2 Aralık 2019 Pazartesi

İNSAN HAKLARININ GENEL TARİHİ GELİŞİMİ,

 İNSAN HAKLARININ GENEL TARİHİ GELİŞİMİ,




   İnsan hakları fikri İlk Çağda yavaş yavaş yeşermeye başlamıştır. Mezopotamya, Çin ve Hindistan medeniyetlerinde insan hakları ile ilgili ilk fikirlere rastlanmaktadır.

    Özellikle Sümerlerde yazının keşfi ile birlikte hukuk düşüncesi yazılı hâle gelmiş ve diğer toplumları da etkilemiştir. Çin’de filozoflar devlet ve hukuk üzerine düşünmüşler ve insanların mutlu olacağı bir yönetimin nasıl olması gerektiği üzerine çalışma yapmışlardır. Hindistan’da ise hak ve özgürlük ile devlet ve hukuktan ziyade nefse hakim olma düşüncesi dikkati çekmektedir. 

İnsan haklarının tarihi gelişiminden bahsedildiğinde ilk fikir tohumlarının atıldığı ve uygulamanın ilk örneklerinin görüldüğü eski Yunan akla gelmektedir. Özellikle Sofistler insan hakları fikrinin oluşumuna büyük katkı sağlamışlardır. İnsanın doğası gereği özgür ve eşit olduğu Stoacılar tarafından ileri sürmüştür. 

Orta Çağda insan hakları açısından yeni bir dönem başlamış ve devlet egemenliği yumuşamaya başlamıştır. İlk başlarda Hristiyanlık, Tanrı önünde insanların eşit ve kardeş olarak kabul edilmesi ve laik bir yönetim anlayışına uygunluk sebebiyle insan haklarının gelişimine katkı sağlamıştır. 

Orta Çağda kilise kanunları ile beşerî kanunların çatışması sonucu kilise ile kral veya kilise, kral ve halk arasında derin ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Bu dört kuvvet olan kilise, kral, derebeyi ve halk arasındaki mücadeleler zaman zaman çatışmalara yol açarak kendi aralarında egemenliğin kısıtlandığı anlaşmaların yapılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu karşılıklı kısıtlama getiren anlaşmalar sonraki çağlar için insan haklarının gelişmesinde yol gösterici olmuştur. 

Bu şekilde elde edilen insan hakları, sonradan elde edilecek insan haklarının müjdeleyicisi olmuştur.42

İslamiyette de Hristiyanlıkta olduğu gibi ilk zamanlar adalet ve eşitlik fikri gelişme göstermiştir. Ancak iktidarın sağlamlaştırılmasını müteakiben insan hakları alanındaki gelişmeler durmuştur. İnsan hakları, insanın bizzat insan olmasından dolayı tanınmamış olup Allah’ın lütfu ve insana tanıdığı imtiyazlar olarak takdim edilmiştir. Bu insan hakları Batı’nın insan hakları anlayışından farklıdır. Öncelikle insan haklarının kişiye tanınmış olması açısından büyük farklar bulunmaktadır. İnsan hakları, insana sadece insan olduğu gerekçesi 
ile maddî ve manevî varlığını geliştirmesi ve özgür bir birey olarak kendinî ifade edebilmesi amacıyla verilirken, İslam’da insan hakları toplum düzeninin sağlanması ve kişinin tehlikelerden korunması amacıyla verilmektedir. 

Orta Çağda toplumdaki güç kesimlerinin çatışması sonucu iktidarın kısıtlanması ile sonuçlanan en önemli ve bilinen anlaşma, 1215 tarihli İngiliz Büyük Hürriyet Fermanı (Magna Carta Libertatum)dır. Ferman ile kralın yetkileri kısıtlanarak halkın insan hakları alanı genişlemiştir. Kral John tarafından İngiliz halkına ihsan edilen ve Büyük Şart (Great Charter) olarak bilinen Ferman, İngiliz anayasal özgürlüklerinin temelini oluşturmaktadır.43 Ferman ile yönetimin keyfî muamelelerinin önüne geçilmesi, halka birtakım hakların tanınması, yöneten ve yönetenlerin bir kurala uyması gerektiği ve üstün hukuk kurallarının mevcudiyetinin kabul edilmesi açısından önem arz etmektedir. Ferman’da bireye can ve mal güvenliği tanınmış olup keyfî yakalama ve ceza takibine karşı koruma gibi çeşitli kazanımlar elde edilmiştir. Fermanın imzalanmasında asıl sebep, zamanın ekonomik şartlarının kötüleşmesi sonucu, kralın sık sık vergi almasının ve askere çağırmasının önüne geçmektir. Aslında sadece, baron ile kral ilişkilerini tanzim eden Ferman, sonraları hukukçular ve özellikle 1628 yılında Haklar Dilekçesini (Petition of Rights) tanıyan Edward Coke tarafından siyasî bir doküman olmaktan ileri götürülerek hukukî vasıf kazanmış ve daha fazla anlamlar yüklenmiştir.44 

Fermanda insan hakları alanında önemli gelişmeler sağlansa da bu hakları gerçekleştirecek mekanizmalar tesis edilmemiştir. Eksikliklerine rağmen devlet iktidarının sınırlanması açısından belge insan hakları alanında ilk ve en önemli belge sayılmaktadır.45

Yeni Çağla birlikte Avrupa’da feodalite ortadan kalkmış yerine monarşik krallıklar ortaya çıkmıştır. Monarşik krallıklar egemenliğin kendilerine Tanrı tarafından verilmesi sebebiyle bunu kullandıklarını iddia etmişlerdir. Krallıkların egemenliği kendi adlarına tesis etmeleri egemenlik gider korkusuyla bu konuda daha kıskanç hareket etmeleri ile sonuçlanmıştır. Bu dönemde egemenliğin, bölünmez, devredilmez ve tek olduğu anlayışı hakimdir. 

Krallıkların egemenliği kıskanç bir şekilde kullanmaları, insan hak ve hürriyetlerinin aşırı derecede kısıtlanması ve insan hakları ihlâlleri ile sonuçlanmıştır. İnsanların doğuştan insan haklarına sahip olduğu anlayışı otoriter yönetimlerde filizlenmiş ve kısa zamanda yaygınlık kazanmıştır.46 

Bu dönem aydınları, 15. yüzyılda başlayan Rönesans ve Reform hareketlerinin etkisiyle insan hakları alanında önemli felsefî çalışmalar yaparak insan haklarının düşünsel temellerinin oluşmasına önemli katkıda bulunmuşlardır. Dönemin 
sonlarına doğru yapılan düşünsel çalışmalar ve başkaldırı hareketleri sonucu mutlak egemenlik anlayışı zayıflayarak, insan hakları pozitif hukuka girmiş ve anayasalarda yerini almıştır. İnsan haklarının pozitif hukukta yer alması bu dönemde başlamış olup sonraki dönemlerde de tam olarak yerleşmesi sağlanmıştır. 

İnsanın sadece insan olması sebebiyle doğuştan insan haklarına sahip olduğu ve bu haklara müdahâle edilemeyeceği, dokunulamayacağı ve hakların bölünemeyeceği anlayışı bir sistem içerisinde bu dönemde ortaya çıkmıştır. 

Bu zamana kadar insan hakları alanında önemli çalışmalar yapılmış olsa da, bu çalışmalar bir sistem dahilinde ortaya çıkmamış ve insan hakları doktrinini oluşturamamışlardır.47

Yeni Çağda düşünsel alanda önemli gelişmeler yaşanırken uygulamada da önemli ilerlemeler sağlanmıştır. Özellikle İngiltere’de kral ile baron ve halk arasındaki mücadelede adım adım başarılar kazanılmıştır. 1215 Büyük Hürriyet Fermanı ile başlayan iktidarın kısıtlanması 1628 Haklar Dilekçesi (Petition of Rights), 1670 Habeas Corpus Act, 1689 Haklar Bildirisi (Bill of Rights) ve 1751 tarihli Veraset Yasası (Act of Settlement) ile sonuçlanmıştır. İnsan hakları alanında elde edilen kazanımlar anayasa hukuku ile doğrudan bağlantılı olduğundan insan hakları tarihinin ve dönüm noktalarının anayasa hukuku açısından da bağlantılı olduğu söylenebilir. 

