Uluslararası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uluslararası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Şubat 2017 Cuma

İNGİLİZ OKULU PERSPEKTİFİNDEN ULUSLARARASI TOPLUM VE ENERJİ GÜVENLİĞİ: BÖLÜM 1



İNGİLİZ OKULU PERSPEKTİFİNDEN ULUSLARARASI TOPLUM VE ENERJİ GÜVENLİĞİ:  BÖLÜM 1


ENERJİ ZENGİNİ DEVLETLERİN GEÇMİŞTEKİ VE GELECEĞE YÖNELİK MUHTEMEL DIŞ POLİTİKALARININ DEĞERLENDİRİLMESİ 


Onur Ağkaya
*İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Kavramı İngiliz Okulu’nun Ortaya Çıkısı ve Kurucu Düşünürleri 

Özet 

Bu çalısmada, Uluslararası İliskiler disiplininde, bir büyük kuram potansiyeline sahip İngiliz Okulu perspektifinden, enerji zengini devletlerin dıs politikaları değerlendirilmektedir. 
Giderek önem kazanan “ Enerji ” ve “ Enerji Güvenliği ” konuları –ajandasını zenginlestirmekle birlikte– disiplin içindeki çalısmaları, kuramdan ve felsefeden uzaklastırma tehlikesini de tasımaktadır. Buradan hareketle; realizm, rasyonal izm ve revolüsyonizm geleneklerinin üçüne de basvurma imkânı veren İngiliz Okulu’nun kavramsallastırması olan “uluslararası toplum”da, Rusya’nın, İran’ın ve bazı Afrika ve Asya devletlerinin dıs politikaları ve ayrıca, bu devletlerin, enerji ve enerji güvenliğine yönelik normlara yaklasımları anlamlandırılmaya 
çalısılmaktadır. Buna göre, uluslararası toplum, Avrupalı devletlerin dünyanın geri kalanına, önce ticari ve askerî üstünlükleriyle yayılmasıyla, beraberinde, Batı medeniyetinin üstünlüğü iddiasını tasımıs ve küresel bir nitelik kazanmıstır. Uluslararası toplumun dünyaya sunduğu normlar, nihayetinde, diplomatik ve kültürel direnisle karsılasmıslardır. 1973 Petrol Krizi’nde ve Rusya’nın 2000’li yıllarda, Avrupa’ya doğal gaz akısını durdurması gibi olgular bunun örnekleridir. Enerji zengini ülkeler, enerjinin bir diplomatik enstrüman hâline gelmesiyle, bu 
güçten faydalanmaktadır ve faydalanmaya devam edeceklerdir. Uluslararası toplumun –her toplum gibi– özgün yapısının ve isleyisinin, dönüsmeye ve bireyleri olan devletleri dönüstürmeye devam ettiği görülmektedir. Bu bağlamda, yalnızca enerji zengini ülkelerin dıs politikalarına odaklı değil, bir enerji koridoru olma potansiyeline sahip Türkiye’nin, Nabucco ve TANAP gibi projelerle enerji güvenliğine yönelik politikalarının olası sonuçlarına dair öngörülerle, deneme sonlandırılmaktadır. 

Anahtar Kelimeler İngiliz Okulu, Uluslararası Toplum, Martin Wight, Hedley Bull, Enerji ve Enerji Güvenliği 


Giriş 

Bu çalısmada, Uluslararası Dliskiler disiplini içinde, son yıllarda önem kazanan ve kazanmaya devam edecek olan enerji ve enerji güvenliği konuları, “büyük kuram” olma potansiyeli tasıyan İngiliz Okulu’nun I. kusağı ve kurucuları olarak kabul edilen düsünürlerinin perspektifinden ele alınacaktır. Kuruculardan sonra, İngiliz Okulu yazarları kendi içlerinde normatif ve yapısalcı kanatlara ayrılmıstır. Tartısmaların ve eserlerin ortaya konmaya devam ediyor olması nedeniyle ve ayrıca çalısmanın kapsamının sınırlandırılması amacıyla, kurucu yazarlardan sonra gelen yazarlara ve tartısmalara değinilmeyecektir. 

Çalısmanın ilk bölümünde, İngiliz Okulu’nun temel argümanları, metodolojisi ve bu çalısmada analiz aracı olarak faydalanılacak olan uluslararası toplumun ontolojisi ve isleyisi kısaca tanıtılacak ve tartısılacaktır. 

Çalısmanın ikinci bölümünde, İngiliz Okulu’nun Uluslararası İliskiler’e en özgün katkılarından biri olan ''Toplumsal” özelliğin, dönemdeki tarihî gelismelerden yararlanılarak uluslararası sistemdeki belirleyici rolü ortaya konacaktır. Enerjinin ve enerji güvenliğinin, uluslararası toplum içinde, uluslararası toplumun birincil aktörleri olan devletlerin, kültürleri ve algılarındaki farklılıklar doğrultusunda dıs politikalarına yansımaları, örnekler üzerinden tartısılacaktır. 

Üçüncü bölümde, enerji zengini devletler ile Türkiye gibi, enerji koridoru olma 
potansiyeline sahip ve enerji güvenliği arayısında olan devletlerin dıs politikaları analize tabi tutulacaktır. Sonuç kısmında ise, uluslararası toplumun özgün yapısının ve isleyisinin sürekli olarak dönüsmesi ve üyeleri olan devletleri de dönüstürmesi göz önünde bulundurularak, enerji ve enerji güvenliğinin, söz konusu yapı içindeki belirleyiciliğine dair öngörülerle çalısma sonlandırılacaktır. 

İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum kavramı

İngiliz Okulu’nun Ortaya Çıkısı ve Kurucu Düsünürleri, İngiliz Okulu düşünürleri, Uluslararası İliskiler yazınına çok zengin kuramsal kaynaklar sunmalarına rağmen, Okul’un bir kuram olarak değerlendirilmesi, ancak, yazarların 
ölümünden sonra mümkün olmustur. 1980’lerden sonra insacılığın [constructivism] bir kuram olarak ilgi görmeye baslamasıyla birlikte, İngiliz Okulu’nun yazarları da bir bütünlük içinde değerlendirilmeye baslamıstır.1 Yaklasıma ismini veren çalısma, ironik sekilde, 1981’de İngiliz Okulu’nun çalısmalarına saldıran Roy E. Jones tarafından yazılmıstır.2 İngiliz Okulu, zengin yazınsal temelinin ve tarihsel, kültürel, felsefi ve kuramsal köklerinin yanı sıra, realizm, rasyonalizm ve revolüsyonizm geleneklerinin üçüne de analiz imkânı veren via media yaklasım özelliğine sahiptir. Bu özellikleri, İngiliz Okulu’nun, son otuz yıl içinde analiz çerçevesi olarak tercih edilen bir yaklasım olmasını ve kurama olan ilginin sürekli 
artmasını sağlamıstır. 

Herbert Butterfield, Martin Wight, Adam Watson ve Hedley Bull; İngiliz Okulu’nun en çok kabul gören düsünürleri ve kurucuları, aynı zamanda I. kusak yazarları olarak kabul edilmekle birlikte3, Edward Hallett Carr’ın ve C. A. W. Manning’in çalısmalarının bu kuram çerçevesinde sayılması gerektiğine yönelik tartısmalar sürmektedir.4 5 I. kusak yazarlardan sonra, özellikle 1980’lerin sonlarından itibaren DO’nun çalısmalarını devam ettiren akademisyenler, II. kusak olarak kabul edilmektedir.6 Bununla birlikte, bu çalısmada, Dngiliz 

Okulu’nun temel argümanlarını ve metodolojisini ortaya koyan ve uluslararası toplum kavramını gelistiren bu düsünürlerden, özellikle Wight’ın ve Bull’un çalısmaları üzerinden gidilecektir. 

“Uluslararası Kuram” ve Uluslararası Toplum Fikri 

İngiliz Okulu’nun temellerinin atıldığı Britanya Uluslararası Siyaset Kuramı Komitesi’nin 1959’daki ilk toplantısından, Bull’un ölümünden sonra sona erdirilisine kadar yapılan son toplantısına kadarki gündemini, sırasıyla “uluslararası kuram”7, “uluslararası toplumun doğası”8, “uluslararası toplumun yapısı, onu olusturan kurallar ve diplomatlarla devlet adamlarının eylemlerini yönlendiren unsurlar”9 konuları olusturmustur. Bu dönemde, Komitenin bu toplantılardaki ilgisi, güncel siyasi gelismelerden ziyade uluslararası toplumun 
ontolojisi, yayılması ve evrimi üzerine olmus ve bu yönelim de İngiliz Okulu’nun zamanla, normatif bir kuram olmaya doğru gitmesiyle sonuçlanmıstır. 1966’dan itibaren, söz konusu düsünürler tarafından, gerek kolektif ve gerek bireysel olarak verilen eserler İngiliz Okulu kuramının gelismesini sağlamıstır. Bu eserler arasında, ilk kolektif çalısma olan Diplomatic Investigations (1966), Wight’ın ölümünden sonra Bull’un düzenlemesini yaptığı System of States (1977) ve Power Politics (1978); daha sonra yine düzenlenerek International Theory: 
The Three Traditions (1992) bulunmaktadır. Wight, Power Politics’te “uluslararası toplum nedir?” sorusundan yola çıkmıs, diğer iki çalısmasında ise “uluslararası toplumun nerede baslayıp nerede bittiği” sorusuna cevap aramıstır. International Theory, Dngiliz Okulu’na eklektik yapısının çerçevesini sunması açısından önemlidir. Diğer yandan, Bull’un The Anarchical Society (1977)10 çalısması Dngiliz Okulu’nun temel kuramsal çerçevesi olarak kabul edilmektedir.11 System of States ile birlikte komitenin ikinci kolektif çalısması The Expansion of International Society (1985) ve Watson’ın daha sonra tamamladığı The Evolution of International Society (1992) adlı çalısması, Dngiliz Okulu Kuramı’nın çerçevesini olusturan özellik olan uluslararası toplumun tarihsel olusumunu ve gelisimini konu edinmektedir. 

Eklektik Yapı: 3Rs 

Wight, çalısmalarında UD disiplininde “3Rs” olarak anılan (Realizm, Rasyonalizm ve Revolüsyonizm)12 paradigmalardan olusan yapıyı ortaya koymus ve bu yapıdan yararlanmıstır.13 Wight’ın UD’e önemli bir katkısı olarak kabul edilen “Üç Gelenek” yaklasımı 1970’lerden sonra disiplinde yapılan çalısmalarda yaygın bir analiz aracı olarak kullanılmaya baslamıstır.14 Üçlü sınıflandırma, DO içinde tüm düsünürlere bir çerçeve sunması ve eklektik bir yapı kazandırması açısından önemlidir. Bu çerçeve, hem DO’nun hem içinde hem de dısında yapılan çalısmalarda kullanılmıstır. Devlen ve Özdamar’ın belirttiği gibi, Wight’ın üçlü sınıflandırması, felsefe açısından Kant, “rasyonalizm” (akılcılık); hukuk felsefesi açısından, Grotius “doğal hukuk”, Kantçılık ise “rasyonel doğal hukuk” geleneği içinde değerlendirilmektedir. Wight, geleneksel yaklasımlardan farklı olarak, Grotius’u rasyonalist paradigma ve Kant’ı, revolüsyonist paradigma içinde sınıflandırmaktadır.15 

İngiliz Okulu’nun Metodolojisi ;

İngiliz Okulu’nun metodolojisi için, Bull’un, International Theory: The Case for a Classical Approach (1966) adlı çalısmasında, bir pusula sunmus olduğu söylenebilir. Bull, klasik yaklasımın “felsefe, tarih ve hukuktan türediği”ni ifade etmis, ancak, Dunne’ın ifade ettiği gibi, bu üç temel disiplinin yaklasıma katkılarının ne olduğunu tam olarak belirtmemistir. Stanley Hoffman, Bull’un aslında, meslektaslarının aksine (örneğin Waltz) metodun gerekliliğinden çok, kendisi için vazgeçilmez sorularlarla ilgilendiğine dikkat çekmektedir.16 Bull, Wight’a benzer sekilde, çalısmalarının basında cevap arayacağı soruları sıraladıktan sonra tartısmaya geçmekte ve felsefi çözümlemelere ulasmaktadır.17 

Hedley Bull’un kendisi için vazgeçilmez olarak gördüğü sorulara yönelik yaklasımı International Theory: The Case for a Classical Approach çalısmasında açıkça görülmektedir. 
Bull, Uluslararası İliskiler’in ilgilenmesi gereken soruların basında “egemen devletlerin bütün olarak (collectivity) bir siyasal toplum ya da sistem olusturup olusturmadığı; eğer bir egemen devletler toplumundan söz edilebiliyorsa, bunun bir ortak kültür ve medeniyete dayanıp dayanmadığı; eğer öyleyse, kullanılmakta olan dünya çapındaki diplomatik çerçevenin altında böyle bir kültürün yatıp yatmadığı”nın olduğunu belirtir. Bull çalısmayı, “Uluslararası toplumda savasın yeri nedir? Uluslararası toplumda, her bireysel güç kullanımı lânetlenmeli midir; yoksa göz yumulabilecek hatta gerekli olduğu haklı savas durumları da var mıdır? Uluslararası toplum üyesi bir devlet bir diğer üyenin içislerine müdahale edebilir mi; eğer öyleyse hangi durumlarda müdahale edilmelidir? Uluslararası toplumun üyeleri yalnızca egemen devletler midir; yoksa toplum, hakları ve görevleri onların adına kullanabilecek temsilcilerin olusturduğu bireylerden mi meydana gelir?” sorularıyla genisleterek sürdürmüstür.18 Dngiliz Okulu’nun temel çalısma ajandasını ortaya koyan bu soruların, UD disiplini için/içinde güncelliğini sürdürmesi özellikle önemlidir. 

Yakın zamanda yapılan çalısmalarda, İngiliz Okulu’nun metodolojisine yönelik tartısmaların sürdüğü görülmektedir. Little, Linklater’ın, Okul’un sunmus olduğu üç farklı yapının, bir plüralist metodoloji gerektirdiği argümanından yola çıkarak devletler sisteminin pozitivizmle, uluslararası toplumun yorumlamacı ve interpretivist (anti–pozitivist) ve dünya toplumunun elestirel kuramla analiz edilebileceğini savunmaktadır.19 Bu tür yorumlamaların, Okul’un büyük kuram potansiyeline katkıda bulunabileceğinin dikkate alınmasında fayda 
görülmektedir. 

Uluslararası Dliskilerin Toplumsal Özelliği ve Anarsi Toplumu 

Wight’ın eklektik yapıyla birlikte uluslararası iliskilerde toplumsal özelliğin ontolojisine yönelik çıkıs noktası, bir “uluslararası toplum” ya da “devletler toplumu” ya da en azından “uluslararası topluluk” fikridir. Wight’ın, Uluslararası Dliskiler Kuramı’nın20 özü olarak gördüğü uluslararası toplumun ne olduğu sorusuna verilen cevaplar doğrultusunda, üç grup ve bu üç gruba dâhil gelenekler –realizm, rasyonalizm ve revolüsyonizm– sınıflandırmasının temelini olusturur.21 Uluslararası Dliskiler Kuramında, Machiavelli’den itibaren bu üç paradigmanın varlığına tanık olunur22 ve aynı zamanda, uluslararası iliskilerin tarihine bakıldığında, farklı dönemlerde bu üç paradigmadan birinin baskın olduğu görülür.23 

Bull’un uluslararası toplumun varlığını ortaya koymaya yönelik çıkıs noktası, Wight’ı tamamlayacak sekilde, “anarsi” ve bir uluslararası toplumun anarsiyle uyumluluğudur. Bull, anarsinin uluslararası iliskilerde temel bir gerçeklik ve kuramsallastırma çalısmalarının baslangıç noktası olduğunu kabul eder. Anarsi “yönetenin olmaması; düzensizlik ve karısıklık” olmak üzere üç anlam tasır. Bull, uluslararası iliskilerde anarsinin bu anlamlardan birincisini yansıttığını belirtir. Dolayısıyla, devlet içinde yasayanlar ortak bir hükümete tabiyken, uluslararası iliskilerde ortak bir hükmedenin varlığından söz edilemez.24 Wight da aynı sekilde, uluslararası iliskilerde anarsiyi “ortak hükümetin olmadığı bir durum” olarak alır.25 

Uluslararası Dliskiler’de yaygın olan görüse göre devletler, anarsiye bağlı olarak herhangi bir toplum türü olusturmazlar; öyle olsaydı bile, toplumun ortaya çıkması devletlerin kendilerini ortak bir otoriteye bağlamalarıyla mümkün olabilirdi. Bu görüs, toplum ya da devlet öncesi doğa hâli– bir anarsi, bu anarsinin sürekli bir düzensizlik ve mücadele olduğunu, dolayısıyla uluslararası iliskilerin de her devletin kendi çıkarının pesinde olması sonucu bir sürekli rekabet ve çatısma alanı olduğunu savunan Hobbescu, Machiavellci ya da 
Hegelci (Realist paradigma) yaklasıma aittir.26 Bireylerin ortak bir yönetim altında birlesmesi sonucunda anarsinin sona ermesi fikri, iç siyasete yönelik yaklasımlara uygundur; ancak, uluslararası iliskilerde anarsi ve toplum kavramları farklıdır. Bull’a göre, eğer bir doğal hâlin varlığı kabul edilecekse, bu, sürekli çatısmaya dayanan Hobbes’un tanımladığı değil, Locke’un doğal hâli olacaktır.27 

Bull, anarsi realitesinin, uluslararası iliskilerde bir toplum olusmasına engel teskil etmediğini ve Uluslararası Dliskiler’in, Siyaset Kuramından ayrı bir disiplin olarak değerlendirilebilmesi için öncelikle bu ayrımın yapılmasının gerektiğini savunmaktadır.28 Bull’a göre, öncelikli olarak Hobbescu yaklasımın savunduğu, bir toplum sözlesmesinin sürekli anarsiyi sona erdireceği fikri uluslararası iliskilere uymamaktadır. Dolayısıyla, Wight’ın belirttiği gibi Realist paradigmanın uluslararası toplumun ne olduğu sorusuna cevabı; “böyle bir toplumun olmadığı”dır. Bu doğrultuda, uluslararası toplumun temel kurumlarından olan uluslararası hukuk ziyadesiyle tartısmalıdır ve devletlerin uluslararası hukuka riayet etmesinin tek yolu, anarsiyi sona erdirecek olan bir dünya devletidir. Realist paradigma içinde, uluslararası toplumun varlığına dair ikinci bir yaklasımsa, bazı realistler tarafından savunulan “uluslararası toplumun, büyük güçlerin toplamından baska bir sey olmadığıdır”.29 Her iki cevaba göre de uluslararası iliskilerin ve (eğer varlığı kabul edilirse) uluslararası toplumun temel aktörleri devletlerdir. 

Wight’a göre, uluslararası toplumun üyelerinin kim olduğu sorusuna verilebilecek yanıtlar, uluslararası hukuk temelinde ortaya çıkmaktadır. Bu doğrultuda ulasılan üç yanıt su sekildedir: İlk olarak, uluslararası hukukun, uluslararası kimliğe sahip olan tek kurum, devletlerden baska kisisi bulunamayacağını savunan pozitif hukuk; ikinci olarak, devletlerin yalnızca kisilestirilmis fiktif kurumlardan ibaret olduğunu, buradan hareketle uluslararası hukukun aktörlerinin bireyler olduğunu savunan Revolüsyonist görüs bulunur. Dolayısıyla, Revolüsyonist görüsün, uluslararası toplumun ne olduğu sorusuna yanıtı; nihai olarak “tüm insanlığın toplamı”dır. Bu iki yanıttan baska, Wight ve Bull’un, uluslararası toplum fikrininin kaynağını aldığı Grotius30, hem devletlerin hem de bireylerin uluslararası hukukun kisileri olabileceğini savunmaktadır.31 

Wight’ın belirttiği gibi, Grotius, insanoğlunun toplumsallığından yola çıkarak, toplumun temelinde hukukun yattığını savunmaktadır.32 Bu noktadan hareketle, Realist paradigmaya göre uluslar arasında düzenleyici unsur güç’ken, Rasyonalist paradigma bunun aksini, uluslararası toplumun temelinde geleneklerin; dolayısıyla da düzenlemelerin ve hukukun, aynı zamanda ahlaki gerekliliklerin bulunduğunu savunur. 33 Güç ve gelenek arasında tatmin edici bir ayrımın yapılması da kolay değildir. Geleneğin nerede bitip, gücün nerede devreye gireceği ya da gücün oranının ne kadar olacağı, her zaman üzerinde düsünülecek sorulardır. İste bu noktada, Rasyonalist paradigma, Realizme yaklasır ve geleneğin ortadan kalktığı yerde gücün devreye gireceği cevabını verir. Wight, buna örnek olarak Milletler Cemiyeti (MC) ve Birlesmis Milletler (BM) Kurucu Anlasmaları’nı verir: 

MC Kurucu Anlasması, Birinci Dünya Savası sonrasında “bağlayıcı bir karakter mi tasımalıydı, yoksa iyi niyete mi dayanmalıydı” ikilemi sonunda iyi niyete dayalı bir yapıyla kurulurken, BM Kurucu Anlasması ise daha çok Hobbescu bir yapıdadır; çünkü, BM, güce dayalıdır ve ayrıca üye devletler, MC’nden kendi istekleriyle ayrılabilirken, BM’de böyle bir hak söz konusu değildir.34 

Wight, Grotius’un, uluslararası toplumu, konuya bağlı olarak, bir societas gentium (milletler toplumu), civitatum populorum (devletler topluluğu) ya da societas humanis generis (insanoğlu/bireyler toplumu) biçiminde gördüğünü ifade etmektedir.35 Aynı sekilde Bull da, Grotius’a göre, son tahlilde uluslararası toplumun üyelerinin bireyler olduğu sonucuna ulasır. 

Bull’a göre, Grotius’un kullanmıs olduğu magna communitas humani generis kavramı, uluslararası toplumun temelinde yatmaktadır.36 Grotius, Savas ve Barıs Hukuku’nda [De Iure Belli ac Pacis], “devletler arasındaki karsılıklı iliskileri düzenleyen hukukun esas yapısını, bağlayıcı olduğu tüm insanlığa genisletmek istediğini” belirtmistir.37 Bu noktada da, İngiliz Okulu’nun Grotiusçu uluslararası toplum yaklasımı üzerine bina ettiği Rasyonalist paradigma, Revolüsyonist paradigmaya yakınlasır. 

Wight’a göre, pozitif hukukçuların savunduğu, sadece devletlerin birer uluslararası kisi olarak kabul edilmesi düsüncesi, uluslararası toplumun ve hukukun doğasına uygun değildir. Wight, bu düsünceye karsı, 1907’de, Amerikan Merkezî Adalet Mahkemesi’nin, bireylerin, devlete karsı dava açma hakkının bulunduğunu kabul ettiğini; 1919’dan sonra, MC, BM, Uluslararası Çalısma Örgütü ve Uluslararası Posta Teskilatı’nın, uluslararası yasal kisiler olarak sayıldığını ve son olarak Dkinci Dünya Savası’ndan sonra, suç isleyen bireylerin Uluslararası Savas Suçları Mahkemesi’nde yargılandığını hatırlatır.38 Dolayısıyla, İngiliz Okulu’nun kurucu düsünürleri, uluslararası iliskilerde, temel aktörün devletler olduklarını kabul etmekle birlikte, devletlerden baska aktörler olduğunu da kabul ederler. Buzan’ın da ifade ettiği gibi, insanların toplumsal özelliğinden hareketle, “bireylerin içinde yasadıkları toplum tarafından sekillendirilip, toplumu sekillendirdikleri gibi devletler de hem sekillendirdikleri hem de kendisi tarafından sekillendirildikleri uluslararası toplum içinde yasarlar”.39 Bu sosyal unsur, Realist paradigmanın katı anarsi mantığının uzak kısmında yer alır ve Realist paradigmaya daha yakın olan devletler sistemlerinin nasıl islediğinin anlasılabilmesinde anahtar rol oynar. 

Revolüsyonist paradigma, Rasyonalist paradigmanın, Realizm’den uzak olan yanında bulunmaktadır.40 Revolüsyonistler, Realistler ya da Rasyonalistler gibi, toplumsal sözlesme öncesi doğal hâlin nasıl olduğuna önem vermemektedirler. Bunun yerine, ortaçağa özgü ortak bir bireyler cumhuriyeti fikrini (bir imperium mundi [Dante]) diriltmek ya da ebedîlestirmekle yahut uluslararası toplumu bir dünya–devletine dönüstürmekle ve bunun tanımını ortaya koymakla ve bir süper–devlet kurmakla ilgilenmislerdir. Wight, Revolüsyonist paradigmanın 
temel özelliğinin, “uluslararası iliskileri bir iç siyaset durumuna indirgemesi” olduğunu belirtir. Uluslararası toplum, daha çok bir civitas maxima fikri olarak ele alındıkça, uluslararası iliskiler, evrensel civitas (sehirlerin–bireylerin) daha çok iç siyasi meseleleri hâline gelecektir. 

Wight, Revolüsyonist paradigmayı üç sekilde ele alır: “doktrinsel tekbiçimlilik”, “doktrinsel emperyalizm” ve “kozmopolitanizm”.41 Doktrinsel tekbiçimlilik, üye devletler arasında doktrinsel ve yapısal uygunluk ve ideolojik homojenlik arayan, Kant’ın klâsik Ebedî Barıs tezinde olduğu sekilde açıklanır. Buna göre, tüm devletler aynı ideolojik dürtüyle hareket etmedikçe uluslararası barıs sağlanamaz. Wight, Kant’ın doktrininin yalnızca cumhuriyetçi devletler arasındaki uyum olarak görülmemesi gerektiğini, “Kutsal Dttifak’ı meydana getiren Rusya ve Avusturya gibi kraliyetçi karsı–devrimci olusumun da buna bir örnek teskil ettiği”ni ifade etmektedir. Wight, Giuseppe Mazzini’nin, doktrinsel tekbiçimliliği en asırı noktaya tasıyarak, tüm üyelerinin ulus devletler olmadığı sürece, bir uluslararası toplumdan söz edilemeyeceğini savunduğunu ve böylece 1919’dan sonra, self-determinasyon hakkı fikrinin öncüsü olduğunu savunmak tadır. Bu doğrultuda Wight, self-determinasyon hakkını savunan ABD Baskanı Wilson’ın, yarı–devrimci olduğunu ifade eder.42 
Revolüsyonist paradigmanın ikinci sekli doktrinsel emperyalizmde, civitas maxima ve uluslararası iliskileri iç siyaset hâline getirme düsüncesi ideolojik ya da doktrine dayalı bir güç ile denenebilir. Bu durumda, bir büyük güç, bir inancı ve tekbiçimliliği dayatmaya çalısır. 

Wight, bu durumun örnekleri olarak, Stalinizm; Birinci Fransa Cumhuriyeti’nin ordularının fethedebildiği topraklarda insan haklarını empoze etmesi; Dspanya Kralı Felipe’nin Hristiyanlığı yayma çabalarını vermektedir.43 Bu girisimlerin temelinde yatan iki teorik kaynak, (Eski Ahit’e dayanan) “seçilmisler” ya da (Vergilius’un Aeneis eserine dayanan) “emperyal ilahî misyon”dur. Revolüsyonizmin üçüncü türü olan kozmopolitanizm, uluslararası/devletler arası toplumu yok sayar ve bu ikisinin yerine, tek gerçek uluslararası toplum olduğunu savunduğu, bireylerin dünya toplumunu koyan bir yaklasıma dayanır. 

Bu sava göre, cosmopolis dünya devletine esittir ve civitas maxima bu sekilde gerçeklesir. Kozmopolitanizm, Revolüsyonist kuramlar içinde en devrimci olandır ve uluslararası iliskilerin topyekûn ortadan kalkmasını gerektirir. Wight, bu sebeple hiçbir büyük Uluslararası İliskiler kuramının kozmopolitanizmi savunamayacağını ileri sürmektedir.44 
Wight, kozmopolitanizmin temelde “idealizm” olduğunu ve Realist paradigmayla zıtlık olusturduğunu ifade eder. Dolayısıyla, kozmopolitanizmi bazı noktalarda fanatiklik ve uluslararası iliskilerin salahiyeti açısından tehlike olarak görmektedir. Bull da aynı sekilde, uluslararası anarsinin, Realistlerin öne sürdüğü gibi bir evrensel yönetimle ya da Revolüsyonistlerin savunduğu gibi kozmopolitanizmle sona ereceği fikrine karsı çıkar.45 The Anarchical Society’de Bull, “dünya hükümeti, yeni medievalism46, bölgesel olarak yeniden yapılanma ve değisim için devrimsel hareketler”i elestirerek “ütopyacılık” olarak nitelendirdiği bu yaklasımları reddeder.47 

Bu kısma kadar açıklanan Realist, Rasyonalist ve Revolüsyonist paradigmaların uluslararası toplumun ne olduğu sorusuna yanıtları özetle : 

“Realistlere göre: Bir uluslararası toplum yoktur; mücadele alanı vardır” 

“Rasyonalistlere göre: Devletten farklı bir toplumdur” 

“Revolüsyonistlere göre: Bir (tek) devlettir (ya da olmalıdır)” seklindedir. 

Sonuç olarak İngiliz Okulu, Realist paradigmayı, uluslararası iliskileri yalnızca güce dayanan, devletlerden baska siyasal aktörlerin olmadığı bir mücadele alanı olarak görmeleri, ahlaki normları ve isbirliğini yok saymaları nedeniyle; Revolüsyonist paradigmayı ise bu yaklasımın genel anlamda uluslararası toplumun kurumlarını reddetmesi nedeniyle elestirir ve her ikisinin ortasına yerlestirdiği Grotiusçu-Rasyonalist paradigma üzerinde sekillenir. 

Devletler Sistemi ve Uluslararası Toplumun İsleyisi 

Uluslarası toplumun epistemolojisi ortaya konulduktan sonra, bu toplumun nasıl islediğinin tartısılmasına geçilmesi mümkündür. İngiliz Okulu’nun kurucu düsünürleri, tartısmaya yer bırakmayacak sekilde, uluslararası iliskilerin temel aktörlerinin devletler olduğunu kabul ederler. Bull’a göre uluslararası iliskilerin baslangıç noktası, devletlerin ya da herbirinin bir hükümete ve dünya üzerinde egemenlik hakkını uygulayabildiği ve belli bir nüfusa sahip bağımsız siyasal toplulukların varlığıdır.48 Bull, bağımsız siyasal “güçler” arasındaki iliskinin, belki “güçler iliskisi” olarak incelenebileceğini, ancak, bu tür iliskilerin Uluslararası İliskiler’in temel konusu olamayacağını belirtir. Bu anlamda, uluslarası iliskiler ile kastedilen “devletler arasındaki iliskiler”dir.49 

Bir devletler sistemi, iki ya da daha fazla devlet arasında yeteri kadar temas ve birbirleri üzerinde yeteri kadar etki sahibi olduklarında ortaya çıkar. Birbirleriyle doğrudan ya da dolaylı yoldan iliskisi olan, kararlarının diğer devleti yine doğrudan ya da dolaylı olarak etkilediği ve her devletin bir olusumun parçası gibi hareket ederek bir diğerini hesaba katmak durumunda olduğu bu sistemlerde iliskinin, isbirliği ya da çatısma olması mümkündür.50 

Britanya Uluslararası Siyaset Kuramı Komitesi’nin ilk toplantılarından itibaren yapılan tartısmalar sonucu, Avrupa devletler sisteminin geliserek, hâlihazırda tüm dünyayı kapsayan uluslararası siyasal sisteme öncülük ettiği; ancak, Avrupa devletler sisteminden baska sistemlerin de tarih içinde var olduğu sonucuna ulasılmıstır.51 Wight, genel olarak kabul gören, egemen devletin “kendisinin üstünde bir otorite kabul etmeyen (üniter ya da konfederal) bağımsız siyasal yönetimler” tanımının ötesine geçmistir. Yalnızca Avrupa Sistemi, Yunan Sehir Devletleri ya da Helen Krallıkları sistemleri değil; Çin Antik Sistemi, Roma Sistemi ve Hindistan’daki Raj Sistemi de uluslararası sistemlerin örnekleri olarak kabul edilir. Wight, anılan sistemlerin ilkini “uluslararası devlet sistemleri” ve diğerini “süzeren/hükmeden (suzerain) devletler sistemi” olarakayırmaktadır.52 Bu doğrultuda, Roma İmparatorluğu ’nun  barbarlarla olan iliskisi; Bizans Dmparatorluğu’nun kendisinden zayıf komsularıyla olan iliskisi; Abbasî Halifeliği’nin çevresindeki güçlerle olan iliskisi ve Çin İmparatorluğu’nun kabilesel güçlerle olan iliskisi ikincil sistemlere örnek teskil eder. 

Bull’un belirttiği gibi, uluslararası devletler sisteminde, sadece belli bir zamanda baskı kuran ya da hegemon güç vardır: Klâsik Yunan Sehir Devletleri ya da Helen Krallıkları hangi devletin hegemon olacağına dair sürekli bir mücadele vermislerdir; bu sürekli mücadelede hegemonya, bir güçten diğerine geçebilir.53 Devletler sistemini, süzerenler sisteminden ayıran bu sürekli güç mücadelesidir. Sürekli mücadelenin sebebinin, yayılmanın güçlerin doğasında olmasından kaynaklandığı söylenebilir.54 

Bull, “devletler sistemi” kavramının uzun bir tarihe sahip ve farklı yorumlara açık olduğunu ifade etmektedir. Bull’a göre, Wight’ın kaynağını almıs olduğu Pufendorf55 , Avrupalı devletler sisteminin tamamını değil, sistem içindeki bazı devletleri kastetmektedir. “Sistem” kavramı XVIII. asırda Rousseau ve Nettelbladt gibi düsünürler tarafından Avrupalı devletler sisteminin tamamı için kullanılmakla birlikte, kavrama asıl değerini yükleyen Gentz, Ancillon ve Heeren gibi Napoléon Dönemi yazarlarıdır.56 A. H. L. Heeren, 1809’da yayımlanan Handbuch der Geschicte des Europaischen Staatensystems und seiner Kolonien çalısmasında, devletler sistemini, devletlerin yalnızca belli bir temas ve etkilesim içinde bir arada bulunmasıyla sınırlı tutmamakta, “devletlerin birbirlerine karsı tutumları, din ve toplumsal ilerleme derecesi yönünden benzeyen sınırdas birkaç devletin, karsılıklı çıkar üstüne olusturduğu birlik” olarak tanımlamaktadır. Yani, devletler sisteminin üyeleri ortak çıkarlara ve değerlere sahiptir ve bir ortak kültür ya da medeniyet üzerinde sekillenir. Ayrıca, üyelerinin özgürlüğünün tehlikeye girmesi ya da yok olması durumunda sistemin de varlığı tehlikeye girer ya da sona erer. Bull, Heeren’in devletler sistemi tanımının, kendisinin yaptığı uluslararası toplum tanımına yakın olduğunu belirtir.57 Bu bağlamda Bull, birbirleriyle iliskilerinde kendilerini bağlayan belirli bir kurallar bütününün ve ortak kurumların yönetimini paylasma anlamında belirli ortak çıkarların ve ortak değerlerin varlığının farkında olan devletlerin bir toplum olduğunda, devletler toplumu veya uluslararası toplumun meydana geldiğini belirtir. Dolayısıyla bir uluslararası toplum, bir sistemden çıkar; ancak, her uluslararası sistem bir toplum olusturmayabilir.58 

Bull, insanoğlunun toplum içinde yasamasının birincil sebebinin “düzen arayısı” olduğunu savunur.59 Toplum içinde yasamanın üç temel amacı; can güvenliği, verilen sözün yerine getirilmesinin garanti altına alınması [pacta sund servanda] ve mal güvenliğinin sağlanmasıdır. Uluslararası toplumun üyesi olan devletlerin temel amacı da “düzen”dir. Bu doğrultuda, uluslararası toplumun temel, öncelikli ve evrensel amaçları da toplumsal yasamın sunduğu sekilde; uluslararası toplumun kendi varlığını, üye devletlerin varlığını, egemenliğini 
ve bağımsızlıklarını korumak; uluslararası toplumun üye devletleri arasında normal sartlarda (genel sartların ihlâl edilmediği, savas durumunun olmadığı) barıs; son olarak da siddetin azaltılmasıdır (elçilerin dokunulmazlığı gibi diplomatik geleneklerin sürdürdürülmesi ya da haklı savas temperamenta belli [savasın belli sınırların olması] bu amacın unsurlarıdır).60 

İngiliz Okulu içinde devam eden tartısmalardan biri, devletlerarası sistemlerin uluslararası topluma dönüsmesi noktasında ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni, devletler sistemlerinin uluslararası topluma dönüsmesinde etkin olan unsurların neler olduğu konusunda Butterfield’la Wight ve Bull’la Watson’ın farklı bakıs açılarına sahip olmalarıdır. 
Butterfield, Avrupa devletler sistemini Burke’ün güçler dengesi yaklasımıyla ele alarak “ortak değerler ve kültür birliği”ne dayandırmaktadır. Butterfield’e göre Avrupa devletler sistemini bir arada tutan bu kültür birliği, ortak değerler hissi ve geleneklere dayalı topluluk varlığının yanında uluslararası düzenin kendisi ve dolayısıyla güçler dengesiydi.61 Wight, Butterfield’ın bu görüslerini paylasmaktadır. Wight’a göre uluslararası toplum, Batı Avrupa’nın Hristiyanlığı yaymasıyla baslayarak dünyaya genisleyen, bağımsız toplulukları birbirine  bağlayan bir etkilesimdir. Wight, diplomatik sistemin, dolayısıyla uluslararası toplumun açık göstergeleri; üye–toplulukların bağımsızlığını korumak için bilinçli güçler dengesinde, uluslararası hukukun düzenli olarak isletilmesinde ve ekonomik, sosyal ve teknik bağımsızlık ve bunların sürdürülmesi için kurulan uluslararası kurumlarda görülebileceğini ifade eder.62 
Butterfield’a ve Wight’a göre uluslararası toplum ortak bir kültür olmaksızın islemez. 

Hoffmann, Bull’a göre, öncelikli olarak Batılı devletlerin öncülüğünde gelisen ve Batılı olmayıp bu değerleri kabul eden devletleri ve İkinci Dünya Savası’ndan sonra ortaya çıkan devletleri, ortak bir kültürel çerçeve olmadan, kozmopolitan bir idealle bir arada tutan tek unsurun “ortak çıkarların varlığı” olduğuna dikkat çekmektedir.63 Bull ve Watson’a göre ortak kültür ve değerler uluslararası toplum için bir gereklilik değildir; zira “ortak çıkar” uluslararası toplumun isleyebilmesi açısından yeterlidir. Bull, yine de geçmis uluslararası toplum ların ortak kültür ya da medeniyet, yahut en azından ortak bir medeniyetin unsurlarından dil, ortak bir evren epistemolojisi ve algılayısı, ortak bir din, ahlâksal kod, ortak bir estetik ya da sanat anlayısı üzerinde ortaya çıktığını kabul eder. Bull’a göre, bu unsurlar, uluslararası toplumun isleyisini iki yönde kolaylastırır: Bir yandan, daha kolay iletisim ve diğer devletin diğerini anlamasında daha yakın bir farkındalık sağlar; böylece ortak kuralların tanımı ve ortak kurumların evrimi kolaylasır. Diğer yandan, devletleri ortak çıkarlar 
doğrultusunda hareket etme hissini kuvvetlendirerek, müsterek hareket etmeye sevkeder.64 

Uluslararası toplumun isleyebilmesi için ortak çıkarın yeterli olacağını savunan Bull ve Watson, uluslararası toplumun tanımını “(üyelerinin) eylemlerinin, yalnızca diğerlerinin eylemlerini göz önünde bulundurma zorunluluğu faktörüne dayanan bir sistem olmayıp, aynı zamanda iliskilerini düzenleyenin diyaloğa ve rızaya dayalı ortak yasalar ve kurumlar olduğunu ve kendi ortak çıkarlarının, bu düzenlemelerin sürdürülmesiyle mümkün olduğuna kanaat getiren devletler – ya da daha genel bir ifadeyle bağımsız siyasal topluluklar – grubu” seklinde ortaya koymustur.65 

Uluslararası toplum ve devletler sistemi bir arada var olabilir. Buna örnek olarak, Avrupa uluslararası toplumu ile bir arada var olmus olan Baltık Devletleri sistemi verilebilir.66 
Bundan baska uluslararası toplumlarla bir arada varlığını sürdürmüs olan, emperyal sistemler de bulunmaktadır.67 Bunun en belirgin örneği, Yunan uluslararası toplumu ile aynı zamanda hüküm sürmüs olan Fars İmparatorluğu’dur. 

İngiliz Okulu içinde tartısılan bir diğer konu, Avrupa devletler sistemi ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki iliskilerin nasıl tanımlanacağı üzerine olmustur. Wight, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Avrupa güçler dengesinin bir parçası olduğunu, ancak, devletler sisteminin bir üyesi olmadığını savunur. XVI. asırda bazı açılardan Avrupa uluslararası toplumundan daha medenî olan Osmanlı Dmparatorluğu’nun, 1856 Kırım Savası’ndan sonra Avrupa uluslararası toplumunun üyesi gibi görünmesi bir yanılsamadır. Wight ve Bull, 
Türkler’in, Avrupa uluslararası toplumunun bir üyesi olmasının, 1923 Lozan Anlasması’ndan sonra, Batılı değerleri benimsemesiyle mümkün olduğunu savunmaktadırlar.68 
Bull, Avrupa uluslararası toplumu ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki iliskiyi, Roma İmparatorluğu ile ius gentium olarak kabul edilen iliskiye benzetmek tedir.69 Avrupa uluslararası toplumu, müsterek hareket ettiğinde Roma İmparatorluğu gibi rakip devletlere ya da devletler sistemlerine kendi üstünlüğüyle birlikte, kendi değerlerini ve hukukunu da kabul ettirmistir. 
Ancak, istisnaî bir durum olarak Osmanlı İmparatorluğu, XIX. asra kadar, Avrupa uluslararası toplumunun gücüne karsı koyabilmis, hukukuna tepeden bakmıs ve kendi teamüllerini kabul ettirebilmis, bununla birlikte ne uluslararası toplumun bir parçası olmus ne de güçler dengesinin dısında kalmıstır.70 

Dünya Toplumu 

İngiliz Okulu’nun üçüncü temel argümanı dünya toplumudur. Buraya kadar incelenen devletler sistemi Realist paradigma, uluslararası toplum Rasyonalist paradigma ve dünya toplumu Revolüsyonist paradigma ile iliskilendirilmistir. Buzan’ın belirttiği gibi İngiliz Okulu içinde dünya toplumunun tanımına ya da sınırlarına dair ortak bir yaklasım benimsenmemis olması, bu argümanın, kuramın bir “entelektüel çöp kutusu”na dönmesine neden olmustur.71 Bu sebeple, çalısmada, dünya toplumuna kavramına kısaca değinilecektir. 

İngiliz Okulu’nun kurucu düsünürleri, dünya toplumu kavramının açık bir tanımını yapmamıslardır. Bunun nedeninin, İngiliz Okulu’nun temel analiz çerçevesi olarak dünya toplumunu değil, devletler toplumunu alması olduğu söylenebilir. Brown, İngiliz Okulu çerçevesinde, tüm “insanlığın iyiliği” ele alındığında, siyasal yönetimlerin tamamı olan uluslararası toplumun en iyi düzenleme olarak görüldüğünü belirtir: Bull, devletleri “genel iyiliğin” failleri olarak görmektedir.72 Buzan, ontolojik açıdan ele alındığında, dünya 
toplumunun bireylerden basladığını ve devlet temelli uluslararası topluma zıt olduğunu belirtir.73 Dünya toplumu kavramının muğlaklığı, hukuksal anlamda bireylerin haklarının genislemesiyle, uluslararası toplumun üyeleri olan devletlerin yetkilerinin sınırlanması arasındaki iliskiden kaynaklanmaktadır. Bull, iki toplumun tam olarak nasıl örtüseceğini açıkça belirtmemistir.74 

Bull, dünya toplumu ile anlatılmak istenenin, küresel sosyal etkilesimin toplamı olduğunu belirtir; ancak, nerede baslayıp nerede bittiği ve uluslararası toplumla nasıl bir arada isleyeceği sorularını yanıtsız bırakır. Buzan, dünya toplumu kavramının tam olarak doğru sayılamayacak bir yaklasımla, Revolüsyonist paradigma içinde sınıflandırıldığını belirtir.75 
Dünya toplumu, bireyleri, devlet dısı kurumları ve nihai olarak dünya nüfusunu arastırma konusu olarak Uluslararaı Dliskiler’in merkezine koyar. Buzan, Revolüsyonizmin daha çok evrenselci kozmopolitanizm türleri üzerine bina edildiğini hatırlatır.76 Bu doğrultuda, Revolüsyonizm, Komünizmi de kapsayabilir ve transnasyonalizme paralellik arz eder; ancak, normatif sosyal kuramla daha çok iliski içindedir. Sonuç olarak, dünya toplumu kavramı, İngiliz Okulu’nun en az netlestirilmis ve sistemlestirilmis kavramıdır. 

İngiliz Okulu’nun, üç temel kavramı olan devletler sistemi, uluslararası toplum ve dünya toplumu, bu kavramların üç temel paradigma içindeki yerleri açıklandıktan sonra ortaya çıkan tablo su sekildedir: 



Tablo I: İngiliz Okulu’nun Klâsik Analiz Çerçevesi 

Tablo, İO’nun temel kavramlarının ve analiz çerçevesinin anlasılması açısından özetleyicidir.77 

Çalısmanın ikinci bölümüne geçilmeden önce, İngiliz Okulu’nun “ekonomik perspektif eksikliği”ne yönelik yapılan elestirilere değinilmesinde fayda görülmektedir. 

İngiliz Okulu’nun I. Kusak düsünürleri, uluslararası iliskilerin daha çok siyasî ve güvenlikle ilgili yönleri üzerinde durarak, ekonomik yönü ihmal etmeleri sebebiyle elestirilmektedirler.78 Wight, ekonomik boyutun, günümüzde, uluslararası iliskilerde uluslararası siyasetin ayrılmaz bir parçasını olusturduğuna dikkat çeker79; ancak, aynı çalısmada devletler arası iliskileri incelerken bu boyutu ihmal eder. Bull da uluslararası toplumun ortaya çıkmasında ekonomik boyutun öneminden bahseder80; ancak, kendi analizlerinde bu boyutu ihmal eder. Kısaca, İngiliz Okulu, uluslararası iliskilerde ekonomik boyutun öneminin farkında olmasına ve konuya dikkat çekmesine rağmen, yapılan çalısmalarda ekonomik boyuta gereken önemin verilmediği asikârdır. Çalısmanın bundan sonraki kısmında analize tabi tutulacak olan, enerji ve enerji güvenliği alanlarında, ekonomik boyutun belirleyiciliğinin önemi süphesiz, büyüktür. Bununla birlikte, hiçbir Uluslararası Dliskiler kuramının, tüm dünya siyasetini tek basına, eksiksiz bir sekilde sunması beklenmemelidir. Dolayısıyla bu çalısma, İngiliz Okulu’nun kusursuz bir kuram olduğunu ispat etmeye yönelik bir etkinlikten ibaret değildir. Buradaki amaç, eklektik bir yapı sunan bu kuramdan en üst düzeyde istifade edilerek enerji ve enerji güvenliği konularının anlamlandırılmasına ve kurama, naçizane bir katkı sunulmasına yönelik bir arayıstır. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Chris Brown, Understanding International Relations, Londra, MacMillan, 1997, p.42. 
2 Roy E. Jones, “The English School of International Relations: A Case for Closure”, Review of International Studies, Vol. 7, 1981, p. 1-13. 
3 Tim Dunne, Inventing International Society: A History of the English School, Londra, MacMillan, 1998, p. 89. 
4 Tim Dunne, E. H. Carr’ın ünlü eseri Twenty Years Crisis’te (Yirmi Yıl Krizi) bahsettiği uluslararası toplum 
fikrinin, Hedley Bull tarafından tartısılması nedeniyle, Carr’ın Okul içinde sayılması gerektiğini savunmus, 
ancak, aynı çalısmanın sonunda “(Carr’ın) Dngiliz Okulu’nun içinde; ancak, Okul’un kendisinin içinde 
olmadığı”nı belirtmistir; bkz. Hedley Bull, Twenty Years’ Crisis: Thirty Years On, International Journal, Vol. 
24, No. 4, 1969, p. 625-638. Dunne, a. e., p. 24; 38. Örneğin, Barry Buzan, 1993’te yazmıs olduğu bir makalede 
hem Carr’ı, hem de Manning’i İngiliz Okulu düsünürlerinden sayarken, 2001’de yazmıs olduğu baska bir 
makalede her iki düsünürün de Okul’u etkileyen fikirler verdiğini, ancak, Okul’dan sayılmaması gerektiğini 
belirtmistir. Buzan, 2004 yılında yayımlanan kitabında, Carr’ın görüslerine yine Okul’un bir üyesiymis gibi yer 
verirken, Manning’in Okul’un bir üyesi sayılmaması gerektiğinin altını çizmistir; bkz. Barry Buzan, “From 
International System to International Society: Structural Realism and Regime Theory Meet the English School”, 
International Organization, Vol. 47, No. 3, 1993, p. 328; “The English School: an underexploited resource in 
IR”, Review of International Studies, Vol. 27, 2001, p. 473 ve From International toWorld Society?: English 
School Theory and the Social Structure of Globalisation, Cambridge, Cambridge University Press, 2004, p. 31-36. 
Bu konuda, Michael Cox’un belirttiği gibi, E. H. Carr’ın Dngiliz Okulu açısından “istifade edilecek bir 
kaynak olmaktan ziyade, asılması gereken bir bariyer niteliğinde olduğu” daha doğru bir yaklasımdır; bkz. 
Michael Cox, “Sunus, (içinde) E. H. Carr, Yirmi Yıl Krizi: 1919–1939, çev. Can Cemgil, Dstanbul, Dstanbul Bilgi 
Üniversitesi Yayınları, 2010, p. 38. Diğer yandan, C. A. W. Manning’in, İngiliz Okulu kuramcılarından 
sayılması gerektiği görüsünün en ısrarlı savunucusu, Hidemi Suganami’dir. Suganami, Manning’in uluslararası 
toplum fikrini ortaya koyduğunu ve hatta Hedley Bull’un da onun bir takipçisi olduğunu savunur; bkz. Hidemi 
Suganami, “British Institutionalists, or the English School, 20 Years On”, International Relations, Vol. 17, 2003, 
p. 253; Suganami, “C.A.W. Manning and the Study of IR”, Review of International Studies, Vol. 27, 2001, p. 
101 ve ayrıca Andrew Linklater ve Hidemi Suganami, The English School of International Relations: A 
Contemporary Reassessment, New York, Cambridge University Press, 2006, p. 47-53. Aynı çalısmada, bizzat 
Bull tarafından, Wight’ın katkılarına gereken önemi vermediği için haklı olarak uyarıldığını ifade etmektedir. 
Manning’in, uluslararası toplum kavramına yönelik çalısmaları bulunmakla birlikte, Butterfield ve Wight 
tarafından, İngiliz Okulu’nun temellerinin atıldığı Britanya Uluslararası Siyaset Kuramı Komitesi’nden kisisel 
nedenlerle uzaklastırıldığı bilinmektedir. Manning’in İngiliz Okulu yazarlarından biri olarak sayılmasına yönelik 
tartısmalar güncelliğini korumaktadır. Genel olarak bakıldığında, Manning’in uluslararası toplum kavramı 
üzerine verdiği çalısmalar sebebiyle, kendisinin Okul’a dâhil edilmesi gerektiğini savunan yazarlar 
bulunmaktadır. Ancak, Bull’un ve Watson’un eserlerine bakıldığında, Britanya Uluslararası Siyaset Kuramı 
Komitesi’nde yapılan çalısmalarda bir uluslararası toplum fikrinin tartısılması gerektiğinin en ısrarlı savunucusu 
Martin Wight’ın olduğu görülmektedir. Manning’in, İngiliz Okulu yazarlarından sayılması gerektiğini ısrarla 
savunan Suganami, Bull tarafından dikkatinin çekildiğini belirtmektedir. Manning’in Dngiliz Okulu’ndaki yeri ve 
Okul’la olan iliskisinin tartısılması, tezin yerini ve amacını asmakla birlikte, eserlerine değinilmeyecektir. Bkz. 
Dunne, a. e., p. 12-21. Suganami için, Suganami, The English School of ..., p. 20-24. 
5 Çalısmanın kapsamının sınırlandırılması amacıyla, komitenin tarihsel gelisimine bu sekilde kısaca değinilerek 
yetinilmektedir. Ayrıntılı bir çalısma için bkz: Dunne, a.e., p. 89-135. 
6 Balkan Devlen ve Özgür Özdamar, “Uluslararası İliskilerde Dngiliz Okulu Kuramı: Kökenleri, Kavramları ve 
Tartısmaları”, Uluslararası İliskiler, Vol. 7, Sayı 25, Bahar 2010, p. 43-68. Bull’un çalısmaları üzerinden, 
uluslararası toplumun yapısının solidarist mi, yoksa plüralist mi olduğuna yönelik tartısmalar İngiliz Okulu’nun 
İkinci Kusağı olarak kabul gören yazarlar arasında büyük bir tartısma baslatmıstır. Dngiliz Okulu’nun II. kusak 
düsünürlerinin üzerinde en çok tartıstıkları konular; insan hakları ve insanî müdahaledir. Konunun güncelliğinin 
ve bu çalısmanın kapsamının göz önünde bulundurulması kaydıyla, bu çalısmanın sahibi, konuyla ilgili daha 
farklı kaynaklara dikkat çekilmesinde fayda görmektedir; bkz. Çoğulcu–Dayanısmacı tartısmaları için: N. J. 
Wheeler, “Pluralist and Solidarist Conceptions of International Society: Bull and Vincent on Humanitarian 
Intervention”, Millennium–Journal of International Studies, Vol. 21, 1992, p. 463-489; R. J. Vincent, 
Nonintervention and International Order, Princeton, Princeton University Press, 1974; R. J. Vincent, Human 
Rights and International Relations, Cambridge, Cambridge University Press, 1986; N. J. Wheeler, Saving 
Strangers: Humanitarian Intervention in International Society, Oxford, Oxford University Press, 2000; Tim 
Dunne ve N. J. Wheeler (eds.), Human Rights in Global Politics, Cambridge, Cambridge University Press, 1999; 
Andrew Hurrell, On Global Order: Power, Values, and the Constitution of International Society, Oxford, Oxford 
University Press, 2007; Robert H. Jackson, The Global Covenant: Human Conduct in a World of States, Oxford, 
Oxford University Press, 2000; Robert Jackson, “Pluralism in International Political Theory”, Review of 
International Studies, Vol.18, No.3, 1992, p. 271-281 ve II. Kusak yazarların farklı kanatlara ayrıldığı Normatif– 
Konstrüktivist yapı tartısmaları için: Buzan, From International System to International Society...; Buzan, “The 
English School: An Underexploited Resource in IR”; Barry Buzan ve Richard Little, International Systems in 
World History: Remaking the Study of International Relations, Oxford, Oxford University Press, 2000; Christian 
Reus–Smit, “Imagining Society: Constructivism and the English School”, British Journal of Politics and 
International Studies, Vol. 4, No. 3, 2002, p. 487-509; Tim Dunne, “The Social Construction of International 
Society”, The European Journal of International Relations, Vol. 1, No. 3, 1995, p. 367-389; Tim Dunne, ‘New 
Thinking on International Society’, British Journal of Politics and International Relations, Vol. 3, No. 2, p. 223-
244; Tim Dunne, “System, State and Society: How Does It All Hang Together?”, Millennium–Journal of 
International Studies, Vol. 34, No. 1, 2005, p. 157-170; Emanuel Adler, “Barry Buzan’s Use of Constructivism 
to Reconstruct the English School: ‘Not All the Way Down’”, Millennium–Journal of International Studies, Vol. 
34, No. 1, 2005, p. 171-182; Stefano Guzzini ve Anna Leander, “A Social Theory for International Relations: An 
Appraisal of Alexander Wendt’s Theoretical and Disciplinary Synthesis”, Journal of International Relations and 
Development, Vol. 4, No. 4, p. 616-638; ayrıca Dngiliz Okulu yazarlarına “tekrar toplanma çağrısı” yapan Barry 
Buzan’ın, Dngiliz Okulu kapsamında verilen eserlerin takip edilebilmesi için olusturduğu portaldan üzerinden 
Dngiliz Okulu’na dair yeni çalısmalar takip edilebilmektedir; 
bkz.: http://www.polis.leeds.ac.uk/research/international-relations-security/english-school/resources.php 
7 Herbert Butterfield ve Martin Wight, “Introduction”, Diplomatic Investigations: Essays in the Theory of 
International Politics, H. Butterfield ve M. Wight (eds.), 3. bs., Londra, George Allen & Unwin Ltd., 1969, p. 12-13. 
8 Dunne, a.e., p. 89. 
9 Dunne, a.e., p. 96-97. 
10 Söz konusu kitap ilk olarak 1977’de yayımlanmıstır. Bununla birlikte, bu çalısmada 2. basımı olan 1995 tarihli 
düzenlemeden istifade edilmektedir. Bkz. Hedley Bull, The Anarchical Society: A Study of Order in World 
Politics, New York, Columbia University Press, 1995. 
11 Devlen ve Özdamar, a.e. p. 47-54. 
12 Bu yapı, çalısmanın sonraki bölümünde ayrıntılı olarak incelenecektir. Uluslararası Dliskiler’de özellikle 
Wight’ın ve Bull’un çalısmaları önemli bir yer tutmalarına rağmen, çalısmalarının genel olarak Dngiliz 
Okulu’ndan bağımsız olarak anıldığı görülmektedir. Bunun en belirgin örneği Wight’ın Okul’a eklektik özellik 
kazandıran International Theory: The Three Traditions çalısmasında görülmektedir. Wight’ın ve Bull’un, 
Türkiye’de yapılan ya da takip edilen Uluslararası Dliskiler tarihi çalısmalarında, Okul’dan ayrı olarak 
değerlendirilmesine yönelik bkz.: A. Nuri Yurdusev, “Uluslararası Dliskiler Öncesi”, Devlet Sistem ve Kimlik: 
Uluslararası Dliskilerde Temel Yaklasımlar, Dağı, Eralp vd., 12. bs., Dstanbul, Dletisim Yay., 2010, p. 15-56. Söz 
konusu çalısmada Wight’ın “Üç Paradigma” yaklasımı analiz aracı olarak kullanılmıs, ancak, kolektif çalısmanın 
tamamında, Dngiliz Okulu Kuramı’ndan bahsedilmemistir. Benzer bir örnek için bkz.: Torbjon L. Knutsen, 
Uluslararası Dliskiler Teorisi Tarihi, çev. Mehmet Özay, Dstanbul, Açılım Kitap, 2006, p. 335-337. 
13 Dunne, a.e., p. 55. 
14 Knutsen, a.e., p. 353. 
15 Devlen ve Özdamar, a.e., p. 44. 
16 Stanley Hofmann, “International Society”, Order and Violence: Hedley Bull and International Relations, J. D. 
B. Miller ve R. J. Vincent (eds.), New York, Oxford University Press, 1990, p. 13-37. 
17 Bull, The Anarchical Society, p. 97; 122; 156; 178; 194 ve Bull, “International Relations as an Academic 
Pursuit”, Australian Outlook, Vol. 26, No. 3, 1972, p. 251-265. 
18 Bull, “International Theory: The Case for a Classical Approach”, World Politics, Vol. 18, No. 3, 1966, pp. 361-377. 
19 Richard Little, “The English School’s Contribution to the Study of International Relations”, European Journal 
of International Relations, Vol. 6, 2000, p. 395-422. 
20 Martin Wight’ın kafasındaki ifade, süpheye yer bırakmayacak biçimde bir “Uluslararası Dliskiler Kuramı”dır; 
ancak, bunu “Uluslararası Kuram” olarak ifade etmistir. Bull, ifadedeki eksikliğe dikkat çekmis ve bunun 
Uluslararası Dliskiler Kuramı olarak okunması gerektiğini belirtmistir. Bull, “Martin Wight and The Theory of 
International Relations: The Second Martin Wight Memorial Lecture”, British Journal of International Studies, 
Vol. 2, No. 2, 1976, p. 101-116. 
21 Bull, “Martin Wight and The Theory of...”. 
22 Wight, International Theory: The Three Traditions, G. Wight ve B. E. Porter (eds.), New York, Holmes & 
Meier for the Royal Institute of International Affairs, 1992, p. 7. 
23 Dunne, a.e, p. 58. 
24 Bull, “Society and Anarchy in International Relations”, Diplomatic Investigations: Essays in the Theory of 
International Politics, H. Butterfield ve M. Wight (eds.), 3. bs., Londra, George Allen & Unwin Ltd., 1969, p. 35-50. 
25 Wight, Power Politics, H. Bull ve C. Holbraad (eds.), Londra, Continuum International Publishing Group Ltd., 2004, p. 105. 
26 Wight, International Theory..., p. 7. 
27 Bull, “Society and Anarchy in International Relations” 
28 Ibid. 
29 Wight, International Theory..., p. 32. 
30 Benedict Kingsbury ve Adam Roberts, “Grotian Thought in International Relations”, Hugo Grotius and 
International Relations, Bull, Kingsbury ve Roberts (eds.), New York, Oxford Press, 1989, p. 15-26. 
31 Wight, International Theory..., p. 36-37. 
32 Hugo Grotius, Savas ve Barıs Hukuku, çev. Seha L. Meray, İstanbul, Say Yayınları, 2011, p. 19-23. 
33 Wight, International Theory..., p. 39; Bull, The Anarchical Society..., p. 25. 
34 Wight, International Theory..., p. 33-40. 
35 Wight, International Theory..., p. 37. 
36 Bull, “The Grotian Conception of International Society”, Diplomatic Investigations: Essays in the Theory of 
International Politics, Butterfield ve Wight (eds.), 3. bs., Londra, George Allen & Unwin Ltd., 1969, p. 51-73. 
37 Grotius, a.e., p. 27. 
38 Wight, International Theory..., p. 37. 
39 Buzan, From International System to International Society..., p. 8. 
40 Wight, International Theory..., p. 40. 
41 Wight, International Theory..., p. 41. 
42 Wight, International Theory..., p. 42. 
43 Wight, International Theory..., p. 43. 
44 Wight, International Theory..., p. 45. 
45 Bull, “The Grotian Conception of International Society”. 
46 Bull’un Uluslararası İliskiler yazınına kazandırmıs olduğu bu kavram, uluslararası iliskilerde genel olarak küresellesmenin etkisiyle, devletin bir aktör olarak 
nüfuzunu kaybedeceğine yönelik yaklasımları elestirmek için kullanılmaktadır. Bkz. Bull, The Anarchical Society..., p. 245-246. 
47 Bull, The Anarchical Society..., p. 307-308. 
48 Bull, The Anarchical Society..., p. 8. 
49 Ancak, İngiliz Okulu içinde, devletler temel aktörler sayılmakla birlikte, uluslararası toplumdaki tek aktörün devletler olmadıkları açıktır. 
50 Bull, The Anarchical Society..., p. 9-10. 
51 Adam Watson, The Evolution of International Society: A Comparative Historical Analysis, Londra, Routledge, 1992, p. 2. 
52 Watson, The Evolution of International Society..., p. 3-4. 
53 Bull, The Anarchical Society..., p. 10. 
54 Wight, Power Politics, p. 148. 
55 Wight, System of States, Leicester, Leicester University Press, 1977, p. 21-22. 
56 Bull, The Anarchical Society..., p. 12. 
57 Bull, The Anarchical Society..., p. 13. 
58 Bull, “The European International Order”, Hedley Bull on International Society, K. Alderson ve A. Hurrel 
(eds.), Londra, Macmillan, 2000, p. 170-187. 
59 Bull, The Anarchical Society..., p. 4. 
60 Bull, The Anarchical Society..., p. 16-18. 
61 Dunne, a.e., p. 98. 
62 Wight, “Western Values in International Relations”, Diplomatic Investigations: Essays in the Theory of 
International Politics, H. Butterfield ve M. Wight (eds.), 3. bs., Londra, George Allen & Unwin Ltd., 1969, p. 
89-131. 
63 Hoffmann, a.e. 
64 Bull, The Anarchical Society..., p. 22. 
65 Bull ve Watson, “Preface”, The Expansion of International Society, H. Bull ve A. Watson (eds.), New York, 
Oxford University Press, 1985, p. 1. 
66 Watson, “Russia and the European States System”, The Expansion of International Society, H. Bull ve A. 
Watson (eds.), New York, Oxford University Press, 1985, p. 61-74. 
67 Watson, The Evolution of International Society..., p. 40-46. 
68 Wight, Power Politics, p. 302-303, Bull, The Anarchical Society..., p. 14. 
69 Bull, The Anarchical Society..., p. 28. 
70 Thomas Naff, “The Ottoman Empire and Europe”, The Expansion of International Society, H. Bull ve A. 
Watson (eds.), New York, Oxford University Press, 1985, p. 143-169; Watson, The Evolution of..., p. 42; 257. 
71 Buzan, Buzan, From International to World Society..., p. 21. 
72 Brown, “World Society and the English School: An ‘International Society’”, European Journal of International Relations, Vol. 7, p. 423-441. 
73 Buzan, “The English School: An Underexploited Resource in IR”. 
74 Bull, The Anarchical Society..., p. 270. 
75 Bull, The Anarchical Society..., p. 269-270. 
76 Buzan, “The English School: An Underexploited Resource in IR”. 
77 Buzan’ın çalısmasından alınarak Türkçelestirilmistir. Bkz. Buzan, From International to World Society..., p. 9. 
78 R. J. Vincent, “Order in International Relations”, Order and Violence: Hedley Bull and International Relations, J. D. B. Miller ve R. J. Vincent (eds.), New York, 
Oxford University Press, 1990, p. 38-64; Buzan, From International to..., p. 19; Linklater ve Suganami, The English School of..., p. 20. 
79 Wight, Power Politics, p. 15. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***


23 Ocak 2017 Pazartesi

Ortadoğu Bağlamında Türk Dış Politikasında Son Dönemde Yeni Eğilimler BÖLÜM 2



Ortadoğu Bağlamında Türk Dış Politikasında Son Dönemde Yeni Eğilimler BÖLÜM 2



Bir sürü bölgesel aktör, bölgesel güç olarak aktif hale gelmeye başlıyor ama bu bölgeselleşmeden rahatsız olanlar var ve bu rahatsız olanlar sadece dışarıdaki ler değil içerdekile de, içeride de dışarı da da tartışmalar var. Bu tartışmanın ismi ne? Eksen kayması. Eksen kaymasının ucundan buradan giriş yapmak istersek yapacağımız giriş bence burası. Yani gayet normal olan bir bölgeselleşme arayışını yapan bir ülkenin arayışları, sanki sakıncalı işler yapılıyormuş gibi eleştiriliyor. Bu eleştirye cevaben ne demiştim? Hükümet veya hükümet çevreleri, hükümete yakın yazarlar çizerler ne yapıyorlar? Eleştirenleri 
çok farklı bir şekilde onlar da eleştiriyorlar. Diyorlar ki sizin niyetiniz kötü, sizin niyetiniz bize çelme takmak. Biz ne güzel uçuyoruz mükemmel bir dış politika takip ediyoruz, bizim elimizi kolumuzu bağlamak için bu eksen kayması diye bir şey ortaya attınız. Siz bu şekilde bizi engellemek çelme takmak istiyorsunuz. Benim yapmaya çalıştığım iki tarafta yanlış diyorum. Eksen kaydı diyenler de işi fazla abartıyor, biraz ideolojik hem de eksen kaymadı diğerlerin niyeti kötü diyen hükümet görüşü de biraz sorunlu diyorum ben. O halde benim yapmaya çalıştığım daha ortada bir argümanı savunmak. 

Şimdi eksen kaymasını savunanların görüşlerine bakarsak bence Türkiyenin bu kadar normal bir şey yaparken ekseninin kaydığı yorumunun yapılmasının 
en önemli sebeplerinden bir tanesi kimlik dediğimiz olgu. Genelde realistler, liberaller yine uluslararası ilişkiler teorisinden kısa bir alıntı yapalım nedir kimlik boyutu, devletler güce dikkat eder vs. Ama sonuçta inkar edemeyeceğiniz bir gerçek var kimlik dediğimiz bir olgu ve kimlik sorusunu sorduğumuzda da özellikle mevcut iktidar bağlamında da sorduğumuzda da akla ilk gelen ne mevcut iktidarın geçmişinde İslamcı olarak bilinen bir harekete dayandırılmış olması. Siyasi islamcılık dediğimiz bir hareketin uzantısı olması. Her ne kadar bu siyasi islamcılık değişmiş, dönüşmüş olsa da bazı görüşlere göre hala bu islamcılık bu partinin genlerinde damarlarında mevcut ve bu şekilde eksen kayması tartışmasını açanlar bu argümanı ileri atanların çıkış noktalarının belki en birinicisi Türkiye’nin dış politikasının son dönemdeki eğilimin birazcık islamcılığı yansıtmış olması, özellikle Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelmiş olması Ortadoğu’da çok aktif hale gelmiş olmasının önemli bir sebebi mevcut iktidarın kimliği yani İslamcı olduğu varsayılan muhafazakar diyebilirsiniz, muhafazakar demokrat diyebilirsiniz, yeni İslamcılık diyenler var ne demek istiyosanız deyin işte o islamcı geçmişinin öyle veya böyle bu iktidarın dış politika yaklaşımlarını da belirlediğini savunan çerçeveler var. Bu çevrelere göre de Türkiye’nin son dönemlerdeki aktivizmi biraz aslında sakıncalı. Bunu savunanlar kimler? Yurt dışına baktığımızda benim görebildiğim kadarı ile bu görüşü savunanların daha çok İsrail kökenli analistler, bazı yayın organları ve İsrail lobisi denen bir kavram var. Amerika’da yaygın olan belli düşünce kuruluşları think tankler bu çevredeki analistlerin bu görüşü çok sert ve hararetli bir şekilde savunduğunu görüyoruz. Bu eksen kayması tartışmasının en fazla savunuculuğunu yapan en fazla bu çevreler. Ya da Amerikadaki, doğrudan Yahudi lobisi ya da İsrail lobisine bağlı olmayan sağ çevreler, cumhuriyetçi çevreler, Kongre içindeki bazı senatörler vs. 
Türkiye’de de bu görüşü savunanlar da yok değil, her ne kadar CHP hükümeti çok sert bir şekilde eleştirmese de bazı CHP üyelerinin bu yönde görüşler 
ifade ettiklerini bilyoruz. Medyada bazı hükümet muhalifi yazarların bu görüşü ileri sürdüklerini biliyoruz özellikle geçen yıl içerisinde ortaya çıkan bir olgu, Emekli diplomatlar. Bizim Moncher’ler dediğimiz özellikle Başbakanın hiç sevmediği emekli diplomatlar da giderek eksen mi kaydı diye sormaya başladığını görüyoruz. Genelde bu eksen kayması tartışmasını yapan çevreler bunlar. Buna karşı hükümet ne diyor? Hükümetin temel argümanı ya da hükümet yanlısı çevrenin temel argümanı eksen kayması falan yok eksen genişliyor ve bu eleştiriyi yapanların tek derdi bize çamur atmak 
bize çelme takmak. Daha önce de dediğim gibi bence bu pek de sağlıklı bir yaklaşım değil. Hükümeti yapması gereken bu tartışmayı gerçekten angaje 
olması yani bu tartışmayı ortaya atanların sebepleri tamam kötü niyetli görüşler olabilir ama bir şeyler de değişiyor. Türkiye, eski Türkiye değil bu 
yeni Türkiye ne oldu nereye gidiyor bunu daha iyi anlatabilmesi gerekli buna daha sonra geliriz. Yine eksen kayması tartışmasına dönersek bunu bence 
en sorumlu kılan yani neden böyle bir eksen kayması tartışması var sorusunu sormamızı tetikleyen sebep mevcut iktidarın kimliği yani bunun bir şekilde eskiden kalan bir İslamcılığın, Araplara olan sempatisinin yansıması olduğunu söyleyen çevreler var. Bu anlamda aslında kimlik sorunu Türkiye’nin dış politikasının farklı şekillerde giriyor. Yalnızca son dönemlerde böyle bir eksen kayması tartışması yok bence 1990’lara geri gönersek 1990’larda da Türkiye’nin bölgesel güç olarak ön plana çıktığına dair tartışmalar vardı. O dönemde Türkiye ne demişti? Adriyatikten Çin Seddine kadar Türk dünyası. 

Avrasya da özellikle yakın çevresine Balkanlarda Türkiye’nin çok aktif olacağı söyleniyordu ve özelikle Balkanlarda Türkiye’nin Bosna krizi daha sonra 
Kosova krizi bağlamında aktif rol oynadığnı biliyoruz. O dönemde Türkiye aktif olarak bir şekilde dış politika takip etme arayışına girince karşısına çıkan en büyük eleştirilerden bir tanesi acaba Türkiyenin bu arayışları aktif dış politikası kimlik kaygılarını yansıtıyor mu? Ortadoğu’ya yöneldiğinde bu kimlik eleştirileri nereden geliyordu? İslam kimliği üzerinden. Türk dünyasına yöneldiği zaman Balkanlara doğru biraz yöneldiği zaman ya da Avrasyaya Kafkaslara yöneldiği zaman bu eleştiriler nereden geliyor? Türklük kimliği üzerinden geliyor ya da Osmanlı kişiliği üzerinden geliyor. Bu anlamda anlatmaya çalıştığım şey şu; Türkiyenin bir ulusal kimliği dediğimiz bir kimliği var. Bir de bu ulusal kimlik içinde farklı kimlik öğeleri var. Bu dini kimlik olabilir, etnik kimlik ya da kimlikler olabilir bu farklı bir de tarihi olarak Osmanlı kimliği var. Ve bu anlamda Türk dış politikasında ne zaman bu diğer kimlik öğeleri ön plana çıkar gibi görünse gerek Ba-tıda gerek Türkiye içerisinde bir tartışma alevleniyor. 

Yani ne zaman Türkiye sadece ulusal çıkarları peşinden koşan sıradan bir ulus devlet gibi değil farklı çıkarlar farklı kimlikler peşinde koşan bir devlet olarak algılanıyor o zaman bir tartışma başlıyor. Türkiye’nin bu özelliğini anlamak bence önemli. Yani Türkiye sıradan bir ulus devlet gibi davranan bir devlet değil zaman zaman sıradan bir ulus devletin ötesine geçen ve sınırların ötesinde sıradan bir ulus devletin ötesine geçmekten kastım, sınırların ötesinde bir rol arayışı içerisine giren bir devlet olarak karşımıza çıkıyor. Yani Davutoğlunun belki kabul edersiniz belki etmezsiniz Türkiye’yi tanıtırken Türk Dış politikasnı açıklarken kullandığı belli kavramlar var nedir bunlar? Coğrafi derinlik, tarihi derinlik. Davutoğlu ne diyor? Türkiye sıradan bir ulus devlet değil, yani Türkiye’den bahsettiğiniz zaman, Türkiye’nin çıkarlarınıbelirttiğiniz zaman sadece mevcut ulusal çıkarları çevresindeki bütünün çıkarlarından bahsetmiyoruz. Aynı zamanda belli tarihsel ve coğrafi derinliği olan bir aktör var karşınızda bu anlamda normal sıradan bir ulus devlet gibi değil. 

Bence Türk dış politikasında eksen kayması tartışması gibi bir tartışmayı tetikleyen diğer önemli faktör Türkiye’nin kendine özgü yapısı. Türkiye’nin 
öyle veya böyle özellikle Osmanlı geçmişinin de sebebiyle potansiyel olarak sınırlarının ötesinde güç kullanabilecek sınırları ötesinde etkide bulunabilecek 
bir aktör olarak görünmesi ve az önce bahsettim bölgeselleşme eğilimleri ekseninde Türkiye kendi bölgesinde aktif bir arayaışa girdiği zaman ortaya 
çıkan en büyük korku ne? Türkiye Osmanlı İmparatorluğunu yeniden mi canlandırmak istiyor? Türkiye yeni Osmanlıcılık politikasını mı takip etmeye 
çalışıyor? İşte bu tür eleştirilerin ya da soru işaretlerinin sebepleri de Türkiye’nin potansiyel olarak sadece kendi sınırları içerisinde yaşayan insanların çıkarlarını 
ya da tehditlerini savunacak tehditlerden koruyacak bir devlet olması aynı zamanda çıkarlı sınırları ötesinde bir etkisi olan bir aktör olması. 

Bence Türk dış politikasını tartışırken bu boyutu da ele almak önemli Türkiye’nin bu sıradan bir ulus devlet olmaması durumu. İşte bu sebepledir ki aktif döneme girdiğinde ülkelerde bir soru işareti başlıyor. Acaba Türkiye yavaş yavaş emperyalist politikaları mı takip ediyor? Eksen kaymaları eleştirilerinin 
ikinci kökeni bu. Türkiyenin emperyal politikaları takip edip etmeyeceği birinci sebebi neydi ? İslamcı ya da Arap yanlısı ideolojik politikalar takip edip 
etmeyeceği. Bu noktada yani bu argümanlar ortada hükümetin pozisyonu kesinlikle öyle bir şey yok diyor ama kendi yorumunuzu siz kendiniz yapın ben 
size iki görüş ortaya koyuyorum onu ayrıca gerekirse tartışırız. İşte bütün bunlar yaşanırken Türkiye’nin dış politikasında aktivizm var ve bu eleştirileri getiren 
en önemli sebep bu aktivizmin daha çok Ortadoğu bölgesinde yaşanmış olması. Türkiyenin dış politikasındaki aktivizmi eksen kayması olarak yorumlayanların 
kullandığı önemli bir argüman bu aktivizmin bu aşırı faaliyetinin daha çok Ortadoğu’dan gelmesi. Diyorlar ki Türkiye bakınız, bir şekilde Ortadoğu’ya daha aktif bir şekilde girdi. Bu da eksenin kaydığının en bariz ispatı olarak ileri sürülüyor. Bunu söyleyenlerin kısmen haklı olduklarını söyleyebiliriz yani aktivizm daha çok Ortadoğu’da görülüyor. Ama bu diğer bölgelerde Türkiye’nin tamamen pasife olduğu anlamına gelmez, bende 2008-2009 yılına kadar Türkiye’nin Kafkaslar, Karadeniz ve Orta Asya politikalrının çok arka plana atıldığını düşünüyorum. 2008 yılında özellikle Rus-Gürcü savaşından sonra tekrar o bölgeye yönelik aktivizmi yakaladığını, böyle bir arayış içerisinde olacağını düşünüyoruz. 2008’e kadar gerçekten Orta Asya’nın 2007-2008 ararsında Türkiyenin dış politikasında biraz arka plana itildiğini görüyoruz. Öte yandan bir de Balkanlara baktığımızda Balkanlarda biraz bir ihmal edilmişlik söz 
konusuydu. Balkanlarda da son dönemlerde Türkiyeden tekrar bir rol oynama arayışı içerisinde olduğunu görüyoruz. Ve bu anlamda asıl aktivitenin Ortadoğu ’da olduğu eleştirisi doğru son dönemde bu belki biraz daha kırılmaya çalışılıyor. Soru bence şu olmalı neden Türkiye, Orta Asya’da o kadar fazla aktif değil? Neden Türkiye Balkanlarda o kadar aktif değil? Yani Türkiye’yi sen hemen Ortadoğu ve Asya’yı ihmal ettin diye eleştirmek yerine önce şu soruyu sormalıyız. 

Neden Türkiye oralarda aktif değil ya da aktif olamıyor? Bu soruyu sormak gerekli diye düşünüyorum. Bence bunun ihmal etmek ötesinde bazı başka sebepleri de var bunlardan bir tanesi Orta Asya da özellikle 2000’li yıllarda Putin döneminde Rusya’nın tekrar toparlanmış olması. Yani 90’larda Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası belki Rusya orada biraz nüfüzünü kaybetti ama biliyoruz ki 2000 yılı sonrasında Putin Rusya gücünü toparlayıp Orta Asya ve Kafkaslarda biraz daha derli toplu hale geldi. Rusya’nın oralarda gücünü toparlamış olması Türkiyenin oraya girmesini doğal olarak zorlaştırıyor bu bir gerçek. Aynı şekilde Karadeniz’de de Rusya’nın gücünü kazandığını görüyoruz. Bunun ötesinde Balkanlara baktığımızda Balkanlarda da benzer bir durum söz konusu. Balkanlarda Ruslardan daha çok kim var? Balkanlarda kim ön plana çıkıyor? AB. Evet AB ne yapıyor? Avrupa genişlemesi ya da komşuluk politikası vs. şeklindeki genişlemeler sayesinde giderek Güneydoğu Avrupa ismini vererek o bölgede aktif hale geliyor. 

Bu kaçınılmaz olarak Türkiye’nin orada oynayabileceği rolü bir şekilde azaltıyor. Bunların da ötesinde Balkanlardan kaynaklanan tehditlerin Türkiye’ye azalmış olması, Karadenizden kaynaklanan tehditlerin azalmış olması belki de Türkiye’nin Ortadoğu’ya diğer bölgelere göre daha fazla önem verdiğini açıklayan sebepler. Yani hükümete Ortadoğu’ya daha fazla bakıyorsun oradan eleştirmek eksen kaydı demek biraz haksız gibi geliyor bana çünkü haklı sebepler de var. Bütün bunları dedikten sonra ortaya çıkan resimde ne diyoruz Türkiye’nin bölgesel güçler gibi aktif hale geliyor bu aktivizmi kendine yakın bölgelerde oluyor ve bu bölgeler içerisinde Ortadoğu son dönemlerde ön plana çıktı. Ortadoğu’da ki Türk aktivizminin hareketlerini tartışmasındaki örnekler neler? Ortadoğu’da Türk dış politikası aktif hale geliyor. İranın nükleer programına müdahil olma çabaları. 

Müdahil olunurken Türkiye ona ne ad veriyor nasıl bir rol arıyor? Arabuluculuk değil mi? Yani İran’da yapmaya çalıştığı şey Türkiyenin arabulucu luk. 
Bunu sadece İran örneğinde değil başka nerede yapmıştı? İsrail Suriye dolaylı görüşmeleri, Filistinli gruplar arası görüşmeler, İsrail-Filistin arasında 
önerdi ama kabul etmedi taraflar, Afganistan - Pakistan diyalogu, Myanmar vs. Başka ne türden bir rol arayışı içerisinde? Türkiye’nin Oratdoğu’da yaptıklarına 
bakarsak, kategorileştirmek istersek? Vizeleri kaldırma yani vizeleri kaldırmak ile serbest dolaşım, bir serbestleşme arayışını yansıtıyor bununla ilgili olan başka 
bir politika daha var serbest ticaret bölgesi oluşturma. Schangen ismini verdi Hürriyet gazetesi, orada yapılmaya çalışılan ne Ortadoğu’da Türkiye, Suriye, Ürdün, Lübnan arasında ortak bir ticaret bölgesi oluşturulması projesi var. 
Bu da Kasım ayında en son bir toplantı yapılmıştı. Daha sonra bu krizler sebebiyle durdu. Onun dışında başka bir örnek yüksek düzeyde Stratejik İşbirliği konseyi dediğimiz yeni bir formasyon var. Onun dışında Türkiye Ortadoğu’da aktif hale geliyor deyince akla gelen başka örnek? Çıkışlar, siyasi duruşlar, Libya’ya gemiler göndermesi, insani yardım olarak insani moral dış politika etik dış politika takip ediyor gibi görünüyor. Başka ne var? Türkiyenin bu yeni rejim 
değişikliği yaşayan ülkelere bir rol model olması gibi bir tartışma da var bu da Türkiye’yi uluslararası arenada ön plana çıkaran gelişmeler olarak kaydedilebilir, 
başka? Ekonomik olarak Türkiye’nin gerek yatırım olarak belli ülkelerde Ortadoğu’da İran’da önemli tekstil yatırımları var. Mısır’da vardı birkaç 
yerde daha var galiba, Ürdün’de serbest bölgede ama bunun dışında Pazar olarak Ortadoğu’ya girmesi, müteahhitlik işleri alıyor, bunun dışında Türk malları buraya gidiyor. Türk malları deyince aklıma gelen başka bir şey de Türk dizileri. Türkiyeyi en tartışılır kılan ne Arap kızları Türk dizilerine bayılıyormuş 
muhabbeti buna da ne diyoruz yumuşak güç, Balkanlarda da geçerli doğru. Yumuşak güç, diziler öyle veya böyle. 


Bu Türkiye imajının Ortadoğu’da daha eski görünür kılındığının işaretleri örnekleri, arabuluculuk arayışları, vizelerin kalkması, serbest ticaret bölgesi oluşturulmasının arayışı, yüksek stratejik işbirliği, diziler, insan gidiş gelişleri, artan ekonomik aktivite vs. Bütün bu arayışlara baktığımızda Türkiye’nin bir şekilde eskiye göre daha belirgin bir Ortadoğu’da varlığının olduğunu söylemek yanlış olmayacak diye düşünüyorum. İşte bütün bunlar olurken Türkiye’nin Ortadoğu girişi nasıl bir tartışma yaratıyor buna aradan sonra bakalım. Türkiye emperyal politikalar takip ediyor şeklinde bir eleştiri var demiştim ilk kısımda. Emperyal politikalardan kastımız belki farklı disiplinlerden gelen arkadaşlarımız bu kelimeyi farklı algılıyor olabilir, emperyalden kastımız genelde uluslararası ilişkiler kapsamında bir ülkenin diğer ülke üzerinde nüfus alanı oluşturması. Onların belki egemenlik alanlarına girmeye çalışması, egemenliklerini kısıtlaması 
otonomilerini kısıtılaması gibi politikaları kastediyoruz yani emperyalist de demeyelim belki emperyalist politikalar bu emperyalizmin en uç noktası 
olabilir sömürgeci politikaları ama her emperyal politika sömürgeci politika değildir. Bir bakıma Amerika’nın Latin Amerika’da takip ettiği siyaset nedir? Latin Amerika ülkelerini bir şekilde belirliyor, düzenliyor ama doğrudan sömürgecilik anlamında bir durum söz konusu değil. Farklı kanallarla o ülkeler üzerinde etki, nüfuzunu kullanabiliyor. Bu türden politikalarını kastediyoruz. Türkiye örneğinde Türkiye- Ortadoğu ya da Türkiye -Balkanlar örneğinde bu kavramı kullandığımız da asıl aklımıza gelen tarihsel tecrübe Osmanlı geçmişi, Türkiye’nin bu bölgelerin eski emperyal idarecisi olarak acaba tekrar bu bölgeler üzeinde nüfuz kuracak bu bölgelerdeki ülkeleri manipüle edecek kontrol edebilecek bir proje içerisinde mi asıl soru işareti bu. Buna da Neo-Osmanlıcılık, Yeni Osmanlıcılık diye isim veriyorlar ve Davutoğlu bu kavramı hiç sevmiyor kesinlikle Dışişlerine giden arkadaşlar aman oralarda kullanmayın. 

Neo Osmanlıcılık kavramı genelde Türkiyeye dışarıdan yakıştırılan bir kavram yine bu eksen kayması ile kısmen ilintili. 

Bunu Türkiye kabul etmiyor bunu söylerken de birazdan duruşumda bahsedeceğim gibi Türkiyenin yaptığı şey “ Biz Ulusal Sınırlara Riayet Ediyoruz ” 
yani uluslararası ilişkilerin temel ilkesi olan sınırların dokunulmazlığı, egemenlik, içişlerine karışmama normlarına riayet ediyoruz emperyal politikalar peşinde koşmuyoruz. 

Bu parantezi kapatıp dersin ikinci kısmına doğru geçiş yapabiliriz. Ben Türkiye’nin son dönemlerdeki arayışlarının giderek otonomi arayışını yansıttığını 
vurguluyorum. Bunun da altını çizmekte fayda var. Otonomi arayışı dedim, Türkiye otonom oldu demedim eleştirenler var aramızda yani bu bal üretiyor 
anlamına gelmiyor bal üretmek için vızr vızır çiçek arıyor diyelim. Otonomi arayışı önemli ve bu otonomi arayışının bir uzantısı olarak Türkiye’nin 
de özellikle hem bölge ülkelleri ile ilişkilerini yeniden tanımladığını ve hem de bölge dışı ülkeler ile batı ülkeleri ile olan ilişkilerini yeniden tanımladığını 
görüyoruz yani bu otonomi arayışı Türkiye’nin durduğu yerden kendi konumunu yeniden tanımlama gibi bir arayışa sürüklendiğini gösteriyor bence. 
Gerek kendi bölgesiyle gerek diğer küresel güçlerle olan ilişkilerini daha otonom bir şekilde yeniden tanımlama arayışı var. Yeniden tanımlama anlayışı 
dediğimizde ne anlama geliyor? Demek ki eskiden bir tanım varmış, bu tanımı yeni koşullara göre yeniden yapmak gibi bir ihtiyaç var bu ihtiyaç var 
mı yok mu tartışılabilir bazılarına göre yok ki eksen kayması var diyenler genelde ihtiyaç olmadığını düşünen çevreler ama halihazırda mevcut hükümeti 
kuran yöneten aktörler Türkiye’nin yeniden bir tanımlamaya ihtiyacı olduğunu düşünen çevreler ve gerçekten de Türkiye’de son yıllarda dış politikasına 
baktığımızda yeniden tanımlama arayışının çok baskın bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz. Burada yine Ahmet Davutoğlu’na bir gönderme yapalım. 
Davutoğlu’nun kitapta yapmaya çalıştığı temel şey Türkiye’nin uluslararası konumlanışını, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki konumunu yeniden 
tanımlamaya çalışıyor değil mi? İşte aslında bence son dönemdeki Türk dış politikasını gerek Ortadoğu’da gerek diğer bölgelerde açıklamak istiyorsak 
aklımızda tutmamız gereken en önemli faktörlerden bir tanesi bu yeniden tanımlama arayışı. Konumlanış diyor Davutoğlu buna bir şekilde ve bu yeniden tanımlamayı yaparkende az önce kısmen bahsettiğim yine gönderme yaptığım hem coğrafi derinliğe hemde tarihsel ya da kültürel derinliğe bir vurgu yapma arayışı var. Davutoğlu’na göre Türkiye geleneksel olarak ne yapmıştı? Sadece bir ulus devletmiş gibi kendi sınırlarından ibaretmiş gibi davranıp ve özellikle Cumhuriyet öncesi tarihsel mirasını da birnevi reddedip nevzur olarak ortaya çıkmış bir devlet gibi ortaya çıktığını düşünüyor. 

Bunun yanlış olduğunu düşünüyor ve bu yanlışı düzeltmek için yapmış olduğu şey de gerek Türkiye’nin tarihsel birikimini geçmişini gerekse de coğrafi derinliklerini göz önüne alan yeni bir Türk Dış Politikası formülasyonu yapmaya çalışıyor. Burada yapmaya çalıştığımız şey bu arayışı yansıtmak nedir bunun temel parametreleri? Bu çok önemli Türk dış politikasını anlamak için ve özellikle Başbakan da son dönemde Davutoğlu’nun bu söylemini yansıtır şekilde bir arayışı yansıtıyor. Mesela bu az önce örnek verdiğimiz dersin ilk yarısında Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan arasındaki serbest ticaret bölgesindeki bir toplantıda başbakan şöyle bir ibare kullanmıştı. 

Dere Yatağına Akar. 

Yani Türkiye’nin öyle veya böyle ait olduğu bir tarihsel coğrafi bir kimlik var gerçeklik var. Türkiyeyi siz bundan koparamazsınız Türkiye öyle veya böyle ait 
olduğu tarihsel coğrafyaya veya kültürel coğrafi hafızaya bir şekilde entegre olacak. Buradaki temel varsayım geleneksel Türk dış politikası batıya doğru 
yönelmişti ve bölgesinden kopmuştu ve Türkiye’nin bölgesindeki politikaları hep neydi? Kopan ilişkilerinin uzantısıydı. 

Hatırlayın Türkiye’nin Soğuk Savaş politikasını Sento vs. Girişimler vardı neydi? 

Bunlar hep İngiltere vs. Aktörlerin dizayn ettiği projelerdi. Türkiye özünde ne yapıyordu? Kendi bölgesel politikalarını Batının o bölgelere dönük politikalarına entegre şekilde ya da onların uzantısı olarak tanımlıyordu. Geleneksel olarak Türk dış politikası bu şekildeydi. Ve bu bir anlamda neye yol açtı? Türkiye ile sınırları ötesindeki komşuları arasında bir duvarın örülmesine yol açtı. Soğuk Savaş koşullarında Türkiye Sovyetler Birliği, Suriye’yi destekliyordu mesela örnek vermek gerekir ise Türkiye Batı kampında yer yer gerginlikler olmuş savaşın eşiğine gelmişti değil mi bunun da en bariz örneği sınıra döşenen mayınlar ve hala kaldırılması tartışılıyor. Bu anlamda şu andaki Türk dış politikasını yapan elitlerin kafasındaki anlayışları tekrar edelim. Soğuk Savaş döneminde bir şekilde Türkiye ilişkilerini batı eksenli yapmıştı ve sadece bununla kalmamıştı kendi bölgesel politikaları yanında Batı politikalarının zaviyesinden tanımlamıştı. Şimdi bu yapılmaya çalışılanda bu tarihsel yanlışlığı düzeltmek. 
Dere yatağına akardan kasıt bu. Türkiye ait olduğu coğrafi ve tarihi derinliğe yeniden dönmesi. Bu da neye yol açıyor az önce de dediğim gibi Türkiye’nin 
hem bölgesi ile olan ilişkilerini hemde batı il olan ilişkilerini yeniden tanımlamasına yol açıyor. Yani eskiden tamamen Batı endeksli bir politika takip 
ederken şimdi Batı ile gerektiği yerde işbirliği yapan gerektiği yerde de çatışan, çıkar çatışmasına giren bir Türkiye var. İşte Filistin meselesinde, İsrail ile 
ilişkilerde ya da İran ile ilişkilerde Türkiye’nin Amerika’yla ya da Batıyla bile zaman zaman ilişkilerinin gerilmesinin sebebi bence Batı ile olan ilişkileri 
yeniden tanımlama arayışı. 

Öte yandan ne yapıyor Türkiye bölgesindeki ilişkileri yeniden tanımlamaya çalışıyor. Bölge ülkeleri ile olan ilişkilerini yeniden tanımlamaya çalışıyor burada da bizim çok kullandığımız bir kavram var “Securitization” kavramını daha önceden duyan varmı? Güvenlikleştirme ve tersi güvenliksizleştirme denen bir kavram var yani siz bir aktörle olan ilişkileri hangi perspektiften tanımlarsınız? Siz yanınızdaki arkadaşınızı ya da komşunuzu muhtemel bir tehdit unsuru olarak mı görürsünüz? Yoksa muhtemel bir partner olarak mı görürsünüz? Geleneksel olarak Türkiye, Ortadoğu kökenli komşularını hep kendisine arkadan kazık atacak, hançerleyecek ya da fırsat bulduğunda öbür tarafa destek olacak muhtemel düşmanlar olarak görüyordu ve bu anlamda Türkiye’nin 
Ortadoğu’da ilişkileri güvenlik ekseninden tanımlanmıştı. Buna literatürde “Güvenlikleştirme” diyoruz. Son dönemde Türkiye’nin yaptığı işte bu Güvenlikleştirme ekseninden örülmüş olan Ortadoğu ile ilişkilerini tersine çevirmek buna da “Güvenliksizleştirme” diyoruz. Yani Ortadoğu komşularının 
muhtemel düşmanlar olarak değil muhtemel işbirliği yapılacak partnerler olarak yeniden ilişkileri düzenleme. Bu Ortadoğu da yeni olsa da aslında biraz 
daha yakından baktığımızda Türkiye’nin bu “Güvenlikleştirme” tecrübesinin daha eski olduğunu görüyoruz. Türkiye’de özellikle Balkanlarda, Kafkaslarda ve Karadenizde 1990’lar boyunca güvenlikleştirme siyasetini başarılı bir şekilde uygulamışlardır. 

Rusya geleneksel olarak olarak bizim zihni kodlarımızda Rusya düşmandı, Soğuk Savaş boyunca komünizm tehlikesi eklendi. Neydi bizim Rusya coğrafyasında Ruslarla olan ilişkilerimiz hep güvenlik ekseninden tanımlanmıştı. Hep tehdit kaynağı olarak. Ne yaptık 90’lar boyunca bir şekilde işbirliği ile turizm valizler vs. gidip gelerek ne yaptık güvenliksizleştir dik. 

Rusya bir muhtmel ortak olarak ortaya çıktı. Aynı şekilde Yunanistan ile ilişkileri de o güvenlik ekseninden formata taşıdık. Benim kendi açıklamama göre Ortadoğu’da aslında Türkiyenin yapmaya çalıştığı farklı bir şey değil. Bu güvenlik-sizleştirme dediğimiz bu sürecin pratiği diğer bölgelerde edindiği uyguladığı pratiği Ortadoğu’ya taşıdığını görüyoruz. Ortadoğu’ya da artık işbirliği ekseninden de bakmaya başlıyor Türkiye. Çatışma ekseninden değil ya da uluslararası ilişkiler terimlerini kullanırsak Türkiye Ortadoğu’ya hep realist gözle bakardı yani hep çatışma açısından bakardı. Giderek ne yapıyor Türkiye? Ortadoğu’ya liberal işbirliği perspektifinden bakmaya başlıyor. Ve bu anlamda aslında Türkiye ilk defa liberal olmuyor, liberalizmi tanımıyor. Liberalizmi daha önceden 90’lı yıllar boyunca Balkanlarda, Rusya’yla, Kafkaslarda tecrübe etmişti. 

Bu anlamda oradaki geliştirilen tecrübeyi yavaş yavaş Türkiye Ortadoğu’ya taşıyor diyebiliriz. Ama özünde olan ne? Az önce de dediğim gibi Türkiye’nin Ortadoğu’daki sonlardaki politikasına baktığımızda yapılmaya çalışılan şey daha otonom bir şekilde gerek batıyla gerek bölge ülkeleri ile olan ilişkileri yeniden tanımlamak. Ne demiştik son dönemlerde Türk dış politikası Ortadoğu üzerinde giderek otonom bir şekilde tanımlamaya gidiyor ve bu otonominin yansımaları gerek Türkiye’nin kendi bölgesinde olan ilişkilerdeki yapıyı değiştiriyor. Gerekse de Türkiyenin Batı ile olan ilişkilerini değiştiriyor ve işte birazda bu eksen kayması tartışması da yani Türkiye bu ilişkileri yeniden tanımlamaya başladığı ölçüde giderek Batı ile özellikle ilişkilerini yeniden tanımlamaya gitmeye başladığı ölçüde sadece batıdan gelen dikteler eksenine göre hareket etmediği yönünde bir tartışma da var. Bu yüzden özellikle zaman zaman bu eksen kaymasına benzer görüşlerin sadece Amerika’daki ya da İsrail’deki belli çevrelerce değil zaman zaman Avrupa’daki ya da Amerika’daki hükümet yetkililerince de dillendiğini görüyoruz. Mesela geçen yaz Amerikan savunma bakanı Gates bir şeyler söylemişti. O çevrelerde de bunun dillendirilmesi yavaş yavaş böyle bir Türkiye’nin bağımsız bir şekilde Batı ile ilişkilerini tanımlamasının sebebi. Bu eksen kayması tartışmalarında o çevrelerin genelde dediği şey Türkiye, AB den dışlandı, o yüzden kızdı vurdu kapıyı gitti Ortadoğunun kapısını açtı. Böyle bir yaklaşım da var. 

Bu yaklaşımın da altını çizelim bu tartışmadan bir diğer yaklaşım Türkiye’nin bu ekseninin kaydığı şeklindeki tezlerinin ileri sürdüğü diğer bir görüş Türkiye’nin Ortadoğuya doğru kayması kanalize olmasının önemli sebeplerinden bir tanesi Batı tarafından dışlanmış olmasıdır. Bunu savunan çevreler aslında 2004 yıllarında ABD’de Bush yönetimi döneminde buna benzer başka bir argüman ileri sürüyorlardı. 

Diyorlardı ki Türkiye ile Rusya, ikiside Avrupa ya da batı tarafından dışlandı, ikisi dışlandığı için birlikte yavaş yavaş hareket etmeye başlıyorlar Batı karşıtı bir blok oluşturuyorlar. Bu görüşü de savunanlar var. Bunların temel varsayımları ne? Etki-Tepki. Türkiye kızıyor yapıyor. Bu görüşe katılanlar var katılmayanlar var ben katılmayanlar arasındayım. İkincisi Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelmesinin sebebinin bir tepkinin sonucu değil bir arayışın sonucu. Az önce bahsettim yeniden bir rol arayışının bir sonucu. O faktörü göz önünde tutmakta fayda var. Bunları dedikten sonra ben hızlıca 3-4 tane temel kavramı ortaya atıp dersi bitirmek istiyorum. Ben biraz daha genelden özele doğru inerek geliyordum Ortadoğu’ya bakışında. Son dönemdeki Ortadoğu’da ki politikalara baktığımızda 4-5 tane anahtar kavramın olduğunu düşünüyorum. Sene başında Ahmet Davutoğlu’nun bir konuşması vardı. 

Elçiler konferansı bu konferansı takip eden? Duyan aranızdan var mı? Neydi akılda kalan en önemli olay? Neydi gazete manşetleri? 

Moncherler sokağa indi. Erzuruma gittiler ondan önce de Mardin’e gitmişlerdi. Sene başında bu üç ya da dördüncüydü, Dışişleri bakanının başlattığı bir 
uygulama daha önceden danışmanken ki döneminde başlatmıştı. Türkiyenin farklı bölgelerinde görev yapan büyükelçileri toplayarak bir konferans yapıldı. 
Ankara’da toplandılar Ankara’dan çıkıp bir Anadolu şehrine gidip kaynaşma amaçlandı. Orada yaptığı konuşmada da vurgulama yaptığı belli temalar 
vardı. Bu konuşmadaki belli temalar son dönemde Türk dış politikasını özetleyen önemli ipuçları veriyor diye düşünüyorum. Orada ve diğer konuşmalarında 
bakanın ortaya çıkan birkaç temel kavram var onlara gönderme yapabiliriz. Birincisini çok duymuş olabilirsiniz; “Düzen kurucu ülke kavramı” bununla ilgili olarak kullandığı diğer bir kavram “merkez ülke kavramı” düzen kurucu ülke kavramı Türkiye’nin neyi yapmasını uygun görüyor Davutoğluna göre? Türkiye sadece sınırları içerisinde oturup aman başıma bir şey gelmesin, aman gökten elmalar düşşün ekonomik olarak iş yapayım diye düşünemez, ne yapması gerekir aktif bir şekilde etrafına kendi çıkarını sağlamak için kendi çıkarını korumak için politika çıkartmalıdır politika üretmelidir. Proaktif dış politika diyoruz ya proaktif dış politikayı bence özetleyen en önemli faktör bu düzen kurucu ülke olma arayışı. Düzen kurucu olan ülke nedir Davutoğlu’na göre kendi etrafındaki olan bitenler ile sürekli ilişkisini sürdüren ve bunları çözmek için aracı işler yürüten bir ülke. Genelde bu düzen kurucu ülke arayışı benim dersin en başında tartıştığım o bölgeselleşme ve bölgesel güç varsa bizzat onu yansıtıyor bence. Bölgesel güç ne yapıyor? Kendi bölgelerinde düzenli bir işbirliği mekanizması kurmak. Türkiye’nin de yapamaya çalıştığı şey bu. Davutoğlu’nun kullandığı bir kavram daha vardı. 2010 konferansında kullandığı; “hattı diplomasi yoktur, sathı diplomasi vardır” o satıh bütün yerküredir. Bütün dünyadır diye bir tabir kullanmıştı. 


Buradaki temel espri ne sadece 

Türkiye’yi savunmakla Türkiye ile iş yapmakla olmaz sadece Türkiye’ye komşu olan bölgelerde aktif olmakla kalmaz tüm dünyada küresel ölçekte bir aktör olmamız gerekir. Bu ifadenin bence yansıması bu. Bu da yine benim dersin başında anlatmaya çalıştığım şey vardı ya yeni bölgesel güçler küresel 
alanda aktif olmaya çalışıyorlar bu da Türkiye’nin arayışını yansıtan önemli bir ipucu. Bu düzen kurucu ülke kavramı merkez ülke kavramı önemli bunlara 
ilave olarak kullandığı diğer bir kavram vardı? Ben buna önleyici diplomasi diyorum. Davutoğlu bir benzetme yapmıştı. İtfaye erleri gibi Türk diplomatları 
itfaye erleri gibi sağa sola gidip yangınları söndürmeye krizleri çözmeye çalışıyor fakat bu yetmez şehir planlamacıları gibi yangınlar, sorunlar 
ortaya çıkmadan bunları öngören projeler üretmeliyiz. 

Bu da diğer önemli bir kavram. İşte bütün bunlar neyi çağrıştırıyor. Türkiye oturduğu yerde oturamaz proaktif bir şekilde gerek Ortadoğu’da gerek diğer bölgelerde politika takip etmelidir. Bütün bunların yanısıra ikinci bir önemli ayrım ya da kavram bence Türkiye’nin son dönemde özellikle Ortadoğu’da rejimlerle halklar arasında kurduğu denge. Az önce dedik ki Türkiye emperyal politikalar mı takip ediyor? Türkiye aktif hale gelince en büyük kaygı ne? Türkiye bu Ortadoğu’daki ülkeleri çok güçlenirse ileride nüfuz altına alacak işte bunu kırmak için Türkiye’nin yaptığı şey genellikle vurguladığı şey özellikle Davutoğlu’nun ve diğer Türk liderlerinin, biz emperyal politikalar takip etmiyoruz yani bu ne demek biz içişlerine saygı gösteriyoruz. 

Biz sınırlara saygı gösteriyoruz. Bu şekilde revizyonist ya da irridentist planlarımız yok biz egemenlik normlarına saygı gösteriyoruz. Bunu vurguluyorlar bunun yansıması ne? Biz ülkelerin içişlerine karışmıyoruz yani ülkelerin halkları rejimlerinden belli talepleri varsa biz bu konuda ses çıkarmayız. 


Biz Demokrasi Teşviki gibi politikalar takip etmeyiz. 

İşte bu biraz son dönemde Arap dünyasında yaşanan Arap Baharı dedikleri isyanlarla epey bir sıkıntıya uğradı. Türkiye bir yandan aktif hale geliyor 
ama bir yandan da demokratik olduğunu demokrasiye önem verdiğini ve bir norm olarak benimsediğini söylüyor ama buna rağmen Türkiye ne yapıyor? Gidip Arap dünyasındaki monarşilere ya da otoriterler rejimlere demokrasi diye baskı yapamıyor. Uzun dönem Türkiye’nin belki de en büyük açmazı buydu. Bunun da sebebi rejimler ve halklar arasında gözetmeye çalıştığı dengeydi, bu denge de bu krizlerden sonra epey bir sarsıldı. Türkiye’nin Ortadoğu’daki aktivizminin bir diğer önemli kavramı benim ekonomik liberalism dediğim yaklaşım. Bu daha önce tartıştığımız işte giderek ekonomik kaygıların ticaret devletinin kaygılarının çıkması. İşte bu ekonomik liberalizmin biraz yan etkisi diyelim, madalyonun diğer yüzü siyasi liberalizmin ikinci plana atılmış olması. Türkiye liberalizmi daha çok bir ekonomik proje olarak algıladı. Türkiye’de içeride de bir tartışma var hükümet giderek liberalizmden uzaklaşıyor mu bireysel özgürlükleri kısıtlıyor mu kısıtlamıyor mu? Biraz dış politikada da siyasal liberalizmin ikinci plana attığını görüyoruz ve bu son dönemde yaşanan bu Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının biraz da bu siyasi liberalizmin tekrar ön plana çıkardığını düşünüyorum ben. Dördüncü kavram yumuşak güç, sert güç “soft power”, “hard power”. Buradaki temel espri de sorunları çözmeye çalışırken zora baskıya ya da şiddete dayalı 
yöntemleri mi seçeceksiniz yoksa iknaya dayalı yöntemleri mi seçeceksiniz. Türkiye’de genellikle son dönemde yumuşak güce dayalı yöntemler seçtiğini 
görüyoruz ve belki bunun da bir sebebi Türk dış politikasının Avrupalılaşması. Genelde AB dış politikasının yumuşak güce dayandığı söylenir. 


Amerika’nın sert güce, Türkiye’nin Avrupalılaştıkça yumuşak güce doğru kaydı. Fazla yumuşaklaştı heralde son krizlerde bu da ortaya çıktı. Libya’ya karşı 
Suriye’ye karşı gerektiğince sert oynayamıyor diye eleştiriler var. Bütün bunların ötesinde beşinci bir kavram arabuluculuk kavramı ki bunu da tartışmıştık. 
Arabuluculuk kavramı neyi var sayıyor? Siz bir çatışmayı çözmek istiyorsanız zordan daha ziyade diyaloğu seçmelisiniz yani diyalog olması için de ne 
gerekir? Çatışan tarafların arasında iletişim kanalları olması gerekir. Türkiyenin de yapması gereken farklı çatışmalara arada iletişim kanalı açıcı bir şekilde 
müdahil olmaktır şeklinde bir yaklaşım var. Türkiye bence bu durumu aşırı abarttı her yere arabulucu olmaya çalıştı gibi bir durum var. Bu da biraz liberalizmin bir yansıması liberalizmin böyle bir hastalığı var. Altıncı bir kavram ortak medeniyet vurgusu diyorum ben buna. İşte biraz bu eksen kayması tartışmasını tetikleyen diğer bir faktör de bu yani sadece Türkiye’nin Ortadoğu ile olan ilişkilerini bir ekonomik siyasi askeri bir ilişki olarak görmüyor aynı 
zamanda ortak olarak paylaşılan değerlerin bir ürünü olarak görülüyor. Yani pek çok açıklamalarında başbakanın Davutoğlu’nun açıklamalarına yakından 
bakarsanız görüyorsunuz ki biz bu insanlarla bu ülkelerle bu ülkelerin halklarıyla belli değerleri paylaıyoruz ve bu anlamda biz bu ülkelerle ilişki geliştirirken bu ilişkimiz bizim batı ile olan ilişkimize benzemez. Bu mesajı sık sık görüyorsunuz bu anlamda ortak medeniyet vurgusunun da ön plana çıktığını görüyoruz. 

Teşekkür ederim.