KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA, BÖLÜM 1
KIBRIS GAZİSİNİN HATIRALARI..,
Atilla Çilingir
(E) Sb. & Kıbrıs Gazisi & Yazar
Atilla Çilingir
KIBRIS
Oğuz Çetinoğlu: Türk Silahlı Kuvvetleri, 20 Temmuz 1974 günü Kıbrıs’a indirme yaptı. Siz 21 Temmuz günü giden ekipte idiniz. O günkü duygularınızı anlatır mısınız?
Atilla Çilingir: 20 Temmuz 1974 Cumartesi sabahı, Mersin ilimize bağlı Ovacık mevkiinde toplanmıştık. Buradan hareket ederek Kıbrıs Barış Harekâtı’na katılacaktık. Sabah 07:00’den itibaren helikopterlerimiz Bolu Komando Tugayı taburlarını dalga dalga Kıbrıs’a götürmek üzere havalanıyordu.
Muhteşem bir tabloydu bu. Helikopterler kama düzeninde havalanıyordu. Kama düzeni genelde savaşa iştirak eden piyade, zırhlı ve motorize birliklerimizin harekât bölgesine intikal ederken kullandıkları bir savaş düzeniydi. Helikopterin adaya gidişi ve dönüşü tam iki saat sürüyordu. Her giden helikopter grubunun dönmesini dört gözle bekliyorduk ve bütün dualarımız onlarla oluyordu. İlk giden grubu götüren helikopterlerimiz hiçbir kayıp vermeden saat 09:00’da Ovacık’a döndü. Ne kadar sevinmiştik. Zira helikopterler havada kaldıkları sürece çok hassastırlar. En ufak bir arıza, uçaksavar isâbeti ile içinde taşıdığı en az 13 vatan evladı silahı ve cephanesi ile birlikte taş gibi düşebilirdi. Allah korusun düşmana tek bir kurşun atamadan şehit düşmek de vardı kaderde.
20 Temmuz 1974 günü Ovacık’tan tam 4 defa havalandı helikopterler. Mehmetçik bir tek helikopter zayiatı verilmeden Ada”ya ayak basmıştı. Bu Allah’ın bir lütfu idi bizlere. İkinci grup 09:00’da hareket etmiş, fakat dönüşü bir hayli gecikmişti. Çünkü Rumlar, çok yoğun bir uçaksavar ateşi ile helikopterlerimizi düşürmeye çalışmış, muvaffak olamamışlardı. Sanki gökyüzü çelik bir zırhla kaplanmıştı. Uçaklarımıza, helikopterlerimize atılan bütün mermiler, roketler geri tepmeye mahkûmdu artık. Çünkü Mehmetçik; hak ve özgürlük için, barış için gidiyordu adaya.
Bizim grup 21 Temmuz sabahı hareket etti.
21 Temmuz 1974. Güzel bir Pazar sabahı yaşıyor Ovacık sahilleri. Ben ve benim gibi binlerce askerimizin ortak kaderini paylaştığımız yeni bir gün daha doğuyordu Türkiye’de. Acaba bir gün önce adaya giden silah arkadaşlarımız ne yapıyorlardı? Kaç şehit, kaç yaralımız vardı? Ele geçirilen bölgeler nerelerdi? Muharebe taktiklerine göre en zor olanını gerçekleştirmiştik: Ada Harekâtı! Hem de sahile çıkan birliklerimiz ile havadan inen birliklerimizin birleşebilmesi için mucizevî bir şekilde aşılan Beşparmak Dağları’na rağmen…
20 Temmuz günü ve gecesi yaşanan kahramanlıkları adaya çıktıktan sonra daha iyi anlayacaktım. Gerçekten de yüreği Mehmetçikten daha sağlam bir askere bugüne kadar dünyanın hiçbir yerinde rastlanmamıştı. Onun içindir ki Rumların geçilemez gözü ile baktıkları Beşparmak dağları ve buralarda yıllar boyu yapılan betonarme mevziler, üstün ateş gücüne sahip silahları, Mehmetçiğin o çelikten iradesi ve iman dolu göğsünde eriyip gitmişti.
