Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ekim 2015 Salı

AB, TÜRKİYE’Yİ MÜLTECİ MERKEZİ YAPMAK İSTİYOR



AB, TÜRKİYE’Yİ MÜLTECİ MERKEZİ YAPMAK İSTİYOR




AB, TÜRKİYE’Yİ MÜLTECİ MERKEZİ YAPMAK İSTİYOR
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

Türkiye’nin, Suriye’deki iç savaş nedeniyle karşı karşıya kaldığı “mülteci (sığınmacı) krizi”, ülke dış politikasına yön veren ve hatta iç politika dinamiklerini de ciddi anlamda etkileyen bir sorun haline gelmiştir. Zira özellikle büyük şehirlerde ve Suriye’ye sınırı olan vilayetlerde büyük çaplı bir mülteci (sığınmacı) birikimi vardır ve bu birikim, önemli toplumsal, sosyo-kültürel ve ekonomik sorunları da beraberinde getirmektedir. Türkiye’nin yaşadığı mülteci krizine oranla çok daha düşük düzeyde bir krizle karşı karşıya olmasına karşın, Suriye, Irak ve Afganistan gibi ülkelerden kaynaklanan yasadışı göç dalgaları nedeniyle, kısa vadede olmasa da orta vadede çözülmesi güç toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlar yaşayabileceğini öngören AB, bu durumu engelleyebilmek için adım/adımlar atma kararlılığındadır. İşte bu noktada, Türkiye, AB’nin radarına girmektedir. Alman Şansölyesi Angela Merkel’in Türkiye’ye düzenlediği “çalışma ziyaretini” de, bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir.
Türkiye, resmi istatistiklere göre 2,5 milyon kadar göçmeni (mülteciyi) topraklarında barındırmaktadır. Bu insanların 2,2 milyonu Suriye’den, 300 bin kadarı da Irak’tan gelerek Türkiye’ye sığınmıştır. Bu rakamların resmi istatistikleri yansıttığı ve önemli miktarda göçmenin de “yasadışı yollardan” Türkiye’ye geldiği bilinmektedir. Çok büyük bir bölümü Suriye sınırına paralel uzanan şehirlerde kurulan kamplarda ya da “devlet tarafından” kendilerine verilen dairelerde yaşayan bu insanların ihtiyaçları da Türkiye tarafından karşılanmaya çalışılmaktadır. Mülteci (sığınmacı) sayısı itibarıyla dünya sıralamasında ilk sıraya yerleşen Türkiye, bu insanların ihtiyaçları için tam 8 milyar dolar harcamış durumdadır. Buna karşılık, Türkiye’nin çağrılarına ve verilen sözlere karşın, diğer devletlerden (özellikle Batılı devletler) ve uluslararası örgütlerden gelen yardım miktarı toplam 418 milyon dolarda kalmıştır. Bu yönüyle, mülteci krizi bağlamında, Türkiye’nin özellikle Suriye meselesine entegre olmuş taraflar ve Batılı müttefiklerince yalnız bırakıldığı ortadadır.
Türkiye, karşı karşıya kaldığı ekonomik imkansızlıklardan ve AB’nin yaşanan “mülteci krizi” bağlamında elini taşın altına koyma hususunda gösterdiği isteksizlikten hareketle, kendi topraklarını kullanarak AB ülkelerine ulaşmak isteyen göçmenlerin önüne geçmeme gibi bir stratejiye yönelmiştir. Bu durum, göç yolu üzerinde bulunan Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan, Hırvatistan ve Avusturya ve İtalya gibi ülkeler başta olmak üzere, AB içerisinde ciddi rahatsızlıklara ve hatta üye ülkeler arasında sınır kontrolüne ilişkin sorunlar yaşanmasına neden olmuştur/olmaktadır. Brüksel, göçmenlerin yarattığı sorunlara çözüm bulunması gerektiğinin farkına varmıştır. Bu bağlamda ise, üzerinde durulan husus, göçmenlerin (mültecilerin) AB topraklarına varmadan durdurulması, birlik topraklarına ulaşanların bir kısmının (özellikle eğitimli olanların) başta Almanya ve Fransa olmak üzere üye ülkeler arasında dağıtılması, geri kalan bölümünün ise Türkiye’ye gönderilmesi olmaktadır.
Türkiye’de yaşanan siyasal gelişmelere ve ülkeye egemen olan otoriter söylemlere ilişkin AB kanadından ciddi eleştiriler gelirken, üyelik müzakereleri durma noktasına gelmişken ve üstelik seçimler öncesinde propaganda faaliyetlerine konu olma ihtimali çok yüksek olmasına karşın, Alman Şansölyesi Merkel’in, Türkiye’ye “çalışma ziyareti” gerçekleştirmesinin arkasında da AB’nin karşı karşıya olduğu mülteci krizine çözüm bulma arayışı yatmaktadır. Merkel, Türkiye topraklarını kullanarak AB topraklarına giren/girebilecek olan göçmenlerin yeniden Türkiye’ye gönderilmelerini ve Türkiye’de kalabilmelerini sağlamaya yönelik bir strateji çerçevesinde Türkiye’ye gelmektedir.  Bu noktada kullanmayı planladığı husus ise Aralık 2013’te imzalanmış olan “Geri Kabul Antlaşması” olacaktır.
Türkiye ile AB arasında Aralık 2013’te imzalanan “Geri Kabul Antlaşması”, Türkiye’nin, AB içerisinde kendi vatandaşlarına yönelik “vize muafiyeti” sağlanabilmesini umarak imzaladığı bir antlaşmaydı. Halbuki bu antlaşmayı imzalamak, AB üyelerinin Türk vatandaşlarının 1963 tarihli Ankara Antlaşması’ndan kaynaklanan “serbest dolaşım” hakkını işletmeme yönündeki hukuksuz uygulamalarını, yani “oldu-bitti”nin kabul edildiğini ortaya koymaktadır. Nitekim AB tarafından Türkiye’ye yönelik olarak uygulanan vize kısıtlaması, hem 1963 tarihli Ankara Antlaşması, hem de AB’yi kuran antlaşmalarla çelişmektedir. Aralık 2013 tarihli Geri Kabul Antlaşması, gerçekleştirilen antlaşmalardan geri adım atılmaması (standstill) ilkesine olan aykırılığın Türkiye tarafından kabullenilmesini beraberinde getirmiştir. AB’nin vize konusunda Türkiye’ye yönelik olarak uyguladığı sınırlama, birliğin AB ile müzakere yürüten ya da aday ülke olarak belirlenen (özellikle Batı Balkan ülkeleri) ülkelere dahi derhal “vize muafiyeti” uyguladığı göz önünde bulundurulduğunda, bir çifte standarda işaret etmektedir. Geri Kabul Antlaşması, AB’nin kendi topraklarına “yasadışı yollardan” gelen göçmenleri (sığınmacıları) AB toprakları dışında kalan ülkelere yollayabilmek için kullandığı bir uygulamadır. Türkiye de “zaten hakkı olan” ancak AB üyelerinin hukuksuz uygulamaları sonucu elde edemediği “vize muafiyetine” ulaşabilmek için bu antlaşmaya imza atmıştır. Aralık 2013’te imzalanan antlaşmanın içeriğine göz gezdirildiğinde, Türkiye’nin Geri Kabul Antlaşması’nı tüm yönleriyle uygulamaya başlaması halinde dahi vize muafiyeti hususunda ancak “diyalog sürecinin” başlatılabileceğinin belirtildiğini, yani Türkiye’nin atacağı somut adımlara AB’nin ancak soyut bir düzlemde yanıt verdiğini görüyoruz.
Angela Merkel, Türkiye’ye gerçekleştirdiği çalışma ziyareti bağlamında, işte bu antlaşmanın altını çizecek ve Türkiye’den Geri Kabul Antlaşması’nı işletmesini isteyecektir. Böylece yüzbinlerce Suriyeli, Iraklı ya da Afgan mültecinin Türkiye topraklarına kabul edilmesi sağlanacak ve AB ciddi bir toplumsal, ekonomik ve siyasal yükten kurtulmuş olacaktır. Anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’nin de bu antlaşmayı uygulamak için Merkel’den ve AB’den bazı talepleri olacaktır. Bu talepler ise, Türkiye’nin yararlandığı fonlar dışında 3 milyar Euro’luk yeni bir kaynağın Ankara’ya sağlanması, vize muafiyetininin yürürlüğe girmesi yönünde ciddi adımlar atılması, yeni müzakere başlıklarının açılması ve Türkiye’nin AB Zirveleri’ne davet edilmesidir. AB’nin bu talepleri karşılama yönünde ise ciddi anlamda isteksiz olduğu görülebilmektedir. Brüksel, Türkiye’ye “yararlanılan fonlara ek 1 milyar Euro”, vize muafiyeti hususunda karşılıklı diyalogun ve çalışmaların arttırılması, AB Zirvelerine davet ve bir müzakere başlığının açılması (Kıbrıs Rum Kesimi’nin vetosu nedeniyle  bu konuda rahat adım atılamamaktadır) gibi öneriler ile gelmektedir. Yani AB, Geri Kabul Antlaşması çerçevesinde de “pazarlık” yapmaktadır. AB’nin Türkiye’den talebinin Ankara’ya çok büyük bir ekonomik, toplumsal ve siyasal yük getireceği ve bu taleplerin son derece “somut” olduğu dikkate alındığında, Türkiye’nin de Brüksel’den ve Merkel’den talebi aynı oranda somut ve derhal karşılanabilecek mahiyette olmalıdır. Uygulama zamana yayıldığı ve soyut ifadelere bağlanıp net bir şekilde imza altına alınmadığında, Türkiye genel olarak istediğini alamamaktadır/alamayacaktır.
Geri Kabul Antlaşması işletilip AB’ye giden göçmenler (sığınmacılar) geri alındığında resmi rakamla 2,5 milyon olan ama daha fazla olduğu bilinen sığınmacı sayısı 1 milyona yakın bir rakam ekseninde artacaktır. Türkiye topraklarına sığınmış kişilerin çeşitli sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlara yol açtığı ve Türkiye Ekonomisi’nin mevcut görünümünün (özellikle işsizlik gerçeği) bu insanların beraberlerinde getireceği yükü kaldıracak pozisyonda olmadığı dikkate alındığında, büyük çaplı ve süreklilik arz eden bir ekonomik ve teknik yardım, vize muafiyetinin sağlanacağına ilişkin net ve imza altına alınmış bir uygulama/plan ve bahsedilen 5 müzakere başlığının açılması sağlanamadığı takdirde Türkiye, bu yükün altına girmemelidir.
Türkiye’nin Suriye içerisinde “göçmenlerin (sığınmacıların)” yerleştirilebileceği bir güvenli bölge teklifi Fransa dışında hiçbir AB üyesi tarafından kabul görmemiştir. ABD de bu teklife karşı çıkmıştır. Bugün “güvenli bölge teklifine” baştan beri karşı çıkan Rusya’nın Suriye içerisindeki askeri hamleleri nedeniyle, böyle bir uygulamanın zaten gerçekleştirilemez hale geldiği dikkate alındığında, AB’nin anlaşma imzalandığı takdirde göndereceği göçmenler Türkiye içerisinde inşa edilecek kamplarda yaşamak zorunda kalacaktır. Bu insanların büyük bir bölümünün Suriye’ye geri dönme ümidini kaybettiği ve şansını başka ülkelerde denemek istediği dikkate alındığında, Türkiye’ye gönderilecek olan bu insanların gelecekte de Türkiye’de kalmak isteyeceği ve bunun Türkiye için büyük bir ekonomik ve sosyal yük olmasının yanı sıra, “yabancı düşmanlığını” dahi tetikleyecek bir gerçeklik yaratabileceği de ortadadır.
Angela Merkel, az sayıda göçmenin (mültecinin) Almanya’da kalmasına izin verdiği için “Nobel”e aday gösterilmiştir. Aynı ismin, şimdi, AB’nin üzerindeki yükü Türkiye’nin üzerine yıkmaya çalıştığı ve karşılığında da neredeyse anlamlı hiçbir şey vermek istemediği dikkate alındığında, Türkiye’nin ne denli büyük bir sorumlulukla karşı karşıya bırakılmak istendiği ortadadır. Üstelik Merkel, bu ziyareti tam da seçimler öncesinde gerçekleştirerek, sürekli eleştirdiği Türk Hükümeti’ne destek veriyormuş gibi bir görüntü yaratmaktadır. Yani bu ziyaretin, Türkiye’de iç siyasete ilişkin olarak da kullanılması ihtimali vardır. Son kertede, Geri Kabul Antlaşması’nı bu koşullarla işletmek çok da akılcı bir hamle olmayacaktır.
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

..