İngiltere’de insan hakları alanında meydana gelen gelişmeler esas itibari ile bir siyasal güç odağı olan ve aristokrasi diye tabir edebileceğimiz baronlar ve çevresinin krala karşı genel olarak iktisadî amaçlı yapmış olduğu mücadele sonucu elde edilen başarılardan oluşmaktadır. Yapılan mücadelede haksızlıkların giderilmesi ve baskıların önlenmesi amacıyla yapılmış olduğundan kabul edilen hükümler ampirik niteliktedir.48 Kabul edilen belgelerde tanınan hak ve özgürlükler insanın insan olmasından dolayı kabul edilen, devredilmez, bölünmez ve evrensel hak ve özgürlükler olmaması sebebiyle bir düzenli haklar listesi sunmaktan uzaktır. Buna rağmen İngiltere’deki gelişmeler insan haklarının gelişmesi ve ilerlemesine yol gösterici olarak katkı sağlamıştır. 

İngiltere’deki hak ve özgürlükler bildirileri sadece kralın kısıtlanması ve kötü muamelesinin önlenmesine yönelik olmaları yönünden de dikkat çekicidir. İnsan hakları alanında Amerika ve Fransa’da meydana gelen gelişmeler hem kralı hem de parlamentoyu kısıtlamaya yönelik olduğu hâlde İngiltere’deki insan hakları mücadelesi sadece krala karşı yapılmış olup, kralın yetkilerini kısıtlamaya yöneliktir. Bu durum İngiltere’de yasama organını sınırlayan bir üst norm olan anayasanın mevcut olmamasının da nedenini ortaya koymaktadır.49

İnsan haklarının oluşması ve varlığı iktidarın sınırlanmasına bağlı olduğundan, iktidarın sınırlandırılması alanında çalışmalar yapılmıştır. İktidarın sınırlandırılması genel olarak ‘Tabiat hâli’ ve ‘Toplum sözleşmesi’ vasıtasıyla düşünsel temelini bulmuştur. Toplum sözleşmeleri arasında en geçerli olanı ve uygulamada etkisi olanı John Locke’un (1632-1704) toplum sözleşmesidir. 

Locke’ın fikirleri dünyada geniş yankılar uyandırmıştır. Onun fikirleri Amerikan ve Fransız İnsan Hakları Bildirilerini, anayasa hukuku ve temel hak ve özgürlükler alanındaki gelişmeleri etkilemiştir. Bu yüzden Amerikan ve Fransız İnsan Hakları Bildirilerinde hiçbir düşünürün etkisinin Locke kadar olmadığı ifade edilmiştir.50

Yeni Çağın sonlarında insan haklarının anayasallaşması süreci başlamıştır. Bu bağlamda önemli aşamalarından birisi, kabul edilen insan hakları bildirileridir. 1776 Virginia İnsan Hakları Bildirisi, 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ve 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi bu bağlamda zikredilebilir. 

Federe devletlerden Virginia, doğal hukuk anlayışı doğrultusunda ilk olarak kendi anayasasını kabul etmiştir. (12 Haziran 1776) Anayasanın başına Haklar Bildirisi konularak insan haklarının anayasallaşma süreci başlatılmıştır. 

Haklar Bildirisinde insanların doğuştan eşit olarak haklara sahip olduğu, insanların yaşam ve özgürlüğünden mahrum bırakılamayacağı, bu bağlamda mülkiyete sahip olma, güvenlik, mutluğu arama ve elde etmenin herkesin doğal hakkı olduğu, bütün güçlerin kaynağının insanlar olduğu, devletin görevinin genel yararı ve insanların güvenliğini sağlamak olduğu, din özgürlüğünün herkesin kendi özgür iradesi ile icra edebileceği, basın özgürlüğünün özgürlüğün geniş kulvarlarından biri olduğu ve kısıtlanamayacağı belirtilmiştir. Bildiride Montesquieu’nun etkisi de bariz şekilde hissedilmektedir. Bildirinin 5. maddesinde yasama ve yürütmenin ayrı olduğundan ve yargının da ikisinden ayrı olması gerektiğinden bahsedilmektedir. 

Doğal hukuk anlayışı, ilk defa yaygın anlayışa göre ifadesini Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nde bulmuştur.51 Ancak bu anlayış genel olarak yanlış bir kanı olup doğal hukuk anlayışı ifadesini ilk defa Virginia Haklar Bildirisinde bulmuştur. Amerikan Bağımsızlık Bildirisi de büyük ölçüde Virginia Haklar Bildirisinden esinlenmiştir. Bildiri Thomas Jefferson (1743-1826) tarafından hazırlanarak 4 Temmuz 1776’da deklare edilmiştir. Bildiri temelde Virginia İnsan Hakları Bildirisi ile aynı olmanın yanı sıra on üç koloninin bağımsızlığını kazanması üzerine anayasalarının başlarına koymuş oldukları haklar bildirisi (Bill of Rights) ile de benzerdir.52 Amerikan Bağımsızlık Bildirisinde insan onuru ve yaşama hakkı bütün temel hak ve özgürlüklerin mihenk noktasını oluşturmakta dır. Bu hakların yanında Bildiride insanların eşit yaratıldığı, Tanrı tarafından insanlara dokunulmaz haklar verildiği, yaşama, özgürlük ve mutluluğu arama hakkının bu haklar arasında yer aldığı, devletin hakları korumadığı taktirde insanların devleti değiştirerek yerine yenisini kurabilecekleri ve benzeri düzenlemeler yapıldığı görülmektedir. 

Amerika kıtasında insan hakları alanında önemli gelişmeler meydana gelirken Avrupa’da toplum adeta kazan gibi kaynamaktaydı. Kral, soylular ve kilise mensuplarının çok rahat olduğu bu dönemin Fransa’sında toplumun yükünü çeken ve büyük çoğunluğu meslek erbabı olan burjuva hak ve özgürlükler açısından hiç de iyi durumda değildi. Kralın danışma organını (Etats Généraux) oluşturan burjuvazi siyasî iktidarı ele geçirmek, ayrıcalıklara son vermek ve temel hak ve özgürlükleri güvenceye almak amacıyla İnsan ve Vatandaş Hakları 
Bildirisini 27 Ağustos 1789’da yayınlamıştır. Bildiri ihtilâlciler ve yandaşları tarafından desteklense de muhafazakâr çevre tarafından kabul görmemiştir. Aynı zamanda kral bildiriyi onaylamamış ve sonrasında şiddet yanlılarının iktidara gelmesi üzerine durum daha da kötüleşmiştir. Ancak bildiri Fransa’da kısa vadede doğrudan uygulama alanı bulmasa da özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve genel irade ilkeleri bir kıvılcım olarak Avrupa ve dünya sistemini ateşleyerek yeni bir anlayışının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bildirinin başlangıç kısmında genel durumun kötü olmasının sebebi olarak insan haklarının bilinmemesi, unutulması, küçümsenmesi ve yönetim bozukluğu görülmüştür. 

Bildiride insanların özgür ve hukukî olarak eşit doğdukları, otoritenin halka dayandığı, halktan gelmeyen bir otorite ile hiçbir kişi ve topluluğun donatılamayacağı, devletin görevinin temel hak ve özgürlükleri korumak olduğu ve mülkiyet hakkının kutsal olduğu ifade edilmiştir. 
Bildiride ayrıca klasik hak ve özgürlüklerin yanında seçme, seçilme ve temsil  hakkı gibi siyasî haklara yer verilerek insan, insan olma sıfatının yanında vatandaş olarak da değerlendirilerek haklar sağlanmıştır.53

Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisinin getirmiş olduğu ilkeler Fransa’da kısa süreli olarak bastırılmış olsa da günümüz siyasî yapısının oluşmasını ve insan haklarının bu siyasî yapıda hangi şekilde yer alacağını etkilemiştir. Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları 

Bildirisi Amerika’da kabul edilen bildirilerden daha etkili olmuştur. Bunun sebebi Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisinde daha kesin ve net ifadelerin olması, hakların formüle edilmesinin evrensel nitelikte olması, zamanın yaygın dilinin bildirinin dili aynı dil olan Fransızca olması ve bildirinin etki alanının geniş olmasıdır.54 Bildiri soyut olmasından dolayı eleştirilse de soyutluğun metnin felsefî bakımdan tekrar okunmasına ve yeniden çok farklı yorumlanmasına imkan tanıması sebebiyle bildirinin etkisinin uzun ömürlü olmasını sağladığı 
ileri sürülmüştür.55

Amerika ve Avrupa’da kabul edilen bu bildiriler ile başlayan insan haklarının anayasallaşması modern anlamda anayasaların oluşturulması ile devam etmiştir. Bu bağlamda modern anlamda ilk anayasa 1787 yılında kolonilerin anavatan İngiltere’den kopup bağımsız bir devlet oluşturarak kabul ettikleri anayasadır. 1791 tarihli Fransız Anayasası da Avrupa’daki ilk modern yazılı anayasadır. 