Türklüğü ile gurur duyan herkesin kalbi bu bölgedeki başarımız için çarpıyor ve bütün dualarını gönderiyorlardı. Bunu hepimiz hissediyorduk.
Ve işte kader çizgimin yeniden yazılacağı saatler şimdi yeniden başlıyordu.
Saat 06:00. 20/21 Temmuz gecesi hiç uyumamıştım. Günün ilk ışıkları ile birlikte erbaş ve erler uyandırıldılar. Bütün gece boyunca güzel ülkemin o kekik kokulu, şehit kanı ile sulanmış mukaddes toprakları üzerinde kuştüyünden bir yatakta yatar gibi sabahlamışlar; yıldızlarla dolu, özgürlük kokan gökyüzü, üstlerine örtü olmuştu. Şimdi ise yepyeni bir vatan yaratmaya, aslında atalarından miras kalan o mukaddes emaneti, gerçek sâhipleri olarak geri almaya gidiyorlardı.
Birliklerimiz helikopterlerin havalanacağı yere gitmek üzere hazırlanmaya başladı. Daha önce yapılan plana göre eratın arka çantaları ve sahra mutfaklarımız da dâhil, ikmal malzemelerimizin tamamıyla birlikte gidecektik. Ancak son anda gelen emir ile helikopterlere sadece personel, silah ve cephane yüklenecekti. Bu, her subay, astsubay ve erin yanında kendi kadro silahı, kıta yükü cephanesi, bir matara suyu ve demirbaş erzakı (üç günlük konserve ve peksimet) olacak demekti. Ve de tuz tabletleri. Öğrendiğimiz kadarı ile adadaki inme bölgesi ile Beşparmak dağları yanıyordu. Bir de Temmuz güneşinin ısıttığı o cehennemde sadece bir matara suyumuz olacaktı. Fakat Allah yardımcımızdı, moralimiz yüksek, imanımız sağlamdı.
Personelin hiçbirinin muharebeler boyunca sesi bile çıkmayacaktı. Türk insanının atalarından gelen o büyük hasletini birlikte yaşayacaktık: İman Gücü. Hiçbir zorluk karşısında sarsılmayan bu güç, muharebelerin kazanılmasında en büyük faktör olacaktı.
Saatler 08:00’i gösterirken tabur, helikopterlere binmeye başladı. Helikopterlerin bazısı 13 bazısı da 16 kişilikti. Personel adedi, yük durumuna göre ayarlanıyordu. Bu sırada askerî ortaokul arkadaşım Üsteğmen Ali Sencer Zekâi’yi gördüm bir an. Kıbrıs’ta doğup, büyümüştü. O’nun da annesi babası ve yakınları vardı orada. Kendisi ile kucaklaştık. Eğridir’de komando kursundaymış, Kıbrıs’a gitmek için kurstan kaçıp Ovacık’a gelmiş. Harbiye’de aynı bölükteydik. Tabur Komutanımız ikimizin de bölük komutanlığını yapmıştı. Ve şimdi her birimiz Kıbrıs’ta kader arkadaşlığı yapacaktık. Sencer’in de gelmesi için izin alındı. O anda temin edilen makineli tabanca ve kendi tabancası ile Üsteğmen Ali Sencer Zekâi de taburumuza katılmıştı.
Üsteğmen Kâmil Arslan ile birlikte Tabur karagâh eratı ve ben aynı helikopterde 12 kişi idik. Saat 08:50’de helikopterler dizi, dizi havalanmaya başladı.
Evet gidiyorduk. Tam 747 kişi ile kader birliği yapmış, hayatının henüz baharında olan bu insanlardan kaç tanesini kaybedecektik? Mutlu sonu kaçımız görecektik acaba? Geride kalan Toros dağlarının koyu mor renginden geçtiğimiz Akdeniz’in maviliklerine baka baka gidiyorduk. Yarım saat sonra Kıbrıs gözüktü. Girne kıyılarından daha içerilere doğru girdikçe Rumların açtığı uçaksavar atışı da o derece şiddetlenmişti. Cumartesi gününün sersemliğini atan Rumlar oldukça şiddetli ateş ediyordu. Pilotlar 3000 feet’e çıktılar. Belki de ilk kez ölüm korkusunu burada yaşadım. Ancak bu korku pisipisine ölmekten ileri geliyordu. Helikopter havada vurulacak olsa, taş gibi yere inecektik; hiçbir şey yapamadan, verilen görevi yerine getiremeden…
Saat 09:50… Helikopterler daha önce bahsedilen ve haritadan incelemeye çalıştığımız yere; Kırnı bölgesine bölüklerimizi indirmeye başladı. Cehennem ateşi altında idik. Her taraftan yapılan havan atışları tarlaları hallaç pamuğu gibi atıyordu. Bir taraftan tutuşmuş otlar, büyük yangınlar meydana getirmişti. Bizim helikopter de yere yanaştı. Kızaklarını yere koymadan kapılarını açtık ve fırlattık kendimizi yumuşak toprağa. İşte gelmiştik Kıbrıs’a. Bundan sonrası yalnızca kadere bağlıydı.
Çetinoğlu: O andaki duygunuzu tek cümle ile özetlemek gerekirse…
Çilingir: Ölüm ne kadar yakınsa, yaşamak o kadar uzaktı.
Çetinoğlu: Çevre nasıldı?
Çilingir: Isı, güneşte 50 dereceden aşağı değildi. Bir taraftan da yanan tarlaların sıcaklığı… Sanki cehennemde gibiydik. Taburu getiren helikopterlerin her biri ayrı bir yere indirmişti askerlerimizi. Tabur Komutanımızın da nerede olduğunu bilmiyorduk. Saat tam 10:00’du. Tabur karargâhının bütün eratı, ben ve Üsteğmen Kâmil, kuzeye doğru ilerlemeye başladık. Bu sırada sağımızdaki tepeciğin ardından 30-40 kişilik bir grup belirdi. Başlarında l. Piyade Bölük Komutanı Üsteğmen Mehmet Sözmen vardı. Bütün bölükler parçalanmıştı; herkes nerede bir kalabalık görse oraya katılıyordu. Ada’ya iner inmez yanımda bulunan telsizcime telsizi açtırmıştım.
Bu sırada tabur karargâh destek bölük komutanı Yüzbaşı Süha Baykara ve uçaksavar takım komutanı Teğmen Erkan Sucu’ya rastladık. Çiftliğe benzer bir yerde bulunuyorlardı. Yüzbaşı kendi bölüğünün erlerini toparlamaya çalışıyordu. Tam o anda muhabere takım komutanı Saadettin Torkul da bize katıldı. Bu sırada içinde bulunduğumuz tarladaki saman balyaları ve kuru otlar şiddetli bir şekilde yanmaya başladı. Aksilik rüzgâr da bizim tarafa doğru esiyordu ve alevler de hızla bize doğru geliyordu. Teğmen Erkan hemen önümüzdeki çukurun içinde, helikopterden indirdikleri 57 mm’lik geri tepmesiz top mermi sandıklarının bulunduğunu bildirdi. Yangın o bölgeye gelirse tehlike büyüktü. İşte tam o esnada, sanki bu durumu biliyormuşçasına sol yanımızda bir traktör, arkasında hendek açma bıçağı olduğu halde, hızla yanan tarlaya doğru geçti. Kıbrıslı bir mücahitti. Bu vesile ile mücahit ile de tanışmış olacaktık. Onlar yıllar boyu bu mutlu anı beklemişlerdi. Şimdi çoluk çocuk, kadın, ihtiyar demeden Mehmetçiğin yardımına koşuyor ve Kıbrıs’ta yalnız olmadığımızı ispatlıyorlardı. Traktör, yanan tarlanın etrafında hızla hendek açmaya başladı, yangının önü kesilmişti. Tam o esnada traktörün bulunduğu yere bir grup havan mermisi düştü. Adını bile bilmediğimiz o gencecik mücahit, orada şehit oldu.
