MEHMET AĞAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
MEHMET AĞAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2019 Çarşamba

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 14

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 14


Feyzullah Kıyıklık Bey, buyurun. 

FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Benim de sorularım var ama hakikaten sizi de yorduk, çok da uzun zaman aldı. Ben, hem hiçbir yorum yapmadan kısa kısa soracağım, kısa kısa da cevap istiyorum, istirhamım bu. 

Şimdi, burada bir konuşmacımız bilgi verirken şöyle bir şey söyledi: “Bütün darbelerden millî savunma bakanları mutlaka haberdar olur.” Sizin döneminizde de Millî Savunma Bakanı zannediyorum Turhan Tayan Bey’di. Böyle bir şey hiç hissetti veya hissettirdi mi? Böyle bir konuşma… Yani daha olaylar su yüzüne çıkmadan önce, 28 Şubattan ta 2-3 ay önce. 

İkinci sorum: Burada bir değerlendirme istiyorum. Ben, 71 12 Martı, 12 Eylülü ve 28 Şubat, 27 Nisan; bunları çok açık ve net yaşadım ama 60 ihtilalinde çocuktum, böyle flu bir şekilde yaşadım. Ancak dikkatimi hep bir şey çekmişti; mesela 12 Mart öncesi -bir şahısla ilgili bir tespiti yapmanızı istiyorum da onun için Sayın Ecevit’in çok -hakikaten bizim o günkü öğrenci kafamızla bile veya köylerdeki insanın kafasıyla- toplumu geren ve kışkırtan sözleri olmuştu ve bu sözler öğrenciler arasında ve çiftçiler arasında büyük sıkıntılara sebep oldu ve 
büyük ayrışmalar oldu biliyorsunuz, neticede bir 12 Mart muhtırası da geldi. Sonra dikkatimi çekti, daha sonra bir tespitim daha oldu… 

TANSU ÇİLLER – “Toprak işleyenindir.” O mu? 
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Su kullananın, toprak işleyenin ve bütün kompradorların, zenginlerin, işte, vatan haini olduğu konusunda birçok sözler… 
MEHMET ŞEKER (Gaziantep) – Vatan hainliği yok. 
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Var, var efendim, var. Yirmi dört maddelik bir şeyi vardı onun, kendisine göre sıraladığı şeyler vardı. 
AHMET TOPTAŞ (Afyonkarahisar) – Son derece de barışçı bir insandı. 
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Tabii, tabii; çok barışçı insandı. Biz ona bir şey söylemiyoruz, merhum Ecevit’e. Zaten toplumda hiç kimse yanlış yapmamış, darbeler de hiç olmamış ama biz burada boşu boşuna olmayan şeyleri konuşuyoruz. 
İkincisi: Benim dikkatimi bir şey çekmişti. Sayın Ecevit geldiği zamandan sonra Türkiye çok büyük bir maddi sıkıntıya girmişti ve en büyük yolsuzluklar da o dönemlerde… Kendisinin hakikaten hiçbir yolsuzluğu yoktu ama etrafında en büyük yolsuzluk yapılan dönemler siyasi tarihimizde o dönemlerdeydi ve biliyorsunuz ilk defa kabinenin hemen hemen başka yerlerden aldığı bakanların tamamına yakını Yüce Divana gitmişti. Hatırlarsınız belki 80 Eylül öncesini. Biz bunları yaşadık hep. 

Bir şey dikkatimi çekti: 28 Şubat öncesinde ve 28 Şubat devamında ve Türkiye’nin 2000’li yıllarda çok büyük bir krize girmesi olaylarında hemen hemen Ecevit hep belirleyici rol oynuyor, hemen hemen hepsinde. Size teklifleri, basına verdiği demeçler, halka verdiği bilgiler ve bilhassa da -benim hâlâ içime oturmuştur- 1999 seçimlerinden sonra, -siz de oradaydınız zannediyorum değil mi?- Meclisin toplantısında bir hanımefendiye karşı sarf ettiği sözler hiçbir şeyle telif edilecek şeyler değildi. 
Size göre Ecevit bu darbelerin, bilhassa 28 Şubat darbesinin neresindeydi? Yorum yapmak zorunda değilsiniz. 
Diğer bir sorum şu: Şimdi, “Bütün darbelerin arkasında hep dış bağlantılar görülmüştür. 28 Şubat süreciyle ilgili Amerika’nın olduğu belirtilmektedir.” diyor Ruhat Mengi ve devam ediyor köşe yazısında, diyor ki bu hususu belirterek, sizin o dönemde beş tane ABD’li danışman bulundurduğunuzu… 
Önce şunu söyleyeyim: 
Sizin öyle bir danışman bulundurmanız bana göre, hiçbir alakası yok, ilgisi yok, ilgilendirmez ama Ruhat Mengi’nin sözü. O dönemde de bayağı şeylere açık olmuştu bu, sizin aleyhinizde de çok büyük kampanya vardı zaten. Beş tane ABD’li danışmanınızın olduğu, hatta isimlerini bile verebileceğini söylüyor. Acaba bu doğru mu? 
Bu da o dönemdeki çürütme veyahut da sizi halkın gözünde düşürme işlemlerinden birisi mi idi? 
Diğer taraftan, Cengiz Çandar’ın bir sözü var, diyor ki o da: “ABD Dışişleri Bakanlığının yedinci katındaki toplantıya sizin katıldığınız ve orada bazı şeyler size bildirildiği söyleniyor. Cengiz Çandar’ın bu kendi şahsi fikri mi yoksa böyle bir şey var mı, yok mu? Çok kısa bilgiler… 
Diğer bir sorum: Efendim, Türkiye’de irtica, tehdit algısı oluşturarak aslında faiz vurgunları yapıldığı bilinen bir gerçek. Sizin bir iktisatçı olmanız hasebiyle de, Başbakanlığınız ve bilahare Refahyol döneminde acaba bu vurgunların önlenmesine yönelik çalışmalar yürütmeniz hedef tahtası hâline gelmenize sebep oldu mu? Ve bilhassa o dönemde Sayın Koç, grubu adına sizi -genel müdürleri olabilir, CEO’ları olabilir, başkalarıyla olsun bu konularda uyardı mı? Çünkü o dönemlerde kayıt dışı… Bizzat uyardı mı? 
TANSU ÇİLLER – Ne için uyarıyor, anlamadım? 
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Yani bu, Gümrük Birliğine girmeniz, havuz sistemini getirmeniz; bu, faiz gelirlerinde büyük düşüşler meydana getirecekti çünkü faaliyet dışı gelirler o dönemlerde hemen hemen yüzde 80’leri bulmuştu şirketlerin, bütün şirketler oradan faydalanıyordu. Koç grubunun böyle bir ikazı oldu mu veya size böyle bir yazısı, görüşmesi, bununla ilgili bir çalışması oldu mu? Tabii, aynı zamanda bu, sizin o gün yaptığınız bedelsiz ithalat hadisesi de birçok tehlikeyi de ortadan kaldırmıştı. Onu da tabii göstererek… Çünkü çok çok pahalıya araçlar satılıyordu. Birdenbire o sattıkları araçlar satılamaz hâle gelmişti. 

Diğer bir soru da: Millî Güvenlik Kurulunda, son 28 Şubat toplantınızda İçişleri Bakanınıza veya size karşı edebi de aşacak bir davranış TSK tarafından sergilendi mi? 
Diğer bir sorum, dokuzuncu olarak da: Medyanın karalama olayları devam ediyordu o dönem de, şantaja varan şeyler de oluyordu mutlak surette. Sizin siyasi danışmanınız Hüseyin Kocabıyık Bey, basın organlarında açıklamalar yaptı. Ve size yönelik bu menfi propagandada basının sadece habere verme  durumunun bulunduğu belirtilebilir mi? Yani bu yapılan şeyler bir haber verme midir yoksa bunun dışında, bir merkezden onların idare edilebilmesi midir? Çünkü burada dinlediğimiz bir şahıs şunu söylemişti, dedi ki: “Bizler bir yerde toplanıyorduk bütün medya mensupları olarak, o haftanın gündemini oluşturuyor… Ama her hafta toplanıyorduk.” Acaba böyle bir şeyin neticesi olabilir mi? Çünkü eğer toplanıyor ve gündem oluşturuyorlarsa, bu, 
aynı zamanda bir de suçtur da. Sizin bu konuda görüşünüz nedir? 
Diğer sorularımdan vazgeçtim. 
Teşekkür ederim. 
TANSU ÇİLLER – Sayın Kıyıklık, çok teşekkürler. 
Cevaplandırmaya çalışayım. 
Millî Savunma Bakanı Turhan Tayan Bey’le, hiç, bu darbe konusunda bir şey konuşmadım. Mesela, ben, emekli edilme konusunu da gündeme aldığım zaman bundan birkaç arkadaşım haberdardı, çok kısıtlı sayıda bir iki arkadaş. İşte, bir grup başkan vekili, bir başkan yardımcısı vesaire… 
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Bir açıklama yapayım da, çok affedersiniz. 
Burada konuşma yapan birisi demişti ki o dönemde; daha önce, bundan birkaç hafta önce dinlediğimiz: “Hiçbir ihtilal yoktur ki, darbe yoktur ki bundan çok önceden millî savunma bakanları haberdar olmasın.” TANSU ÇİLLER – Yani bana Sayın Tayan’ın aktardığı hiçbir şey olmamıştır. Ben de kendisiyle birtakım şeyleri konuşmadım. Mesela emekli edilme konusunu, vesaire, hiç konuşmadım, zaten hiç kimseyle konuşmadım. Bunu Sayın Erbakan’la konuştum, bir iki arkadaşımın dışında da orada bıraktık çünkü gerilim olsun istemiyordu Sayın Başbakan, merhum Erbakan. Orada kaldı, dolayısıyla Tayan’la o doğrultuda hiçbir 
konuşmamız olmadı ama bazı hikâyeler dinledim ki bazı darbelerde en son dakikaya kadar hiç kimse hiçbir şey bilmiyormuş. Yani, onu da, duyduğum birtakım hikâyeler de var. 
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Darbe olmamış zaten çoğuna göre ki, duyulmuş olsun. 
TANSU ÇİLLER – Yani son dakikaya kadar hiçbir şey bilmeden birden önlerinde birtakım şeyler beliriyormuş, alıp götürüyorlarmış. 
ENVER YILMAZ (İstanbul) - Sayın Başbakanım, Turhan Tayan biliyor muydu sizce? 
TANSU ÇİLLER – Bir fikrim yok. Hayır, zaten böyle bir şeyi de… Yani tekrar ediyorum, bu ezber bozan bir darbe. Yani herkesin beklentisi, işte, tank gelecek, o tank Meclise yürüyecek, Meclise kilit vuracak, oradaki insanlar toparlanıp götürülecekler; ihtilal bu. Ama bence böyle kurgulanmadı zaten, yani olay burada başlıyor. Yani birçok insanın hâlen… Mesela ben şimdi hâlen çok hayretle yapıyorum, farkındalık düzeyimiz çok düşük. Bir bakıma benim, bu Komisyonun, sonunda konuşma isteğim de bundan kaynaklandı. Yani bu farkındalık 
düzeyi yükselmeden… Ben sizinle bunları paylaştığım zaman bu toplumun da farkındalık düzeyi, benim de farkındalık düzeyim, yani benim de yükseldi bu süreçte. Bunun inandırıcı olması bir kenara, çıkarılması istenilen dersleri de çıkaramazdık burada. Anlatabiliyor muyum? 
ENVER YILMAZ (İstanbul) – Yani, sizce bu sorun değil mi? Şu açıdan: 1960 darbesinde -27 Mayısta- o dönemin Millî Savunma Bakanı Ethem Menderes askerlerle darbe konusunda son güne kadar istişare hâlinde ve rahmetli Menderes’e son güne kadar darbeyle ilgili bilgi vermedi. 1960, Demokrat Parti; Millî Savunma Bakanlığı… 1997, Doğru Yol Partisi aynı akıbete uğruyor. Başbakan, Genel Başkan sizsiniz ve Millî Savunma Bakanı yine bir Doğru Yol Partili yani o gelenekten gelen birisi. Bu çerçevede sorularıma… 
TANSU ÇİLLER – Anlıyorum. 
Yani, 12 Eylülü de ben dinledim, 12 Eylülde de hiç kimsenin hiçbir şeyden haberi yokmuş. Yani gerçekten hiç kimsenin haberi yokmuş, telefonlar edilmiş son dakikaya kadar. Yani öyle de olabiliyor, böyle de olabiliyor; benim bir bilgim yok bu konuda. 
MEHMET ŞEKER (Gaziantep) - Sayın Başbakanım, bir şey söylemek istiyorum: Yani bizim görüşmelerimizde, o dönemin tanıklarıyla ilgili, Karadayı’yla da görüşmüştük… Zaten size Ocak ayında birtakım bilgiler geliyor. Yani Ocak ayında Genelkurmay birtakım bilgiler gönderiyor, hazırlıklar yapıyor. 
Sayın  Cumhurbaşkanımız Demirel Sayın Başbakan’a bir mektup yazıyor; bu yazdığı mektup Şubat ayının başlarında ya da Ocak ayının sonunda. Yani, önceden bir hazırlık olduğu, bir şeyler yapıldığı, bir şeyler konuşulduğu ortada 
aslında. Yani sadece Turhan Tayan için söylemiyorum, herkesin haberinin olmaması mümkün değil çünkü konuşuluyor bu konu; her yerde konuşuluyor, mektuplar gidip geliyor. Sayın Cumhurbaşkanı Başbakan’a bir mektup yazıyor. Ya, bütün bunlardan haberdar olmamanızı... 
TANSU ÇİLLER – Sayın Şeker, yani tekrar ediyorum: Olayın ve sürecin ve bunun içinde korku yaratma unsurunu bir kenara bırakmayın. Mesela ben Clinton’la konuşuyorum, doğrudan doğruya Albright’la konuşuyorum, Türkiye için demokrasinin ne kadar önemli olduğunu ifade ediyorum kendilerine; kendilerinin tamamen bunun yanında olduğunu görüyorum. Ben Clinton’u çok uzun süre tanıdığım için çok da iyi anlıyorum mesajlarını. Ben ona çok iyi mesajları veriyorum ondan önemlisi. Sonra geliyorum Türkiye’ye, “Amerika darbeyi destekliyor.” “Şu oluyor, bu oluyor.” Bence Amerika da tanklı tüfekli bir darbenin yapımında değil ama sanki tanklı tüfekli bir darbe geliyormuş izlenimini dağıtıyorlar, yayıyorlar. Birtakım… Oluyor, bitiyor olabilir bu ama bu beni etkilemiyordu. Ben, darbenin böyle olmayacağını biliyordum, sezinliyordum, benim aldığım buydu. Bana soran arkadaşlarıma da bunu söylüyordum: “Darbe oluyor zaten eğer bekliyorsanız, bundan başka bir şey olmayacak.” Yani bunu söyledim kaç defa, birkaç defa söyledim, birkaç arkadaşıma söyledim. Dolayısıyla, benim sezgilerimi beni de aşan bir biçimde doğrulayan, savcının bana sunduğu belgeler oldu. Ama ben bunu sezinliyordum yani ben arkadaşlarıma “Darbe olmayacak, sizin bildiğiniz tarzda bir darbe olmayacak; ben bunu görmüyorum.” diyordum, çok da samimiydim. Onun için bu tip şeyler, doğrusu herkesi ilgilendirdiği kadar beni de çok fazla ilgilendirmiyordu, yani beni etkilemiyordu. Onun için birtakım şeylerde belki bilgi eksikliğim de olabilir 
çünkü ben bunlara itibar etmiyorum. 
Evet, şimdi, Ecevit’le ilgili… Valla, Sayın Ecevit’le ilgili, merhum, ben en iyisi hiçbir şey söylemeyim. 
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Peki, teşekkür ederiz. 
Ruhat Mengi’nin ve Cengiz Çandar’ın bir… 
TANSU ÇİLLER – Ha, evet, Cengiz Çandar… Hayır, böyle bir şey kesinlikle olmadı. Ben hiçbir yerin yedinci katına çıkmadım, o yedinci kattan da bana böyle bir şeyler söylenmedi. Bunu kim söylüyorsa, nereden söylüyorsa benim karşımda söylesin, yani öyle bir şey olmadı. Zaten benim öyle bir yerin yedinci katına gitmeme gerek yok; ben istediğim zaman Albright’la konuşuyordum, istediğim zaman Clinton’la konuşuyordum. Yani böyle bir şeye gerek yok ki. Yani birilerinin bana dolaylı olarak bir şeyler söylemesine, yok gerek yani. 
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Ruhat Mengi’nin bu 5 tane ABD’li danışman… 
TANSU ÇİLLER – Ha, evet. Bu beş tane ABD’li danışman, vallaha, nedir bilmiyorum. Bu doğrudur. 
Hakikaten 28 Şubat sürecinde hele hiç böyle bir şey olmadı. Benim bazen, bazı alanlarda danışmanlarım oldu, yabancı danışmanlarım oldu; bunlar özellikle teknik danışmanlardı. O zamanlar web sitesi bile bilinmiyordu yani İnternet’i kullanma, web sitesi bilinmiyordu. Biz web sitelerini kullandık ilk önce. Bu konuda arkadaşlarım, danışmanlarım oldu, doğru. Yani teknoloji transferi yapan danışmanlarım oldu, birtakım şeyleri söyleyen danışmanlarım oldu ama bunun 28 Şubatla veya oradaki o sistemle falan hiçbir ilgisi yok. Yani nedir bu 5 tane 
şey falan, onları da hiç anlayabilmiş değilim. Zaten Sayın Mengi’nin söylediği birçok şeyi ben anlamıyorum, onun için böyle cevap vermiş olayım. 
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Diğer sorum Koç’la ilgiliydi. 
TANSU ÇİLLER – Evet. 
Şimdi, ben Gümrük Birliği sürecine girerken özellikle o… 
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Havuz sistemi ve bir de, tabii, bedelsiz ithalat ve Gümrük Birliği; üçü konusunda Sayın Koç’un… 
TANSU ÇİLLER – Vallaha, şimdi, Gümrük Birliğinde genel olarak bir ayaklanma oldu. Ben zaten… Thatcher aslında akıllı bir kadındı ve bizi ziyaret etti. Yine bu odada uzun bir toplantımız oldu kendisiyle. Hep bana söylediği şey şu olmuştu: “Gümrük Birliğine girmek istiyorsun ama bu Gümrük Birliğine girmek isteyen her başbakan seçim kaybetmiştir Avrupa’da. Çünkü bu süreçte çok büyük sıkıntılar olur başlangıçta, sonra bunu iyiliği ortaya çıkar. Sen bunu hem böyle yapıyorsun hem de bir yandan da bütün televizyonların da…” “Ben radyomu İstiyorum.” diye çıkmıştım hatırlıyorsanız eğer. 
Bir yandan da bütün televizyonların, özel televizyonların kanunu yoktu o zamanlar, kanun olmadığı için hükûmetler ve devlet baskı kurabiliyordu üzerlerine. “Bir yandan bunu yapıyorsun yani bir yandan Gümrük Birliğine sokuyorsun, -çok büyük bir şey- bir yandan bütün televizyonların kanunlarını veriyorsun, özel televizyonlar çıkıyor, bir yandan terör mücadelesi yapıyorsun; yani bunların hepsini bir arada yapman mümkün değil.” Çok dostane söylenen laflardı bunlar ama ben bu televizyonların özelleşmesini, sadece TRT’ye bağlı kalınmamasını, çünkü orada bir BBC vardı, egemen güç hâlen BBC’ydi Thatcher döneminde, çoğunlukla hâlen de öyle. Bütün bunları yapmak mümkün değil diye çok uyarmıştı. Dolayısıyla o dönemde, sadece Koç değil bütün o camia Gümrük Birliğinden dolayı ve gümrüklerin indirilmesinden dolayı, o sağlanan rekabetten dolayı ve özellikle araba, otomotiv sektöründeki bu etkisinden dolayı çok rahatsızdı, bu bir gerçek. 

15. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

19 Şubat 2019 Salı

Devletin karanlık yüzü




Devletin karanlık yüzü  







Özel Harp Dairesi-Kontrgerilla-Gladio-JİTEM-MİT ilişkileri herhalde ciltler doldurur. Anlatılması mümkün olmayan gözyaşı ve acılar var. Uyuşturucu, silah kaçakçılığı, adam kaçırma, kadın kaçırma, haraç ve fidye alma ve elbette milyarlarca lira para var.
6 Haziran 2015 günü Diyarbakır’da HDP’nin seçim mitinginde bomba patladı, 4 kişi öldü, 400’den fazla kişi yaralandı. 20 Temmuz 2015 günü Suruç’ta Kobane’ye yardım malzemesi götürmek üzere toplanan sosyalist gençlerin arasına bir intihar bombacısı daldı, 33 genç öldü, 100’den fazla kişi yaralandı. İki olayda da faillerin IŞİD militanı olduğuna dair güçlü emareler vardı ama henüz soruşturmalarda bir adım ilerlenmedi. Ardından Ceylanpınar’da iki polis evlerinde kurşuna dizildi, olayı HPG’ye bağlı yerel bir grup üstlendi, beş gün sonra PKK sorumluluğu reddetti. Bu olay da hala aydınlanmadı. Ardından TSK’nın IŞİD ve PKK’ya eş zamanlı harekatı başladı. Elbette “az IŞİD, çok PKK” şeklinde. IŞİD sözlü tehditle yetindi şimdilik ama PKK’nın fiili cevabı gecikmedi. Bombalamalar, mayınlamalar, roketatarlı saldırılar. Devlet zaten sürekli arazideydi. Onun eli hiç bir zaman armut toplamazdı zaten. Resmi kaynaklara göre korkunç bilanço son olarak şöyleydi: 43 güvenlik görevlisi (asker, polis ve korucu), 14 sivil, 58 PKK’lı hayatını kaybetti, 186 kişi yaralandı. kaybetti, 197 kişi yaralandı. PKK kaynakları güvenlik güçlerinin kaybının 250 civarında, kendi kayıplarının 30 civarında olduğunu iddia ediyorlar.
 
(20 Temmuz 2015, Suruç Katliamı’nda ölen sosyalist gençler)
 DERTLEŞME
Yazılarımı veya sosyal medyadaki paylaşımlarımı okuyanlar bilirler ki devletin şiddetini asli, yapısal ve sistematik, ezilenlerin kendilerine şiddet uygulayan devlete karşı verdikleri mücadelede başvurdukları şiddeti, tali, savunmacı, tepkisel, veya türev şiddet diye nitelerim. Bu yüzden de öncelikle ve ağırlıkla devletin şiddetini eleştiririm. Bu konuda yüzlerce yazı yazmışımdır. (‘Şiddet’ konusunu ayrı bir yazıda ele almayı düşünüyorum.)
Ancak Ceylanpınar’daki polis cinayetlerinden beri özellikle sosyal medyada defalarca PKK-HPG şiddetine dair daha net sözler etme ihtiyacı duydum. Çünkü artık PKK şiddetinin türev şiddet olmaktan çıkıp kurucu, stratejik şiddet haline dönüştüğünü düşünüyorum. Bu yüzden örneğin “Ceylanpınar katliamı nedeniyle HPG’yi lanetliyorum” dedim. Örneğin “PKK’nın mayınlama, bombalama gibi eylemlere hele de öldürmelere derhal son vermesini” diledim, örneğin “Devlet ne kadar şiddete başvurursa başvursun İsa gibi öteki yanağını çevirmesini, böylece devletin şiddetini teşhir etmesini ve devleti sürekli barış masasına davet etmesini” önerdim. Örneğin “sivil itaatsizlik türü eylemlerin daha çok sempati toplayacağını” hatırlattım. (Merak edenler Twitter’daki mesaj arşivime bakabilirler.)
Bu yüzden de PKK sempatizanı veya sol siyasal kültürden gelen izleyicilerim tarafından “fabrika ayarlarına dönmekle”, “içimdeki Beyaz Türk’ün hortlamasıyla”, “Kürtleri anlamamakla”, “korkaklıkla”, “liboşlukla”, “naiflikle”, “aptallıkla” vs. suçlandım. Buraya kadar sorun yok. Nihayetinde tepkilerin çoğu sert de olsa, çoğu haksız da olsa, ‘eleştiri’ niteliğindeydi.
YANDAŞ MEDYANIN MANİPÜLASYONU
Ancak Siirt’te 8 askerin uzaktan kumandalı mayınla öldürülmesi olayını kınarken “Siirt’teki olayın faili ‘meçhul’ çünkü henüz üstlenen yok. Kaldı ki biz yıllar sonra pek çok olayın JİTEM’in işi olduğunu öğrenmiş bir kuşağız” yazınca farklı bir durumla karşı karşıya geldim. Mesajım iktidarın ‘besleme’ haber siteleri tarafından anında “Ayşe Hür Siirt katliamını PKK yapmamıştır dedi” şekline çevrildi, bu format iktidarın borazanı bazı televizyon kanallarında uzun uzun işlendi ve ardından binlerce Ak, Ülkücü veya Ulusalcı ‘trol’ün hakaret yağmuru başladı. Cinsel içerikli hakaretler, tecavüz ve ölüm tehditleri, hatta kafamın kesilmesini öneren hastag’lar.. Ama en çok da, “keşke JİTEM olsa da seni temizleseler” dileği.
(19 Ağustos 2015’te Siirt’te ölen Askerlerimiz)
Bunlar olurken demokratik örgütlerin, kadın örgütlerinin, gazetemin, arkadaşlarımın ve 5-10 kişi dışında okurlarımın desteğini gördüm mü derseniz, ne yazık ki HAYIR! Yalnız bırakılışım benim tavırlarımla, çizgimle ilgilidir muhtemelen, yoksa bunun onda biri şiddette saldırılarda kol kanat gerdiklerini biliyorum yakın gördükleri kişilere. Sorun değil. Tehditler ise beni yıldırmaz, korkutmaz. Ne demişler “demirden korksaydık trene binmezdik.” Ama iktidar yanlısı medyanın ve daha önemlisi onların yönlendirdiği gençlerin düşünsel, davranışsal, siyasal, ahlaksal vb. düzeyi tüylerimi ürpertti. Uzatmayayım, aklıma iki ihtimal geldi. Ya bu gençler sadece fikir belirten bir yazarı öldürmek, 60 yaşında bir kadına tecavüz ettirmek üzere JİTEM’i göreve çağıracak kadar kötü yürekliydiler, ya da JİTEM’in ne olduğunu bilmiyorlardı. İkinci ihtimale daha ağırlık vererek bu haftayı JİTEM’e ayırdım. Elbette, hisleri galeyana getirmek gibi bir amacım olmadığı için teknik bir yazı kaleme aldım. Yine de bilmeyenlere fikir verebilir, bilip de unutanların hafızasını canlandırır diye düşünüyorum. Bu arada PKK’nın Siirt katliamı ve benzeri eylemlerini lanetliyorum. Ölenlerin sevenlerine baş sağlığı, yaralılara acil şifalar diliyorum. Gelelim konumuza:
CEM ERSEVER CİNAYETİ
“İlk bulunan ceset Kızılcahamam yakınlarında, ormanlık araziye atılmıştı. 30 yaşlarındaki esmer kadının kimliği tespit edilemedi. İkincisi, bir hafta sonra Elmadağ’daki kireç ocaklarında bulundu. Elleri bağlanmış, ağzı bantlanmış, kafasına iki kurşun sıkılmıştı. Kısa bir araştırmadan sonra kurbanın, emekli Jandarma Binbaşı Cem Ersever olduğu anlaşıldı. İki gün sonra, Ersever’in yardımcısı ve PKK itirafçısı Mustafa Deniz’in cesedi Polatlı’da bulundu. Elleri bağlanıp kafasına tek kurşun sıkılmıştı. Araştırma derinleştirildiğinde, kimliği belirsiz ilk cesedin de Ersever ekibinden olduğu anlaşılacaktı: (Adı) Mahsune (idi). (Dr. Mahsune Dgoube Suriyeli idi.) Cesetler, Ersever’in ‘Üçgendeki Tezgah’ adlı kitabını anımsatırcasına, Ankara’nın üç ayrı köşesine bırakılmıştı.”
Esrarengiz cinayet zinciri, 1993 Kasımı’nın ilk günlerinde gazetelerin manşetlerine çıktı. O güne kadar sadece Güneydoğu’dakilerin duyduğu bir gizli teşkilattan bahsediyordu basın: Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele, yani JİTEM. Cem Ersever, kurucusuydu. İsminin baş harflerini kullandığı bir de slogan vardı: ‘Teröre karşı en etkili deterjan ACE!’ Katiller, basını arayıp şu notu bırakmıştı: ‘Bitlis Paşa’nın katili Ersever infaz edildi.’”
EŞREF BİTLİS’İN UÇAK KAZASI
Bu satırlar, Serhan Yedig’in "Bir var bir yok Hem var hem yok JİTEM” başlıklı yazısından. (20 Kasım 2005, Hürriyet Pazar) Bitlis Paşa Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis. Resmi açıklamaya göre, Orgenaral Bitlis, 17 Şubat 1993 günü Diyarbakır’a gitmek üzere uçağa binmiş, “anti-buz sisteminin çalışmaması sonucu” uçak düşmüş ve Bitlis’le yanındakiler ölmüştü. Bitlis’in ekibinden Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın da 22 Ekim 1993 günü Lice’de Kanas marka suikast tüfeğiyle öldürülecekti. Cinayeti PKK’nin işlediğini iddia etti devlet ama PKK bunu kabul etmedi. Aynı uçağa son anda binmekten vazgeçen Albay Kazım Çillioğlu ise 3 Şubat 1994’te görevli olduğu Tunceli Jandarma Alay Komutanlığı’nın lojmanlarında ölü bulundu. Yüzeysel bir inceleme ile ‘intihar’ raporu verildi. 11 Şubat 1994 tarihli Ortadoğu gazetesinde, Çillioğlu’nun, bir üst düzey komutanın PKK’ya müsamaha göstermesinden rahatsız olduğu, operasyonlar konusunda Genelkurmay’la görüş ayrılığına düştüğü, bu yüzden öldürülmüş olabileceği yazılmıştı. Cinayetler bu güne dek aydınlanmadı.
Bu arada 1993 yılından itibaren kendisinin JİTEM’in tetikçisi ‘Yeşil’ kod adlı Mahmut Yıldırım olduğunu söyleyen biri, sicil numarasını vererek ama yüzü karartılmış biçimde Kadir Çelik’in programlarına çıkıp Behçet Cantürk, Savaş Buldan, Medat Serhat cinayetlerini devletin işlediğini defalarca anlatıyor ve kimse bunları yalanlamıyordu. Kısacası JİTEMciler marifetlerini göğüslerini gere gere anlatıyorlardı, böylece topluma gözdağı veriyorlardı belki de… (1997’ye kadar sahne alan bu adamın sahte ‘Yeşil’ olduğu anlaşılacaktı sonunda.)
SONER YALÇIN’IN KİTABI
1994 yılında JİTEM’e dair çok ayrıntılı bir kitap yayımlandı. Kitabın yazarı Soner Yalçın konuyla ilgilenmeye, 2000’e Doğru Dergisi muhabiri olduğu 1991 yılında başlamıştı.
Ardından Cem Ersever’i konuşmaya ikna eden Yalçın, Binbaşı Ersever’in İtirafları’nı (Doğan Kitap) yayımladı. Yalçın’a göre JİTEM, 1987’de Binbaşı Arif Doğan tarafından Jandarma İstihbarat Daire Başkanlığı’na bağlı kurulmuş, İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Diyarbakır, Samsun, Erzurum’da örgütlenmiş ti. Kadrosunda muvazzaflar ve hapishaneden özel izinle çıkarılan PKK itirafçıları vardı. Kitapta yanı sıra, en gözü kara PKK itirafçılarından Alaattin Kanat, İbrahim Babat, Adil Timurtaş tanıtılıyor; bunların işlediği Vedat Aydın (1991), Musa Anter (1992), Mehmet Sincar (1993)  ve diğer önemli cinayetler anlatılıyordu. Denetimdışı grubun uyuşturucu ve silah kaçakçılığına da karıştığı anlatılıyordu.
(1990’larda faili belli veya meçhul cinayetlere kurban gidenler. Büyük resim: Uğur Mumcu, Özdemir Sabancı, Necip Hablemitoğlu, Behçet Cantürk, Savaş Buldan. Küçük resimler: üstte Medet Serhat, altta Vedat Aydın. )
ŞEYTAN ÜÇGENİ CİNAYETLERİ
1994 yılı, karanlık cinayetler yılıydı. uyuşturucu kaçakçısı olduğu söylenen Liceli Behçet Cantürk, Cantürk’ün avukatı Yusuf Ekinci ve Medet Serhat (eşi Yurdanur Serhat suikasttan sağ çıkmıştı), Cantürk’ün ortağı Savaş Buldan ile arkadaşları Hacı Karay ve Adnan Yıldırım Sapanca-Düzce-Adapazarı arasındaki ‘şeytan üçgeni’nde ölü bulundu. Bu kişilerin PKK’nin finansmanını sağlayan kişiler olduğu söyleniyordu. Yani JİTEM ‘vatan hizmeti’ yapmıştı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Devlet rutin dışına çıkabilir” görüşündeydi, yani JİTEM’i zımnen kabul ediyordu. Başbakan Tansu Çiller, PKK destekçisi işadamlarının listesinden, ‘Bask tipi çözüm’den bahsediyordu. Ersever cinayetinin bir iç hesaplaşma olduğunu savunuyordu. Çiller malum, “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” vecizesinin müellifiydi.
JİTEM VAR MI YOK MU?
1995’in Nisan ayında TBMM Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu’nun hazırladığı rapordaki bazı ifadeler basına ‘şok bilgiler’ diye yansıdı. Raporda, yasadışı işlere karışmış korucular, PKK itirafçıları ve JİTEM arasındaki karanlık ilişkilere değinildikten sonra dil gayet steril bir dille “JİTEM’in faaliyetlerinin ne olduğu anlaşılamamıştır. (...) Devlet organlarının kanunlarla sınırlı görev ve yetkileri aşılıp, yasal boşluklardan yararlanıp yeni kurumlaşmalara gidildiği görülmüş tür. (...) JİTEM yetkisiz, görevsiz olduğu polis mıntıkasında polisten habersiz operasyon yapmaktadır. Yasal dayanağı olmayan ve buna rağmen kuruluş amacından saparak bazı yasadışı olaylarla birlikte anılan kuruluşun faaliyetlerine son verilmesi hukukun üstünlüğüne inanan devletiminiz lehine olumlu bir davranıştır” deniyordu.
Deniyordu ama, 2 Mart 1995’te MİT ajanı Tarık Ümit kimliği bilinmeyen kişilerce kaçırıldı ve kendisinden bir daha haber alınamadı. Vanlı işadamı Senar Er’in babası JİTEM tarafından 100 Mark fidye için kaçırıldı. Görüşmeler sırasında fidye 1 milyon marka kadar çıktı ancak para ödenemediği için babadan bir daha haber alınamadı. 12 Ağustos 1995 günü, Eşref Bitlis’in ekibinden Mardin Jandarma Alay Komutanı Albay Rıdvan Özden, resmi hikayeye göre PKK ile girdiği çatışmada alnından aldığı bir kurşunla öldü. Eşinin alnında değil ensesinde kurşun yarası olduğunu söyleyen Tomris Özden’e göre ise, eşine dönemin Giresun Jandarma Komutanı Veli Küçük ve ekibi tarafından JİTEM’e girmesi yönünde baskı yapılmıştı. Öldürülmesi bununla ilgili olabilirdi. (Bir PKK itirafçısının Özden'in çatışmada ölmediğini söylemesi ve askerlerinden birinin ‘Komutanımızı yanındaki asker öldürdü’ iddiası üzerine Rıdvan Özden suikastı dosyası 2009’da açılacak ama sonuç alınamayacaktı.)
SUSURLUK KAZASI VE JİTEM
3 Kasım 1996’de Susurluk Çatalceviz mevkiinde, bir Mercedes’e bir kamyon çarptı va Türkiye tarihinin en büyük politik skandalı patlak verdi. Mercedes’te, DYP Şanlıurfa milletvekili Sedat Edip Bucak,  İstanbul Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ, Mehmet Özbay adına düzenlenmiş sahte kimlikli Ülkücü militan Abdullah Çatlı ile sevgilisi Gonca Us vardı. Kaza, MİT Operasyon Dairesi’ne ve Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekat Dairesi’ne bağlı iki hukuk üstü silahlı grubun daha varlığını ortaya çıkarmıştı. JİTEM’in adı tekrar geçince, Susurluk Skandalı’nın ardından TBMM'de kurulan Susurluk Komisyonu konuyu bu işi en iyi bilecek kişiye, eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman’a sormaya karar verdi. Koman davete fiziken icabet etmedi mektupla şu cevabı verdi: “Jandarma teşkilatı içinde JİTEM adında legal ya da illegal bir örgüt kurulmamıştır, yoktur. Ama jandarma dışında bu ismi kullanıp kanunsuz işler yapan bir grup vardır.” Halbuki aynı günlerde Milli Güvenlik Kurulu’nin (MGK) hazırladığı bir raporda JİTEM’in adı geçiyordu. Elbette kimse Koman’a veya MGK’ya bu çelişkiyi sormaya cesaret edemedi.
YEŞİL’İN MESUT YILMAZ’I DARP ETTİRMESİ
Susurluk Skandalı patladığında iktidarda Erbakan Hükümeti vardı. Erbakan’ın Susurluk’ta ortaya çıkan kirli ilişkileri protesto etmek için halkın yürüttüğü Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık eylemini “Glu glu dansı yapıyorlar” diye alaya alması deyim yerindeyse Erbakan Hükümeti’nin sonunu getirdi. Yerini Mesut Yılmaz Hükümeti aldı. Mesut Yılmaz’ın başta Susurluk Skandalı’nı deşmeye niyeti yoktu belki ama 23 Kasım 1996’da hiç hesap olmadığı halde “yakıt ikmali için uğradığı” Budapeşte’de bir otel lobisinde, daha JİTEM’in tetikçilerinden ‘Yeşil’in organize ettiği bir saldırıda burnu kırılınca, ülkeye döner dönmez, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’dan “ülke menfaatleri ve terörle mücadele adı altında yürütülen para, güç, menfaat sağlamaya yönelik tüm faaliyetleri araştırmasını” istedi.
Rapor yazılırken komisyon Kaçakçılık İstihbarat ve Organize Suçlar eski Daire Başkanı Tuncay Yılmaz’la Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Hanefi Avcı’yı dinledi. Avcı, “çetelerin başı (dönemin Emniyet Genel Müdürü) Mehmet Ağar’dır” dedi. Elbette devlet ve Ağar üstüne alınmadı. Avcı, JİTEM’ci Cem Ersever’in yine JİTEM’ci Kemal isimli biri tarafından öldürüldüğünü söyledi. Daha sonra “JİTEM’cilerin mafya ile ilişkilerine” dair bir bilgi notu iletti komisyona. Elbette bunlar da sümenaltı edildi.
(Devlet için ‘kurşun atanlar’: ‘Yeşil’ Mahmut Yıldırım, Mehmet Ağar, Mehmet Eymür, Korkut Eken)
JİTEM’CİLER BİRBİRİNİ ELE VERİYOR
 Komisyon 152 faili meçhul (!) cinayetin sorumlularından biri olduğu söylenen, JİTEM’in kurucularından Tuğgeneral Veli Küçük’ü de davet etti ama Küçük, hakkındaki suçlamalara bir televizyon kanalından “ne şimdi ne sonra öyle bir açıklama yapmayacağım” diye cevap verdi. 16 Şubat 1997’de gazetelere TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda sadece askeri yetkililer ve üye milletvekillerinin katıldığı gizli bir oturumda JİTEM’in bütçesinin kabul edildiği yansıdı. Komisyon üyesi CHP’li Sinan Yerlikaya’ya göre sadece rakamlar vardı ortada ve komisyon üyelerine hiçbir bilgiyi sızdırmamaları konusunda yemin ettirilmişti.
Bir kaç gün sonra gazetelerde MİT ve JİTEM adına çalışan İranlı iki uyuşturucu kaçakçısından Yeşil’in 300 bin mark fidye aldığı okundu. İlginç olan, 25 Ocak 1995 tarihli Özgür Ülke gazetesinde “İranlıların ARGK gerillarınca öldürüldüğü”nün yazmasıydı. ARGK, PKK’nın koluydu. Bu nedenle Yeşil’in ve dolayısıyla JİTEM’in PKK ile ilişkisi olabileceği ihtimali konuşulmaya başladı. Bir kaç gün sonra JİTEM’ci bir assubay Uğur Mumcu cinayetinde Alaattin Çakıcı’nın rolü olduğunu açıkladı. Kısacası JİTEM’ciler birbirini ele veriyordu.
Bu arada Özel Harekat Dairesi Eski Başkan Vekili İbrahim Şahin bir türlü yakalanamıyordu ama adamları Ayhan Çarkın, Ayhan Akça, Ziya Bandırmalıoğlu’nun ifadeleri alınıyordu. Tansu Çiller ve ailesinin dinlenmesinden ise nedense vazgeçilmişti. Gazetelerde JİTEM’in Güneydoğu Anadolu’da “yargısız infazlar yaptığı” yazılıyordu. Ve TBMM’nin Susurluk Raporu Nisan 1997’de yayımlandı. Komisyon Başkanı Mehmet Elkatmış, “raporda JİTEM’i yeterince sorgulayamadık, bu içimde ukde kaldı” dedi.
KUTLU SAVAŞ’IN SUSURLUK RAPORU
Kutlu Savaş’ın hazırladığı II. Susurluk Raporu (birincisi MİT tarafından hazırlanmış yüzeysel bir rapordu, çok eleştiri almıştı) ise 1998’de tamamlandı. Rapor 120 sayfa idi. Bunun 11’i devlet sırrı gerekçesiyle açıklanmadı. JİTEM’le ilgili en çarpıcı bölüm, itirafçılardan İbrahim Babat’ın 76. sayfada özetlenen ifadesiydi. Babat şöyle diyordu: “JİTEM birlikleri içinde teröre karşı başarılı çalışmalarımız olmakla birlikte açığa çıkmamış ve gizli kalmış ve bugün de devleti sıkıntıya sokan bazı keyfi, hukuk dışı, pis uygulamalar olmuştur” dedikten sonra bazı dava arkadaşlarının devletçe nasıl öldürüldüğünü, (geçen dönem HDP Milletvekili olan) avukat Hasip Kaplan’a nasıl bombalı suikast planlandığını anlattı.   
Raporun yayımlanmasından bir kaç ay sonra gazeteci Necdet Açan, Babat’la cezaevinde görüştü, ifadenin tam metni yayımladı. Babat olayları, amir ve kurbanlarının ismiyle anlattı. (Babat’ın ifadeleri üzerine dönemin İdil Cumhuriyet savcısı, 16 Eylül 1989'da öldürülen üç kişi ile ilgili dosyayı tekrar açtı. Ancak Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Babat’ın ifadesinin alınmasına izin vermedi. Bu ve benzeri bir çok engellemeden sonra İbrahim Babat 2002'de kamuoyunda Rahşan Affı olarak bilinen yasadan yararlanarak tahliye edildi.)
 
(JİTEM elemanları 1990-1991 yıllarında Diyarbakır’daki Şehitlik semtinde yer alan JİTEM Bölge Karargah’ında toplu halde. Soldan sağa: Hüseyin Tilki, Fethi Çetin, Recep Tiril, İbrahim Babat, Abdülkadir Aygan, Ali Ozansoy. Fotoğrafı çeken: Adil Timurtaş. Kaynak: Abdülkadir Aygan arşivi / Hakan Akçura /open-flux.blogspot.com)
JİTEM PINAR SELEK’İN PEŞİNDE Mİ?
Artık JİTEM’in varlığı inkar edilemez hale gelince, Mesut Yılmaz yetkililerle görüşüp sonucu kamuoyuna şöyle duyurdu: “Şu anda JİTEM yok, temizlemişler!” Sene 1998 idi.
15 Şubat 1999’da Abdullah Öcalan Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye getirildi. Ardından yargılandı ve İmralı’ya konuldu. ‘PKK Meselesi’ buzdolabına kondu. Yeşil’in İHD Başkanı Akın Birdal’ın yaralanmasında, Sabancı Suikastı faillerinden Mustafa Duyar’ın öldürülmesinde parmağı olduğu yazıldı. Bunun üzerine Aralık 1999’da jet bir kanunla Jandarma İstihbarat Teşkilatı kuruldu böylece güya JİTEM geride bırakıldı. Halbuki 2001 Şubatında Hizbullah’ın bir JİTEM’ciyi öldürdüğü, bir JİTEM’ciyi de MİT’e havale ettiği yazıldı gazetelerde. Elbette hepsi ‘iddia’ olarak kaldı. 2005 yılının Mayıs ayında Mısır Çarşısı Davası’nda önce itirafçı olmaya karar verip Pınar Selek’i suçlayan Alaattin Öget, kararından vazgeçip, “MİT ve JİTEm Pınar’ı mahkum ettirmek için beni kullandı!” dedi. Daha sonra iki sıra arkada oturan Pınar Selek’e: “Seni öldürecekler, dikkat et!” dedi.  Pınar’ın davası kaç kere temyize gitti geldi bilmiyorum. Hala Almanya’da yaşıyor. JİTEM’in kendisine garezinin vazgeçmesini bekliyor belki de.
YAŞAR BÜYÜKANIT: TANIRIM İYİ ÇOCUKTUR
9 Kasım 2005’te Şemdinli’de Seferi Yılmaz’a ait Umut Kitabevi’nde patlayan bombadan sonra olay yerinden kaçarken halk tarafından yakalanan astsubay başçavuş Ali Kaya, Özcan İldeniz ve Veysel Ateş’ten birinin PKK itirafçısı, diğerinin jandarma istihbaratçısı çıkması JİTEM’i yeniden hatırlattı. TBMM Başkanı Bülent Arınç hükümete çağrıda bulundu: “JİTEM var mıdır, nasıl çalışmaktadır, nasıl bir görev yüklenmiştir? Net bir açıklama yapılmalı.”
Olayı soruşturan Van Cumhuriyet Başsavcısı Ferhat Sarıkaya, arkasında hükümetin olmasından aldığı cesaretle bir kişinin ölümüyle biten bu bombalı saldırının devlet görevlileri tarafından düzenlenen bir terör eylemi olduğu savunduğu gibi, dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın sanık Ali Kaya için, “Tanırım, iyi çocuktur” sözleriyle adli yargıyı etkilemeye teşebbüs ettiğini belirtti. Ancak baltayı taşa vurmuştu. Sarıkaya’nın Büyükanıt hakkında soruşturmaya talebi Genelkurmay tarafından reddedilirken Sarıkaya Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun 20 Nisan 2006 günü almış olduğu kararla meslekten ihraç edildi. Neyse ki mahkeme Sarıkaya'nın iddianamesinin iade edilmesini gerek görmedi de yargılama sonucu sanıklar 39'ar yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Ancak elbette JİTEM evlatlarını terketmedi. Yargıtay olayda askeri yargının görevli olduğu gerekçesiyle bozdu. Üyeleri değiştirilen mahkeme bu görevsizlik kararına uyularak dosya askeri ceza mahkemelerine gönderdi. Sivil mahkemenin ağır cezalara çarptırdığı sanıklar, askeri mahkeme tarafından ilk celsede serbest bırakıldılar. Sonunda sadece Tanju Çavuş 8 yıl ceza aldı. Böylece ‘iyi çocuklar’ bu işten de sıyrıldılar.
2008’de Avusturya veya Almanya’da yaşadığı sanılan Yeşil’in 10 milyon dolarlık bir servete sahip olduğu, Yeşil’in Veli Küçük’le ilişkisi yansıdı gazetelere…Bunlar soruşturuldu mu? Hayır. Yeşil’in servetine el kondu mu? Hayır…
ABDÜLKADİR AYGAN’IN İTİRAFLARI
 PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan 2009 Ocak ayında Star gazetesine verdiği röportajda "Görev yeri: JİTEM" yazan resmi maaş bordrosunu gösterdi ve görev yaptığı yerde JİTEM yazılı tabela bulunduğunu söyledi. Aygan Ülkede Özgür Gündem gazetesine verdiği röportajda ise JİTEM'in eski Diyarbakır Grup Komutanı olduğu iddia edilen emekli Albay Abdülkerim Kırca'nın emriyle gerçekleştiğini söylediği pek çok cinayeti tek tek sıraladı. Abdülkadir Aygan'ın anlatımlarında JİTEM tarafından öldürüldüğü söylenen kişiler şunlardı: Musa Anter, Vedat Aydın, Musa Toprak, Mehmet Şen, Talat Akyıldız, Zahit Turan, Necati Aydın, Ramazan Keskin, Mehmet Ay, Murat Aslan, İdris Yıldırım, Servet Aslan, Sıddık Yetmez, Edip Aksoy, Ahmet Ceylan, Şahabettin Latifeci, Abdülkadir Çelikbilek, Mehmet Salih Dönen ve ismi öğrenilemeyen amcası, İhsan Haran, Fethi Yıldırım, Abdülkerim Zoğurlu, Zana Zoğurlu, Mele İzzettin Acet ve şoförü Mehmet Emin Kaynar, Hakkı Kaya, Harbi Arman, Fikri Özgen ve Muhsin Göl. Bu kişilerin hemen tamamının Kürt olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Bu röportajdan bir kaç gün sonra Abdülkerim Kırca intihar etti. Genelkurmay Başkanlığı Kırca’nın ölümü üzerine sert bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada Aygan "sözde itirafçı" olarak niteleniyordu.
13 YIL SONRA JİTEM DAVASI
Halbuki Aygan’ın belirttiği yerlerde bazı mezarlar açıldı ve iddialarının bir kısmı doğrulandı. Bazı yerlerde insan değil hayvan kemikleri bulundu. Sonunda Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı, JİTEM üyesi oldukları, 1992-94 arasında sekiz cinayete katıldıkları iddia edilen beş itirafçı, bir emekli subay ve bir muvazzaf astsubay hakkında tam 12 yıl sonra dava açtı. Temmuz 2009’da İstanbul Cumhuriyet Savcılığı "JİTEM adlı bir oluşumun var olup olmadığı" konusunda, İçişleri Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, MİT Müsteşarlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğüne yazılar yazdı. Genelkurmay Başkanlığı “bünyemizde (JİTEM) adında herhangi bir birim mevcut değildir'' derken Jandarma Genel Komutanlığı JİTEM adlı oluşumun, 1990 yılında sonlandırıldığı belirtti.
Eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı hapiste olduğu için talimatla verdiği ifadesinde JİTEM'in varlığının resmi düzeyde kabul gördüğünü söyledi. Somut olarak da, adını vermediği bir Baro Başkanı’nın arabasına bomba konulmasını, Yeni Ülke gazetesinin yakılmasını, Aydınlık ya da benzer bir derginin basılarak bir kişinin öldürülmesini ve HEP İl Başkanı Vedat Aydın’ın kaçırılıp öldürülmesini ifşa etti.
(1990’larda JİTEM’in infazlarda kullandığı ‘beyaz Toros’ araba geçtiğimiz haftalarda AHaber’in programcılarından Cemil Barlas’ın iki twitine konu olmuştu. Birincisinde Barlas “halkı silahlanmaya çalışanların kafalarını beyaz toroslara vura vura almadan terör bitmez” derken ikincisinde “halkı silahla kışkırtana, kan akıtana ne yapılır… torosu beğenmediyseniz başka marka da olur” diyordu.)
CEMAL TEMİZÖZ DAVASI
Uzatmayayım, savcı, sonunda “JİTEM adlı oluşumun, İçişleri Bakanlığının onayı olmadan ve Genelkurmay Başkanlığının görüşü alınmadan, Jandarma Genel Komutanlığının kendi inisiyatifiyle kurulduğu tespit edildi” dedi ancak oluşumla ilgili asker şahıslar yüzünden “yetkisizlik” kararı verip dosyayı Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdi. Böylece bu konuda da rafa kaldırıldı.
Eski Cizre Jandarma Alay Komutanı Cemal Temizöz, 23 Mart 2009 günü Cizre’de görev yaptığı sırada yaşanan faili meçhul cinayetler nedeniyle gözaltına alındı. Bu olayın öncesinde Cizre’nin Kuştepe köyünde faili meçhul cinayet iddiaları hakkında yapılan kazı çalışmaları sonucu 20 kemik parçası bulunmuş ve soruşturma kapsamında eski Cizre Belediye Başkanı Kamil Atak ve oğlu tutuklanmıştı. Olay hakkında gözaltına alınan kişilerin ifadelerinde Temizöz'ün adı geçmekteydi. 2009 Temmuz ayında açıklanan 104 sayfalık iddianamede Cizre'deki 20 cinayetten sorumlu tutulan Temizöz'ün 9 kez ağırlaştırılmış müebbet hapsi istendi. Bundan üç ay önce savcı sekiz sanığın da beraatini istedi. Bilmem şaşırdınız mı?
2014 yılında Kendilerine ‘Bıçak Timi’ adını veren JİTEM’ci dört asker ve beş korucu, Mardin Kızıltepe’de, PKK’ya maledilen 22 cinayetin faali olarak yargılanmaya başladı. Dava hala devam ediyor. Sonucunu tahmin etmek zor olmasa gerek.
GERÇEĞE ULAŞMA YOLU
İşte ‘hem var hem yok’ JİTEM’in özetinin özeti hikayesi böyle. Özel Harp Dairesi-Kontrgerilla-Gladio-JİTEM-MİT ilişkileri herhalde ciltler doldurur. Anlatmadığım yüzlerce olay var elbette. Anlatılması mümkün olmayan gözyaşı ve acılar var. Uyuşturucu, silah kaçakçılığı, adam kaçırma, kadın kaçırma, haraç ve fidye alma ve elbette milyarlarca lira para var. Ve elbette, toplumun devlete, devletin vatandaşına, Türkün Kürde, Kürdün Türke uzaklaşması, düşmanlaşması var… Bunların yanısıra elbette PKK’nin hem devlete, hem örgütüne hem halka karşı işlediği suçlar var. (Bu konuyu önümüzdeki hafta ele alacağım.) Gerçeklerin ortaya çıkması için niyete, cesarete, azme ve teknik olarak Hakikat Komisyonları’na ihtiyacımız var. Var oğlu var. 
Bu süreçte gerçeğin bir nebze de olsa ortaya çıkarılmasında emeği geçen kişilerden yazıda adlarını anmaya fırsat bulamadığım Fikri Sağlar ve Sezgin Tanrıkulu’na çok şeyler borçluyuz.
JİTEM, AKP’lilerin dediği gibi (ya da yazıklandığı gibi) “geçmişte mi kaldı”? Hiç sanmıyorum. Devletin kılcal damarlarına kadar yayılmış, böylesine girift bir suç örgütünün tasfiye edilmesi ancak cesur, kararlı, sistematik ve çok yönlü politikalarla olur. Ortada bunu başarabilecek, daha doğrusu başarmak isteyen bir siyasal iktidar var mı? (Davaların akibetinden gördüğüm kadarıyla yok.) Aynen Diyanet gibi, aynen YÖK gibi, aynen MGK gibi, OHAL Yasası gibi ele geçirilinceye kadar ‘kötü’, ele geçirilince ‘faydalı’ olabilecek yapıları, mevcut iktidar tasfiye eder mi, yoksa kendi çıkarları için kullanır mı? Bundan PKK veya benzeri örgütler de yararlanır mı? (Merhum MİT’ci Mahir Kaynak’ın kızı Deniz Ülke Arıboğan hocamızın “ülke darbeye doğru gidiyor” kehanetini de not edelim.) Cevabı size bırakıyorum….
Özet Kaynakça: Soner Yalçın, Binbaşı Ersever’in İtirafları, Doğan Kitap, 1994, Çetin Ağaşe, Cem Ersever ve JİTEM Gerçeği, Bilge Karınca Yayınları, 2003, Ersin Kalkan, Katille Buluşma Bir Jitem Dosyası: Musa Anter Cinayeti, Güncel Yayıncılık, Timur Şahan; Uğur Balık, İtirafçı Bir JİTEM'ci Anlattı, Aram Yayınları, 2004, Ecevit Kılıç, JİTEM, Timaş Yayınları, 2009, Nevzat Çiçek, İtirafçı, Timaş Yayınları, 2009, Uğur Balık, KERBEROS-PKK'dan JİTEM'e Bir Tetikçinin Anatomisi, Timaş Yayınları 2011, Milliyet Gazete Arşivi.
***

21 Ocak 2018 Pazar

PANZER VE KÜRT İSYANI - ALMAN DERİN DEVLETİ KILIÇ! BÖLÜM 7

PANZER VE KÜRT İSYANI - ALMAN DERİN DEVLETİ KILIÇ! BÖLÜM 7


28 Ocak 1978'de Aydınlık Davası’nın aklanmayla sonuçlanması üzerine Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin kuruluşuna önderlik etti ve ilk genel başkanı oldu. Türkiye bu yıllarda sağ-sol çatışmaları içinde kıvranıyordu. Terör şehirleri teslim almıştı. Silahlı çatışmalar alınan tüm önlemlere rağmen engellenemiyordu. İşte tam bu ortamda 12 Eylül 1980'de Türkiye’de askeri darbe oldu. Bu Perinçek’in kişisel tarihi için de çok önemliydi. Perinçek tutuklandı ve 1985 yılına kadar, tam beş sene tutuklu kaldı. Serbest bırakıldıktan iki yıl sonra, Ocak 1987'de haftalık “2000'e Doğru” dergisini yayınlamaya başladı. Bu dergide de genel yayın yönetmeni ve başyazarlık görevlerinde bulundu. 

Bu defa da neredeyse iç savaş görüntüsü veren etnik çatışma yüzünden başı derde girdi. Güneydoğu Anadolu bölgesinde muhalif aydınları “te’dib” etmeye yönelik çıkartılan “Sansür Sürgün Kararnamesi”nin kurbanı oldu. 1990 yılında, Diyarbakır Cezaevi’nde üç ay tutuklu kaldı. 1991 yılında Türk Ceza Kanunu’nun 141. maddesinin kaldırılmasıyla, yeniden siyasi haklarına kavuştu ve aynı yılın 
Temmuz ayında Sosyalist Parti’nin İkinci Büyük Kongresi’nde genel başkanlığa seçildi. Bir yıl sonra Sosyalist Parti’nin Anayasa Mahkemesi’nce kapatılması üzerine kurulan İşçi Partisi’nin genel başkanı oldu. Ancak Perinçek hakkında 1991 seçimlerinde TRT’de yapılan Liderler Açık Oturumu’nda yaptığı konuşma nedeniyle kendisine Terörle Mücadele Yasası’nın sekizinci maddesine dayanılarak on dört ay hapis cezası verildi. Bu ceza bittiğinde tarihler 8 Ağustos 1999'u gösteriyordu. On ay, on gün Haymana Cezaevi’nde kalmıştı. Basın suçlarını erteleyen yasayla yeniden siyasal haklarına kavuştu. 19 Ekim 1999'da toplanan İşçi Partisi Olağanüstü Kongresi’nde yeniden genel başkan seçildi. Halen 
Şule Perinçek’le evli olan Doğu Perinçek’in bu evlilikten üç çocuğu oldu: Kiraz, Mehmet ve Can Perinçek. Doğu Perinçek’in hayatında birbirinden ilginç bağlantılar vardı. Dayısı Em. Tümg. Turhan Olcaytu, 12 Mart Muhtırası öncesinde etkin isimlerden birisiydi. Adı kurulmuş olan cuntaya verilen Em. Tümg. Cemal Madanoğlu, Perinçek’in ilk eşi Sırma Ersanlı’nın eniştesiydi. 

Yine Doğu Perinçek’in teyze oğlu, yani kuzeni Gürbüz Tüfekçi’nin arası TSK mensuplarıyla çok iyiydi. Çevresi Tüfekçi’yi MİT mensubu olarak biliyordu. 

Doğu Perinçek’in sınıf arkadaşları da oldukça önemli isimlerden oluşuyordu. 1964'te mezun olduğu Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden dönem arkadaşları Mikdat Alpay ve Uğur Mumcu’ydu. Alpay daha sonraki yıllarda MİT Müsteşar Yardımcılığı görevine kadar yükseldi. 28 Şubat Dönemi’nde adından en fazla bahsedilen MİT görevlisi herhalde Mikdat Alpay’dı. Hukuk Fakültesi, 
Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) ile yanyana olduğundan, Perinçek’in etkinlik alanı bu okula da sıçramıştı. SBF, o günlerde siyasi çalkantıların tam odağındaydı. Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Nuri Çolakoğlu, Ömer Madra, Cüneyt Akalın, Halil Berktay gibi o dönemin geleceği parlak SBF ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi  asistanları, Perinçek’in etrafında toplandı. Perinçek, 1968'de devrimci gençliğin en üst kuruluşu olan Fikir Kulüpleri Federasyonu (Dev-Genç) başkanlığına seçildiğinde Ankara Hukuk Fakültesi’nde asistandı. 

Sosyalistlikten ulusalcılığa, ateizmden Müslümanlığa savrulan bir hayatın ortasında Doğu Perinçek, Ergenekon Davası’nın en önemli mahkumları arasından ordu paşalarıyla beraber Silivri’den kahraman olarak çıkma planı yaptı. Başbakan Erdoğan’un egosu güçlüydü, parayı seviyordu. AKP içinde “masa, 
nisa, kasa” zafiyetlerini tesbit etti ve uzun soluklu bir plan yaptı. PKK ile müzakere cemaat ile savaş, “PKK sosyal aktivist”, “cemaat Haşhaşinci” iftiraları hep Perinçek’in fitneye, şeytanlığa çalışan kafasından çıkan komplolar. Başbakan’ın konuşma metinlerini artık Doğu Perinçek, Cem Küçük, Ergün Poyraz ve Yalçın Küçük yazdığı için Türkiye, 1980 öncesindeki kaos dönemine geri dönüş yaptı. 

Ve Göktürk Sivil Darbe Yaptı 

Dostlarım, tanıdıklarım, tanımadıklarım pek meraklı! Sohbetimiz esnasında, hem sosyal medya üzerinden hemde telefon açıp ülkemizde ne zaman askeri darbe olacağını öğrenmek istiyorlar. Bazen kendimi darbeleri erken haber vermeden sorumlu gazeteci gibi hissediyorum. Herkes ülkemizde olan bitenlere bir anlam veremediklerini söylüyor, sitem ediyor ve soruyorlar: “Darbe yakın mı?” Gülsem 
mi, ağlasam mı bilemiyorum. Darbe olması için daha ne olması gerekiyor acaba! 

Twitter’da elinde kılıç önüne geleni kesip doğruyorsun, ne oldu sana Allah aşkına?” diyenler halime pek şaşkın! Takipçim twitter’da bir ayda 4 binden 35 bine çıkmış, her makalemi yüzbin kişi okuyormuş. 8 yıldır faaliyet gösteren kişisel siteme yoğun girişler olduğu için kapasite artık taşımıyor. Açık açık yazayım mı, eğer bir darbe olsaydı, ne olurdu! Bir dostum, “sen bir fenomen oldun ama sakın Türkiye’ye gelme, öldürürler” diyor. 

Niye diye sormadım. Ülkeye bir paranoya hakim, aslında bir darbe oldu kimse adını koymak istemiyor. Başbakan, “dostmodern” diye tanımlamak istedi “post kurtarma” darbesini! Benim tesbitim, bu bir “Yeşil Neo-28 Şubat ” sivil darbedir ama askerler arkada saklanıyor. 

Eğer bir darbe olsaydı, HSYK’da bir değişiklik yapılır, 12 Eylül 2010’da halkın referandumda evet dediklerine itiraz edilir ve hayır denilirdi. Üstünlerin hukuku geçerli olur, elit bir oligarşi halkla alay eder gibi tasfiye yapardı. Bir darbe olsaydı, ilk önce HSYK yasası yeniden değiştirilirdi! 

Eğer bir darbe olsaydı, darbeleri engelleyen, Ergenekon, Balyoz, casusluk ve 28 Şubat operasyonlarını yapan 2000 polisi darbeciler hemen sürgün ederdi. Bir darbe olsaydı, Ergenekon’un intikamını darbecileri soruşturan savcılardan alırlar, savcı ve yargılayan hakimler sürgün edilir, yetkileri tırpanlanır, tenzili rütbeye uğrarlardı! 

Eğer bir darbe olsaydı, medya organlarına devlet el koyardı, devletleştirir, tekel haline getirir, çok sesliliğe izin vermez, sustururlardı. Bir darbe olsaydı, devlete paralel gazeteci ve yazarlar türer, devlete yaslanırlar, çirkefleşirler, toptan tüm medya pespayeleşirdi! 

Eğer bir darbe olsaydı, Anadolu’nın bağrından çıkmış dindar vatan evladı şeytanlaştırılır, devlet kurumuna sızdı diye kapı önüne konur, itibarı zedelenirdi. Bir darbe olsaydı, iftira, yalan ve çamur atmada yarış yapılır, hatta ülkenin en temiz insanlarına ‘Haşhaşin’ denirdi! 

Eğer bir darbe olsaydı, ülkemizin yurt dışında medarı iftiharı, alnımızın akı olan Türk okullarını kötüleme furyası başlatılır, devletin büyüğü büyükelçilerine talimat gönderir ve karalama kampanyası yapardı. Bir darbe olsaydı, Türk okullarını kötüleyen ‘devletlü’ olurdu! 

Eğer bir darbe olsaydı, abuk sabuk kız erkek evler tartışması yapılır, özel hayata karışılır, yasakları izah için dini terminoloji kullanılır, İslamcılık yozlaştırılır, dünyevileşen müslümanlar dindar sanılırdı. Bir darbe olsaydı, dershaneler kapatılır veya dönüştürülürdü! 

Eğer bir darbe olsaydı, yolsuzluk, rüşvet, komisyon, hortum, hırsızlıkların üstü örtülür, devleti yönetenler bizzat yanlışları örtbast eder, yargıya müdahale ederlerdi. Bir darbe olsaydı, dürüst savcı ve polisler diyar diyar sürülür, hakimlerin gözü korkutulurdu! 

Eğer bir darbe olsaydı, MİT tüm cemaatleri eskiden fişlediği gibi fişlemekle kalmaz, despotlaşır, fişlemelerde “vatan haini”, “devlet düşmanı” ve “casus” gibi notlar düşülürdü. Bir darbe olsaydı, hakkı söyleyen ve darbecileri takip eden TEM polisleri intihar süsüyle Özel Harp tarafından infaz edilir, topluma korku, endişe, belirsizlik pompalanırdı! 

Eğer bir darbe olsaydı, ülke bir Muherabat, istihbarat ve istibdat devletine döner, birbirinin ayağını kaydırmak isteyen dönekler, namussuzlar türer, fırsattan istifade müfteri olurlardı. Bir darbe olsaydı, kardeş kardeşi ispiyonlar, baba oğulu satar, müslüman müslümanı hançerlerdi, herkes birbirine küfreder, toplum tam ortadan ikiye bölünür, çatlardı! 

Eğer bir darbe olsaydı, ülkede muhalefet partisi kalmaz, tek adam zihniyeti hortlar, “dediğim dedik çaldığım düdük” diyen bir “diktatör”, tüm nimetleri kendinden menkul görürdü. Bir darbe olsaydı, bu tek adam kendisini halka zorla cumhurbaşkanı seçtirmeye çalışır, seçime hile karıştırmak için devlet gücünü kullanır, muhalifleri sindirirdi! 

Eğer bir darbe olsaydı, devlete göbekten bağlı kılınmış, midesine endeksli, makam düşkünü aydınlar, akademisyenler susar, gazeteci ve yazarlar devlet kulu olur, makam korkusu, işten atılma endişesi had safhada olurdu. Bir darbe olsaydı, insanlar zulmü iliklerine kadar hisseder, sıranın kendisine ne zaman 
geleceğini kurbanlık koyun gibi beklerdi! 

Eğer bir darbe olsaydı, fetva verecek bir hoca mutlaka bulunur, yapılan tüm yanlış işlerin devletin bekası için gerekli olduğuna vicdanlar inandırılır, gerekirse vatan evlatlarının infazına ses çıkarılmazdı. Hatta onca devlet ihalesi üzerinden komisyonun ve rüşvetin devlet yararına alındığına halk inandırılır, zina ve yolsuzluk alenileşirdi! Bir darbe olsaydı, takiye yapanlar, münafıklar çoğalır, doğruları söylemek elde tutulan ateş, bir kor olurdu! 

Eğer darbe olsaydı, sivil toplum öldürülür, sivil toplum örgütleri devletten maliyeleşmemişse ve devlet tarafından kontrol edilmiyorsa sakıncalı görülür, emir eri olmazlarsa yok edilirlerdi. Bir darbe olsaydı, ülkenin en büyük cemaatının gözyaşına bakılmaz, gulyabanileştirilir, öcüleştirilir, karalanır, örgüt 
davası hazırlanırdı! 

Eğer bir darbe olsaydı, hapishanedeki bölücüsü, darbecisi, mafyası dışarı çıkarılarak toplumsal bir barış olacağına halk inandırılır ama cemaatler tehlikeli görülür hapsedilmeleri için fitneler, yalanlar, kasetler çıkarılırdı! Mutlaka MİT’in kara koyunlarının ürettiği sahte haberler merkezi olurdu ve utanmadan yargısız infaz yaparlardı! Bir darbe olsaydı, Fethullah Gülen Hocaefendi’ye sataşmak, 
küfür ve hakaret etmek caiz olurdu! 

Eğer bir darbe olsaydı, Genelkurmay Başkanlığı Başsavcılığı, 5 yılda 400 celsesi yapılan asrın en büyük derin devlet davası Ergenekon’dan mahkumiyet yiyenleri, Balyoz davasında kararı Yargıtay’da onananları kurtarmak için ‘kumpas’ diye suç duyurusunda bulunurdu. Bir darbe olsaydı, milyonlarca sayfa delile rağmen yargının kararları hiçe sayılır, 28 Şubat davasında sanık kalmaz, 12 Eylül 
davasının içi doldurulmaz, İzmir’de devam eden askeri casusluk davasında yargılananlar Yargıtay aşaması bypass edilerek serbest bırakılırdı! 

Eğer bir darbenin halen olmadığını sanıyorsanız ve askeri darbe ne zaman olacak diye saf saf bekliyorsanız, ben size daha ne diyeyim! 

“Göktürk” adlı yeni derin devlet, fesat oligarşik komite, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan eliyle sivil bir darbe yaptırdı. Erdoğan, tıpkı Süleyman Demirel’in 28 Şubat sürecinde davrandığı gibi davrandı ve darbenin yönetimine geçti, iktidarını, yani zevahiri kurtarıyor. 

“Uluslararası komplo” filan yok dostlar, darbeyi yapan “paralel devlet” ama adı “Göktürk”. KCK denen paralel diğer devlet “Kürdistan” ile ortak hareket ediyor. “PYD” denilen “cemaat paralel devleti” tam bir yalancı hayalet! 

Sorun kendinize ve cevabını net olarak düşünün. Eğer bir darbe olsaydı, bugün yaşananlardan daha fazla ne olabilirdi? Cevabını ben vereyim, bunlar yaşanırdı. Tek farkı olurdu, binlerce insan hapishanelere alınır ve işkenceden geçirilir veya işlerinden edilirdi. Sakın bana, “olmaz bunlar” demeyin. 

Eğer bu darbe daha da sertleştirilmek isteniyorsa, “Göktürk Komitesi”, bundan sonra ne yapacaktır? Bir darbe olsaydı, “Türk ordusunda Fethullah Gülen yapılanması” isimli çakma hazırlanmış kurgu bir yazı dizisi Sabah gazetesinde Ferhat Ünlü ve Abdurrahman Şimşek adlı iki gazeteci ismi kullanılarak yayınlanır ve kamuoyunda Gülen ve cemaat nefreti patlamaya hazır volkan hale getirilirdi! Ve casusluk ve vatana ihanet ettikleri gerekçesiyle örgüt davası açılır, MİT tarafından 3 yıldır izlenen 4800 kişiye anında operasyon yapılırdı. 40 gazeteci hapsi boylardı. Savcı ve polisleri devreden çıkartan soruşturmada MİT mensuplarına özel görevler verilirdi! Kimse sormazdı, 2000 ile 2008 arasında Gülen tam 8 yıl, örgüt davasından yargılanıp tam beraat etmedi mi? Hatta Yargıtay Genel Kurulu’na kadar giden davada tam aklanmadı mı? Bu nasıl kin ve nefret ki, Hak dostlarını hedef alan fesat komitesi elbise değiştirip aynı yerden milleti tekrar sokabiliyor ve saçmasapan iftiralarla göz boyayıp halka yutturabiliyor? 

Bir darbe olsaydı, inanın bana bu bile olurdu! Linç edilen hak dostlarının ve son davanın koruyucusunun Allah olduğu unutulurdu! Gayretullaha dokunan zulüm, Allah’ın kılıçları Hz. Ömerleri, Hz. Halid Bin Velidleri, Hz. Alileri ve Hz. Ebu Dücaneleri yardıma gönderirdi! 

Göktürk’ün Fesat Süfyanizm Oligarşisi 

 “Büyük Yolsuzluk ve Rüşvet” adı verilen “17 Aralık Operasyon”u sonrası siyasi intiharı seçen AK Parti’yi seveni, sevmeyeni hayretle izliyor. “Bu bir dış güçlerin komplosu”dur teorisine inanan gittikce azalıyor. Hastalığa teşhis koyamayan doktor, psikiyatri uzmanı veya psikolog, asla hastayı tedavi edemez. Toplum doktorları, sosyoloğlardır. Sosyolog gazeteci, Sosyal Hizmetler ve Uluslararası 
Hukuk masterları olan yazar olarak teşhisi koydum: Bu bir fesat derin Süfyanizm oligarşisinin suikastıdır. Üst düzey yapısı beş bin kişiyi bulan bu derin oligarşik fesat yapılanmasından toplam yüzbin kişi nemalanıyor. Nemalanan kısım, geçişkendir. Nerede menfaati varsa oraya yaslanır ve taraf değiştirir! AKP, oligarşiye teslim oldu; cemaatı “paralel devlet” diye tasfiye ettiren şebeke ile dindar askerimizi ordudan attıran, “bize değil hiyerarşiyi bozup Gülen’e itaat ediyorlar” diye yalan uydurarak kapı önüne koyan aynı ekiptir. Oyunun fitne cümlesi aynı, maşayı tutan el değişti: AKP ve Erdoğan. 

Türkiye’nin ayağına çelme takan oligarşik düzen, halkın bağrından koşup gelen AK Parti ve Fethullah Gülen grubunu asla sevmedi. Anadolu evladına “devlete sızıyor” yakıştırması yapanlar, “28 Şubat Post-Modern” darbesinde kim idi ise, bugün yaşanan “Yeşil” görünümlü “Neo-28 Şubat Postu Kurtarma” darbesinde de aynı fesat merkezi. Bir cemaatı sevmek, hatta mensubu olmak hangi 
demokratik ülkede suçtur veya devlet memuru olmaya engeldir? Vatan evladı sızmaz, liyakatıyla devlet bürokrasisine girer, hizmet eder. Kumpas, Ankara’nın kasvetli elit oligarşisinin en başarılı olduğu alan. “Bizans Entrikası”da denebilir. Cemaatın “paralel devlet” ilan edilip “örgüt suçu” kapsamına sokulması eski tezgah. AK Parti’ye daha dün “İslami Terör Örgütü” damgası vuran aynı 
şebeke değil mi? Tezgahın nasıl işlediğini, fesat oligarşinin kendi halkına nasıl suikast düzenlediğini ve AK Parti’nin nasıl tufeye getirildiğini yazmalıyım. 

“Yeni Fesat Komitesi”, oligarşik yapının maşasıdır. Emniyeti hallaç pamuğu gibi dağıtan, yargıya doğrudan müdahale eden, bürokraside cadı avına girişen hükümet, son olarak HSYK’yı kökten değiştirecek bir yasa teklifi hazırladı. Hakim ve savcıları, Adalet bakanı üzerinden dolaylı olarak başbakana bağlıyacak yeni sistem, 12 Eylül modelini hortlatıyor. Mesela bugünkü yolsuzluk soruşturmalarını yürüten savcılar bakan tarafından görevden alınabilecek. Yasa teklifi neresinden 
tutsanız sorunlu. 

28 Şubat sürecinde yaşadıklarımız aynen yaşanıyor. “12 Eylül diktatörlüğü” geri dönüyor. Bu ülke “150’lik”ler, “1402’lik”ler, “YAŞ’lık”lar utanç listeleri gördü, hepsi daha sonra çok ayıplandılar ve iptal edildiler. Pek çok bedeller ödeyerek bu ülke demokrasi yokuşunu tırmandı ve AKP’ye destek vererek 12 Eylül 2010 referandumunda oligarşik fesatçıları sandığa gömdü. Ancak, oligarşik çete 
teslim olmak istemiyor, fitne fesat tohumlarını yeşertip, AK Parti içinden kotardıkları zorlama grupla koalisyon kurdular. Keşke her şey sadece para ve devlet makamları olsaydı, ama maalesef “devlet besleme yeşil yandaş medya”, geçmişte düşman olduğu karanlık şebekelerle ortak çalışarak memlekete 
çok zarar veriyor. 

Bol maaşlı İslamcı yazar ve gazeteciler, hiç utanmadan yolsuzlukların üzerine gidilsin ama yolsuzlukları kovuşturan polis ve savcılar kovulsun, mahkemeleri biz yönetelim demek istiyorlar. Neredeyse “istiklal savaşı” veriyoruz, bin kişinin haksız yere yargısız infazla idam edildiği İstiklal Mahkemeleri kurulsun” diyecek ler. “Çakma İslamcı yazarlar”, cemaat yok olunca yeni bir asrı saadet devrinin başbakan tarafından getirileceğini bile yakında yazabilirler. Aklı başında sandığımız koskoca “İslamcı yazarlar”, hem her şeyimiz olan Başbakana bir söylesek o her şeyi halleder, kim yolsuzluk yapıyorsa ona çok kızar bile diyorlar. Ortada duran büyük yolsuzluk kokuşmuşluk ve çürümeyi İsrail (!) yüzünden görmeyen “İslamcı yazarlar”, yanlışları bir sosyolog titizliği ile mükemmel bir duruşla yazan Ahmet Turan Alkan, Ali Bulaç ve Mümtazer Türköne’yi linci sevap sanıyorlar! İsrail ve ABD ile ilişki içinde olan cemaatin tüm mensublarını devletin, yani Başbakanın bekası için yok etmek vaciptir fetvası nasıl olsa ceptedir. 

28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu ile, Mart 2003’de ise Balyoz planı ile Çetin Doğan Kemalizmin ayakta kalması için her şeyi yaptı, suçlu bulundu hapsedildi. Bazı ünlü “İslamcılarımız”, Başbakanın iktidarda kalması için tozuttu ve “Yeşil bir 28 Şubat” sürecini caiz, vacip hatta galiba farz görüyorlar. Meşrepleri meçhul, neye önem verdikleri ise malum. Aile efratları devlet makamlarında güzel yerlere gelen “İslamcılar” 10 ile 15 bin TL civarı maaşları cebe indirmekle İslama en büyük hizmeti yaptıklarına inanabilirler. Arpalık devlet postları, bankamatik danışmanlıklar, haybeden gelen ulufeler, kaynağı sorulmayan oşürler, humus kazançları hep helal oldu. Haram mefhumu müphemleşti, sanki müslüman için değil sadece münafıklar ve kafirler için Allah sınırları Kur’an’da ve Peygamberimiz yaşantısı ile hadisinde belirledi. Gulul, kamu hakkı Allah hakkı, yetim hakkıdır dediniz mi hemen “paralel devlet örgütü” içinde sayılıyorsunuz. Ülkede yanlış giden şeyler olduğunu iddia ederseniz “yeşil kartel medyası” tarafından hemen Amerika yada “İsrail ajanı” ilan ediliyorsunuz. 
Konjoktüre göre, kimi zaman “Gönüllüler Hareketi kötü”, kimi zaman “AK Parti kötü” taktiğiyle iki grubu birbirine düşürmeyi başardılar. AKP ve Gönüllüler Hareketi’nden intikam almaya çalışan Ergenekoncuları salarsa, derincilerin dümenine girmiş AK Parti’yi iyi günler beklemiyor. 

Ulusalcılar, ülkücüler, PKK ve KCK siyasetçilerinden sonra “siyasi islamcı hareketi” de kendi yanına çeken derinciler cemaata “örgüt” diyerek kaos çıkartıyorlar. 28 Şubat’da, “irtica bahane vurgun şahane” manşeti atmıştım bir defa, yerini cemaat kelimesi aldı. “Cemaat bahane yolsuzluk şahane” manşeti gazetelerde atılmalıydı. “Eski Türkiye”de Atatürk adını kullanarak bankaları hortumlayanlar, artık her olumsuz şeyde “cemaat yaptı propagandası” ile devlet içinde büyük bir soygun peşinde. 

Cemaat kelimesi sihirli bir öcü haline geldi, zina yapsalar cemaat yaptırdı diyecekler ve günahlarını yıkadıklarını sanacaklar. Bu oyunu erken fark eden cemaat, adını camia yapmak istedi, cemaat kelimesi oyunu bozuldu. İrtica tehdidi ülkede unutuldu, hatta MGK’da bile tehdit olmaktan güya çıkardı. Ancak yılmak bilmeyen “oligarşik derinciler”, artık irtica yerine “cemaat tehlikesi paralel devlet” diye bir fitne uydurdu. 

Halkı inandırmak için MİT bünyesinde Basın’dan sorumlu Nuh Yılmaz  başkanlığında “ Yeşil 28 Şubat’ın Medya Fesat Çetesi” kuruldu. 

Daha 2007’de “Abdullah Gül’ün eşi başını açmadan Çankaya’ya çıkamaz, 2013’de Emine Erdoğan başını açmazsa kocasının Çankaya’ya 
yolu tıkanır” diyen yazarlar, bugün başbakana “cemaatı yık gazı” veriyor ve “AKP hayranı” olarak el üstünde tutuluyor. 

Gazeteci yazar Nazlı Ilıcak yolsuzluk operasyonu sonrası AKP ve Fethullah Gülen cemaati arasındaki gerilime dönüşen “paralel devlet” tartışmalarına ilişkin, “Başbakan Tayyip Erdoğan’a bir operasyon yapıldı. Ama bunu yapan cemaat değil, MİT’in içinde karanlık bir odak! Ergenekon’la da, başka odaklarla da işbirliği yapmış olabilir. Dış mihrakları da bu paketin içine koyabiliriz” dedi. Ilıcak Hürriyet’ten Ayşe Arman’a verdiği söyleşide, “şimdi bakın, 28 Şubat operasyonunun tüm enformasyon bölümünü MİT yürüttü. Ve o MİT hep aynı kaldı. Hiç temizlenmedi. MİT’in içinde böyle odaklar kalmış olabilir” ifadelerini kullandı. MİT-Medya ilişkilerinin hangi boyutlara ulaştığı, “MİT’in medyadaki yazar-gazetecileri nasıl denetlediği” hatta “çakma haberlerle yönettiği” artık 
deşifre olmalı. Ajanlık yapan gazeteci gazeteci değildir, dejenere devlet gazeteciliğine artık bir son verin, Sovyet ülkesinde yaşamıyoruz, sivil olun, derin oligarşi emrinde asker bir köle olmayın. 

Medya Analiz diye bir blogda çete ortaya çıkartıldı. Postmedya haber sitesi alıntı yaptı, okuyalım: 

“MİT’in yönlendirdiği medya ekibi doz açısından derecelendirilmiş düzeyde. Abdurrahman Şimşek, Ferhat Ünlü, Cem Küçük, Tutkun Akbaş, Ömer Adıyaman, Medyagündem, Sontv gibi isimler ve siteler, “çete” şeklinde hareket ediyor. Hiçbir kural tanımadan kara propaganda, yalan, iftira, suç isnadı, delil uydurma, karakter suikastı, masa başı habercilik, yasa dışı takip, izleme, dinleme dahil tüm imkanları kullanıyorlar. 

Bu ekibin direct olarak yazı yazdırdığı isimler ise Rasim Ozan Kütahyalı, 

Sevilay Yükselir, Abdülkadir Selvi, Cem Küçük, Elif Çakır, Hakan Albayrak, Hasan Karakaya, Erdal Şimşek ve Turgay Güler gibi isimler. 

İkinci kategoride yer alanlar ise bir derece altta duruyorlar. Hüseyin Yayman, Hilal Kaplan, Celal Kazdağlı, Alper Tan, Mahmut Övür, Abdurrahman Dilipak, Nasuhi Güngör, Nagehan Alçı gibi isimler bir doz aşağıdan yayın yapıyorlar. Yıpratma, saldırı, kanaat yönlendirme faaliyetlerini mümkün 
olduğunca kriminal dozun bir alt seviyesinde sürdürüyorlar. Ancak tezleri ilk gruptaki “çetenin” tezlerini yüzde yüz oranında destekliyor. 

Üçüncü kategoride ise medya yöneticileri var. Serhat Albayrak, Mustafa Karaalioğlu gibi medya yöneticileriyle Nuh Yılmaz bizzat görüşüyor. Hükümet politikalarına destek veren bu gazeteler özellikle “cemaat konusunda” yapılacak yayınlar, izlenmesi gereken politikalar hakkında enforme ediliyor. Aynı zamanda da Çete’ye bağlı isimlerin önünün açılmasını sağlıyorlar. 

Çetenin koç başlığını Abdurrahman Şimşek ve Ferhat Ünlü yürütüyor. Beli silahlı bu iki kişi MİT üzerinden istedikleri kişinin iletişim bilgileri, adresi, görselleri, takip ettirilmesi, izlemeye alınması gibi imkanlara sahip. Hayli geniş özel bir bütçeyle donatılmış olan bu iki kişi, aynı zamanda “özel istihbarat” adı altında bir ekibi de yönetiyor. Hedef belirlendikten sonra bu ekiple ilk yıpratma faslı  başlıyor. Şimşek istihbaratçılığa kendisini o kadar kaptırmış ki, Sabah’ta başında olduğu Özel İstihbarat Servisi’ne, MİT’teki Kontrterör Dairesi’nin yerini alan Özel İstihbarat Dairesi’nin adını vermiş. Ünlü ve Şimşek, asıl bombayı daha patlatma dı. Askeriyede cemaat operasyonu yaptırmak isteyen çetenin patronları ellerine çakma bir yazı dizisi tutuşturdu. Kamuoyunun yeterince cemaat düşmanı haline geldiğine inandıkları anda Sabah gazetesinde vahim yazı dizisi başlatılacak,  Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, aynen 30 Ağustos 2000’de eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun dediği gibi vay be devletin altını oyuyorlarmış diye savcılara suç ihbarında bulunacak ve yeni bir Gülen davası, casusluk ve vatana ihanetten açılacaktır. Gülen haksız değil, değişen bir şey yok, dün aynı zulmü yapanlar, bugün sadece maşa değiştirdi. 

Sabah’ın özel istihbarat müdürü Abdurrahman Şimşek’e bağlı çalışan bu paralel grupta, Vakit-Sabah-Milat ve şimdi Akşam’da görev yapan Erdal Şimşek, Yeni Şafak’tan Cem Küçük, Medyagündem’den Tutkun Akbaş, Son TV’den Ömer Adıyaman, Haber TV’den Sinan Tavukçu (Enisteşi İ.H.M, MİT’te üst yönetici) gibi isimler bulunuyor. Çete’nin arka bahçesinde ise geniş bir internet yelpazesi 
bulunuyor. Haber10, Medyagundem, ve Sontv gibi internet siteleri bariz MİT savunmalarıyla dikkat çekiyorlar. MİT’e yönelik eleştiriler kurum tarafından cevaplanmadan bu siteler üzerinden cevaplandırılıyor. 

Tutkun Akbaş’ın uzun sure yönettiğini inkar ettiği ancak sonunda kabul ettiği finansmanınSerhat Albayrak tarafından sağlandığı bilinen Medyagundem, tüm ekibin istikametini belirlemede ana karargah olarak kullanılıyor. MİT’e bağlı ikinci ve üçüncü kategorideki medya yapılanmasının tamamı hedef alınacak kişi ya da grubu medyagundem üzerinden öğrenip harekete geçiyor. 

Hükümete ters düşen kişiler hedef alınmanın yanında Hükümeti yeterli derece savunmadığı düşünülen kişiler de aynı çark tarafından hedef alınıyor. Mesela bazı konularda“katılmıyorum” gibi naif bir cümle kuran Akif Beki bile eş zamanlı olarak Medyagundem ve Cem Küçük tarafından “cemaatin devşirmesi” olarak hedef tahtasına oturtuluyor. 

Finansman noktasında devletin imkanlarının devreye sokulduğu görülüyor. Anadolu Ajansı’nın taşeron şirketi Toprak Ajans burada devreye giriyor ve para muslukları sonuna kadar dolaylı yoldan bu sitelere açılıyor. Dışarıda “devlet memuru” titrini kullanarak MİT’teki Aydınlıkçıların tuzağına düşerek Türkiye’yi rezil etme yöntemini izlerken, içeride ise Şimşek Çetesi ve bağlı gruplarını 
kullanıyorlar. 90’yıllarda 28 Şubatçılara payandalık yapan Aydınlıkçı MİT’çiler, şimdi AKP’yi içerde ve dışarda yalnızlaştırmak için çift yönlü bir bitirme operasyonu yürütüyor. MİT’in gazeteci ajanlarının organizasyon yapısı ve bazı faaliyetleri böyle. Aydınlıkçılar, AKP’nin atadığı MİT’çileri parmağında oynatıyor. Onlar da devleti ele geçirdiklerini sanıp istihbaratçılık oynuyor.” 

Derin oligarşinin patron tanımını, “Ergenekon buzdağının tam resmi!” başlıklı yazımda 1 Haziran 2011 tarihli Canadatürk adlı Toronto’da aylık çıkan gazetemizde yazımda daha önce şöyle yapmıştım: 1960'da kurulan Milli Birlik Komitesi’nin tamamı eski generallerden oluşan 12 asker üyesi günümüze 
kadar güncellenerek gelmiştir. 18 İstanbul baronu Sebataycı ve Rum ailesine Türkiye peşkeş çekilmiştir. CFR’nın resmi Türkiye kolu olan Global İlişkiler Komitesi’nin iş dünyasındaki 12 ismi ve başındaki Rahmi Koç, askerlerle birlikte askeri vesayeti tepemize Demokles’in Kılıcı olarak koydurmuştur, asıl derin devlettir beyler! Ergenekon adını 1953'de kod isim olarak NATO eğitimi aldığı ABD’de ilk kullanan Alparslan Türkeş idi. Albay Ergenekon kod adını 1953 ile 1961 arasında kullanan Türkeş, Türk ordusunu tasfiye ederek yeni sistem kuran Amerikalılar ile ters düşünce Hindistan’a 1961'de askeri ataşe olarak gönderilir. Zira Amerikalıların zoruyla Türk ordusundan 7200 subay, toplamda 243 general zorla emekli edilir, tamamen ABD’ye göbekten bağlı olacak sistem aslında sömürgecilik, militer demokrasi veya Amerikan militarizmi tarzı mandacılıktır. 

1961'de Albay Ergenekon kod ismi Turgut Sunalp’a geçer. 1971 muhtırası ve 1980 askeri darbesini Amerikalı ve İngiliz dostlarının emriyle yerine getiren Sunalp’ın Doğu Perinçek’i İngiliz istihbaratına eti senin kemiği benim diyerek teslim etmesinden yarım asır geçti. Bu dönek şahsiyetsizi cezalandırmak yüreğimizi soğutur mu bilemiyorum. Kanlı 1 Mayıs olaylarından Gazi olaylarına, 
Madımak’tan Gezi olaylarına kadar Perinçekgilleri her türlü fitne kazanının altında görüyoruz. Eksik olan onları yöneten, yönlendiren özel harp eleman larıydı. Sunalp, 1989'da vefat ettiğinde Garanti Bankası’nın başdanış  manıydı. Görevini 1986'da Veli Küçük’e devrettiği devrede PKK zaten MİT ve CIA işbirliğiyle ele geçirilmişti. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in ve damadının emriyle İstanbul Emniyet Müdür yardımcısı Ümit Bavbek operasyonu ile Abdullah Öcalan, rakipleri temizlenerek plazlandırılacak örgüte lider yaptırılmıştı. Küçük’ün ekibine kurdurulan JİTEM’in zulümleriyle Kürtler zorla dağa postalandı, terörist yapıldı Kürt gençleri. 1986 ile 2001 arasında PKK’nın macerası, 17 bin faili meçhul cinayet, Sapanca, Kocaeli ve Gebze üçgenini ceset tarlasına çeviren Küçük’ün 
Ermenice uzmanı aşırı Türk milliyetçisi bir Ermeni olduğunu unutmayalım. 

Veli Küçük’ün görev süresi 2001’de sona erdi. Haziran 2009’da aslında dördüncü ‘Albay Ergenekon’un kim olduğu ortaya çıktı: Dursun Çiçek. Aralık 2010’da Gölcük Donanma’da ele geçirilen ‘Proje’ adlı belge Çiçek’in 2003’den beri illegal işler içinde olduğunu ve ‘millete komplo planı’nı tek başına hazırlamadığını ispatladı. Erzincan davasında konuşan üst düzey bürokrat gizli tanık Efe’de zaten Çiçek’in ve zamanın 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk’in suçunu netleştirdi. 
İddianamesi kabul edilen Gölcük belgeleri davasında emekli Koramiral Kadir Sağdıç ‘bir numara’ gözüküyordu! Balyoz davasında yargılanan emekli ve muvazzaf generallerden İbrahim Fırtına, Özden Örnek, Ergin Saygun, Çetin Doğan, Metin Yavuz Yalçın, Engin Alan, Ayhan Taş, Mustafa Çalış, Feyyaz Öğütçü, Lütfü Sancar ve Kadir Sağdıç’ın Milli Birlik Komitesi’nde olup olmadıkları 
araştırılmalıdır. Tabi lider Tahsin Şahinkaya yargı önüne çıkartıldığı halde halen neden 12 Eylül davasının içi boşaltıldı veya doldurulmadı ayrı bir mevzu. 

Küçük’ten Çiçek’ten ‘Albay Ergenekon’ misyonunu ‘Paşa’ olarak devralanana kadar Engin Alan neler yapmıştı, nereden koşuyor? Operasyon birimi halen yönettiği ileri sürülen ‘Paşa Ergenekon’ kodlu Engin Alan’ın durumu en şaibeli olanıdır. Alan ile 1993'de Bakü’de tanıştığımda askeri ataşe olarak yeni tayin edilmişti. Henüz tek general yıldızını bile almamıştı. Kısa boylu, sempatik bir komando izlenimi uyandırmıştı bende. Ebulfeyz Elçibey’in etrafına üç Türk asıllı bakan, başdanışman, özel korumalar ve Karabağ’da savaşması için özel harp birliği getirtmesini önceleri alkışlamış, onunla gurur bile duymuştum. Metin yüzbaşının Şamahı’daki Azeri komando yetiştirme kampını, talabelerime 
kamp yeri ararken dağda basmış ve Ermenilerin canına okuyan bu özel gücün ardında olan komutanlarımıza gereken saygıyı göstermiş, her yerde anlatmış ancak gizlilik nedeniyle bugüne kadar da hiç bir yerde bu konuyu yazmamıştım. Ne olduysa Elçibey’in Rus askerini Gence’den 28 Mayıs 1993'de zorlapostalaması ile başladı. Bu kararı Alan’ın aldırdığına emindim, sonuç olarak Elçibey’in Ruslar tarafından bir hafta içinde indirileceğine de emindim. Kendine çok güvenen Alan’ın ekibi, Elçibey’in Aliyev’i İngiliz ve Amerikan büyükelçilerinin zoruyla getirmesinden sonra morardı. Amerikalılarla dirsek teması bozuldu, dipçik yedik… Engin Alan’ın Amerikan karşıtı olduğunu sanmayın, Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi… CIA organizesi MİT’e ihale, başarısızlığa mahkum 1994 ve 1995 Aliyev darbeleri ve suikastlarından sonra kös kös Bakü’den kovuldu. Ülkemizin imajını yerin dibine batırdı. Ekibine Özel Harbin uyuyan “Çakma Ülkücü” hücrelerini alan ve Uyandıran Alan, ülkeye dönüşte görev aldığı 1995 Gazi olaylarını Organize etmekten henüz yargılanmadı. 1999'de Öcalan’ı  Kenya’dan getiren uçakta olmadığı halde, kahraman olmayı sevdiğinden “Ben getirdim” dedi. 

MOSSAD ve CIA’nın Öcalan’ı bize asmamız için değil, besleyip siyasi Kürt hareketinin başına koymamız ve “Büyük Kürdistan”a devlet başkanı yapmamız için verdiğini Alan’dan daha iyi bilecek ikinci bir isim yoktur. 

MHP başına kondurulan MHP Başdanışmanı ve milletvekili Alan, ülkemiz Türk milliyetçileri ile aşırı Kürt milliyetçilerini 12 Eylül öncesinde olduğu gibi meydan kavgalarına, savaşlarına sürükledi. Türk ile Kürt kardeşliğini baltalamak isteyen ve araya yeni kan davaları sokmaya çalışan bu fitnenin asıl gayesi, hükümete ve halka yeni anayasayı yaptırmamaktır. Ergenekon ve Balyozcuları, PKK ve 
KCK’lıları genel afla serbest bıraktırmaktır. 12 Eylül ve 28 Şubat davalarının üstünü kapatmaktır. Askeri vesayetin son kalesi anayasadır, 2016’da değiştiğinde, derin oligarşinin sonu gelecektir. AKP’den bu dönem için umudumu kestim. 

 “Yeni Perinçek giller”i paralel devlet adlı fitne kazanının altında görüyoruz. Başbakan bunu göremiyorsa, kumpası kuranı yok edemiyor ve milletine suikast düzenleyenleri onaylıyorsa, artık benim başbakanım olamaz, olmayacaktır. Hikmeti hükümet teraneleri cahillere göredir, teknolojinin sınır tanımadığı bu bilgi asrında asla özür veya bahane değildir. Aydın namusu, vicdanı dik ve sağlam durmayı gerektirir, mert olalım lütfen! Madımakta Alevileri yaktıran Doğu Perinçek, Aziz Nesin’in oğlu Ahmet’in itifaıyla bugün tüm Türkiye’yi nifak ve fitne ateşi ile yakarken sessiz kalamayız. 

PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı. 
YAZI SERİSİ..,
'' GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ ''  İle Devam edecektir...


***