Süreç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Süreç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Şubat 2020 Pazar

Süleymani Suikastı Sonrası Süreçte Haşdi Şaabi'nin Geleceği.,

Süleymani Suikastı Sonrası Süreçte Haşdi Şaabi'nin Geleceği.,

Bilgay Duman,
22.01.2020



Irak’ta DEAŞ'ın 2014’te Irak topraklarının büyük bir bölümünde hakimiyet sağlaması sonrasında tartışmalı bir aktör olarak ortaya çıkan Haşdi Şaabi ve yeniden sahneye çıkan milis gruplar, Irak’taki temel dinamiklerin belirleyicisi haline gelmiş görünüyor. Özellikle son dönemde ABD-İran arasındaki gerginliğin Irak’ta bir çatışmaya dönmesi ve buna milis grupların da dahil olması, Haşdi Şaabi ve Şii milis grupların Irak’taki durumunu ve buna bağlı olarak Irak’ın geleceği konusundaki tartışmaları yeniden gündeme getirdi.

Zira Irak’ta 1 Ekim 2019’da başlayan ve halen devam eden protesto gösterilerinde, hem protestocuların milis gruplara verdiği tepkinin boyutu hem de milis grupların protestoculara yönelik şiddet yanlısı yaklaşımı, Irak’ı bir çıkmaza doğru sürüklüyor. Bununla birlikte Irak’ta İran’a yakın milis grupların ABD’yi ve Irak’taki ABD varlığını doğrudan söylemsel ve eylemsel düzeyde hedef alması ve buna karşı ABD’nin de aynı tonda milis gruplara cevap vermesi çatışmayı daha da körüklüyor. Bu çekişme İran Devrim Muhafızları Ordusu'na bağlı Kudüs Ordusu Komutanı Kasım Süleymani ve Haşdi Şaabi Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi el-Mühendis'in öldürülmesi sonrası daha da belirginleşti.

Bu durum Irak merkezi hükümeti üzerinde de ciddi bir baskı ortaya çıkarmış durumda. Türkiye’de, Haşdi Şaabi yapılanması doğrudan İran ile bağlantılı yapı olarak biliniyor. Ancak Haşdi Şaabi Kasım 2016’da çıkarılan bir yasa ile yasal bir statüye kavuştu ve polis veya orduyla eşdeğer hukuki haklara sahip oldu. Bu anlamıyla Haşdi Şaabi her ne kadar milis grupların bir çatı organizasyonu olarak ortaya çıkmış olsa da artık Irak devletinin resmi bir güvenlik gücü. Buna rağmen Haşdi Şaabi’yi oluşturan milis gruplar da siyasal duruş, kimlik ve bölgesel konuma göre farklılaşıyor. Daha açık bir ifade ile İran’a yakın grupların yanı sıra, Irak milli kimliğine sahip ve doğrudan Irak’taki Şii dini merciinin desteklediği gruplar var. Bununla birlikte, Şii ve Sünni aşiretlerin oluşturduğu milis yapılanmalarının sayıları da göz ardı edilmemesi gerek bir faktör. Ayrıca Haşdi Şaabi’nin adını kullanarak "çetecilik" yapan milis gruplarının bulunduğunu da vurgulamak gerekiyor. Nitekim bu gruplar üzerinden Irak’ta her türlü illegal eylem ve faaliyetler yürütülüyor. Bu grupların çoğunun İran tarafından kaçakçılık, illegal ticaret, suikast gibi eylemlerde kullanıldığı Irak’ta yaygın bir kanaat.

Haşdi Şaabi dışındaki milis grupları


Mevcut durum itibarıyla 144 bin kişinin Haşdi Şaabi bünyesinde devletten maaş aldığı biliniyor. Bu kişilerin büyük bölümü temelde milis grupların üyeleri. Zira Haşdi Şaabi çatısı altındaki milis grupların her biri ordu ve polis yapılanmalarında olduğu gibi Haşdi Şaabi Tugayı olarak anılıyor. Örneğin, 29 Aralık 2019’da ABD’nin Bağdat’taki Büyükelçiliği’ne yapılan baskına neden olan, ABD’nin 27 Aralık 2019’da Suriye-Irak sınırında yaptığı hava operasyonunda hayatını kaybeden Ketaib Hizbullah militanları, Haşdi Şaabi’nin 45. Tugayı olarak biliniyor. Bu noktada "yumurta-tavuk" ilişkisine benzer bir şekilde Haşdi Şaabi ve milis gruplar konusunda büyük bir karmaşa olduğunu söylemek mümkün. Zira her ne kadar yasal bir düzenleme ile resmi bir güç haline getirilmiş olsa da Haşdi Şaabi dışında hareket eden milis yapıların kontrol altına alınamamış olması büyük bir sorun teşkil ediyor. Nitekim Kasım 2016’da çıkarılan Haşdi Şaabi yasasında milis gruplara ilişkin bir düzenleme de olmaması, Irak hükümetini zorluyor. Yani milis grupların üyeleri Haşdi Şaabi bünyesinde resmi bir kimlik kazanırken, yasada milis grupların statüsü konusunda hiçbir maddenin yer almamış olması hükümetin milis gruplara ilişkin pozisyonunu zayıflatıyor. Bu da milis gruplara hareket alanı sağlıyor.

Zira bugün itibariyle Irak’ta faaliyet gösterdiği bilinen 70’ten fazla Şii milis grubu var ve bu grupların üye sayılarını tahmin etmek hiç de kolay değil. Haşdi Şaabi’ye üye silahlı güç kadar, belki de daha fazla, dışarıda bulunan bir milis gücü varlığından bahsediliyor. 2019’un yaz aylarında ABD’nin Irak merkezi hükümetine bu milis grupların kapatılması ilişkin bir liste verdiği yönünde iddialar ortaya çıkmış, Irak merkezi hükümeti bu iddiaları yalanlamıştı. Ancak ABD, İran’a yönelik uyguladığı ekonomik ve siyasal yaptırımların kapsamında Orta Doğu’da saha operasyonları yürüten Devrim Muhafızları Ordusu’nu terör örgütü listesine alırken, bu sürecin Irak ayağını ülkede İran’a yakınlığıyla bilinen figürler ve kurumlar üzerinden yürütüyor. Bu bağlamda, Şubat 2019’da Haşdi Şaabi bünyesindeki Hareket en-Nuceba ve lideri Ekrem el-Kaibi terör listesine alındı. Yine aynı yılın ağustosunda İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun Irak’taki yapılanmasına silah temin ettiği iddiasıyla South Wealth Resources Company adlı şirket ve iki yöneticisine yaptırım kararı alındı. Ayrıca, ABD Hazine Bakanlığı 6 Aralık 2019'da Haşdi Şaabi’nin bileşenlerinden Asaib ehli’l Hakk’ın lideri Kays el-Hazali ve kardeşi Lait Hazali, İran Devrim Muhafızlarının Irak'taki operasyonlarını yürüttüğü düşünülen Hüseyin Falih Aziz el-Lami ve Iraklı iş adamı Hamis el-Hancar yaptırım listesine ekledi.

Öte yandan ABD’nin, 3 Ocak’ta Irak'ın başkenti Bağdat'ta havaalanına düzenlediği saldırıda Kasım Süleymani ve Irak’taki Haşdi Şaabi Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi el-Mühendis’in öldürülmesinin hemen ardından 4 Ocak’ta halihazırda yaptırım listesinde bulunan Asaib Ehl’il Hak "Yabancı Terör Örgütleri" listesine, örgütün lideri Kays el-Hazali ve Kays’ın kardeşi Laith Hazali de "Özel Olarak Belirlenmiş Küresel Teröristler" (SDGT) listesine dahil edildi. Yine sosyal medya platformu Twitter da 31 Aralık 2019'da ABD'nin Bağdat Büyükelçiliği binası önündeki eylemlerde yer alan Kays el-Hazali'nin hesabını sildi.

Milis gruplar devlet otoritesini zayıflatıyor

Adil Abdulmehdi’nin başbakanlığı döneminde de Haşdi Şaabi üzerindeki kontrolün artırılması için ABD’nin ciddi baskı yaptığı biliniyor. Nitekim 2019 yılının son aylarında Haşdi Şaabi’nin yapısında da bir değişikliğe gidildi ve başkan yardımcısı pozisyonu ortadan kaldırıldı. Bu adımın atılmasındaki en büyük amacın Irak’taki milis yapılarla İran arasındaki irtibat noktası olarak bilinen ve 3 Ocak’ta ABD’nin saldırısı sonucu İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ile birlikte Bağdat’ta öldürülen Ebu Mehdi Mühendis’in devreden çıkarılması olduğunu söylemek mümkün. Nitekim Haşdi Şaabi bünyesindeki bu değişiklik büyük tepki toplamış ve Ebu Mehdi Mühendis görevinden ayrılmamıştı. Ancak ABD’nin saldırısıyla ortadan kaldırılmış oldu.

Ancak Haşdi Şaabi’nin yasal bir güç olması, hem Irak hem de ABD için yasal bir sınırlılık getiriyor. Zira aslında ABD’nin Kasım Süleymani ile birlikte Ebu Mehdi El-Mühendis’e yönelik yaptığı suikastte, Haşdi Şaabi’nin resmi güvenlik gücü olması hasebiyle Irak’ın bir komutanını öldürmüş olması, Irak’ın egemenliğinin ihlali. Ancak Irak merkezi hükümetinin buna karşı resmi ve güçlü bir tepki verecek gücü yok. Bu anlamıyla Irak’ta hükümet devlete sahip çıkmakta yetersiz kalıyor. Bu nedenle ülkede idari, siyasi ve askeri boyutta bir güç boşluğu ortaya çıkıyor. Nitekim Haşdi Şaabi de halen devlet tarafından sahiplenebilmiş ve tam olarak kontrol altına alınabilmiş değil. Halen milis grupların Haşdi Şaabi üzerinde yoğun bir etkinliği söz konusu. Bu etkinliğin en önemli nedenlerinden biri milis yapıların kurduğu siyasi organizasyonların aynı zamanda da siyasetin en etkili figürü haline gelmeleri. Zira Mayıs 2018’de yapılan seçimlerde Bedir Örgütü liderliğinde 15 milis grubun siyasi organizasyonlarının bir araya geldiği Fetih Listesi, Mukteda es-Sadr’ın Sairun Koalisyonu’nun ardından 48 milletvekili ile ikinci sırayı aldı. Mukteda Sadr ise 54 milletvekili ile seçimlerden birinci olarak çıktı. Sadr’ın da liderliğini yaptığı Seraya es-Selam gibi güçlü bir grubu olduğu düşünüldüğünde, milis yapıların Irak siyasetine etkin bir şekilde sirayet ettiğini söylemek mümkün. Bu durum, Irak’taki devlet kurumsallaşması için büyük bir probleme yol açıyor. Zira devletteki kurumsal yapının bir türlü sağlanamaması, milis yapıların devlet üzerinde etkili olmasını beraberinde getiriyor ve devlet milisleşiyor. Böylece milis yapılar devlet aygıtlarını kullanarak daha da güçleniyor ve devletin kurumsal meşruiyeti zayıflıyor.

İran, Irak'taki ABD nüfuzunu kırmaya çalışıyor,

Nitekim bu durum Haşdi Şaabi yapılanmasında daha da belirgin. Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi Mühendis’in öldürülmesi, İran yanlısı milis grupları konsolide etmiş durumda. Mukteda Sadr’ın öncülüğünde İran’a yakın milis gruplar olarak bilinen Hareket en-Nuceba, Ketaib İmam Ali, Ketaib Seyyid Şuheda gibi milis grupların liderleri İran’ın Kum kentinde bir dizi görüşmeler yaptı. Mukteda Sadr’ın da problemli olduğu bilinen, ABD’nin terör örgütü listesine aldığı Hareket en-Nuceba lideri Ekrem el-Kaibi ile aynı karede görüntü vermesi ABD’ye karşı önemli bir mesaj niteliğindeydi. Öte yandan İran’a en yakın gruplardan biri olan Bedir Örgütü’nün önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen ve Haşdi Şaabi’nin Operasyonlardan Sorumlu Komutanı olan Ebu Ali el-Basri’nin Haşdi Şaabi Heyeti tarafından Ebu Mehdi Mühendis’in yerine atandığına yönelik çıkan haberler dikkat çekici.

Hatta İran’ın Kasım Süleymani’nin yerine Lübnan Hizbullahı lider Nasrallah’a Şii milis grupları toparlama görevini teklif ettiği konuşuluyor. Böylece İran’ın milis yapılar üzerinden Haşdi Şaabi ve Irak siyasetinde ABD’nin etkisini kırmaya çalışacağı yorumunu yapmak mümkün. Bununla birlikte Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi Mühendis’in yerine geçen/geçecek kişilerin aynı etkiyi ortaya çıkaramayacak olması da Irak devletinin kurumsal kontrolü açısından bir şans. Burada Irak’taki protestoların hesaba katılması gerekiyor. Protesto gösterilerinde milis yapılanmalara karşı ciddi bir tepkinin olması ABD açısından bir avantaj. Bu noktada atılması gereken en önemli adımlardan biri çabuk bir şekilde seçilecek yeni başbakanla devlet aygıtının yeniden kurulması. Güçlü bir devlet yapısının ortaya çıkması Haşdi Şaabi’deki dağınıklığı engellerken, aynı zamanda İran’ın etkisini de sınırlayabilir. Bu da hem Irak’ın hem de bölgenin faydasına olacak bir durum.

Bu yazı 22 Ocak 2020 tarihinde Anadolu Ajansı internet sitesinde “Süleymani Suikastı Sonrası Süreçte Haşdi Şaabi'nin Geleceği​​" başlığı ile yayınlanmıştır.

https://orsam.org.tr/tr/suleymani-suikasti-sonrasi-surecte-hasdi-saabinin-gelecegi/

  
***

23 Ocak 2017 Pazartesi

Türkiye’nin Orta Asya Politikası ve Bölgedeki Değişim Süreci



Türkiye’nin Orta Asya Politikası ve Bölgedeki Değişim Süreci 




Orhan Işık* 
*Dışişleri Bakanlığı Kafkasya ve Orta Asya G. M. Yrd. Daire Başkanı 

   '' Şunu söyleyerek başlamak istiyorum; Orta Asya ve Ortadoğu denilen kavramlar soyutlamadır.''  Orta Asya SSCB dağıldıktan sonra ortaya çıkan 5 Müslüman, Türk kökenli ve Farsça konuşan ülkeleri ve Moğolistan’ı içerir. Dışişleri Bakanlığı’nda Orta Asya’da bu ülkelerle ilgilenmekte. Tarihsel olarak 
Orta Asya’nın çekirdeği Afganistan’dır. Çünkü Çarlık Rusya’sı genişlerken aynı zamanda İngiliz İmparatorluğu genişlemekte, diğer taraftan da Çin 
batıya doğru genişlemektedir. Sonuçta Afganistan bu hakimiyet mücadelesi veren büyük güçlerin çatışma durumu için tampon bölge olarak bırakılıyor. 
Yakın zamana kadar demiryolu ve otoyolu yapımı istenmiyor. Bu ülkenin geri kalmış olması belki de uluslararası sistem açısından bakıldığında bir tercih. 
Avrasya coğrafyası açısından baktığımızda 19. Y.Y. sonu ve 20. Y.Y. başı büyük oyun denilen hakimiyet mücadelesinin merkezi haline gelmiştir. Orta Asya 
ülkelerinin SSCB’ye dahil olmasıyla birlikte “ Great Game ” denilen büyük kapışmada korkulan şeyler yaşanmıyor. Ama bu bölge Sovyetlerin Afganistan’ı 
işgali ve daha sonra oradan çekilmesine kadar uluslararası politikada cepheleşme nedeniyle önemli bir yer işgal ediyor. Afganistan’ın işgali karşılıklı 
cepheleşme açısından bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Avrasya kıtası göz önüne alındığında Avrupa’nın Avrasya’nın yarım adası olduğu görülür. 
Orta Asya’da yaşanan cepheleşme 2. Dünya Savaşı’ndan sonra AB’nin kurulmasıyla batısında, Japonya ve Çin’le birlikte doğusunda ortaya çıkan ağırlık 
merkezleriyle geriliyor.  


Bu Amerika’nın hegemonyasının zayıflamasıyla ortaya çıkan bir durum. Özellikle Mikhail Gorbaçov döneminde görülen Perestroika (Yeniden Yapılanma) ve Glastnost (Açıklık) politikaları Sovyetler’in yaşanan değişime cevap verme çabasıydı. O dönemde Gorbaçov Sovyetler’in batı yakasına gidip Avrupa’ya dahil 
olduğunu söylerken, Pasifik kıyısına gidip Doğuya dahil olduğunu söylüyordu. Stratejik hattın gerildiği Afganistan’dan geri çekilmeyle, nükleer füzelerin 
daha kuzeye kaydırılmasıyla göz önüne seriliyor. Orta Asya’daki Müslüman Cumhuriyetlerin Sovyetler’in yumuşak karnı olduğu söylenirdi. Bu gerilmeyle birlikte yumuşak karın bir anda düştü. Bu ülkeler bağımsızlık arzusu, ülküsüyle yola çıkıp bu uğurda savaşmış ülkeler değildir. Bağımsızlıklarını uluslararası boşluk sayesinde elde etmişlerdir. Zaten Sovyetler bölgeye girdiğinde de cumhuriyetler yoktu, hanlıklar vardı. 1989 yılında Berlin Duvarı yıkıldığında ben Yemen’de idim. O değişim dalgasının her yeri sardığını gözlemledim. Bu değişimin Ortadoğu coğrafyasında 20 yıl sonra yansıdığı söyleniyor. 

1990’lı yılar bizim AB sürecinde dibe vurduğumuz dönemlerde. NATO dağıldı. Türkiye’nin cephe ülkesi olarak stratejik öneminin kaybolduğu konuşulmakta. Kendi coğrafyasında bir yalnızlık içerisinde. Ekonomik kalkınmasını halen sağlayamamış. Kısaca o yıllar uluslararası sistem değişirken Türkiye’nin kendini yalnız hissettiği yıllardı. Ve o anda aynı dilin konuşulduğu bir coğrafya keşfedildi. Ancak geçmiş yılların ideolojik şartlanmaları nedeniyle bu kavuşma farklı beklentiler içerdi. Gerçekliklere değil romantizme dayanıyordu. Ama bir anda Türk bayrağının yanında beş ülke bayrağının daha dalgalandığı görüldü. Uluslararası forumlarda bir grupla hareket edilmeye başlandı. Bu ülkeleri ilk olarak Türkiye tanıdı. İlk üst düzey ziyaretler Türkiye tarafından yapıldı. Ve o ülkelerin dünyaya ilk açıldıkları yer Türkiye oldu. Şuan Ortadoğu, Latin Amerika, Doğu Asya Pasifik açılımlarından bahsediliyor. 

Ama Türkiye’nin ilk açılımı Orta Asya coğrafyasına oldu. O zamana kadar yardım alan bir ülkeyken, o coğrafyaya verilen kredilerle yardım eden konuma geçtik. Her cumhuriyetten 2.000 olmak üzere, 10.000 öğrenci Türkiye’ye getirdi. Tabi tüm bunları yaparken ekonomimiz henüz kalkınmamış tı ve kriz dönemi devam etmekteydi. Bu ülkelerle ikili ilişkilerin dışında toplu görüşmelerde yapılıyordu. 1992 yılı Aralık ayında Ankara’da “Türkçe Konuşan Ülkeler Zirvesi” gerçekleştiril di. O zaman yazılanlara bakarsanız ortak bir serbest dolaşım alanı, gümrük birliği oluşturulması, bu zirvenin bir sekretaryasının kurulması gibi projeler ortaya atıldı. Sovyetlerin oradan çekilmesine ve dağılma sürecine herkes hazırlıksız yakalandı. Türkiye ve İran gibi farklı siyasal sistemlere sahip olan ülkelerin rekabet alanı ortaya çıktı. Dolayısıyla laik olan, serbest piyasa ekonomisini savunan, demokratik bir rejime sahip ve kültürel ve tarihsel bağları olan Türkiye’nin o bölgeye açılması diğer devletler tarafından da desteklendi. Zamanla Sovyetlerin oraya inmesi, 

ABD’nin Avrasya’nın açılan iki yakasını birleştirmesi tek başına yapamayacak olması nedenleriyle ve kırılma noktası olan 11 Eylül olaylarıyla, uluslararası 
toplumun ve ABD’nin Afganistan’a ve Orta Asya’ya yeniden yerleşmesiyle bu coğrafya uluslararası sistemi belirleyebilecek bir nitelikte olduğunu bir kez daha ispatladı. Orta Asya’nın şuan ki mevcut durumu ve geleceği sadece Avrasya coğrafyasını değil, küresel anlamda uluslararası sistemi belirleyici bir öneme haizdir. 19. Y.Y. sonunda Afganistan hakimiyet mücadelesinde büyük
güçler çatışmasın diye bırakılırken, bir rekabet aranıyken, küresel tehditler in kaynağı olduğu (uyuşturucuyla mücadele, aşırıcılık) ve rekabetin beraberinde uluslararası güçlerin işbirliği alanı olduğunun da unutulmaması gerekiyor. Bu coğrafyanın jeopolitiğindeki en önemli gelişme de budur. Mesela demiryollarının inşa edildiği görülüyor, İran, Özbekistan katkıda bulunuyor. Karayolları inşası devam ediyor. TAPİ doğalgaz boru hattı inşası konusunda ciddi görüşmeler yapılıyor. 

AGİT’in ilk zirvesi 11 yıl sonra Astana’da gerçekleştirildi. Kazakistan 2010’da AGİT’in dönem başkanlığını aldı. Türkiye hala alabilmiş değil. Bu hem 
Kazakistan’ın aldığı aşamayı göstermesi yönünden önemli hem de coğrafyanın güvenlik ve işbirliği alanındaki gelişmeleri göstermekte. Hatta Atana 
Zirvesinde “Avrasya Güvenlik Topluluğu” diye bir kavram ortaya atıldı. Türkiye’nin “Asya’da Güvenlik ve İşbirliği Önlemleri Teşkilatı (SICA)”ın 2010 
yılında başkanlığını aldık. 2012’ye kadar biz yürüteceğiz. Yani Türkiye hem Afganistan’daki mevcudiyetiyle hem de Orta Asya’daki mevcudiyetiyle 
bu işin içindedir. 290 yıl önce o bölgeye gidilirken birçok hata yapıldı, karşılıklı kalp kırıklıkları yaşandı. Ama şuan ilişkiler yerine oturmuş durumda. Zamanın 
ruhuna uygun ve uluslararası sistem içinde büyük öneme sahip. 

Ben sunumum içerisinde birkaç terime vurgu yapacağım. Bunlardan birisi soyutlama kavramı. Ve Orta Asya ve Ortadoğu’nun değişebilir jeopolitiği. Biz 
bundan 20 yıl önce Adriyatik’ten Çin Denizi’ne kadar uzanan bir Türk Dünyası’ndan bahsediyorduk. Bunun çok gerçekçi temellerinin olmadığını zaman 
içinde anladık. Diğer bir bağlamda bu ülkelerin kendi aralarında yapacakları bölgesel bir işbirliği. 

Bu konuda da çok gelişmeler yaşandı ama şuan işlevsel olmadığı görülüyor. Sonuçta 20 yıl içerisinde bu ülkeler kendi ayaklarının üzerinde durmaya başladılar. Türkiye’de bir taraftan Sovyet Döneminde yaratılan cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını pekiştirmelerini isterken bir taraftan da birlikte hareket 
edilmesini istedi. Ülkeler bağımsızlıklarına sahip çıkarken, bölgesel işbirliği konusuna pek de yatkın olmadıklarını gösterdiler. AB’nin Orta Asya stratejisi 
ve ABD’nin bu bölgeye bakışı da zaman içinde değişti. Adı bölgesel strateji olsa bile artık ikili işbirliklerine gidilmektedir. AB’nin 2007’den 2013’e 
kadar götürdüğü Orta Asya stratejisinin %70’i ikili işbirliği projelerine dayanıyor. 

1991 yılındaki dağılmayla birlikte etnik kimlikler ön plana çıktı. “Sovyet” üst kimliğinden ulusal kimliklere milliyetçilik kavramı ekseninde siyasal bir 
geçiş yaşanmıştır. Sovyet dönemindeki tüm etnik politikalar Sovyet insanını yaratma amacı taşımaktaydı. Ama yaratılan ya da etnik kimlikler arasında 
kurulan ilişkiler kendi başına bir gerçeklik kazandı. Ne kadar inşa edilen kimlikler bile olsa gerçeklik kazandıkları ve 20 yıl içerisinde ulus inşası çabalarına 
girdikleri görülmekte ama Sovyet insanı projesi de belirli ölçüde başarılı olmuştur. Etnik gruplar arasında en büyük sorun üretim ve mülkiyet ilişkilerinin 
bozulmasıyla yaşandı. Bu devlet temeline de yansıdı. Rusya hala güvenlik sağlayıcı bir aktör olarak önemini muhafaza etmektedir. Hatırlarsanız Oş’taki olaylarda Otunbayeva (Kırgızistan Cumhurbaşkanı)’nın Ruslardan yardım istediği dönemde, Ruslar gelecek diye sokaklarda, Özbek bayilerinde S.O.S. işareti yapıldı; “Biz buradayız, kurtarın” diye. Başka bir söylentiye göre de dağlardan inen Kırgızlar geri dönmek zorunda kaldı. 

Ama bir sınır vardı, Rusya o müdahaleyi yapamadı. 

Orta Asya Ülkelerinde bağımsızlıktan sonra milli strateji ve dış politika, öncelikle “uluslararası sisteme kendilerini bağımsız birer cumhuriyet olarak kabul ettirme” ve “dünya ekonomik sistemine entegre olma” motivasyonları çerçevesinde şekillenmektedir. Mesela Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’na 1991 yılında beş Orta Asya ülkesi üye oldu. Örgütün temelinde İran, Türkiye ve Pakistan vardır. Şu an çok işlevsel gözükmese de temelleri Bağdat Paktı’na kadar dayanmaktadır. Gelecek vaat eden bir örgüt, sadece siyasi irade yönünden eksik ve tabi ki İran’ın mevcut durumu işleri güçleştirmekte. 

Süratle dış dünyaya açılma isteği bu sayede sadece Avrupa-Atlantik üzerinden değil İran ve Pakistan üzerinden de yapılabilirdi. SSCB’nin dağılması ile 
siyasi bağımsızlığa kavuşulmuş olsa da, ekonomik olarak Orta Asya Ülkelerinin bağımsızlığa kavuşması kolay olmamıştır ve halen ülkeler tam ekonomik 
bağımsızlık için mücadele vermektedirler. 

Bunu tek başlarına yapamayacakları son yıllardaki gelişmelerle daha iyi anlaşılmaktadır. Kaynakları olan Kazakistan, Özbekistan, Azerbaycan gibi ülkeler; petrol, doğalgaz ve enerji kaynaklarıyla başarılı olacaklarını düşünseler de böyle bir durumda bile karşılıklı bağımlılık geçerli. Örnek olarak su-enerji 
bağımlılığını ele alalım. Tacikistan ve Kırgızistan da su var, enerji kaynağı yok. Aşağı havza ülkeleri olan Kazakistan ve Özbekistan’da ise enerji var, su yok. 
Sovyetler döneminde işleyen bir mekanizma vardı. 

O mekanizma Afganistan, Pakistan ve Hindistan’ı da içine alacak şekilde karşılıklı işbirliği haline getirilebilir. Kışın kuzeyde enerjiye ihtiyaç varken yazın 
Pakistan ve Hindistan’a ihtiyaç oluyor. Dolayısıyla kuzeyde üretilecek olan hidroelektrik projelerine ihtiyaç duyuluyor. Kısaca bu ülkelerin ekonomik bağlamda ayakta kalmaları bu projelerin hayata geçirilmesiyle bağlantılıdır. Kendi aralarında mümkün değilse bile daha geniş çerçevede gerçekleştirilmelidir 
ki uluslararası toplum bu yönde çalışmaktadır. Bu tarz projeler sadece bir hattı içermez, stratejik bir eksen oluşturur. Bakü-Tiflis-Ceyhan hattına baktığımızda 
bunu açıkça görebiliriz. Bu hat boyunca ticaret yoğunlaşır, yoğunlaşan ticaret üretime dönüşür. Ekonomiler entegre olmaya başlar. Türkiye’nin 
dış politikası bu eksenler üzerinde bölgeyle daha çok entegrasyona yönelmeyi amaçlar. Ekonomik işbirliği en önemli güven arttırıcı önlemlerdendir. 
Ekonomik işbirliğinde fayda görülüyorsa sorunlar çözülmeye çalışılıyor. 

Petrol Rezervleri Üretim Verileri 


Özellikle Hazar havzasındaki büyük petrol-doğal gaz rezervleri, ABD’yi bölgeye çekerken, dünyanın en önemli petrol-doğal gaz ithalatçısı olan AB ve 
Çin’in de bölgeye ilgisini tetiklemiş; Rusya ise, ekonomik yaşam alanı olarak gördüğü bölgenin kontrolünden çıkmaması için politikalar geliştirmeye başlamıştır. 

Orta Asya ve Hazar havzasının petrol rezervlerinin, Kuzey Denizindeki rezervlere eşit olduğu, diğer bir deyişle dünya rezervlerinin yaklaşık %4’ünü oluşturduğu, 
hesaplanmaktadır. Bu oran görece küçük görünmekle birlikte, 1974 petrol krizinin atlatılmasında, Kuzey Denizi petrollerinin üretimine geçilmesinin yaşamsal bir öneme sahip olduğu düşünüldüğünde bu bölgenin petrol rezervlerinin taşıdığı anlam daha iyi anlaşılmaktadır. Bunun da ötesinde, bölgedeki ülkelerin, petrol üreten ülkelerin karteli olan OPEC’e üye olmamaları, 1974 ve 1977 yıllarında olduğu gibi, ileride OPEC’in alabileceği muhtemel bir ambargonun veya körfez savaşlarında olduğu gibi Ortadoğu Bölgesindeki olası sevkiyat kesintilerinin etkilerini zayıflatabilecektir. 

Bu durum, bölgenin enerji kaynaklarının Batı ülkeleri için olduğu kadar, Çin için de vazgeçilmez olması sonucunu doğurmaktadır. Zira önümüzdeki 15 yılda Avrupa’nın enerji ihtiyacının yaklaşık 1 milyon varil/gün artması beklenirken, Çin’in petrol ihtiyacı 6 milyon varil/günden daha fazla artacaktır. 

Hazar havzasının ispatlanmış petrol rezervlerinin 17 ila 44 milyar varil arasında olduğu tahmin edilmektedir. Bu miktar Katar (düşük tahmin) veya 
ABD’nin petrol rezervlerine, bölge ülkelerinin Doğalgaz Rezervleri Üretim Verileri 2005 yılı itibariyle toplam petrol üretimi ise Güney Amerika’nın ikinci büyük petrol üreticisi olan Brezilya’nın petrol üretimine eşittir. 2010 yılında toplam üretimin 3,1 milyar varile ulaşacağı hesaplanmaktadır. 






Ortadoğu’dan yapılan petrol sevkiyatında meydana gelebilecek en küçük bir kesinti halinde, Çin Ekonomisinin OECD ülkeleriyle kıyaslanamayacak 
ölçüde zedeleneceği görülmektedir. Türkiye’nin de üyesi olduğu OECD üyeleri en az 90 günlük net ithalat gereksinimi kadar petrol stoğu bulundurmak 
zorundadır. Halihazırda IEA’nin rakamlarına göre 26 ülkenin özel ve kamu kuruluşları tarafından tutulan petrol stokları 155 gün yetecek miktardadır. 
Hal böyle iken, Çin’in stratejik petrol stokları çok uzun bir süre, herhangi bir kesinti anında sadece 3 gün yetecek düzeyde kalmış, bunun sadece 
Çin için değil global planda arz talep dengesinde yaratabileceği istikrarsızlık ihtimali, özellikle Körfez savaşı sırasında bütün dünyayı alarma geçirmiştir. 

Crude oil prices since 1861 





Ortadoğu yeni kaynak arayışları içerisindedir. Hazar Havzası, Ortadoğu’dan sonra keşfedilen en büyük petrol ve doğalgaz sahalarına sahip.%4’lük bir ilave yasını, jeopolitiğini bir arada düşünmek gün ışığına rezerv ya da üretim artışı bile stratejik değer ifade çıkıyor. Sadece Bin Ladin ve Afganistan açısından 
ediyor. Dolayısıyla Orta Asya ve Ortadoğu coğraf-değil enerji politikaları açısından da Orta Asya ve Ortadoğu jeopolitiği birlikte değerlendirilmekte. 
Türk Cumhuriyetleri’nin demografik ve coğrafi yapısına baktığımızda yaklaşık 60 milyonluk bir nüfusun 4 milyon km2’ye yaklaşan bir alanda yaşadığı 
görülmektedir. Engin doğal kaynaklara sahip bu alanın ekonomik potansiyeli ise tartışılmazdır. Bu potansiyelin başarılı bir şekilde değerlendiril
mesi halinde kişi başına milli gelir açısından dünya sıralamasında üst sıralara çıkabileceklerdir. Nüfus artış oranına göre en dinamik ülke Özbekistan’dır. 
Nüfusun büyük bir kısmı Rus ve Avrupalıdır. Orta Asya’nın Afganistan üzerinden bir eklemlenmesi olursa buna Tacik nüfusun Afganistan’daki ağırlıklı rolü de etki edecektir. 

Orta Asya Petrol ve Doğalgaz Boru Hatları 





Coğrafi Özellikler Ekonomik Göstergeler - 2010 






Potansiyeline oranla bölgenin gercekten cok dusuk GSYH’si var. Yapılmasi gereken en önemli düzenlemeler: bankacılık sisteminin geliştirilmesi, yolsuzluk 
ve rüşvetle mücadele ve yargı sisteminin tama-mıyla bağımsız olması ve böylece yabancı ve yerli yatırımcıların ve işadamlarının ülkeye tam anlamıyla güvenmesidir. 

Türkiye’nin GSYH 725,1 milyar $; reel büyümesi %8,1; kişi başına düşen geliri 9.892$. Yani Türkiye’nin GSYH’sı BDT ülkelerinden %184 oranında daha fazladır. 

Türk Cumhuriyetleri’nin 1992-2005 dönemindeki ekonomik performanslarına bakıldığında, hızlı bir büyüme trendinin yakalandığı, ancak hala 1991 yılındaki üretim düzeyine ulaşılamadığı görülmektedir. 1997 Asya ve 1998 Rusya mali krizleri ile önemli bir ekonomik darboğaz yaşayan bu ülkeler, 2000 yılından itibaren tekrar büyüme sürecine girmiştir. 


Dış Ticaret - 2010 



Bölge ülkelerinde ekonomik istikrar büyük ölçüde sağlanmış, petrol ve doğal gaz kaynaklarının değerlendirilmesi ve bu ürünlerin fiyatlarında yaşanan yüksek artışla birlikte, üretimde çeşitlilik olmasa da, ekonomik kalkınma trendi yakalanmış ve yıllık ortalama % 8 düzeyinde bir büyüme sağlanmıştır. 

2005 yılı verilerine göre Türk Cumhuriyetleri’nin toplam GSYH’leri 83 milyar dolar düzeyindedir. Yaklaşık olarak Türkiye ekonomisinin dörtte biri 
büyüklüğe sahip bu ekonomilerin gelişmişlik sıralamasında üst sıralara çıkabilmek için mevcut büyüme hızlarını korumaları gerekmektedir. 

Türkiye’nin ticaret hacminin 2010 yılı itibarıyla tüm Orta Asya ve Kafkasya’daki incelenen ülkelerin ticaret hacminden %73 oranında daha çok olduğunu 
görmekteyiz. Bu rakamları topladığımız zaman elbette birlikteki ticaret hacmimizin gücü neredeyse yarım trilyon dolar olarak karşımıza çıkmaktadır. 
Bu gücün iyi değerlendirilmesi gerektiği aşikardır. İhracat neredeyse eşittir. 

Türkiye diğer ülkelere kıyasla %200 civarında daha fazla ithalat yapmaktadır. 
Türk Cumhuriyetlerinin dış ticaret rakamları tabloda gösterildiği gibidir. 
Rakamlar ayrıntılı olarak incelendiğinde, aralarındaki dış ticaretin genellikle diğer ülkelerle yaptıkları dış ticarete oranla daha fazla olduğu görülebilir. 

Ana İhraç Kalemlerinin Genel İhracatlardaki 








Orta Asya’nın göz kamaştıran doğal kaynakları, bağımsızlık sonrasında bu ülkelere doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının hızlı bir şekilde akması sonucunu doğurmuştur. 2004 yılında 10 milyar dolara yaklaşan yabancı sermaye yatırımları toplamda 40 milyar dolara dayanmıştır. Ancak, söz konusu 
yatırımların çoğunun hidrokarbon sektöründe yoğunlaştığı dikkate alındığında, üretim çeşitliliğine imkan verecek bir yatırım sürecinin henüz istenen 
ölçüde gelişmediği görülmektedir. 


                              Yatırım Kolaylığı       Yatırım Maliyeti 


                                        Türk EXIMANK Kredileri 



Bu dönemde özellikle Türk devletlerine büyük bir siyasi-ekonomik çıkartma başlatılmış, tüm bölge ülkeleri ile ticari-ekonomik işbirliği anlaşmaları imzalanmış, 
teknik yardım programları hazırlanmış, Türkiye İhracat Kredi Bankası kredileri açılmıştır. 

Azerbaycan: 250 milyon dolar limit, 91 milyon dolar kullanım 

Kazakistan: 240 milyon dolar limit, 213 milyon dolar kullanım 

Kırgızistan: 75 milyon dolar limit, 48 milyon dolar kullanım 

Özbekistan: 397 milyon dolar limit, 369 milyon dolar kullanım 

Türkmenistan: 163 milyon dolar limit, 133 milyon dolar kullanım 

Tacikistan: 50 milyon dolar limit, 28 milyon dolar kullanım 

Türkiye ve Orta Asya Cumhuriyetleri Arasında Yasal Çerçeve 


Bugün Türk Cumhuriyetleri’yle olan ekonomik ilişkiler çok boyutlu olarak sürdürülmektedir. İlişkilerimiz 2000 yılında Dış Ticaret Müsteşarlığı tarafından uygulamaya konulan “Komşu ve Çevre Ülkeler ile Ticari ve Ekonomik İlişkilerin Geliştirilmesi Stratejisi” çerçevesinde geliştirilmektedir. Bu strateji Türk Cumhuriyetleri de dahil olmak üzere pek çok ülke ile ilişkilerin her alanda güçlendirilmesini hedeflemektedir. 

Ticaret ve Ekonomik İşbirliği Anlaşmaları, Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşmaları, 

Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi Anlaşmaları, Ortaklık ve İşbirliği Anlaşmaları, Uzun Vadeli Ekonomik İşbirliği Programları, Ekonomik İşbirliği Eylem 
Planları, Karma Ekonomik Komisyon Toplantıları (KEK); Ulaştırma, Turizm, Bankacılık, Gümrük, Standardizasyon vb. Teknik Alanlarda İşbirliği 
Anlaşmaları; Fuarlar, Ticaret Heyeti, Müteahhitlik Heyeti ve İş Konseyi Toplantıları; Ticaret Merkezleri ( TTM ), Türk Eximbank Kredileri bu stratejinin temel araçlarıdır. 


Türkiye – Orta Asya Cumhuriyetleri Dış Ticareti (2010 - Dolar) 

Türk Cumhuriyetleri’yle ilişkilerin yasal altyapısını teşkil eden bu anlaşmaların önemli bir kısmı mi, tamamlanmıştır. 1992 yılında 284 milyon doların altında olan Türk Cumhuriyetleri ile dış ticaret hacmi, 2007 yılı itibariyle 6 milyar dolar olmuştur. 

Türk Ticaretimizin Gelişimi (milyon dolar) 


                           YATIRIM YAPILDIĞI ÜLKE YATIRIM TUTARI 



Türkiye artık bu bölgede müteahhitlik alanında bir marka haline gelmiştir. 2007 yılı itibariyle müteahhitlerimizin üstlendiği projelerin toplam değeri 7 milyar dolara ulaşmıştır. 4 (yaklaşık 5) milyon m2 yüzölçümü ve 72 (145) milyon nüfusa sahip olan Türk Cumhuriyetleri, 255 milyar dolar tutarındaki 
(1 trilyon doları aşkın) 


GSMH’si, yaklaşık 173 milyar (yaklaşık yarım trilyon) dolar tutarındaki dış ticaret hacmi ve yıllık ortalama % 5 (7) düzeyinde gerçekleşen büyüme hızı ile dünya ekonomi ve ticareti için cazibe merkezi olma yolunda süratle ilerlemektedir. Dünya petrol rezervlerinin % 4’ü ile doğal gaz rezervlerinin % 5’inin 
Türk Cumhuriyetleri’nde bulunması ve bölgeye son 15 yıl içinde çeşitli sektörlerde 39 (toplam yabancı yatırımcı stoku 200) milyar dolara yakın doğrudan yabancı sermaye akışı gerçekleşmesi, bölgenin ekonomik olduğu kadar stratejik önemini de ortaya koymaktadır. 

Amaç, sahip olunan kaynakların ortak fayda temelinde kullanılacağı politikaların oluşturulması, üretim-paylaşım stratejileri geliştirilerek, çok boyutlu 
işbirliği temelinde ortaklıklar kurulması sürecine geçişin sağlanmasıdır. 

Bu da, bölgenin refahı büyük ölçüde enerji kaynaklarının nasıl değerlendirileceğine bağlıdır. Bu kaynaklardan en iyi şekilde yararlanarak, bölge içi ticaret ve yatırımların canlandırılması, böylece bölge ülkelerinin ekonomilerinin güçlendirilmesi ve halen sadece doğal kaynaklara dayalı olan ekonomik yapının çeşitlendirilmesi gerekmektedir. 

Türk Cumhuriyetleri ile gerek ikili bazda yürütülen çalışmalar, gerekse 2000 yılında uygulamaya konulan “Komşu ve Çevre Ülkeler ile Ticari ve Ekonomik 
İlişkilerin Geliştirilmesi Stratejisi” çerçevesinde, ülkemizin bölgedeki gücünün pekiştirilmesinin yanı sıra, anılan ülkelerle çok yönlü ticari ve ekonomik 
ilişkilerin geliştirilerek, bölgemizde refah ve istikrarın sağlanması amaçlanmıştır. 

Politikanın temel araçları; 

Ticaret ve Ekonomik İşbirliği, 
YKTK ve ÇVÖ Anlaşmaları 
Tercihli Ticaret Anlaşmaları 
Ortaklık ve İşbirliği Anlaşmaları 
Uzun Vadeli Ekonomik İşbirliği Programları 
Ekonomik İşbirliği Eylem Planları 
Karma Ekonomik Komisyon Toplantıları (KEK) 
Ulaştırma, Turizm, Bankacılık, Gümrük, Standardizasyon vb. 

Teknik Alanlarda İşbirliği Anlaşmaları 
Fuarlar, 
Ticaret Heyeti, 
Müteahhitlik Heyeti ve 
İş Konseyi Toplantıları Ticaret 
Merkezleri (TTM), Türk Eximbank Kredileri 


Bu çerçevede siyasi, kültürel ve ekonomik yakınlığın getirdiği avantaj da dikkate alındığında Türk Devletleri arasında benzeri bir oluşuma gidilmesinin zaruri olduğu ortaya çıkmaktadır. Türkiye ve diğer Türk Cumhuriyetleri arasında bir ekonomik entegrasyonun altyapısını oluşturmak öncelikli hedefimizdir. 


Belirtilen amaca ulaşmak için de uyguladığımız politika araçları, sahip olunan kaynakların ortak fayda temelinde kullanılacağı politikaların oluşturulması 
ve üretim-paylaşım stratejileri geliştirilerek rekabet ortamından çok boyutlu işbirliği temelinde ortaklıklar kurulması sürecine geçişin gerçekleştirilmesi 
için önemlidir. 

Üretim faktörleri ile birlikte insan gücünün de birleştirildiği bir Türk Devletleri ortak platformu, Türk Dünyasının uluslararası politika ve ekonomi 
sahnesinde başat güçlerden biri olmasını sağlayacak ve Doğu ile Batı arasındaki medeniyetler uzlaşması çalışmalarına yardımcı olacaktır. 


****