Angela Merkel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Angela Merkel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2020 Çarşamba

ALMANYA STRATEJİK PROJEKSİYONUNU DEĞİŞTİRİYOR

ALMANYA STRATEJİK PROJEKSİYONUNU DEĞİŞTİRİYOR





Prof.Dr.Sait Yılmaz, 
10 Şubat 2020 

Normal olarak tarihteki büyük devletlerin, krallık ya da imparatorlukların yaşam seyri şu şekilde olmuştur; 

- Sefalet ve felaketler içinde savaşlar ile büyüme, 

- Daha fazla büyüme, genişleme ve istikrar arayışı, 

- Refah ve bolluk toplumu, 

- Gittikçe halkı ve diğer ülkeleri umursamama, pervasızlık, 

- İsyanlar, savaşlar, sefalet ve felaketlere dönüş, 

- Göçler, imparatorluk bakiyesinin başka milletler içinde yaşamaya devam etmesi, imparatorluktan geriye daha küçük ama farklı bir devletin ortaya çıkması. 

Bu sıra ülkelerin kültürel kodlarına, tarihsel çizgilerine, coğrafyanın özel koşullarına göre değişebilir. Örneğin Almanya’nın 150 yıllık tarihi boyunca ürettiği refah ve bolluk toplumundan daha fazla büyümek için askeri kodlarla kendine bir hayat sahası yaratma ihtiyacına yöneldiğini görüyoruz. Bugünkü konumuz, 1890 ve 1938’den sonra üçüncü kez yeniden büyümek için stratejik bir projeksiyon aşamasına gelmiş Almanya’nın durumunu gözden geçirmek. Son bölümde Türkiye ile ilişkilerine de yer vereceğiz. 

Almanya’nın Tarihsel Çizgisi.. 

Almanya, düz bir ülkedir. Kuzeyindeki Ren nehri, ana ekonomik damarıdır. Cermen halkları komşularını yenerek tek bir devlet haline gelecek kadar askeri yönden güçlü değildi. Hayatta kalmaları ekonomik kaynaklarına ve aralarındaki koalisyonlara bağlıydı. Güçlü Prusya bürokrasisi ve askeri gücü Otto Von Bismarck’ın diplomatik dehası ile birleşince, 1871 yılında Sedan Zaferi sonrası birleşik bir Alman devleti ortaya çıktı. Bismarck, 1890’da II. Wilhelm ile otorite çatışması sonucu görevden ayrılınca yerine gelenler onun Avrupa’da güç dengesi sağlama diplomasisindeki ustalığını sürdüremedi. Almanya, emperyalizm ve 
sömürgeleştirmede Avrupa’nın diğer büyükleri ile yarışa girdi. Adolf Hitler’in faşizmi ise Alman ırkının üstünlüğü ve hayat sahası üzerine kurulmuştu. Almanya, iki dünya savaşında da Doğu’da Moskova önlerine kadar, Batıda ise Atlantik’e kadar karadan genişleme ihtiyacı hissetti. Jeopolitik açıdan Ural Dağlarına kadar ulaşma isteğinin arkasında ise dünya adasının kalpgahını ele geçirme hedefi vardı. 

 İngiltere’ye karşı 1870’lerde başlayan hegemonya yarışını İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya yenilince ve İngiltere eski gücünü kaybedince ABD kazandı. Savaş sonunda Almanya ikiye bölündü. Doğusu, stratejik derinlik ile sınır güvenliği arayan Sovyetlerin tampon ülkesi oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD, İngiltere ve Fransa, Hint Çini’nden Irak’a kadar geniş bir bölgede savaşlara girişirken, Almanya hep tasarruf etti ve yatırım yaptı. 

Oynadığı barışçı rol zengin olmak için değil, yarattığı korku ve nefreti unutturmak içindi. 

Bunun ilk mükâfatı 1989’da Almanya’nın barışçı bir şekilde birleşmesi oldu. 1990’ların operasyonlarında Balkanlar veya Afganistan gibi yerlerde başka ülkelerin arkasına saklandılar. 1991 yılında Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığını teşvik ederek, kanlı etnik savaşın mimarlarından biri oldular. 2012’de Libya’da da oyunun tamamen dışında kaldılar. 

Yakın zamana kadar gücüne, zenginliğine ve etkisine rağmen, Almanya’nın özellikle Doğu Avrupa’ya yönelik kaotik dış politikası, ülkenin devam eden stratejik körlüğü olarak görülüyordu. 

Bugünün Almanya’sını sonbaharda resmen başbakanlığı bırakacak olan Angela 
Merkel’in politikaları ile değerlendirmek gerekir. Son 15 yılda Almanya Başbakanı Angela Merkel, birliğin kumanda odasında, borç krizinden göçmen akımına her çözümün odağında o vardı. İç ve dış politikada gösterdiği performans, ülke içi muhalefeti de eritti. Merkel’in başarısının arkasında hem ülke içinde kendi halkına verdiği istikrar duygusu, Avrupa’da ise istikrarlı bir birlik hedefi var. Avrupa Birliği içinde var gözüken istikrar; sorunların çözüldüğü anlamına gelmiyor ve ‘yavaşça’ demek hala sorunların devam ettiği anlamına geliyor. Bu sorunların başında göçmen konusu ve Avro Bölgesi geliyor. Pragmatizm ile artık daha devam edilemez ve daha kararlı çözümler gerekiyor. Almanların Avrupa’da sağladığı istikrarın görünmeyen yüzünde; Avrupa Birliği entegrasyonunun yavaş ilerlemesi, Avrupa kuralları ve normlarını daha Alman yapmak ve dünyanın sorunlarını Almanya’dan uzak tutmak var. 

Merkel, önemli bir tarihsel misyonu tamamlıyor, ülkeyi önemli bir stratejik kavşağa getirdi ama buna geçmeden Avrupa Birliği’nin bugünkü durumu ve Almanya’nın rolü ile ilgili bir özet yapalım. 

Almanya ve Avrupa Birliği.. 

Batı Almanya, 1948’de eski gücüne dönmek için rekabet, ticaret ve ihracatı seçmişti. Avrupa Birliği’nin temelleri tarihsel düşmanlıkları bir kenara atmak ve kıtada birlik sağlamak isteyen Almanya ve Fransa tarafından atıldı. Bu birlik gerçek anlamı ile Soğuk Savaş sonrası hayata geçti ve büyüyen ekonomisi ile Almanya, hep komuta odasında oldu. Merkel’in istikrar politikası şimdiye kadar başarılı oldu; kimse Para (Avro) Birliği bölgesini terk etmedi ve birlik 2007’den beri hala genişliyor. Tek kayıp, İngiltere oldu. Finansal kriz Avrupa’da 
milliyetçiliğin dramatik yükselişine yol açtı. Ekonomik kriz, milliyetçiliği artırınca bu ülkeler AB düzenlemelerini kendi refahlarına tehdit görmeye başladılar. Düzenlemelerin ve Avro’nun arkasındaki Alman elini fark ettiler. Bu saldırgan Almanya’nın yeniden doğmakta olduğu imajı doğurdu ve Almanya’nın refahı için hayati olan serbest ticarete tepki söz konusu. 

Bugün AB derin bir kriz içinde ve pek çok ülke bu durumdan Almanya’yı suçluyor. Almanya’nın saldırgan ihracat politikaları ve kendine hizmet eden sertliği krizin köklerini ekti. Almanya’nın ikiz problemi şu; bir yandan birliği bir arada tutmak istiyor, diğer yandan birliğin yükünü üzerine almak istemiyor. Ortak para, diğer ülkelerin Alman ticaret makinesine karşı tek silahı olan devalüasyon imkânını elinden almıştı. Üstelik Avro, Mark’tan daha ucuz  olduğundan Alman ihracatı daha da güçlendi. Frankfurt’taki AB Merkez Bankası, Alman Merkez Bankası (Bundesbank) yapısı ve hedefleri içinde yönetiliyor. Almanlar, krizde işlerini kaybetmediler, savaşlardan uzaklar. Ülkenin işsizlik oranı AB ortalamasının yarısı kadar. Avrupa Birliği, bugün ekonomik bir dev olmasına rağmen, siyasi açıdan bütünleşmiş bir konumda değildir. AB’nin yakın gelecekte nasıl bir güç olacağı konusunda AB üye devletleri arasında görüş birliği bulunmamaktadır. Derin sosyal konular, ulusal kimlikler, artan göç baskısı ve fırsat eşitsizliği gibi alanlarda yeni çözümler gerekiyor. 

Tüm AB ekonomisi kötü, Alman ekonomisi bile %1 daraldı. Sınır kontrollerinin 
başlaması ile İngiliz ekonomisinin %30 daralması bekleniyor. Almanya, İngiltere’nin birlikten ayrılmasından çok memnun. İngiltere zaten birlik içinde hep sorunların parçası olmuştu. 
Şengen’e ve para birliğine girmemiş, birlikten alınıp-verilecek para hesabında hep ayrıcalıklı olmuştu. İngiltere, milliyetçilik ağır bastığı için sorunlu idi ve bu yüzden ayrıldı. Brexit ile İngilizler teorik olarak AB’den çıktılar ama müktesebattan fiilen çıkış Aralık 2020’ye kadar sürecek. Birleşik Krallık’ın ana parçalarından Kuzey İrlanda’nın AB içinde kalmak istemesi, İskoçya’nın ise bir kez daha referandum arayışı İngiltere’nin başını ağrıtmaya devam edecek. 

Fransa’yı iyi günler beklemiyor; Macron çuvalladı, Kasım’daki seçimlerde aşırı sağcı Le Pen’in iktidara gelmesi bekleniyor. 

Avrupa Birliği’nin diğer ülkelerinin durumunu kısaca özetleyecek olursak; 

- İtalya, çalkantılı bir dönem geçirmesine rağmen siyasi istikrarı sağladı. İtalyanlar, Almanya ile mesafeli duruyor. 

- İspanya, ayakları üzerinde durmayı başardı. AB üzerinden Güney Amerika’ya ticareti yönlendirmeye çalışıyor. 

- Polonya, ekonomisini çok düzeltti, özellikle birliğin tarım sübvansiyonları ile ihya oldu. 

- Romanya ve Bulgaristan sürünüyor, birlikten minimal para alıyorlar. Bu arada şunu hatırlatalım; halen savaş dışında göç nedeni ile dünyada nüfusu azalan üç ülke var. 

Macaristan’ın nüfusu 9 Milyondan 5.5 Milyona, Bulgaristan’ın nüfusu 9 Milyondan 6.8 Milyona indi. Ermenistan ise 2.5 Milyondan 1.9 Milyona inmiş. 

- Orta Avrupa’nın önemsiz ülkeleri içinde en iyisi sanayisi gelişen Çekler. Macar lideri anti-demokratik bulunduğu için birlik içinde dışlanıyor. 
Macarlar da, sanki AB üyesi değilmiş gibi uluslararası ilişkilerinde bağımsız davranıyorlar. 

- Kuzeyin İskandinav ülkeleri, huzurlu, sorunlarını çözmüşler ve ekonomik 
gelişmelerini tamamlamışlar. Sorun, gecelerin uzun olması ve nüfusun artmaması. 

İngiltere, ABD’nin birlik içinde Polonya ile birlikte iki köprübaşından biri idi. ABD, 
Polonya’yı hem Ruslara hem de Almanlara karşı kullanıyor. Bu ülkede askeri varlığını artırıyor. ABD’nin AB içindeki diğer önemli dostu ise Romanya. Bulgaristan ise ABD ve AB arasında daha dengeli bir konuma geldi. 

Almanya’nın Yeni Stratejik Projeksiyonu.. 

Avrupa Birliği eliti içinde Avrupa yanlısı “merkezciler” birlik içinde açık toplumlar ve dünyaya açık olmayı savunurken, sağ ve sol kanattaki “şüpheciler” ise kapalı toplumlar ve dünyaya kapalı bir Avrupa istiyorlar. Örneğin Fransa’da Macron açık Avrupa’yı, Milliyetçi Cephe lideri Marine Le Pen ise kapalı Avrupa’yı savunuyor. Bu ayrışmanın dışında sağ-sol ve otoriter-liberal ekseni de var. Açık-kapalı ayrışması sınır güvenliği, göçmenler, ticaret engelleri gibi politikalara etki ediyor. Merkel, barışçı ve dengeci bir politikacı idi. Ancak, Almanya vites değiştiriyor, yeni bir jeopolitik oyuna karar vermiş gözüküyor. 

Önce Almanya ile ilgili son gelişmeleri özetleyelim. Alman başbakanı Merkel, 
sonbahardaki seçimler ile birlikte siyaseti bırakıyor. Merkel, yönetiminde kadınları seven ve yetiştiren biri idi. Önceki Savunma Bakanı’nı Ursula von der Leyen’i 1 Aralık 2019’da AB Komisyonu Başkanı yaptı. Merkel, Savunma Bakanı Annegret Kramp Karrenbauer'i ise CDU (Hıristiyan Demokrat Parti) Genel Başkanı yaparak, kendi yerine hazırlamış oldu. 

Almanya’da Yeşiller, aşırı sağ ve sol yükseliyor; muhtemelen yeni seçimlerden 
koalisyon çıkacak. CDU’nun muhtemel koalisyon ortakları; Yeşiller, SPD (Sosyal 
Demokratlar) ve büyük bir ihtimalle Faşist Parti (AfD; Almanya İçin Seçenek Partisi) olacak. 

Merkel’in Almanyası 154 milyar Avroluk Avrupa Birliği bütçesinin %39’unu tek 
başına sağlıyor. NATO’ya katkısı da son zirvede ABD ile eşit hale getirildi. Enflasyon %4, işsizlik %3. 1 Mart 2020’den itibaren diğer ülkelerden tekrar yabancı işçi almaya başlıyor. 

Özellikle sağlık personeli, doktor, gastronomi ve diğer sertifikalı işlerden çalışan alınacak. D1 seviyesinde Almanca bilgisi aranıyor. 

Bir ülkenin niyetini öncelikle istihbarat gayretlerinin yönünden, daha sonra büyüme projelerinden ve ilişkilerinin gelişme istikametinden anlayabiliriz. Biz de bu emareleri not ediyoruz. 

Almanya’nın gücü diğer ülkelerin Almanya’ya pazarlarını açma isteği ve yeteneğine bağlıdır. Pazarlara giremezse Alman gücü bölünür. Avrupa Birliği’ni kuran ve hala savunan finans lobisi ve ekonomi sektörüdür yani AB bir vatandaş hareketi değildir. Avrupa Birliği bir vatandaş projesi olmaktan çok finans ve iş dünyası için bir ortak pazar çeşididir. Halkların beklentilerini dikkate almadan, ekonomik krizlere Avrupa Merkez Bankası’nın yaptığı enjeksiyonlar ile çare bulmak sorunları çözmüyor. Avrupa halkları kaynıyor, birlik dağılabilir 
ancak tartışmalar hala yalnız hükümetler arası düzeyde kalıyor. Almanya ise yeni bir stratejik projeksiyon ile üç kademeli bir açılım peşinde gözüküyor. Jeopolitik olarak Doğu Avrupa’dan sonra üç bölgede daha etki sahası kurmak istiyorlar; 

(1) Balkanlar. 

(2) Orta Doğu. 

(3) Orta Asya. 

 Almanlar; Balkanlarda Çin, Rusya Türkiye’nin etkisinin her geçen gün artmasını 
önlemek istiyor. Doğu Avrupa’dan sonra Balkanları da ekonomik arka bahçesi haline getirmeyi planlıyor. Almanya, Avrupa Birliği’nin genişleme sürecinde Bosna-Hersek, Karadağ, Sırbistan ve Makedonya’nın birliğe alınmasına olumlu bakıyor ama bir türlü yıldızının barışmadığı Arnavutluk’u istemiyor. 

 Almanya, Orta Doğu’da kartların yeniden dağıtılacağı bir döneme gelindiğini 
hesaplıyor ve bu sefer İngiliz ve Fransızlara karşı daha sağlam bir konum edinmek istiyorlar. Bu yüzden, İsrail hariç her ülkede söz sahibi olmak istiyorlar. Alman istihbaratı bu yönde operasyonlar için nüfuz etme çalışmalarına hız vermiş durumda. Örneğin Mısır’daki muhalefetin arkasında Alman BND var. Yeni fabrikalar ile Balkan ve Orta Doğu pazarını kontrol etmek istiyorlar. Manisa’da kurulmak istenen Volkswagen fabrikası bir örnek. Bu fabrika ile ilgili gelişmelere aşağıda değineceğiz. 

Almanya, asıl Doğu’ya açılma stratejisi izliyor. Büyük Avrasya Projesi’nde 
Almanların İç Moğolistan’da Çin’e karşı ayaklandırma görevi aldığını söylemiştik. Orta Asya’da ekonomik olarak etkili olmak, Çin’i karşılamak istiyorlar. Korona virüsü nedeni ile Çin ekonomisi büyük darbe yedi ve Batının Çin’e ticaret savaşı açmasına gerek kalmadı. Çin’in 10-15 sene toparlanamayacağı hesapları yapılıyor. Almanya, Çin’e karşı kendi yapacağı Kuşak Yol ile Orta Asya’ya girmek, Çin’e bile mal satmak istiyor. Diğer bir amaç ucuz iş gücüne ulaşmak, ucuza üretmek. Pilot seçilen ülkelerden ilki Azerbaycan, diğeri Türkmenistan. Son on yıllarda Türkmen kadınlarla evlenen Alman erkeği sayısında önemli bir 
artış var. Türklüğünü hatırlayan Macaristan da Almanları peşinden Orta Asya’ya gitme planları yapıyor. Almanya, doğal gaz ihtiyacı nedeni ile bağımlılık sürdükçe, Rusya’ya mahkûm olduğunu biliyor. Bu yüzden, Alman Kuşak Yolu Türkiye üzerinden geçecek, ironik olarak Çinlilerin yaptığı Marmaray’ı da kullanacak. 

Almanya & Türkiye İlişkileri.. 

   Almanlar, Tarihi olarak kendilerine petrol nedeni ile Orta Doğu’yu stratejik hedef seçmişti. Osmanlı ile dostluğunun arkasında yatan neden buydu. İkinci Dünya Savaşı’nda sonuçta Orta Doğu petrolüne el konulacaktı. 1986 yılında Almanlar, Türkiye’deki BND varlığını artırmak için bir anlaşma yaptılar. Sözde Orta Doğu’yu takip edeceklerdi ama anlaşıldı ki bizi takip ediyorlarmış. Türkiye içine sızması 1990’larda zirve yaptı ama iki Almanya birleşince mali zorluklar nedeni ile önceliklerini değiştirdiler. Almanya’nın stratejik önceliği hala Avrupa’da istikrar yani bir savaş olmaması. Bu yüzden, Avrupa Birliği’nin 
sorunsuz yürümesi çok önemli ve Yunanistan’ı bile başıboş bırakmadılar. Almanya ekonomi üzerinde yürüyen ihracata dayalı bir ülke ve bırakın savaşı kriz bile istemiyor. Bu, göç politikalarına ve Rusya ile ilişkileri de yansıyor. 

    Merkel, her ne kadar Çipras’ı şahsen sevdiği için Yunan borçlarına yardım etse de, üretim ekonomisi olmayan Yunanistan’ın iki yakasının bir araya gelmesi mümkün değil. Üstelik Yunanistan’ın hala İkinci Dünya Savaşı ile ilgili olarak tazminat istemesi Almanları kızdırıyor. Özetle, Almanlar bizi pek sevmez; ama Yunanlıları hiç sevmez, Yunanlılar da İkinci Dünya Savaşı’nda ülkelerini işgal ettiği için onları hiç sevmez. Almanlar, benzer şekilde İsrail’i de hiç sevmiyorlar. Bu Doğu Akdeniz politikalarına da etki ediyor. 

Almanlar, Doğu Akdeniz ve Libya’da Türkiye’nin tarafında çünkü karşı tarafta ABD, İngiltere ve Fransa var. Petrol şirketleri olmayan Almanlar, Yunanistan ve Kıbrıs ile birlikte Fransa’nın Doğu Akdeniz’de dengeyi bozmasını ve tamamen parsellemesini istemiyor. Doğu Akdeniz’de hegemonya istemeyen Almanya, Türkiye’ye yakın duruyor. Benzer nedenler ile Libya’da da aynı taraftayız. 

Fransa’ya gelince; Fransızlar hep Yunan dostu oldular, Yunanistan’ın hak etmediği halde birliğe girmesini Mitterand sağlamıştı. PKK ise onlar için hep bir manivela oldu. Fransa’nın Doğu Akdeniz’de Yunanistan’a bu kadar yakın olmasının nedeni ise Fransız Total’in alacağı ihaleler. Yunanistan, Türkiye’ye karşı İtalya’yı yanına çekmek istedi ise de başaramadı. 

 Almanlar, Türkiye’nin özellikle Balkanlardaki gidişatının bir an önce önünü almak istiyor ve sadece Balkanlar’da değil tüm Avrupa, Orta Doğu ve Afrika’da yakın takipteler. Merkel, aslında ne Türkiye’yi ne de Almanya’daki Türkleri seviyor ama Türkiye ile ters düşmek de istemiyor. Savunma bakanları genellikle gaf yapar, sonbaharda başbakan olması beklenen Savunma Bakanı Annegret Kramp Karrenbauer de gaf yaptı ve Türkiye’nin Suriye’nin bir kısmını ilhak ettiğini söyledi. Karreenbaur’in Suriye politikamızı beğenmediği kesin. 

 Almanlar, tarih boyunca müstemleke ülkesi olmamış, yabancılarla geçinmeyi 
bilmediği için pek sevmiyorlar. Polonyalıları asimile etmişler. Türkleri asimile edemediler ama sindirdiler. Türkler, Almanları dost olarak görmek istiyor. Almanya’da 3.2 milyon Türk, 800 bin kadar da Kürt kökenli var. Almanlar, PKK ile de sorun yaşamak istemiyor. Öte yandan, Alman politika sahnesine çok iyi sızan Kürtler etkili olabiliyor. 

 Almanya, referandum başarısızlığı sonrası Irak’ın kuzeyinde Barzani’yi 
desteklemekten vazgeçti. Bunda Türkiye’nin Irak’taki merkezi hükümet ile yakınlaşması da etkili oldu. Irak’ta Barzani’nin yaptığı başarısız referandum sonrası Batılılar, Barzani ve PKK’dan paralı askerden başka bir şey olmayacağını gördüler ve Türkiye’yi kaybetmek istemediler. Bu olaydan sonra Irak’tan çekilip tamamen Suriye’ye odaklandılar. Suriye’de Esat’ın kendi ülkesinin lideri olmasını kabul etmeye hazırlar. 

 Her şeye rağmen, Almanya-Türkiye ilişkileri son dönemde gelişme trendindedir. Bunun nedeni, Türkiye’nin başarısı değil, Almanya’nın çıkarları. Çevre kirliliğine yol açtığı nedeni ile dizel arabaların 2015’den itibaren Almanya’da satışı yasaklandı ama talep çok olduğu için başka bir dizel araç üretim ülkesi olarak Türkiye seçildi. Manisa’da açılacak Volkswagen fabrikasında yılda 400 bin araç üretilmesi ve bunların Balkan, Türkiye ve Orta 
Doğu pazarına satılmasını planlıyorlar. Türkiye’nin her yıl 80 bin aracı devlet ihtiyacı olarak alma garantisi verdiği söyleniyor. Volkswagen yanında 900 kadar ara mal üretici firmanın istihdam yaratacağı, yan sanayi ile birlikte 200 bin kişilik istihdam ortaya çıkması bekleniyor. 

Zaten Türkiye’de Mercedes, Bosch, Siemens gibi önemli Alman markalarının fabrikaları var. 

Türkiye’nin Almanya politikası bir takım kozlar üzerinden yürüyor; 

(1) Suriyeli ve diğer göçmenlere Avrupa kapılarının açılması. 

(2) Enerji hatları (Ukrayna’dan gelecek Türk Akımı ve diğer hatlar). 

(3) Almanya’nın Doğu’ya uzanacak kuşağının Türkiye’yi kat etmesi. 

(4) Almanya’nın Türk dünyasına (Orta Asya) artan ilgisi ve Türkiye’nin rolü. 

(5) Manisa’daki Volkswagen Fabrikası.  

İki ülke arasında dostluğu zedeleyen en son gelişme, İncirlik Üssü’ndeki Alman 
askerlerinin çekilmesi olmuştu. Hatırlatalım, İncirlik bir NATO üssü değil, ikili anlaşma gereği ABD’de askeri varlığı burada olmaya devam ediyor. İncirlik’e geçmiş yıllarda ABD dışında iki ülkenin daha asker göndermesine izin verdik; Almanya ve Suudi Arabistan. Ancak, Alman senatörler burayı teftişe gelmek isteyince kabul etmedik ve Almanlar, Amman’a gitmek zorunda kaldı. Almanların, yakın zaman sonra geri gelecekleri konuşuluyor. 

Unutmadan, dostumuz (!) Suudiler hala İncirlikte. 

 Sonuç.. 

 Avrupa Birliği içinde, Almanya dışında tüm üye ülkeler mutsuz ama aynı umutsuz yolda gidiyorlar. Almanya daha fazla iç popülizm ve dış aktivizm arasında bir yol ayırımında, bu konuda verilecek karar Almanya’nın da geleceğini belirleyecek. Almanya, yeni pazarlar peşinde jeo-ekonomik hayat sahasını Balkanlar ve Orta Doğu’dan Çin’e kadar uzatacak bir projeksiyon peşinde. 

Bu Coğrafyalarda İngilizler ve Fransızlar ile aynı cephede değiller. 

İngiltere, ABD ile stratejik ortaklığındaki özel konumunu Fransa’ya kaptırdı. Yalnız kalan İngiltere’nin yeni stratejik ortak listesinde Türkiye de var. Ancak, İngilizlerin Azerbaycan’da darbe yapmaktan başlayarak, Orta Asya’ya ilişkin başka planları var. Türkiye ise başka ülkelerin Türk Dünyasına ilişkin projeksiyonları gelişirken ilgisini başka yerlere vermiş durumda. 

Avrasya’da jeopolitik kırılma noktalarının yaklaştığı bir döneme hazırlıklı olmalıyız yoksa seyirci kalmaktan ya da başkalarının oyununun bir parçası olmaktan öteye gidemeyiz. 

***

6 Aralık 2019 Cuma

TÜRKİYE’NİN ALMANYA POLİTİKASI 2009 BÖLÜM 1

TÜRKİYE’NİN ALMANYA POLİTİKASI 2009  BÖLÜM 1




Savaş Genç*, 
Bahadır Çelebi** 
* Doç. Dr., Fatih Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü.
** Araş. Gör., Fatih Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü.



TÜRK DIŞ POLİTİKASININ 2009 YILI GELİŞMELERİ

ÖNSÖZ

“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya” son verme konusunda üzerimize düşeni yapmak kaygısıyla serüvenine başlayan Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe halen daha var olmaya devam eden büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir. 
Mevcut eserlerin nicelik olarak yetersiz olmalarının yanında uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin yaşadığı en temel problem, konunun uzmanları tarafından yazılmamış, bilgi üzerine inşa edilmeyen, dayanaksız analiz ve yorumlar ile komplo teorileri ve spekülatif varsayımlardan oluşan kitapların sayısının her geçen gün artmasıdır. 

Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır. Bunun yanında, yıllığın ikinci bölümünde yer alacak olan Türk dış politikasına ilişkin bağımsız makaleler daha çok 
analiz ağırlıklı olacaktır.

TÜRK DIŞ POLİTİKASI YILLIĞI 2009

Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin sürekli olacağını, her yılın ortasında, bir önceki yıla ilişkin Türk dış politikası gelişmelerinin inceleneceği yeni bir kitabın yayınlanmasının planlandığını ifade etmek istiyoruz. Bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışmanın Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılması temel amacımızdır.

Söz konusu olan bir yıllık olduğu için, atıflar ve kaynakça konularında farklı bir yöntem izlenmiştir. Okuyucuyu sıkmamak amacıyla, yararlanılan gazetelerin ve haber ajanslarının önemli bir kısmı internetten alınmasına rağmen, internet adresleri verilmemiş, sadece haberin ismi, hangi gazete ya da haber ajansından alındığı ve haberin yayınlandığı tarih bilgileri yazılmıştır. Söz konusu haberlerin asıllarına ulaşmak isteyen okuyucuların, ilgili gazete ya da haber ajanslarının internet sitelerinden, haber başlığı ve tarihini yazmak suretiyle arama yapmaları yeterli olacaktır.

Bu kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Muhittin Ataman

Giriş

Tarih boyunca Almanya-Türkiye ilişkileri olumlu bir seyir izlemiştir. 

Özellikle Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ilişkiler, ticari, askeri, kültürel ve teknik alanlara yayılarak, Almanya’yı, Osmanlı Devleti ve Türkiye dış politikaları içinde vazgeçilmez bir yere getirmiştir. 

Bu dönemde Osmanlı yöneticileri arasındaki Fransa hayranlığı Almanya hayranlığına dönüşmeye başlamış, örnek olarak Almanya alınmaya başlanmıştır. İngiltere ve Fransa ile kötüleşen ilişkiler, 

Almanya’nın Osmanlı Devleti’ne sıcak bakmasıyla Osmanlı Devleti ve Almanya’yı müttefik birer ülke haline getirmiştir. II. Wilhelm’in, II. Abdülhamit’i ziyaretleri ve bu ziyaretler sonrasında birçok anlaşmanın imzalanması bu iyi ilişkilere örnektir.1  II Abdülhamit döneminde özellikle askeri alanda ilişkiler ileri düzeyde seyretmiş, Hicaz demiryolu gibi büyük bir proje Almanlara teslim edilmiştir. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti başta tarafsızlığını ilan etmesine rağmen 
Alman savaş gemilerinin Osmanlı Devleti’ne sığınmasıyla Almanya ile birlikte savaşa girmiş, yoğun ilişkiler yakın müttefikliğe dönüşmüştür. II. Dünya Savaşı’nda mesafeli olan ilişkiler, 1961 yılında imzalanan İşgücü Göçü anlaşması ile çok yeni bir boyut kazandı. 

Sanayisi büyüyen Almanya yarım milyon iş gücü ihtiyacının yalnızca 180 binini kendisi karşılayabiliyordu.2 Bu iş gücü açığı 1973 yılına kadar Türkiye’den gelen işçilerle kapatıldı. Bugün 3 milyona ulaşan Almanya’daki Türkiye kökenli insan nüfusu Almanya-Türkiye ilişkilerinde en önemli belirleyicilerden biridir.

Almanya’da yaklaşık 3 milyon Türkiye kökenli insan yaşıyor. 

Göçmen olarak bu ülkeye giden Türkiye vatandaşlarının yaklaşık 700.000’i Alman vatandaşlığına geçti. Bu kitle ikili ilişkilerde önemli bir rol oynamaktadır. Almanlar için turistik açıdan büyük bir cazibe merkezi olan Türkiye, her sene yaklaşık 5 milyon Alman vatandaşını ağırlıyor. Turizmin yanı sıra Türkiye’nin güzelliklerine hayran kalan özellikle emekli Almanlar yılın büyük bölümünü güney sahillerinde satın aldıkları yazlıklarında geçiriyorlar. Her sene sayıları biraz daha artan bu kitlenin nüfusu 70 bin civarındadır.

Son dönemde Türkiye-Almanya ilişkileri, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri bağlamında da önem kazanmıştır. Avrupa’nın lokomotif gücü olan Almanya’nın desteği, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği için hayati önemdedir. Almanya’nın desteklemediği bir kararın Avrupa Birliği tarafından kabul edilmesi pek mümkün değildir. Bu bağlamda Almanya-Türkiye ilişkilerinin seyri, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği üzerinde de etkileyici niteliktedir. Almanya, seçim sistemi gereği koalisyonlarla yönetilen bir ülkedir. Ülkede tek başına 
iktidara gelmeyi başarabilen tek parti Hıristiyan Birlik partileri (CDU/CSU) olmuştur ki olayın vuku bulduğu yıllarda ülke genelinde uygulanan %5’lik seçim barajını aşabilen üç parti bulunuyordu. 

2009 yılı içinde Almanya’da iki farklı hükümet görev aldı. Hıristiyan 
Birlik partileri başbakanlığında, Sosyal demokratlarla birlikte kurulan 
‘büyük koalisyon’ 2009 Ekim seçimleri neticesinde yerini yine Angela Merkel liderliğinde bu kez Liberallerle (FDP) kurulan hükümete bırakmıştır. Hali hazırdaki koalisyonun da, bir önceki ‘Büyük koalisyonun’ da küçük ortaklarının Türkiye’nin Avrupa Birliği içindeki destekleyicilerinden olduğunu söyleyebiliriz. 

Siyasi İlişkiler

1997 yılında Almanya Başbakanı Helmut Kohl’un, 6 Hıristiyan Demokrat liderle birlikte yaptığı ‘Türkiye Müslüman bir ülke olduğu için Avrupa Birliğine giremeyecektir’ açıklaması ile dibe vuran Türkiye-Almanya ilişkileri, 1998 yılında Gerhard Schröder önderliğinde Alman Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve Yeşiller Partisi arasında kurulan koalisyon hükümeti ile yeni ve sıcak bir döneme girmiştir.3 Gerhard Schröder, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi de içine alarak 
genişlemesini ve küresel bir aktör konumuna yükselmesini savunmuş, 
bu düşünceyle Türkiye’yi destekleyerek, Türkiye’nin aday ülke statüsüne kavuşup tam üyelik müzakerelerine başlamasının en büyük destekçilerinden biri olmuştur. 1 Mart tezkeresi ile daha bağımsız bir aktör olarak ön plana çıkan Ankara her halükarda AB içinde dikkate alınması gereken bir ülke olarak tam üyelik müzakerelerine başladı. 2005 yılında yapılan Almanya parlamento seçimleri Türkiye-Almanya ilişkileri açısından yeni ve zor bir sayfa açtı. 1998 
genel seçimlerinde güçlü bir vizyonla iktidara gelen ve birinci parti konumunda olan Sosyal Demokrat Parti (SPD), bu tarihte birinciliği Hıristiyan Demokrat Birlik Partileri’ne (CDU/CSU) kaptırdı. Bir küçük parti ile koalisyon kurma şansı olmayan büyük partiler (CDU/CSU ve SPD) mecburen kendi aralarında büyük koalisyon hükümeti kurdular.

Büyük koalisyonun kurulduğu bu seçimlerde CDU/CSU partileri açıkça Türkiye’nin AB’ye tam üyelik politikalarını ve bu süreci destekleyen SPD’nin duruşu üzerinden propaganda yapacağını duyurdu. 

Seçim tartışmaları esnasında bu kartı sonuna kadar kullanan Birlik partileri son kez bu yolla kısmi bir başarı elde etmeyi başardılar. Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması, farklı bir kültürden gelmesi, çok büyük ve nüfusunun AB tarafından hazmedilemeyecek kadar yoğun oluşu ve daha birçok gerekçeyle Avrupa Birliği’ne tam üye olarak alınmaması için ‘imtiyazlı ortaklık’ gibi ara bir formül Angela Merkel ve partisi tarafından benimsendi. Alman şansölyesi Angela 
Merkel’in ağzından düşürmediği ‘imtiyazlı ortaklık’ AB literatüründe yeri olan bir terim değildir. Bu terim ile Merkel’in tam olarak ne kastettiği ise başta kendi partisi olmak üzere Alman siyasi aktörleri tarafından da tam olarak bilinmemekte dir. Sıradan bir CDU/CSU’lu seçmenin ya da partide görev alan bir siyasinin bu kavramdan anlayacağı şeyler muhtemelen farklı olacaktır. 

Her halükarda yıllarca Türkiye’yi insan haklarını çiğnemekle suçlayan, demokratikleşmesini eleştiren, ‘azınlıklara’ ve Kürtlere karşı tavrını sert bir şekilde kritize eden Birlik partilerinin, Ankara’nın demokratikleşme sürecini iç politika malzemesi yapması, Türkiye’deki değişim ve AB yanlısı demokratlar üzerinde unutulması güç derin yaralar açmıştır. 

Türkiye’nin içerde kendi yakın tarihi ile yüzleşip kendi ‘derin devletinden’ 
kurtulma mücadelesi verdiği dönemde Birlik partilerinin saflarını demokrasiden yana çok daha net bir şekilde belli etmesi beklenirken, CDU/CSU partileri, farklı hesaplar içinde bulunmayı ve Fransa’daki iktidar değişikliğini de arkalarına alarak Sarkozy ile birlikte yekpare bir ‘karşı cephe’ oluşturmayı tercih ettiler.

Alman Sosyal Demokratlar’ın ve yeni koalisyon ortakları Liberal parti FDP’nin Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine tam destek vermelerine rağmen, Angela Merkel’in başbakanlığı Türkiye ve Almanya arasında, AB ekseninde 2005’ten bu yana soğuk rüzgârların esmesine sebep olmaktadır. Özellikle bu sürecin Almanya içinde seçim malzemesi olarak kullanılıyor oluşu, Türkiye’de iktidar partisinin 
yanı sıra AB serüvenine inanan kitleleri zor durumda bırakmıştır. 
2009 yılı işte tam da bu nedenle Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği 
adına bu soğuk rüzgârların esmeye devam ettiği bir yıl oldu.

Angela Merkel parti olarak (CDU/CSU) Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olmasına karşı olduklarını fakat Türkiye ile çok yakın ilişkileri devam ettirmek istediklerini, bunu da ‘İmtiyazlı Ortaklık’ gibi bir formülle yapmayı düşündüklerini başbakan olmadan önce ilan ederek bir karşı tavır sergilemişti. Türkiye bu teklifi 
daha ilk günden itibaren şiddetle reddederek, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye verdiği sözleri tutması gerektiğini her fırsatta ifade etti. 

Buna karşın Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği gündeme geldiğinde 
Angela Merkel ve Alman Hıristiyan Demokratları ‘İmtiyazlı Ortaklık’ 
formülünü defaatle zikretmekten geri durmadılar. 11 Mayıs 2009 tarihinde Berlin’deki Potsdamer Platz meydanında düzenlenen bir etkinliğe Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile birlikte katılan Angela Merkel, ‘Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine hayır, imtiyazlı ortaklığa evet’ diyerek Türkiye’nin birliğe tam üyelik fikrine karşı tutumunu yineledi. Aynı etkinlikte konuşan Alman Hristiyan Demokrat Parti’nin gençlik kolu olan Genç Birlik başkanı Philipp 
Messfelder daha da ileri gidip Türkiye hakkında sert ifadeler kullandı: 

“Avrupa’nın ortak değerler temelinde kurulmasını istiyoruz, Türkiye’nin burada yeri yok”.4 Alman hükümetinin koalisyon ortağı CDU partisinin 2005 yılından bu yana Türkiye’ye karşı tutumunu gözler önüne seren bu ifadeler haklı olarak Türkiye’nin tepkisini çekmektedir. 

Alman iç politikasında prim yapması muhtemel bu sert beyanatlar, ekonomik olarak oldukça zayıf bir görüntü çizen ve AB’den başka hiçbir alternatifi olmadığı ezberi ile hareket eden 90’lı yılların klişe Türkiye imajına dayandırılarak verilen yanlış tepkilerdir.

Alman Birlik Partileri’nin bu tavrı, Nicolas Sarkozy’nin Türkiye’ye karşı daha da olumsuz tutumuyla birleşince, Türkiye hükümetinin işini demokratikleşme sürecinde iç, vizyon belirleme noktasında ise dış politikada daha da zorlaştırmış tır. İç politikada Avrupa muhalifleri ile mücadele eden Ak Parti hükümeti, dış politikada da Almanya ve Fransa’nın bu sert tutumuna karşı farklı açılımlarla konum belirlemeye çalışmaktadır. 

Enerji politikaları ile Orta Asya zenginliklerini dünya pazarlarına açan, Orta Doğu’da kurduğu stratejik birliktelikler sayesinde cazibe merkezi haline gelen ve Obama iktidarı döneminde transatlantik eksende daha da önem kazanan Türkiye, Berlin’deki Birlik partisi yetkililerine takındıkları tavrın yanlışlığını göstermeye başladı. 

Özellikle küresek ekonomik krizde Brüksel’den büyük destek alan Akdeniz ülkeleri bir bir sarsılırken yeni dış politika bağlantıları ile farklı pazarlara açılan ve yabancı sermayenin cazibe merkezi haline gelen Türkiye’nin ekonomik büyüme kaydetmesi 2009 senesi içinde Almanya gündeminde bir başarı öyküsü olarak tartışılmıştır. 

Alman koalisyon hükümetinin büyük ortağı Hıristiyan Demokrat Birlik Partileri  ’nin ( CDU/CSU ) bu olumsuz tutumuna rağmen, koalisyonun diğer ortağı Sosyal Demokrat Parti ve 2009 Ekim seçimleri akabinde koalisyon ortağı olarak iktidara gelen FDP Türkiye’ye karşı sıcak tutumunu sürdürdü. Almanya’da Eylül 2009’da yapılan seçimlerden önce Sosyal Demokratların başbakan adayı Frank-Walter Steinmeier, Türkiye ile Almanya Dışişleri Bakanlıklarının stratejik diyalogu 
geliştirmek amacıyla düzenli şekilde görüşmeleri ile ilgili bir karar aldıklarını ifade ederek Türkiye ile ilişkilerin önemini vurguladı.5

2009 yılı, Almanya’daki seçimler nedeniyle de Türkiye için kritik bir yıldı. Seçime Türkiye karşıtlığı propagandasıyla giren Alman Hıristiyan Demokrat Partisi’nin genel başkanı Angela Merkel, 2005 yılından bu yana süren Hıristiyan Demokrat/Sosyal Demokrat koalisyonunu dağıtma hedefine ulaşarak seçimden yüzde 33,9 oyla galip ayrıldı. Bu netice Hıristiyan Demokratların aldıkları en düşük oy oranı olarak tarihe geçerken, Birlik partileri özellikle ekonomik 
krizin etkili olduğu bir dönemde artık seçmenlerinin de canını sıkmaya 
başlayan Türkiye karşıtlığı söylemi ile cezalandırılmış oldular. 

Merkel’in Sosyal Demokratlar yerine koalisyon ortağı olarak görmeyi 
arzuladığı liberal Hür Demokratlar da (FDP) yüzde 14,6 oy alarak 
3. Parti oldu ve Hıristiyan Demokratlarla birlikte koalisyon hükümetini 
kurdu.6 Koalisyon sözleşmesinde, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda Türkiye ile sürdürülen müzakerelerin ‘sonucu açık’ şekilde yürütülmesi, Türkiye’nin üyeliğinin reddedilmesi durumunda ise Avrupa Birliği ile imtiyazlı ortaklığın teklif edilmesinin yer alması,7 Türkiye tarafından hoş karşılanmadı. Seçimlerin ardından Angela Merkel’i arayarak tebrik eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, telefon görüşmesinde Türkiye-Almanya ilişkilerinin geleceği 
hakkında olumsuz bir değerlendirmenin söz konusu olmadığını kamuoyuna beyan etti. Merkel’in AB ekseninde açık bir şekilde yürüttüğü Türkiye karşıtlığına rağmen her iki lider de bu konunun ikili ilişkileri zedelememesi için hassasiyet göstermektedirler.

Türk-Alman ilişkilerine her iki ülkenin medyasında Merkel’in ‘imtiyazlı ortaklık’ teklifi nedeni ile daha çok AB penceresinden bakılmaktadır. Almanya’da yaşayan yaklaşık 3 milyon Avrupalı Türk’ün, Alman vatandaşı olan 700 bininin ikili ilişkilerdeki rolü göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Almanya kendi içinde henüz tam olarak entegre edemediği bu kitle ile yola nasıl devam edeceği hususunda hemfikir olmuş bir görüntü çizmiyor. Göçmenlerin eğitim, dil, entegrasyon ve aidiyetlik sorunları Alman iç politikasının değişmeyen 
gündemlerindendir. ‘Misafir işçi’ sıfatı ile bu ülkeye getirilen kitlelerin 
‘göçmen’ kimliğine kavuşması ve kanunlarının bu kavramla ifade edilerek yeniden yazılması Türk-Alman ilişkilerinde çok önemli yapıcı politikalar izleyen SPD lideri Gerhard Schröder şansölyeliği döneminde gerçekleştirilmiştir. 

Hatalarla dolu yakın göç tarihine bakıldığında, göçmenlerle Alman devleti arasında yaşanan ciddi bir güven bunalımının söz konusu olduğunu ifade edebiliriz. Bu negatif anlayışın Ankara’nın AB’ye Berlin vasıtası ile entegre olması ile kırılabileceğini düşünen Schröder hükümeti hem Türkiye’nin yeni vizyonuna destek vermek hem de içerideki Türkiye kökenli göçmenler ile aralarındaki ‘güven bunalımını’ aşmak adına oldukça somut pozitif adımlar atmıştı. Özellikle 
son iki seçimde Schröder’in oluşturmaya çalıştığı bu pozitif eksenin yerini daha sert, göçmenler ve Türkiye-AB ilişkileri üzerinden siyaset yapan ‘kolaycı’ bir söyleme bıraktığını gözlemliyoruz. Birlikte hareket edip sıcak pozlar veren Erdoğan-Schröder ikilisi 2009 senesi içinde sadece eski Şansölye’nin doğum günü partisinde bir araya gelebildiler. Birçok dünya lideri ile kişisel ilişkileri üzerinden iletişim kurmasını beceren Erdoğan, Schröder ile kurduğu sıkı bağları 
Merkel döneminde oluşturma fırsatını bulamadı.

 Başbakan Erdoğan’ın Almanya seyahatleri esnasında bu ülkede yaşayan Türkiye vatandaşları ile gerçekleştirdiği kapalı spor salonu toplantılarında kullandığı ifadeler satır aralarından çekilerek Alman medyasında günlerce konuşulan ‘milliyetçi’ ve ‘entegrasyon karşıtı’ bir tablo oluşturulmaya çalışıldı. Aslında, Almanya’da yaşayan Türkiyelilere her fırsatta bu ülkenin vatandaşlığına geçip iyi seviyede Almanca öğrenmeleri gerektiğini tavsiye eden Erdoğan, bunun yanında 
mutlaka bu ülkeye entegre olun ama kesinlikle asimile olmayın tavsiyelerinde de bulunuyor. Asimile olmamanın yolunun ana diline sahip çıkmaktan geçtiğini ifade eden Erdoğan Türkçeye özel bir önem veriyor. Almanya’da açılacak Türk liselerinin bu anlamda tarihi bir rol üstleneceğine inanan Başbakan ısrarla bu ülkede Türkiyeli öğretmenlerin de görev alacağı örnek okulların açılmasından yana tavır sergiliyor. Almanya’daki Türkiyelilerin kötü seviyedeki Almancalarına 
bakarak bu karara tavır alan muhafazakâr Almanların görmedikleri bir şey var. Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin anadilleri de konuştukları Almanca kadar kötü ve anlaşılmaz. Anadilini bu kadar kötü konuşan bir kitlenin ikinci bir dili öğrenmesinin de çok zor olduğunu belirten pedagoglar bu noktada anadilin geliştirilmesinin önemine dikkat çekiyorlar.8

Erdoğan’ın Almanya’da yaşayan Türkiyelilerle gerçekleştirdiği toplantılar yukarıda zikredilen ‘Türkçe’ ve Türk liseleri’ başlığı neticesinde farklı bir konuyu gündeme getirmiştir. Almanya’da Erdoğan’ı dinleyen coşkulu kitleler hala Ankara’nın etki alanındadır. Bu kitle ağırlıklı olarak izlediği Türkiye televizyonları sayesinde Türkiye gündemini yakından takip ediyor. Tüm bu gerçekler Avrupalı Türklerin Almanya’ya entegrasyon süreçlerinde Ankara’nın oynayabileceği 
rolleri işaret etmektedir. Ankara ile Berlin bu ve benzeri konularda ortak projeler geliştirebilirler. Türk-Alman ilişkilerinin yakın gelecekteki ilgi alanlarından bir tanesi de rasyonel hareket edebilen iktidarların oluşturacağı işbirliği komisyonları vesilesi ile kurgulanacak entegrasyon politikaları olacaktır. Öte yandan Başbakan Erdoğan’ın Almanya’da yaşayan Türkiyeliler ile gerçekleştirdiği toplantıların Alman medyasını ve ülke gündemini uzun süre meşgul etmesi bir Türk siyasinin Berlin gündemini kolaylıkla değiştirebilecek güçte olduğunu da gösteriyor. Başbakan’ın ifadelerinin özellikle Alman muhafazakar basını tarafından çok ağır bir üslupla eleştirilmesinin ardında biraz da bu gerçek yatıyor olabilir.

Birçok olumsuz etkene rağmen 2009 senesi içinde de Türkiye ve Almanya arasındaki ikili ilişkiler karşılıklı ziyaretlerle zinde tutulmaya çalışıldı. 2009 senesi içinde Almanya’nın yeni koalisyon ortağı liberallerin parti lideri ve Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle Ankara ve İstanbul’u kapsayan çok verimli ve pozitif bir ziyarette bulundu. Westerwelle’nin Türkiye’de yaptığı açıklamalarda Ankara’nın AB üyeliğine tam destek verdiğini ifade etmesi Berlin’de negatif tepkilerle karşılandı.9 Koalisyon ortağı Hıristiyan Sosyal Birlik partisinin genel 
sekreteri Alexander Dobrindt, Dışişleri Bakanlarının Türkiye gezisi devam ettiği esnada tehditkâr bir tavırla Westerwelle’ye ‘Türkiye’ye tutamayacağın gizli sözler verme!’ ikazında bulundu.10 Berlin’den gelen sert açıklamaların basına yansıması akabinde, Westerwelle’ye olumlu mesajlarını şahsi olarak mı yoksa Alman Dışişleri Bakanı sıfatı ile mi verdiği sorusu Türkiye basın mensupları tarafından soruldu. 
Buna benzer iğneleyici sorulara muhatap olan Westerwelle: “Burada kısa şortumla kumsalda gezinen bir Alman turist olarak değil de Dışişleri Bakanı olarak bulunuyorum, tabii ki sözlerim bağlayıcıdır” cevabını verdi.

Alman Dışişleri Bakanı haricinde Federal Meclis Başkanı Norbert Lammert 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri planlaması çerçevesinde Türkiye’yi ziyaret etti. Alman Eğitim ve Araştırma Bakanı Anette Schavan Ankara’da temaslarda bulunan bir diğer Federal 

Alman kabinesi üyesi oldu. Başbakan Erdoğan haricinde Almanya’ya resmi ziyarette bulunan iki kabine üyesi Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ve Adalet Bakanı Sadullah Ergin oldular. Karşılıklı ziyarette bulunan siyasetçiler Almanya-Türkiye ilişkilerinin önemini ve bu ilişkilerin her alanda geliştirilmesi gerektiğini vurgulayarak, iki ülkenin ilişkilerini arttırarak devam ettirme niyetini ortaya koymuş oldular. İki ülke arasında bulunan köklü kültürel anlaşmaların iyi niyet 
temennileri ile daha üst seviyelere çekilmesi gerektiğini savunan Bakanlar özellikle 2010 Hessen ve İstanbul AB Kültür Başkenti programları kapsamında ortak hareket etme kararı aldılar.

Genel Kurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un 9 Eylül 2009’da Berlin’i ziyaret etmesi de Türk-Alman askeri ilişkilerini tazelemiş oldu. Alman Genel Kurmay Başkanı Wolfgang Schneiderhan ve Savunma Bakanı Franz Josef Jung ile görüşen İlker Başbuğ’un Berlin ziyareti bir Türk Genel Kurmay Başkanı’nın 13 yıl aradan sonra Almanya’ya ilk resmi ziyareti yapması adına da önemli olmuştur.11 

Merkel hükümeti prensip olarak Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olmasına olumsuz bakmasına karşın Türk hükümeti ile güvenlik alanında ve askeri alanda da üst düzey ilişkilerini korumuştur.

Kökleri Osmanlı Devleti’ne dayanan Türk-Alman ilişkileri ve Avrupa Birliği’ne tam üye olmayı kesin hedef haline getirmiş bir Türk Dış Politikası, Almanya’daki iktidar değişikliğinden etkilenmeyecek kadar sağlam bir yapıya sahiptir. Almanya’daki Türk seçmenin ilgileri ve beklentileri de, Türkiye’nin dış politikasın dan daha çok, kendi geleceklerini ilgilendiren konulara yönelmiş durumdadır.12 Türkiye için lobi yapması beklenen kitlelerin bu anlamda gerçekleştire bilecekleri en güzel lobi kendi sosyo-ekonomik statülerini ilerleterek çok daha güçlü bir temsil hüviyeti kazanmaları olacaktır. Alman halkının yüzde 60’ı sahip olduğu Türk ve Türkiye imajını, komşusu olan Türklerden ve Alman basınından edinmiştir. Bu anlamda Almanya’da yaşayan Türklerin her anlamda gelişerek, Türk ve Türkiyeli imajının olumlu gelişmesine katkıda bulunmaları gerekmekte dir. Sosyal hayat içinde arzu edilen bir noktada olmayan Türk kökenli göçmenler in Ankara adına direkt lobi girişimleri çok büyük bir mana ifade etmiyor.  

   Almanya’da henüz genel ve yerel seçimlere bile istenilen ölçüde katılmayan, oy kullanmayan, siyasi partilerde yeterince organize olmayan, sivil toplum örgütlerinde sadece sembolik isimlerle temsil edilen bir kitlenin yapacağı lobi de ancak bu ölçüde etkili olacaktır.

Sadece siyasi değil ekonomik, kültürel ve sosyal alanda da yaşanan gelişmeler Türkiye ve Almanya ilişkilerini hükümetler üstü bir noktaya taşımıştır. 
Bu bağlamda, Türkiye-Almanya ilişkileri tarafların bazı olumsuz açıklamalarına ve iç politika endişeleri nedeniyle yapılan bazı olumsuz değerlendirmelere rağmen normal seyrinde devam etmeyi sürdürecek gibi görünüyor.

2009 yılının başında Erdoğan’ın Angela Merkel’i arayarak 40 dakika boyunca İsrail’in Gazze saldırısı konusunda görüşmesi Türkiye ve Almanya’nın dünya siyasetinde birlikte hareket etmeye çalışan ve fikir alışverişinde bulunan birer ortak olduğunu göstermiştir. Bu telefon görüşmesinde Merkel ve Erdoğan Gazze saldırısına ilişkin ateşkesin sağlanması ve Mısır’dan Filistin’e tüneller aracılığıyla 
giren gizli silahların engellenmesi konusunda fikir alışverişinde bulunmuşlardır. Ayrıca Erdoğan, Merkel’e Almanya ve batılı ülkelerin İsrail’e baskı yaparak barış görüşmelerine ikna etmesini önermiş, Merkel’de Mısır sınırından Filistin’e giren silahların engellenebilmesi için uluslararası bir gözetim mekanizması kurulması gerektiğini ve Türkiye’nin bu kurulacak mekanizmada aktif rol alması gerektiğini 
belirtmiştir.13

Türk-Alman ilişkileri her ne kadar AB merkezli bir gündem ile değerlendiriliyorsa da ekonomik açıdan ilişkiler farklı bir mecrada artan bir ivme ile devam ediyor. Ankara-Berlin-Brüksel ekseninde takip edilen ilişkiler daha çok Alman iç politikası nın mevcut polarizasyonundan dolayı bu konumdan çıkamıyor. Almanya’da vuku bulan seçimlerde Türkiye’nin ve Türkler’in kampanya malzemesi yapılması  fotoğrafın tamamının görülmesini engellemektedir. Siyasi hesapların dışında kendi rotasında yol alan ve hacmi sürekli büyüyen ilişkiler her iki ülkenin gelecekte çok daha rasyonel hareket etmesine neden olacaktır.


2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

20 Ekim 2015 Salı

AB, TÜRKİYE’Yİ MÜLTECİ MERKEZİ YAPMAK İSTİYOR



AB, TÜRKİYE’Yİ MÜLTECİ MERKEZİ YAPMAK İSTİYOR




AB, TÜRKİYE’Yİ MÜLTECİ MERKEZİ YAPMAK İSTİYOR
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

Türkiye’nin, Suriye’deki iç savaş nedeniyle karşı karşıya kaldığı “mülteci (sığınmacı) krizi”, ülke dış politikasına yön veren ve hatta iç politika dinamiklerini de ciddi anlamda etkileyen bir sorun haline gelmiştir. Zira özellikle büyük şehirlerde ve Suriye’ye sınırı olan vilayetlerde büyük çaplı bir mülteci (sığınmacı) birikimi vardır ve bu birikim, önemli toplumsal, sosyo-kültürel ve ekonomik sorunları da beraberinde getirmektedir. Türkiye’nin yaşadığı mülteci krizine oranla çok daha düşük düzeyde bir krizle karşı karşıya olmasına karşın, Suriye, Irak ve Afganistan gibi ülkelerden kaynaklanan yasadışı göç dalgaları nedeniyle, kısa vadede olmasa da orta vadede çözülmesi güç toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlar yaşayabileceğini öngören AB, bu durumu engelleyebilmek için adım/adımlar atma kararlılığındadır. İşte bu noktada, Türkiye, AB’nin radarına girmektedir. Alman Şansölyesi Angela Merkel’in Türkiye’ye düzenlediği “çalışma ziyaretini” de, bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir.
Türkiye, resmi istatistiklere göre 2,5 milyon kadar göçmeni (mülteciyi) topraklarında barındırmaktadır. Bu insanların 2,2 milyonu Suriye’den, 300 bin kadarı da Irak’tan gelerek Türkiye’ye sığınmıştır. Bu rakamların resmi istatistikleri yansıttığı ve önemli miktarda göçmenin de “yasadışı yollardan” Türkiye’ye geldiği bilinmektedir. Çok büyük bir bölümü Suriye sınırına paralel uzanan şehirlerde kurulan kamplarda ya da “devlet tarafından” kendilerine verilen dairelerde yaşayan bu insanların ihtiyaçları da Türkiye tarafından karşılanmaya çalışılmaktadır. Mülteci (sığınmacı) sayısı itibarıyla dünya sıralamasında ilk sıraya yerleşen Türkiye, bu insanların ihtiyaçları için tam 8 milyar dolar harcamış durumdadır. Buna karşılık, Türkiye’nin çağrılarına ve verilen sözlere karşın, diğer devletlerden (özellikle Batılı devletler) ve uluslararası örgütlerden gelen yardım miktarı toplam 418 milyon dolarda kalmıştır. Bu yönüyle, mülteci krizi bağlamında, Türkiye’nin özellikle Suriye meselesine entegre olmuş taraflar ve Batılı müttefiklerince yalnız bırakıldığı ortadadır.
Türkiye, karşı karşıya kaldığı ekonomik imkansızlıklardan ve AB’nin yaşanan “mülteci krizi” bağlamında elini taşın altına koyma hususunda gösterdiği isteksizlikten hareketle, kendi topraklarını kullanarak AB ülkelerine ulaşmak isteyen göçmenlerin önüne geçmeme gibi bir stratejiye yönelmiştir. Bu durum, göç yolu üzerinde bulunan Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan, Hırvatistan ve Avusturya ve İtalya gibi ülkeler başta olmak üzere, AB içerisinde ciddi rahatsızlıklara ve hatta üye ülkeler arasında sınır kontrolüne ilişkin sorunlar yaşanmasına neden olmuştur/olmaktadır. Brüksel, göçmenlerin yarattığı sorunlara çözüm bulunması gerektiğinin farkına varmıştır. Bu bağlamda ise, üzerinde durulan husus, göçmenlerin (mültecilerin) AB topraklarına varmadan durdurulması, birlik topraklarına ulaşanların bir kısmının (özellikle eğitimli olanların) başta Almanya ve Fransa olmak üzere üye ülkeler arasında dağıtılması, geri kalan bölümünün ise Türkiye’ye gönderilmesi olmaktadır.
Türkiye’de yaşanan siyasal gelişmelere ve ülkeye egemen olan otoriter söylemlere ilişkin AB kanadından ciddi eleştiriler gelirken, üyelik müzakereleri durma noktasına gelmişken ve üstelik seçimler öncesinde propaganda faaliyetlerine konu olma ihtimali çok yüksek olmasına karşın, Alman Şansölyesi Merkel’in, Türkiye’ye “çalışma ziyareti” gerçekleştirmesinin arkasında da AB’nin karşı karşıya olduğu mülteci krizine çözüm bulma arayışı yatmaktadır. Merkel, Türkiye topraklarını kullanarak AB topraklarına giren/girebilecek olan göçmenlerin yeniden Türkiye’ye gönderilmelerini ve Türkiye’de kalabilmelerini sağlamaya yönelik bir strateji çerçevesinde Türkiye’ye gelmektedir.  Bu noktada kullanmayı planladığı husus ise Aralık 2013’te imzalanmış olan “Geri Kabul Antlaşması” olacaktır.
Türkiye ile AB arasında Aralık 2013’te imzalanan “Geri Kabul Antlaşması”, Türkiye’nin, AB içerisinde kendi vatandaşlarına yönelik “vize muafiyeti” sağlanabilmesini umarak imzaladığı bir antlaşmaydı. Halbuki bu antlaşmayı imzalamak, AB üyelerinin Türk vatandaşlarının 1963 tarihli Ankara Antlaşması’ndan kaynaklanan “serbest dolaşım” hakkını işletmeme yönündeki hukuksuz uygulamalarını, yani “oldu-bitti”nin kabul edildiğini ortaya koymaktadır. Nitekim AB tarafından Türkiye’ye yönelik olarak uygulanan vize kısıtlaması, hem 1963 tarihli Ankara Antlaşması, hem de AB’yi kuran antlaşmalarla çelişmektedir. Aralık 2013 tarihli Geri Kabul Antlaşması, gerçekleştirilen antlaşmalardan geri adım atılmaması (standstill) ilkesine olan aykırılığın Türkiye tarafından kabullenilmesini beraberinde getirmiştir. AB’nin vize konusunda Türkiye’ye yönelik olarak uyguladığı sınırlama, birliğin AB ile müzakere yürüten ya da aday ülke olarak belirlenen (özellikle Batı Balkan ülkeleri) ülkelere dahi derhal “vize muafiyeti” uyguladığı göz önünde bulundurulduğunda, bir çifte standarda işaret etmektedir. Geri Kabul Antlaşması, AB’nin kendi topraklarına “yasadışı yollardan” gelen göçmenleri (sığınmacıları) AB toprakları dışında kalan ülkelere yollayabilmek için kullandığı bir uygulamadır. Türkiye de “zaten hakkı olan” ancak AB üyelerinin hukuksuz uygulamaları sonucu elde edemediği “vize muafiyetine” ulaşabilmek için bu antlaşmaya imza atmıştır. Aralık 2013’te imzalanan antlaşmanın içeriğine göz gezdirildiğinde, Türkiye’nin Geri Kabul Antlaşması’nı tüm yönleriyle uygulamaya başlaması halinde dahi vize muafiyeti hususunda ancak “diyalog sürecinin” başlatılabileceğinin belirtildiğini, yani Türkiye’nin atacağı somut adımlara AB’nin ancak soyut bir düzlemde yanıt verdiğini görüyoruz.
Angela Merkel, Türkiye’ye gerçekleştirdiği çalışma ziyareti bağlamında, işte bu antlaşmanın altını çizecek ve Türkiye’den Geri Kabul Antlaşması’nı işletmesini isteyecektir. Böylece yüzbinlerce Suriyeli, Iraklı ya da Afgan mültecinin Türkiye topraklarına kabul edilmesi sağlanacak ve AB ciddi bir toplumsal, ekonomik ve siyasal yükten kurtulmuş olacaktır. Anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’nin de bu antlaşmayı uygulamak için Merkel’den ve AB’den bazı talepleri olacaktır. Bu talepler ise, Türkiye’nin yararlandığı fonlar dışında 3 milyar Euro’luk yeni bir kaynağın Ankara’ya sağlanması, vize muafiyetininin yürürlüğe girmesi yönünde ciddi adımlar atılması, yeni müzakere başlıklarının açılması ve Türkiye’nin AB Zirveleri’ne davet edilmesidir. AB’nin bu talepleri karşılama yönünde ise ciddi anlamda isteksiz olduğu görülebilmektedir. Brüksel, Türkiye’ye “yararlanılan fonlara ek 1 milyar Euro”, vize muafiyeti hususunda karşılıklı diyalogun ve çalışmaların arttırılması, AB Zirvelerine davet ve bir müzakere başlığının açılması (Kıbrıs Rum Kesimi’nin vetosu nedeniyle  bu konuda rahat adım atılamamaktadır) gibi öneriler ile gelmektedir. Yani AB, Geri Kabul Antlaşması çerçevesinde de “pazarlık” yapmaktadır. AB’nin Türkiye’den talebinin Ankara’ya çok büyük bir ekonomik, toplumsal ve siyasal yük getireceği ve bu taleplerin son derece “somut” olduğu dikkate alındığında, Türkiye’nin de Brüksel’den ve Merkel’den talebi aynı oranda somut ve derhal karşılanabilecek mahiyette olmalıdır. Uygulama zamana yayıldığı ve soyut ifadelere bağlanıp net bir şekilde imza altına alınmadığında, Türkiye genel olarak istediğini alamamaktadır/alamayacaktır.
Geri Kabul Antlaşması işletilip AB’ye giden göçmenler (sığınmacılar) geri alındığında resmi rakamla 2,5 milyon olan ama daha fazla olduğu bilinen sığınmacı sayısı 1 milyona yakın bir rakam ekseninde artacaktır. Türkiye topraklarına sığınmış kişilerin çeşitli sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlara yol açtığı ve Türkiye Ekonomisi’nin mevcut görünümünün (özellikle işsizlik gerçeği) bu insanların beraberlerinde getireceği yükü kaldıracak pozisyonda olmadığı dikkate alındığında, büyük çaplı ve süreklilik arz eden bir ekonomik ve teknik yardım, vize muafiyetinin sağlanacağına ilişkin net ve imza altına alınmış bir uygulama/plan ve bahsedilen 5 müzakere başlığının açılması sağlanamadığı takdirde Türkiye, bu yükün altına girmemelidir.
Türkiye’nin Suriye içerisinde “göçmenlerin (sığınmacıların)” yerleştirilebileceği bir güvenli bölge teklifi Fransa dışında hiçbir AB üyesi tarafından kabul görmemiştir. ABD de bu teklife karşı çıkmıştır. Bugün “güvenli bölge teklifine” baştan beri karşı çıkan Rusya’nın Suriye içerisindeki askeri hamleleri nedeniyle, böyle bir uygulamanın zaten gerçekleştirilemez hale geldiği dikkate alındığında, AB’nin anlaşma imzalandığı takdirde göndereceği göçmenler Türkiye içerisinde inşa edilecek kamplarda yaşamak zorunda kalacaktır. Bu insanların büyük bir bölümünün Suriye’ye geri dönme ümidini kaybettiği ve şansını başka ülkelerde denemek istediği dikkate alındığında, Türkiye’ye gönderilecek olan bu insanların gelecekte de Türkiye’de kalmak isteyeceği ve bunun Türkiye için büyük bir ekonomik ve sosyal yük olmasının yanı sıra, “yabancı düşmanlığını” dahi tetikleyecek bir gerçeklik yaratabileceği de ortadadır.
Angela Merkel, az sayıda göçmenin (mültecinin) Almanya’da kalmasına izin verdiği için “Nobel”e aday gösterilmiştir. Aynı ismin, şimdi, AB’nin üzerindeki yükü Türkiye’nin üzerine yıkmaya çalıştığı ve karşılığında da neredeyse anlamlı hiçbir şey vermek istemediği dikkate alındığında, Türkiye’nin ne denli büyük bir sorumlulukla karşı karşıya bırakılmak istendiği ortadadır. Üstelik Merkel, bu ziyareti tam da seçimler öncesinde gerçekleştirerek, sürekli eleştirdiği Türk Hükümeti’ne destek veriyormuş gibi bir görüntü yaratmaktadır. Yani bu ziyaretin, Türkiye’de iç siyasete ilişkin olarak da kullanılması ihtimali vardır. Son kertede, Geri Kabul Antlaşması’nı bu koşullarla işletmek çok da akılcı bir hamle olmayacaktır.
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

..