Ulus Devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ulus Devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ağustos 2019 Cumartesi

KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 4

KÜRESEL YÖNETİŞİM  MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?.  BÖLÜM 4



Bununla birlikte, tüketicilerin tercihleri de değişebilir. Her birimizin standartlara veya düşük fiyat gibi ortaya çıkan başka faydalara yüklediği önem muhtemelen 
farklıdır. Siz “çocuk işçi kullanılmamıştır” sertifikası bulunan kıyafete fazladan 2 dolar vermek isteyebilirsiniz, fakat ben o kıyafete 1 dolardan fazla ödemek istemeyebilirim. 
Ben yatırım felsefem itibariyle daha muhafazakar iken, siz bir menkul kıymetten daha fazla gelir elde etmek için ekstra risk almak isteyebilirsiniz. 
Birtakım insanlar fiyat olarak çok fark ediyorsa kurşun boyalı oyuncak almak isteyebilirken, diğerleri bunun iğrenç olduğunu düşünebilir. Bu nedenle, her standart aynı şekilde uygulanırsa kazananlar ve kaybedenler ortaya çıkarmaktadır. 

Bu üç soruna nasıl cevap vereceğiz? Görmezden gelinemeyecek ölçüde büyüyünceye kadar bu sorunlara aldırmamak bir seçenek olabilir. Birçok nedenden ötürü bu seçeneği tercih edebiliriz. İlk olarak, ihraç eden ülkede uygulanan standarda güvenebiliriz. Amerika’daki kredi derecelendirme kuruluşları muhtemelen bu alanda dünyadakilerin en iyileri, dolayısıyla neden bir ülke AAA dereceli Amerikan tahvillerini almaktan endişe etsin ki? Çin’in kurşuna ilişkin düzenlemeleri kağıt üstünde Amerika’dan daha katı, dolayısıyla neden Çin yapımı oyuncakların sağlığa zararları hususunda endişe edilsin ki? İkinci olarak, yabancı ülkelerdeki standartların ve düzenlemelerin bizi ilgilendirmediğini düşünebiliriz. Zira, alıcılarbir ürünü isterlerse alır veya almaktan kaçınır. Üçüncü olarak, tıpkı ülkeler arasındaki verimlilik ve beceri farklılıkları gibi düzenleyici standartların da karşılaştırmalı bir avantaj kaynağı –ve bu yüzden ticaretin bir getirisi- olduğunu hakikaten düşünebiliriz. Eğer esnek işçi standartları Endonezya’nın bize daha ucuz mal satmasına imkan veriyorsa, bu da küreselleşmenin sadece bir diğer faydası olarak görülebilir. 

Bu tür dar görüşlü tezler, küresel ekonominin etkililiğini zayıflatmakta ve sonuçta onun meşruiyetini sarsmaktadır. Yukarıdaki sorunlar meşru birtakım endişeleri ortaya çıkarıyor ve ciddi cevapları hak ediyor. Bu nedenle, birtakım ihtimaller üzerinde durmak gerekiyor. 

Küresel standartlar. Tüm ülkeler tarafından uyulması zorunlu küresel standartların olmasını isteyebiliriz. Bütün üreticiler tarafından temel işçi standartlarına uyulmasını, bir dizi ortak banka düzenlemelerinin olmasını ve ürün güvenlik kurallarının yeknesaklaştırılmasını talep edebiliriz. İşte bu, küresel yönetişimin mükemmel çözümüdür. Birçok alanda bu tür bir yaklaşıma doğru kayıyoruz, fakat görüldüğü üzere bu yolda hâlen önemli engeller mevcut. Öyle ki, ülkelerin ortak standartlar üzerinde uzlaşabilmesi pek mümkün görünmemektedir ve bu konuda ülkelerin çoğu zaman kendilerine göre haklı gerekçeleri vardır. 

İşçi standartları bu konudaki en basit örnektir. Zengin ülkelerin çocuk işçilere ilişkin kısıtlamalarının gelişmekte olan ülkelere uymadığı olduğu şeklindeki tez, 
bu konuda küresel mutabakatın (konsensüsün) ortaya çıkmasını engellemekte dir. Zengin ülkelerdeki aktivistlerin itiraz ettiği çocuk işçiliği, çoğu kez yoksulluğun kaçınılmaz bir sonucudur. Bu yaştaki çocukların fabrikalarda çalışmasının engellenmesi, bu çocukların okula gitmeyip daha da iğrenç olan ticarete (fahişelik gibi) konu olmalarına yol açacaksa, genç yaştaki bu çocukların fabrikalarda çalışmasını engellemek faydadan çok zarar getirebilir. Homojenleştirme karşıtı bu düşünce, günlük azami çalışma saatleri veya asgari ücret gibi işçilere ilişkin diğer düzenlemeler için de geçerlidir. Daha açık anlatımla, ayrımcılık yapmama ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel insan hakları ihlal edilmedikçe, ülkeler kendi durumlarına ve sosyal tercihlerine en iyi şekilde uyan çalışma standartlarını seçmekte serbest olmalılar. Ortak standartlar, her ne kadar ithal ürünlerin zengin ülkelere kabulüne olanak sağlasa da maliyetlidir. 

Aynı durum, finansal düzenleme alanı için de doğrudur. Amerika için “güvenli” olan, Fransa ve Almanya için “yeterince güvenli” olmayabilir. Amerika, finansal 
yenilik adına diğer iki ülkeye göre daha fazla riski rahatça alabilir. Diğer taraftan Amerika, bir önlem olarak bankalarına Fransa ve Alman politika yapıcılarının gerekli gördüğünden daha yüksek sermaye yükümlülüğünü şart koşabilir. Her birdurum için şu veya bu muhakkak doğru veya diğeri yanlış diye bir şey yok. Ülkelerin farklı görüşleri vardır, çünkü ülkelerin farklı tercihleri ve koşulları söz konusudur. 

Ürün güvenlik kuralları, ortak bir standart oluşturmak açısından en kolay alanolarak gözüküyor, ancak bu noktada da önemli engeller söz konusudur. Öncelikle Çin’deki kurşun boya standartlarının gerçekten katı olduğunun farkında olmak gerek. Sorun kağıt üzerindeki standart farklılığından değil, uygulamadaki standart farklılığından kaynaklanıyor. Birçok gelişmekte olan ülkede olduğu üzere, Çin hükümetinin ürün standartlarını uygulama ve denetleme noktasında aksaklığı var. 

Bu zorluklar genellikle uygulama isteksizliğinden değil, idari kapasite, insan kaynağı ve finansal sınırlılıktan ortaya çıkan beceri eksikliğinden kaynaklanıyor. Hiçbir küresel standart bu temel gerçeği değiştiremez. Slaughter’in iddia ettiği üzere, küresel ağlar içinde yer almak suretiyle bilgi paylaşımın gerçekleşmesi ve en iyi uygulamaların transfer edilmesinin sağlanması, Çinli düzenleyicilerin kendilerini geliştirmesine yardımcı olabilir. Ancak bunun hemen olmasını beklememek gerek. Zira, ülke içi kurumların gelişmesi, genellikle yabancıların üzerinde az etkili olabildiği, zaman alan ve uzun bir süreçtir. 

Ülkeler küresel standartlar konusunda anlaşsalar bile, yanlış birtakım düzenlemeler üzerinde mutabakat sağlamış olabilir. Küresel finans bu noktada uygun bir örnektir. Küresel banka düzenleyicilerden oluşan Banka Denetimine İlişkin Basel Komitesi, uluslararası finansal işbirliğinin en yüksek aşaması olarak genel kabul görür, fakat bu Komite büyük ölçüde yetersiz uygulamalar ortaya koydu.19 Birinci grup tavsiyeler (Basel I) riskli kısa dönem borç almayı cesaretlendirdi ve dolayısıyla Asya finansal krizinin başlamasında rol oynamış olabilir. İkinci grup tavsiyeler (Basel II), sermaye yükümlülükleri için riskleri ölçen kredi derecelendirme kuruluşlarına ve bankaların kendi modellerine güvendi, ancak son yaşanan finansal kriz ışığında bunun da büyük ölçüde uygun olmadığı görüldü. Basel Komitesinin standartları, bir bankanın işlemlerinin bir bütün olarak sistemin nakde çevrilebilirliği üzerinde doğurduğu riskleri görmezden gelmek suretiyle hiç değilse sistemik riskleri büyüttü. 

Farklı düzenleme yaklaşımları çerçevesinde ortaya çıkan bu büyük belirsizlik ışığında, yan yana gelişecek çeşitli düzenleyici modellere izin 
vermek daha iyi olabilir. 

Pazar-odaklı çözümler. Daha piyasa dostu bir alternatif de mevcut. Bu alternatif, küresel standartlara bağlı kalmak yerine, bilgi odaklı bir yaklaşımı gerektiriyor. 
Eğer malların ve hizmetlerin hangi standartlara göre üretildiği bilgisini ithalatçılara sağlayabilirsek, her alıcı kendi durumuna en uygun düşen kararı alabilir. 

Çocuk işçileri düşünelim mesela. Tüketicilerin çocuk işçi kullanılarak üretilen ithal mallar ile çocuk işçi kullanılmayarak üretilen ithal mallar arasında ayrım yapmasına imkan sağlayan bir sertifikasyon ve etiketleme sistemi tasavvur edebiliriz.Şu an için yürürlükte olan birçok etiketleme sistemi var. Örneğin, uluslararası hükümet-dışı bir kuruluş olan RugMark, Hindistan ve Nepal’de üretilen halılarda çocuk işçi kullanılmadığına ilişkin sertifika düzenliyor. Büyük ihtimalle çocuk işçi kullanılmayan malları üretmek daha maliyetli ve daha pahalıdır. Tüketiciler almak istedikleri ürün aracılığıyla tercihlerini belli etmiş olurlar. Çocuk işçi kullanılmasına karşı olanlar, ekstra para ödeyerek etiketli ürünleri satın alabilirken, diğer insanlar daha ucuz olan ürünü almakta serbest olurlar. Etiketlemenin güzel tarafı, ithal edilen ülkedeki herkes üzerinde ortak bir standardı dayatmamasıdır. Eğer pahaca düşük olan benim için yeterli ise, başkalarının yüksek standardı için fazla ödeme yapmak zorunda değilim. 

Bu çözüm, küresel yönetişimden fazla bir şey beklemediği için uygun gözükebilir. Ayrıca bu çözümün anlam ifade edeceği belli alanlar olabilir. Ancak yine de bu, genele yönelik bir çözüm olarak yetersiz kalmaktadır. 

Son yaşanan finansal krize kadar, kredi derecelendirme kuruluşlarını başarılı bir etiketleme mekanizması olarak düşünmüştük. Bu kuruluşlar esasen etiketleme 
sisteminin olması gerektiği gibi işlev görüyordu. Risk almak istemiyorsanız, kendinizi AAA seviyesinde olan düşük getirili bir menkul kıymetle sınırlı tutarsınız. 

Eğer daha fazla kazanç istiyorsanız, daha yüksek risk almak pahasına düşük dereceli menkul kıymetlere yatırım yapabilirsiniz. Bu derecelendirmeler esasen yatırımcıların risk şemasında nerede olmalarına karar vermelerine imkan sağlıyor. Böylece, hükümetin portföy kararlarını çok yakından idare etmesine gerek kalmıyor. 

Geçmiş süreçte, kredi derecelendirme kuruluşları tarafından aktarılan derecelendirme bilgilerinin göründüğü kadar anlamlı olmadığını öğrendik. Sadece şirketler tarafından menkul kıymetlerini değerlendiren kredi derecelendirme kuruluşlarına verilen paralardan ötürü değil, birçok değişik nedenden ötürü, “uzak durulması gereken” varlıklar en yüksek dereceli kategorisinde yer almış. Birçok yatırımcının bundan dolayı başı yandı, çünkü bu kişiler yapılan bu derecelendirmeleri ciddiye almıştı. Sonuç itibariyle, bilgilendirme amaçlı olan bu piyasa çok kötü işledi. 

Kusurlu derecelendirmelerin maliyeti sadece yatırımcılara değil, genel olarak tüm topluma yansıdı. İşte bu, sistemik riskin getirdiği bir sorundu: büyük ve sanal olarak gelişmiş kuruluşlar iflas edince, kendileri ile beraber bütün sistemi tehdit ediyor. Kredi derecelendirme kuruluşlarının hatası, uzak durulması gereken menkul kıymetleri alanların ötesinde sonuçlar doğurdu. 

Aslına bakılırsa her etiketleme sistemi üst seviyede bir yönetişim sorununu ortaya çıkarıyor: Sertifikacılar kime karşı sorumlu veya bu sertifikacıları kim sertifikalıyor? 

Kredi derecelendirme sistemi finansal piyasalarda kötü işledi, çünkü kredi derecelendirme kuruluşları gelirlerini maksimize etti ve güvene dayalı toplumsal 
görevlerini ihmal ettiler. Karmaşık bir yönetişim sorunu, asıl amaçları toplumunkiyle uyuşmayan kâr amaçlı özel kuruluşlara tevdi edilmek suretiyle sözde “çözülmüştü”. 

Etiketleme ile ilgili sorun, çeşitli hükümet-dışı kuruluşların (NGOs) ve özel şirketlerin beraber hareket ederek hükümetle çıkmaza giren işçi ve çevre standartları konusu daha az ciddi değildir. Her bir tarafın kendi gündemi var, bu da etiketleme mevzuunun çok belirsiz olması sonucunu doğuruyor. Örneğin, “adil ticaret” etiketi, kahve, çikolata ve muz gibi ürünlerin çevresel olarak sürdürülebilir bir şekilde üretildiğini ve çiftçilere belli bir asgari bir tutar ödendiği anlamına gelmektedir. 

Bu durum çift taraflı bir kazanım gibi gözüküyor. Tüketiciler yoksulluğu azaltmaya ve çevreyi korumaya katkıda bulunduklarının farkında olarak kahvelerini yudumlayabiliyor. Ancak tüketici gerçekten kahvesinin üzerindeki “adil ticaret” etiketinin ne anlama geldiğini biliyor mu veya anlıyor mu? 

Uygulamada “adil ticaret” gibi etiketle çalışmalarının ne kadar başarılı olduğuna dair elimizde çok az sayıda güvenilir bilgi var. Az sayıdaki akademik çalışmalardan biri olan ve Guatemala ile Kosta Rika’daki kahve konusunu inceleyen çalışmada, adil ticaret sertifikasyonuyla ilgili üreticilerin çok az menfaati olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu sonuç, görünür avantajları ve özellikle daha iyi fiyatlar bağlamında çok şaşırtıcıdır. Gerçekte, üreticilerin elde ettikleri fiyat bu tür özellikli kahve üretiminden elde edilebilecek fiyatla karşılaştırıldığında düşük gözüküyor. Genellikle fiyatlar sertifikasyon şartlarını karşılamak için gerekli olan yatırımları karşılayacak kadar yüksek değil. Bundan başka, öngörülen faydalar, toprak sahibi olmayan yerel üreticilerden müteşekkil yoksul çiftçilere gitmiyor.20 Diğer raporlar ise, adil ticaret kahvelerinin ortaya çıkardığı getirinin sadece küçük bir kısmının üreticilere ulaştığını gösteriyor.21 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 3

KÜRESEL YÖNETİŞİM  MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?.  BÖLÜM 3


AB’nin anayasal yapısına ilişkin bu tür kapsamlı tartışmalar kadar önemli olan bir husus ise, bu örgütün asıl işlerinin Charles Sabel’in “deneysel yönetişim” olarak 
adlandırdığı formalite dışı ve evrimleşerek gelişen uygulamalar çerçevesinde yapıldığıdır. Üye devletler ve yüksek seviyedeki AB kurumları başarılması gereken amaçlara karar veriyor. Bu amaçlar, “sosyal içerme (bütünleşme)” gibi iddialı ve tam olarak tanımlanmamış konular olabileceği gibi, “birleşik enerji şebekesi” gibi dar konular da olabiliyor. Ulusal düzenleme kurumları bu hedeflerin gerçekleştirilmesi noktasında kendilerine uygun olduğunu düşündükleri yolları uygulamakta serbestler, ancak buna karşılık eylemlerini ve sonuçları forum, ilgili kurumlar, düzenleyici konseyler nezdinde veya açık koordinasyon yöntemleri ile rapor etmek zorundalar. Eşzamanlı gözden geçirme, ulusal düzenleyicilerin kendi yaklaşımlarını diğer ülkelerin yaklaşımlarıyla karşılaştırabilmesine ve gerekirse revize edebilmelerine imkan sağlıyor. Zaman içinde, hedeflerin kendisi bu görüşmelerde öğrenilenler ışığında güncelleniyor ve değiştiriliyor.15 

Deneysel yönetişim, Avrupa çapında normların oluşmasına yardımcı olmakta ve ortak yaklaşımlar etrafında uluslararası mutabakatın (konsensüsün) inşasına 
katkıda bulunmaktadır. Bu durumların, bütünüyle bir homojenleşme sonucu vermesi gerekmiyor. Farklılıkların var olmaya devam ettiği durumlar, karşılıklı anlayış ve hesap verebilirlik çerçevesinde sürüp gidecek, böylece bu farklılıkların bir ihtilaf alanı olma ihtimali daha da azalacak. Ulusal uygulamaların gerekçelendirilmesinin şart koşulması ise, ulusal farklılıkların uyumlaştırılmasını daha da kolaylaştırıyor. 

AB üyeleri farklı kutupların bir arada yer aldığı bir küme gibi gözükebilir, ancak dünya ekonomisini oluşturan ülkelerle karşılaştırıldığında, AB uyumlu bir modeldir. 
Birliği oluşturan 27 ülke ortak bir coğrafya, kültür, din ve tarih ile birbirlerine bağlıdır. Kişi başına düşen gelirin çok yüksek olduğu Lüksemburg hariç 
tutulursa, dünya çapındaki yaklaşık 190 ülke ile karşılaştırıldığında, AB üyesi ülkelerin en zengini (İrlanda, 2008), en yoksul olanından (Bulgaristan) sadece 3.3 kat daha zengindir. AB üyeleri ekonomik entegrasyonun çok ötesine geçen güçlü bir stratejik amaç şuuruyla hareket ediyor. Gerçekten de siyasi amaç boyutuyla Avrupa birleşmesi, ekonomik amaç boyutundan daha büyük görülüyor. 

Karşılaştırmalı tüm bu avantajlarına rağmen, AB’nin kurumsal evrimi yavaş ilerledi ve üye devletler arasında hâlen önemli farklılıklar bulunmaktadır. Derinleşme ve yeni üyeler almak suretiyle genişleme hususundaki gerilim buna iyi birörnek olarak verilebilir. Örneğin, Türkiye ile ilgili gittikçe şiddetlenen tartışmayı bir düşünün. Fransa ve Almanya’nın Türkiye’nin AB üyeliğine muhalefeti kısmen kültürel ve dini sebeplerden kaynaklanmaktadır. Fakat Türkiye’nin farklı siyasi geleneği ve kurumlarının Avrupa’nın siyasi entegrasyonunu büyük ölçüde zedeleyeceği hususundaki endişe de bu muhalefette önemli bir rol oynamaktadır. Diğer taraftan Britanya, Fransa ve Almanya’nın siyasal Avrupa tutkusunu azaltacak her şeyi memnuniyetle karşılıyor ve bu nedenle Türkiye’nin muhtemel üyeliğini destekliyor. 
Herkes şunu gördü ki; üye sayısı arttıkça ve AB’nin yapısı daha çeşitli bir hal aldıkça Avrupa’nın siyasi derinleşme süreci daha da sorunlu bir hale geliyor. 

Avrupa’nın açmazı bir bütün olarak dünya ekonomisinin karşı karşıya kaldığından farklı değil. İleri ekonomik entegrasyon, geniş kapsamlı uluslararası yönetişim yapısının inşa edilmesini gerekli kılıyor. 

Nihayetinde, AB ya birtakım sıkıntıları göze alarak zor bir karar alacak ya da kendisini ekonomik birlik boyutu ile sınırlı bırakacak. Siyasal Avrupa’dan yana olanlar, bu süreci sadece ekonomik boyut ile sınırlamak isteyenlere göre daha şanslı gözüküyorlar. Ancak siyasal Avrupa fikrini savunanların öncelikle bu tartışmayı kazanması gerekiyor. Zira, siyasal Avrupa’dan yana olanlar, ulusal seçmenden ve farklı bakış açılarına sahip diğer siyasi liderlerden oluşan güçlü bir muhalefet ile karşı karşıyalar. 

Bu nedenle, Avrupa ekonomik olarak dünyanın herhangi bir bölgesine göre daha entegre olmuş, fakat yönetişim yapısı itibariyle gelişimi devam eden bir aşamadadır. AB’nin kendisini gerçek anlamda bir ekonomik birliğe dönüştürme potansiyeli mevcuttur, ancak henüz bu gerçekleşmemiştir. Öyle ki, Avrupa 
ekonomilerinin baskı altına girdiği durumlarda, buna yönelik çözümler genellikle ulusal oluyor. 

Bu yönetişim boşlukları özellikle 2008 krizi sırasında ve sonrasında aşikâr hale geldi. Avrupa bankaları, ulusal düzenleyici kurumlar tarafından denetleniyor. Bankaların durumu kötüye gitmeye başlayınca, AB hükümetleri arasında neredeyse hiç koordinasyon kalmadı. Bankalara ve şirketlere ilişkin kurtarma paketleri çok defa diğer AB üyelerine zarar verecek şekilde her hükümet tarafından müstakil olarak oluşturuldu. Açık bir sirayet etkisi (Her iki ekonominin nasıl kesiştiğine bağlı olarak Fransızların uyguladığı mali canlandırma programı, Fransız şirketleri kadar Alman şirketlerine veya tersi durumda Fransız şirketlerine fayda sağlar) söz konusu olmasına rağmen, iyileştirme planları ve mali canlandırma programlarının tasarlanmasında bile hiç koordinasyon yoktu. Sonunda Avrupa liderleri mali gözetim amacıyla “ortak” bir çerçeveyi Aralık 2009’da onayladıklarında, Britanya Maliye Bakanı “sorumluluk ulusal düzenleyicilere aittir” demek suretiyle bu anlaşmanın doğası gereği sınırlılığını vurguladı.16 

AB’nin yoksul ve kötü durumda olan üyeleri sadece Brüksel’den gelen gönülsüz yardımlara bel bağlamamalıdır. Litvanya, Macaristan ve Yunanistan zengin AB 
hükümetlerinden kredi alabilmenin bir şartı olarak, mali yardım için IMF ile bir araya gelmeye zorlandı.17 (Washington’un, Kaliforniya’nın Federal İyileştirme Fonu’ndan faydalanabilmesi için gözetim amacıyla IMF’ye başvurmasını istediğini bir hayal edin) İşin doğrusu, bu ülkeler her iki açıdan da bir açmazın içindedir.
Öyle ki, siyasal birlik eksikliği bu ülkelerin Avrupa’nın diğer ülkelerinden yeterli desteği alabilmelerinin önünü tıkarken, ekonomik birlik bu ülkelerin rekabet edebilirliğini süratli bir şekilde artırmak amacıyla yapılacak develüasyona engel oldu. 


Tüm bunlar ışığında, AB başarılı olamayacak denilebilir, ancak bu tür bir yargı çok sert olur. AB üyeliği, küçük ülkelerin aşırı-küreselleşme kuralları ile yaşama 
isteklerinde değişiklik yapmıştır. Mesela, kendisini Arjantin’in 10 yıl önce yaşadığı sorunlara benzer ekonomik sorunlarla uğraşmakta bulan küçük Baltık ülkesi Litvanya’yı düşünün. Litvanya, 2004 yılında AB’ye katıldıktan sonra Avrupa bankalarından yüksek miktarda kredi alması ve emlak piyasasının şişmesi neticesinde süratli bir şekilde büyüdü. Litvanya’nın çok yüksek miktarda cari işlemler açığı ve dış borcu (2007 itibariyle sırasıyla GSMH’nın %20 ve %125’i oranında) oluştu. 

Tahmin edileceği üzere, küresel ekonomik kriz ve nakit dalgalanmasındaki ani değişiklikler 2008 yılında Litvanya ekonomisini darboğaza sürükledi. Borç verme ve emlak fiyatları ters yüz olunca, 2009 yılı itibariyle işsizlik oranı yüzde 20’lere yükseldi ve GSMH yüzde 18 oranında azaldı. Ocak 2009’da ise Litvanya Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana en şiddetli ayaklanmalara sahne oldu. 

Litvanya’da aynı Arjantin’de olduğu gibi sabit döviz kuru ve serbest sermaye akışı uygulanmaktaydı. Litvanya para birimi 2005 yılından itibaren Avro’ya sabitlenmişti. 

Bununla birlikte, Arjantin’dekinin tersine Litvanya para birimini devalüe etmeksizin ve sermaye kontrolüne gitmeksizin (sermaye kontrolü açıkça AB kurallarının ihlali anlamına gelirdi) zorluklara göğüs germeyi başardı. 2010 yılının başlarında ise Litvanya ekonomisi istikrar kazanmaya başladı.18 Litvanya’nın Arjantin’den farklılığı, Litvanya’nın büyük bir siyasal topluluk içindeki üyeliğinin, yalnız yola devam etmenin oluşturacağı maliyet fayda dengesini tersine çevirmesiydi. 
İşçilerin AB çapında serbest dolaşım hakkı, zor günler geçiren bir ekonomi için emniyet sübabı vazifesi görmek suretiyle birçok Litvanyalı işçinin göç etmesine 
imkan sağladı. Brüksel, Avrupa bankalarını Litvanya’da olan iştiraklerini desteklemek konusunda ikna etti. Daha da önemlisi, kısa dönemlik çok yüksek ekonomik maliyetine rağmen Avro’nun para birimi olarak kabul edilmesi, Litvanyalı politika yapıcıların devalüasyon gibi bu amaca zarar verebilecek seçeneklere başvurmasını engelledi. 

Başlangıçta karşılaşılan tüm sorunlara rağmen kurumsal yapılanma sürecindeki ilerlemesine bakıldığında, Avrupa önemli bir başarıya imza atmış olarak değerlendirilmelidir. 

Bununla birlikte dünyanın geri kalanına göre AB, ibretlik bir durum da oluşturuyor. AB aynı düşüncede olan az sayıda ülke arasında bile derin 
ekonomik entegrasyonu destekleyecek sağlıklı bir siyasal birliği başarabilme konusunda güçlüklerle karşılaşıldığını gösteriyor. En iyimser görüşle, kuralı sınayan tek istisna (örnek) AB’dir. AB uluslararası demokratik yönetişimin uygulanabilir olduğunu gösterdi, fakat AB tecrübesi bu tür bir yönetişimin neler gerektirdiğini de açıkça ortaya çıkardı. Genel olarak küresel yönetişimin dünya ekonomisi için gerçekçi bir yol olduğunu düşünenler, Avrupa tecrübesini dikkate almakla iyi ederler. 

Küresel Yönetişim Tüm Sorunlarımızı Çözebilir Mi? 

Küresel yönetişim tutkunlarının şüphenin faydalarından istifade etmelerini sağlayalım ve önerdikleri sistemin aşırı-küreselleşmenin ortaya çıkardığı gerilimleri nasıl çözeceğini soralım. 

Aşağıda yer alan üç sorunla nasıl başa çıkacağımızı bir düşünelim. 

1. Çin’den Amerika’ya ihraç edilen oyuncak bebeklerde güvenli olmayan seviyede kurşun tespit edilmiştir. 

2. Amerikan bankaları tarafından verilen ve dış ülkelerde pazarlanan menkul kıymetlerin “zararlı” hale gelmesi nedeniyle Amerika’da düşük gelir grubuna verilen yüksek faizli mortgage kredisi krizi dünyanın geri kalanına yayılıyor. 

3. Endonezya’dan Amerika ve Avrupa’ya ihraç edilen ürünlerin bir kısmı çocuk işçiler kullanılarak üretiliyor. 

Bu üç durumda da bir ülke, ithal eden diğer ülke için sorun oluşturacak bir mal, hizmet veya varlık ihraç ediyor. Çin, Amerikan çocuklarının sağlığını tehlikeye 
atan kurşun içeren oyuncakları ihraç ediyor; Amerika, dünyanın geri kalanında finansal istikrarı tehlikeye atan yanlış fiyatlandırılmış tahviller ihraç ediyor; 
Endonezya ise Amerika ve Batı Avrupa’daki işçi standartlarını ve değerlerini tehdit eden çocuk işgücünü ihraç ediyor. Mevcut uluslararası kurallar bu sorunlara yönelik net bir çözüm getirmiyor, bu nedenle bu konular üzerinde enine boyuna düşünmek gerekiyor. Bu konuları sadece piyasa çerçevesinde ele alabilir miyiz? Bu konularda özel kurallara mı ihtiyacımız var, varsa bunlar ulusal mı olacak küresel mi? Bu sorulara verilecek cevaplar, bu üç alanın her birine göre farklılaşacak mı? 

Her ne kadar bu sorunlar dünya ekonomisinin çok farklı alanlarını ilgilendirmekte ise de, bu sorunlar arasındaki benzerlikleri bir düşünün. Her bir sorunun 
odağında kurşun boya miktarı, finansal güvenirliğin derecelendirilmesi ve çocuk işgücünü ilgilendiren standartlarla ilgili bir ihtilaf söz konusudur. Her üç durumda da ihraç veya ithal eden ülkeler arasında uygulanan (veya arzu edilen) standartlar konusunda farklılık var. İhracatçı ülkeler daha düşük standartlara sahip olabilir ve bu nedenle ithal eden ülkeler nezdinde rekabet avantajına sahip olurlar. Bununla birlikte, ithal eden ülkedeki müşteriler ihraç edilen ürün veya hizmetin hangi standartlara göre üretildiğinin doğrudan farkına varamayabilir. Bir tüketici, bir oyuncağın kurşun boyası içerip içermediğini veya sömürüye dayalı şartlar altında çocuk işçi kullanılarak üretilip üretilmediğini kolayca bilemez veya banka, elindeki varlıkların ne kadar risk taşıdığını tam olarak tespit edemez. Diğer her şeyin sabit olduğu varsayımı altında, eğer bir ürün kurşun boya içeriyorsa veya çocuk işçi tarafından yapılmışsa veya verilen hizmetin finansal hasara yol açma ihtimali yüksekse, ithal edenler söz konusu ürünü veya hizmeti büyük ihtimalle almayacaktır. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 2

KÜRESEL YÖNETİŞİM  MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?.  BÖLÜM 2






Küresel yönetişimin yeni biçimleri (yetki devri, küresel ağlar veya kurumsal sosyal sorumluluk modeli) adına ileri sürülenler, birtakım zor soruları da beraberinde getiriyor. Bu mekanizmaların kime karşı hesap verebilir olması bekleniyor? Küresel düzenleyiciler, uluslararası hükümet-dışı kuruluşlar ve büyük şirketler bu yetkiyi nereden alıyor? Kim bunları yetkilendiriyor ve yönetiyor? Küresel ölçekte daha az örgütlü kişilerin de sesinin duyulduğunu ve menfaatinin gözetildiğini kim garanti ediyor? Küresel yönetişimin zayıf noktası, açık bir hesap verilebilirlik eksikliğidir. 

Bir Ulus Devlette, Politik yetkinin temel kaynağı seçmenlerdir ve hesap verebilirlik için temel araç seçimlerdir. Eğer seçmenlerin beklentilerini ve isteklerini 

karşılayamazsanız, oy alamazsınız. Bu türden bir seçime dayalı küresel hesap verebilirlik ise, gerçekleşmesi fiilen mümkün olmayan bir düşüncedir. Bu nedenle, farklı mekanizmalara ihtiyacımız var. 9 

Muhtemelen alternatif küresel hesap verebilirlik anlayışına ilişkin en iyi tez, tanınmış iki siyaset bilimci olan Joshua Colen ve Charles Saben tarafından ileri sürülmüştür. 

Bu akademisyenler, küresel yönetişimin amaçladığı sorunların çözümünün, hesap verebilirliğe ilişkin geleneksel düşünme yöntemleriyle mümkün olmayacağını tartışmakla işe başlamaktadır. Geleneksel modelde, tanımlanmış menfaatleri olan seçmen bu menfaatleri adına temsilcisine yetki verir. Buna karşılık, küresel düzenleme yeni, genellikle çok teknik ve hızlı şekilde değişebilen sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Küresel “toplum” ise her zaman olduğu gibi hangi problemlerin çözülmesi gerektiği ve nasıl çözüleceği konusunda kafa karışıklığı içindedir. 

Bu şartlar altında, hesap verebilirlik uluslararası düzenleyici otoritenin yapmayı tercih ettiği kuralları “iyi şekilde açıklama” yeteneğine bağlı olmaktadır. Cohen ve Sabel “Sorunları tespit etmenin en iyi yolu, buna ilişkin görüş alışverişinde bulunmaktır” yoksa “güç kullanımı, menfaat açıklaması veya temel menfaatler çerçevesinde güç pazarlığı ile değil” diye yazmaktadır.10 Çözümlerin “teknokratik” olacağı şeklinde bir varsayım burada yoktur. Değerler ve menfaatler farklılaşsa ve ihtilaf sürse bile, uluslararası tartışma herkesin veya birçoklarının meşru olarak kabul edeceği bir izah ortaya çıkaracaktır. Küresel kurallar, hitap ettiği kesim tarafından uyulması zorunlu addedildiği ölçüde hesap verilebilir hale gelir. 

Cohen ve Sabel’in öngördüğü düzen, küresel işbirliği ve koordinasyon çerçevesinde ulus devletten ulus devlete değişebilen kurumsal uygulamalardaki farklılıklara esas itibariyle imkan sağlıyor. Bir ülke ve onun politika yapıcıları, diğer ülkelerdeki mevki daşları olan politika yapıcılarına neden böyle bir çözüm uyguladıklarını açıklaya bildikleri müddetçe farklı çözümler denemekte ve uygulamakta serbesttirler. Farklı çözüm uygulayan ülkeler, bu tercihlerini kamuoyu önünde gerekçelendire bilmeli ve diğer ülkelerin yaptığı tercihlerle karşılaştırılmasına imkan sağlamalıdır. Bununla birlikte, şüpheci bir bakış açısıyla politika yapıcıların çözümlerini gösterişli ifadelerle gerekçelendirmesine imkan tanımanın takiyye yol açabileceği düşünülebilir. 

Sonuçta, Cohen ve Sabel bu tür tartışma-katılım süreçlerinin, “örgütlü küresel bir kitlenin üyeleri olarak dünyanın her bir tarafına yayılmış insanların yeni bir 
kimliği paylaştığı” küresel bir siyasal toplumun doğuşuna yol açacağını umut etmektedir.11 Küresel yönetişim anlayışının siyasal kimliklerde bir dönüşüm olmadan gerçekleşmesi zordur. Eninde sonunda küresel yönetişim, kendilerini küresel vatandaş olarak hisseden bireylere ihtiyaç duymaktadır. 

Belki de gelinen noktada bu durumun pek de uzağında değiliz. Princeton Üniversitesi’nden ahlakbilimci Peter Singer küreselleşmeyi takiben gelişen yeni bir küresel ahlak anlayışından güçlü bir şekilde bahsediyor. Peter; “Eğer.… iletişimdeki devrim küresel izleyiciler oluşturduysa, davranışlarımızı tüm dünyaya gerekçeleriyle birlikte anlatmamız gerekebileceğini” söylüyor.12 Ekonomist ve felsefeci 

Amartya Sen ise, kendimizi doğduğumuz yer ile birlikte etnik, dini ve ulusal olarak tek ve değişmeyen bir kimlikle bağlı görmemizin çok yanlış olduğunu ileri sürüyor. 
Her birimiz meslek, cinsiyet, sosyal sınıf, politik eğilim, hobi ve ilgi alanı, tuttuğumuz takım gibi şeylere dayalı olarak çoklu kimliklere sahibiz.13 Bu kimlikler, birbirlerinin hilafına oluşmuyor ve kendimiz hangisine ne kadar önem verdiğimizi özgürce belirliyoruz. Kimliklerin birçoğu, uluslararası kuruluşlar oluşturmamızı ve menfaatlerimizi geniş bir coğrafyada tarif etmemizi sağlayarak ulusal sınırların ötesine geçiyor. Esas itibariyle bu esneklik ve çeşitlilik, gerçek anlamda bir küresel siyasal toplumun oluşturulmasına da imkan veriyor. 

Küresel yönetişimin potansiyeli hakkındaki bu fikirlerden etkileyici olanlar çok sayıdadır. Sen’in belirttiği üzere, “devletlerin (özellikle ulus devletlerin) siyasi bölünmüşlüklerini 
olmazsa olmaz, bir bakıma esaslı bir şey olarak görmek ile devletleri uygulamadaki kısıtlamaların ötesinde ahlak ve siyaset felsefesi bağlamında 
temel bir değer ayrımı olarak görmek arasında fikirlerin bir çeşit zorlayıcı yönlendirmesi vardır”.14 Ayrıca, siyasal kimlik ve siyasal toplum zaman içinde sürekli olarak daha geniş şekilde tanımlandı. İnsan toplulukları, kabilelerden ve yerel yaşamdan kent devletlerine ve oradan da ulus devlete kaydı. Peki, küresel toplum bir ileriki aşama olamaz mı? 

Bir şeyin değeri ancak kullanılınca anlaşılır. Ortaya çıkan bu küresel yönetişim biçimleri ne kadar ileri gidebilir ve küreselleşmeyi ne kadar destekleyebilir? Uluslararası yönetişim yolunda diğer ulus devlet topluluklarına göre en gelişmiş yapı olan Avrupa Birliği (AB), konuya başlamak için en uygun örnektir. 

Avrupa Birliği: Kuralı Sınayan İstisna 

Cohen ve Sabel küresel yönetişim ile ilgili fikirlerini geliştirmeye kafa yorarken, akıllarında somut tek örnek vardı: Avrupa Birliği. Avrupa tecrübesi bu fikirlerin 
hem potansiyelini hem de sınırlarını göstermektedir. 

Avrupa ulusları kendi aralarında olağanüstü seviyede bir ekonomik entegrasyon gerçekleştirmeyi başardı. Bölgesel seviyede de olsa, bu ölçüde derin entegrasyon gerçekleştiren ve aşırı-küreselleşme noktasına yaklaşan daha iyi bir örnek yok. Avrupa tek pazarının altında işlem masraflarını kaldırmaya ve düzenlemeleri uyumlaştırmaya odaklı muazzam bir kurumsal beceri yatmaktadır. AB üyeleri malların, sermayenin ve işçilerin serbest dolaşımı üzerindeki engelleri kaldırdı. Fakat bunun ötesinde AB üyeleri, bilim politikasından tutun da tüketicinin korunmasına kadar her şeyle ilgili ortak standartları ve beklentileri düzenleyen 100.000 küsür sayfadan oluşan geniş kapsamlı AB mevzuatını yürürlüğe koydu. AB üyeleri, bu mevzuatı gayretli bir şekilde uygulayan Avrupa Adalet Divanı’nı kurdu. AB üyeleri, dış ticaret, tarım, rekabet, bölgesel yardım ve daha birçok alanda yeni kanunlar teklif etmesi ve ortak politikaları uygulaması için Avrupa Komisyonu adı altında bir idari otoriteyi yetkili kıldı. AB üyeleri, Birliğin geri kalmış bölgelerine yönelik mali destek sağlamak ve ekonomik yakınlaşmayı teşvik etmek amacıyla birçok program oluşturdu. On altı üye devlet ortak para birimi olarak Avro’yu kabul etti ve Avrupa Merkez Bankası tarafından yönetilen ortak para politikasına razı oldu. Tüm bunlara 
ek olarak AB, burada sayılması mümkün olmayan birçok uzmanlaşmış birim oluşturdu. 

AB’nin demokratik kurumları ise daha az gelişmiştir. Doğrudan halk tarafından seçilen Avrupa Parlamentosu, yasa yapan ya da denetleyen bir yapı olmaktan ziyade fikir alışverişinin yapıldığı bir yer olarak işlev görüyor. Gerçek anlamda güç (yetki) ise, ulusal hükümetlerin bakanlarından oluşan Bakanlar Konseyi’nin elindedir. Avrupa’nın kapsamlı uluslar-üstü yapısı içinde demokratik meşruluk ve hesap verilebilirliğin nasıl sağlanıp devam ettirileceği eskiden beri zor bir mesele olmuştur. Sağ kesimden gelen eleştiriler AB kurumlarını gereğinden fazla etkili olmakla suçlarken, sol kesimden gelen eleştiriler AB kurumlarındaki “demokratik eksiklikten” şikayet etme şeklindedir. 

Avrupa liderleri, geçen yıllarda AB’nin siyasi altyapısını güçlendirmek için ciddi çaba sarf ettiler, fakat bunun engebeli ve zor bir yol olduğu görüldü. Avrupa Anayasası’nın onaylanması gayreti, 2005 yılında Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumda red kararı çıkması nedeniyle suya düştü. Bu başarısızlığın ardından Aralık 2009’da yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması gündeme geldi, o da ancak Birleşik Krallık, Polonya, İrlanda ve Çek Cumhuriyeti’nin bu antlaşmanın bazı hükümlerinden muaf tutulması sonrasında mümkün olabildi. Lizbon Antlaşması, Bakanlar Konseyi’ndeki oylama kurallarına ilişkin reform yapmakta, Avrupa Parlamentosu’na daha çok yetki vermekte, AB’nin insan hakları bildirisini hukuken bağlayıcı hale getirmekte ve Avrupa Birliği Zirvesi’nin Başkanlığını yeni bir yürütme mercii olarak kurmaktadır. 

Britanya ve diğer ülkelere yönelik muafiyetler göstermektedir ki, üye devletler arasında Avrupa’yı gerçek anlamda bir siyasal federasyona dönüştürme arzusu ile ilgili olarak önemli görüş ayrılıkları sürmektedir. Britanya gayretli bir şekilde kendi farklı anayasal ve yasal sistemini AB yasa ve kurumlarının etkisinden korumaya çalışmaktadır. Britanya’nın finansal düzenlemeler ve para politikası gibi birçok alandaki uygulamalarını diğer üye devletlerle aynı çizgiye getirmesinde az bir menfaati söz konusudur. Ancak Britanya’nın Avrupa’ya ilgisi esasen ekonomik nedenlerden dolayı sürmektedir. Britanya’nın AB’nin kurumsal gelişimine karşı yetinmeci (asgarici) yaklaşımı ise, Fransa ve Almanya’nın zaman zaman çok istekli oldukları federalist amaçları ile ciddi bir şekilde çelişmektedir. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 1

KÜRESEL YÖNETİŞİM  MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?.  BÖLÜM 1



 Dani RODRIK*
*Harvard Üniversitesi




Çeviri** 
**Yusuf Uslu tarafından yapılmıştır. 


Küresel Yönetişim Mümkün müdür? Gerekli midir?


Özet: 

Küreselleşme tarafından esaslı bir şekilde dönüştürülmüş bir dünyada yaşıyor olmakla birlikte, sorumluluk hâlen ulusal karar alıcılar üzerinde durmaktadır. 
Küresel yönetişim, en saf hali ile ulusal yetkinin uluslararası teknokratlara devrini öngörmektedir. Bu açıdan küresel yönetişimin meşruluk kazanabilmesi 
için sınırlı bir alanı ifade eden düzenleyici otoritelerden ve teknokratlardan öteye geçmesi gerekmektedir. Bu açıdan yeni uluslararası mekanizmalar bazı ihtilafların şiddetini hafifletebilse de gerçek yönetişimin yerini alabilecek durumlar kapsamlı bir ekonomik küreselleşmenin temelinin oluşturulması için yetersiz kalmaktadır. 
Küresel düzenlemenin uygulanabilirliği, küreselleşmenin arzu edilen seviyelerde olmasını engellemekte ve bu durumda da aşırı-küreselleşmenin başarılı olması 
mümkün olmamaktadır. 

Ulus devlet demode oldu. Sınırlar ortadan kalktı. Uzaklık diye bir şey yok. Dünya düzleşti. Kimliklerimiz artık doğduğumuz yerler ile bağlı değil. İç siyasetin 
yerini, ulusal sınırları aşan daha yeni ve daha değişken temsil şekilleri aldı. Otorite, ulusal kural koyuculardan uluslararası düzenleyici ağlara doğru kayıyor. Siyasi güç, uluslararası hükümet-dışı kuruluşlar şeklindeki örgütlenme yönünde değişiyor. Hayatımızı şekillendiren kararlar, büyük çok-uluslu şirketler ve kim olduğu belirsiz uluslararası bürokratlar tarafından alınıyor. 

Küresel yönetişim çağının doğuşunu müjdeleyen veya kötüleyen bu veya benzeri cümleleri kim bilir kaç defa duyduk! 

Hal böyle iken, 2007-2008’de yaşanan krizin neleri gözler önüne serdiğine bir bakmak gerek. Finansal krizin daha da yıkıcı hale gelmesini önlemek için küresel bankaları kim kurtardı? Uluslararası kredi piyasalarını rahatlatmak için gerekli olan nakdi kim pompaladı? Mali genişleme aracılığıyla küresel ekonomideki canlanmayı kim teşvik etti? İşini kaybedenlere yönelik işsizlik tazminatı ve diğer koruyucu mekanizmaları kim sağladı? Büyük bankalara yönelik tazminat, sermaye yeterliliği ve likidite ile ilgili yeni kuralları kim koyuyor? Geçmişteki ve günümüzdeki yanlışlar ile bundan sonra olacak yanlışlarla ilgili en çok kabahat kimde? 

Bu soruların her birinin cevabı aynıdır: ulusal hükümetler. Yönetimi, küreselleşme tarafından esaslı bir şekilde dönüştürülmüş bir dünyada yaşadığımızı düşünebiliriz, fakat sorumluluk hâlen ulusal karar alıcılar üzerinde duruyor. Aşırı şekilde empoze edilmeye çalışılan ulus devletin düşüşte olduğu şeklindeki tespit, sadece bir “abartıdan” ibarettir. Dünya ekonomisinde ADB’den tutun WTO’ya2 kadar alfabenin tüm harflerine denk gelecek sayıda uluslararası örgüt var olabilir, fakat demokratik karar alma aşaması hâlen sıkı bir şekilde ulus devlette kalmaya devam ediyor. “Küresel yönetişim” ifadesi kulağa hoş geliyor, fakat küresel yöne-tişimin yakın gelecekte ortaya çıkacağını zannetmeyin. Karmaşık ve değişken dünyamız, tam da bu nedenle çok gösterişli ancak sahte bir küresel yönetişim görüntüsüne mahal veriyor. 

Ulus Devletin Tahakkümünden Kurtulmak 

Artık küresel hükümet fikri üzerinde düşünüp taşınanlar sadece garip fikirleri olanlar ve uçuk görüşlü ütopyacılar değil. Birçok ekonomist, sosyolog, siyaset bilimci, hukukçu ve felsefeci ulus devleti geride bırakan yeni yönetişim biçimlerini aramaya katıldı. Şüphesiz, bu araştırmacılardan sadece birkaçı ulus devletin gerçek anlamda küresel versiyonunu desteklemektedir, zira küresel bir yasa koyucu veya küresel bir bakanlar konseyi hayalden ibarettir. Bu kişilerin önerdikleri çözümler siyasal topluluk, temsil ve hesap verebilirlik ile ilgili yeni bir anlayış üzerine kuruludur. Bu alanlardaki yenilenmenin, anayasal demokrasinin gördüğü fonksiyonun aynısını küresel ölçekte yerine getirmesi bekleniyor. 


Küresel yönetişimin en saf şekli, ulusal yetkinin uluslararası teknokratlara devrini öngörür. Küresel yönetişim, küresel ekonomideki koordinasyonsuz karar alma süreçlerinin ortaya çıkardığı “teknik” sorunları çözmekle görevli özerk düzenleyici kurumları gerektirir. Belli nedenlerden dolayı ekonomistler bu tür düzenlere bayılırlar. 

Örneğin, Avrupa ekonomik ağı VoxEU.org* 2008 krizinin ertesinde küresel finansal sistemdeki kırılganlığı çözmek adına önde gelen ekonomistlerden 
tavsiye istediğinde, genellikle önerilen çözümler teknokratlar tarafından idare edilen daha katı uluslararası kurallar şeklinde oldu: uluslararası bir iflas mahkemesi, dünya finans örgütü, uluslararası banka bildirgesi, son çare olarak başvurulacak uluslararası bir banka gibi.3 Clinton yönetiminde uluslararası ticaret müsteşarı olan Jeffrey Garten ise çoktan küresel bir merkez bankası için çağrıda bulunmuştu.4 Ekonomist Carmen Reinhart ve Kon Rogoff da uluslararası mali sektöre yönelik düzenleyici otorite önerisinde bulunmuştu.5 

Bu öneriler siyasetten anlamayan ekonomistlerin safça düşünüp taşınmaları olarak gözükebilir, fakat gerçekte bu öneriler genellikle net politik saiklere dayanır. Reinhart ve Rogoff uluslararası mali piyasalara yönelik bir düzenleyici otoriteyi savunurken, ülkeden ülkeye yayılan ekonomik sorunları çözmek kadar siyasi hataları da telafi etmek amacındadır; öyle ki bu konuda politik sebepler, muhtemelen ekonomik sebeplerden önde gelmektedir. BBu önerileri getirenler, ülke içi düzenlemeleri zayıflatan ulusal düzeydeki siyasi müdahalelere son vermeyi ummakta-dırlar. Bu görüştekiler, “uluslararası mali sektöre yönelik nitelikli- profesyonel kişilerden müteşekkil ve siyasi müdahalenin olmadığı bir düzenleyici otoritenin, ulusal ölçekte güçlü bbir mali hizmetler sektörü için şiddetle ihtiyaç duyulan bir denge unsuru olacağını” savunmaktadır. Bu yaklaşımı destekleyen siyaset teorisi, düzenleyici yetkinin müdahaleye kapalı ve özerk nitelikteki küresel teknokrasiye devredilmesinin gerek küresel gerekse ulusal ölçekte daha iyi bir yönetime yol açacağını iddia etmektedir. 

Yetki devri, parlamenterlerin kuralları koyma konusundaki ayrıcalıklarını terketmelerini gerektirir ve bu da esasen parlamenterlerin seçmenlerin ihtiyaçlarına cevap verebilme imkanlarını kısıtlar. Aslında bu durum genellikle birtakım şartlaraltında ortaya çıkar. Örneğin, Amerika’da Kongre eğer siyasi tercihleri Başkanınkiyle oldukça yakın ve görüşülmekte olan mesele çok teknik ise, kural koyucu yetkilerini yürütme kuruluşlarına devreder.6 Bu durumda bile, yetki devri kısmi olur ve beraberinde ayrıntılı hesap verme mekanizmaları getirir. Yetki devri, siyasal bir davranıştır. 


Dolayısıyla uluslar-üstü kuruluşlara yapılacak yetki devrinin yaygın ve sürdürülebilir hale gelebilmesi için birçok ön koşulun yerine getirilmesi gerekir. 
Bunun için, ortak normlara sahip uluslararası siyasal bir topluluk ile küresel alana uygun yeni hesap verme mekanizmalarının bulunduğu bir çeşit “küresel siyasi yapı” oluşturulmasına ihtiyaç vardır. 

Ekonomistler bu ön koşullara pek önem vermiyorlar, fakat diğer akademisyenler buna yeterince önem veriyor. Bu kişilerden birçoğu yeni küresel yönetişim biçimlerinin ortaya çıktığı konusunda kuvvetli emareler görüyor. Örneğin, PrincetonÜniversitesi’nde uluslararası ilişkiler akademisyeni olan Anne Marie Slaughter düzenleyici merciiler, yargıçlar ve hatta yasa koyucuların bulunduğu uluslararası ağlara dikkat çekiyor. Bu ağlar, hükümetler-arası bir kuruluş niteliği taşımasa veya resmen kurumsallaşmamış olsa da yönetişim işlevi görebilmektedir. Slaughter, bu tür ağların resmi yönetişim mekanizmalarının ulaşabileceği alanı genişlettiğini, ülkeler arasında bilgi paylaşımına ve ülkelerin birbirlerini ikna etmesine imkan verdiğini, küresel norm biçimlerinin oluşmasına katkıda bulunduğunu ve uluslararası normlar ile anlaşmaların uygulanmasının çok zayıf olduğu ülkelerde buna yönelik ulusal kapasiteyi ortaya çıkarabileceğini ileri sürmektedir.7 

Finansal piyasaların yönetimi, bu tür ağların en ileri seviyede olduğu ve Slaughter’in anlattıklarına en çok uyan alandır. 
Uluslararası Menkul Kıymet Komisyonları Örgütü (IOSCO), dünyadaki menkul kıymet piyasası düzenleyicilerini bir araya getiriyor ve küresel ilkeler yayınlıyor. Basel Bankacılık Denetim Komitesi ise aynı görevi banka sektörü düzenleyicileri için yapıyor. Bu ağların küçük sekretaryaları (o da varsa) bulunmakta, fakat icra güçleri yok. Bu ağlar, standart belirleme yetkileri ve yasal olmaları nedeniyle en azından düzenleyici otoritelerin gözünde kesinlikle etkili oluyor. Bu kuruluşların çalışmaları, ülke içi tartışmalarda genellikle bir dayanak noktası haline geliyor. Bu kuruluşlar tamamıyla ulus devletlerin yerini alamayabilir, fakat bu kuruluşlar uluslararası alanda politika yapıcılar arasında birbirine geçmiş ağlar oluşturulmasını sağlamaktadır. 

Küresel yönetişimin meşruluk kazanabilmesi için sınırlı bir alanı ifade eden düzenleyici otoritelerden ve teknokratlardan öteye geçmesi gerekmektedir. Peki 
bu ağlar, teknik alanların ötesine geçebilir ve daha geniş sosyal amaçları kapsayabilir mi? Bretton Woods rejimini tanımlamak üzere “Entegre liberalizm” teriminiortaya atan Harvard Üniversitesi akademisyeni John Ruggie bu soruya “evet” şeklinde yanıt vermektedir. Ruggie uluslararası ağların, ulus devletlere dayanan geleneksel yönetim modelini zayıflattığı görüşündedir. 

Ruggie, bu dengesizliği düzeltmek için küresel düzeyde kurumsal sosyal sorumluluğa daha fazla vurgu yapılması gerektiğini savunmaktadır. 
Entegre liberalizmin güncellenmiş versiyonu, devlet merkezci bir çok-taraflılıktan “sivil toplumun ve kurumsal aktörlerin küresel sosyal örgütlenmelere aktif şekilde katkı sağladığı bir çok-taraflılığa” doğru kaymalıdır. 

Bu aktörler insan hakları, işgücü, sağlık, yolsuzlukla mücadele ve çevresel yönetim gibi alanlarda yeni küresel normlar geliştirebilir ve bu küresel normların 
büyük uluslararası şirketlerde ve ulusal hükümetlerin politikalarında yer almasını sağlayabilir. Yoksul ülkelerdeki HIV/AIDS tedavi programlarını destekleyen çok-
uluslu kuruluşlar, bu konuda göze çarpan örneklerdendir. 

Ruggie’nin şekillenmesinde büyük çaba harcadığı Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi bu tür konuları kapsıyor. Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi, uluslararası şirketleri sosyal ve ekonomik hedeflerin geliştirilmesi çerçevesinde dönüştürmeyi amaçlıyor. Bu tür bir dönüşüm, bu şirketlerin faaliyet gösterdiği toplumlara faydalı olacaktır. Ancak, Ruggie’nin açıkladığı üzere, bu durumun getireceği başka avantajlar da vardır. Büyük şirketlerin sosyal ve çevresel performansını arttırması, diğer küçük şirketleri de bu yolda teşvik edecektir. Bu durum, uluslararası rekabetin işçi ve çevre standartlarına ilişkin acımasız bir yarışı başlattığı ve ülkedeki sosyal içermeyi* zedelediği şeklindeki yaygın kanıyı da azaltacaktır. Ayrıca bu durum, uluslararası pazarlar ve ulusal hükümetler arasındaki yönetim boşluğunu daraltmak suretiyle kamu sağlığı ve çevre koruma gibi devletin giderek finanse etmekte ve yürütmekte zorlandığı alanlarda özel sektörün omuz vermesine imkan sağlayacaktır. 8 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

9 Şubat 2017 Perşembe

ULUS DEVLETTEN DEVLET ULUSA TÜRK VE KÜRT MESELESİNİN ÜÇ İKİLEMİ



MİLADA DÖNÜŞ: ULUS DEVLETTEN  DEVLET ULUSA TÜRK VE KÜRT MESELESİNİN ÜÇ İKİLEMİ 



Murat Somer 
(İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2015), 455 sf. Book Review Ortadoğu Etütleri, Volume 7, No 1, July 2015, pp.133-139 



Koç Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Murat Somer, Uzun yıllardır düşüne, tartışa ve yazageldiği Kürt sorunu eksenli üretimlerine son noktasını Milada Dönüş: Ulus-Devletten Devlet-Ulusa Türk ve Kürt Meselesinin Üç İkilemi eseri ile koyuyor. Somer, bu kitabıyla “Kürt meselesiyle vicdani ve entelektüel olarak ilgilenen herkese ve politik yapıcılara” hitap etmeyi hedefliyor (s. 46). Somer, Kürt sorununu doğuran şartları 
incelerken, aynı zamanda diğer senaryoların neden gerçekleşmediğini ortaya çıkarmak amacını taşıyor. Aslında bununla yazar samimi bir şekilde, tarihsel 
gerçekliği tespit etmekten daha çok-ki siyaset bilimci olarak temel amacının çözüme katkıda bulunmak olduğunu belirtiyor- olanlardan daha çok olmayanları 
hesaba katmak gayesini taşıyor. Böylelikle yazar “gerçekler” üzerinde dahi mutabakatın zor sağlandığı bir meselede “gerçek”leşmeyen senaryoları da hesaba katmak gibi zor bir yolu seçiyor. 

ISBN : 9786055250430 


Fuat Dündar
* Yrd. Doç. Dr., Siyaset Bilimi Bölümü, TOBB-ETÜ Üniversitesi July 2015 


Yazara, Göre Kürt sorunu “ Türkiye’nin Modernleşme sürecinin... Kürtlere dair siyasî ve idari sorunların... Kürtlerin kendi kimlik ve tercihleriyle katıldıkları  siyasal ve toplumsal araçlarla yönetilememesi sonucuortaya çıktı” (s. 21). Somer tahlilinde sorunun üç temel sacayağı olduğunu belirtiyor: 

1-Dış Güvensizlik ikilemi (DGİ) 
2- Elit işbirliği ikilemi (iktidar kavgası) (Eİİ) 
3- Ortak kimlik ikilemi (OKİ). 

Ancak kitap bu Üç ikilem yerine, dönemsel analizi (1919 ve 1991 dönemleri ) tercih etmektedir. Çalışmanın ilk yarısı 1919-26 yıllarına, meselenin 
“ Milad ”ına ayrılırken, son yarısı 1991 sonrası döneme yani “milada dönüş” yıllarına bırakılmıştır. Yazar, kavramlara farklı anlamlar yüklenebileceğini ve bunun da çözümü kolaylaştırabileceğini düşündüğünden önceliği temel kavramların açıklanmasına ayırmıştır. 

Ardından 3. Bölümde, Kürt Meselesinin doğuş dönemini (1919-1926) 3 ikilem açısından analiz ederek mevcut “ Standart Anlatı ”ya alternatif biranlatı inşa 
etmeye girişiyor. 

Ancak 1926-1965 dönemine değinmeden, 1966-1984 dönemine de çok kısa yer verdikten sonra, yine kısaca PKK’nin başarı -doğuş değil nedenlerini maddeliyor. 

5. Bölümde, 3 ikilemin 1991 sonrası değişen Türkiye ve dünya koşullarında büründüğü görünümleri analiz ediyor. Yok sayılan meselenin, nasıl “ Ana akım söyleme yerleştiğini ” ve bu sayede Kürtlerin tanınması ve “ Saygı duyulan bir kategori ” haline gelmesi mümkünken, meselenin “ Olumsuz ” ve “etnik kutuplaştırıcı” bir hale dönüşmesinin nedenlerini sorguluyor. AKP dönemini ele aldığı 6. bölümde ise 2000’lerdeki gelişmelerle birlikte “milada dönüş” 
yaşandığını belirterek, bu dönemin birçok açıdan Kemalist dönemle taşıdığı benzerlikleri inceliyor. 2005, 2009 ve 2013 açılımlarının başarısız olmasını; 1920›lerdeki Laik-İslami ayrışmasının yeniden yaşanmasına ve hatta İslamcıların dahi kendi aralarında ayrışmasına ve AKP tabanını oluşturan aydınların çözüme hazırlıksız olmasına bağlıyor. 7. bölümde ise yazar, cesur bir girişimde bulunarak kendi çözüm önerilerini masaya yatırıyor. 

Düşünsel zaafların aşılmasının çözüm için zorunluluk olduğunu belirten yazar, millet/egemenlik/etnisite kavramlarına-ki bazen yazar bunları değerler olarak anıyor- yeni bir dil ve içerik kazandırmanın gerekliliğini vurgulayarak, bu bağlamda yaptığı önerileriyle “sosyal bilim… teorilerinin gelişmesine de katkıda bulunmayı” hedefliyor (s.48). 

Yazar kitabının başlığına taşıdığı, biri dış ikisi iç boyuttan oluşan, üçlü ikilemin çözümlenmesinin, “uyumlu ve çoğulcu bir kimlik modelinin uygulanabilmesi için” elzem görüyor (s.147). Birlikte senkronik çözülmesi gereken bu üç ikilemin “etnik veya kültürel tercihlerden çok güç ve denge siyasetinden”, yani Kürt meselesiyle indirekt dinamiklerden (demografik, coğrafi ve siyasal) beslendiğini dile getiriyor (s.40). 

Yazarın Bahsettiği ikilemleri kısaca inceleyecek olursak: 

1- DIŞ GÜVENLİK İKİLEMİ (DGİ) 

Yazar, devletin sadece Kürtlerin ayrılmasından (bölünme/Sevr Sendromu) değil, aynı zamanda diğer komşu ülke Kürtleriyle birleşme isteği/ihtimalinden 
de korktuğunu belirtiyor. 

Diğer yandan yazar, Kürtler ayrılığı istemese de ve Pan-Kürdist hareketler olmasa da “sadece bu imkanın varlığı”nın bile çoğunluk (Türkler, Araplar 
ve Acemler) arasında güvensizlik oluşturmaya yettiğini ve bu yüzden Kürtlerin “her türlü milliyetçiliğini ve talebini güç kullanarak engelleme refleksi”nin geliştiğini ekliyor (s.39). 

Bu ikilemin doğuşunu ise yazar, “Lozan Anlaşması ve sonrasındaki gelişmeler sonucu “Kürt nüfusunun Irak, Türkiye ve Suriye arasında bölünmesine” 
götürüyor. Misak-i Milli’ye dâhil Musul vilayetinin İngiliz mandası Irak’a bırakılmasının dönüm noktası olduğunu ve bu yüzden “birçok” 

Kürdün, Türklerin Misak için yeterli çaba sarf etmediğine, hatta Kürtleri bölerek zayıflatmak istediğine inandığını, devlet için ise “Kürtlerin irredantist-ayrılıkçı hareket başlatabilecek potansiyel bir tehdit haline geldi”ğini vurguluyor (s.145). Kürt meselesinde DGİ’nin 1990’larda yeniden canlandığını, Irak’ın kuzeyinde uçuşa yasak bölge oluşturulmasının, Irak Kürt partilerinin (KDP ve YNK) ABD müttefiklerine dönüşmesinin ve PKK’nın buraya yerleşmesinin Türk politikacılarında güvenlik kaygısını yeniden körüklediğini belirtiyor (s.244). 

Diğer yandan, yazar 1990’larda yaşanan Kürt meselesine yönelik “devrim niteliğindeki” söylemsel değişim ile Kürt meselesinin tabu olmaktan 
çıktığını tespit ediyor. Yazar, Irak gibi dış olayların tetikleyici niteliğine rağmen meselenin tabu olmaktan çıkmasını, “iç dinamiklerin bir eseri” (s.201) olarak değerlendirerek bu dönüşümü “kültürel determinist” tez yerine “demokratikleşme tezi” ile açıklıyor. Buna göre 1- elit değerlerinin 
demokratikleşmeye meyli, 2-demokratik toplum gruplarının aşağıdan yukarıya değişimi dayatması, 

3- elit içi çekişme (1987-90 yıllarınıkapsayan Özal eksenli bir anlatım) ve ılımlılar arasındaki işbirliğinin dağılması (1991-92 yıllarında Kürtlerin SHP’den ayrışması) bu açıklamanın temel dinamikleri oluşturuyor. Ancak yazar tüm bunlara rağmen DGİ’nin aşılamamasını kurumsal reformların yapılamamasına, siyasal aktörlerin hatasına ve sürecin otoriter güçlerce sabote edilmesine bağlıyor. 

Somer, kitabında Türkiye’nin 2008’de Irak Kürtleriyle ilişki geliştirmeye başladığını ve bunun daha çok ekonomik çıkarlar ve bölgenin enerji 
kaynakları ile Irak Kürtleri’nin Şii Bağdat hükümetine karşı bir denge olarak görülmesi ve genel konjonktür itibariyle- komşu ülkeler dahi çoğu devletin Kürtlerin bağımsızlığına karşı olması- DGİ’nin azalması gibi faktörlerle ilişkili olduğunu belirtiyor. Ancak yazar bunların da kalıcı bir sonuç vermediğini, zira “içeride uyumlu ilişki kurulamadığı sürece dışardaki Kürtlerle uyumlu ilişkinin de sürekli ve sağlam olamayacağı” iddiasını taşıyor (s.261). Yazara göre diğer sebepler ise Laik-İslami elitler arasındaki rekabetin Kürt Sorunu’ndan 
öncelikli olması (s.271) ve “Kürt sorununu çözmek için programlı yaklaşma”nın gerekliliği ve bu noktada AKP iktidarının eksiklikleridir (s.274). 

DGİ’nin aşılması için yazar, ne bugüne kadar uygulanan “engelleme” politikasını, ne de Kürtlerin “birleşme”sini öneriyor. Somer, bir üçüncü yol olarak 
“ Esnek Entegrasyon / Ortaklık ” kurulmasını ve bu minvalde bölgesel sosyo-ekonomik politikalarınuygulanmasını, entegrasyon ve diplomasi ile komşu ülkeler ve Kürtleriyle karşılıklı bağımlılığa ve güvene dayalı ilişkilerin kurulmasını öneriyor. 

2- ELİT İŞBİRLİĞİ İKİLEMİ (Eİİ): 

Yazar Kürt meselesinin çözümünün ikinci önemli ayağını Türkiye iç siyaseti, iktidar mücadelesi ve kendi ifadesiyle siyasi / yönetici Elit / Aktörler arasındaki mücadeleye bağlıyor. 

July 2015 

Yazar, bunlar arasında bir konsensus olmadığı sürece bir çözümün olmayacağını ima ediyor. Somer, temel ayrımın laik-İslami ayrımı olduğunu, fakat bunların da kendi aralarında “ Modernleşmenin anlamı ve araçları konusunda (s.147) ” Ayrışarak İslami muhafazakârlar, İslami modernleşmeci, ılımlı/evrimci elitler ve radikal /devrimci elitler olarak dört gruba ayrıldığını vurguluyor. 

Somer, 1919-1926 döneminde Kemalistlerin iktidarlarını pekiştirme sürecini ve bunun Kürt meselesiyle ilişkisini inceliyor. “Kemalist radikaller”in hızlı ve laik bir modernleşme ile yeni devleti bir an önce kurma ve sağlamlaştırma hedefleri yüzünden, önce İslami elitleri, ardından ise laik ılımlıları tasfiye ettiğini vurguluyor. Buna göre, İkinci Meclis’e geçişte muhafazakâr-Müslüman elitler dışlanmış ve 1920 ve 1930’lardaki devrimler sonucu İslamcılar karar mekanizmalarından temizlenmiştir. Yazar, radikallerin hesap veremez bir hareket serbestliği kazanmalarından dolayı sorunun çözümlenmediğini düşünüyor (s.147). 

Somer’e göre 1919’larda olduğu gibi 1991 sonrası dönemde de bu ikilem devam etmektedir. Siyasi aktörler bölünmüş ve hatta ortak çalışma yapamaz hale gelmişlerdir. Laikliğe, modernleşmeye ve İslam’a dair ortak bir bakış sağlanmadığından Laik-İslami ayrışması devam etmektedir. Kemalistler, 
İslamcıların Kürt sorununu kullanarak laik seçkinleri bertaraf etmesinden, rejimi İslamileştirmesinden ve Türk kimliği yerine İslami bir kimlik dayatmasından çekinmektedir. 

İslamcılar ise İkinci Meclis’te olduğu gibi laikler tarafından -tekrar-dışlamaktan korkmaktadırlar. Üstelik 1919 döneminde olduğu gibi, Laik-İslami kesimlerin kendi içlerinde bölünmeleri de (son dönemde AKP-Gülen cemaat çatışması gibi) çözüm yönünde engel oluşturmaktadır. Oysa uyumlu ve çoğulcu kimlik 
modeli için kurucu elitler arasında belli bir fikir birliği, güven ve anlaşma olma”lıydı (s.147). Yazar elit işbirliğini daha geniş bir çerçevede ele 
alarak, sol elitlerin yanı sıra Kürt elitlerle de yaşanan konsensus sorununa değiniyor. Bu bağlamda, Ilımlı Kürt elit bulmanın zorluğundan bahseden 
yazar, PKK dışındakilerin şiddete bulaşmasalar dahi bağımsızlık talepleriyle aslında radikal olduklarını ve “kabul edilmesi daha zor siyasî ve 
kimliksel talepler” taşıdıklarını belirtiyor (s.43). 

Yazar bu ikilemin aşılması için, dengeli, şeffaf bir siyasî sistemin gerekliliğini vurgularken; elitler arasında dolaylı sorunlar için gerekli asgarî 
güven ve demokratik uzlaşmanın sağlanmasını ve en önemlisi de ılımlı aktörlerin eylemde bir araya gelmelerini gerekli görüyor. Ayrıca yeni 
aktör/elitlerin bir arada çalışmasının önemine dikkat çekerken, mevcut partilerin, özellikle AKP ve CHP tabanlarının daha aktif rol almasının ve 
empati kurmalarının gerekliliğini de ekliyor. 

3-ORTAK KİMLİK İKİLEMİ (OKİ): 

Kürt sorununun atom çekirdeğini oluşturan kimlik meselesini ele alan yazar, 1919’dan beri gündeme gelen, Osmanlılık, Anadoluluk, Türk-Kürt kardeşliği, 
İslam kardeşliği (ümmet), Türklük, Kürtlük gibi seçenekleri tartışmaya açıyor. Somer, OKİ’yi Türkler’de bölünme ve kimlik endişesi yaratmayan, Kürtlerin hak-hukuk-kimlik talebini karşılayan ve aynı adı ve içeriği dayatmayan bir ortak kimlik tanımı sorunu olarak tanımlıyor. 


Yazar, Kemalistlerin başından beri, -Türkçü standart söylemin iddiasına göre-bir Türk devleti kurmak ve-Kürtçü standart söylemin iddiasına göre Kürtlerin bölünmesine ve asimilasyonuna dair planı olmadığını, aksine, 1926’ya varan sürecin iç ve dış koşullarla şekillendiğini iddia etmektedir. 

Somer, Kemalistlerin temel amacının “Türkiye halkının benimseyebileceği” ve “milli devletin temeli yapabileceği ortak bir kimlik inşa etmek” olduğunu ileri sürmektedir (s. 145). Bunun için de ilk olarak nüfusu ve kültürüyle önemli olan Kürtleri projeye dâhil etmek ve ikinci olarak geri kalan nüfusa (bir kısmı anadili Türkçe olmayan) “millet bilinci” kazandırmak yönünde bir anlayış benimseniyor (s.145). Ancak, yazara göre “diğer ikilemler çözülemediği’nden, eski rejimle bağları koparmak ve muhalifleri dışlamak öncelikli hedef olduğundan, resmi ideolojiye dahil olabilecek yatkınlıkta ve şartların zorlamasıyla Türk milliyetçiliği siyaseti ön plana çıktı. Kemalistler için halihazırda “mevcut bir etnik kategoriye 
ve kan ve soybağı”na vurgu yapmak “daha kolay ve cazip” idi (s.146). 

1991 sonrası dönemde dahi, ortak bir kimlik yaratılamadığını vurgulayan yazar, bunun temel nedeninin Türkiyelilik ile İslami kimlikler gibi önerilerin Türklerde kuşku ve endişeye yol açmasının olduğunu belirtir. Somer’e göre Türkler, Kürtlerin tanınmasından değil, Türk kimliğinin zayıflamasından, Kürt sorununun Türk kimliğiyle ilişkilendirilmesi gibi yaklaşım yanlışlıklarından endişe ediyor. Özellikle AKP dönemi ile İslami kimliğin bir proje olarak dayatılması ile devlet kurumlarından Türklüğün atılmasından kaygı duyuyorlar. Yazar bu endişelerin aslında daha çok, tartışma yöntemlerinden kaynaklandığını düşünüyor: kimlikler arasında hiyerarşik ve kazan-kaybet ilişkisinin kurulması; Türkiyelilik kimliğinin kapsayıcılığı yerine Türk kimliğinin dar/dışlayıcı, etnik ve değişmez olduğuna 
vurgu yapılması; Kürt kimliği yerine, ortak kimlik ve Türk kimliğine odaklanılması yani bir anlamda Kürt kimliği tartışmalarının Türk kimliği tartışmalarına dönüşmesi... 

Yazar çözüm olarak başta, “Anayasal ortak kimlik” tanımının yapılmasının gerekliliğini belirterek Anayasa’nın 66. Maddesinin şu şekilde değişmesini öneriyor: “Türkiye’de din, mezhep, etnisite ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk veya Türkiye vatandaşı denir” (s.347). Ortak kimlik ikilemine özellikle “düşünsel zaaflar” bölümünde geniş yer verirken, İslamî ve Türkiyelilik gibi kimliklerin başarısız olması karşısında, Türk kimliğinin aslında pekâlâ ortak kimlik olabileceğini; “yeni kimlik inşası projeleri” yerine “mevcut kimliklerin içeriklerinin yeniden tanımlanması”nın gerekliliğini savunuyor (s.353). 

Türkiyelilik formülasyonunun, belirli bir tarihsel derinlikten yoksun olmasının yanı sıra, iç ve dış politik gelişmelere bağlı olarak dışlayıcı olabileceğini-mesela dış Türkler nezdinde-düşünen yazar, Türk kimliğinin tek ve etnik kimlik olduğu ve milli kimlik olmayacağı yönündeki ifadeleri sorunlu buluyor (s. 299). Türk kimliğinin çoklu anlamına yönelik uzlaşma olmadığına, hatta aksine “ Türklüğün etnik mi milli mi ” (s.298) olduğu tartışmasına dikkat çeken yazara göre, Türk terimi sanıldığından daha kapsayıcıdır. Somer, Türk kimliğinin “soya dayalı etnik kimlik” olmaktan daha çok “kültürel ve siyasal aidiyete, vatandaşlığa ve toprağa dayalı siyasal-kültürel bir kimlik” taşıdığını savunuyor (s.72). 

Ortak kimlik tartışmaları için yazar, Türk ve Kürt kimlik tartışmalarını birbirinden ayırmaya, etnisite, millet ve egemenlik gibi kavramları yeniden düşünmeye ve bu kavramlara daha esnek anlamlar yüklemeye çaba sarf edilmesi gerektiğini belirtiyor. Böylesine derin, sorgulayıcı, çok yönlü, meseleyi anlamaya, anlatma ya ve hatta ikna etmeye çabalayan değerli bir çalışma için birkaç eleştirim olacak. “1919 milad” ve “1991 milada dönüş” dönemlerinin temel belirleyici si uluslararası konjonktür olmasına rağmen yazar bu boyutu layıkıyla incelememiş, hatta yok saymış dersem pek haksızlık yapacağımı sanmıyorum. 1919-22 döneminde eğer ki Kürt meselesinde özerklik gibi haklardan bahsedilmişse, bunda hiç kuşkusuz -yazarın bir kez bile adını anmadığı- Wilson İlkelerinin etkisi vardı. Daha savaş sırasında 1918’de açıklanan bu ilkeler, Müslümanlar da dahil tüm Osmanlı “azınlıkları”na kendi yönetimlerini belirleme hakkını tanıyordu ve birkaç yıl boyunca tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı coğrafyasındaki siyaseti (ve sınırları da tabii) belirleyen en temel prensip olmuştur (bkz. E. Manela, 2007). Bu dönemde Kürdistan ilk defa uluslararası sorun oluyor ve de ilk (ve son) defa kurulması yönünde galip Büyük Devletler arasında görüş birliği oluşuyor du. Ankara Hükümeti, Osmanlı Musul’u merkezli bir Kürdistan projesinin az sayıda muhalifinden biri idi. Uluslararası düzlemde Kürt bağımsızlığı nın tartışıldığı bir sırada, Ankara yetkililerinin Kürtler hakkında otonomi-altı haklar tartışması yapmasını bir gönüllülük değil, kaçınılmazlık olarak değerlendiriyorum. 

Yani uluslararası bağlam göz önüne alındığında, dönemi yazarın yaptığı gibi sadece iç dinamiklerle açıklamanın bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. 

Yazar aynı şekilde, 1991 Körfez Savaşı’nın etkisine bir iki cümleyle değiniyor. Bunun nedeni meselenin kamusal alanda tartışılmaya başlamasını izaha çalışırken, iç dinamikleri ön plana çıkarmasıdır. Bu bağlamda, 1991 sonrası söylemsel değişimi “demokratikleşme tezi” ile açıklarken 1987 referandumu ile siyasi yasakların kalkmasını demokratikleşme sürecine örnek göstermekte, ancak aynı yıl “Doğu”da olağanüstü hal ilan edilmesini belirtmemekte ve dikkate almamaktadır. Yazar bu ani değişimi iç gelişmelere bağlamakta ısrarcı davranmakta dır. Kısacası, Batı’nın 1919’da Osmanlı’ya ve 1991’de Ortadoğu’ya yönelik değişen politikasının Kürt sorununun tartışılmasında en büyük etmen olması gerçekliğine ne yazık ki yeterince ve hakkaniyetle yer vermiyor. 

Somer’in değerli çalışmasına diğer bir eleştirim ise Musul meselesi hakkındaki görüşleridir. Musul meselesinin kilit rol oynadığı ve bugün dahi yeterince aydınlatılmadığı konusunda hemfikiriz, ancak Ankara Hükümeti’nin Musul politikası konusunda birçok noktada farklı düşünüyoruz. 

Bu kısa eleştiri hacminde bunu dile getirmem mümkün olmadığından sadece bir maddi hatayı belirtmeden duramayacağım. Yazar, Atatürk’ten iki alıntı yaparak (s.156, bkz. dipnot 69 ve 76), Atatürk’ün “ Kürtlerin bölünmesi ”ni “ Sakıncalı ” gördüğünü iddia etmektedir. Oysa Atatürk’ün Musul politikası için bir bütün olarak bunu söylemek mümkün olmadığı gibi, Somer’in alıntısını yaptığı iki söyleminden de böyle bir sonuç çıkmamaktadır. İlk alıntıda Atatürk, Kürtlerin bölünmesinden değil, İngilizlerin Musul merkezli “ Bir Kürt hükümeti teşkil ” etmesinden korktuğunu dile getirmekte, ikinci alıntısında ise Atatürk Kürtlerin herhangi bir bölgede çoğunluk oluşturmamasından dolayı sınırın çizilemeyeceği ni belirtmekte, yani hiç bir şekilde Kürtlerin bölünmesinin sakıncalı olduğuna dair bir yaklaşımda bulunmamaktadır. 

Ancak tüm bu eleştiriler, Somer’in çalışmasının Kürt sorununun siyasal veçhesini anlamamız açısından bizlere sunduğu samimi, sorgulayıcı, çok boyutlu ve zengin içeriğini gölgeleyemez. Türkiye’nin, bölgenin ve yakın gelecekte dünyanın en önemli sorunlarından biri olacak bir konuyu, hem de en kalbinden analize tabi tutmak ancak böyle mümkün olabilirdi. Çalışma, sadece Kürt sorununu değil, Türk siyasetini ve kadim sorunlarını anlamak, iç ve dış siyaset arasındaki organik ilişkiyi değerlendirmek için önemli bir kaynak değerindedir. 

https://www.researchgate.net/publication/283237654_Milada_Donus_Ulus-Devletten_Devlet-Ulusa_Turk_ve_Kurt_Meselesinin_Uc_Ikilemi_Return_to_Point_Zero_From_Nation-State_to_State-Nation_The_Three_Dilemmas_of_the_Turkish_and_Kurdish_Question



****