Çetinoğlu: Sarsılmışsınızdır, moraliniz bozulmuştur.
Çilingir: Buraya gelirken vatan için can vermeyi göze almıştık. İnancımıza göre en yüksek mertebe kabul ettiğimiz şehit olmaktan korkmuyorduk. Moralimizi dualarla yükselttik. Bizim güvenliğimizi sağlamak için ölümle kucaklaşan mücâhit kardeşimiz için çok üzüldük. Hepimiz üzüntüden sanki şok geçirmiş gibiydik. İlk defa muharebenin ne denli kötü bir şey olduğunu orada anlıyor ve içimden dua ediyordum; hepimizi yavrumuza, eşimize ve yakınlarımıza bağışlaması için… İndiğimiz bölge cehennem yerine dönmüştü. Gruplar halinde düşen havan mermileri fırsat bulup da toparlanmamıza müsaade etmiyordu. Aradan yarım saat geçmişti ki, Beşparmak dağları istikametinden çelik kanatlı, aslan yürekli pilotlarımız ay yıldızlı uçaklarıyla bizim yardımımıza kartal gibi geldiler. Uçaklarımız yağdırdıkları bombalarla düşman topçu ve havan mevzileri ile bütün uçaksavarlarını susturmuş, sanki tamamı yerin dibine saklanmıştı… Türk’ün gölgesinden uçaklarının sesinden dahi korkan böylesine korkak bir millet, nasıl oluyor da hâlâ kafa tutabiliyorlardı bizlere? Bir an bu düşüncelere dalmışım. Yüzbaşı Süha Baykara’nın seslenmesiyle kendimi toparladım: Haydi Atilla, tabur komutanımızı bulmamız gerek.
Ben kendilerine beklemelerini söyleyerek, yanımda telsizcim olduğu halde ilerideki sırtlara doğru ilerlemeye başladım. Bir taraftan da telsizle taburun haberleşme kodu olan kaptanı arıyordum. Nihayet telsizde Tabur Komutanımızın sesini duydum. Sanki dünyalar benim olmuştu. Civarımda bulunan birlikleri toplayarak doğuya doğru ilerlememizi, Kırnı Havaalanını göreceğimizi ve taburun orada toplanmasını emretti. Bu sırada Ovacık’ta bize katılan Kıbrıslı Üsteğmen Ali Sencer Zekâi’ye rastladım. Hepimizde olduğu gibi o da toz ve toprakla karışan terden meydana gelmiş bir çamura bulaşmıştı. Susuzluktan dudaklarımız parça parça olmuştu. Günlerdir çıkarmadığımız ayakkabı ve çoraplar, ayaklarımızın altını parçalamıştı. Ama bunların hiç farkında bile değildik, acısını da duymuyorduk.
Tek bir düşüncemiz vardı şimdi, toparlanmak ve bir an önce Kıbrıslı Türkleri kurtarmak.
İlerlemeye devam ettik. Bu sırada yabanî bir armut ağacına rastladık. Susuzluğumuzu, kopardığımız yabanî armutlarla gidermeye çalıştık. Tam bu esnada nerden geldiğini kestiremediğimiz bir grup 81 mm’lik havan mermisi az ilerimize düştü. Derhal içerisinde bulunduğumuz tarlaya yapıştık. Muharebede kaide, ölmeden öldürmekti. Onun için postu deldirmemeye yemin ettim.
Nihayet Kırnı Havaalanı’nın ince bir şerit halinde uzanan yarım kalmış bozuk pistini gördük. O bölgeye birkaç sivil otobüs toplanmış, gelen birlikleri görev yerlerine götürmek için bekliyordu. Yanımızda hafif piyade silahlarının dışında ne ağır silahlar, ne de aracımız vardı. Ancak hepsine bedel Mehmetçiğin çelikten de kuvvetli imanı, korkusuz vatan aşkı için çarpan tertemiz bir yüreği vardı. Telsizdeki tabur Komutanımızın sesi daha da kuvvetlenmiş ve nihayet yerini kesin olarak bulmuştuk. Adaya ineli tam 6 saat olmuştu ve toparlanıyorduk.
Saat 16:00’da bütün bölük komutanları, subay ve astsubayları, Mehmetçikleri ile taburumuz bir araya geldi. Birkaç kayıp askerimiz vardı ama onları da sonraki günlerde bulacaktık.
Saat 17:00’de Bolu Komando Tugay Komutanı Tuğgeneral Sabri Demirbağ tabur komutanımızı istedi. Ben ve binbaşım beraberce Tugay komutanımızın yanına gittik. Sabri Paşam, Kırnı düzlüğünde etrafına dizdiği saman balyaları arasında oturmuş, güneşten korunmak için de bir portatif çadırı gölgelik yapmıştı. Bize ‘Hoşgeldiniz’ diyerek, tabur görevinin hava indirme bölgesinin çevre emniyetini sağlamak olduğu emrini vererek, özellikle gece çok dikkatli olmamızı istedi.
Tabur komutanı ile birlikte taburumuzun Kırnı ovasına yayılmış olduğu bölgeye döndük. Bulunduğumuz yere 150-200 metre mesafede bir üzüm bağı vardı. Telsizle, bölük komutanlarının burada toplanmasını istedim.(Aynı zamanda taburumun harekât ve istihbarat kısım âmiri görevini de ben yapıyordum…) Az sonra dört bölük komutanı ile birlikte üzüm bağının ortalarına yakın bir yerde kurulu çardağın altında toplandık. Adaya indiğimizden beri geçen saatler her birimizi sanki on yaş ihtiyarlatmış, bununla birlikte tecrübe kazanmış, eski birer savaşçı gibi olmuştuk. Bütün heyecanlar, korkular geride kalmıştı. Şu anda sadece tek şeyi düşünüyorduk: Başarmak. Askerlerimizin bir tanesini bile kaybetmeden yurda geri dönmek. Ama yapacak daha o kadar çok işimiz vardı ki…
Kırnı bölgesinde hava başını tutmuştuk, ya sonra? Bölük komutanı arkadaşlara görevlerini bildirdik ve her biri çevre emniyetini sağlamak üzere kendilerine ayrılan bölgelere hareket ettiler. Daha onlar sanırım birliklerinin bulunduğu yere ulaşmamışlardı ki bulunduğumuz bölge cehennem yerine döndü! Rumlar yine Kırnı ovasına havan ve top mermileri yağdırmaya başlamışta. Bir taraftan Temmuz sıcağı, diğer yandan alev alev yanan saman balyaları… ‘Yaşarken cehennem ateşini görmek böyle olmalı’ diye düşündüm bir an. Düşmanın bütün kini, topçu, havan ve uçaksavar mermileri halinde üstümüze çökmüştü.
‘Sabır Allah’ım, güç ver bizlere…’ diye mırıldanırken, 100 m. kadar ilerimize yine bir grup havan mermisi düştü. Derhal içerisinde bulunduğumuz tarlanın zeminine yattık.
Kim demiş ‘Asker katı kalplidir’ Diye. Korkusuz subaylarımız da duygulanır.
‘O kan ağzımdan değil parçalanan yüreğimden geliyordu.’
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder