yılında İdadiler için hazırlanan programda da yedi sınıf düzeyinin tamamında tarih derslerine yer verildiği 
görülmektedir, birinci sınıftan yedinci sınıfa kadar sırasıyla; “Tarih-i Enbiya ve Tarih-i İslam”, “Muhtasar Tarih-i Osmani”, “Tarihi Umumi”, “Tarihi Umumi”, “Tarihi Umumi”, “Tarihi Umumi”, “Tarihi Umumi” (Şengül, 2007: 83) dersleri konulmuştur. Bu gibi değişikliklerle II. Abdülhamit döneminde tarih dersinin okul programlarından çıkarılmış olmasının yarattığı olumsuz etkinin silinmeye çalışıldığı söylenebilir. Şengül (2007), tarih dersleri ayrıntılı incelendiğinde bu programda İslamcılık, Osmanlıcılık ve Batıcılık fikir akımlarının ağırlığının hissedildiğini belirtmektedir (s.83). Esasında Ali Reşat Bey “milli ve vatani eğitim için en çok tarihten yararlanılır… Osmanlı tarihi çocuğa memleketini sevmeyi ve ona hizmet etmeyi öğretmelidir” (Dönmez ve Oruç, 2006: 51) derken; Satı Bey 
ise “bütün tarihi konular milli ve vatani bir bakış açısından gösterilmelidir” (Şengül, 2007: 78) derken “millilik” hususunda önemli vurgular yapmaktadırlar. Ancak hem Ali Reşat Bey’in, hem de Satı Bey’in vurguladıkları milliyetçilik Türk milliyetçiliği değil, Osmanlıcılık eksenli Osmanlı milletine yönelik bir milliyet çiliktir. Zira bu durum o dönemde hazırlanan ders planı örneklerinden de 
izlenebilmektedir. Dönmez ve Oruç (2006), II. Meşrutiyet döneminde “Tedrisat Mecmuası”nda yayımlanan ve İhsan Sungu, Satı Bey, İhsan Şerif, Abdüllatif Bey gibi eğitimcilere ait tarih ders planı örneklerini derlemişlerdir. Bu örnekler incelendiğinde gerçekten de tarih dersine yüklenen işlevlerden en önemlisinin “milli ve vatani hisler”in uyandırılması ve geliştirilmesi olduğu söylenebilir. 

Ancak bu ders planlarında bahsedilen “ Millilik ” Osmanlı millet sistemine göre oluşturulmuş bir Milliliktir. 

Vatan da doğal olarak Osmanlı vatanıdır. Ders içeriklerine bakıldığı takdirde “Türk tarihi” anlayışının, tıpkı önceki dönemlerde olduğu gibi yalnızca Osmanlı tarihi olarak ele alındığı görülmektedir. Örneğin İhsan Sungu’nun “İlk Osmanlılar” adlı dersinde Osmanlı kurulmadan önceki Anadolu’dan bahsedilirken; “o vakitler Anadolu’da bir İslam padişahı vardı. Adı Alaaddin idi” 
denilerek “Selçuklu” hanedan isminin kullanılmadığı ve Selçuklu Türklerinin yalnızca “İslam” olarak tabir edildiği anlaşılmaktadır. Bu durum Meşrutiyet öncesindeki tarih anlayışının bir devamı olarak sunulabilir. 

Darül Muallimin kapsamında öğretmenlerin stajyerlik uygulamalarında bulunabilecekleri bir Tatbikat Mektebi’nin (Uygulama Okulu) kurulması bu dönemde eğitim alanında atılan önemli adımlardan birisidir. Bu mektep kapsamında üç sınıf düeyinde okutulan tarih derslerinin içeriğine bakıldığında da yine esas olarak Osmanlı Tarihi’nin ele alındığı, buna ek olarak da üçüncü sınıfta Mısır medeniyeti, Yunan medeniyeti, İslam medeniyeti, Ortaçağ ve derebeyler, Büyük Fransa İhtilali gibi başlıkların konu edildiği görülmektedir (Dönmez ve Oruç, 2006: 39-40). 

1915 yılında hazırlanan tarih programında içerik yeniden değişime uğramıştır. Bu programda göze çarpan ilk değişiklikler genel olarak tarih ders sayısının artması; ayrıca programda yoğun bir şekilde Arap tarihi ve İslamiyet konularına yer veriliyor oluşudur. Bunun yanında sınırlı miktarda Türk tarihi konularına da değinilmiştir (Şengül, 2007). 

II. Meşrutiyet döneminde tarih eğitimi ile ilgili en önemli anlayış değişikliği; tarih eğitimine biçilen işlev ile ilgilidir. Zira tarih eğitiminden beklenen, milli birlik ve beraberliği güçlendirmesi suretiyle vatanın savunulmasında sosyal hatları sağlamlaştırmasıdır. Satı Bey; 

 “Bugün kesinlikle sabit olan hakikatlerdendir ki, Almanya’nın birliği Prusya okulları tarafından hazırlanmıştır. Bu konuda, Prusya okullarında bulunan 
öğretmenlerin kullandıkları silahların en tesirlisi tarih dersleri olmuştur. Bulgaristan’ın, Yunanistan’ın istiklali de, okullarında saçtıkları tohumlar ile 
hazırlanmıştır. Bu tohumların en kuvvetlileri de, tarih dersleri vasıtasıyla saçılmıştır” (Dönmez ve Oruç, 2006: 44-45). diyerek tarih dersinden beklediği işlevin niteliğini gayet açık bir şekilde izah etmiştir. 

Mehmet Arif’in (ö.1898) de henüz II. Abdülhamit devrinde tarih eğitiminden beklediği işlev yine aynı olmuştur; 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

25 Ocak 2017 Çarşamba

Filistin Meselesinin Temel Dinamikleri



 Filistin Meselesinin Temel  Dinamikleri 


Prof. Dr. Türel Yılmaz Şahin* 
*Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 



     Bu oturumda Filistin meselesinin nasıl ortaya çıktığını konuşacağız. 

Başlangıçta Arap-Yahudi, sonrasında İsrail-Filistin çatışması ve bugünkü ismiyle 
Filistin meselesi Ortadoğu’nun en eski sorunlarından biridir. Bir yüzyılı aşkın süredir devam etmektedir ve hala çözülememiştir, çözülecek gibi de görünmemekte dir. Filistin meselesinin geçmişi siyonizme dayanır. İsrailoğulları’nın Filistin üzerindeki arzuları ve “vaat edilmiş topraklar”daki hevesleri M.Ö.’ne kadar dayanır. Biz o kadar eskiye gitmeyelim, Tevrat’la uğraşmayalım. Dünya Siyonist Teşkilatı’nın kurulduğu 1897 yılından başlayalım. 
Biliyorsunuz Filistin toprakları Yahudiler için vaat edilmiş topraklardır. Yani Yahudiler bu toprakların Tevrat’la kendilerine verildiğini düşünürler. M.Ö. 
İsrailoğulları bu topraklardan sürüldüklerinden beri kendilerine vaat edildiğine inandıkları topraklara tekrar geri dönme hayaliyle, rüyasıyla yaşamışlardır. 
1897 yılı Yahudilerin bu hayallerinin gerçekleşmesi için temel olan tarihlerden bir tanesidir. 1897’de Basel’de dünyanın her yanındaki Yahudiler bir araya 
gelmişlerdir. Ve burada bir bildiri kabul edilmiştir. Bu bildiride Filistin topraklarında bir yurt edinmenin zorunluluğu üzerinde durulmuştur. Dünya Siyonist Teşkilatı da bu yıl kurulmuştur ve başkanı Theodor Herlz ’dir. Herlz, Macar asıllı bir gazetecidir. 

1893 yılında Fransa’da bir casusluk olayı ortaya çıkmıştır. 

Bu olay tarihe “ Dreyfus Olayı ” olarak geçmiştir. 

Dreyfus, Fransız ordusunda görevli Yahudi asıllı bir yüzbaşıdır. O dönemde Almanya’ya bazı belgelerin sızdırıldığına ilişkin casusluk olayı ortaya çıkıyor ve bu belgeleri sızdıran kişinin Dreyfus olduğu söyleniyor. Bu olay nedeniyle Dreyfus’un rütbesi elinden alınıyor, tutuklanıp yargılanmaya başlanıyor. 

Bu Dava Tüm Dünyada yankı Uyandırıyor. 

Dünyanın her bir yerinden gazeteciler bu davayı izlemeye geliyorlar. Aslında belgeleri sızdıran Dreyfus değil. Zaten suçsuz olduğu sonradan ortaya çıkıyor 
ve toplumda Dreyfurs’un sadece Yahudi olduğu için suçlandığına dair bir kanaat oluşuyor. Bu davayı izleyenlerden biri de az önce bahsettiğimiz Theoder 
Herlz’dir. Bu dava sırasında dünyada özellikle Avrupa’da Yahudilerin nasıl ezildiklerini, nasıl küçük düşürüldüklerini ve horlandıklarını fark ediyor ve bununla başa çıkabilmek için dünya Yahudilerini teşkilatlandırmak gerektiğini anlıyor. Theodor Herlz’in Dünya Siyonist Teşkilatı içerisindeki en masum kişilerden biri olduğunu söylemek gerekiyor. O sadece Yahudilerin bir arada yaşayabilecekleri bir yurt istiyordu. Bu amaçla 1897 yılında Dünya Siyonist Teşkilatı kuruluyor ve yayınlanan deklarasyonda “Filistin’de bir yurt oluşturulmasına” ilişkin karar alınıyor. Theodor Herlz’in bir kehaneti vardır. 
Der ki; “ Çok değil, 50 yıl sonra İsrail Devleti kurulacak ”. Bu sözü 1897 yılında söyler, Taksim Kararı 1947 yılında alınır. Dünya Siyonist Teşkilatı olarak ilk kararlarını alırlarken bir noktayı unutuyorlar. 

Yurt Edinmeyi Düşündükleri Filistin Toprakları, Osmanlı Devleti’nin Topraklarıdır. 

Bu nedenle Theodor Herlz, Osmanlı Padişahı 2. Abdülhamit ile irtibata geçmeye çalışır. Bunun için en uygun Alman İmparatoru’nu II. Wilhelm’i devreye sokmaya çalışır. 

O dönemde Osmanlı Devleti’nin Filistin topraklarında izlediği özel bir politikası var. O topraklar kutsal olduğu için, kırmızı teskere denilen bir olay vardır. Hıristiyanlar ve Yahudiler oraya girmek için para veriyorlar ve kalacakları gün kadar izin belgesi alıyorlar. Döndükleri zaman ise paraları iade ediliyor. Kısaca her isteyen Filistin topraklarına giremiyor. Alman İmparatoru’nun girişimleriyle Teodor Herlz, II. Abdülhamid’le görüşmeyi başarıyor. 

Bu görüşmede Yahudiler için Filistin topraklarından yurt istiyor. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, asla devlet söyleminin kullanılmamasıdır. 
İstenilen devlet kurmak değil yurt edinmektir. 

Theodor Herlz buna karşılık olarak; “Beni buraya Avrupalı Yahudi bankerler gönderdi. Eğer siz Filistin topraklarında Yahudilerin yurt edinmesine izin 
verirseniz, Avrupalı Yahudi bankerler sizin dış borçlarınızı ödemeye hazırlar” diyor. Bazıları Abdülhamit direk olarak reddetti derler. Ama ben reddetmediğini 
düşünenlerdenim. Çünkü Theoder Herlz’e ikinci bir randevu vermiştir. O dönemde Teodor Herz’in görüştüğü hiçbir tüccar ya da banker onun söylediğine olumlu bakmıyor. İkili 1903 yılında tekrar görüşüyorlar. Bu görüşmede Abdülhamit meşhur sözünü söylüyor; “ Hayır. Biz onu ancak aldığımız bedelle veririz ”. Yani kanla veririz demeye çalışıyor. Abdülhamit, Theoder Herlz’i uğurladıktan sonra; “Bu millet çok azimli. Er ya da geç Filistin’de mutlaka devletlerini kuracaklar” diyor. Eli boş dönen Theoder Herlz 1904 senesinde ölüyor. Onun yerine Chaim Weizmann geçiyor. Bu kişi patlayıcı maddelerde kullanılan, sentetik aseton’u bulmuş bir kimyager. Bu nedenle de İngiliz 
savunma sanayinde popülerliği ve etkinliği olan birisi. Teodor Hertz öldükten sonra onun yerine Çayn Mayzman geçiyor. İngiltere; “Uganda’ya Yahudiler 
yerleşebilirler” diyor. Theoder Herlz buna çok seviniyor. Çünkü Yahudiler için bir yurt bulduğunu düşünüyor. Bunu Dünya Siyonist Teşkilatı’na açıkladığında 
büyük tepki görüyor. En büyük itirazcılardan biri de Chaim Weizmann’dır. Bu nedenle az önce Theoder Herlz en masum olanlarıydı dedim. 

Çünkü o gerçekten Yahudilere bir yurt arıyordu, Filistin olması şart değildi. Ama Weizmann için durum böyle değildi. Filistin’de bir yurt edinilecekti. 

Bu sırada dünya 1. Dünya Savaşı’na doğru gidiyordu. Savaş patlat verdiğinde Osmanlı’da dahil olmuştu. İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’nin Orta doğu topraklarında özellikle Arap Ortadoğu’sunda yaşayan milletleri Osmanlıya karşı kışkırtmak için büyük çaba göstermişlerdi. Genel algı Arapların Türkleri sırtından vurduğu yönündedir. Birçok Arap cephede Türklerle birlikte savaştılar. Sadece Mekke Şerifi Hüseyin İngiltere’yle anlaşarak Osmanlı’ya karşı isyan başlatmıştır. İngiltere ve Fransa Arap Ortadoğusu’nu bir taraftan isyan çıkarması karşılığında Mekke Şerifi’ne vaat etmiş bir taraftan da 1915’te kendi aralarında paylaşmış bir taraftan da1917 yılında İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour kendi adıyla yayın lanacak  olan Balfour Deklarasyonunu ilan etmiştir. Bu deklarasyon İsrail 
Devleti’ne giden yolda atılan ilk resmi belgeli adımdır. 

Kısa ve anlamlı bir deklarasyondur. Üzerinde uzun süre ABD ve İngiltere tarafından çalışılmıştır. 
Birinci paragrafında; “ İngiltere Hükümeti Yahudilerin Filistin’de yurt edinmelerini memnuniyetle karşılar ” der. Yani Filistin’de Yahudilerin “ Yurt ” edinmelerine izin verir. Burada bir sorun yok asıl ikinci paragraf önemlidir. İkinci paragraf “ Filistin’de bulunan Yahudi olmayan toplumların da medeni ve siyasi haklarına saygı duyulacaktır” diye başlar. Sanki Filistin’de çoğunlukta olan bir Yahudi toplumu varmış izlenimi yaratılır. Aslında “Yahudi olmayan 
topluluklar” diye adlandırılan toplum Filistin topraklarındaki nüfusun %85’ini temsil eden Arap topluluğudur. 

Bu deklarasyondan sonra Filistin meselesi farklı bir boyuta ulaşır. 1918’de savaş biter ve Osmanlı’nın Arap toprakları İngiliz ve Fransızların manda yönetimine bırakılır. Filistin toprakları İngiliz manda yönetimindedir. Bu dönemde ciddi 
anlamda bir Yahudi göçü yaşanır. Sonraları toprakların sınırlı olması ve bu göçü kaldıramayacak olması sebebiyle İngilizler sınırlamaya gitse de Yahudiler 
gizli yollardan göçe devam eder. Filistin İngiliz mandası altında iken Filistinli Araplarla Yahudilerin çatışmalarının başladığını görüyoruz. Önceleri bu 
çatışmaların siyasi olmaktan ziyade ekonomik nitelikli olduğu anlaşılıyor. Yahudiler hızla Arapların arasına karışmaya başlayınca ister istemez kültür çatışması yaşanmaya başlıyor. Mesela bu çatışmalara örnek olarak; hayvan otlatma meselesini verebiliriz. 

Normalde tarlalar biçildikten ve ekinler kaldırıldıktan sonra hayvanlar her yerde otlayabilir. Ama Yahudiler asla kendi topraklarında herhangi bir Arap’ın hayvanının otlamasına izin vermemişler. En önemli çatışmalardan bir tanesi de su meselesidir. 

Su, İslam Dünyası’nda insanlığın ortak malıdır. Ama Yahudiler için böyle değil. Kendi topraklarından bir kova su vermiyorlar. Tüm bu çatışmalar gitgide 
büyüyor. 1920’lerin sonlarında bu çatışmalar siyasi nitelik kazanmaya başlıyor. İngiltere çatışmaların her geçen gün büyüdüğünü görüyor. Ve bu durumdan kurtulmak için birçok rapor hazırlıyor. 

İlk çözüm önerisi olarak Britanya Beyaz Kitabı’nı sunuyor. Bunu Araplar kabul etse de Yahudiler kabul etmiyor. Sürekli çözüm üretmeye çalışıyor. Kimisinde 
ikili devlet öneriyor, kimisinde federal yapı öneriyor. Ama Araplar tarafından kabul edilenleri Yahudiler, Yahudilerin kabul ettiklerini ise Araplar kabul etmiyor. Böylece İngiltere’nin iki halkın anlaşmazlığı yolundaki çözüm arayışı sonuçsuz kalıyor. Ama çatışmalar her geçen gün daha da büyümeye devam ediyor. İngiltere’nin imdadına 2. Dünya Savaşı yetişiyor. 1939’da 2. Dünya Savaşı patlak veriyor. 

Filistinlilerin bir kısmı İngilizlerle birlikte savaşıyorlar. Çok büyük bir çoğunluğu savaşmıyor. 
Yahudilerde savaş dışı kalıyorlar. Ama belirli bir Yahudi grubu İngilizlerle birlikte savaşıyorlar. Çok ilginçtir, o dönemde İngiliz cephaneliklerinde büyük hırsızlık olaylarına rastlanıyor. Yani Yahudiler savaş döneminde cephane çalıyorlar. Savaş bittiğinde bu silahlar sadece Filistinli Araplara yöneltilmeyecek aynı zamanda İngilizlere de yöneltilecektir. 1942 yılında yapılan kongrede “İsrail Devleti’nin kurulmasına” ilişkin karar alınıyor. İlk defa burada devletten bahsediliyor. Savaş bittikten sonra artık devlet olma yolunda ciddi adımlar atmaya başlıyorlar 
ve biran önce manda yönetimine son vermesi için silahlarını İngilizlere de yöneltmeye başlıyorlar. İngiltere daha fazla dayanamayarak bu sorunu 1947 
yılında BM’ye havale ediyor. BM, 1945 yılında kurulmuş çok yeni bir örgüt. Genel Kurulda 11 üye devletten oluşan “BM Filistin Özel Komitesi” kuruluyor. 
Bu 11 ülkenin görevi Filistin’e gidip yerinde araştırma yaparak en iyi çözümü üretmeyle görevlendirilmişti. Bu devletlerin temsilcileri kendi aralarında 3’e ayrılıyor. Hindistan, İran ve Yugoslavya’nın olduğu grup azınlık raporu sunuyor. 
Diğer 7 üye çoğunluk raporu hazırlıyor. Sadece Avustralya çekimser kalıyor. Ne azınlık raporuna ne de çoğunluk raporuna katılıyor. Azınlıkların önerdiği federal yapıdır. Arap Devleti ve Yahudi Devleti kurulacak ve Kudüs ayrıcalıklı bir yer olacak. Çoğunluklar ise tamamen bağımsız iki devletten bahsediyor. 

Kudüs ise BM’nin vesayetinde ayrı bir varlık olacak. Çoğunluk raporu 1947 yılında 181 sayılı karar olarak kabul ediliyor (Taksim Kararı). Bu kararın arkasından İngiltere “15 Mayıs’a kadar Filistin’den çekileceğini” açıklıyor. 1920’de San Remo konferansında Arap Ortadoğusu, İngiltere ve Fransa manda yönetimine bırakılırken güdülen mantık, kendi kendilerini idare edemeyecekleri, 
eğitimsiz oldukları, onları kendi kendilerini idare edebilecek düzeye getirene kadar o ülkede kalmalarıdır. Tüm manda yönetimlerinin demokrasi getirmek, 
özgürleştirmek, eğitilmek için başladığı söylenir ama hep tam tersi olmuştur. İngiltere mayıs ayında bölgeden ayrılıyor ve 15 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulduğu ilan ediliyor. İsrail Devleti kuruluyor ama Arap Devleti kurulamıyor. Çünkü Araplar Filistin’in bütünü üzerinde hak iddia ediyorlar ve İsrail Devleti’ni kesinlikle reddediyorlar. İsrail Devleti’nin kurulduğu andan itibaren Arap 
ülkeleri Filistin topraklarına girmeye başlıyorlar. Tarihe geçen 1948-1949 1. Arap İsrail Savaşı böyle başlıyor. Bu savaşta İsrail yeni kurulmuş bir devlet 
olmasına rağmen tüm Arap Devletleriyle savaşıyor (Mısır, Ürdün, Irak, Suriye) ve Ürdün dışında tüm Arap ülkelerini büyük yenilgiye uğratıyor. Topraklarını 
genişleterek bu savaştan karlı çıkıyor. Ürdün tam anlamıyla bir İngiliz kolonisidir. Ürdün, 1920’de yani daha manda yönetimi altına girildiğinde 25.000 kişilik kocaman bir çöl köyüdür. İngiltere, orayı devlet yapıyor. Meşhur İngiliz Glad 
Paşa, olağanüstü bir Ürdün ordusu yaratıyor. O ordu İsrail’le savaşıyor ve Kudüs’ün doğusu Ürdün’e bırakılıyor. Batısını ise İsrail işgal ediyor. 181. Sayılı 
karara göre Kudüs özel bölge idi. Ama daha ilk anda bu kural bozulmuştur. İsrail işgal ettiği anda da Batı Kudüs’ü başkenti ilan etmiştir ama kimse bunu kabul 
etmemiştir. 
1. Arap İsrail Savaşı’nın sonunda iki önemli sorun ortaya çıkmıştır. Birisi Filistinli mülteciler, diğeri ise Kudüs’tür. Bu sorunlar bugün Filistin meselesinin çözümün de kilit noktası olan iki sorundur. Filistinli mülteciler konusunda İsrail başka Araplar başka tezler sürerler. İsrail’e göre Arap orduları Filistin toprakları na girmeye başladıklarında önlerindeki Filistinli Arapları engel olarak görmüş ve onlara civar ülkelere geçmelerini söylemiş. 

Böylece milyonlarca Filistinli Arap, Arap ordularının ayaklarına bağ olmamak için diğer ülkelere gidiyorlar. Sonra Arap ülkeleri savaşta yenilince ve o topraklar İsrail’in eline geçince Filistinliler geri dönemediler ve mülteci olarak kaldılar. Araplar ise İsrail’in tüm Arapları dışa göçmeye zorladığını söylüyor. Ortada iki tez bir gerçek var. O gerçekte milyonlarca Filistinlinin çözülemeyen sorunları. O dönemdeki mültecilerin çocukları hak iddia ediyorlar “ Ya İsrail bizi kabul etsin ya da bize tazminat ödesin ” diyorlar. Küçücük bir İsrail’in o kadar insanı 
ülkesine kabul etmesi, onları barındırması ve onlara istihdam sağlaması mümkün değil. Tazmin etmesi içinse bütün bütçesi bile yetmez. Bu sorun ne kısa vadede ne de uzun vadede çözülecek gibi görünmüyor. 

Bu mesele çözülmeden de birçok Arap anlaşmaya yanaşmıyor. Yani bu mesele oldukça karmaşık bir halde. Kudüs meselesi ise apayrı bir mesele. Kudüs 
tek tanrılı üç din içinde kutsal bir şehir. Bu özelliği hesap edilerek ayrı bir statü verilmişti. 1949’da Doğu Kudüs’ü Ürdün, Batı Kudüs’ü ise İsrail almıştı. Hatta 1950’de İsrail Batı Kudüs’e başkent demişti. 

1967’de yani 3. Arap İsrail Savaşı’nda Kudüs’ün doğusu da İsrail tarafından işgal ediliyor. 

Daha sonra ise Doğu Kudüs’ü ilhak edip;” Birleşik Kudüs sonsuza dek benim başkentim” diyor. Hemen hemen devletlerin tamamı bu kararı protesto 
etmişler ve kendi diplomatik temsilciliklerini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımamış lardı. Ama 2000’lerden sonra ABD başta olmak üzere İsrail’in Başkenti olduğu fiilen kabul edilmiş gibidir. Bu durumu Müslümanlar kabul etmeyeceğine göre Kudüs sorunu çözülmeden bekliyor. Filistin meselesini içinden çıkılmaz 
duruma sokan iki başlık budur. 1950’lerin başlarından itibaren Filistin meselesinde yumuşamalar görülüyor. Çünkü o dönemde devletlerin dikkati İran, Türkiye gibi ülkelerde. Filistin değil petrol gündemdedir. 1952’de Mısır’da olağanüstü bir gelişme oluyor. Cemal Abdülnasır ortaya çıkıyor. 

Monarşi yıkılıyor ve Cumhuriyet kuruluyor. Cemal Abdülnasır Arap politikalarına hükmeder duruma geliyor. 1956 yılında Süveyş Kanalını millileştiriyor. 

Bu İngiltere ve Fransa’nın bölgeden ekarte edilmesi anlamına geliyor. Bunun üzerine Londra’da konferanslar yapılıyor. Maalesef Türkiye bu konuda hep batının yanında yer alıyor. Sonra İngiltere ve Fransa durumu düzeltemeyecekleri ni anlıyor ve İsrail, Fransa ve İngiltere Dışişleri Bakanları İsviçre’de Serv’de bir araya geliyorlar ve Sevr Protokolü imzalıyorlar. Bir savaş senaryosu yazılıyor ve uygulamaya geçirme kararı alınıyor. Senaryoya göre, İsrail, Mısır topraklarına girmeye başlayacak. İşgale uğrayan Mısır birlikleri karşılık verince İngiltere ve Fransa hem İsrail’e hem de Mısır’a “Derhal ateşi durdurun. Süveyş kanalının x metre kadar gerisine çekilin” diyecekler. İsrail buna uyacak ama Mısır uymayacak  Mısır uymayınca İngiltere ve Fransa Mısır topraklarına girerek kanalın iki yakasını kontrole alacaklar. Serv’de alınan bu kararla savaş 
senaryosu hiç sapmadan uygulamaya konuluyor. 

Bunlar olurken ABD başkanlık seçimleriyle uğraşıyor. SSCB ise Macaristan’ı dize getirmekle meşgul. O dönemde Macaristan’da komünizmden sapmalar 
yaşanıyor. 1956 yılında SSCB tankları Macaristan’a giriyor ve bu ayaklanmayı bastırıyor. Zamanlama da mükemmel bir durumdur. Tabi sonuç İngiltere ve Fransa’nın beklediği gibi olmuyor. Rusya Macaristan’ı dize getirdikten sonra önce İngiltere ve Fransa’ya bölgeden çekilmelerini söyleyen nota gönderiyor. 

Amerika’ya ise beraber bölgeye asker çıkarıp, durumu normalleştirmeyi söylüyor. O dönemde ABD Başkanı Eisenhower, Sovyetlerin Ortadoğu 
bölgesine asker çıkarması teklifinden rahat-sız oluyor. Çünkü Sovyetler ilk defa bölgeye asker çıkarmaktan bahsediyor. Bunun üzerine Sovyetleri daha fazla galeyana getirmemek için Fransa ve İngiltere’ye ültimatom vererek derhal bölgeden çekilmelerini istiyor. İngiltere ve Fransa bu ültimatoma uyarak bölgeden çekiliyor. Böylelikle Nasır misyonunu tamamlamış oluyor. Çünkü bu olayla ABD Ortadoğu’ya giriyor, İngiltere ve Fransa bölgeden tamamen çıkıyor. Eisenhower sonraki seçimlerde yeniden seçiliyor ve Sovyetlerin bölgeye asker çıkarmasından endişelendiği için 1957 yılında Eisenhower Doktrini’ni ilan ediyor. Bu doktrinin özelliği; “İsteyen bölge devletleri, benden yardım istediği zaman, ben bölgeye asker sokarım”. Bu tarihten sonra Ortadoğu bir dizi krize sahne oluyor ve ABD hepsinde asker kullanıyor. 

1950’li yılların sonundan itibaren Yaser Arafat’ın öncülüğünde FKÖ’nün kurulduğunu görüyoruz. 1969 senesinde El Fetih ve FKÖ birleşmişlerdir. 
1960’lı yıllarda özellikle sonra çarpışmalarında FKÖ’nün etkili olduğunu görüyoruz. Özellikle Ürdün’den İsrail’le giriş yaparak sınır çatışmalarını 
sürdürüyorlar. 1967 3. Arap-İsrail Savaşına kadar çatışmalar bu şekilde devam ediyor. Bu savaş Filistin meselesi açısından bir dönüm noktası teşkil eder. 1967 yılına kadar Filistin-İsrail çatışmasının özü İsrail’i bölgeden defetmek, bu devleti haritadan silmektir. İsrail içinse kendi varlığını idame ettirebilmek için mücadele etmekti. Ama 1967 yılındaki savaştan sonra her şey değişti. Bu savaş altı gün sürmüştür. İsrail altı gün içerisinde tüm Suriye, Ürdün, Irak ve Mısır birliklerini deyim yerindeyse perişan etmiştir ve topraklarını Mısır’dan Sina yarımadasına 
kadar genişletmiştir. Bu savaştan sonra 242 sayılı BM kararı alınmıştır. Bu karar “belirlenmiş sınırlar” tabirini kullanarak İsrail’in varlığını ve o anki sınırlarını 
garantiye almıştır. Bu kararı Filistinli Araplar reddetmişlerdir. Bundan sonra Arapların stratejisi, İsrail’in varlığına son vermekten işgal edilmiş topraklarını 
geri almaya dönüyor. İsrail’in stratejisi ise “barış için toprak politikası”na dönüyor. Ne kadar barış o kadar toprak diyor. 1967 savaşından sonra 
uluslararası ortamda bir yumuşama görülüyor. Bu yumuşama Ortadoğu’daki ilişkileri de etkilemeye başlıyor. Özellikle ABD, Ortadoğu’daki sorunları 
çözmek için harekete geçmeye başlıyor Mekik diploması denilen bir diploması türü geliştiriyor. Mısır, ABD, İsrail arasında adeta mekik dokunarak Mısır 
ve İsrail barıştırılmaya çalışılıyor. 1970 yılında Cemal Abdülnasır öluyor ve yerine “aptal” olarak nitelendirdikleri Enver Sedat geçiyor. Mısır askerlerinin 
amacı bu silik kişiliği başa geçirip elinden yetkilerini almayı planlarken Enver Sedat bambaşka çıkıyor. Bunu sağlayanda arkasındaki güçtür. Ben 

4. Arap-İsrail Savaşı’nın da senaryo savaşı olduğunu düşünüyorum. Bu savaş sonunda ne Mısır ne de İsrail galip gelir. Bu savaşla Mısır’a prestiji iade edilmiştir. Bu savaştan hemen sonra mekik diplomasi devreye girer ve nihayetinde iki devlet ABD aracılığıyla uzlaşır. İsrail’i ziyaret eden ilk Arap lider Enver Sedat’tır ve İsrail meclisinde bir konuşma yapar. Arkasından İsrail Devlet Başkanı Mısır’a gitmiştir. Mısır İsrail’i tanımaya hazır hale gelmiştir. Bu tanıma 
da 1978 Camp David Anlaşmalarıyla olmuştur. Sina yarımadasındaki topraklarını geri alma karşılığında İsrail’i tanıyor. Ve tabi ki Arap Dünyası’ndan da tecrit ediliyor. Mısır, İsrail’i tanıdığı andan itibaren, bölgede en çok ABD yardımı alan ikinci ülke oluşur. Mısır’ın İsrail’i tanımasından sonra olaylar daha farklı bir seyre giriyor. Arap-İsrail Anlaşmazlığı, 1979 yılının Şubat ayında gerçekleşen İran İslam Devrimi ve 1979 yılında Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesiyle Ortadoğu gündeminde geri plana düşüyor. 1980 yılında sekiz yıl boyunca sürecek olan 
İran-Irak Savaşı başlıyor. 1987 yılında 1. İntifada’yla Arap-İsrail sorunu tekrar gündeme geliyor. Bu yıldan itibaren sorunun çözümüne ilişkin Madrid görüşmeleri başlıyor. 1988 yılında Yaser Arafat, 242 sayılı kararı kabul ediyor yani dolaylı olarak İsrail’i tanımış oluyor. Madrid görüşmelerinden sonra imzalanan ilkeler bildirgesi ve Oslo Anlaşması’da resmen İsrail tanınmış oluyor ve Filistin Devleti’nin aşama aşama kurulmasına karar veriliyor. Fakat bu 
aşamaların hiçbirisi gerçekleşmiyor. Suriye, Lübnan ve Ürdün’le görüşmeler başlatılıyor. Arap Ülkeleriyle yapılan barış görüşmeleri sadece Ürdün’ün İsrail’i 
tanımasıyla sonuçlandı. Üstelik Filisin Devleti’nin kurulmasına giden yol İsrail’in politikalarıyla tıkandı. 2000 yılında 2. İntifada olayı patlak verdi. 

2. İntifada kasap lakaplı Ariel Şaron’la ilgilidir. Muhalefet Lideri olan Ariel Şaron Müslümanlarca kutsal olan El Aksa Camii’ni ziyaret ediyor. Bu ziyarete Cuma namazından çıkan Filistinli Araplar büyük tepki gösteriyorlar. Bu andan itibaren Ariel Şaron’un iktidarıyla sonuçlanacak olan 2. İntifa’da başlıyor. Şaron iktidara geldikten sonra uzlaşmaz bir tutum sergiliyor ve barış görüşmeleri sekteye uğruyor. Arapların tamamen olaydan çekilmesiyle Filistin-İsrail meselesi haline gelen olay çözümsüz kalıyor. 2004 yılında Yaser Arafat hayatını kaybediyor. 
Onun yerine daha batı yanlısı olan Mahmut Abbas Filistin Başkanlığı (İlkeler bildirgesi ile Filistin, Filistin Özerk Yönetimi oluyor) görevine getiriliyor. 
2006 yılında yapılan genel seçimlerde HAMAS büyük bir farkla hükümet olmaya hak kazanıyor. 

Bu da Filistin’in ikiye bölünmesine yol açıyor. Gazze’ye hakim olan Hamas iken Batı Şeria’ya El Fetih hakim oluyor. Şuan Gazze abluka altındadır. 

Teşekkür ederim. 


ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU - 2011 






***