6 Aralık 2019 Cuma

TÜRKİYE’NİN ALMANYA POLİTİKASI 2009 BÖLÜM 1

TÜRKİYE’NİN ALMANYA POLİTİKASI 2009  BÖLÜM 1




Savaş Genç*, 
Bahadır Çelebi** 
* Doç. Dr., Fatih Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü.
** Araş. Gör., Fatih Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü.



TÜRK DIŞ POLİTİKASININ 2009 YILI GELİŞMELERİ

ÖNSÖZ

“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya” son verme konusunda üzerimize düşeni yapmak kaygısıyla serüvenine başlayan Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe halen daha var olmaya devam eden büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir. 
Mevcut eserlerin nicelik olarak yetersiz olmalarının yanında uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin yaşadığı en temel problem, konunun uzmanları tarafından yazılmamış, bilgi üzerine inşa edilmeyen, dayanaksız analiz ve yorumlar ile komplo teorileri ve spekülatif varsayımlardan oluşan kitapların sayısının her geçen gün artmasıdır. 

Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır. Bunun yanında, yıllığın ikinci bölümünde yer alacak olan Türk dış politikasına ilişkin bağımsız makaleler daha çok 
analiz ağırlıklı olacaktır.

TÜRK DIŞ POLİTİKASI YILLIĞI 2009

Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin sürekli olacağını, her yılın ortasında, bir önceki yıla ilişkin Türk dış politikası gelişmelerinin inceleneceği yeni bir kitabın yayınlanmasının planlandığını ifade etmek istiyoruz. Bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışmanın Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılması temel amacımızdır.

Söz konusu olan bir yıllık olduğu için, atıflar ve kaynakça konularında farklı bir yöntem izlenmiştir. Okuyucuyu sıkmamak amacıyla, yararlanılan gazetelerin ve haber ajanslarının önemli bir kısmı internetten alınmasına rağmen, internet adresleri verilmemiş, sadece haberin ismi, hangi gazete ya da haber ajansından alındığı ve haberin yayınlandığı tarih bilgileri yazılmıştır. Söz konusu haberlerin asıllarına ulaşmak isteyen okuyucuların, ilgili gazete ya da haber ajanslarının internet sitelerinden, haber başlığı ve tarihini yazmak suretiyle arama yapmaları yeterli olacaktır.

Bu kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Muhittin Ataman

Giriş

Tarih boyunca Almanya-Türkiye ilişkileri olumlu bir seyir izlemiştir. 

Özellikle Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ilişkiler, ticari, askeri, kültürel ve teknik alanlara yayılarak, Almanya’yı, Osmanlı Devleti ve Türkiye dış politikaları içinde vazgeçilmez bir yere getirmiştir. 

Bu dönemde Osmanlı yöneticileri arasındaki Fransa hayranlığı Almanya hayranlığına dönüşmeye başlamış, örnek olarak Almanya alınmaya başlanmıştır. İngiltere ve Fransa ile kötüleşen ilişkiler, 

Almanya’nın Osmanlı Devleti’ne sıcak bakmasıyla Osmanlı Devleti ve Almanya’yı müttefik birer ülke haline getirmiştir. II. Wilhelm’in, II. Abdülhamit’i ziyaretleri ve bu ziyaretler sonrasında birçok anlaşmanın imzalanması bu iyi ilişkilere örnektir.1  II Abdülhamit döneminde özellikle askeri alanda ilişkiler ileri düzeyde seyretmiş, Hicaz demiryolu gibi büyük bir proje Almanlara teslim edilmiştir. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti başta tarafsızlığını ilan etmesine rağmen 
Alman savaş gemilerinin Osmanlı Devleti’ne sığınmasıyla Almanya ile birlikte savaşa girmiş, yoğun ilişkiler yakın müttefikliğe dönüşmüştür. II. Dünya Savaşı’nda mesafeli olan ilişkiler, 1961 yılında imzalanan İşgücü Göçü anlaşması ile çok yeni bir boyut kazandı. 

Sanayisi büyüyen Almanya yarım milyon iş gücü ihtiyacının yalnızca 180 binini kendisi karşılayabiliyordu.2 Bu iş gücü açığı 1973 yılına kadar Türkiye’den gelen işçilerle kapatıldı. Bugün 3 milyona ulaşan Almanya’daki Türkiye kökenli insan nüfusu Almanya-Türkiye ilişkilerinde en önemli belirleyicilerden biridir.

Almanya’da yaklaşık 3 milyon Türkiye kökenli insan yaşıyor. 

Göçmen olarak bu ülkeye giden Türkiye vatandaşlarının yaklaşık 700.000’i Alman vatandaşlığına geçti. Bu kitle ikili ilişkilerde önemli bir rol oynamaktadır. Almanlar için turistik açıdan büyük bir cazibe merkezi olan Türkiye, her sene yaklaşık 5 milyon Alman vatandaşını ağırlıyor. Turizmin yanı sıra Türkiye’nin güzelliklerine hayran kalan özellikle emekli Almanlar yılın büyük bölümünü güney sahillerinde satın aldıkları yazlıklarında geçiriyorlar. Her sene sayıları biraz daha artan bu kitlenin nüfusu 70 bin civarındadır.

Son dönemde Türkiye-Almanya ilişkileri, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri bağlamında da önem kazanmıştır. Avrupa’nın lokomotif gücü olan Almanya’nın desteği, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği için hayati önemdedir. Almanya’nın desteklemediği bir kararın Avrupa Birliği tarafından kabul edilmesi pek mümkün değildir. Bu bağlamda Almanya-Türkiye ilişkilerinin seyri, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği üzerinde de etkileyici niteliktedir. Almanya, seçim sistemi gereği koalisyonlarla yönetilen bir ülkedir. Ülkede tek başına 
iktidara gelmeyi başarabilen tek parti Hıristiyan Birlik partileri (CDU/CSU) olmuştur ki olayın vuku bulduğu yıllarda ülke genelinde uygulanan %5’lik seçim barajını aşabilen üç parti bulunuyordu. 

2009 yılı içinde Almanya’da iki farklı hükümet görev aldı. Hıristiyan 
Birlik partileri başbakanlığında, Sosyal demokratlarla birlikte kurulan 
‘büyük koalisyon’ 2009 Ekim seçimleri neticesinde yerini yine Angela Merkel liderliğinde bu kez Liberallerle (FDP) kurulan hükümete bırakmıştır. Hali hazırdaki koalisyonun da, bir önceki ‘Büyük koalisyonun’ da küçük ortaklarının Türkiye’nin Avrupa Birliği içindeki destekleyicilerinden olduğunu söyleyebiliriz. 

Siyasi İlişkiler

1997 yılında Almanya Başbakanı Helmut Kohl’un, 6 Hıristiyan Demokrat liderle birlikte yaptığı ‘Türkiye Müslüman bir ülke olduğu için Avrupa Birliğine giremeyecektir’ açıklaması ile dibe vuran Türkiye-Almanya ilişkileri, 1998 yılında Gerhard Schröder önderliğinde Alman Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve Yeşiller Partisi arasında kurulan koalisyon hükümeti ile yeni ve sıcak bir döneme girmiştir.3 Gerhard Schröder, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi de içine alarak 
genişlemesini ve küresel bir aktör konumuna yükselmesini savunmuş, 
bu düşünceyle Türkiye’yi destekleyerek, Türkiye’nin aday ülke statüsüne kavuşup tam üyelik müzakerelerine başlamasının en büyük destekçilerinden biri olmuştur. 1 Mart tezkeresi ile daha bağımsız bir aktör olarak ön plana çıkan Ankara her halükarda AB içinde dikkate alınması gereken bir ülke olarak tam üyelik müzakerelerine başladı. 2005 yılında yapılan Almanya parlamento seçimleri Türkiye-Almanya ilişkileri açısından yeni ve zor bir sayfa açtı. 1998 
genel seçimlerinde güçlü bir vizyonla iktidara gelen ve birinci parti konumunda olan Sosyal Demokrat Parti (SPD), bu tarihte birinciliği Hıristiyan Demokrat Birlik Partileri’ne (CDU/CSU) kaptırdı. Bir küçük parti ile koalisyon kurma şansı olmayan büyük partiler (CDU/CSU ve SPD) mecburen kendi aralarında büyük koalisyon hükümeti kurdular.

Büyük koalisyonun kurulduğu bu seçimlerde CDU/CSU partileri açıkça Türkiye’nin AB’ye tam üyelik politikalarını ve bu süreci destekleyen SPD’nin duruşu üzerinden propaganda yapacağını duyurdu. 

Seçim tartışmaları esnasında bu kartı sonuna kadar kullanan Birlik partileri son kez bu yolla kısmi bir başarı elde etmeyi başardılar. Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması, farklı bir kültürden gelmesi, çok büyük ve nüfusunun AB tarafından hazmedilemeyecek kadar yoğun oluşu ve daha birçok gerekçeyle Avrupa Birliği’ne tam üye olarak alınmaması için ‘imtiyazlı ortaklık’ gibi ara bir formül Angela Merkel ve partisi tarafından benimsendi. Alman şansölyesi Angela 
Merkel’in ağzından düşürmediği ‘imtiyazlı ortaklık’ AB literatüründe yeri olan bir terim değildir. Bu terim ile Merkel’in tam olarak ne kastettiği ise başta kendi partisi olmak üzere Alman siyasi aktörleri tarafından da tam olarak bilinmemekte dir. Sıradan bir CDU/CSU’lu seçmenin ya da partide görev alan bir siyasinin bu kavramdan anlayacağı şeyler muhtemelen farklı olacaktır. 

Her halükarda yıllarca Türkiye’yi insan haklarını çiğnemekle suçlayan, demokratikleşmesini eleştiren, ‘azınlıklara’ ve Kürtlere karşı tavrını sert bir şekilde kritize eden Birlik partilerinin, Ankara’nın demokratikleşme sürecini iç politika malzemesi yapması, Türkiye’deki değişim ve AB yanlısı demokratlar üzerinde unutulması güç derin yaralar açmıştır. 

Türkiye’nin içerde kendi yakın tarihi ile yüzleşip kendi ‘derin devletinden’ 
kurtulma mücadelesi verdiği dönemde Birlik partilerinin saflarını demokrasiden yana çok daha net bir şekilde belli etmesi beklenirken, CDU/CSU partileri, farklı hesaplar içinde bulunmayı ve Fransa’daki iktidar değişikliğini de arkalarına alarak Sarkozy ile birlikte yekpare bir ‘karşı cephe’ oluşturmayı tercih ettiler.

Alman Sosyal Demokratlar’ın ve yeni koalisyon ortakları Liberal parti FDP’nin Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine tam destek vermelerine rağmen, Angela Merkel’in başbakanlığı Türkiye ve Almanya arasında, AB ekseninde 2005’ten bu yana soğuk rüzgârların esmesine sebep olmaktadır. Özellikle bu sürecin Almanya içinde seçim malzemesi olarak kullanılıyor oluşu, Türkiye’de iktidar partisinin 
yanı sıra AB serüvenine inanan kitleleri zor durumda bırakmıştır. 
2009 yılı işte tam da bu nedenle Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği 
adına bu soğuk rüzgârların esmeye devam ettiği bir yıl oldu.

Angela Merkel parti olarak (CDU/CSU) Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olmasına karşı olduklarını fakat Türkiye ile çok yakın ilişkileri devam ettirmek istediklerini, bunu da ‘İmtiyazlı Ortaklık’ gibi bir formülle yapmayı düşündüklerini başbakan olmadan önce ilan ederek bir karşı tavır sergilemişti. Türkiye bu teklifi 
daha ilk günden itibaren şiddetle reddederek, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye verdiği sözleri tutması gerektiğini her fırsatta ifade etti. 

Buna karşın Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği gündeme geldiğinde 
Angela Merkel ve Alman Hıristiyan Demokratları ‘İmtiyazlı Ortaklık’ 
formülünü defaatle zikretmekten geri durmadılar. 11 Mayıs 2009 tarihinde Berlin’deki Potsdamer Platz meydanında düzenlenen bir etkinliğe Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile birlikte katılan Angela Merkel, ‘Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine hayır, imtiyazlı ortaklığa evet’ diyerek Türkiye’nin birliğe tam üyelik fikrine karşı tutumunu yineledi. Aynı etkinlikte konuşan Alman Hristiyan Demokrat Parti’nin gençlik kolu olan Genç Birlik başkanı Philipp 
Messfelder daha da ileri gidip Türkiye hakkında sert ifadeler kullandı: 

“Avrupa’nın ortak değerler temelinde kurulmasını istiyoruz, Türkiye’nin burada yeri yok”.4 Alman hükümetinin koalisyon ortağı CDU partisinin 2005 yılından bu yana Türkiye’ye karşı tutumunu gözler önüne seren bu ifadeler haklı olarak Türkiye’nin tepkisini çekmektedir. 

Alman iç politikasında prim yapması muhtemel bu sert beyanatlar, ekonomik olarak oldukça zayıf bir görüntü çizen ve AB’den başka hiçbir alternatifi olmadığı ezberi ile hareket eden 90’lı yılların klişe Türkiye imajına dayandırılarak verilen yanlış tepkilerdir.

Alman Birlik Partileri’nin bu tavrı, Nicolas Sarkozy’nin Türkiye’ye karşı daha da olumsuz tutumuyla birleşince, Türkiye hükümetinin işini demokratikleşme sürecinde iç, vizyon belirleme noktasında ise dış politikada daha da zorlaştırmış tır. İç politikada Avrupa muhalifleri ile mücadele eden Ak Parti hükümeti, dış politikada da Almanya ve Fransa’nın bu sert tutumuna karşı farklı açılımlarla konum belirlemeye çalışmaktadır. 

Enerji politikaları ile Orta Asya zenginliklerini dünya pazarlarına açan, Orta Doğu’da kurduğu stratejik birliktelikler sayesinde cazibe merkezi haline gelen ve Obama iktidarı döneminde transatlantik eksende daha da önem kazanan Türkiye, Berlin’deki Birlik partisi yetkililerine takındıkları tavrın yanlışlığını göstermeye başladı. 

Özellikle küresek ekonomik krizde Brüksel’den büyük destek alan Akdeniz ülkeleri bir bir sarsılırken yeni dış politika bağlantıları ile farklı pazarlara açılan ve yabancı sermayenin cazibe merkezi haline gelen Türkiye’nin ekonomik büyüme kaydetmesi 2009 senesi içinde Almanya gündeminde bir başarı öyküsü olarak tartışılmıştır. 

Alman koalisyon hükümetinin büyük ortağı Hıristiyan Demokrat Birlik Partileri  ’nin ( CDU/CSU ) bu olumsuz tutumuna rağmen, koalisyonun diğer ortağı Sosyal Demokrat Parti ve 2009 Ekim seçimleri akabinde koalisyon ortağı olarak iktidara gelen FDP Türkiye’ye karşı sıcak tutumunu sürdürdü. Almanya’da Eylül 2009’da yapılan seçimlerden önce Sosyal Demokratların başbakan adayı Frank-Walter Steinmeier, Türkiye ile Almanya Dışişleri Bakanlıklarının stratejik diyalogu 
geliştirmek amacıyla düzenli şekilde görüşmeleri ile ilgili bir karar aldıklarını ifade ederek Türkiye ile ilişkilerin önemini vurguladı.5

2009 yılı, Almanya’daki seçimler nedeniyle de Türkiye için kritik bir yıldı. Seçime Türkiye karşıtlığı propagandasıyla giren Alman Hıristiyan Demokrat Partisi’nin genel başkanı Angela Merkel, 2005 yılından bu yana süren Hıristiyan Demokrat/Sosyal Demokrat koalisyonunu dağıtma hedefine ulaşarak seçimden yüzde 33,9 oyla galip ayrıldı. Bu netice Hıristiyan Demokratların aldıkları en düşük oy oranı olarak tarihe geçerken, Birlik partileri özellikle ekonomik 
krizin etkili olduğu bir dönemde artık seçmenlerinin de canını sıkmaya 
başlayan Türkiye karşıtlığı söylemi ile cezalandırılmış oldular. 

Merkel’in Sosyal Demokratlar yerine koalisyon ortağı olarak görmeyi 
arzuladığı liberal Hür Demokratlar da (FDP) yüzde 14,6 oy alarak 
3. Parti oldu ve Hıristiyan Demokratlarla birlikte koalisyon hükümetini 
kurdu.6 Koalisyon sözleşmesinde, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda Türkiye ile sürdürülen müzakerelerin ‘sonucu açık’ şekilde yürütülmesi, Türkiye’nin üyeliğinin reddedilmesi durumunda ise Avrupa Birliği ile imtiyazlı ortaklığın teklif edilmesinin yer alması,7 Türkiye tarafından hoş karşılanmadı. Seçimlerin ardından Angela Merkel’i arayarak tebrik eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, telefon görüşmesinde Türkiye-Almanya ilişkilerinin geleceği 
hakkında olumsuz bir değerlendirmenin söz konusu olmadığını kamuoyuna beyan etti. Merkel’in AB ekseninde açık bir şekilde yürüttüğü Türkiye karşıtlığına rağmen her iki lider de bu konunun ikili ilişkileri zedelememesi için hassasiyet göstermektedirler.

Türk-Alman ilişkilerine her iki ülkenin medyasında Merkel’in ‘imtiyazlı ortaklık’ teklifi nedeni ile daha çok AB penceresinden bakılmaktadır. Almanya’da yaşayan yaklaşık 3 milyon Avrupalı Türk’ün, Alman vatandaşı olan 700 bininin ikili ilişkilerdeki rolü göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Almanya kendi içinde henüz tam olarak entegre edemediği bu kitle ile yola nasıl devam edeceği hususunda hemfikir olmuş bir görüntü çizmiyor. Göçmenlerin eğitim, dil, entegrasyon ve aidiyetlik sorunları Alman iç politikasının değişmeyen 
gündemlerindendir. ‘Misafir işçi’ sıfatı ile bu ülkeye getirilen kitlelerin 
‘göçmen’ kimliğine kavuşması ve kanunlarının bu kavramla ifade edilerek yeniden yazılması Türk-Alman ilişkilerinde çok önemli yapıcı politikalar izleyen SPD lideri Gerhard Schröder şansölyeliği döneminde gerçekleştirilmiştir. 

Hatalarla dolu yakın göç tarihine bakıldığında, göçmenlerle Alman devleti arasında yaşanan ciddi bir güven bunalımının söz konusu olduğunu ifade edebiliriz. Bu negatif anlayışın Ankara’nın AB’ye Berlin vasıtası ile entegre olması ile kırılabileceğini düşünen Schröder hükümeti hem Türkiye’nin yeni vizyonuna destek vermek hem de içerideki Türkiye kökenli göçmenler ile aralarındaki ‘güven bunalımını’ aşmak adına oldukça somut pozitif adımlar atmıştı. Özellikle 
son iki seçimde Schröder’in oluşturmaya çalıştığı bu pozitif eksenin yerini daha sert, göçmenler ve Türkiye-AB ilişkileri üzerinden siyaset yapan ‘kolaycı’ bir söyleme bıraktığını gözlemliyoruz. Birlikte hareket edip sıcak pozlar veren Erdoğan-Schröder ikilisi 2009 senesi içinde sadece eski Şansölye’nin doğum günü partisinde bir araya gelebildiler. Birçok dünya lideri ile kişisel ilişkileri üzerinden iletişim kurmasını beceren Erdoğan, Schröder ile kurduğu sıkı bağları 
Merkel döneminde oluşturma fırsatını bulamadı.

 Başbakan Erdoğan’ın Almanya seyahatleri esnasında bu ülkede yaşayan Türkiye vatandaşları ile gerçekleştirdiği kapalı spor salonu toplantılarında kullandığı ifadeler satır aralarından çekilerek Alman medyasında günlerce konuşulan ‘milliyetçi’ ve ‘entegrasyon karşıtı’ bir tablo oluşturulmaya çalışıldı. Aslında, Almanya’da yaşayan Türkiyelilere her fırsatta bu ülkenin vatandaşlığına geçip iyi seviyede Almanca öğrenmeleri gerektiğini tavsiye eden Erdoğan, bunun yanında 
mutlaka bu ülkeye entegre olun ama kesinlikle asimile olmayın tavsiyelerinde de bulunuyor. Asimile olmamanın yolunun ana diline sahip çıkmaktan geçtiğini ifade eden Erdoğan Türkçeye özel bir önem veriyor. Almanya’da açılacak Türk liselerinin bu anlamda tarihi bir rol üstleneceğine inanan Başbakan ısrarla bu ülkede Türkiyeli öğretmenlerin de görev alacağı örnek okulların açılmasından yana tavır sergiliyor. Almanya’daki Türkiyelilerin kötü seviyedeki Almancalarına 
bakarak bu karara tavır alan muhafazakâr Almanların görmedikleri bir şey var. Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin anadilleri de konuştukları Almanca kadar kötü ve anlaşılmaz. Anadilini bu kadar kötü konuşan bir kitlenin ikinci bir dili öğrenmesinin de çok zor olduğunu belirten pedagoglar bu noktada anadilin geliştirilmesinin önemine dikkat çekiyorlar.8

Erdoğan’ın Almanya’da yaşayan Türkiyelilerle gerçekleştirdiği toplantılar yukarıda zikredilen ‘Türkçe’ ve Türk liseleri’ başlığı neticesinde farklı bir konuyu gündeme getirmiştir. Almanya’da Erdoğan’ı dinleyen coşkulu kitleler hala Ankara’nın etki alanındadır. Bu kitle ağırlıklı olarak izlediği Türkiye televizyonları sayesinde Türkiye gündemini yakından takip ediyor. Tüm bu gerçekler Avrupalı Türklerin Almanya’ya entegrasyon süreçlerinde Ankara’nın oynayabileceği 
rolleri işaret etmektedir. Ankara ile Berlin bu ve benzeri konularda ortak projeler geliştirebilirler. Türk-Alman ilişkilerinin yakın gelecekteki ilgi alanlarından bir tanesi de rasyonel hareket edebilen iktidarların oluşturacağı işbirliği komisyonları vesilesi ile kurgulanacak entegrasyon politikaları olacaktır. Öte yandan Başbakan Erdoğan’ın Almanya’da yaşayan Türkiyeliler ile gerçekleştirdiği toplantıların Alman medyasını ve ülke gündemini uzun süre meşgul etmesi bir Türk siyasinin Berlin gündemini kolaylıkla değiştirebilecek güçte olduğunu da gösteriyor. Başbakan’ın ifadelerinin özellikle Alman muhafazakar basını tarafından çok ağır bir üslupla eleştirilmesinin ardında biraz da bu gerçek yatıyor olabilir.

Birçok olumsuz etkene rağmen 2009 senesi içinde de Türkiye ve Almanya arasındaki ikili ilişkiler karşılıklı ziyaretlerle zinde tutulmaya çalışıldı. 2009 senesi içinde Almanya’nın yeni koalisyon ortağı liberallerin parti lideri ve Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle Ankara ve İstanbul’u kapsayan çok verimli ve pozitif bir ziyarette bulundu. Westerwelle’nin Türkiye’de yaptığı açıklamalarda Ankara’nın AB üyeliğine tam destek verdiğini ifade etmesi Berlin’de negatif tepkilerle karşılandı.9 Koalisyon ortağı Hıristiyan Sosyal Birlik partisinin genel 
sekreteri Alexander Dobrindt, Dışişleri Bakanlarının Türkiye gezisi devam ettiği esnada tehditkâr bir tavırla Westerwelle’ye ‘Türkiye’ye tutamayacağın gizli sözler verme!’ ikazında bulundu.10 Berlin’den gelen sert açıklamaların basına yansıması akabinde, Westerwelle’ye olumlu mesajlarını şahsi olarak mı yoksa Alman Dışişleri Bakanı sıfatı ile mi verdiği sorusu Türkiye basın mensupları tarafından soruldu. 
Buna benzer iğneleyici sorulara muhatap olan Westerwelle: “Burada kısa şortumla kumsalda gezinen bir Alman turist olarak değil de Dışişleri Bakanı olarak bulunuyorum, tabii ki sözlerim bağlayıcıdır” cevabını verdi.

Alman Dışişleri Bakanı haricinde Federal Meclis Başkanı Norbert Lammert 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri planlaması çerçevesinde Türkiye’yi ziyaret etti. Alman Eğitim ve Araştırma Bakanı Anette Schavan Ankara’da temaslarda bulunan bir diğer Federal 

Alman kabinesi üyesi oldu. Başbakan Erdoğan haricinde Almanya’ya resmi ziyarette bulunan iki kabine üyesi Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ve Adalet Bakanı Sadullah Ergin oldular. Karşılıklı ziyarette bulunan siyasetçiler Almanya-Türkiye ilişkilerinin önemini ve bu ilişkilerin her alanda geliştirilmesi gerektiğini vurgulayarak, iki ülkenin ilişkilerini arttırarak devam ettirme niyetini ortaya koymuş oldular. İki ülke arasında bulunan köklü kültürel anlaşmaların iyi niyet 
temennileri ile daha üst seviyelere çekilmesi gerektiğini savunan Bakanlar özellikle 2010 Hessen ve İstanbul AB Kültür Başkenti programları kapsamında ortak hareket etme kararı aldılar.

Genel Kurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un 9 Eylül 2009’da Berlin’i ziyaret etmesi de Türk-Alman askeri ilişkilerini tazelemiş oldu. Alman Genel Kurmay Başkanı Wolfgang Schneiderhan ve Savunma Bakanı Franz Josef Jung ile görüşen İlker Başbuğ’un Berlin ziyareti bir Türk Genel Kurmay Başkanı’nın 13 yıl aradan sonra Almanya’ya ilk resmi ziyareti yapması adına da önemli olmuştur.11 

Merkel hükümeti prensip olarak Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olmasına olumsuz bakmasına karşın Türk hükümeti ile güvenlik alanında ve askeri alanda da üst düzey ilişkilerini korumuştur.

Kökleri Osmanlı Devleti’ne dayanan Türk-Alman ilişkileri ve Avrupa Birliği’ne tam üye olmayı kesin hedef haline getirmiş bir Türk Dış Politikası, Almanya’daki iktidar değişikliğinden etkilenmeyecek kadar sağlam bir yapıya sahiptir. Almanya’daki Türk seçmenin ilgileri ve beklentileri de, Türkiye’nin dış politikasın dan daha çok, kendi geleceklerini ilgilendiren konulara yönelmiş durumdadır.12 Türkiye için lobi yapması beklenen kitlelerin bu anlamda gerçekleştire bilecekleri en güzel lobi kendi sosyo-ekonomik statülerini ilerleterek çok daha güçlü bir temsil hüviyeti kazanmaları olacaktır. Alman halkının yüzde 60’ı sahip olduğu Türk ve Türkiye imajını, komşusu olan Türklerden ve Alman basınından edinmiştir. Bu anlamda Almanya’da yaşayan Türklerin her anlamda gelişerek, Türk ve Türkiyeli imajının olumlu gelişmesine katkıda bulunmaları gerekmekte dir. Sosyal hayat içinde arzu edilen bir noktada olmayan Türk kökenli göçmenler in Ankara adına direkt lobi girişimleri çok büyük bir mana ifade etmiyor.  

   Almanya’da henüz genel ve yerel seçimlere bile istenilen ölçüde katılmayan, oy kullanmayan, siyasi partilerde yeterince organize olmayan, sivil toplum örgütlerinde sadece sembolik isimlerle temsil edilen bir kitlenin yapacağı lobi de ancak bu ölçüde etkili olacaktır.

Sadece siyasi değil ekonomik, kültürel ve sosyal alanda da yaşanan gelişmeler Türkiye ve Almanya ilişkilerini hükümetler üstü bir noktaya taşımıştır. 
Bu bağlamda, Türkiye-Almanya ilişkileri tarafların bazı olumsuz açıklamalarına ve iç politika endişeleri nedeniyle yapılan bazı olumsuz değerlendirmelere rağmen normal seyrinde devam etmeyi sürdürecek gibi görünüyor.

2009 yılının başında Erdoğan’ın Angela Merkel’i arayarak 40 dakika boyunca İsrail’in Gazze saldırısı konusunda görüşmesi Türkiye ve Almanya’nın dünya siyasetinde birlikte hareket etmeye çalışan ve fikir alışverişinde bulunan birer ortak olduğunu göstermiştir. Bu telefon görüşmesinde Merkel ve Erdoğan Gazze saldırısına ilişkin ateşkesin sağlanması ve Mısır’dan Filistin’e tüneller aracılığıyla 
giren gizli silahların engellenmesi konusunda fikir alışverişinde bulunmuşlardır. Ayrıca Erdoğan, Merkel’e Almanya ve batılı ülkelerin İsrail’e baskı yaparak barış görüşmelerine ikna etmesini önermiş, Merkel’de Mısır sınırından Filistin’e giren silahların engellenebilmesi için uluslararası bir gözetim mekanizması kurulması gerektiğini ve Türkiye’nin bu kurulacak mekanizmada aktif rol alması gerektiğini 
belirtmiştir.13

Türk-Alman ilişkileri her ne kadar AB merkezli bir gündem ile değerlendiriliyorsa da ekonomik açıdan ilişkiler farklı bir mecrada artan bir ivme ile devam ediyor. Ankara-Berlin-Brüksel ekseninde takip edilen ilişkiler daha çok Alman iç politikası nın mevcut polarizasyonundan dolayı bu konumdan çıkamıyor. Almanya’da vuku bulan seçimlerde Türkiye’nin ve Türkler’in kampanya malzemesi yapılması  fotoğrafın tamamının görülmesini engellemektedir. Siyasi hesapların dışında kendi rotasında yol alan ve hacmi sürekli büyüyen ilişkiler her iki ülkenin gelecekte çok daha rasyonel hareket etmesine neden olacaktır.


2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder