Yekta Güngör Özden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yekta Güngör Özden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Haziran 2017 Salı

Sıkmabaş Başağrısı



Sıkmabaş Başağrısı 



YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN 
03.03.2008/Sayı:176

Kışın olanca ağırlığıyla dağları kapladığı bir dönemde gerçekleştirilen sınır ötesi operasyonla Irak’ın kuzeyinde yuvalanan terör örgütünün Türkiye’ye yönelik saldırıları durdurulup yinelenmesi önlenmek isteniyor. Yalnızca terör örgütüne yönelik temizlik harekâtına önce Barzani, sonra öbür Kürt kuruluşları, daha sonra da destekçileri karşı çıkmaya, Türk askerinin bir an önce ülkesine dönmesini istemeye başladılar. Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklamaları teröristlerin yaygın örgütlenmesini, silâh, cephane ve yaşam araç-gereçlerini depoladıklarını göstermektedir. Yapıları ve yerleriyle bu ölçüde geniş alanları tutmalarına ses çıkarmayan Irak Merkezî Yönetimi ve kuzeydeki Kürtler, temizliğe karşı çıkarak pisliğin ortağı ya da destekçisi olduklarını ortaya koymaktadırlar. Terör eylemlerine, olaylarına karşı çıkmayanlar, bu kötülüklerin ortadan kaldırılması çabalarına karşı çıkmaktadır. ABD’nin Irak’ı işgal etmesine seçim yarışındaki Başkan adayları karşı çıkarken, karşı çıkması gereken ülkeler, topluluklar susmaktadır. Türkiye’nin davranışı yerindedir, hattâ gecikmiştir. Askerlerimiz görevlerini kahramanca yerine getirmektedir. Askere uğurlama törenleri gururdan, toprağa verme törenleri de acıdan ağlatmaktadır. Ancak, ülke içinde hâlâ terör örgütü ve lideri övülmekte, pankartlar ve sloganlarla propagandaları yapılmakta, kolluk güçlerine saldırılmakta, verdikleri büyük zararlar gözardı edilerek kimi kişiler ve kimi kuruluşlar tarafından operasyonun durdurulması istenilmektedir. Terör örgütünü kınamadan, anlamı açıklanmayan “Siyasal plân, siyasal çözüm” önerileriyle Türkiye Cumhuriyeti Silâhlı Kuvvetleri ve izlenen politika, yürütülen operasyon karşıtı yazılar, bildiriler yayımlanmakta, toplantılar düzenlenmektedir. Olumsuzlukların hiçbirine ses çıkarmayan, PKK ve DTP’ni kınamaya dilleriyle elleri varmayanlar “Kürt sorunu” demekte direnerek bölücü ve ayrılıkçı yaklaşımları desteklemektedirler. Yabancı uyruklu teröristler dış desteğin katkısıdır.
DTP’lilerin yarattığı olaylar, provokasyon, kışkırtma, tehdit bir yana bırakılıp çözüm önerenlerin neler yapılması gerektiğine değinmedikleri, kapalı sözlerle amacı belirtmekten kaçındıkları açıktır. Operasyonun yararlı olmayacağını söylenerek Kürt kökenli yurttaşların eşitlik istedikleri savunulmaktadır. Aymazlık ve sapkınlık örneği eleştiriler medyanın Atatürkçü geçinen organlarında yer alabilmektedir. Hangi konuda eşitlik olmadığını söylemeye dilleri varmıyor. Ayrı ulus, ayrı devlet çabalarını görmezlikten geliyorlar: “Kürt halkının tepkisini görmediler” diyen Belediye Başkanı, “Ya özgürlük ya ölüm” diyerek yurttaşları ayaklanmaya çağıran milletvekili, “Özerk Kürdistan” istemlerinin ayyuka çıktığı yasadışı toplantılar ve yürüyüşler. “Eşit haklara sahip olması gereken vatandaşlar” olarak söz edilen Kürt kökenliler acaba hangi haklardan yoksun? Hem vatandaş olduklarını yazıyorlar, hem de haklarda eşit olmaları gerektiğini söylüyorlar. Ayrıca DTP’lilerin yurtdışına şikâyet çirkinlikleri var. Yandaşların dayanışması ilginç örneklerle sürüyor. Devlete ve Silahlı Kuvvetlere saldırıları nasıl övdükleri ve destekledikleri ibretle izleniyor.

ABD ve AB ikili oynuyor. Ya içimizdekiler? Üzülmemek, kınamamak elde değil. Gerçeklerin ayırdında olmamaları olanaksız. Amaçları bozuk. PKK’yı ve Kürtçüleri kayırdıkları belirgin karşıtların yaklaşımlarındaki sakatlık, kişiliklerine bağlanmalıdır. Cesetlerden çıkan peşmerge kimlikleri, kaçanların Barzani’ye sığındıklarının, Barzani’nin PKK’lıları koruyup kolladığının kanıtıdır.

ABD’nin PKK’lıları Barzani güçleri içinde eriterek Barzani’yi desteklediği, böylece PKK’yı kaldırıp Barzani’yle Kürt devletini oluşturup amacına ulaşmayı hesapladığı, Türkiye’yi de gücendirmeden avucunda tutmayı düşündüğü sanılmaktadır.

Fransa Cumhurbaşkanı’nın yurttaşlarına karşı Recep Tayyip üslûbuyla söyledikleri, Kıbrıs seçimleri, Ermenistan, Pakistan, Afganistan olayları dış dünyadaki durumun dalgalanma ve çalkantı yerlerinden kimileridir.

Haftanın olayları

Cumhurbaşkanı’nın Anayasa değişikliğine ilişkin yasayı imzalayıp Resmî Gazete’de yayımlanmak üzere Başbakanlığa gönderirken eklediği gerekçe inandırıcı değildir. İçtenlikli değildir. Şimdiye kadar örneği görülmüş bir yöntem de değildir. Kamuoyunu doyurmak için açıklanmış yapay nedenlerdir. Uzlaşma beklentisinin hukuksal ve siyasal hiçbir gerçek yanı yoktur. Uzlaşılsa geri çevirme nedenlerinin belirtilmesi zorunlu idi. Bu anlayışa göre geri çevirme olasılığı vardı. Öyleyse imzalama bu olası gerekçelere karşın yapılmış ve yanlış olmuştur. Beklemekle geçen süreyi kendilerince haklı göstermek için izlenen yolun bahaneler olduğu kanısındayız. Geri çevirme nedenleri vardıysa imzalama tersine bir tutumdur, olumsuz örnektir. Değiştirilmesi önerilemez anayasal ilkelere dolaylı dokunmanın açık dokunmadan ayrılığı yoktur. Amaç, gerekçe denilen imza zorunluluğu yazısında itiraf edilmiş, yinelenmiştir. Milletvekillerinin biçime ilişkin sınırlı iptal davasının olumlu ya da olumsuz sonucu hiçbir değişiklik getirmez. Özel kural zorunludur.

Aldatanlar da aldatılmış, yasa sözünde durulmamış ve usandıran sıkmabaş sorun durumuna getirilmiştir. İktidarın öncülüğünde ülkenin huzuru bozulmuştur. Hem dinsel gereklilik olduğu savunulmakta hem de siyasal olsa bile sakıncası bulunmadığı ileri sürülmektedir. Kadın-erkek din bilginlerimiz dinsel zorunluluk olmadığını kezlerce anlatmışlardır. Hukuk devleti ilkesini, yargı kararlarını gözardı ederek lâiklik niteliğini sözde ve kâğıt üzerinde bırakacak biçimde direnmenin, hukuku araç kılarak Anayasa ile oynamanın sayısız sakıncalarına karşın sıkmabaşı yaygınlaştırma çabası iktidarın meşruiyetine (geçerliğine) kadar kimi hukuksal yoklukları gündeme getirir. Cumhurbaşkanı, Başbakan, kimi Bakanların, milletvekillerinin, üstdüzey yöneticilerin, kimi organların başındakilerin eşlerinin sıkmabaşlı olmaları, bu durumlarıyla resmî iç ve dış etkinliklerde yer almaları baskı ve dayatmaların somut kanıtıdır. İlköğretime kadar inen sıkmabaş geleceğin göstergesidir. Başağrısı olmuştur.

Hele YÖK başkanı

Ne için görevlendirildiği Maliye Bakanı’nın mikrofon kaçağında iyice ortaya çıkan YÖK Başkanı hukuksal yönden “yok” sayılacak bir genelge yayınlamış, valileri rektörlerle karşı karşıya getirme öğütlerine uymuş, bunlar yetmiyormuş gibi yeterli bilgiden yoksunluğunu ortaya koyan “Cumhuriyetin nitelikleri özgürlükleri kısıtlayamaz” türü, konumuyla asla bağdaşmayacak bir söz etmiştir. Özgürlüklerin yaşama geçmesini, yaşanmasını cumhuriyetin kendisi ve onunla bütünleşen nitelikleri sağlamaktadır. Anayasa’nın yasalarla yapılabileceğini öngördüğü sınırlamalar bu nedenle olur. Rektörleri yargı kararlarına uymamaya çağıran Başkan Üniversitelerarası Kurul’un en doğal hakkı, hattâ görevi olan üniversitelerle ilgili bir konuyu görüşemeyeceğini ileri sürerek 28 Şubat’ta yapılacak toplantıya katılmayacağını bildirmiştir. Bu anlayışta bir profesörün, bir başkanın varlığı çok düşündürücüdür. Anayasa’nın 10. maddesine getirilen ekin sıkmabaş uygulamasına hiçbir katkısı yoktur. Fazla bir tümcedir. 42. maddeye getirilen ekin öngördüğü yasa yürürlüğe konulmadan sıkmabaşlılara serbestlik tanınması da hukuksal yönden olanaksızdır. YÖK Başkanı rektörlere suç kışkırtarak suç işlemekte, ama ne yaptığının ayırdında olmadan rektörlere gözdağı vermektedir. Beklentileri olan rektörler de görevlerini kötüye kullanarak YÖK Başkanınıyla aynı duruma düşmektedir. 2547 no.lu Yasa’nın ek 17. maddesinin yürürlükte olduğu ve bu kurala Anayasa Mahkemesi’nin yorumlu red kararıyla ne anlam verdiği unutulmamalıdır. Yetkisiz işlemler yapan (genelge yayınlayan) Başkan olamaz.

Kitaplar

Turgut Özakman’ın Çanakkale Destanı’na ilişkin yeni romanı Diriliş ile S. Eriş Ülger’in yenilenerek ikinci baskısı yapılan Zafere Giden Yol adlı romanını okurlarımıza öneriyorum. Bilgi ve Remzi kitabevi yayınlarından bu yeni yapıtlar, ulusal kıvancımızı artırmaktadır. Yazarlarını ve yayıncılarını kutluyorum.


http://www.turksolu.com.tr/176/ozden176.htm



Satırbaşları



Satırbaşları 


Yekta Güngör Özden
 02.01.2006

Kuruluşunun ilk yıllarında başlayıp giderek artan coşkuyla birbirine eklenen atılımlarının içte ve dışta büyük bir saygınlık kazandırdığı Türkiye Cumhuriyeti, son yıllarda siyasal iktidarların tutumları yüzünden eğilen, ezilip büzülen, dışardan yönetilen bir görüntü vermektedir. AB’ne girmek için katlanılan durumlar yurtseverlerin yüreğini yakmaktadır. İçişlerimize karışmaları, başka ülkeler için gözetilmeyen durumları bize dayatmaları, ikili davranmaları, bağımsız yargıya buyruk verme çabaları hiçbir etkin karşılık ve yanıt almadan sürmektedir. Kendi ulusları ve ülkeleri için düşünmediklerini Türkiye’de gerçekleştirme ölçüsüzlükleri alabildiğine hızlanmaktadır. Dinsel azınlıklarla, ana dilinde öğretim-eğitim bunlardan kimileridir. Teröre karşı insanlık dışı sayılacak önlemleri almaktan çekinmeyen batılılar Türkiye’nin savunma amaçlı önlemlerini çekersiz, hattâ sakıncalı bulmaktadır. Irak’ın kuzeyinde oluşturdukları kürt devleti ve İsrail’e kurmaya çalıştıkları üçgenin Büyük Ortadoğu Projesi altında Türkiye’yi büsbütün kuşatmayı amaçladığı ortadadır. “Büyük Kürdistan” ve “Büyük Ermenistan” düşlerini gerçekleştirmek için AB ve ABD ellerinden geleni yapmaktadır. Kendi varlığını dış desteklerde arayan siyasal iktidarların yetersizliği bu kötü gelişmelerin kaynağıdır.

AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk’in “Ordu provokasyona geçti. PKK da buna silâhla yanıt verdi. Ordu PKK’yla çatışmayı seviyor. Bu da kendisini merkezde ve gündemde tutuyor.” sözleri bir-iki dudak oynatma dışında gereken yanıtı almadı. Türkiye’yi AB yönünden “Özel bir vak’a” olarak niteleyen Lagendijk’in patavatsızlığı yanına kâr kaldı. Türk yargısına ilişkin sakıncalı sözleri de böyle. Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne, bu yolla saygısızlığı yansıtan sözleri yeterince kınanmayan, PKK yandaşlığını örtülü biçimde açıklayan kişinin ilişkilerden dışlanmasını istemek gerekirken “Ne şiş yansın ne kebap” sözünü anımsatan “İdare-i maslahatçı” davranış yeni ödünlerin dayanağı olacaktır. Daha önce Olli Rehn’in bir kendini bilmez yazarın davası nedeniyle “...O değil, Türkiye yargılanıyor” sözü de yüzüne çarpılmadı. Sabancı cinayetinin sanığı Fehriye ve kimi başka sanıklar için Avrupa’nın tutumu ortada iken Türkiye’ye yüklenmek, bölünmeler, ayrışmalar ve yıkım için verilen destek bıçağın kemiğe dayanması türünde bıkkınlık getirmiştir. O yazarı kimlerin desteklediği, kimlerin kutladığı, onun kimlerle olduğu bilinmektedir. İlkeyi bırakıp kişiden yana olanların çoğunun kim olduğu bilinmektedir. Fransız Sokağı’nda Türkiye karşıtları ile gülücükler içinde yemeğe oturan yazarı ermeni asıllı Verkin Arıoba’nın anlamlı kınaması çok kimseyi düşündürmelidir. İngiliz The Independent gazetesinin, mâlum yazarı yılın kahramanı ilân etmesi batılıların yaklaşımının Türkiye karşıtlarını ödüllendirmek ve yüreklendirmek olduğunun yeni bir kanıtıdır.

Fransa’nın tanınmış 19 hukuk adamı Fransa Meclisi’nin çıkardığı ermeni soykırımı savlarına ilişkin yasaların iptali için başvuru yaptı. “Tarih için özgürlük” başlıklı bildiriyle istenen sonucun gerekçesi bizdeki bölücülerle yalancıları ve maşaları utandırmalıdır.

Açık açık konuşulmalıdır. AB’den “Telkin, tavsiye” ne demek, kesin “talimat”, hatta emir ve tehdit var. Yöneticiler bunlara nasıl katlanıyor? Bizim sözde ilericiler de Avrupalılardan geri kalmıyor. Tutucular da öyle. Olumsuzlukta ve kötülükte birleşiyorlar. Yargıya saygı ve güven duymayan demokrat da olamaz, ilerici de. Kararlar yanlış ise başvuru yolları var. Çıkar için, hatır için yargı yerilemez. Meslek dayanışması, kişisel nitelik, yetenek vs. gözetilemez. Yazar-çizer için, politikacı, sanatçı, asker, bilim adamı vd. için özel uygulama yapılamaz. Yargı katında herkes eşittir.

AB’yle ilişkileri pamuk ipliğine bağlayan, Avrupalı abuk sabuklarla bizdeki yamuklardır. Üniversite özerkliğini, bilimsel onuru, siyasetin bilime el atmasını gündeme getiren durumlarla ilgilenmeyip “Sahtekârlık, yolsuzluk” savını gerçek, kesin karar gibi gösterip bahaneler getiren AB görevlilerinin tutumu asla inandırıcı değildir.

Günümüz Başbakanının AB’cilerin yargıya karışmasına tepkisini sıkmabaş konusundaki AİHM kararını eleştirerek açıklaması da ikilem belirtisidir.

İçeriye bakınca

Dışarıdan bu olumsuzlukları belirtirken içeride olanlara geçince insanın içi daha çok kararıyor. Yargı bağımsızlığının bilincinde olmayanların kendi toplantılarına uygun “Yargı birliği”nden söz etmeleri, kendilerinin yargıya saygı ile asla bağdaşmayan sözlerini unutup eleştiri, öneri ve dileklerle kimi uyarıları suç nedeni göstermeleri anlaşılır gibi değildir. Anayasa’nın 138. maddesinin 2. fıkrası, yargı yetkisinin kullanılmasına ilişkin mahkemelere ve yargıçlara “Emir, talimat, genelge, tavsiye ve telkin”i yasaklamıştır. Bir kararın bilimsel eleştirisi yasaklanmış değildir. 5237 no.lu yeni Türk Ceza Yasası’nın 301. maddesinin ikinci bendindeki “..yargı organlarını alenen aşağılamak..” durumunda gereken yaptırım uygulanır. Eleştiri amaçlı düşünce açıklamalarını mahkemeler değerlendirecektir. Düşünce açıklaması denilerek saldırıların sıralanması uygun değildir. Anayasa’nın 138. maddesinin yaptırımı sınırlıdır. Yeni, 5187 no.lu Basın Yasası’nın “Yargıyı etkileme” başlıklı 19. maddesi kamu dâvasının açılmasına kadar geçen süre içerisinde cumhuriyet savcısı, yargıç ve mahkeme işlemlerinin içeriğinin yayımlanmasını yaptırıma bağlamıştır. Maddenin ikinci fıkrası “Görülmekte olan bir dava kesin kararla sonuçlanıncaya kadar bu dava ve ilgili hâkim veya mahkeme işlemleri hakkında” düşünce ve görüş yayınlayanlar için de aynı cezaları öngörmektedir. Tutuklama işlemi için çelişki, aykırılık, haksızlık ve yanlışlık varsa bunlara yöntemince değinmek suçlanma nedeni yapılamaz. Bir köşe yazarı Anayasa’nın 138. maddesini 183. madde olarak göstermişti. Anayasa geçici maddeler dışında 177 maddede bitiyor. Yargıya baskı, gözdağı, buyruk, yargıyı aşağılama asla hoşgörülemez. Ama medyamızın büyük kesimi bu terbiyenin dışında. Akıl öğretmeye kalkışanlar kendisini savcı, yargıç, temyiz organı yerine koyanlar, bilirkişiliğe soyunanlar neler neler var. Sakıncalı ve aykırı durumları görevli cumhuriyet savcılıklarının kendiliklerinden soruşturmasına kimse birşey söyleyemez. Ancak, Başbakan ya da bir Bakan konuşup değinince soruşturma başlatılırsa çok şey söylenir. Yargı görevlileri herkesten daha duyarlı, özenli ve yetkin davranmak zorundadır. Yargı siyasetin etkisinde değildir, olamaz. Siyasetçilerin yaptıklarını, söylediklerini unutması yargıyı bağlamaz. Kendi kusurlu olan, başkasının kusurundan yararlanamaz. İktidar kesiminin yargıya yönelik sözleri, yazıları, davranışları gerekenlerin çok uzağındadır. İşlerine gelince alkışlayıp, işlerine gelmeyince saldırıp karşı çıkmaları nerede ve nasıl olduklarının göstergesidir. Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörü’nün yargılandığı dava her yönüyle çok konuşulup tartışılacağa benzemektedir. Katılma, tutuklama, yargıcı red işlemleri sanırız öncelikle ve önemle ele alınacaktır. Unutmamak gerekir, suçluluğu bir yargı kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz (Anayasa, madde 15/son ve 38/4). Başbakan ve kimi Bakanlarla şakşakçıları medya, tersine davranarak suçlamalarda bulunmaktadırlar. Beğenmedikleri yargı kararlarının evrelerini beklemeden eleştirilerle yön vermeye çalışmaktadırlar. Başbakan 17.12.2005’de Konya’da konuşarak kendisinin düşünce suçundan cezalandırıldığını söyledi de şiiri ne amaçla okuduğunu, anlamını, inanç sömürüsü, kışkırtma, baskı, tehdit ve yıkıma kalkışma olup olmadığını açıklamadı. Düşünce suçu, özgürlüğü, inanç sömürüsü, özendirme, kışkırtma, terör değerlendirmeleri üstünkörü yapılamaz. Bir kez de burada söyleyeyim (daha önce GÖZCÜ gazetesinde yazmıştım) yargıya baskıdan daha kötü olanı baskılara açık olmaktır. Hukuk alanında olan aykırılıkları ve hukukçu denilen kimilerini gördükçe hukukçuluğumdan utanıyorum.

Eski yıldan yeni yıla

Yeni yılı coşkuyla kutlamak, geleceğin geçmişten iyi olmasını dilemek bağlamında yerindedir. Ancak, ömrün bir yıl daha kısaldığını bilmek gerekiyor. Yeni yılı umutlarla karşılamak, önceki yılı kapatıp olumsuzlukları geride bırakma, yeni bir dirilişin nedeni sayılabilir. Yaşam iyiliklerle kötülüklerin bileşkesidir. Yarının neler getireceği, neleri götüreceği önceden kestirilemez. Yazgıcılığı bırakıp yaratıcı olmayı yeğleyerek yaşama egemen olmaya, koşulları değiştirme gücünü edinmeye bakmak gerekir.

Yeni yılda yinelenmemesini dilediğimiz kimi olumsuzluklara değinelim:

Başbakan Konya’da Nakşibendi tarikatının Ribat grubunun kurucusuna giderek 45 dakika görüştü. Başbakan İzmir kentimize ilişkin olarak seçimlerde kendilerine oy gelirse söylenmesine son verilecek kötü bir benzetmeyi anımsattı. Başsağlığı ziyaretinde yanına imam aldı.

Konya’da pazarların dualarla açılması yaygınlaşıyor.

İmam hatipli öğrencilere üniversitelere giriş için ayrıcalık sağlanıyor.

Enerji Bakanı, yasama organında çirkin argolarla yanıtlar vermeye çalışıyor. Adalet Bakanı, âhlakı korumanın özelleştirmeden geçtiğini söylüyor. Başbakan Yardımcılarından birisi “Bizim Başbakanlığımızda Cumhuriyet düşmanı hiç kimse yoktur” diyor. Demokratik Toplum Partisi’ne katılan DEHAP’lı belediye başkanlarının töreninde konuşan bir yönetici “Kürt halkının kaderini belirleme talebi”nden sözediyor. Türkiye Cumhuriyeti yeni mi kuruluyor? Yeniden mi kuruluyor?

Hastanelerde yaşlıların ve özürlülerin çektiği güçlükler, genelde hastaların bekletilmesi, uzun kuyruklar ve işlem kargaşası sürüyor. Hizmetlerin daha düzeyli olmasını istemek herkesin hakkı. Yabancılara toprak satımına ilişkin yeni düzenleme eski sakıncalı durumunu koruyor. Üniversitelerde gözdağı kimi kısıntılarla sürerken 19 Mayıs Üniversitesi’ne ilişkin Meclis Araştırma Komisyonu çalışmaları ilginç konuşmalarla yürüyor. Üniversiteden istenen belgelerin ne olursa olsun bir şey bulmak amacını yansıttığı açık.

Üniversiteyle ve yargıyla olduğu gibi Silahlı Kuvvetlerle kavgadan geri kalınmıyor. “Münferit hezeyan” nitelemesine yönelik karşılıklar yanıtsız kaldı ama Kubilay’ı anma günü nedeniyle irticanın birincil tehlike olduğu yinelendi. Yıllardır irticanın birincil tehlike, en büyük tehlike olduğuna ilişkin görüşümüz kimi besleme kalemlerce ve şakşakçılarla saldırılara uğradı. Gericilerin neler yaptıkları ortadayken iyi niyetli uyarılarımızı “İrtica ve Sevr paranoyası” ile suçlayan aymazlar ve sapkınların tutumu hastalığın kendiliğinde olduğunu kanıtlamaktadır. Biz söyleyince suç oluyor, görevdeki birisi söyleyince sus-pus oluyorlar.

Lâik Atatürk Cumhuriyeti karşıtları her yerde var. “Ezber” diye tutturan koronun üyeleri medyanın etkin noktalarında, üniversitelerde, kimi kuruluşlarda, kurumlarda çattıkları devletin olanaklarını kullanıyorlar. Avrupa uşaklığında yarışarak yol alıyorlar. Bilgisizlikleri de sırıtıyor. Anayasa’yı ilgili yasaları ve bunları düzenleyenleri suçlayacak yerde uygulayıcılarına sataşıyorlar. Kimileri de bilim adamı olacak. Ne günlere, kimlere kaldık.

2005 yılı biterken IMF’na olan borç tutarımız 16,5 milyar dolara dayandı. Cari işlem açığı sürdükçe borçlanma ve IMF ilişkisi sürecek, yakınmalar artacaktır. Ankara Belediyesi’nin bayanlar lokalleri dolup boşalıyormuş ama bir tek Atatürk fotoğrafı yokmuş. Belediye parasıyla oy toplama çabaları sürerken lokaller yoluyla bayanları Atatürk’ten uzaklaştırmak sorumluluğu ağırlaştırmaktadır.

Kubilay’ı ve 1915 Sarıkamış şehitlerini anmak bağımsızlıkla başlayan Atatürk bilincinde yoğunlaşmaktır. İktidarın inandırıcı olmayan iletileri dışında halkımızın ilgisi umut vericidir.

Okuyucularımıza Atatürk aydınlığında yeni yıl dileklerimi sunuyorum.


http://www.turksolu.com.tr/98/index.htm

***


MAŞALAR,

MAŞALAR,


Yekta Güngör Özden
12.03.2007


Türkiye’mizin içten çökertilme, dıştan kuşatılma çabalarıyla karşılaşması yeni değildir. İçimizdeki elverişli kimselerin yabancı yatkınlığı, patron yalakalığı, para ve ün düşkünlüğü, değişik ruhsal ve beyinsel bozuklukları, ahlâksızlıkları, yandaşlıkları, özetle niteliksiz ve kişiliksizliği kötü amaç taşıyanlara güç vermektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin ayırdında olmayan, ulusal kimliğiyle yurttaşlığını yadsıyan, yabancıların yüzyıllardır sürdürdüğü oyunları alkışlayan, kendi değerlerine ve varlıklarına sahip çıkmayan, sömürüden teröre her kötülüğe araç durumuna düşen “yaratık”lar oldukça sorunlar azalmayacak, artacaktır.

ABD Dışişleri Bakanı “Kürdistan” sözünü “coğrafya bölgesi” amacıyla kullandığını söyleyerek düzeltme yaptığını sanıyor. İster siyasî, ister coğrafî hiç farketmez. Kürt devletini yerleşim yerlerinin altyapılarıyla birlikte oluşturduklarını bilmeyen kalmadı. Verdikleri sözleri tuttular mı? Terör örgütüne karşı, bu maşaları destekleyen Irak’ın kuzeyindeki kürtlerin kışkırtıcı sözlerine karşı tepkileri oldu mu? Hayır.

İzmir’de Batı Anadolu Sanayici ve İşadamları Dernekleri Federasyonu’nun düzenlediği “Müzakere Süreci ve Sivil Toplum Kuruluşları” konulu etkinlikte konuşan Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk “Türk Silâhlı Kuvvetlerinin lâiklik konusunda taraf olmaması gerektiğini” söylemiş. Niçin ve kimlere güvenerek? Cumhuriyetin temel niteliklerinden en önemlisi lâikliğin önemini ve anlamını, Türkiye yönünden özelliklerini bilmemesi düşünülemez. Amaçları, Türkiye’yi karıştırıp avuçlarında balmumu gibi biçim verecekleri yönetimlerle teslim almak. Din ve mezhep kavgalarının ülkeyi nereye sürükleyeceği açık. Aşiret ve tarikat etkinliğinin, kadrolaşma ve partizanlığın ne boyutlara vardığı çok belirgin. Demokrasi ve insan hakları sömürüsüyle tüm kötülükleri dayatıp Sevr’le alamadıklarını elde etmeye çalışıyorlar. İşin üzücü yanı bu ölçüsüzlüklere etkin bir yanıtın ulus temsilcilerince verilmemesi.

Bu arada ABD Senatosu Dışilişkiler Komisyonu Türk Ceza Yasası’nın 301. maddesinin kaldırılması ve Hrant Dink cinayetinin kınanması doğrultusunda karar tasarısını görüşüyor. ABD’nin kendi içinde ve dünyada yaptıkları-yapmakta olduğu kınanacak olaylar için ne yapılıyor? Hiç.

Tersine gidişler

Kaç kez söylendi, yazıldı, anlamak istemiyorlar. Hâlâ “28 Şubat askerî müdahalesi” diyorlar. Lâik cumhuriyet ve Atatürk karşıtları da alanlara dökülüp 28 Şubat’ı kınıyorlar. Hiçbir zaman askerî müdahaleden yana olmadık. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 için konuşup yazdıklarımız, yaptıklarımız ortada. Demokrasiyi kötüye kullananlardan da değiliz. Ancak, Anayasa’nın 118. maddesine göre toplanıp karar alma neden müdahale olsun? Alınan ve hükûmete iletilen kararların hangisi yetki ve görev dışı? Başbakan ve Kurul üyesi Bakanlar niye imzaladılar? Silâhlı Kuvvetlerin duyarlığını, ilkelere özenini müdahale sayan kafalar neyi kavrayabilir? Zorla imzalatılmadı, kurul görevini yaptı.

Yassıada Yüksek Adalet Divanı Salim Başol’un sözlerini çarpıtan bir gazeteci Ankara Asliye 2. Ceza Mahkemesi’nde cezalandırıldı. İncelenen tutanaklar Salim Başol’a yüklenmek istenen anlamda konuşma geçmediğini gösterdi.

Atatürk’ün 6 Şubat 1933 Bursa konuşması gerçeği Ankara 5. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 1967/67 sayılı dosyasına konu olan dâvada doğrulandı. Bu anlamlı konuşmanın amacını değerlendiremeyenler “Uydurma-yakıştırma” diyerek lâiklik özenine karşı çıkıyorlar. Konuşmanın son tümcesi (Ankara Yıldırım Beyazıt Alanı’ndaki Atatürk Anıtı’nın duvarında) “Türk Genci rejimin ve inkılâpların sahibi ve bekçisidir” açıklığıyla görevi bildirmektedir. Anıt 29.10.1953’te benim yönettiğim törenle açılmıştı.

ABD Dışişleri Bakanı’nın, Barzani’nin “Alışsınlar” dediği gibi alıştırmak için olacak kullandığı sözcüklere, You Tube adlı internet sitesine Yunanlıların gönderdiği video görüntüleriyle sergilenen terbiyesizliğe, iktidar partisinden bir Belediye Başkanı’nın fıkrayla yaptığı saygısızlığa bir şey demeyip fırsat saydıkları her durumda Atatürk’e ve Atatürkçülere saldırması düşündürücüdür. Apo’nun zehirlendiği yalanını yayanlara da değinmiyorlar.

12 Eylül’de Devlet Başkanlığını üstlenen Kenan Evren düşünmeden, yeterli bilgileri edinmeden, sanırım biraz da ilgi çekmek ve destek almak için kullandığı “Eyalet” sözcüğünü bir öneri olarak incelemek yanlıştır. Böyle bir söz ciddiye alınamaz. Anayasa’nın 128. maddesini, amacı başka Bölge Valiliği’ni aşan görüşler yalnızca Türkiye karşıtlarını sevindirir. Evren’i karalayıp kötüleyenlerin, ağır saldırılarda bulunanların şimdi “Cesaretli, yürekli, akıllı, ileri görüşlü, erdemli...” nitelemelerini, hele Apo’nun “Askerî dehadır” övgüsünü duyunca söylenecek söz bulmak güçleşiyor. Evren’i kimlerin bu nedenle desteklediğini, övdüğünü, alkışladığını, kimlerin Evren’e katıldığını görünce herkes her şeyi daha iyi anlıyor, bir şey demeye gerek kalmıyor. Büyütmeye değmez. Onun konuşmalarına şimdilerde birinci sayfalarında yer verenler, telefon sohbetlerine girenler sevdiklerinden değil, söyledikleri işlerine geldiği için yakın duruyorlar. Bir tür karşılıklı kullanılma var. Türklüğünden kuşkuya düşülecek kimilerinin hemen sarıldıkları söylemiyle Evren’in onların özlediği amacı taşıdığını da sanmıyorum.

Kimi gerzekler zaman zaman, hiçbir şey yokken bana çatar. Bir gazete, bir üniversite senatosunun bana verdiği Onursal Doktora ünvanı nedeniyle Apo’yla karşılaştırdığı için mahkûm olmuştu. Kendi gazete ve dergilerinde yazanlara, neler yazıldığına bakmayan, kimi çirkinlik ve sakıncaları düşünce özgürlüğü diye savunanlar hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir bağlantım, görevim ve akçalı ilişkim olmadan, özgürce kendi görüşlerimi yazdığım TÜRKSOLU’nda topluma hizmet çabamı sürdürmeme katlanamıyor. Tümüyle soyut “Demokratik sol” deyişine katılıp Türk’ün solunu yadırgayanlar çıktığı gibi, TÜRKSOLU’na kızıp bana sataşanlar da oluyor. Ben, onların yayın organlarında yazan kimilerine kızıp sahiplerine ve yönetmenlerine saldırmıyorum. Ama onlar utanmadan, sıkılmadan, yakınlarının özür yemeği verdiklerini, patronlarının yanında eleştirilerime sessiz kalışlarını, 44,5 yıl devlet hizmetinden sonra üç üniversitede çalıştığımı, sekiz üniversite senatosunun onursal doktora ile ödüllendirdiğini, 50 yayında imzam bulunduğunu, kimi antolojilerin bana yer verdiğini (hiçbir savım ve istemim olmadan), ilk şiirimi 1950’de yayımladığımı, yıllarca tanınmış sanat dergilerinde şiirlerimin yayımlandığını, gazetelerde yazılarımın yayımlandığını, öğretmenliğimi, öğretim görevliliğimi, başkanlıklarımı bilmezler, bilmezlikten gelirler. Kendilerinde bir şeyler bulunduğu kuruntusuyla başkalarını küçük görüp aşağılarlar. Bunlara aldırmam. 12 Eylûl döneminde bir büyük gazeteye istekleri üzerine imzasız iki başyazı yazdım. Cumhuriyet gazetesinde 30-35 yıl ikinci sayfada önemli günlerde yazılarım yayımlandı. Benim içtenlikli yurtsever davranışlarla katkıyı görev saydığım günlerde şimdi beni eleştirmeye kalkışanlar ya ilkokuldaydı ya da yurtiçinde ve dışında sakıncalı ilişkiler içindeydi. Bunlar İstiklâl Marşı’mızın parti genel kurullarında söylenmemesinin çocukça gerekçelerine, Türk Bayrağı asılmamasının nedenlerine, kendi yayın organlarındaki Atatürk düşmanlıklarına ve çirkinliklere, medyaya baskı ve sansür olaylarına, fetva ve ferman girişimlerine, bölücülüğe, yıkıcılığa, rüşvete, ahlâksızlığa, seçim oyunlarına ve oy avcılıklarına bakmazlar. Hukuka, yargıya saldırılara, yargıçlara yönelik eylemlere duyarlı değillerdir. Böyle kişilerle görüşmek, tartışmak, bunlara aldırmak boşunadır. Görevdeyken bir milletvekili sataştığında “Her havlamaya kulak versem yolda yürüyemem” demiştim. Terbiyesini yitirenlere, kişiliğe saygı duymayanlara, yaraşır oldukları kınama ve niteleme sözcükleri benim dilime yakışmaz. Anlamadıkları karşıoyları bile yanlış yansıtıp kötülemeye çalışıyorlar. Neyse ki çoğunluk kimin ne olduğunu biliyor. Önemli olanı da halkımızın sevgisi, saygısı ve güvenidir. Başka bir şeye gereksinim duyurmuyor. Terbiyesizler için terbiyemi bozmuyorum. Kendimden söz etmeyi sevmediğim için üzülerek ve zorunlulukla bu kadar değiniyorum.

Cumhurbaşkanı seçimi söylemleri, siyasal parti ilgililerinin, karşılıklı atışmasıyla sürüyor ve giderek sertleşiyor. Türkiye Barolar Birliği’nin konuyla ilgili etkinliğinde de değinildiği gibi toplantının açılışında gözetilecek sayı, toplantı yeter sayısı ile karar yeter sayısı karıştırılmaktadır. 184 milletvekili toplantının başlaması için, sandıkta 367 oy da oylamanın yapılmış sayılması için zorunludur. Bu sayı bulunmadan ikinci oylamaya, üçüncü oylamaya geçilemez. 276 bulunmadan da üçüncüden son oylamaya geçilemez. Özetle bir kez daha değinmiş olduk.

Yazımı tamamlarken gelen bir soruya verdiğim yanıtı kısaltarak alıyorum: Müstear (başka, değişik) adla yazı yazmadım. Yazıişleri müdürlüğü yaptığım Devrim Gençliği Dergisi’nde (1952-1954) aynı ad usandırıcı olmasın diye şiir ve öyküde başka adları kullandım. Yazılarımdaki “Gün-Öz” müstear değil, kısaltılmış addır. Müstearda gizli tutmak, tanınmamak ya da sahibinin yeğlediği bir amaç vardır. Benim adım da soyadım da açıktır. Bunlar benim kişisel simgem ve onurumdur. Onurdan, kişilikten anlayanlar ve bu değerleri taşıyanlar için bir anlamı olmak gerekir. Beni sapkınlarla karşılaştırıp onlardan küçük görenlerin ne olabileceklerini okuyucuların takdirine bırakıyorum.


http://www.turksolu.com.tr/130/ozden130.htm

***


Hababam Siyaset,



Hababam Siyaset,


Yekta Güngör Özden
24.01.2005/Sayı:74

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların yeni dönemin ilk siyasal kuruluşu olarak tarihe armağan ettikleri Cumhuriyet Halk Partisi yaşamının en kritik günlerini geçirmektedir. 1999 seçimlerinde Meclis dışında kalan CHP 2002 seçimlerinde ana-muhalefet partisi durumuna yükselmiş ama içindeki fırtına hiç dinmemiştir. Partisini Meclis dışında bırakan lider başka demokrat ülkelerde yönetim dışına, parti dışına atılırken ya da daha önce kendisi çekilerek siyasal terbiyenin en doğal gereğini yerine getirirken ülkemizde söz vermesine karşın yerini yenilere, gençlere, yeterli-yetkinlere bırakacak parti liderine güç rastlanmaktadır. CHP Atatürk ilkelerini özetle simgeleyen Altı Ok konusunda son yıllarda gereken duyarlık ve özeni göstermemiş, günümüz Başbakanının bugünkü konuma taşınmasında destekçi olmuş, Irak’a asker gönderme tezkeresi ve çok belirgin Anayasaya aykırılıklar dışında gücünü ortaya koyamayarak anamuvafakat partisi durumuna düşmüştür. İktidar Partisi tüm ılımlı yaklaşımlara karşın “dikensiz gül bahçesi” aradığından, Başkanlık sistemi tartışmalarıyla diktasını iyice pekiştirmek istediğinden CHP’nin büsbütün çökertilmesini istemektedir. ABD, Irak tezkeresini TBMM’nde reddedilmesini içine sindirememiş, bunun öcünü almak isteğiyle CHP’nin karşısındadır. Ilımlı İslam projesi, Büyük Ortadoğu Projesi, faşist, şeriatçı ve Osmanlı yatkını işbirlikçilerle kürtçülerin desteğinde ısıtılmaktadır. Bu işbirlikçiler de Padişah- halifenin alaşağı edilerek lâik cumhuriyet kurulmasına katlanamadıklarından değişik nedenlerle CHP’ne karşıdır. Demokrasiyi yanlış yorumlayan, ABD ilişkileriyle etkisi belirgin kimileri de parti disiplinine aldırış etmeden ayaklanmışlar, şimdiki liderin olumsuzluklarından yaralanıp kendilerine yer açılmasını istemektedir. Bir tür kargaşa ortamında yol alınmaya çalışılmaktadır. Atatürk milliyetçiliğini yadsıyanlar, ABD ve AB dayatmalarına başeğen ödüncüler, sözde solcular kavgaya tutuşmuş görülmektedir. Kuruluş felsefesinden, geçmişinin onurlu yükselişinden, lâik cumhuriyetin temelindeki çabalarından, varlık nedeni Atatürk ilkelerinden, günümüzdeki iç ve dış dayatmalar karşısında Müdafaa-i Hukuk ruhuyla çalışma ülküsünden söz edilmemektedir. Tersine, ödünlü açılımlar dillendirilmekte, milletvekili ve yerel seçimlerde partiyi başarısız duruma düşürenler akıl vermeye kalkışmaktadır. Anlaşılan, ABD’nin ve AB’nin isteklerini yerine getirmeye hazır iktidarı güç durumda bırakacak bir muhalefet istenmediğinden CHP’nin üzerine gidilmektedir. Sağduyu egemen olmaz, demokratik yaşamın gereklerine önem verilmez, parti içindeki didişme öbür partileri sevindirecek biçimde sürerse yeni oluşumlar kaçınılmazdır. CHP’ne yazık olursa Türkiye’ye de yazık olacaktır. Gerçek CHP’lilerin çok iyi düşünerek olağanüstü kurultayı partiyi düzlüğe çıkaracak biçimde sonuçlandırmaları gerekmektedir.

İktidar inadı

AB’ne girmek için yanıp tutuşan, bu yüzden başka hiçbir şeyi gözü görmeyen iktidar Avrupa ülkelerindeki uygulamalara aldırmadan sıkmabaş ve sekiz yıllık zorunlu kesintisiz eğitim konusundaki inadını hukuk tanımazlıkla sürdürmektedir. Millevekili olarak içtikleri andda geçen Atatürk ilkeleri ve laiklik kavramlarını unutup kendi dinsel inançlarını devlete dayatmak isteyen kimi yetkilileri bir hukuk öğrencisinin bile hemen söyleyeceği gerçeklerin tersine yorumlar, öneriler ve buyruklarla özlemlerini gerçekleştirmek çabasındadır. Anayasa Mahkemesi’nin önüne gelen kanunda olamayacağını karara bağladığı husus o konuyla ilgili Anayasa kuralı değiştirilmeden yasayla yaşama geçirilemez. Bu konuda ayrı, özel bir yasaklayıcı kuralın bulunması Mahkeme kararı varken koşul değildir. Anayasa Mahkemesi’nin sıkmabaşın kullanılmayacağını ilşkin iptal kararıyla, bu kararın öngördüğünden başka uygulama yapılamayacağı vurgulamasıyla verdiği yorumlu red kararından sonra yandaşlarıyla seçmenlerinin bir kesimini mutlu olmak için ülkede kargaşaya neden olmanın anlamı yoktur.

Irak sorunu

Irak’ta giderek şiddetlenen olaylara karşın seçimlerin yapılması, seçime katılacak kuruluşlar arasında terör örgütlerinin partilerinin yer alması, kürtlere ayrıcalıklı davranış, Türkmenlere haksızlık iktidarı güçsüz çıkışlarıyla çözümlenemez. Irak’ın kuzeyinde yuvalanan terör örgütü militanlarının etkisiz duruma getirilmesi ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Orgeneral John Abizaid’in Ankara ziyaretindeki sözleriyle çıkmaza girmiştir. PKK-Kongra Gel örgütüne dokunmaktan kaçınmak da onları korumak demektir. İktidarı uyaracak, dikkatli olmasını isteyecek bir sesten yoksun kalan Türkiye yazgısına terkedilmiş gibi siyasal olumsuzlukların izleyicisi konumuna düşmüştür. Doğu sorunu da ısıtılan, baskı öğesi biçiminde kullanılan siyasal araçlardan biridir. Kürtçülerin çabaları son DEHAP Kongresi’yle tepki almıştır. İstiklal Marşı’nın söylenmediği, terör örgüt başının övgülerle anıldığı Kongrenin partisi Türkiye’nin partisi olamaz. Önceleri de yazdığımız, sık sık yinelediğimiz gibi kürtçülerin amaçları açıktır, vazgeçmeleri, düzelmeleri sözkonusu değildir. Ayrı ulus adı, federasyon yapısından sonra giderek bağımsızlık ve toprak koparmak dış destekli belirgin hedefleridir. Sorunlar, özgürlükler vd. laftır. Ülkemizde yalnız onların değil, her yurttaşın sorunu vardır. Onların “sorunlar” sözcüğüyle kapalı biçimde anlatmak istedikleri ayrılık, bölünme, Türkiye Cumhuriyeti’ni Sevr’e geri çevirmektir. Ermeni savları da bu nedenle şişirilmektedir.

IMF

Uluslararası Para Fonu (IMF) yeni stand-by düzenlemesi öncesinde Türkiye’nin yapması gereken çalışmaları gündeme getirmektedir. Üç yıllık yeni stand-by düzenlemesiyle öngörülen 10 milyar dolar kredi için yeni koşulların gelir yönetimi, bankacılık ve sosyal güvenlikle ilgili yasaları amaçladğı duyulmaktadır. Rakamlarla, sayılarla halkı oyalayarak enflasyonun düştüğünden sözedip geçim güçlüklerine çözüm bulamayanları ekonomik darboğazlar beklemektedir. Paranın değerinde hiçbir değişiklik olmadan, adeta gizli devalüasyonu anımsatan sıfırlarla oynama pahalılığı indirmemiş, alım gücünü arttırmamış, tersine yuvarlama oyunlarıyla alıcının zararına olmuştur. Merkez Bankası’nın uyarıları, önlemleri biraz yatıştırıcı olmakla birlikte gelir dağılımındaki adaletsizlik, ücretlerdeki dengesizlik, enflasyon karşısındaki yetersizlik yaşam koşullarını ağırlaştırmakta, giderek artan işsizlik tehlikeler çağırmaktadır.

Kimi olaylar

Irak’ta Mahmur Kampı’nda yaşayan yurttaşlarımızla gereken düzeyde ilgilenilmemesi yakınmalara neden olmaktadır. Terör örgütünün baskısı altında yaşayan yurttaşlarımızla ilgili sorunlar halkın gözünden kaçırılmaktadır. İskeçe Türk Birliği’nin, adındaki “Türk” sözcüğü nedeniyle kapatılmasına ilişkin Yunan yargısının gülünç gerekçesi de bizim yurtsever(!) ve demokrat(!) medyamızda gereken ilgiyi görmemiştir. Türkiye’de azınlıklara yaklaşımın değeri her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. AB’nin sessizliği de ilginçtir. Her konuda Türkiye’yi eleştirip tazminata mahkum eden kuruluşlar Yunanistan için üç maymunu oynamaktadır.

Başbakanın eşine verilen “hediyeler”le askerlere yönelik suçlamalar Kurban Bayramı öncesindeki ülke gündeminin öndeki maddeleridir. Kişisel yaklaşımlar, özel ilişkiler dışında resmiyet kapsamındaki armağanların tartışılması doğaldır. Getirilecek ölçütler, kişilerin konumu ve olaylar içindeki durumu önemlidir. Suçlamaya varan eleştiriler de, verilmeye çalışılan yanıtlar da uygun olmamıştır. Devlet adamlarının, resmi görevlilerin kendilerinin ve yakınlarının alıp verecekleri armağanlar konusunda duyarlı olmaları gerekir.

İktidar yetkililerinin dokunulmazlık konusu onlarca dosyasını bırakıp askerlere olur olmaz nedenlerle yöneltilen suçlamalar düşündürücüdür. İlişkilerde çok dikkatli olmak gerekirken gelişigüzel davranmak da, nedensellik bağı ve kanıt varlığı gözetilmeden suçlamak da çok yanlıştır. Kurumların yıpratılması, özellikle Silahlı Kuvvetler’e ilişkin kuşkulara neden olması ülkeye verilecek en büyük zarar sayılmalıdır. Olanı bırakmak gibi olmayanı gündeme taşımak da sakıncalıdır. Haksızlıkların ve yolsuzlukların üstüne gitmek ne kadar zorunlu ve yararlı ise haksızlığa neden olmak da o kadar kötüdür.

Ulus yapısı içinde “cemaat” yapılanması dinsel ayrılıklara çatı aranmasıdır. Söyleşilerle aklanma çabaları sürdürülen şeyh yakıştırmalı kimilerinin verebilecekleri hiçbir şey yoktur. Türkiye’yi kullanmaya çalışan dış güçlerle aramızdaki işbirlikçilerini ılımlı İslâm, alımlı sıkmabaş, çalımlı siyasetçilerle bizi nerelere götürmek istediklerini anlayamamışsak vay halimize. Eğitimsizlik, bilgisizlik, görgüsüzlük, yaradılış bozuklukları, duygusallık ve başka nedenlerle birleşemeyen, birleşmeleri engelleyen sözde aydınların sergilediği ilkellik yaşanan olumsuzlukların başlıca nedenidir. Kendi aralarında kavgaya tutuşanları dışarıdakiler her zaman yener. Atatürkçe düşünüp Atatürkçü olma savları asla inandırıcı olamaz.


http://www.turksolu.com.tr/74/ozden74.htm


***

Dostlarımıza Teşekkür,


Dostlarımıza Teşekkür, 


İçişleri Bakanlığı’na Uyarımızdır,

Atatürkçü Gençlere vahşi saldırı

TÜRKSOLU’na yönelik bölücü terör saldırısı 5 Mayıs günü Yıldız Teknik Üniversitesi’nde yine işbaşındaydı. 200 kişilik saldırgan güruh, ellerindeki döner bıçakları ve satırlarla 30 Atatürkçü gence hunharca saldırdı. Saldırıda 25 Atatürkçü genç yaralandı.

Bu vahşi saldırı nedeniyle TÜRKSOLU’nu bir hafta önce çıkartıyoruz.

Gönül isterdi ki gazetemizi erken çıkartmamızı gerektirecek mutlu gelişmeler olsaydı da onları duyurmak için böyle bir zorunluluk hissetseydik.

Saldırı sonrası özellikle Hürriyet gazetesi öncülüğündeki medya PKK saldırısını gizleyerek yaralı Atatürkçü gençlere ikinci bir saldırı başlattı.

Gazetemizin bu sayısında yaşanan olayların aslını ortaya koyuyoruz. Aynı zamanda tarihe belge bırakıyoruz. Bu ülkede Atatürkçü gençler satırlarla doğranırken, kimlerin sevinç çığlıkları attığını, kimlerin Atatürkçü gençlerin yanında yer aldığını herkes görecek.

Saldırı sonrasında bizleri telefonla arayan, internet yoluyla mesaj yollayan, bürolarımıza gelerek destek olan tüm okurlarımıza teşekkür etmek istiyoruz.

Bu saldırı bizler için karagün dostlarını tanıma fırsatı vermiş oldu. Burada bazı dostlarımıza çok değerli yardımları dolayısıyla özel teşekkürlerimizi de sunmak istiyoruz.

Teşekkürler

Öncelikle yaralı arkadaşlarımızın tedavisi için uğraşan, bir doktorun çok ötesinde bir yardım sağlayan Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Sebati Özdemir’e, yine aynı üniversitenin Nöroşirurji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Cengiz Kuday’a,

Saldırıyı duyar duymaz yanımıza, yardımımıza koşan yazarımız Bedri Baykam’a,

Yine aynı şekilde hemen yardımımıza koşan yazarımız ve Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi Genel Başkanı Yekta Güngör Özden’e ve onun şahsında tüm CDP örgütlerine,

Saldırı sonrası tüm Atatürkçü kamuoyunu harekete geçiren, aynı zamanda gerek yaralı arkadaşlarımızın gerek gözaltına alınan arkadaşlarımızın hukuki sorunları ile ilgilenen Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Halil İbrahim Şahin’e ve onun şahsında tüm ADD şubelerine,

Değerli aydınlarımız ve yazarlarımız, Öner Yağcı’ya, Doç. Yıldız Sertel’e, Prof. Dr. Cihan Dura’ya, Yılmaz Yeşildağ’a, Mustafa Aykut Akşit’e, Zafer Temoçin’e,

Emin Sami Arısoy’a

İstanbul Barosu’na ve avukat Ayşe Eren’e,

Avukat Zeki Hacıibrahimoğlu’na,

Sevgi Erenerol’a,

Yurt Partisi Genel Başkanı Saadettin Tantan’a,

yaralı arkadaşlarımızın ailelerine,

gösterdikleri büyük dayanışma için teşekkür ederiz.

İstanbul Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi rektörlüklerini kınıyoruz

Saldırı öncesi ve saldırı sonrasında uyarılarımıza rağmen gereken önlemleri almayan, Atatürkçü gençlerin bu pusuya düşmesine göz yuman gerek İstanbul Üniversitesi gerekse Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörlerini ise kınıyoruz.

Okullarındaki Atatürkçü gençler satırlarla doğranırken sessiz kalan bu bayları, kendi vicdanları ile başbaşa bırakıyoruz.

İçişleri Bakanlığı’nı uyarıyoruz

Bu arada bir konu hakkında İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nü uyarıyoruz:

İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından gözaltına alınan arkadaşlarımıza, gözaltında, olayla hiçbir ilgisi olmayan bir sorgulama yapılmıştır.

Atatürkçü gençlerin, gazetemizin okurlarının fikirlerinden dolayı sorgulanması Türkiye için utanç vericidir. TÜRKSOLU yayın çizgisiyle, yazarlarıyla, verdiği mücadeleyle kimliği ortada bir gazetedir. Gazetemizin Atatürkçülük anlayışını sorgulamak Emniyet Teşkilatının vazifesi değildir. Ne zamandan beri bu ülkede yasal gazetelerin yayın çizgisi ve ideolojisi Emniyet tarafından denetlenmeye başlandı?

Üstelik bu kadar da değil.

Yasal Atatürkçü Düşünce Kulüpleri bu sorgulamada hedef alınmıştır. Atatürkçü Düşünce Kulüplerinden yasadışı bir örgüt yaratmak ya da o yolda çaba göstermek, son derece provokatif bir tavırdır. Emniyet Genel Müdürü’nü uyarıyoruz: Ülkemizin yasal öğrenci örgütlenmeleri ve bunlara bağlı üniversite öğrencilerini illegal örgütlenmeye çekmeye çalışmak, bu yolda baskı uygulamak, teşvik etmek son derece tehlikeli bir iştir. Sorgulamada bulunan Emniyet Mensuplarına gereken uyarılar derhal yapılmalıdır.

TÜRKSOLU ne yasadışı terör örgütlerinin, ne de Emniyet içindeki tertipçilerin bu tür oyunlarına gelmemeye kararlıdır. Bu yolda çaba harcayacaklar, boşa çabalarlardır.

Gerek Atatürkçü Düşünce Kulüpleri gerekse TÜRKSOLU yasal haklarını bilmektedir ve bu yasal haklarını sonuna kadar kullanacaktır. Bizleri yasadışı işler yapmaya zorlayanlar her kim olurlarsa olsunlar yasadışı işlerle uğraşmaktadırlar ve bu kimseler hakkında derhal yasal yollara başvuracağımızı buradan ilan ediyoruz.

Cumhuriyet Başsavcılığı’nı gereken duyarlılığı göstermeye davet ediyoruz. Ülkenin yasal düzeninin ve işleyişinin korunması savcılarımızın görev alanı içindedir.

Atatürkçü gençlere geçmiş olsun

Gazetemizin herşeyi Atatürkçü gençlere de buradan geçmiş olsun diyoruz.

Verdikleri vatan savunmasını, büyük milli mücadeleyi gururla izliyor ve takdir ediyoruz.

Türkiye’nin size ihtiyacı var; Aynen devam edin...


http://www.turksolu.com.tr/30/tesekkur.htm


---


HİÇ,


HİÇ,



Yekta Güngör Özden
03.05.2004/Sayı:55

 Atatürk Cumhuriyet’ini yıkma yarışında dış düşmanları geçen iç düşmanlar ne derlerse desin görünen köy kılavuz istemiyor. Kaldı ki böyle kılavuzlara da gerek yok. Ne oldukları, ne istedikleri, kimlere ve nasıl hizmet ettikleri çok belli. Yalan-dolan, abartı, arsızlık, yüzsüzlük, pişkinlik, sırıtma, pis dalkavukluk. Bilgisizlikle yoğunlaşan ahlâksızlık. Çıkar amaçlı düşüklük ve yanlılık. Paralı askerler türü bağımlılık. Bozukluklarının kanıtı saldırganlık. Bir şeyler söyleyip yazdığını sanan, oturtulduğu medya köşesinde verilen talimatları yerine getirdiği ölçüde şımartılan “karışık karıştırıcılar” gerçekleri tersine çevirerek okuyanları, izleyenleri aldatıyorlar. Bu hengâme içinde doğrunun, yararlının ne olduğunu ayırt etmek güçlüğünü çeken seçmen şaşkın. Yıllardır “evet” denilmesi için, her yolu, her yöntemi deneyen, para musluklarını sonuna kadar açan, siyasal baskıların en ağırını uygulamaya geçiren AB ve ABD’nin çabalarına karşın alınan sonuçlar bağımsızlığı, özgürlüğü, egemenliği, güvenliği ve onuru savunanları haklı çıkarmıştır. Bunca yüklenmeye karşın KKTC’de “evet”lerin %90 olması gerekirdi. Demek ki usunu kullanan, varlığının nedenini bilen, geleceğini güvenceye almaktan vazgeçmeyen karakterli, onurlu, değerbilir insanlar tükenmedi. “Hayır” diyenleri çözüm karşıtı olmakla suçlayan bilirbilmezler var. Kimse çözümsüzlüğü savunmuyor, istemiyor. İstenen, ezilmeden, erimeden, eğilmeden, eşit, onurlu, güvenceli biçimde Kıbrıs Devleti’nin asıl öğesi olmaktır. İsveç görüşmelerini, Annan’ın İngiltere kaynaklı ABD destekli amaçlı planını Lozan’la karşılaştırmak, Lozan’da ver-kurtulculuk oynandığını söylemek çirkinliğine, aymazlık ve sapkınlığına düşenler, ne dediklerini bilmeyen bağnazlardır. Bir yaşlıya, bir büyüğe, bir devlet başkanına nasıl hitap edileceğini bilmeyecek ölçüde gözü dönen, terbiyesini yitiren patron maşalarının kullandığı sözcükler, okuyanları tiksindirmektedir. Aynı yayın organında birbirinin tersi yazılar, düşünce özgürlüğünün değil, medya çarpıklığının göstergesidir.

Kıbrıs sınavı

Kıbrıs konusunda söylenecek o kadar çok şay var ki, sıralamakta, doyurucu düzeyde belirtmekte güçlük duyuyorum. Ancak Kıbrıs olayları çok kişi ve kuruluş için gerçek bir sınav oldu. TBMM, Cumhurbaşkanlığı, Milli Güvenlik Kurulu, Bakanlar Kurulu, siyasal partiler, demokratik kitle örgütleri, medya başta olmak üzere, kimin ilkeli, tutarlı, kararlı, etkin ve içtenlikli olup olmadığı daha iyi anlaşıldı. Özellikle Genelkurmay Başkanı’nın okuduğu ve konuştuğunun birbine bağlantısı unutulup değişik görülmesi, yansız görünme özeni ile yeterli açıklıktan yoksun bulunması, Cumhurbaşkanı’nın kimi yetkilerini kullanmaya gerek görmemesi sürekli tartışılacak ve sık sık anılacaktır. Düş kırıklığı, umutsuzluk, güvensizlik artmaktadır. Anlamsız ve aşırı hoşgörü demokratlık değildir.

Dayatmalı oylamanın sonuçlarını iyi değerlendirmek, gerçekçiliği elden bırakmamak gerekmektedir. Kanımca “hezimet” sayılması gereken sonucunun “zafer” gösterilmesi aldatmacanın âlâsıdır. Hem de dik âlâsı. Oylama sırasında bile rumların yeni kazanımları Plan’a ekletip işlettikleri gerçeği karşısında Kıbrıslı Türklerin ne aldığı, ne kazandığı hiç sorgulanmamıştır. Durumları iyiye mi, kötüye mi gitmiştir, içtenlikle ilgilenen olmamıştır. Tüm çabalar, AKP iktidarının bir şey yaptığı, bir şeyler kazandırdığında yoğunlaşmış, odaklanmıştır. Siyasal gösteri için Kıbrıs gözden çıkarılmıştır. Bunun da asıl nedeni AB’ye girme yolunun açılmasıdır. Oysa şimdiye kadar nasıl oyalamışlarsa bundan sonra da öyle oyalayacaklar, yeni bahanelerle yeni ödünler koparacaklardır. Şimdi KKTC’ye ekonomik destek, ambargonun gevşetilmesi, AB bürosu açmak gibi etkisiz göstermelik yaklaşımlar, çoğu boş sözler rüzgârı estirilmektedir. KKTC’nin tanınması gibi bir aşama asla gündemde yoktur. Kıbrıs’ta toplam %89.1 “evet” oyuna karşılık %110.9 “hayır” oyunun çıkması rumların istediği doğrultuda sonuca gelindiğini göstermektedir. Asla unutulmamalıdır ki, rumlar birleşmeyi istemedikleri gibi Türklerin adada bulunmasına da katlanamamaktadır. Megali İdea’dan, Enosis’ten vazgeçmeleri olanaksızdır. AB dağılırsa Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması ilkedir. AB üyeleri ve ABD açıkça ve çok yanlı biçimde Yunanistan’ı tutmakta bu nedenle Kıbrıs’ın acı gerçekleri gözardı edilerek yapay ve yararsız bir birliktelik için uğraşılmaktadır. KKTC iktidarı Türkiye Cumhuriyeti’ni istememekte, rumlara, Yunanistan’a bağlılık ve bağımlılığı yeğlemektedir. Tüm sorun, çıkarda düğümlenmektedir. Türkiye’nin güvenliği kimsenin umurunda değildir. Tek rum devleti oluşturmak, Kıbrıs’ı Yunan adasına çevirmek çabası açıkken tehlikeleri önleyen, erteleten, evetçileri kurtaran, hayırcılar oldu. Geçiş düzenlemesi, para yardımı, tüzük değişikliği, sınır belirlemesi de rumların aldıkları yanında bir hiç.

Sözde dostlar

Türkiye’den beklentileri nedeniyle arada sırada gülümseyen sözde dostların sözleri de inandırıcı değildir. Aldatıldıklarını açıklamalarına karşın rumları antlaşmalara aykırı biçimde AB’ye alanların sınırlı tepkisine rumlar gülüp geçmektedir. Onlar için değişen bir şey yoktur. “Hayır” demekle kendi ayrıcalıklarını vurgulamışlar, dış baskılara boyun eğmediklerini, istemediklerini kabul etmeyeceklerini göstermişler, onurlu davranmışlardır. M. A. Talat yönetimi ödünler vermiş, vereceğini göstermiş, yalvar yakar olmuş, rumların yararına Türklerin zararına her maddeye katlanmış, aldatıcı reklamlar ve ısmarlama toplantılarla oy artırmaya çalışmış, çıkar için Plan nasıl olursa olsun kabul edeceklerini açıklamış, sonuçta yalnız, elleri boş kalmıştır. Rumların bile istemediğine razı olarak ezilip büzülmüştür. AB’nin, ABD’nin çabaları barış için değil, yeni haçlı seferinin başarısı içindir. Adaletsiz, haksız, yanlılığı çok belirgin plan ve dayatmalı referandumu desteklemek başka anlama gelemez. Şimdi yeniden referandum çıkışları duyulmaktadır. Sözde dostlara asla güvenilmez. Hukuka uygunluğu gözetmeden neler önerecekleri belli olmaz. Kimbilir yakında neler getirecekler, neler görecek, duyacağız? Bu kadar ödün verdikten sonra AB ve ABD gülmüş, yakınlaşmış ne çıkar? Irak’taki çuval unutuldu mu? Afganistan için yeni görev zorlaması yok mu? Büyük Ortadoğu Projesi nedir? Kıbrıs’ta bir şey alınıyor mu? Rumların eklettiği, doldurttuğu boşluklara karşı Kıbrıs’lı Türkler için Plan’da küçük bir düzeltme oldu mu? Olacak mı, olabilir mi? Yazılan haksızlıklar, eşitsizlikler, kurumların oluşum ve yetkilerinden vergi paylarına uzanan çizgideki ayrıcalıkları, nüfus ve konut sorunları, Türk gemilerine sınırlama ne olacak? Batının amacı Kıbrıslıları Türkiye’den ayırmak, Türkiye’nin ilişkisini tam kesmektir. Verilmiş görüneni sonradan alan siyasi kurnazlık ürünü düzenlemeler. Verilenleri saklayan, Batı yanlısı, hattâ tutsağı medya. Dincilerin “cennet” sözü gibi çıkarcı Batıcıların “AB’ne girme” sözünün boşluğu, kaba sözler, çirkin yakıştırmalar, nereler kimlerin eline geçti, kimler neredelerde oturuyor, hangi yetkileri kullanıyor, ibretle izliyoruz. Aşağılamalara, çuval olayı gibi, tepkisiz, duyarsız bir yönetim. Tüm dertleri amaçladıkları düzeni gerçekleştirmek. “Bile bile lades” sözünü anımsatan tutumları da dış destek ve koruma için. Laiklik konusundaki çelişkili tutum ve sözleri ortada. Parayı onurdan üstün tutan pespayeler alkış tutuyor. AB zaptiyeleri böyledir.

Ya bizimkiler(!)?

Sözde dostlar bir yana ya içimizdekiler? Kimi görevdeki ve emekli diplomatlar dahil ilgililerin çoğu Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, karşıtlarının adamı gibi çalıştılar. Hele gazete köşelerinde ne olduklarını bir kez daha gösteren nağmeler dizenler. Denktaş’a saldırıp istifaya çağıranlar. AB düşkünlüğü, bağımlılığı giderek tutsaklığa dönüştü. “DEP davasını AB için Kıbrıs’tan sonra yeni bir engel kılmağa kimsenin hakkı yok.” diye kendi yargısını azarlayan, köşesini evetçilere bırakan enseciler, yapılanların Lozan’da da ver-kurtulculuk yapıldığını anımsattığı ileri süren palavracılar, neler neler. TBMM’nin “Şey”le gündemdeki başkanının 23 Nisan resepsiyonunda konuşulanlar insanı acı acı güldürüyor. Kıbrıs gidiyor, ülkede neler oluyor, orda neler konuşuluyor... Ne PKK/KADEK’in yeni saldırıları, ne amaçlı Anayasa değişikliği, ne irtica yuvalarının basılması, ne işsizlik, eğitim, kadrolaşma hiç biri gündemde değil. Bir belirsiz güç gözleri kapamış, kulakları tıkamış, dilleri bağlamış, elleri kelepçelemiş, ayakları demirlemiş gibi.

İktidar başının övgülerinden geçilmiyor. “Dünyanın 100 etkin kişisinden biri seçildiği”ni yabancı basından aktararak duyuruyorlar. Aynı yabancı basın Atatürk’ü nasıl değerlendirmişti, unutuldu mu? Yabancıların işlerine geldikçe çocukların elma şekeriyle kandırılmasına ağırlık verildiği gibi Türkiye’yi iyice avuçlarının içine almak için iktidarı okşayıp duruyorlar. Tam bir siyasal alış veriş. “Al takke ver külah” sözünü hatırlatıyor. Recep Tayyip ne yapmış da etkin olmuş? Kimleri nasıl etkilemiş? Batı bu kadar zayıf ve edilgen mi? Yoksa yine vücut dili mi konuşturuluyor? Neresinden bakılsa amaç ve araç belli. Valilikler ve üniversiteler de bozulacak.

Kimi eski faşist yeni şeriat özentisi de “ılımlı İslam”la getirilmek isteneni benimsetmeye çalışıyor. Şeriatı yararlı, şirin ve gerekli göstermek için islamiyetin sert yanlarının bırakılarak uygulanması anlamında bir gereksiz çıkışa yandaş toplamak istiyor. Aslında şeriatın açılımına ortam ve iklim hazırlanıyor. Din, dindir. İslamiyet de islamiyet. Ilımlısı, ateşlisi, serti, yumuşağı diye ayırmak dinin doğasına, niteliğine, yapısına aykırı. Dini din okutmaktan çıkarıp siyasal amaçlı sömürü, şeriatı yerleştirme çabalı yozlaştırma sonucu teröre elverişli kılma çabalarını kırmak yerine büsbütün köktendinciliği kışkırtmak için ustalıklar, oyunlar sergileniyor. Abant toplantılarını Washington’a taşımanın başka anlamı yoktur. ABD kendini Irak batağından kurtaramamışken Türkiye’ye yeni çerçeveler çizmekte, hazırlıklarına omuz vermektedir. Dinciler de inanç temizliğiyle Fethullah Gülen’in ABD konukluğunu nasıl bağdaştırdıklarını vicdanlarına sormamaktadır. Orda kimin yanında, kime yararı oluyor, kimlere ne yapıyor, neler yaptırıyor? Ateist ve teröristi bir tutmanın yanılgısı düşünce düzeyini ortaya koymaktadır. Yineliyorum, bilgili ve terbiyeli bir kimse inançsız da olsa inançlara saygılıdır. İnanca saygı, onun sahibi kişiye saygının doğal gereğidir. İnançsızı teröristle bir tutmak, ikisinin de ne olduğunu bilmimiktir. Amaç, varsa islamiyetin ateşini düşürmek, yanılgılarla, yanlışlıklarla gölgelenmesini önlemek değil, laikliği sulandırmak, yozlaştırmak, etkisiz ve geçersiz kılmaktır. Türkiye’nin bugünü ve geleceği ABD’de biçimlendirilmekte, görevlileri saptanmakta, yeni reçeteler bu amaçla hazırlanmaktadır. “Ilımlı islam” da bir ABD dayatmasıdır. Bu çıkış kimi AKP’lileri bile ayağa kaldırmıştır. Öylesine tehlikelidir. Ayrıca teröristlerin dindarlardan değil, dincilerden çıktığı da unutturulmak istenmektedir.

Ortak yanları

Bir tanıdık sıkılarak ve çekinerek söylüyordu “Bırakınız fog-mog çocuğunu, ne çocuğu olduğu belirsiz, arsız-yüzsüz, soysuz-terbiyesiz, rezilden de rezil, pişkin ve sırıtkan, Türkiye, Türklük, Atatürkçülük, insanlık düşmanı kaşağılık aşağılıklarla gideceğimiz yer bellidir. Sevr’in intikamını, Lozan’ın öcünü almaya kararlı Batı işbirlikçilerini bulmuştur. İşte ermeni soykırımı tasarılarının geçişi. Gıkları çıkıyor mu? İttihatçıların torunları boş durmuyor. Gençleri kandırıp kırdıran dönekler Lozan’ı suçluyor. Yüzü kara olanlar enselerin karartılmamasını isteyerek omuzlarımıza, sırtımıza haçlıları oturtuyor. Hangisi bizim kadar içtenlikli, hangisi bizim kadar barıştan yana, hangisi bağımsızlıkçı?” Doğruyu kınamak doğru değildir. Bir şey söylemeye gerek yok. Powell demedi mi “Rumlar merak etmesin, 1974 tekrarlanmayacak” Peki kıyıma uğrayan Türkler miydi, Rumlar mı? Niye “İki yan da merak etmesin” ya da “Türkler de merak etmesin” demedi. Onlar için AKP iktidarı çantada keklik. Kurşun askerlerle oynayan çocuklar gibi ne isterlerse yaptıracaklarına eminler. Fransa’da 15’i aşkın ermeni anıtına yenileri ekleniyor. ABD Califonria Valisi Schwarzenegger “Konstantinopolis” diyerek 24.04.2004’ü “Ermeni Soykırım Günü” ilan etti. Kanada Avam Kamarası Ermeni Soykırım Tasarısı’nı kabul etti. Cılız, sönük, zayıf, etkisiz yanıtlarla geçiştiriliyor. Haklı çıkışın, onurlu duruşun, eşit konumun hiçbir belirtisi yok. Türk-Osmanlı sentezini benimseyenler hiç ilgimiz olmayan Osmanlı’yı bile savunamıyorlar. Bilimin dinleri inceleyebileceğini ama dinlerin bilim olamayacağını söyleyemiyorlar. Vatanı olmayanın dininin olmayacağını bilmiyorlar. Ümmet düşüncesi kişiliğin, ulusun, bağımsızlığın önüne alınıyor. Laiklik güvenceyken değeri bilinmiyor, yadsınıyor. TBMM komisyonunda laiklere çamur atılıyor, laiklik suçlanıyor.

Nasıl Türk Ceza Yasası’nın 163. maddesi (Özal zamanında oldu) kaldırılınca şeriatçılık ve terör arttıysa şimdi de Leyla Zana’yı düşünce suçlusu (!) gösterip yapılacak yeni değişikliklerle düzenlemelerle etnik terörü azdıracaklar. Kendilerini köktendinci ve etnik teröre araç durumuna getirenleri doğrulara çekmenin olanaksızlığını bilmeyecek, olanları görmeyecek, olacakları kestiremeyecek durumda olanlar siyasete soyunursa böyle olur. Oy toplayacaklarını sanarak verdikleri ödünlerle Türkiye’nin temelini yıkmaktadırlar. Kimileri de parti parti dolaşıp bir yere kapılanmak için kişiliğini gözardı edip yanaşma çabaları içindedir. Bu arada en önemli olay Kürtçülerin tahliye edilmeyip yine cezaya çarptırılmalarına kızıp Türk yargısına saldıran Avrupalılara etkin yanıtlar verilmemesidir. Bağımsızlığını tartışmalı duruma getirdikleri Türk Yargısı’na yabancıların saldırısı kendilerinin aymazlık ve bağnazlıklarının belirtisidir. Yanlılıklarının ve Türkiye düşmanlıklarının çirkin yeni örnekleridir. Türkiye’de ilgilenilecek başka konu, kurum ve kişi yok mudur? Durumu kötü olan yalnız Leyla Zana ve arkadaşları mıdır? Olayın içeriğinden yeterli bilgileri var mıdır, yoksa içimizdeki işbirlikçilerinin etkisiyle ısmarlama işlemler, amaçlı destekler peşinde midirler? Türkiye Batının sömürgesi midir, mandası, dominyonu mudur? Recep Tayyip AB’nin Türkiye Genel Valisi midir? Kıbrıs’ta Kuzey’in “evet” demesi için Güney’in “hayır” diyeceğini günlerce işleyen medyanın yaptığı kışkırtıcılık, kurduğu baskı, görevlendirdiği kişiler gözetilirse bağımsızlığımıza ve onurumuza yönelik saldırılardaki suskunluğuna ne anlam verileceğini belirlemek güçleşiyor. Eşine az rastlanır, hatta benzeri görülmemiş bir pişkinlik ve utanmazlıkla sürdürülen Kıbrıs yayınları tarihimizin “mütareke basını” sayfalarından daha karanlık olacaktır.

Son günlerde anamuvafakat partisi durumuna düştüğünü üzülerek izlediğimiz yine de ABD ajanlarının el atmasından, ele geçirmesinden çekindiğimiz CHP’lilerin yanlış kalkışmalarıyla Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Yasası’nın 35. maddesi gündeme geldi. Bilinen karşıtları nasıl da sevindiler. Unutuyorlar ve bilmiyorlar ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu gücü içinde Silahlı Kuvvetler’in önemli bir yeri vardır. Nasıl Anayasa’da ulusun egemenlik hakkını yetkili organlar eliyle kullanacağı öngörülmüşse, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en doğal görevi olan Cumhuriyet’i koruyup kollamanın da hukuksal bir vurgulaması olacaktır. Laik Cumhuriyet’i kuran Atatürk’ü yetiştiren ocağın önderine, Başkomutan’ına bağlılığın olağan ve gerekli bir anlatımını 35. madde yansıtmaktadır. Bu yalın anlatımı darbe dayanağı sanmak ya da öyle göstermek büyük bir yanılgıdır. Darbeler doğal direnme hakkının kullanılmasıyla olabileceği gibi çoğunlukla yasadışı olarak gerçekleşir. 35. maddeye bahane gösterip Silahlı Kuvvetler’i çekindirecek, etkisiz kılacak, hatta dışlayacak biçimde öneri getirmenin anlamı yoktur. Bu olsa olsa Milli Güvenlik Kurulu’na ilişkin düzenlemeyle başlayan Silahlı Kuvvetler’i suskun, tepkisiz, ilgisiz, iktidar buyruğunda bir güç kılma amacına hizmettir. Şeriatçıların girişimlerinin önündeki başlıca engelden, laikliğin ödünsüz ve gerçekçi bir koruyucusundan kurtulmak istenmektedir. Ulusun en güvendiği kurumdan korkanların sık sık bu tür istek ve paslaşmalarla zaman alacağı, gündem değişikliği sağlayacağı sezilmektedir. Silahlı Kuvvetler karşıtları sevindiklerini saklamıyor.

Yine ve her zaman laiklik

Geçmişi geleceğinin göstergesi olan kimi yazarların iktidar palyaçoluğuna soyunduğu ortamda laikliğin eleştirilmesi beklenen bir yaklaşımdır. Anayasa Mahkemesi’nin sıkmabaşla ilgili ilk kararında bilimsel yönden incelenip kezlerce tanımı yapılan laikliği yalnızca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak göstermek yeterli değildir. Din ve vicdan özgürlüğü, kişinin istediği inanca bağlı olması, onu yaşamasıdır. Laiklik bu özgürlüklerin güvencesidir. Ailede, okulda, devlet yönetiminde dayanağın inanç değil, hukuk, akıl, uygarlık, yaşam gerekleri olduğunun bilinmesidir. Laiklik dinlerin olduğu yerde vardır, olmadığı yerde yoktur. Başta inanç ve düşünce özgürlüğü olmak üzere tüm hak ve özgürlüklerin güvencesi bağımsızlığın, demokrasinin kaynağı, siyasal, hukuksal, ulusal birliğin dayanağı, eşitlik, kardeşlik, insanlık, barış, bilimsellik ve çağdaşlığın en sağlıklı ortamıdır. İnanç karşıtlığı değil, inançlar yönünden devletin saygın bir yansızlığıdır. Yüzlerce tanımı yapılabilir. Türkiye’de laiklik sayesinde barış, toplumsal dayanışma, tam bir inanç özgürlüğü vardır. Batılıların katılığı yanında Türk ulusunun inancını yaşamaktaki hoşgörüsü örnek olacak düzeydedir. Kimsenin inancına karışılmamakta, dinsel görevlerini yerine getirmesi engellenmemektedir. Dünyadaki müslüman çoğunluğu barındıran ülkeler içinde hiçbiri Türkiye’deki kadar inancını özgür yaşamamaktadır. Hiçbirinde Türkiye’deki kadar demokrasi ve uygarlık yoktur. Köktendincilerle iç ve dış destekçilerinin “din özgürlüğü olmadığı” savı tam bir yalandır. Onlar din sömürüsü olduğunu dinsel terörün sürdüğünü söylemez saklarlar. Türkiye’de kimse inancı konusunda laiklerden zarar görmemiştir. Laikler insan yaralamamış, yakmamış, öldürmemişlerdir. Hücre evleri, domuz bağları, insan kaçırıp boğarak öldürme, oruç tutmadığı için dövme, sıkmabaşa olur vermediği için düşman ilan etme, kötülükleri, insanlıkdışı davranışları yoktur. “Devletin laik olacağı, bireyin olmayacağı” görüşü de bilgisizlik ürünüdür. Amaçlı bir anlatımdır. Lakliği benimseyen, koruyan, yaşamında uygulayan insan laiktir. Laik devleti de ancak laik olanlar yönetir, laikliği ancak bu nitelikte olanlar uygular. Ülkemizde laikliğe ters düşen oluşumlar, laiklerden değil karşıtlarından gelmektedir. Siyasetçilerin ödünlerle yozlaştırmaya çalıştığı bu kavramın, bu kurumun değerini bilmek zorundayız. Mezhep kavgalarının, köktendinciliğin önlenmesi, insanlığın erdeminin hakkıyla yaşanması için laikliğe önem göstermeliyiz. Daha birkaç gün önce Sakarya ve Kahramanmaraş’ta medrese eğitimine baskın yapılarak irticai kalkışmalar izlemeye alındı. Denizli Garnizon Komutanı’nın uyarısı unutulmadı. Toplu namazlar, devlet yapılarından yükselen ezan sesleri, mescitler, tarikat dayanışması, köktendinci kadrolaşma, imam hatip okulları kavgası, gerici giysilerin arttığı sokaklar, neler neler... Laikliği kendi anlayışlarına uygun duruma getirip şeriatçı açılımlarını sağlamak için yabancı destekli toplantılar büyük giderlerle düzenleniyor. Kimi rektörler de bu tehlikeli açılımı destekleyerek, kendi üniversitesini anlayışlı gösterip reklamcılık yapıyor. İmam hatipleri övenleri “geleceğe doğru gelişim” diye sunan çürük beyinliler çıkıyor. Şeriatın yeni adı “ılımlı İslam” olacaktır. Şeriat bu adla yumuşatılarak dayatılacaktır. Gericiliğe, köktendinciliğe, şeriatçılığa karşıtlık sözde islamiyeti yumuşak gösteren bu adla önlenecektir. Bu ad, bu niteleme, bu tanım islamiyete aykırıdır. Ama amaçları için dini de araç olarak kullanan kafalar bu aykırılıktan da kaçınmazlar. Gerçekte ne demokrasinin islamcısı, ne de islamcının demokratı olur. Din dindir, demokrasi de demokrasi. Din siyasallaştırılırsa demokrasi dinselleşir, demokrasi olmaktan çıkar. “Ilımlı islam” şeriatçılığın benimsetilip uygulanmasına hız vermek için getirilen ara formüldür. Böylelikle insani ve demokratik gösterilip şeriat daha kolay uygulanmak istenmektedir. Gerçekte ve özde bulunanla değişen ne ki “ılımlılık” öneriliyor? Dini her yere sokmak çabası açıklıkla saptanmaktadır. Aynı kafalar soykırımı yadsıyıp kürtçü açılımların düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesinden yanadır. Gerçeklerin bu ölçüde uzağında olanların nasıl siyaset yaptıklarına şaşanlar giderek artmaktadır. Saddam Hüseyin’in diktatörlüğünü ağır biçimde kınamakla birlikte ABD işgaline karşı çıkışını desteklemeyi “Saddamcılık” saymakta direnen kepazelerin yabancı uşaklığının yarattığı tiksinti gibi. ABD’de, Almanya’da, Fransa’da, başka ülkelerde zindanlarda çürümekte olan soydaşlarını bırakıp zararlılar için af isteyenler bakalım gelecekte nasıl anılacaklar?

Türkiye’de laikliğin “din düşmanlığı” olduğunu söyleyenler laiklik düşmanı şeriatçılardır. Şeriatın ne olduğunu da doğru dürrüst bilmezler, tarih de okumamışlardır. Son yıllarda olanları da gözardı ederler. Bunları kandıran Batılı da “din özgürlüğü yoktur” savıyla okşayıp daha çok ödün almaya koyulur. Yabancılara güvenen yabancılaşır.

Ve her zaman Atatürk

İktidarın dolu dizgin gidişine ayak uydurmak için kendini yadsıyan kişiler ve kuruluşların bu ölçüde olacağını sananlar azdı. Yargının bile etkilendiği konuşmalardan, önerilerden, tutumlardan anlaşılıyor. İç ve dış borç, kayıtdışı artışları sürüyor. İşsizlik büyüyor. Ücretler eriyor. Yatırım yapılmıyor. Kimse ekonominin iyi gittiğini ileri süremez. Halkıyla alay eden halktan olamaz, halk adamı olamaz. Üniversiteler, yurtsever işadamları, memur, işçi aileler yakınıyor. İktidar amigoları, iktidar mızıkacıları hangi şarkıyı söylerse söylesin güçlükler dayanılmaz, katlanılmaz çizgiye geliyor. Kıbrıs’ta yeni oyunlara başlanacaktır. Durumu fırsat bilip yeni ödünler isteyeceklerdir. AB’ye ve ABD’ye asla güvenilmez. Hukuka aykırı nice çözüm önerileri dayatacaklardır. Elverişli iktidar onların iştahını kabartmaktadır. Oyalama, avutma, çarpıtma, saptırma, dayatma, kandırmaca, alavere dalavere “Kıbrıs Yunanistan’a” yapacaklar. Suları bulandıracaklar. Umarız kanlandırmazlar.

Tüm iç ve dış olumsuzluklara, gerçekleşmesini asla istemediğimiz kötü olasılıklara karşı umutluyuz. Çünkü Atatürkçüyüz. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının nelerle karşılaştıklarını bildiğimizden korkmuyor ve çekinmiyoruz. Kaçınmıyoruz ve yılmıyoruz. Korkaklar, çıkarcılar, nankörler, ilkesizler, ikiyüzlüler, dönekler, sapkınlar, aymazlar ayrılacaklar, dökülüp gidecekler, bitip tükeneceklerdir. Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, çağdaşlığı, onuru, saygınlığı, güveni ve insanlığı yeğleyenler canlarını adayarak koşacaklardır. Atatürk’ün en elverişsiz ortamda, en kötü koşullarda olanaksızlıklar içinde güçlükleri yenip verdiği savaşlar gözetilirse yapmamız gereken çok şey olduğunda birleşiriz. Bu gerçeklere gözlerini kapayıp Atatürk aleyhinde giderek artan yayınları, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasındaki tüm karşıtlarına yollama yapılarak yazılanları yanlı ve abartılı değerlendirmeleri, gerçeklerin amaçlı biçimde tersine çevrilmesini gördükçe araç olanların insanlıkları kuşku veriyor. Kini, nefreti, değişik nedenli bozuklukları yansıtan yapıtlar, kürtçü, hilafetçi, ermeni, rum yandaşlığının paketidir. Kurtuluş Savaşı küçümsenmekte, Anadolu’yu gerçek sahiplerinden alma biçiminde tanıtılmaktadır. Sapkınlığın bu ölçüde alçaklığa dönüştüğü az görülmüştür. Bunlar nasıl okullarımızda okumuşlar, ekmeğimizi yemişler, suyumuzu içmişler, havamızı solumuşlar bilinmez. Bu tür yaklaşımların bilimsellikle hiçbir ilgisi olmadığı açıktır. “Resmi tarih” diye genişletilen suçlamalarıyla Atatürk’ün Büyük Söylev’i sözde yanıtlanmakta ve yalanlanmaktadır. Yasal geçerliği tartışmasız sağlıklı belgeleri de kapsayan saldırıları, aşağılık duygularından kaynaklanan hafife alma çabaları, dedikodularla, düşünce pislikleriyle doludur. Ismarlamacı yazarlara göre Atatürk’ün karşıtları kusursuz, haklı ve doğrudur. Yalnız ve hep Mustafa Kemal suçludur. Atatürk suçlu ise yurdu kurtarıp bağımsız devlet kurduğu için suçludur. Biz de Atatürkçü olduğumuz için suçluyuz. Yineliyorum: Türkiyemizle özdeşleşerek kurumlaşan, Türkiye Aydınlanmasının kaynağı, tam bağımsızlık, özgürlüğün, ulusal egemenliğimizin simgesi Atatürk bizim her şeyimizdir. Atatürkçü olmak onurdur. Ölmek de yok dönmek de yok!

Kutlama

Yeni af yasalarıyla sıkmabaşlı gerici militanların üniversitelere doldurulup istenmeyen olaylara ortam hazırlandığı bugünlerde Atatürkçü gençlerin canla başla çalışarak aldıkları sonuçları, alacaklarının güvencesi sayarak kendilerini kutluyorum. Değişik bağlamda tembelliğin, umursamazlığın, adam sendeciliğin, ilgisizliğin, tepkisizliğin giderek arttığı, suskunluğun yaygınlaştığı günümüzde sorunları bilerek ve çözümleyerek Atatürk yolunda birliktelik, dayanışma ve Atatürkçü başarılar için didinen İleri dergisi ve TÜRKSOLU gazetesi emekçilerinin ikinci yıllarını da kutluyorum. Gelecekleri için en iyi dileklerimi açıklıyorum.

(Gerici gazete ve dergileri Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sevindirmesi bile TÜRKSOLU’nun başarılarından biridir.)


http://www.turksolu.com.tr/55/ozden55.htm


***


Onur Savaşı mı

Onur Savaşı mı 


Yekta Güngör Özden 
31.05.2004/Sayı:57


Çevirme ve çökertme

Kendini kullandırtma yavanlıkları ve aymazlıkları sürerken Türkiye’yi kullanma oyunlarına hız verilmiştir. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ABD’nin yeni istekleri ülkemizin önümüzdeki aylar gündemini ağırlaştıracağa benzemektedir. Kıbrıs’ı pazarlama çalışmaları sonuç alacak biçimde yeni yöntemlerle geliştirilmektedir. ABD Kıbrıs Özel Temsilcisi Thomas Weston’un Rauf Denktaş’ı dışlama, MAT’ı benimsetme sözlerini AB Komisyonu’nun dış ilişkilerden sorumlu üyesi Chris Patten’in Atatürk’le ilgili anlamsız sözleri izlemiştir. Doğunun batısında, batının doğusunda Türkiye’nin uygarlıklar beşiği, barış köprüsü olarak özelliğini ve önemini kavrayamamış yabancıların kimi oluşumların da ayırdında olmadıkları gözlemlenmektedir. Atatürk hiçbir dinsel ve sosyal (etnik) azınlığı ezmemiş, ancak yepyeni Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza değin bağımsız yaşaması, ulus olgusunun gerçekleşmesi, kimsenin birbirini ezmemesi ve üstünlük tanımaması için hepsine eşit davranmış, küçük kültürleri ulusallaştırarak yapımızı korumuştur. Tito ise küçük kültürleri bağımsızlaştırarak birlik sağlanacağını sanmış, aldanmıştır. Tito gitmiş, Yugoslavya bitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti iç ve dış tüm saldırılara, Türk-Kürt, Müslüman-Lâik, Sünni-Alevi kışkırtmalarına karşın dimdik ayaktadır. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” sözünün vurguladığı tümlük, çoğunluk içinde Türkler ve kürt kökenliler asıl öğelerdir. Çoğunluğun içindekileri azınlık yapma çabaları Türkiye’yi zayıflatmatmak, bölmek içindir. Ulusal birliğini, ülkenin tümlüğünü, devletin tekliğini yıkmak, kamu düzenini bozacak biçimde dinsel görevleri kötüye kullanmak, cemaat, tarikat, aşiret, şeriat düzenini getirmek, devletin temel niteliklerini kaldırmak dinsel ve etnik özgürlük olamaz. Yeryüzünde müslüman çoğunluğun bulunduğu ülkelerden hiçbirinde Türkiye’deki kadar dinsel görevler özgürce yerine getirilmiyor, inanç mutluluğu duyulmuyor. Demokrasi, insan hakları, uygarlık da böyle. Lâiklik sayesinde ezan dinlemek, namaz kılmak kıvancı yaşanmaktadır. Avrupa’nın bu konuda Türkiye’ye söz söyleme hakkı yoktur. İspanya’dan kovulan musevileri kucaklayan, değişik inançtan toplulukları barındıran Türkiye’ye, fırınlarda insan yakan Avrupa bir şey söyleyemez. Türkiye’yi yıpratarak ezmek için inanç ve soy kışkırtmacılığına soyunan Avrupa’nın iyi düşünmesi gerekir. Atatürk ve Atatürkçülük olmasaydı Türkiye ne olurdu, nasıl olurdu? Bu gereksiz, anlamsız sözlere yüreklendiren, medya ilgilileriyle yöneticileridir. Susturucu yanıt vermeyi bile becerememektedirler. Kimlerin “angut” olduğu böylece daha iyi anlaşılmaktadır. Utanmaları yok ki yüzleri kızarsın. PKK/KADEK Suriye’de parti kuruyor. ABD Afganistan için asker istiyor. AB üyeliğe almama kararlılığıyla oyalayıp yeni ödünler koparmak için tarih vermeye hazırlanıyor. Belki görüşme tarihi verilecek ama ne tarih vermek , ne de görüşmek, üyeliğe almanın belirtisi değil. Güvencesi hiç değil. İçerde AKP, tarih alınmasını tıpkı Gümrük Birliği’ne girme gibi bir başarı olarak duyurup şımararak daha çok aykırılık sergileyecek, daha çok sertleşecek, özetle azgınlaşacaktır. YÖK Yasası için Cumhurbaşkanı’nın geri çevirme olasılığına karşı şimdiden (B) Planı’ndan sözetmek, kaba sözlerle direneceklerini açıklamak, 19 Mayıs törenlerinde sıkmabaşı tribünlere taşımak, inatlaşmanın ve zıtlaşmanın ünürleridir. Recep Tayyip Erdoğan’ın Anıtkabir Özel Defteri’ne yazdıklarıyla (Anıtkabir Derneği yayınlarına bakınız) yaptıklarına ve yaptırdıklarına bakmak tutumlarını ve durumlarını saptamak için yeter.

TÜPRAŞ’ın özelleştirilmesi konusunda yürütmenin durdurulması kararı Petrol-İş Sendikası’nın başarısıdır. Doyumsuzlar, özelleştirme ile ucuzdan, hazıra konma peşindeler. Ulusal varlıkları yağma türü edinerek ekonomik gücü kıranlar, tersine savlarla kendine fırsat ve olanak yaratmaktadırlar.

Federal Almanya Yeşiller Partisi’nden Claudia Roth’un girişimini Leyla Zana bile eleştirdi. Tam bağımsızlığın, özgürlüğün, ulusal egemenliğin, saygınlığın, onurluluğun değerini bilmeyenler kınamak şöyle dursun gülümseyişle, bağımsız yargının kararını değil AB’yi haklı bularak bir kez daha üzdüler. Kimi aymaz ve sapkının zaptiyecilikle suçladığı Silâhlı Kuvvetlerimizin tepkisini Ege Ordu Komutanı dile getirdi. Ulusal duyarlığın özlemi, beklentisi, Atatürkçülerin sesinde yansımaktadır. Duyarlı, özenli, çalışkan, özverili, yürekli ve bilgili hukukçular konuşuyor, yazıyor, katılmadığım ve kimi yanlış görüşleri olsa da ilkesel birliktelik yüreklerimizi serinletiyor. Onur savaşımı (mücadelesi) Atatürk ilkelerine bağlılıkla kazanılacaktır. Atatürk ve arkadaşlarının namusumuzu ve onurumuzu kurtardıklarını asla unutamayız.

Yazık

Almanya’da türban denilen sıkmabaş yasağına karşı dayanışma oluşturan şeriatçılar, Türkiye’de imam-hatip liselilere ayrıcalık getiren yasanın yürürlüğe girmesi için iktidarı özendirip kışkırtan ardıllar, yabancılarla sarmaş dolaş sözde siyasetçiler, partilerinin tarihsel kimliğine uygun duruma gelmesi çalışmalarını kişisellik ve çelişkiyle kuşkulu duruma düşüren, “Atatürkçülükle sosyal demokrasiyi birbirine ters” bulan, bağdaştıramayan kimi bilim adamları kaygıları artırmaktadır. Atatürk olmasaydı, Atatürkçüler olmasaydı Türkiye’de bırakınız sosyal demokrasiyi, demokrasiden ve sosyal nitelikten söz edilemezdi. Müftünün tiyatro eserini sansürlettiği bir dönemde konuşmasına özen göstermeyenlerin yöneticilik taslamaları bile gülünçtür. Güncel sorunları gözardı ederek Atatürkçü olunamayacağı da bilinmeli, gericilerin dayanışması gerçek Atatürkçüleri düşündürmeli, uyarmalı, hattâ utandırmalıdır. Birbirlerini karalayıp kötüleyenlerin, dışlayıp uzaklaştırırarak unutturmaya çalışanların, aynı kuruluş içinde düşmanca davrananların, seçilmek için türlü oyunlara başvuranların, yalan, iftira, kavga yoluyla çirkinlikler sergileyenlerin, ilkelere verdiği zararı ölçmek, nitelemek ve tanımlamak güçtür. Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü yıpratma ve yıkma konularında, küçültme bahanesi sandıkları durumlarda gericilerle çıkarcıların, sözde milliyetçi, sözde demokrat, sözde ilerici, sözde dindarların birbirlerini nasıl destekledikleri ibretli izlenmektedir. Atatürkçüler bunlara karşı çıkmakta bile birleşememektedir. Bir siyasi partinin güdümüne girerek güçbirliği sağlanamaz. Üniversitelerin desteği organsal işbirliğine dönüştürülemez. Demokratik kitle örgütleri, resmî kuruluşlarla ancak düşünce, ilke, amaç birlikteliği yansıtabilir. Kurumu-kuruluşu organsal yapı içine sokamaz. Gerçekçi olmayan, yapay birliktelikler yararlı olamaz. Gücü dışarda aramak yanılgıdır.

Beni konuşmakla ve yeni sözcükler kullanmakla suçlayanların şimdi anlamını kavramadan kullandığı yeni sözcüklerle, önyargılı sayılacak biçimde görüş açıklaması ilginçtir. Görevimle ilgili hiçbir aykırı açıklama yapmadan anayasal ve ulusal ilkelerde birleşmeyi, bu değerleri koruyup güçlendirmeyi amaçlayan sözlerim sömürüldü. “Konuşması gerekenlerin sustuğu yerde susması gerekenler konuşur” diyerek herkesi duyarlığa, özene ve özveriye çağırdım. Keşke bu konularda daha çok konuşsaymışım. Lâiklik konusunda gelinen nokta ortada. Demek ki yanılmamışım. Keşki yanılsaymışım. Şimdi ikili oynayarak, kimilerini oyaladığını sanarak, herkese mavi boncuk dağıtarak kendi konumunu güçlendirmeye çalışan tipler çoğaldı. Saygınlığınızı koruyup susmanızı, aldanmışlığınıza verip kapı kapı dolaşanlar çıktı. Olanlar insanımıza ve ülkemize oluyor. Kurumlar ve ilkeler gölgeleniyor. Yazık. Para tanrılaştırıldı. Borçlar artarken ekonominin düzeldiğine kim inanır?

Bir adım daha

“Türk Gençliği olarak özgürlüğün, bağımsızlığın, egemenliğin, Cumhuriyet ve Devrimlerin yılmaz bekçileriyiz. Her zaman, her yerde ve her durumda Atatürk ilkelerinden ayrılmayacağımıza, çağdaş uygarlığı geçmek için tüm zorlukları yeneceğimize namus ve şeref sözü verir, kendimizi büyük Türk ulusuna adarız.”

Benim 1960’da gençlik andı adıyla yazdığım ve Millî Birlik Komitesi’nce uygun bulunan bu And ilk kez 10 Kasım 1960’da Anıt-Kabir’de okundu. Sonraki yıllarda 19 Mayıs törenlerinde Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda öğretmeler korosu tarafından seslendirildi. Ancak özgürlüğü hürriyet, devrimleri inkılâplar, ulusu millet olarak değiştirince Millî Eğitim Bakanlığı ile Ankara Valiliği’ne andın yazarı olarak olurum bulunmadığını dilekçeyle bildirdim. Valilik yanıt vermedi. Bakan Metin Bostancıoğlu sözlü olarak “1980 sonrası başbakanlık kararıyla bu sözcük değişikliğinin uygulandığını” anlattı, katılmadığımı söyledim. And’ın bir sözcüğü değiştirilerek Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Bağımsızlık Andı yapıldı. Durumu sayın Denktaş’a yazdım. Bu yılki 19 Mayıs törenlerinde emir yinelemesi türünde, “Atatürk’e Yanıt” okutularak benim yazdığım And uygulamadan kaldırıldı. Birçok ilde Atatürk’ün Gençliğe seslenişi kendi dilinden okutulduktan sonra yanıtın okutulması benim yazdığım And’daki ilkelerin, anlayış ve tutumun unutturulması içindir. Durumu bildirdiğim kişiler ilgisiz kaldıklarından TÜRKSOLU’nda olayı belirtmeyi yerine getirilmesi kaçınılmaz bir görev saydım.

And’ın kısalığı, öztürkçe sözcüklerle ve ilkeleri özetleyerek yazılışı, 43 yıldır okunuması, Yanıt’ın kimi eski sözcüklere karşın içeriğiyle özellik taşıması ikisinin karşılaştırılmasını değil, ayrı değerleri bulunduğunu göstermektedir. Günümüz iktidarı, ABD-AB sevecenliğiyle uyum adı altında kimi gereksiz açılımlarındaki anlayışını Atatürkçülük, lâiklik, bilimsellik vd. konularda ortaya koymuyor. Özel Finans Kuruluşları, bunların Birlik kurması, islâm bankacılığının güçlendirilip genişletilmesine gösterilen çaba üniversiteler, yargı için esirgeniyor. Başbakan’ın 10. Yıl Marşı’na bilinen tepkisi 19 Mayıs Töreni’ndeki tutumuyla belirginleşiyor ve ayıplanıyor.

İktidarın medya körükçüleri yalakalıklarını sürdürüyor. Akıllarının ermediği, araştırıp öğrenmek zahmetini göze alamadıkları konularda bilgiçlik taslayarak gülünç kanılarını kural türü açıklıyorlar. Özelleştirme kışkırtıcılığı yapıp yağmacılık, ayrıcalık, kayırma,yolsuzluk, hukuksuzluk üzerinde durmuyorlar. Adaletin ideolojisi yalnızca adalettir. Kararlar hukuksallık yönünden verilir, ekonomi yönünden değil. Bir karşıoy yazısından bir tümce alıp yargıya varmak amaçlı bir yaklaşımdır. Atatürk’ün 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi konuşması, Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce öngörülen ekonomik düzeni ilkeleriyle açıklamaktadır. Tam bağımsızlığı, özel girişimi, devlet katkısını ve öncülüğünü günün koşullarında kapsamlı bir biçimde anlatmıştır. 1932’deki bir konuşmasında da (CHP Kurultayı) özel girişimin ekonominin temeli olduğu belirtmiştir. Devletçiliği yanlış anlayanlar gibi özel girişimi yanlış kavrayanlar da devletçiliğin özel girişim karşıtlığı olduğunu savunurlar. Özel girişim ayrı, özelleştirme ayrıdır. Anayasa Mahkemesi’nin kararları herkesi bağlar. Uygun görülen, yargı olarak açıklanır. Karşıoy da gerekçe gibi kararın tümlüğü içinde yer alırsa da benimsenmeyen görüş olarak kalır. Kimsenin kimseyi “tasvip” diye yargıda özel bir yetkisi ve ağırlığı yoktur. Mahkeme kararını, karşıoy kullananlar da savunurlar. Bu bir meslek terbiyesidir. Oylarda ideoloji arayanlar amaçlı, yandaşlıkları belirgin, kim oldukları bilinen patron sözcüleridir. Özellikle Atatürk, Atatürkçülük, lâiklik, Yekta Güngör Özden paranoyasına tutulanlar söyleyecek söz bulamayınca Atatürkçü olmayı suç sayarak değişik nedenlerle saldırırlar. Kutladıkları insanı karalarlar. Bu hastalıklı tiplere aldırmadan doğru bildiklerimizi söyleyip yazıyoruz. Özelleştirmenin hukuka uygunluğunu arayan (alanımızda Anayasa uygunluğu) çalışmaları kullanılan ölçütlerin yapılan değerlendirmelerin ne olduğunu bilmesi olanaksız kimilerinin gelişigüzel sözlerinin önemi yoktur. Olanlar kamuoyunu yanıltıp koşullandırma görevlerini yerine getirme görevlerini yürüteceklerdir. Anayasa Mahkemesi özelleşetirmeye karşı çıkmamış, Anayasaya aykırı sakıncalı, yanlış yapılan özelleştirmeleri durdurmuş ve düzeltilmesini istemiştir. Bugün Ankara 10. İdare Mahkemesi’nin yaptığı da budur. Çıkarları bozulanların tepkisini yargıya saldırı nedeni yapmanın hiçbir gerçekçi ciddî yanı yoktur.

NATO toplantısı İsrail’in Filistin baskınları, kürtçe yayın düzenlemeleri. CHP çalkantısı,YÖK Yasası, yurtiçi ve yurtdışı bursların MEB.’nca verilmesi çalışmaları sıkmabaşın yurtiçi ve yurtdışı serüveni, belediyelerde kadrolaşma, asayiş olayları, iktidarın mehter yürüyüşü önümüzdeki günlerde gündemi oluşturacağa benzemektedir. Göreceğiz. Şimdiye değin olduğu gibi onur savaşımımızı yenilmeden sürdüreceğiz.

Hafta biterken

Koşulları, amacı, kazandırdıkları unutturularak “darbe” nitelenmesiyle karalanmaya çalışılan 27 Mayıs Devrimi için bir-iki yazı dışında vurgulayıcı açıklama yapılmadı. İletileriyle kamuoyuna seslenmeleri beklenenler sustu. Yalnızca Anayasa Mahkemesi, Dünyadaki üç beş anayasadan biri olan 1961 Anayasası akdevrimin onuru için yeter. Ne var ki Atatürk’ten kalma ne varsa yıkıp yoketmeye çalışan siyasal iktidar ve yandaşları Atatürk Orman Çiftliği’nin yağmalanması, ormanların ve kamu arazilerinin elden çıkarılması gibi 27 Mayıs devrimini de Atatürkçülüğe Dönüş olduğu için anmaktan kaçınmışlardır. Buyruklarındaki kurumların kimleri nasıl andığı izlenmektedir. Ayakta kalabilmek, tutunabilmek ve ülkenin kaynaklarını kendi doğrultularında kurutmak için her yolu, herşeyi geçerli sayan bu iktidar “anadil” adıyla ulusal birliği etkileyici olumsuz girişimlerini yasalara aykırı biçimde yürütmektedir. Kendilerini iktidara taşıyan lâiklik karşıtlıkları nedeniyle Irak, Filistin kıyımlarını, vahşet ve rezaletini kınamaktan-belki de ABD korkusuyla-kaçınmışlardır. Başbakan’ın kişisel tepkisiyle yetinmeyi uygun bulmuşlar, TBMM’nin ağırlıklı görüşünü sağlayamamışlardır. Dokunulmazlık dosyaları dönem sonuna ertelenerek “şaibeli siyaset”in varlığı korunmuştur. New York Times yazarlarından Stephen Kinze’nin kürt devletini benimsetme, ABD dayatmalarına katlanma ve BOP’nde görev alma önerileri yanında Avrupa Konseyi organlarında KKTC’li belediye başkanlarının Kıbrıs Cumhuriyeti’nin elemanları gibi kabûlü, bu sonucu getiren oylamada Türk delegasyonunun tutumu MAT tarafından bile kınanmıştır. Çelişkiler ve aykırılıklar yumağı, şeriat tarikat ağına dönüşerek büyümektedir.

Atatürkçü kişiliğimize katlanamayan kimi medya ilgilileri hakkımızda yazacak olumsuz birşey bulamadıklarından olmayacak şeyleri yazmaktadırlar (başka şeyleri.. unutmuş unutturmuşlardır.) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan emekliye ayrılan sayın Vural Savaş’la benim meslektaşlık, dostluktan başka herhangi bir çatı altında örgütsel birlikteliğimiz yoktur. Yalnız Atatürkçü Düşünce Derneği’nde üyeliklerimiz vardır. Tıpkı Refah Partisi kapatma dâvasının dilekçesini birlikte yazdığımızı uydurdukları gibi, yalanlarla yeni ilişkiler kurmaktadırlar. Kimi Atatürkçüleri birleştirmek, spor ve sanat türü, soylu bir siyasetin dürüstlükle başarılı olacağını kanıtlamak için, örnek ve öncü olmak üzere kurarak ulusumuzun seçeneğine sunduğumuz siyasal partiden birleşme çalışmalarının engellenmesi üzerine ayrıldığımı sömüren, TÜRKSOLU’nda yazmamı eleştiren anlatımlara rastlıyorum. TÜRKSOLU (marjinal) aykırılığı sert, uçta bir yayın organı olmadığı gibi ben kendi yazılarımdan sorumluyum. Kaç kez belirttim, anlamak istemiyorlar ya da algılama yeteneğinden yoksunlar. Kendilerinin şeriatçılığı, kökten dinciliği aykırılık değil mi? Yazdıklarıma birşey söylemeyip yazmama karşı çıkmaları görevlerinin gereği olmalıdır. Aldırmıyorum. Vural Savaş’ın hukuka, demokrasimize katkıları unutulamaz. Her şeyde birliktelik zorunluluğu yok. Dostluğumuz ve Atatürkçü olmamız yeter. Görüş, düşünce, yöntem aykırılıkları mız doğaldır.


http://www.turksolu.com.tr/57/ozden57.htm


***