KIBRIS HAREKATI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KIBRIS HAREKATI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Şubat 2017 Cuma

KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA, BÖLÜM 4





 KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA,  BÖLÜM 4


Kıbrıs Gazisi Emekli Yarbay 

ATİLLA ÇİLİNGİR               

İçler Acısı Durumdaki Kıbrıs Meselesine Gerçekçi Çözümler Teklif Ediyor:

‘Türkiye AB ile Kıbrıs Arasında Tercih Yapma Lüksüne Sâhip Değildir! Konu Millî Güvenlik Kurulu’nda Görüşülüp Karara Bağlanmalıdır’

Oğuz Çetinoğlu: 14 Ağustos 1974 tarihindeki Kıbrıs İkinci Barış Harekâtına da katıldıktan sonra Türkiye’ye dönüşünüzle ilgili bilgilere geçebilir miyiz?

Atilla Çilingir: 27 Ağustos 1974 günü, bizi Türkiye’ye götürecek gemiye binmek üzere Girne’ye gittik. Dolayısıyla Girne’yi de bu vesile ile ilk defa görüyorduk. Gerçekten de çok güzel bir tatil şehriydi. O gece orada kaldık, ertesi sabah erkenden diğer birlikten gelen görevlilerle bizleri Girne açıklarında bekleyen askerî gemiye taşıdılar. Ve gemi Mersin istikametinde hareket ettiğinde hepimizin gözlerinde pırıltılı yaşlar birikmişti. Sanki bir ömrü geçirmiş ve sağ salim tekrar sevdiklerimize, Türkiye’ye dönüyorduk. Ne büyük bir şanstı bizler için. Geride bıraktığımız savaşın sıcak, kan ve ölüm dolu yüzünü; artık güneşli, pırıltılı ve mutluluk dolu bir tatil yolculuğu almıştı. 20 Temmuz sabahı Adaya indiğimizde bu günleri de görebileceğimizi hiç düşünmemiştik doğrusu!

Çetinoğlu: İkinci Barış Harekâtından döndükten sonra da Kıbrıs’la alakanız devam etti. Kıbrıs vatandaşı oldunuz. Özellikle 24 Nisan 2004 referandumundan sonraki gelişmelerden memnun olmadığınızı düşünüyorum. Anlatır mısınız?

Çilingir: Kıbrıs davamız ile ilgili yazmaya, görüşlerimi kamuoyuna aktarmaya devam ediyordum. Tabiidir ki bu yazılarımı öncelikli olarak dâvânın merkezine ve lideri Sayın Rauf Denktaş’a sunuyordum. Çok değerli Cumhurbaşkanımız o mükemmel liderlik vasıfları ve engin görüşleri ile bizlere destek ve moral veriyordu.

20 Şubat 2005 tarihinde KKTC’de yapılacak olan genel seçimler hayatî bir önem taşıyordu. Bu seçimlerde iktidara tek başına bir partinin gelmesi çok zor görünüyorsa da, bu seçimden de Mehmet Ali Talat’ın liderliğindeki Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP)’nin az farkla da olsa birinci parti olarak çıkması kuvvetle muhtemeldi. Büyük bir ihtimalle, Sn. Dr. Derviş Eroğlu’nun liderliğindeki Ulusal Birlik Partisi (UBP) ikinci parti ve oğul ( Serdar) Denktaş’ın liderliğindeki Demokrat Parti (DP) ise, üçüncü ve anahtar parti olarak seçimlerde önemli bir rol oynayacağı düşünülüyordu. Bu önemli seçim arifesinde, Kıbrıs Türk Halkının haklı davasının Türkiye’deki sesi, 1948 yılında İstanbul’da kurulmuş, sonrasında ise; genel merkezi Ankara’ya taşınmış olan ve benimde İstanbul şubesinde yönetim kurulunda görev yaptığım Kıbrıs Türk Kültür Derneği İstanbul şubesi; haklı Kıbrıs dâvâmızın kamuoyuna doğru ve geniş biçimde duyurulması için aynı davaya destek veren ve millî güçlerden oluşan ‘Kıbrıs İçin Birlik Hareketi’ adıyla bu sivil toplum kuruluşlarını 5 Şubat 2005 tarihinde, Şişli’deki dernek binasında toplantıya çağırarak bir basın açıklaması yapmış ve açıklamamızın ardından;

O süreçte şu kararları almıştık:

Tarih boyunca Kıbrıs, muhtelif vesilelerle Osmanlı Devleti ve Türkiye aleyhinde bir koz olarak kullanılmıştır. Milletlerarası bütün platformlarda Ada’nın jeostratejik ve jeopolitik önemi sebebiyle dünyanın gözü kulağı bu kritik bölgede olmuştur.
Tarih boyunca Türk Milleti, dış etkenlerle içine düştüğü ekonomik sıkıntılar sebebiyle millî meselelerini unutma ve unutturulma durumuna düşürülmüştür.
Bugün tarih tekerrür etmiştir. Avrupa Birliği (AB), Kuzey Kıbrıs’ı, Türkiye Cumhuriyeti’nin birliğe katılımı için teminat olarak ortaya koymuştur. 600 bin Rum nüfusa, Kıbrıs Türk halkının geleceği ve Türkiye’nin çıkarları ipotek edilmek istenmektedir.
Kıbrıs Türkü Ada’da bugüne kadar bir varoluş mücadelesi vermiştir. En büyük desteğini de Anavatan’ından, Türkiye’den almıştır. 1960 yılında garantör ülkelerin onayıyla kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki kurucu ortağı vardır: Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar.
15 Kasım 1983 tarihinde kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) sadece Türkiye Cumhuriyeti tarafından tanınmıştır. KKTC’nin ilanının en büyük hukukî dayanağı ‘Halkların kendi geleceklerini tayin hakkının kullanılmasıdır. KKTC’nin ilanını haklı kılan, önemli 2 devletler hukuku kriteri vardır:
1-Kıbrıs Türkleri 1960 yılında kurulmuş Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu ortaklarından birisidir. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nde egemenlik, Ada’daki iki toplumdan birisine değil, her ikisine de tanınmıştır. Tartışmasız olarak Kıbrıs Türk halkı eşit haklara sahiptir. 1960 kuruluş ve garanti anlaşmaları ile 1960 Anayasa’sı, Kıbrıs Türk ve Rum taraflarının ortak imzalarını taşımaktadır.

2-Kıbrıs Türklerinin ayrı bir yönetimi vardır. Güneydeki Rum yönetimi Türk halkını temsil edemez. Rum yöneticileri Kıbrıs Türk halkını temsil edemez ve onun adına konuşamaz. Kıbrıs Türkleri 1963 yılında iki toplumlu Cumhuriyetten zorla dışlanmış, saldırı ve katliamlar yüzünden kendi kendini yönetmeye zorlanmıştır.

Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasa’sını ortadan kaldıranlar Rumlardır. Kıbrıs’ta 1963-1974 yılları arasında Rum tarafının saldırılarıyla, katliamlarıyla, ambargolarıyla ve göçe zorlayarak yarattıkları çözümsüzlük; 1974 yılında T.C’nin Garantör Devlet olarak Kıbrıs’a yapmış olduğu Barış Harekâtı, sonrasında Ada’da 30 yıldır süregelen bir Barış ortamını gerçekleştirmiştir. Rumlar ise, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adını kullanmaya hâlâ devam etmekte ve Kıbrıs’ın tamamına sâhip olma oyununu sürdürmektedirler. Birleşmiş Milletler (BM), AB ülkeleri ve 1960 antlaşmasına göre ‘Garantör ülkelerden biri’ olan İngiltere de başından beri Kıbrıs Türklerinin bütün yaşadıklarına seyircidirler.
BM Genel Kurulu’nun 01.11.1974 tarihli kararının 3. maddesine göre Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasa sisteminde Kıbrıs Türk toplumunun varlığı uluslararası milletler topluluğunca kabul edilmiş olup, bu asla değiştirilemez. Kıbrıs’ta iki eşit halk vardır. Bunlardan biri diğerine hükümet edemez. Rum tarafı 41 yıldır yeniden bir eşit ortaklık kurmaktan her zaman kaçınmıştır, kaçınmaktadır. Yani gerçek ve köklü çözümden kaçanlar, Kıbrıs Türkleri değil Rum tarafıdır.
KKTC’nin ilanı, Kıbrıs’ta iki eşit toplumun ve iki eşit devletin varlığının dünyaya açıklanmasıdır. 1975 Helsinki Nihai Senedinin 8. maddesine göre: Bütün halklar iç politika statülerini hiçbir dış müdahaleye uğramaksızın belirlemek hürriyetine sahiptirler. Kıbrıs Türk toplumu da bu hakkını kullanmıştır.
Sonuç olarak, KKTC, Kuzey Kıbrıs’ta bağımsız ve egemen bir devlet olup, Kıbrıs Türk halkının Self-Determinasyon hakkını kullanması ile oluşturulmuştur. KKTC, diğer devletlerin tanıyıp tanımamalarına bakılmaksızın, devletlerarası hukukta ve milletlerarası ilişkilerde bir devlet olarak vardır ve bağımsız bir devlet olarak da dünya devletleri içinde yerini sonsuza kadar almak hakkına sahiptir.
AB, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ni, tek taraflı ve şartsız olarak AB’ye kabul etmekle, BM’nin kabul ettiği 1960 antlaşmasını ve bütün ilgili milletlerarası hukuk kurallarını çiğnemiş, iki toplum arasındaki çözümsüzlüğü körüklemiştir.
AB’nin Kopenhag kriterleri arasında Kıbrıs şart olarak yer almadığı halde, 17 Aralık 2004 zirvesinde Bürüksel’de, Türkiye’ye ucu açık AB’ye giriş müzakere tarihi verilmesinin ön şartı olarak dayatılmıştır.
Kıbrıs Türk Toplumuna ve Türkiye’ye hiçbir gerekçe ile böyle bir ön şart kabul ettirilemez. Kıbrıs Türkü’nün Bağımsızlığı, KKTC’nin ‘Devlet’ olma niteliği, hak ve hukuku, çeşitli senaryolar ile yönlendirilemez. ‘Hiçbir sebep uğruna, bağımsızlıktan ve devlet olma niteliğimizden vazgeçilemez’. Kıbrıs Türkiye’nin ön cephesidir.
Söz konusu olan sadece Kıbrıs Türklerinin geleceği değil, en az onun kadar önemli olan Türkiye’dir! Buradaki en büyük hedef, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin Büyük Ortadoğu Projesi uygulamasıyla Doğu Akdeniz’deki maksatlarının odak noktası olan ‘Kıbrıs Adası’nın ele geçirilmesi’ ve doğu Akdeniz’e hâkim yüzmeyen bir savaş gemisi olarak kullanılmasıdır.
Bu maksadın önündeki en büyük engel, Türk Askeri’dir. Çünkü Türk askerinin adayı terk etmesi ile TC’nin devlet güvenliğinin ortadan kaldırılması hedeflenmektedir.
AB ülkeleri ise, AB’ye giriş kriterlerini yerine getirme kılıfı altında, Lozan’da uğradıkları hezimetin öcünü TC’den almaya çalışmaktadırlar.
Kıbrıs Türk halkının isteği, kan ve can pahasına kurduğu bağımsız devletinin yaşaması ve Türk askerinin etkin ve fiilî olarak Ada’da Kıbrıs Türk halkının güvenliğini sağlamasıdır.
İşte bu noktada büyük Türk milleti, KKTC’de ve Türkiye’de millî birlik ve beraberliğin sergilenmesine en çok ihtiyaç duyulduğu bu dönemde tek bir yumruk olmalıdır. KKTC’de ‘Devlet’ olma niteliğinden ve Bağımsızlıktan asla vazgeçilemez. Türkiye’nin üniter yapısının ve ‘Millî Devlet‘ olma niteliklerinin aşındırılmasına asla müsamaha edilemez.
Yüce Atatürk’ü iyi anlamak gerekir: ‘Bağımsızlık benim karakterimdir.’ diyerek Türk milletine en önemli mesajı vermiştir. Vatanına bağlı bir Türk olmaktan ve Kıbrıs Türkü olarak yaşamaktan gurur duyan herkes, bu millî dava etrafında birleşerek, tek bir yürek ve tek bir yumruk halinde, KKTC’nin bölünmez bütünlüğüne ve TC’nin üniter yapısına sahip çıkmalıdır. Millî hedeflerimize bağlılığımız esastır. Kıbrıs’ımızda ve Anadolu topraklarımızda Egemenlik, Bağımsızlık ve Cumhuriyet ateşi asla söndürülemez.
Büyük Türk milletine sarsılmaz bağlılıkla ve varlığımızı Türk milletinin varlığına armağan etme kararlılığıyla duyuruyoruz… ( Kıbrıs İçin Birlik Hareketi. 05 Şubat 2005 )
Çetinoğlu: Bu söyleşinin son cümleleri olarak Kıbrıs’ın geleceğini tanzim konusundaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?

Çilingir: Kıbrıs dâvâsı; bize atalarımızdan emanet bir ada üzerinde yaşayan bir avuç Türkün özgürce yaşam kavgası ama daha da önemlisi: Türk ve Yunan’ın tarihî hesaplaşmasıdır. Son dönemde bu tarihi hesaplaşma adına Kıbrıs’ta yaşananları ‘’Elveda Kıbrıs Ama Bir Gün Mutlaka’’ isimli kitabımda kaleme almıştım

Türkiye târihî süreç içerisinde AB ile Kıbrıs arasında tercih yapmak mecburiyetinde kalmış gibi bir görüntü verdiler. Annan Planı bu çerçevede bir kurtarıcı olarak kabul edilmiş ve Türkiye’nin AB’ye girişindeki bu engelin ortadan kalkacağı zannedilmişti. Bu planı Rumlar da kabul edecek ve her şey düzelecekti! Bu strateji tarih ve dış politika bilmeyenlerin, en önemlisi Yunan’ı, Rum’u, Ortodoks kilisesini bilmeyenlerin ve sadece millî davalarımıza tüccar kafası ile yaklaşarak, ABD, İngiltere ve AB’den destek bulacaklarını zanneden kafaların ürünüdür ve açıkça ifâde ediyorum: Temelden yanlıştır.

Sözün kısası ‘Rum’dan bir adım önde olacağız’ diyerek politika yapma ustası olduğunu ilan edenler. Kıbrıs Türkünden kurtulmak isterken ‘Yunan ve Rum’ zulmünün ortasında kalacaklardır.

KKTC’ye uygulanan ambargoların bile kaldırılması konusunda başarı sağlayamayanlar, KKTC’den kurtulmak isterken Kıbrıs batağına’ saplanmışlardır.

Türkiye’nin 10 üye devleti ile Gümrük Birliği antlaşmasını genişletmeyi hedef alan Ek protokolü 29 Temmuz 2005’de imzalamasıyla:

12 Eylül 1963’te imzalanan Türkiye- AET(Avrupa Ekonomik Topluluğu) arasında ortaklık yaratan Ankara anlaşmasına Güney Rum kesimini de dâhil etmiş ve böylece bir şekilde Güney Kıbrıs ile ortaklık süreci başlamış gibi bir görüntü yaratılmıştı..!

Bu protolün imzalanmasından sonra yaşanan süreçte, bu durumu gerek Rum- Yunan ikilisi, gerekse AB; her platformda Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak, AB üyesi yapılan Rum bandıralı gemilere limanlarımızı, uçaklarına havaalanlarımızı açın baskısında bulunmuşlar; Türkiye’ye AB’ye girebilmesi için’’ bu tavizleri ver’’ baskısından hala vazgeçmiş değillerdir..!

-Kıbrıs konusunun AB zeminine taşınmasına göz yumularak; şartları belli olmayan AB çerçevesinde Rumlarla görüşmeye oturularak tarihi bir hata yapılmıştır. Yunanistan; Rumların ve kendisinin AB üyeliğini kullanarak, Kıbrıs adasını ele geçirmeyi ve bu sorunu AB çatısı altında çözmeyi hedeflemektedir. Bu hedefinde de bir hayli yol almış ve Kıbrıs sorununu BM’den uzaklaştırmayı başarmıştır. Yunanistan, AB’nin sırtında avantajlı durumdadır.

-Sonuç olarak TC ve KKTC’de mevcut hükümetler çözümün Birleşik Kıbrıs Çatısı altında olacağını söyleseler de, tarihî gerçekler Rum’un buna yanaşmayacağının örnekleri ile doludur. Kan bedeli ödeyerek kurtarılan vatan topraklarından birilerinin dayatması ile Mehmetçiğin Kıbrıs’tan kuzu, kuzu çıkacağını beklemek ise sadece hayal görmekten ibârettir.

Kıbrıs’ta sergilenen bir adım önde olma politikası ile ilgilenenler artıkça bu maksatla yapılan toplantılar, verilen demeçler ve uygulamalar o nispette yoğunlaşıyor. Ben de her fırsatta yazmaya devam ediyorum.

Çetinoğlu: Yaşanan bütün bu olumsuz gelişmelerin sizde oluşturduğu duygular nelerdir?

Çilingir: 20 Temmuz günleri 1974 yılından beri beni hep çok heyecanlandırmış ve gururlandırmıştır. 26 yaşında genç bir Türk subayı olarak Kıbrıs savaşlarına katılarak soydaşlarımızın özgürlük ve bağımsızlıkları için yıllardır vermiş oldukları mücadelede bir nebze de olsun katkı sağlayabilmiş olmam bana hayatımın en anlamlı ve en onurlu hediyesidir. ‘Gazi’ unvanı aldığım o yıldan bu yıla kadar yılmadan savunduğum ve son nefesime kadar da savunacağım bu en haklı olduğumuz Kıbns millî dâvâmızı ne zaman en olumlu bir şekilde halleder ve Türkün varlığının bu stratejik adada ebediyete kadar yaşayacağını bütün dünyaya kabul ettirebilirsek işte o zaman şehitlerimizin kan ve can bedellerinin borcunu ödemiş olacağız.

KKTC’nin temelinin atıldığı 20 Temmuz 1974’te şehitlerimizin kan ve can sesinin karıştığı bu topraklarda Türkün varlığı yaşatılmalıdır.

Yoksa bu borç; dâvânın kaybına sebep olanların alnında kirli bir leke, boynunda asılı bir yafta olarak kalacaktır.

Kıbrıs Milli Davamızla ilgili son sözlerim şunlardır:

Sen ağlama şehit anası

San başını eğme şehidimin babası

Gözlerinizden akan her damlaya, milyonlarca şükranı ve minneti var bu yüce milletin.

Sizler vazifenizi en mükemmel bir şekilde yaptınız. Yapmayanlar utansın.

Çetinoğlu: Kıbrıs’la ilgili olarak söyleyeceğiniz daha pek çok husus vardır. Onları da daha sonra yapacağımız bir söyleşide ele alırız. Çok teşekkür ederim.


5.Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,                      

***


KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA, BÖLÜM 3





 KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA, BÖLÜM 3



Kıbrıs Gazisi Emekli Yarbay 

ATİLLA ÇİLİNGİR  

Kıbrıs Barış Harekâtı’nda  
Yaşadığı Destan Konusu Olayları Anlatmaya Devam Ediyor:


Oğuz Çetinoğlu: Tabur komutanınızın emri üzerine belirtilen araziyi ele geçirdiniz. Sonra?

Atilla Çilingir: Tabur komutanımızın emri ile ele geçirdiğimiz arazide çepeçevre savunmaya geçtik. Bir gün daha bitmiş ve gece her şeye gebe haliyle zifiri karanlığını örtmüştü Yeşil Ada’ya.

Muharebeler başlayalı dört gün dört gece olmuştu. Subayı, astsubayı, çavuşu, onbaşısı ve eri ile kader birliği yapmıştık. Yıllar boyu süren mezalime son verecek ve Kıbrıs Türkü’ne en tabii hakkı olan yaşama hürriyetini sağlayacaktık mutlaka. Tabur komutanımızın verdiği emirle, sırasıyla nöbet tutarak, hem kendi emniyetimizi, hem de mevzilerdeki erbaş ve erleri kontrollere başladık. Gece boyunca kontrollerimiz devam etti. Bu arada Rumlar sık sık ateş açarak birliklerimizi taciz ediyorlardı. Karşılığını şiddetle veriyorduk. Gökyüzü pırıl pırıldı, yıldız dolu bir gök kubbe ile baş başaydık. İlk günlerin muharebe şoku atlatılmıştı. Artık her şey hayatın bir parçasıydı.

Sabahleyin bütün birlik komutanları Tabur Karargâhı olarak konakladığımız küçük bir ağacın altında toplandık. Son durum değerlendirmesini yaptık. Taburda mevcut tek araç olan Land-Rover Jeep ile Rum köyünü keşfetmek üzere Yüzbaşı Süha Baykara ve ben görevlendirildik. Aracı, bir mücahit şoför kullanıyordu. Kendisi Kırnı hava indirme bölgesinin hemen yakınındaki Fotta köyündendi. Sessiz, sâkin çok çalışkan bir insandı. Yanımıza iki muhafız alarak köye hareket ettik. Vuno, Beşparmak dağlarının zirvesinde bulunan Buffavento Kalesi’nin hemen eteklerine kurulmuş tipik bir Rum köyü idi. Ancak evlerinin modernliği ve hayat seviyesinin mükemmeliyeti derhal göze çarpıyordu. Bütün evlerin çatısına güneş enerjisini ısıya dönüştüren cihazlar yerleştirilmişti. O yıllarda Türkiye’de bu cihazlar çok az evde vardı. Şunu bir kez daha anlıyorduk ki, Papaz’ın batılı ülkelerden almış olduğu yardımlar yalnızca Rum köylerinde kullanılmıştı! Kurtardığımız Türk köyleri ise Anadolu’muzda rastladığımız türden, kerpiçler ile inşa edilmişti.

Çetinoğlu: Neden?

Çilingir: Çünkü 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı Makarios Adada Türk vatandaşlarına çimento, demir ve benzeri inşaat malzemesi satışı yasaklamıştı. Sebebi ise: O acılı yıllarda, Kıbrıslı Türklerin bu tür malzemeyi kendilerini Rum’un mezaliminden korumak maksadıyla mevzilerinde kullanmalarını önlemek içindi..!

Mevzide ikinci gecemizdi. Gecenin karanlığı yıldızlarla bezenmiş, ışıklı bir örtü gibi sarmıştı her yanımızı. Bir an Türkiye’yi, eşimi, kızımı, anne ve babamı, kardeşimi düşündüm. Sonra bu duyguları aklımdan uzaklaştırarak uykuya daldım. Sık sık silah sesleri ve çevre nöbetçilerinin sesleri ile dolan bir gece içerisinde ne kadar uyunursa ben de o kadar uyuyabilmiştim.

26 Temmuz sabahı tabur komutanım Turgut Aksoy ve ben 22 Temmuz 1974 gününden beri harekât kontrolüne verildiğimiz Hava İndirme Tugay Karargâhı’na gitmeye karar verdik. İki muhafız alarak Kırnı bölgesine hareket ettik. Tugay karargâhı, Milk Bar diye anılan bir kafeteryanın hemen karşısında Lefkoşe-Girne asfaltının kenarında iki katlı bir çiftlik evinin içinde idi. Burada Hava İndirme Tugayı Kurmay Başkanı, Kurmay Yarbay Atilla Erdem ve Tugay S-2’si İstihbarat Şube Müdürü Kurmay Binbaşı Cumhur Evcil ile görüştük. Cumhur Binbaşım her gün akşam 18:00’de tabur cephesinden istihbarat raporu gönderilmesini istedi. Ayrıca cephe hattı boyunca keşif kolları çıkararak düşman ile irtibatı devam ettirmemizi, yığınak yaptığı yerleri ve silah mevzilerinin nereleri olduğunu tespit etmemizi istedi. Dönerken, tabur personeline dağıtılmak üzere erbaş ve erlere birer sterlin, subay ve astsubaylar için beşer sterlin harçlık parası aldık. Dönüş yolu üzerindeki Milk Bar’a uğradık. Burası adeta bir kantin gibi kullanılıyordu. Buradan hellim peyniri, domates, karpuz ve ekmek alarak cepheye arkadaşlarımızın yanına, tabur karargâh bölgesine, Vuno’ya döndük. O akşamüstü bütün tabur karargâh personeli, kendimize güzel bir ziyafet çektik.

27 Temmuz günü bulunduğumuz araziyi iyice tanımaya çalıştık. Bir taraftan cephe bölükleri çıkardıkları keşif kolları ile düşmanla teması muhafazaya çalışırken, diğer taraftan da düşman ve arazi hakkında bilgi toplamaya çalışıyorlardı. Günün tamamı karşılıklı ateş teatisi ile geçti. Esas olan gece idi.

Çetinoğlu: Yine uykusuz geceler başladı…

Çilingir: Rumların yapabileceği bir sızmaya karşı bütün cephe hattının uyanık kalması gerekiyordu Bunu sağlamak da bizlere düşüyordu. Gecenin sessizliği zaman, zaman makineli tüfek sesleri ile bozuluyordu. Namlu ağız alevleri ile izli mermilerin peşinde bıraktıkları ışık huzmesi kuyruklu yıldız gibi bir o tarafa, bir bu tarafa gidip gelerek gece karanlığında bir sinema perdesini andıran Beşparmak dağları üzerine yansıyan bir filmi andırıyordu. Artık uykusuzluğa da alışmıştık. Zaman, zaman gözlerimiz açık rüyalar da görüyorduk ama bu çok kısa sürüyordu. Kısacası muharebe şartlarına alışmıştık. İlk günlerdeki şok ve acemiliğimiz yok olmuştu. Sanki hepimiz yıllardan beri savaşan profesyonel birer savaşçıydık. Erbaş ve erler değişen muharebe şartlarına uyum sağlayabilen yeri ve zamanına göre inisiyatiflerini kullanan, ölmemek için yapılabilecek olan her şeyi yapabilen usta birer savaşçıydılar artık.

Sihari-Vuno hattına yerleştiğimiz günden beri tabur karargâhının bulunduğu mevzii çevresinde 40 yaşlarında bir erimiz devamlı dolaşıp duruyordu. Kendisini yanımıza çağırarak hangi bölükten olduğunu sordum. Süha Yüzbaşının bölüğünden olduğunu, eğer izin verirsek taburda mevcut subay ve astsubayların yiyecek ve su ihtiyacını gönüllü olarak temin etmek istediğini belirtti. Kendisine teşekkür ederek, böyle bir şeye gerek olmadığını, bizlerin de aynen tüm erbaş ve erler gibi idare etmek durumunda olduğumuzu söyledimse de bir türlü dinletemedim.

‘Olmaz komutanım, sizler sağlıklı olacaksınız ki bu kadar arkadaşım başsız kalmasın. İzin verin sizlere bütün harekât boyunca ben bakayım. Hem ben sizlerden daha yaşlıyım, hem de bu iş bana daha uygundur.’

‘Tamam Mehmet Dayı’ diyerek kendisini tabur karargâhının ikmal sorumlusu yaptık. O günden sonra da ismi ‘Mehmet Dayı’ olarak kaldı. Gerçekten de o vefakâr insan Kıbrıs’tan ayrıldığımız güne kadar, tüm muharebeler boyunca bizlere kendi evlatlarına bakarcasına büyük bir şefkatle ve hizmetle baktı. Mehmet Dayı gün ışımadan kayboluyor ve gün batımında döndüğünde çeşit çeşit konserve, peynir, ekmek ne bulursa getiriyordu. Her seferinde şunu tekrarlıyordu:

‘Komutanım sakın ola ki aklınıza yanlış bir şey getirmeyin. Benim elim halen silah tutuyor, savaş yeniden başlarsa evvel Allah beni siz o zaman görün. Memleketimde keskin nişancılığımla tanırlar beni. Hem, eğer geriye dönmek kısmet olursa evlatlarıma, onların sorularına nasıl cevap veririm ben? Ne yaptın baba derlerse, ne cevap veririm? Onun için Rumlarla çarpışırsak, beni yanınızda değil, en önde, cephede göreceksiniz.’

Gerçekten de 2. harekâtta Mehmet Dayı’mızı en önde çarpışırken; kendisinin yarı yaşındaki arkadaşlarımı cesaretlendirirken gururla izledik. Ada’dan ayrılırken kendisine verilen Barış Harekâtı Şerit Rozetini, bölük komutanının mükâfat olarak aldığı sivil takım elbisesinin yakasına takan bu kahraman asker, Türk insanının bütün üstün niteliklerini sergilemiş, evlatlarına ve torunlarına anlatacağı gurur destanıyla memleketine uğurlanmıştı.

Türkiye’den ayrılalı on gün olmuştu. Sanki on güne bir ömür sığdırmıştık. Muharebe ne kadar kötü bir şeydi, tam bir vahşet yaşamıştık. Ölenler, öldürülenler, darmadağın olan aileler, insan sefilliği ve zavallı hayat. Öğleden sonra iki mücahit eri bulunduğumuz yere doğru yanlarında iki Kıbrıs eşeği ile üzerlerine ikişer kazan bağlanmış olarak geldiler. Kendilerini mücahit tabur komutanları Ali Naci Bey’in, ellerinde mevcut malzeme ile etli pilav yaptırarak yememiz için gönderdiğini söylediler. Evet, tam on gün sonra sıcak bir yemek yiyebilecektik.

Gece yarısına doğru zayıf bir şekilde duyulan bir telsiz anonsu yakaladık. Kendilerini tanıtarak Hava İndirme Tugayı 2. Tabur Komutanı Yarbay Turhan Erdem olduğunu söyleyen tabur komutanı, bütün yiyecek ve sularının tükendiğini, şu an ki yerlerinin Sihari’nin kuzeyi sırtlar hattı Buffavento Kalesi yakınlarında olduğunu söylüyor, acilen yiyecek ve su göndermemizi istiyor; ayrıca 50-60 kadar Rum Milli Muhafız askerinin kaleye sığındığını belirterek müşterek bir harekât yapmamızı teklif ediyordu. Ağlanacak halimize gülmeye başladık. Bizden yiyecek istiyorlardı. Fakat anlaşılan o ki, onlar bizden daha çok kötü durumdaydılar. Taburdan toplayabildiğimiz yiyeceklerin azamisini ve plastik bidonlara doldurduğumuz suyu, bize gelen Kıbrıs eşeklerine yükleyip yine gelen iki mücahit ve yanlarına verdiğimiz bir manga asker ile bulundukları yere doğru gece 01:00’de gönderdik. Sabaha karşı henüz hava aydınlanmadan tabur komutanları Yarbay Turhan Erdem; yanında birkaç komando ile yanımıza geldi. Kucaklaştık, yiyecek ve suya teşekkür etti.

Çetinoğlu: Yarbayım, öyle anlaşılıyor ki, büyük zorluklarla karşılaştınız fakat gururla hatırlanacak günler yaşadınız. Her gün bir evvelkinden farklı olmakla birlikte genelde aynı hâdiselerle karşılaştınız. Uygun görürseniz, savaş alanından biraz uzaklaşalım. Ele geçirdiğiniz yerleşim bölgelerindeki insanlardan size esir düşünler oldu mu? Onlarla neler yaşadınız?

Çilingir: Civar köylerden kaçan ve araziye yayılmış olan Rum Millî Muhafız askerleri ve sivil Rumlar, Lefkoşa Rum kesimine ulaşabilmek için bizim ele geçirdiğimiz bölgeden geçmek mecburiyetindeydiler. Böyle olunca da pek çoğu birliklerimize esir düşüyorlardı. Bir gün 4 kişilik esir grubu getirildi. Yaşlı bir karı-koca, 2-3 yaşlarında kız çocuğu ve bir genç kızdan oluşuyordu.

Esirler arasında küçük Rum kızı gözüme ilişti. Aman Allah’ım! Türkiye’de bıraktığım kızıma, Ebuş’uma ne kadar çok benziyordu. Aynı yaştaydılar sanki. Minik kız gayri ihtiyari kendilerine bir şey yapılacağı emrini verecek olan kişinin ben olacağımı zannetmiş olmalı ki, iki elini yüzüne doğru kaldırmış ve bana dönük: ‘No, noooo!’ diye bağırarak ağlıyordu.

Bir an kahroldum, küçük çocuğa ne yapılabilirdi ki? Yaşlı insanlara, kadınlara… Onlar artık Türk insanının namus ve şerefinin emânetiydiler. Aman dileyen insana el kaldırmak, zarar vermek bir kere dinimizce de günahtı. Ama dediğim gibi, Türk insanının o yüce özellikleri bir kez daha ortaya çıkıyordu. İnanılacak gibi değildi ama gerçekti.

Çetinoğlu: Siz ne yaptınız?

Çilingir: Tabur personeli aşını ve suyunu Rum esirlerle paylaştı. Önce karınlarını doyurduk. Susuzluktan dudakları parçalanmış Mehmetçiklerin mataralarında kalan son damla sularını küçücük çocuklara, yaşlı insanlara vermelerini seyrederken; insanımızın en büyük hasletini ve merhametini bir kez daha yaşıyordum. Ya bu durumun tersi olan yerlerde, yani esir düşen Kıbrıslı Türk kardeşlerimize ve yanlışlıkla Rum kesimine geçen veya hava indirme sırasında o bölgelere savrulan askerlerimize, subay ve astsubaylarımıza Rumlar, insanlığı utandıracak şekilde işkence ediyorlardı.

Rumlara esir düşenlerimizin çoğu şehit edilmişler, sağ kalanlar ise türlü işkencelere maruz kalarak akıllarını yitirmişlerdi.

Türklerle Rumların karşılaştırmasını bu olayların özünde yapmak gerekiyordu. Bir tarafta hep barbar gözüyle bakılan Türkler, diğer tarafta ise medeniyetin beşiği sayılan Yunan’ın kalıntıları, modern Avrupalı Rumlar. Doğru olan bir tek şey vardı ki o da bütün dünya basını tarafından tespit edilmiş olan gerçek: Rum katliamı ve zulmü. Ada’nın pek çok yerinde ortaya çıkan toplu katliamlar; Muratağa, Atlılar, Taşkent ve daha nice acılı topraklar, daha nice yaslı Türkler…

O dört kişilik aileyi ve küçük kızın korku dolu yardım isteyen çığlıklarını ömrüm oldukça hatırlayacağım.

Toplanan esirlerin arasında 20-25 yaşlarında, yeşil gözlü, beyaz tenli, simsiyah saçları ile tam bir Rum dilberi görüntüsünde bir kız vardı. Görünen o ki en genci ve akıllı olanı oydu. Kendisini yanıma çağırttığımda bir hayli tedirgindi. Başına kötü bir şey gelmesini bekler gibiydi. Titreyen bedeni ile karşımda durdu. Yüzünde mağrur bir ifade vardı ama gözleri korku doluydu. Kendisine İngilizce bilip bilmediğini sordum. Az da olsa bildiğini söyledi. İsminin Maria olduğunu ve Değirmenlik’te oturduklarını, 19 Temmuz gününden beri büyük bir korku içerisinde olduklarını, ağabeyinin Kutsovendi köyündeki komando kampında bulunduğunu, ama ondan da 20 gündür hiç haber alamadıklarını söyledi.

Maria ile konuştukça, korku dolu bakışlarının kaybolduğunu fark ettim. Ona korkmamalarını, burada Türk askerinin koruması altında olduklarını ve kendilerine hiçbir zarar verilmeyeceğini söyleyerek, bizlere güvenmesini ve bu söylediklerimi diğer esirlere de aktarmasını istedim.

Esirlerimiz arasında bir de papaz bulunuyordu. Ele geçirdiğimiz Miamilya köyünün papazıymış. Bize kin ve nefret dolu gözlerle bakıyordu ve ara sıra yanındaki Rum erkeklerin kulaklarına bir şeyler fısıldıyordu.

Bölüğümün kıdemli astsubayı Banazlı Cafer Başçavuş’a öncelikle subay ve astsubaylardan olmak üzere toplayabildiği kadar su ve yiyecek almasını ve toplananları çocuk ve kadınlardan başlayarak dağıtması emrini verdim. Kısa bir süre içerisinde tam 187 esir toplanmıştı. Cafer Başçavuşum toparlayabildiği kadarı ile yiyecek ve içeceği, esirlerin bulunduğu yere götürerek teslim etti. Aradan birkaç saat geçmişti. Esirlerin bulunduğu tarafa giderek kontrol etmek istedim. Yanlarına geldiğimde, bizim birkaç saat önce verdiğimiz su ve yiyeceğe hiç dokunulmamış olduğunu gördüm ve çok şaşırdım. Mariaya dönerek bu durumu açıklamasını istedim. Oda mahcup bir ifade ile aralarında bulunan papazın, yiyecekler geldikten sonra esirlere, Türklerin kendilerini zehirleyerek öldüreceklerini ve gelen hiçbir şeye dokunmamalarını istediğini söyledi. Bir anda büyük bir öfkeye kapılarak papaza bir şeyler yapmak istedim. Ancak kendime hâkim olarak, gönderdiğimiz yiyecekleri tek, tek önce ben tattım ve sudan içtim. Sonra: ‘İşte görün, eğer bana bir şey olursa hiçbir şeye dokunmayın.’ diye bağırdım.

Beni şaşkın bakışlarla tâkip eden o insanların gönderdiğimiz yiyecek ve suya nasıl saldırdıklarını izlerken içim burkuldu ve çok üzüldüm.

Maria, yanıma gelerek minnet dolu bakışlar içerisinde, teşekkür ederek yanağıma bir öpücük kondurdu ve beni kendi ağabeyi yerine koyduğunu da hemen ifade etti.

Çetinoğlu: Esirleri ne yaptınız?

Çilingir: Tabur komutanım sordum. Kararsız olduğunu anlayınca esirleri serbest bırakmayı teklif ettim. Kabul etti. Esirlerin bulunduğu yere giderek Maria’yı yanıma çağırdım. Gidebileceklerini söyledim, yolu târif ettim. Maria, sevinç pırıltıları içerisindeki gözlerini gözlerime dikerek;

‘Sizlere minnettarız, bizlere insanlık dersi verdiniz, çok teşekkür ederim. Şunu da belirtmek isterim ki, bu durum aynı şekilde Türk kadın ve kızlarının başına gelseydi, bizim askerlerimiz; çoktan ırzlarına geçmiş ve pek çoğunu da öldürmüşlerdi. Seni ömrüm boyunca unutmayacağım Cesur Türk,’ diyerek boynuma sarıldı.

Bundan daha onur verici bir durum olabilir miydi? Aylar sonra Rum televizyonunun karşı propaganda yaptığı günlerden birinde, esirlerimiz arasında bulunan Miamilya köyünün papazının, esir düştüğünü ve Türk askeri tarafından nasıl işkence edildiğini yalan dolu sözlerle anlatırken, o yeşil gözlü güzel Maria’nın aynı programda, tam tersine askerlerimizden övgüyle söz etmesi ve eğer izliyorsam bana da sevgilerini gönderişini büyük bir heyecanla izleyecektim. Cesur Kız, hiç tereddüt etmeden anti-propaganda için çıktığı TV programında gerçeği söyleyerek, Rumlara insanlık dersi vermişti.

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

 ***

KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA, BÖLÜM 2




 KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA, BÖLÜM 2


Kıbrıs Barış Harekâtına Katılan Emekli Yarbay ‘Gazi’  
ATİLLA ÇİLİNGİR  

Savaşın Sıcak Yüzünü Anlatmaya Devam Ediyor.



Oğuz Çetinoğlu: 21 Temmuz 1974 sabahı Kıbrıs Adası’na iner inmez savaşın sıcak yüzü ile karşı karşıya geldiniz. Mehmetçiklerimizin durumundan söz eder misiniz?

Atilla Çilingir: Anlatayım. Anlatacağım kahramanlık hâdisesi Mehmetçiğin gerçek yüzünün ta kendisidir. Tarih sayfalarında yazılanlar işte burada canlanmış ve bu hâdisenin tanığı olarak böyle bir askerin komutanı olmaktan daima gurur duyacağım bir gerçeği yaşamıştım. Yine bu olay bir zamanlar liselerimizde okutulan Milli Güvenlik ders kitaplarında bir savaş hâtırâsı olarak yerini almış olup, yetişen kuşaklar tarafından ibretle okunmaktaydı… (Ta ki, milli güvenlik dersi son dönemde okullarımızdan kaldırılıncaya kadar..!)

Harekât bölgesine Piyade Kıdemli Yüzbaşı Süha Baykara ile birlikte aynı helikopterde gelmiştik. Havan mermileri düşmeye başladığında yine aynı helikopterden inen Siirt’in Şırnak ilçesinden Er Salih Kabul, mermilerin savurduğu toz yığınları arasında toprağa gömülmüş gibiydi.

Yüzbaşım, ben ve tabur doktorumuz Üsteğmen Taner Göde o istikamete doğru fırladık. Mehmetçiğin kızgın güneşten kavrulan sakallı yüzü yeşilimsi bir renk almış, tebessüm eder gibiydi. Gözlerinin canlılığı kaybolmamıştı. Sağ bacağı hemen dizinin altından kopmuş, bir karış kadar kemik parçası bıçak gibi ucunda duruyordu. Sağ eli ile potininin içinde kanlı et yığını gibi duran kopuk ayağını sımsıkı tutuyordu. Kopuk bacaktan fışkıran kutsal temiz kanı toprakta köpürüp fokurduyordu. Doktor ilk müdahaleyi yaptığı sırada ben ve Yüzbaşım telaşla emirler veriyor ve bir araç bulunmasını istiyorduk. Bu sırada Salih başını kaldırdı ve yaşaran gözlerimize bakarak:

‘Niçin telaş ediyon gomutanım? Gözlerinizdeki yaşlar niye ki! Anamız bizleri bu günler için doğurmadı mı? Hele bir cigara verin’ diye mırıldandı ve bayıldı.

Hiçbir şey söyleyemedim, dudaklarımı öyle bir ısırmışım ki; biraz sonra yanımdaki er:

‘Komutanım ağzınızdan kan geliyor, bir şey mi oldu?’ dedi.

‘Hayır!’ diyebildim.

O kan ağzımdan değil parçalanan yüreğimden geliyordu.

Kahraman Salih’i, temin edilen bir Land-Rover tipi araç ile Lefkoşa Boğaz Bölgesine kurulan sahra hastanesine gönderdik. Araç giderken üzerindeki Kızılay bayrağına rağmen Rumlar tarafından açılan makineli ve uçaksavar ateşini büyük bir üzüntü ile gördük.

‘Mehmetçiği tanımak için okumak değil yaşamak gerek’ diyordum ve büyük Atatürk’ün ‘Muhtaç olduğumuz kudret damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur.’ sözlerini daha iyi anlıyordum. Artık savaşın sıcak yüzü bizi de yakmaya başlamış ve ilk ağır yaralımızı vermiştik. İnşaallah zayiatımız bu kadarla kalırdı.

Bütün birlikler çepeçevre yerlerini almışlardı. Güneş, Beşparmak dağlarının üzerinden yavaş, yavaş kaybolmaya başlamıştı. Saat 19:00 civarında Ceylanpınar – Fotta köyü istikametinden Rumların zırhlı araç ve tanklar ile indirme bölgesine taarruz başlatacakları haberi geldi. Gerçekten de gelen araçların ve tankların gürültüsü duyulmaya başlamıştı. O istikamette 2. Piyade Bölüğü bulunuyordu.

Çetinoğlu: İlk ‘Ateş!’ komutu ne zaman verildi?

Çilingir: İşte tam o sırada adanın burnu istikametinde ay yıldızlı çelik kanatların sesi duyuldu. Anlaşılan gelişen durum karşısında hava desteği istenmişti.

Uçaklarımızın, Rum zırhlı araç ve tanklarının bulunduğu bölgeyi hallaç pamuğu gibi atmalarını büyük bir sevinçle izledik. Uçaklarımız, ada üzerindeki görevlerini bitirerek yurda dönmüşlerdi. Ama bizleri bundan sonraki saatlerde neler bekliyordu acaba?

Çetinoğlu: Gelişen ve yaşadığınız hâdiseler sebebiyle herhalde ne durumda olduğunuzun farkında değildiniz…

Çilingir: 18 Temmuz’dan beri gözümüzü kırpmamıştık.

Herkes çok yorgundu. Fakat bizlerin uyuması demek, büyük bir felaket ile karşılaşmamız demekti ki, bu da birliğimizin bir baskın ile büyük kayıplar vermesine sebep olabilirdi. Gecenin karanlığı her yanı kaplamıştı. Beşparmak dağlarındaki birliklerimizin çarpışması bütün şiddeti ile devam ediyordu. Bizler de dağların eteklerinde bu ateş düellosunun seyircileriydik sanki. Namlunun ağız alevleri bir sağ tarafa, bir sol tarafa doğru ilerliyor, atılan izli mermiler, aydınlatma mermileri sanki beşparmak dağlarını bayram yerine çeviriyordu. Ne yazık ki, neşeli bir bayram gününün gecesini değil, muharebenin en şiddetli saatlerini yaşıyorduk. Bu arada yanımda Üsteğmen Kamil Arslan ile uykuya karşı büyük bir mücadele vermeye başladık. Saat gece yarısını çoktan geçmişti ve hafif bir rüzgâr çıkmıştı. Sallanan ağaçlar yürümeye, uzaklarda görünen ışıklar üzerimize doğru gelmeye başlamıştı bile. Evet, hayal görüyorduk ve uyumamak için son gayretlerimizi harcıyorduk artık. Yarı uykulu, yarı uyanık bir vaziyette sabahı bulduk. Korkunç yorulmuştuk, hiçbir şey hatırlamıyordum. Bu sırada Tabur Komutanımız beni yanına istedi. Tugay komutanının çağırttığını söyledi ve birlikte Sabri Paşa’nın yanına gittik.

Çetinoğlu: Savunmadan taarruza geçiş mi var?

Çilingir: 22 Temmuz 1974 günü, saat 11:30 civarıydı. Geriye dönerek taburun toplanması için gerekli emir verildi. Bölükleri taarruzun başlayacağı bölgeye götürmek üzere sivil otobüsler görevlendirilmişti. Bölükler araçlara biniş sırasına göre dizilmeye başladılar. Tam o sırada helikopterlerimizin sesi duyuldu. Adaya yeni bir birlik getiriyorlardı belki de. Saat 13:00 civarında helikopterler, tam taburumuzun bulunduğu tertiplenme bölgesine yeni birlikler indirmeye başladılar. Yeni gelenler tesadüfe bakın ki bizim alayın geri kalan unsurları idi. Alay komutanımız ve diğer arkadaşlarla kucaklaştık. Bu sırada da taburumuz taarruza iştirak etmek üzere araçlara binmeye başlamışlardı. Tam bir karışıklık olmuştu. Fakat duruma kısa zamanda hâkim olarak yeni gelenlerin aramıza karışmaları önlendi. Taarruz emri aldığımız Dikoma’lara sapan yol kavşağında birliklerimiz araçlardan inmeye başlamışlardı…

Çetinoğlu: Kıbrıslı mücâhitler neredeler?

Çilingir: Mücahit Taburu Koçtepe denilen bölgede bulunuyordu. O bölgeden taarruz yapılacak olan arazi çok iyi görünüyordu. O bölgeye gittik, gerçekten de hâkim yüksek bir araziydi, ancak Yukarı Dikoma Bölgesi de bizim bulunduğumuz yeri kuşbakışı görüyordu ve taarruz edilecek arazi devamlı olarak Rumların havan ve topçu ateşi altında idi. Yani hâkim yüksek tepeler Rumların elindeydi. Bulunduğumuz yerde, Koçtepe’de, mücahitlere ait küçük bir birlik vardı.

20 Temmuzu 21 Temmuza bağlayan gece, bu mücahit birliği, Rumların baskınına uğramış ve bir hayli zayiat vermişlerdi. İşte burada ellerinde bulunan 81 mm’lik tek bir havan ile karşı sırtlara görerek ateş ediyorlar, ellerinden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Saat 16:30 sularıydı, Aşağı Dikoma’ya taarruz edecek olan taburumuzun birinci hat birlikleri araziye yayılmış ilerliyorlardı. Bölüklerin havan kısımları hedeflerini ateş altına almışlardı.

22 Temmuz günü saat 16:30’dan itibaren taburumuz Aşağı Dikoma bölgesine taarruza geçmişti. Üsteğmen Mehmet Sözmen’in l. Piyade Bölüğü ile Üsteğmen Mesut Akyar’ın 2. Piyâde Bölüğü birinci hatta, Üsteğmen Taner Uygun’un (savaştan kısa bir süre sonra kaybettiğimiz Taner ağabeyi rahmetle anıyorum.) 3. Piyade Bölüğü ise ihtiyatta idi. Ben Tabur S-3’ü olarak üsteğmen Mehmet Sözmen ile birlikte idim.

Bu cehennem sıcağında mürettebatla kullanılan silahların taşınması çok zordu. Bu silahlar Mehmetçiğin omuzunda, kucağında nasıl olursa olsun mutlaka taşınacaktı. Hem savaşacak hem de bu ağır silahları beraberimizde taşıyacaktık. İşte burada fizik gücü, moral kondisyonu, iman bütünlüğü hepsi bir arada ortaya çıkıyordu. Eğitimin etkisi buydu

Çetinoğlu: Eratın hepsi eğitimli miydi?

Çilingir: Acemiler de vardı. Fakat tecrübeli ve vatanı korumaya azimli erlerimiz onlara çok mükemmel örnek oluyorlardı. Mürettebat komutanı olduğu anlaşılan kısa boylu, yağız bir çavuşun mürettebatını şevke getirebilmek için uçaksavar mermilerinin şeritlerini çaprazlamasına vücuduna doladığını gördüm. Çavuşun kucaklamış olduğu uçaksavar makineli tüfeğinin gövdesinin sıcaklığının yanı sıra; muharebe heyecanından vücuduna şeritler halinde doladığı 12,7 mm’lik mermilerin sivri uçlarının boğazına ve ensesine batmasına kanatmasına ve cehennemi sıcağa aldırış bile etmeden, silahın gövdesini çelik gibi pençeleriyle kucakladığı halde diğer dört arkadaşına bağırıyordu: Haydi kardeşlerim, şu tepeyi de aldık mı Rum’un işi tamam!

Taşıdığı yük neredeyse kendi ağırlığının bir misli fazlasıydı. Mehmet’im buydu işte!

Bölüklerin havan kısımları, cephane sandıklarının çoğunu Boğaz bölgesinin Dikomalara doğru sapan asfalt yolun başındaki Çeşme civarında bırakmışlardı.

Yanımdaki Yiğit Çavuş ile birlikte bu cephane sandıklarını, civardan bulduğumuz bir kamyonete yükledik ve bölüklerin havan kısımlarının mevzilendiği yere getirdik. Burada 2. Bölüğün Silah Takım Komutanı üsteğmen Burhan Özgür vardı. Cephaneyi O’na teslim ettikten sonra Üsteğmen Mehmet Sözmen’in yanına gittim. Burada 81 mm’lik havan kısımları hedefi görerek atışa başlamışlardı.

Bulunduğumuz yer Beşparmakların yamacında ve bir yarın üst tarafı idi… Buradan havan mermilerinin nereye düştüğünü çok iyi görebiliyorduk. Sanki havan ileri gözetleyicisi konumundaydık. Kısa bir süre sonra Yukarı Dikoma bölgesinde tespit etmiş olduğumuz Rum mevzilerini havan ateşi altına almış, bir nebze de olsa; taarruz eden piyadelerimize rahat bir nefes aldırmıştık…

Çetinoğlu: Rum tarafı ateş etmiyor mu?

Çilingir: Tabii ki, Rumlar bulunduğumuz bölgeyi yoğun bir havan ve topçu ateşi altına almışlardı… Özellikle en hâkim noktadan yüksek bir yerden de, devamlı uçaksavar ateşi yiyorduk. Bu sırada ben Pala diye takıldığımız Üsteğmen Mehmet Sözmen’in bölüğünün yanında ve onunla beraberdim. Ateş edilen yeri tespit etmiştik. İş susturulmasına kalmıştı. Üsteğmen Sözmen bir 57 mm’lik geri tepmesiz top getirtti ve ilk atımda o mevziiyi darmadağın etti. Bizler de ilerlemeye devam ediyorduk. Yanımda yazıcılarım ve telsizcilerim vardı. Beşparmakların yamacından aşağıya doğru inerken… Önümdeki kayalıklara peş peşe üç mermi geldi

İlk defa ölümle karşı karşıya geliyordum ve şanslı idim. Atılan mermiler isabet ettikleri yerde bir daha patlıyordu. Meğer ki Rumlar dum dum kurşunu atıyormuş. Birlikler ilerlemeye devam ederken hava kararmaya başlamıştı bile. Ben, Tabur Komutanının yanına gelmiştim. Bu sırada Süha Yüzbaşı da oraya gelmişti. Bir de nereden katıldığı belli olmayan, bize kılavuz olarak gönderildiğini söyleyen Abdullah isminde şişman bir mücahit çavuşu geldi yanımıza… Doğu istikametinde bir kireç ocağı vardı, oraya girdik, geceyi orada geçirecektik. Bir ara çok acıktığımızın, ama yanımızda bir şey olmadığının farkına vardık. Mücahit Abdullah Çavuş, Boğaz bölgesine giderek bir şeyler bulabileceğini söyleyerek ayrıldı. Döndüğünde yanında büyük bir karpuz ve hellim peyniri getirmişti.

Karpuzu kasaturayla parçalara bölerek paylaştık. Elimdeki parçayı çekirdekleri dökmek için bir silkeleyeyim dedim parmağımdaki alyansım fırladı gitti. O an içime bir endişe oluştu. Sanki ertesi gün ölecekmişim gibi bir hisse kapıldım. Uzun bir süre el yordamıyla kireçlerin arasında eşimin ismini taşıyan yüzüğümü aradım ama gecenin karanlığında bulmam imkânsızdı.

Ertesi sabah erkenden taburu toplayıp yola devam etmek için o gece hazırlıklarımızı tamamladık.

Geceyi bu kireç ocağında geçirecektik. Bulunduğumuz yeri tabur habercileri ile çevremizdeki birliklere ilettik.

22 / 23 Temmuz gecesi, karşılıklı aydınlatma mermilerinin atılmasıyla her iki taraf da birbirlerinin yerlerini tespit etmeye çalışıyorlardı. En ufak bir belirtide cehennemi bir ateş yığını o bölgeye çöküyordu. Rumlar araziyi çok iyi tanıyorlardı. Yıllarca yaşadıkları bu yerlerde, en ufak bir taşın yeri bile bilgileri dâhilindeydi. Doğrusunu söylemek gerekirse gece muharebelerinde de bir hayli iyiydiler. Bizler bu yerlere çok yabancıydık. Günün aydınlık saatlerinde belirleyebildiğimiz kadarı ile hedefler seçmiş ve bütün gece boyunca buraları ateş altında tutmaya çalışıyorduk.

Çetinoğlu: Gece nasıl savaşıyordunuz?

Çilingir: Gece boyunca Rumların ateş ettikleri silahların namlu ağız alevlerini izleyerek onlara karşılık veriyorduk. Saat 23:30 sıralarında kolordu karargâhından gelen bir haberci tabur komutanını kolordu komutanının yanına istediğini belirtti.

Turgut Binbaşım ve ben, gelen habercinin arabasıyla kolordu karargâhına hareket ettik. Kolordu- karargâhı, kendisine muharebelerin sevk ve idare yeri olarak Boğaz bölgesinde iki katlı bir binanın bodrum katını seçmişti…

00:30’da Korgeneral Nurettin Ersin’in yanındaydık. Kolordu komutanımızın yanında kurmayları vardı. İçlerinden hatırlayabildiğim kadarıyla ve sonradan 2. harekât sonunda üst birlik ile tek irtibat sağlayabileceğimiz komutanım Kurmay Albay Sabahattin Akıncı, Bayraktarlık Karargahı’ndan subaylar vardı.

Korgeneral Nurettin Ersin Paşa, Tabur Komutanıma:

‘Binbaşım, 23 Temmuz sabahı erkenden Sihari-Vuno istikametine taarruz ederek, akşam karanlık basmadan, bu iki köyü alacaksınız.’ Dedi.

Ersin Paşam, gerekli bilgileri verdikten sonra hedeflerin en kısa zamanda ele geçirilmesi gerektiğini tekrarlayarak, birliğimizin başına gitmemizi istedi. Gece 01:30 civarında kolordu komuta merkezinden ayrıldık.

Çetinoğlu: Sabahleyin neler oldu.

Çilingir: 23 Temmuz günü sabahının ilk saatleri. Herkes çok yorulmuştu. Korkunç bir sıcaklık vardı. Susuzlukla birlikte personelin çoğu ishal olmuştu. Yakıcı sıcak altında ilerlemeye başladık. Hedefimiz Sihari ve Vuno köyleriydi. Taburda susuzluk had safhadaydı. Rastlanılan kuyulardan su içmek yasaktı.

Çetinoğlu: Neden?

Çilingir: Rumlar bölgeden kaçarken, kuyulara zehir, pislik ve özellikle şehit ettikleri Kıbrıslı sivil Türklerin cesetlerini atmışlardı.

Sihari köyü uzaktan görününce tabur araziye iyice yayıldı. Kısa bir çatışmadan soma Sihari köyünü ele geçirdik.

Tabur komutanımız gecenin bu bölgede, ancak köyün dışındaki zeytin ağaçları ile kaplı arazide geçirilebileceğini söyledi.

Ertesi gün öğleden sonra Vuno köyüne geldik. Köyün içinde pek çatışma olmadı. Ancak Beşparmak dağının en yüksek yerine kurulmuş olan Bufavento Kalesi denen bir yer vardı, buradan epey ateş açıldı üzerimize. Dağdan kaçan ve sayıları 30-40 civarında Rum Milli Muhafız askeri buraya sığınmışlardı. Bunların yakalanmasını ertesi güne bırakarak, taburu yeni mevzilerine yerleştirdik.

Çetinoğlu: Kısa bir çatışmadan sonra iki köyü aldınız. Rumlar savaştan çekilmişler miydi?

Çilingir: Hayır Rumlar çatışmadan çekilmemişlerdi. (aslında 24 Temmuz 1974 sabahı ateş kes ilan edilmişti ama Rumların bu ateş kese uymaya hiç niyetleri yoktu..!) Rumlar özellikle geceleri bölgeyi ateş altına alıyorlar, gündüz saatlerinde de uzun menzilli silahlarıyla bölgeyi ateş altında tutuyorlardı. Zaten hâkim yüksek araziyi ellerinde bulunduruyorlardı. Bize yakın hangi birliklerin nerelerde olduğunu tam olarak bilmiyorduk; çünkü bölge hem dağlık, hem de meskûn mahal idi. Yani hem dağ muharebesi, hem de meskûn mahal muharebesi yapıyorduk… Bunun yanı sıra bizim taburumuz Dikomalara taarruza başlarken kolordu komutanımız Korgeneral Nurettin Ersin Paşa’dan Beşparmak dağlarındaki temizlik harekâtını ve dağdaki ilerlemeyi Hava İndirme Tugayı’na bağlı komandoların yapacağı emrini vermişti. Bizim tabura genel olarak, Beşparmak Dağlarının yamaçlarını, Aşağı ve Yukarı Dikoma Köylerini Sihari ve Vuno Köylerini ele geçirme emri verilmişti. Ya güneyimizde hangi birlikler vardı? Bütün bu bilinmeyen durumlar içerisinde hava yavaş yavaş kararıyordu.

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



****

KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA, BÖLÜM 1



KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA, BÖLÜM 1



KIBRIS GAZİSİNİN HATIRALARI..,
Atilla Çilingir
(E) Sb. & Kıbrıs Gazisi & Yazar

Atilla Çilingir
KIBRIS


Oğuz Çetinoğlu: Türk Silahlı Kuvvetleri, 20 Temmuz 1974 günü Kıbrıs’a indirme yaptı. Siz 21 Temmuz günü giden ekipte idiniz. O günkü duygularınızı anlatır mısınız?

Atilla Çilingir: 20 Temmuz 1974 Cumartesi sabahı, Mersin ilimize bağlı Ovacık mevkiinde toplanmıştık. Buradan hareket ederek Kıbrıs Barış Harekâtı’na katılacaktık. Sabah 07:00’den itibaren helikopterlerimiz Bolu Komando Tugayı taburlarını dalga dalga Kıbrıs’a götürmek üzere havalanıyordu.

Muhteşem bir tabloydu bu. Helikopterler kama düzeninde havalanıyordu. Kama düzeni genelde savaşa iştirak eden piyade, zırhlı ve motorize birliklerimizin harekât bölgesine intikal ederken kullandıkları bir savaş düzeniydi. Helikopterin adaya gidişi ve dönüşü tam iki saat sürüyordu. Her giden helikopter grubunun dönmesini dört gözle bekliyorduk ve bütün dualarımız onlarla oluyordu. İlk giden grubu götüren helikopterlerimiz hiçbir kayıp vermeden saat 09:00’da Ovacık’a döndü. Ne kadar sevinmiştik. Zira helikopterler havada kaldıkları sürece çok hassastırlar. En ufak bir arıza, uçaksavar isâbeti ile içinde taşıdığı en az 13 vatan evladı silahı ve cephanesi ile birlikte taş gibi düşebilirdi. Allah korusun düşmana tek bir kurşun atamadan şehit düşmek de vardı kaderde.

20 Temmuz 1974 günü Ovacık’tan tam 4 defa havalandı helikopterler. Mehmetçik bir tek helikopter zayiatı verilmeden Ada”ya ayak basmıştı. Bu Allah’ın bir lütfu idi bizlere. İkinci grup 09:00’da hareket etmiş, fakat dönüşü bir hayli gecikmişti. Çünkü Rumlar, çok yoğun bir uçaksavar ateşi ile helikopterlerimizi düşürmeye çalışmış, muvaffak olamamışlardı. Sanki gökyüzü çelik bir zırhla kaplanmıştı. Uçaklarımıza, helikopterlerimize atılan bütün mermiler, roketler geri tepmeye mahkûmdu artık. Çünkü Mehmetçik; hak ve özgürlük için, barış için gidiyordu adaya.

Bizim grup 21 Temmuz sabahı hareket etti.

21 Temmuz 1974. Güzel bir Pazar sabahı yaşıyor Ovacık sahilleri. Ben ve benim gibi binlerce askerimizin ortak kaderini paylaştığımız yeni bir gün daha doğuyordu Türkiye’de. Acaba bir gün önce adaya giden silah arkadaşlarımız ne yapıyorlardı? Kaç şehit, kaç yaralımız vardı? Ele geçirilen bölgeler nerelerdi? Muharebe taktiklerine göre en zor olanını gerçekleştirmiştik: Ada Harekâtı! Hem de sahile çıkan birliklerimiz ile havadan inen birliklerimizin birleşebilmesi için mucizevî bir şekilde aşılan Beşparmak Dağları’na rağmen…

20 Temmuz günü ve gecesi yaşanan kahramanlıkları adaya çıktıktan sonra daha iyi anlayacaktım. Gerçekten de yüreği Mehmetçikten daha sağlam bir askere bugüne kadar dünyanın hiçbir yerinde rastlanmamıştı. Onun içindir ki Rumların geçilemez gözü ile baktıkları Beşparmak dağları ve buralarda yıllar boyu yapılan betonarme mevziler, üstün ateş gücüne sahip silahları, Mehmetçiğin o çelikten iradesi ve iman dolu göğsünde eriyip gitmişti.

Türklüğü ile gurur duyan herkesin kalbi bu bölgedeki başarımız için çarpıyor ve bütün dualarını gönderiyorlardı. Bunu hepimiz hissediyorduk.

Ve işte kader çizgimin yeniden yazılacağı saatler şimdi yeniden başlıyordu.

Saat 06:00. 20/21 Temmuz gecesi hiç uyumamıştım. Günün ilk ışıkları ile birlikte erbaş ve erler uyandırıldılar. Bütün gece boyunca güzel ülkemin o kekik kokulu, şehit kanı ile sulanmış mukaddes toprakları üzerinde kuştüyünden bir yatakta yatar gibi sabahlamışlar; yıldızlarla dolu, özgürlük kokan gökyüzü, üstlerine örtü olmuştu. Şimdi ise yepyeni bir vatan yaratmaya, aslında atalarından miras kalan o mukaddes emaneti, gerçek sâhipleri olarak geri almaya gidiyorlardı.

Birliklerimiz helikopterlerin havalanacağı yere gitmek üzere hazırlanmaya başladı. Daha önce yapılan plana göre eratın arka çantaları ve sahra mutfaklarımız da dâhil, ikmal malzemelerimizin tamamıyla birlikte gidecektik. Ancak son anda gelen emir ile helikopterlere sadece personel, silah ve cephane yüklenecekti. Bu, her subay, astsubay ve erin yanında kendi kadro silahı, kıta yükü cephanesi, bir matara suyu ve demirbaş erzakı (üç günlük konserve ve peksimet) olacak demekti. Ve de tuz tabletleri. Öğrendiğimiz kadarı ile adadaki inme bölgesi ile Beşparmak dağları yanıyordu. Bir de Temmuz güneşinin ısıttığı o cehennemde sadece bir matara suyumuz olacaktı. Fakat Allah yardımcımızdı, moralimiz yüksek, imanımız sağlamdı.

Personelin hiçbirinin muharebeler boyunca sesi bile çıkmayacaktı. Türk insanının atalarından gelen o büyük hasletini birlikte yaşayacaktık: İman Gücü. Hiçbir zorluk karşısında sarsılmayan bu güç, muharebelerin kazanılmasında en büyük faktör olacaktı.

Saatler 08:00’i gösterirken tabur, helikopterlere binmeye başladı. Helikopterlerin bazısı 13 bazısı da 16 kişilikti. Personel adedi, yük durumuna göre ayarlanıyordu. Bu sırada askerî ortaokul arkadaşım Üsteğmen Ali Sencer Zekâi’yi gördüm bir an. Kıbrıs’ta doğup, büyümüştü. O’nun da annesi babası ve yakınları vardı orada. Kendisi ile kucaklaştık. Eğridir’de komando kursundaymış, Kıbrıs’a gitmek için kurstan kaçıp Ovacık’a gelmiş. Harbiye’de aynı bölükteydik. Tabur Komutanımız ikimizin de bölük komutanlığını yapmıştı. Ve şimdi her birimiz Kıbrıs’ta kader arkadaşlığı yapacaktık. Sencer’in de gelmesi için izin alındı. O anda temin edilen makineli tabanca ve kendi tabancası ile Üsteğmen Ali Sencer Zekâi de taburumuza katılmıştı.

Üsteğmen Kâmil Arslan ile birlikte Tabur karagâh eratı ve ben aynı helikopterde 12 kişi idik. Saat 08:50’de helikopterler dizi, dizi havalanmaya başladı.

Evet gidiyorduk. Tam 747 kişi ile kader birliği yapmış, hayatının henüz baharında olan bu insanlardan kaç tanesini kaybedecektik? Mutlu sonu kaçımız görecektik acaba? Geride kalan Toros dağlarının koyu mor renginden geçtiğimiz Akdeniz’in maviliklerine baka baka gidiyorduk. Yarım saat sonra Kıbrıs gözüktü. Girne kıyılarından daha içerilere doğru girdikçe Rumların açtığı uçaksavar atışı da o derece şiddetlenmişti. Cumartesi gününün sersemliğini atan Rumlar oldukça şiddetli ateş ediyordu. Pilotlar 3000 feet’e çıktılar. Belki de ilk kez ölüm korkusunu burada yaşadım. Ancak bu korku pisipisine ölmekten ileri geliyordu. Helikopter havada vurulacak olsa, taş gibi yere inecektik; hiçbir şey yapamadan, verilen görevi yerine getiremeden…

Saat 09:50… Helikopterler daha önce bahsedilen ve haritadan incelemeye çalıştığımız yere; Kırnı bölgesine bölüklerimizi indirmeye başladı. Cehennem ateşi altında idik. Her taraftan yapılan havan atışları tarlaları hallaç pamuğu gibi atıyordu. Bir taraftan tutuşmuş otlar, büyük yangınlar meydana getirmişti. Bizim helikopter de yere yanaştı. Kızaklarını yere koymadan kapılarını açtık ve fırlattık kendimizi yumuşak toprağa. İşte gelmiştik Kıbrıs’a. Bundan sonrası yalnızca kadere bağlıydı.

Çetinoğlu: O andaki duygunuzu tek cümle ile özetlemek gerekirse…

Çilingir: Ölüm ne kadar yakınsa, yaşamak o kadar uzaktı.

Çetinoğlu: Çevre nasıldı?

Çilingir: Isı, güneşte 50 dereceden aşağı değildi. Bir taraftan da yanan tarlaların sıcaklığı… Sanki cehennemde gibiydik. Taburu getiren helikopterlerin her biri ayrı bir yere indirmişti askerlerimizi. Tabur Komutanımızın da nerede olduğunu bilmiyorduk. Saat tam 10:00’du. Tabur karargâhının bütün eratı, ben ve Üsteğmen Kâmil, kuzeye doğru ilerlemeye başladık. Bu sırada sağımızdaki tepeciğin ardından 30-40 kişilik bir grup belirdi. Başlarında l. Piyade Bölük Komutanı Üsteğmen Mehmet Sözmen vardı. Bütün bölükler parçalanmıştı; herkes nerede bir kalabalık görse oraya katılıyordu. Ada’ya iner inmez yanımda bulunan telsizcime telsizi açtırmıştım.

Bu sırada tabur karargâh destek bölük komutanı Yüzbaşı Süha Baykara ve uçaksavar takım komutanı Teğmen Erkan Sucu’ya rastladık. Çiftliğe benzer bir yerde bulunuyorlardı. Yüzbaşı kendi bölüğünün erlerini toparlamaya çalışıyordu. Tam o anda muhabere takım komutanı Saadettin Torkul da bize katıldı. Bu sırada içinde bulunduğumuz tarladaki saman balyaları ve kuru otlar şiddetli bir şekilde yanmaya başladı. Aksilik rüzgâr da bizim tarafa doğru esiyordu ve alevler de hızla bize doğru geliyordu. Teğmen Erkan hemen önümüzdeki çukurun içinde, helikopterden indirdikleri 57 mm’lik geri tepmesiz top mermi sandıklarının bulunduğunu bildirdi. Yangın o bölgeye gelirse tehlike büyüktü. İşte tam o esnada, sanki bu durumu biliyormuşçasına sol yanımızda bir traktör, arkasında hendek açma bıçağı olduğu halde, hızla yanan tarlaya doğru geçti. Kıbrıslı bir mücahitti. Bu vesile ile mücahit ile de tanışmış olacaktık. Onlar yıllar boyu bu mutlu anı beklemişlerdi. Şimdi çoluk çocuk, kadın, ihtiyar demeden Mehmetçiğin yardımına koşuyor ve Kıbrıs’ta yalnız olmadığımızı ispatlıyorlardı. Traktör, yanan tarlanın etrafında hızla hendek açmaya başladı, yangının önü kesilmişti. Tam o esnada traktörün bulunduğu yere bir grup havan mermisi düştü. Adını bile bilmediğimiz o gencecik mücahit, orada şehit oldu.

Çetinoğlu: Sarsılmışsınızdır, moraliniz bozulmuştur.

Çilingir: Buraya gelirken vatan için can vermeyi göze almıştık. İnancımıza göre en yüksek mertebe kabul ettiğimiz şehit olmaktan korkmuyorduk. Moralimizi dualarla yükselttik. Bizim güvenliğimizi sağlamak için ölümle kucaklaşan mücâhit kardeşimiz için çok üzüldük. Hepimiz üzüntüden sanki şok geçirmiş gibiydik. İlk defa muharebenin ne denli kötü bir şey olduğunu orada anlıyor ve içimden dua ediyordum; hepimizi yavrumuza, eşimize ve yakınlarımıza bağışlaması için… İndiğimiz bölge cehennem yerine dönmüştü. Gruplar halinde düşen havan mermileri fırsat bulup da toparlanmamıza müsaade etmiyordu. Aradan yarım saat geçmişti ki, Beşparmak dağları istikametinden çelik kanatlı, aslan yürekli pilotlarımız ay yıldızlı uçaklarıyla bizim yardımımıza kartal gibi geldiler. Uçaklarımız yağdırdıkları bombalarla düşman topçu ve havan mevzileri ile bütün uçaksavarlarını susturmuş, sanki tamamı yerin dibine saklanmıştı… Türk’ün gölgesinden uçaklarının sesinden dahi korkan böylesine korkak bir millet, nasıl oluyor da hâlâ kafa tutabiliyorlardı bizlere? Bir an bu düşüncelere dalmışım. Yüzbaşı Süha Baykara’nın seslenmesiyle kendimi toparladım: Haydi Atilla, tabur komutanımızı bulmamız gerek.

Ben kendilerine beklemelerini söyleyerek, yanımda telsizcim olduğu halde ilerideki sırtlara doğru ilerlemeye başladım. Bir taraftan da telsizle taburun haberleşme kodu olan kaptanı arıyordum. Nihayet telsizde Tabur Komutanımızın sesini duydum. Sanki dünyalar benim olmuştu. Civarımda bulunan birlikleri toplayarak doğuya doğru ilerlememizi, Kırnı Havaalanını göreceğimizi ve taburun orada toplanmasını emretti. Bu sırada Ovacık’ta bize katılan Kıbrıslı Üsteğmen Ali Sencer Zekâi’ye rastladım. Hepimizde olduğu gibi o da toz ve toprakla karışan terden meydana gelmiş bir çamura bulaşmıştı. Susuzluktan dudaklarımız parça parça olmuştu. Günlerdir çıkarmadığımız ayakkabı ve çoraplar, ayaklarımızın altını parçalamıştı. Ama bunların hiç farkında bile değildik, acısını da duymuyorduk.

Tek bir düşüncemiz vardı şimdi, toparlanmak ve bir an önce Kıbrıslı Türkleri kurtarmak.

İlerlemeye devam ettik. Bu sırada yabanî bir armut ağacına rastladık. Susuzluğumuzu, kopardığımız yabanî armutlarla gidermeye çalıştık. Tam bu esnada nerden geldiğini kestiremediğimiz bir grup 81 mm’lik havan mermisi az ilerimize düştü. Derhal içerisinde bulunduğumuz tarlaya yapıştık. Muharebede kaide, ölmeden öldürmekti. Onun için postu deldirmemeye yemin ettim.

Nihayet Kırnı Havaalanı’nın ince bir şerit halinde uzanan yarım kalmış bozuk pistini gördük. O bölgeye birkaç sivil otobüs toplanmış, gelen birlikleri görev yerlerine götürmek için bekliyordu. Yanımızda hafif piyade silahlarının dışında ne ağır silahlar, ne de aracımız vardı. Ancak hepsine bedel Mehmetçiğin çelikten de kuvvetli imanı, korkusuz vatan aşkı için çarpan tertemiz bir yüreği vardı. Telsizdeki tabur Komutanımızın sesi daha da kuvvetlenmiş ve nihayet yerini kesin olarak bulmuştuk. Adaya ineli tam 6 saat olmuştu ve toparlanıyorduk.

Saat 16:00’da bütün bölük komutanları, subay ve astsubayları, Mehmetçikleri ile taburumuz bir araya geldi. Birkaç kayıp askerimiz vardı ama onları da sonraki günlerde bulacaktık.

Saat 17:00’de Bolu Komando Tugay Komutanı Tuğgeneral Sabri Demirbağ tabur komutanımızı istedi. Ben ve binbaşım beraberce Tugay komutanımızın yanına gittik. Sabri Paşam, Kırnı düzlüğünde etrafına dizdiği saman balyaları arasında oturmuş, güneşten korunmak için de bir portatif çadırı gölgelik yapmıştı. Bize ‘Hoşgeldiniz’ diyerek, tabur görevinin hava indirme bölgesinin çevre emniyetini sağlamak olduğu emrini vererek, özellikle gece çok dikkatli olmamızı istedi.

Tabur komutanı ile birlikte taburumuzun Kırnı ovasına yayılmış olduğu bölgeye döndük. Bulunduğumuz yere 150-200 metre mesafede bir üzüm bağı vardı. Telsizle, bölük komutanlarının burada toplanmasını istedim.(Aynı zamanda taburumun harekât ve istihbarat kısım âmiri görevini de ben yapıyordum…) Az sonra dört bölük komutanı ile birlikte üzüm bağının ortalarına yakın bir yerde kurulu çardağın altında toplandık. Adaya indiğimizden beri geçen saatler her birimizi sanki on yaş ihtiyarlatmış, bununla birlikte tecrübe kazanmış, eski birer savaşçı gibi olmuştuk. Bütün heyecanlar, korkular geride kalmıştı. Şu anda sadece tek şeyi düşünüyorduk: Başarmak. Askerlerimizin bir tanesini bile kaybetmeden yurda geri dönmek. Ama yapacak daha o kadar çok işimiz vardı ki…

Kırnı bölgesinde hava başını tutmuştuk, ya sonra? Bölük komutanı arkadaşlara görevlerini bildirdik ve her biri çevre emniyetini sağlamak üzere kendilerine ayrılan bölgelere hareket ettiler. Daha onlar sanırım birliklerinin bulunduğu yere ulaşmamışlardı ki bulunduğumuz bölge cehennem yerine döndü! Rumlar yine Kırnı ovasına havan ve top mermileri yağdırmaya başlamışta. Bir taraftan Temmuz sıcağı, diğer yandan alev alev yanan saman balyaları… ‘Yaşarken cehennem ateşini görmek böyle olmalı’ diye düşündüm bir an. Düşmanın bütün kini, topçu, havan ve uçaksavar mermileri halinde üstümüze çökmüştü.

‘Sabır Allah’ım, güç ver bizlere…’ diye mırıldanırken, 100 m. kadar ilerimize yine bir grup havan mermisi düştü. Derhal içerisinde bulunduğumuz tarlanın zeminine yattık.

Kim demiş ‘Asker katı kalplidir’ Diye. Korkusuz subaylarımız da duygulanır.

‘O kan ağzımdan değil parçalanan yüreğimden geliyordu.’                                                                       
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

17 Eylül 2016 Cumartesi

1979 yılı Muhtırası





 1979 yılı Muhtırası



1979 yılı muhtırası

Çare’yi Ordu bulacaktı: Önce muhtıra, Arkasından darbe!


 1979 yılı Muhtırası

Yıl 1979 Aralık ayının son günleri. Türkiye  darbenin arifesi olan bir muhtıra ile karşı karşıyaydı.
İsterseniz,canınız sıkılmazsa, Ogünleri yaşayan birinin kaleminden okumak isterseniz; buyurun, benim “Balans Ayarları/Cumhuriyet Döneminde Askeri Muhtıralar” adlı kitabımdan okuyunuz. (*)

Muhtıra arafesindeki 1979 yılına gidelim.

 Hayat pahalılığının altında ezilen halk yığınları 1979 yılının ilk günü, çektikleri yetmiyormuş gibi “zamlara merhaba” demek zorunda kaldılar…
 Yılın ikinci günü ise, sağ partilerin oklarına hedef olan emekli hava generali İrfan Özaydınlı içişleri bakanlığından istifa etti.Yerine polis eski şeflerinden Orhan Eyüpoğlu getirildi.10 gün sonra da adı ileride bir film yıldızı ile dedikodulara karışacak olan Hasan Fehmi Güneş getirildi. 15 gün içinde üç işleri bakanı gören Türkiye’de anarşi ve terörü önlemenin imkanı varmıydı?
 AP, hükümeti/CHP iktidardadır/ devirmek için “Kahramanmaraş olaylarını” gerekçe göstererek gensoru önergesi verdi fakat meclis bu gensoruyu sanki böyle bir olay olmamış gibi vurdum duymazlıkla reddetti.
 Terör, enflasyon ve istikrarsızlık ile boğuşan hiçbir hükümet başarılı olamıyordu… Adeta zoraki ayakta durabiliyordu !...

 Bu üç sorun Türk insanının kaderi olmuştu: yıllarca terör ve anarşi ile iç içe olacak ve alışacaktı…

 Eskiden “ Üç kutup ” diye adlandırılan, değişik görüşteki militanlar arasında çıkan çatışma olarak görülen terör; zamanla devletin güvenlik güçlerini hedef seçerken; bununla yetinmedi: giderek hedef tesbiti yapılmadan halk yığınlarının üzerine de yöneldi. Bu terör örgütlerinin “bireysel terör” den, “kitlesel terör” stratejisine dönüşümüydü? Kurtarılmış mahallelerin yerini, kurtarılmış kentler aldı. Özelikle MHP, CHP ve AP’li siyasileri hedef alan öldürme olayları tepelerden, il ve ilçe bazındaki parti yöneticilerine inmeye başladı: Akpazar’ın CHP’li belediye başkanı Fikri Üstündağ, MHP Manisa il başkanı eczacı Cemil Çöllü, İstanbul’un eski polis şeflerinden Ilgaz Aykutlu, Adıyaman MHP il başkanı, Kars AP il başkanı,Uşak MHP il başkanı, Adana emniyet müdürü Cevat Yurdakul, Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanı Ümit Doğanay, gazetecilerden Abdi İpekçi ve İlhan E.Darendelioğlu, prof.C.O. Tütengil teröre kurban gittiler.. .İdeolojik bazlarda sivri uç olmayan, bilakis denge adamı olarak kabul edilen Abdi İpekçi’nin öldürülmesi Türkiyede fırtınalar kopardı. Sol kesim adres olarak MHP ve ülkücüleri gösterdi. İpekçi’nin katili olarak yakalanan M.Ali Ağca “İpekçiyi düzeni savunduğu için öldürdüm.” diyordu. Sol basın tarafından,Ağca’nın ülkücü kesim ile ilişkileri sergileniyordu… Bu tür cinayetler sağ ve sol partiler ile derneklerin, örgütler’in “öc alma” duygularını alevlendiriyor; bir cinayetin ardından hemen misilleme yapılıyor, daha çok kan dökülüyordu… Gazeteler adeta tiraj raporu verir gibi terör raporu yayınlıyorlardı… Güneydoğu bölgesinde sol örgütlerin yanı sıra “apo’cular/ daha sonra PKK’lı diye anılacak” bir terör örgütü de cinayetleriyle varlığını duyurmaya başladı. Bunların hedef kitlesi daha çok güvenlik güçleri elemanlarıydı. Türkiye’nin doğusunda ve güneydoğusunda “bağımsız bir kürdistan” savaşımı için “kürt milliyetçiliği” tez’i ile ortaya çıkmışlardı. Apo’cuların lideri Abdullah Öcalan/Apo’nun; eski bir Mit mensubunun damadı olduğu, devlet tarafından burs ile okutulmuş eski  solcu görüşlü bir öğrenci olduğu ortaya çıkıyordu.

 Bazı il ve ilçelerde karanlığının basmasıyla birlikte sokaklar boşalıyor ve insanlar tanımadıklarına evlerinin kapılarını açmıyorlardı.

 Ermeni terör örgütü ASALA’da temsilciliklerimize karşı eylemlerini sürdürüyor, elçilik mensuplarını öldürmeye devam ediyorlardı…

 Ticaret dünyamız bitkisel hayata girmişti: akaryakıt yokluğu yıllar öncesini hatırlatırcasına karne ile verilmeye başlanmıştı. Çiftçiler traktörleri ile şehirlerarası yolları kesiyor, şehirlerarası ulaşımlar da mazot ve benzin yokluğundan yapılamıyordu “Ezeli ve Ebedi düşman” diye adlandırılan Yunanlılardan bile petrol istenmiş; “yok!” cevabı alınmıştı. İlaç ve gerekli malzeme yokluğundan hastaneler ameliyat yapamıyorlardı… İlaç, yağ, petrol, ampul ve yedek parçalar karaborsaya düşmüştü… Gazeteler; havalanlarında pist lambasının ampulü bulunamadığı için uçakların Yeşilköy ve diğer havalanlarına iniş-kalkış yapmadığını yazıyorlardı !...

 Ecevit’in bir günde bağımsız yaparak hükümet kurduğu bakanlardan altısı hükümete bir uyarı mektubu vererek “hükümetin aşırı uçlara aman vermemesini ve teröre acil çözümler getirmesini” istediler. Sanki kendileri başka bir hükümetin üyesiymiş veya muhalefet partisi temsilcileriymiş gibi!...

 Gelen fırtınayı ürkerek seyreden cumhurbaşkanı Fahri Korutürkkendisine güven duyulmadığı inancını hissettiği”ni belirterek güvenoylaması istedi. Korutürk’ün bu talebi bir hassasiyetten mi kaynaklanıyordu, yoksa ayak sesleri duyulan bir darbeye muhatap olacak bir cumhurbaşkanı olmak mı istemiyormuydu ? İkisi de olabilir: AP lideriDemirel’in “Çankaya/ cumhurbaşkanını kastediyor/ tarafsızlığını yitirmiştir.” Sözü, biraz da askerleri tanıma  deneyi ve içgüdüyle bu davranış içine girmiş olabilir…
 Cumhurbaşkanı Korutürk istifa etmedi ama hükümette çatırdılar başladı: önce bir “uçkur” meselesinden dolayı içişleri bakanı H.Fehmi Güneş, 16 Ekim de de başbakan Ecevit istifa ettiler.

 Tahtaravallinin öteki ucu havaya kalkarken Demirel’in fötör’ü yekseliyordu. Diğer uçta oturan Ecevit’in altındaki koltuk da yere yapıştı: başbakanlık  Demirel’e verildi

 Demirel, MSP ve MHP’nin dışarıdan desteğini alarak 12 Kasım günü hükümetini kurdu.


 ***

 Terör örgütleri yeni bir alan daha keşfetmişlerdi: sömürü düzeninin kasası olarak kabul ettikleri bankaları soymaya başladılar: Öyle ya, bankaları; kan emen kapitalistler soyacağına/ daha o zamanlar banka sahipleri bankalarını soymaya başlamamışlardı/, bu düzene karşı olan sol örgütlerdevrim için soymalıydı… Adam kaçırmalar, öldürmeler ve bombalamalar alabildiğine hızlandı… Ege bölgesinin birçok yerinde başlayan orman yangınları da organize bir hareketin damgasını taşıyordu; Eylül ayı geldiğinde; tamı tamına 120 yerde orman yangını çıkmıştı. Ekim ayında da Kuşadasında 600 dekarlık orman kül oldu. Bu arada Atatürk’ün yat olarak kullandığı Savarona okul gemisiİzmirde Tariş iplik fabrikasıda bu yangınlardan nasiplerini aldılar. Hatay’da bir ailenin sekiz ferdi üzerlerine benzin dökülerek yakıldılar; bunların fotğrafları gazetelerde yayınlandığında, cinnet geçiren bir toplumun ürünleri hüzünle seyrediliyordu…
 Kim tarafından mı ?
 Türkiyede yaşayan herkes tarafından!
 Yönetilenler,yönetenler ve askerler tarafından!
   Yılın son günleri geldiğinde Kahramanmaraş olaylarının yıldönümü dolayısıyla TÖB-DER/Solcu Öğretmenlerin kurduğu dernek/ tarafından yurdun her tarafında başlatılan protesto gösterileri ve öğretmen direnişleri yüzünden birçok okullarda derslere girilmiyor, DİSK’in de destek vermesiyle fabrikalar da da kısa bir süreli işi durdurma eylemleri başlatıldı. Öğretmen ve işçi eylemlerine/ gerçi bu iki kesim de sol tandanslıydı/  sol örgütler de katılınca; eylemciler ile güvenlik güçleri arasında meydan savaşları oluyordu… Ankara ve İstanbul’da /askerlere göre / iç savaşın provaları yapılıyordu… İzmir, Bursa, Antalya , Adana… tüm kentler kaynıyordu… Antakya’da fırınlar açılmadığından halk fırınların kapılarını kırarak kendi ekmeklerini kendileri pişirmeye başlamıştı!
 21 Aralık günü Brüksel’den dönen Genelkurmay Başkanı orgeneralKenan Evren, siyasılerin ve gazetecilerin gözlerinden uzakta, 1 nci ordu komutanlığı karargahında ki bir toplantıya /ayağının tozuyla/ başkanlık etti. Toplantıya kuvvet komutanları,ordu komutanları ve Harb okulu komutanı katıldılar. Evren paşa “tepedeki askerlerin” ne düşündüklerini öğrenmek istiyordu: “yaşanılan bu ortamdan Türkiye’yi nasıl kurtarabiliriz ? ” sorusuna cevap arıyordu…
 Herkes fikrini söyledi:genel düşünce; “…bu safhada 27 Mayıs gibi bir müdahalenin doğru olmayacağı, parlemento’nun, siyasi partilerin ve diğer bütün anayasal kuruluşların birlik ve beraberlik içinde olmaları ve terörün önlenmesi hususunda her kuruluşun üzerine düşen görevi yerine getirmesi için bir uyarıda bulunulmasının uygun olacağı üzerinde hemen hemen fikir birliğine varıldı



MUHTIRA / MEKTUP HAZIRLANIYOR…


Ankaraya dönen Evren paşa , 24 aralık günü bu kez de kuvvet komutanları, jandarma ve donanma komutanlarını çağırdı: genelkurmayda yapılan toplantıda durum yeniden gözden geçirilerek, hazırlanacak mektup/ muhtıra üzerinde çalışma için start verildi.
 26 Aralık günü de genelkurmay ikinci başkanının da katıldığı bir toplantı daha yapıldı: bu toplantıda hazırlanan mektup/muhtıra müsveddesi üzerinde görüşler alındı. Genelkurmay Başkanı Evren, “mektubun muhatabının mevcut veya muayyen/ belirli bilinen/ partilerin veya kuruluşların olmaması, bütün siyasi partilere, anayasal kuruluşlara hitap etmesi” (7) üzerinde hassasiyet gösteriyordu. Paşa’ya göre “…aşağı yukarı bir aydan fazla bir zamandır iktidarda olan hükümeti sorumlu tutmak elbette mümkün değildi.”
 Son toplantıda muhtıranın/ mektubun radyodan okunmasının da doğru olmayacağını uygun gördüler. Muhatap olarak da Cumhurbaşkanı Korutürk’e verilmesi üzerinde mutabık/ düşünce birliği/ kalındı.
 27 Aralık 1979 sabahı Evren paşa’nın başkanlığında toplanan komutanlar hazırlanan uyarı mektubunu/ muhtırayı imzaladılar. Birbirlerine “hayırlı, uğurlu olsun!” dedikten sonra, herkes rahatladı. Kenan paşamuhtıracı/ mektupçu arkadaşlarına dönerek “bu mektubun bir yarar sağlayacağı inincında değilim Göreceksiniz, hiçbirşey değişmeyecektir. Ama biz bu görevimizi de yerine getirelim ki ileride tarih bizi bu yönden tenkit etmesin!” dedi.  
 Kenan paşa’nın bu sözleri, işin muhtıra ile sınırlı kalmayacağı, arkasından bir darbe’nin/ ihtilalin geleceği fikri’nin kafasına yerleştiği düşüncesini öne çıkarıyor. Kısacası, Paşa kararını vermişti bile.
 Mektubun/muhtıranın Perşembe günleri yapılan “mutad görüşme” çerçevesinde verilmesinin uygun olacağı kabul edildiğinden 27 Aralık Perşembe günü saat 17.00 de Genelkurmay Başkanı Evren elindeki iki mektupla Çankaya köşküne çıktı. Muhtıracılardan başka kimse, genelkurmay başkanının mektubu götürdüğünden haberdar değildi. Kamuoyu bu görüşmenin; cumhurbaşkanı ile yapılan olağan görüşme/mutad görüşme olduğunu sanıyordu.
 Peki, Milli İstihbarat Teşkilatı/ MİT’in bu mektup’dan haberi varmıydı? Belki vardı, belki yoktu; bağlı bulunduğu başbakanına bilgi vermedikten sonra ne fark ederdi ki ?
 İstihbarat birimleri Mit, polis istihbarat, hiçbiri ihtilal veya muhtıra girişimini bugüne kadar başbakana veyahut siyasi iradeye haber vermemiştiki; bugün de haber versinler.
 Verseydi; gidişat değişirmiydi ?
 Demokrat Parti döneminde verilmişti de ne olmuştu? Değişen bir şey olmadığı gibi, bunu ihbar edenin de burnundan fitil fitil getirmişlerdi.
 Demirel’e göre ise “çok şey değişir” miş !...
 Siyasi irade, ordunun ihtilal yapacağına bir türlü inanamamıştı: ta ki, düdük çalınıp, parlamento tatil edilinceye kadar!
 Asker kökenli olmasına rağmen Cumhurbaşkanı Korutürk’ün de muhtıra eline verilinceye kadar, hazırlanışından haberi olamamıştı !

 ***

 Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Cumhurbaşkanı’nın karşısındaki koltuğa saygılı vaziyette oturdu. Nezaket konuşmalarından, hal hatır sormadan sonra; Cumhurbaşkanı Korutürk “Yurtdışı gezisindeydiniz… yurt içinde de geziyorsunuz, izlenimleriniz nedir ?” diye sorunca, Evren paşa’nın beklediği fırsat doğmuştu: fırsatı kaçırmadı; “sayın cumhurbaşkanım, geçtiğimiz haftalar içinde yurtiçi gezilerimde, ordu komutanlığına kadar her kademedeki subaylarla konuştum: durumdan, ne kadar kaygı duyduklarını söylememe gerek yok! Yaptığımız görüşmeleri hülasa ederek bir mektup kaleme aldık. Size vermeyi uygun bulduk!” diyerek getirdiği mektubu cumhurbaşkanı’na verdi. Verirken de “bu mektubu vermek için çok düşündüğümüzü Türkiyenin ikidebir böyle durumlarla karşılaşmasını hiç arzu etmediğimizi, ancak yurt sathında yaptığım gezilerde, denetlemelerde silahlı kuvvetlerin komuta kademesindekilerin çok rahatsız olduklarını, hatta derhal yönetime el konulmasını düşünenlerinde bulunduğunu, silahlı kuvvetlerdeki subayların da büyük çoğunluğunun tedirgenlik içinde bulunduğunu bildiğimden büyük garnizonlardaki denetlemelerimden veya plan tatbikatlarından sonra subaylara hitab ederek, onlara Türkiyenin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için her türlü çaba’nın sarf edildiğini, kendilerinin eğitimleriyle meşgul olmalarını, birlik ve beraberliklerini kaybetmemelerini söylediğimi, çeşitli mektuplar aldığımızı, hatta bunlardan birçoğunun hakaretamiz bir lisanla yazıldığını, 27 Mayıs gibi alttan gelecek bir hareketten çekindiğimizi, Milli Güvenlik Kurulu’nda çekinmeden düşüncelerimizi ve alınması gereken tedbirleri acı acı dile getirdiğimizi, bu mektubu vermeseydik vazifemizi yapmamış olacağımızı, o takdirde daha kötü durumlarla karşılaşmamızın mukadder olduğunu söyledim.” diye anlatıyor o günüEvren paşa ! (
 Sonra ilave eder “ Bu mektubun doğrudan doğruya radyodan okunmasını da düşündük, fakat zat-ı alinize vermeyi daha uygun bulduk. O’nun için size takdim ediyorum.”

 Cumhurbaşkanı şaşkındır, biraz da gayrimemnun!

 İyi ki bana getirdiniz. Eğer radyodan okumuş olsaydınız, ben bu makamı bırakır, giderdim.” dedi. Burukluğunu da belirtmeden geri kalmadı.
 Mektubu okuduktan sonra, takriben bir saat’a yakın baş başa konuştular: neler konuştuklarını bilinmiyor. Kenan Evren’de anılarında bir şeyler yazmamış. Görüşme sonunda Evren paşa kalkarken, Cumhurbaşkanı Korutürk “yarın başbakan ile ana muhalefet partisinin genel başkanını çağırıp görüşeceğim. Kendilerine bu mektubu vereceğim. Zaten yarın saat 11.00 de başbakan mutad haftalık görüşmeye gelecek. Öğlenden sonra da Ecevit’i çağıracağım. Diyalog kurmalarını isteyeceğim.” diyerek mektubun akibeti hakkında da güvence vermek lüzumunu hissetti.
 Genelkurmay başkanı Evren de “esasen bizim düşündüğümüz bu iki partinin / AP ve CHP kastediliyor/ bir araya gelerek koalisyon kurmalarıdır. Diğer bütün koalisyonlar denendi. Hiç birisinden bir netice çıkmadı. Şimdiki hükümetin dışarıdan sağlanacak destekle büyük işler başarmasının mümkün olmadığını, Erbakan’a hiçbir zaman güvenilmeyeceğini, en büyük bu iki partinin bir araya gelemesini bütün aklı başında olanların arzuladığını başka türlü çıkış yolu görmediğimizi, İtalyadaki terör olaylarında sağdaki iktidar partisiyle komünist partinin terörü önleme konusunda işbirliği yaptığını, bizde de pekala, buna benzer bir işbirliğinin yapılabileceğini ifade ettim” diyor, Kenan paşa yine kendi yazdıklarında. “Büyük bir yükten kurtulmuştum. Bu mektubun bir yarar sağlamayacağı ve işlerin düzeleceği inancında değildim. Bu inancımı her zaman kuvvet kumandanı arkadaşlarıma da ifade ettim. Onlar da düşünceme katılırlardı. Zira meclisteki partiler o hale gelmişlerdi ki, en mantıki ve anlaşma sağlanabilecek konularda bile anlaşamayan bu partilerin şimdi bu mektupla anlaşmaları elbette mümkün değildi. Fakat yine de içimde bir ümit yok değildi. Olur ya bir müdahale korkusu ile belki anlaşabilirler diye düşünüyor” du.
 Sayın Cumhurbaşkanım” diye başlıyordu mektup ve 27.12.1979 tarihini taşıyordu, mektubun geri kalan kısmını okumaya başladı cumhurbaşkanı:“ Ülkemizin içinde bulunduğu ortamda devletimizin bekası, milli birliğin sağlanması, halkın mal ve can güvenliği nin temini için; anarşi ve terör ve bölücülüğe karşı parlementer demokratik rejim içerisinde Anayasal kuruluşların ve özellikle siyasi partilerin, Atatürkçü milli bir görüşle müştereken tedbirler ve çareler aramaları kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görülmektedir.
 Milli Güvenlik Kurulu’nun muhtelif toplantılarında bu konuda alınan kararların muhalefete mensup siyasi partilerin kısır tutum ve davranışları yüzünden olumlu sonuçlara götürülmediği yüksek malumlarıdır.
 Kuvvet Komutanları ile beraber yaptığım son gezilerimde Ordu ve Kolordu Komutanı seviyesindeki general ve amirallerle görüşmelerimde, milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde, suretle bir sonuca ulaşmak için gerekli tedbirlerin müştereken tesbiti ile Tüm anayasal kuruluşlar ve siyasi partilerin bir kere uyarılması bütün komutanlarca müştereken dile getirildi.

 Bu karar ışığında Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşlerini, Milli Güvenlik Kurulu Başkanı olarak zat-ı alilerine sunuyorum.
 Gereğini yüksek takdirlerine arzederim.


 Saygılarımla
 Kenan evren
 Orgeneral
 Genel Kurmay Başkanı

 Bu mektuba iliştirilmiş “Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşü” nü aksettiren bir ikinci mektup daha vardı: ikinci mektup ise şöyleydi; “Ülkemizin içinde bulunduğu son derece önemli siyasi, ekonomik ve sosyal ortamda her geçen gün hızını biraz daha artıran anarşi, terör ve bölücülüğe karşı milli birlik ve beraberliğin sağlanabilmesi için, Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke yönetiminde etkili ve sorumlu Anayasal kuruluşları ve özellikle siyasi partileri göreve davet etmek mecburiyetinde kalmıştır. Kahraman Maraş olaylarının yıldönümünde, henüz ilk ve orta öğretim çağındaki evlatlarımızın örtülü eylemciler tarafından zorla sürüklendikleri anarşik olaylar ibretle müşahade edilmektedir.
 Anayasamızın getirdiği geniş hürriyetleri kötüye kullanarak, istiklal marşımızın yerine komünist enternasyonali söyleyenlere, şeriat düzeni davetçilerine, demokratik rejim yerine her türlü faşizmi getirmek isteyenlere, anarşiye, yıkıcılığa ve bölücülüğe milletimizin tahammülü kalmamıştır.
 İktidar olan siyasi partilerin bütün devlet kademelerini kendi siyasi görüşleri doğrultusunda hareket edecek kişilerle doldurulması, kamu görevlilerinin ve vatandaşların bölünmesini zorunlu hale getirmektedir. Siyasi partilerce yaratılan bu bölünme giderek anarşi ve bölücülüğü destekleyen iç kaynakların şekillenmesine, himayesine polis, öğretmen ve diğer birçok kuruluşun biribirine düşman kamplara ayrılmasına neden olmaktadır.
 Türk Silahlı Kuvvetleri, ülkemizin siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlarına çözüm getiremeyen, anarşi ve bölücülüğün ülke bütünlüğünü tehdit eden boyutlara varmasını önleyemeyen, bölücü ve yıkıcı gruplara tavizler veren ve kısır çekişmeler nedeni ile uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir.
 Bölgemizdeki gelişmeler Ortadoğu’da her an sıcak bir çatışmaya dönüşebilecek durumdadır. İşte anarşist ve bölücüler yurt sathında genel bir ayaklanmanın provalarını yapmaktadırlar.
 Ülkede birlik ve beraberliğin, vatandaşın can ve mal güvenliğinin süratle sağlanabilmesi için gerekli kısa ve uzun vadeli tedbirlerin yüce meclisimizde en kısa zamanda kararlaştırılması içinde hayati bir önem taşımaktadır.
 Diğer yandan meclislerin açılışından birbuçuk ay sonra komisyonların teşkil edilebilmesi ve ülkenin acilen çözüm bekleyen konularını müzakere için bugüne kadar gündemin saptanamaması üzüntü ile izlenmektedir.
 Atatürk milliyetçiliğinden alınan ilham ve hızla vatandaşlarımızı kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde milli şuur ve ilkeler etrafında toplanmanın, iç barış ve huzurun sağlanmasında temel unsur olduğu apacık bir gerçektir. Ülkenin içinde bulunduğu bu durumdan bir an evvel kurtulması hükümetler kadar siyasi partilerimiz’in de görevleri arasındadır.
 Türk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet yasası ve kendisine verilen görev ve sorumluluğun idraki içinde ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin, biran önce milli menfaatlerimizi ön plana alarak, Anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.



 Kenan Evren                          Nurettin Ersin                              Bülent Ulusu
 Orgeneral                               Orgeneral                                    Oramiral
 Genelkurmay Bşk.                 Kara Kuvvetleri K.                      Deniz Kuvvetleri K.



 Tahsin Şahinkaya                                                    Sedat Celasun
 Orgeneral                                                                 Orgeneral
 Hava Kuvvetleri K                                                    Jandarma Genel K. “


 Cumhurbaşkanı Korutürk mektubu okuduktan sonra “maksatlarını” öğrenmek istedi:

 “ Peki ne yapmayı düşünüyorsunuz ?”

 Kenan paşa düşünmeden cevap verdi: hazırlıklıydı, ama cumhurbaşkanını da ürkütmeden yanlarına almalıydı.
 “ Eğer bunlar doğru yol’u bulamaz iseler, Meclisi feshetmek ve başka bir yolu denemek gerekebilir. Bizim bu uyarıyı yapmaktan başka çaremiz yok! ” Son toplantıdaki ve emekli komutanların verdikleri havayı da yanıstamıyı, söylediklerini güçlendirici bir kanıtı olarak anlatmayı uygun gördü: “… MGK’nın eskileri yumruğunu vurma önerisinde bulundular, Ancak, ben anayasa dışına çıkmam, dedim” diyor.

 Cumhurbaşkanına “demokrat” gözükmeye çalışan Kenan Evren ilk önce kendisi masaya yumruğu vuracak ve düdüğü çaldırtacak, demokrasiyi kesintiye uğratacaktı.

 Peki olayların sorumlusu kimdi ? Asker mi ? Yoksa bu koşulları yaratanlar mı ? Ya da tepkilerini dedikodu kültüründen öteye ta+5ya0ayan   bir toplum mu ?



..