Avrupa’nın ilk modern anayasası olan 1791 tarihli Fransız Anayasasında insanların doğuştan eşit haklara sahip oldukları, egemenliğin halka ait olduğu, halktan kaynaklanmayan yetkinin kimse tarafından kullanılamayacağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, mülkiyet hakkı ve baskıya karşı direnme hakkı kabul edilmiştir. 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi, 1791 tarihli Fransız Anayasasının başlangıç hükümlerini oluşturmuştur. Fransız Anayasası büyük ölçüde 1787 tarihli ABD Anayasasından esinlenmiş olup, benimsenen ilkeler küçük değişiklikler ile bütün Avrupa ülkelerinin anayasalarında yer almıştır. 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisinin Fransa anayasalarında yer alması bildiriye meşruluk ve hukukîlik kazandırarak bildiri ile anayasanın bütünleşmesini sağlamıştır.56 1793 tarihinde Fransa’da ilan edilen II. İnsan Hakları Bildirisi ile birlikte ilk kez sosyal haklar anayasada yer almıştır. Eğitim hakkı, iş bulma ve çalışamayacak olanlara sosyal yardım yapılması bu bağlamda kabul edilen haklardandır.57

Batı dünyasından insan hakları alanında önemli başarılar elde edilse de bu başarıların Batı’nın her tarafı için geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir. Millî düzeyde elde edilen başarılar bir süre sonra fikir olarak evrensel bazda etki gösterse de kendi ülkelerinde gerileme ve zikzaklar olmuştur. 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi ile kabul edilen haklar 1814 ve 1830 Şartları’nda evrensel olmaktan çıkarak Fransızların kamu haklarına dönüşmüş tür. 1831 tarihli Belçika Anayasası insan haklarının evrensel niteliğini 
gözardı ederek insanların değil Belçikalıların haklarını düzenlemiştir. 58

Yirminci yüzyılda yaygınlaşan anayasa hareketleri özellikle iktisadî ve sosyal haklar bakımından önemli örneklerin de görülmesini sağlamıştır. Klasik hakların yanında sosyal haklara da yer veren ilk anayasa, 1917 tarihli Meksika Anayasasıdır. Bu anayasada dinlenme hakkı, asgari ücret, sendika özgürlüğü, grev hakkı, iş şartları ve konut hakkı düzenlenmiştir. 
Ayrıca mülkiyet hakkının, genel menfaatler doğrultusunda sınırlanabileceği öngörülmüştür. 

İktisadî ve sosyal haklar bakımından popüler olarak adını duyuran, 1919 tarihli Weimar Anayasasıdır. Anayasa savaş sonrası Alman orta sınıfının lehine tarım, sanayi ve ticarette hükümler öngörerek orta sınıfın ezilmesinin önüne geçmiştir. Devletin vazifeleri Almanların sağlık ve ailesini korumak, çocukların bedenî, zihnî ve sosyal açıdan gelişmesi için gerekli önlemleri almak, gençliğe sahip çıkmak ve sosyal güvenlik teşkilatı kurmaktır. I. Dünya Savaşı sonrasında yapılan Estonya (1920), Çekoslovakya (1920), Yugoslavya (1921), Polonya (1921) ve Romanya (1932) anayasaları Weimar Anayasasından etkilenerek şekillenmişlerdir.59

1931 tarihli İspanyol Anayasası iktisadî ve sosyal haklara yer vermekle birlikte ayrıntıya girmemiştir. Bununla birlikte işçi ve köylülerin haklarını korumak ve çocuklarının haklarını korumak devletin görevleri arasında sayılmıştır. Ayrıca genel menfaat yararına mülkiyetinin millîleştirilebilmesi öngörülmüştür.60

II. Dünya Savaşı sonrası özellikle iktisadî ve sosyal hak eksenli anayasalar 1948’de yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin de etkisiyle yaygınlık kazanmıştır. Bu dönemdeki anayasalardan iktisadî ve sosyal haklara en fazla yer vereni 1947 tarihli İtalyan Anayasasıdır. 

Virginia İnsan Hakları Bildirisi ile başlayan insan haklarının anayasallaşması süreci, insan haklarının uluslar arasılaşmasıyla birlikte doruk noktasına gelmiştir. Hemen hemen tüm ülke anayasalarında klasik ve sosyal hak ve özgürlükler kabul edilmiştir. İnsan haklarının anayasallaşması süreci insan haklarının uluslar arası alanda yer almasıyla birlikte yeni bir boyut kazanmıştır. 

II. Dünya Savaşı sonrası gelişmeler insan haklarının uluslar arası bir nitelik kazanmasını sağlamıştır. İnsan hakları devletlerin iç sorunu olmaktan çıkarak uluslar arası toplumun sorunu hâline gelmiştir. 

İnsan haklarının uluslar arası nitelik kazanması yönünde ilk adımı ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt atmış olup ifadesini 6 Ocak 1941 tarihli meşhur dört hürriyet demecinde bulmuştur. Roosevelt bütün insanlar için dört hürriyet adlı konuşmasında düşünce ve ifade hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, yoksulluktan kurtulma hürriyeti ve korkudan kurtulma hürriyetinden bahsetmiştir. Bu dört hürriyet büyük yankı bularak sonraki gelişmelerin habercisi olmuştur. 

İnsan haklarının uluslar arası nitelik kazanması yönündeki gelişmeler Beveridge Planı, Birleşmiş Milletler Demeci (1942), Roosevelt Beyannamesi (1944), Uluslararası Çalışma Örgütünün Demeci (1944), Dumbarton Oaks Planı (1944), Chapultepec Panamerikan Konferansı ve benzeri çalışmalar ile devam etmiştir. Bu çalışmalar 26 Haziran 1945’te San Francisco’da imzalanmış olan Birleşmiş Milletler Anlaşması ile gayesine ulaşmıştır. Birleşmiş Milletler Anlaşmasında amaç olarak uluslar arası barış ve güvenliğin sağlanması belirtilmişse de, bunu insan haklarını sağlamadan gerçekleştirmek mümkün değildir. BM Anlaşmasının başlangıç bölümünde “Bir insan yaşamı içinde iki kez insanlığa tarif olunmaz 
acılar getiren savaş felâketinden gelecek kuşakları korumaya, temel insan haklarına, insan kişiliğinin onur ve değerine, erkeklerle kadınların ve büyük uluslarla küçük ulusların hak eşitliğine olan inancımızı yeniden ilan etmeye… karar verdik.”61 denilerek insan hakları uluslar arası arenaya girmiştir. BM Anlaşmasının, kurumun amaçlarının belirtildiği 1. maddesinin dördüncü bendinde “Ekonomik, sosyal, kültürel ve insancıl nitelikteki uluslar arası sorunları çözmede ve ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygının geliştirilip güçlendirilmesinde uluslar arası işbirliğini sağlamak.”62 olduğu belirtilmiştir. Görüldüğü gibi BM’nin amaçlarından biri insan haklarıdır. Bunun gibi BM Anlaşmasının daha birçok yerinde insan haklarından söz edilmiştir. 

BM Anlaşması insan haklarını tanımakla birlikte hangi hakların insan hakları olduğunu belirtmemişti. Bu ihtiyaca binaen BM bünyesinde BM Anlaşmasının 68. maddesi uyarınca Ekonomik ve Sosyal Konsey tarafından oluşturulan İnsan Hakları Komisyonuna temel hak ve hürriyetleri belirten bir insan hakları belgesi hazırlama görevi 1946 yılında verilmiştir. 

ABD Başkanı Roosevelt’in eşi Eleanor Roosevelt Başkanlığında İnsan Hakları Komisyonu görevini 18 ayda tamamlayarak hazırladığı tasarıyı BM Genel Kuruluna sunmuştur. 10 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu tasarıyı sekiz çekimser oya karşı kırk sekiz oyla kabul ederek “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi”ni ilan etti. Bildirinin kabul edildiği 10 Aralık günü “İnsan Hakları Günü” olarak kutlanmaktadır. 

Uluslararası alanda bu gelişmeler olurken bölgesel alanda da gelişmeler görülmektedir. 1949 yılında Avrupa Konseyi Statüsü imzalanarak Avrupa Konseyi bölgesel bazda teşkilatlanmaya başlamıştır. 1950 yılında ise günümüzün en etkili koruma mekanizması olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin varlık nedeni olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Roma’da imzalanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin diğer sözleşmelerden farkı etkili bir denetim sistemi getirmesidir. 

İnsan haklarının korunmasında öncelik devlete ait olup bu görev önleme ve denetleme organları ile yerine getirilmektedir. İnsan haklarının korunması için devlet kişilerin hak ve özgürlüklerini rahatlıkla kullanabilecekleri bir ortam oluşturmakla görevli olup, bu bağlamda işkencenin önlenmesi için personelin eğitilmesi ve sosyal hakların yaşama geçmesi için gerekli sosyal güvenlik sistemini kurması gerekmektedir. Denetim görevi olarak devletin adil bir yargı sistemi kurması, ihlâli yapanların cezalandırılması ve mağdurların mağduriyetlerinin giderilmesi için gerekli önlemleri alması gerekmektedir. Devletin önleme ve denetleme faaliyetlerine rağmen çeşitli siyasî, kültürel, ekonomik ve sosyal şartlardan dolayı insan haklarının tam olarak uygulanmadığı görülmektedir. En iyi hukuk sistemlerinden birine ve köklü geçmişine rağmen İngiltere’de verilen yargı kararlarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne götürülerek Mahkeme tarafından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı bulunması devletin insan haklarını tek başına korumada yetersiz kaldığını 
göstermektedir.63 İnsanın varlığının değerli olması sebebiyle insan hakları ulusal bir mesele addedilmeyerek uluslar arası bir mesele kabul edilmektedir. 

İnsan hakları günümüz dünyasında tartışmasız olarak kabul görmektedir. Tüm dünya insanları, ülkeler ve diğer kişi ve topluluklar ilişkilerde insan haklarına saygıyı esas almaktadır. Hatta bazı ülkeler dış politikalarında insan haklarını bir gösterge kabul edip dış politikalarına insan haklarına saygı doğrultusunda yön vermektedirler. Dış politikasında insan haklarına saygıyı esas alan ülkelerin başında İsveç ve bölgesel kuruluşlarda ise Avrupa Birliği gelmektedir. 

İnsan hakları ülkelerin devredilmez, bölünmez, yanılmaz ve mutlak egemenlik anlayışlarını değişikliğe uğratarak ulusal egemenliğin yeni bir yaklaşımla değerlendirilmesi ile sonuçlanmıştır. Kıskançlıkla esirgenen tam egemenlik anlayışı “paylaşılabilir” egemenliğe dönüşmüştür.64 Uluslar arası ve bölgesel düzeyde insan hakları ile ilgili kurumlar kurulmuş ve egemenlik paylaşılmaya başlanmıştır. İnsan hakları alanında ulusal egemenlik argümanı geçerliliğini yitirmiş olup insan haklarının evrensellik niteliği güçlenmiştir. 

İnsan hakları alanında teorik planda önemli gelişmeler olurken uygulamada durumun pek de iyi olmadığı gözden kaçmamaktadır. İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin ilanında bu yana yarım yüzyıl geçmesine rağmen Bildiride belirtilen hak ve özgürlüklerin çoğu sağlanabilmiş değildir. 1990 sonrası insan haklarında yoksulluk, ön yargı, terörizm, bilim ve teknolojideki gelişmelerin olumsuz etkileri gibi pek çok konuda paradoks yaşanmaktadır. 

İnsan hakları iç mesele sayılmayarak uluslar arası nitelik kazanmakta birlikte etkin bir uluslar arası denetim mekanizması oluşturulamamıştır. BM Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin denetim sistemi etkin olmaktan çok uzak olup adeta durum tespiti mahiyetinde dir. Ancak bölgesel bazda kurulan ve en etkin denetim mekanizması olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olumsuz durumu düzeltmekle birlikte uygulama alanı itibariyle kısıtlı kalmaktadır. Özellikle büyük devletlerin uluslar arası alanda işbirliği konusunda çekimser davranmaları insan haklarının uluslar arasılaşmasını engellemektedir. ABD’nin BM bünyesinde bağlayıcı denetim mekanizması 
kurulması konusundaki tavrı, söylemlerin uygulamaya nasıl geçirildiğini veya geçirilmediğini açıkça göstermektedir.65

Özellikle 11 Eylül 2001 tarihinde kapitalizmin kalbi olan İkiz Kulelere yapılan saldırıdan sonra insan haklarının karşı karşıya kaldığı tehditlerden en önemlisi ve tehlikelisi terörizmle mücadele adına yapılan insan hakları ihlâllerdir. Önceleri çok kültürlülüğü savunan özellikle ABD olmak üzere Batılı ülkeler 11 Eylül 2001 olayının ardından birden yöntem değiştirerek ülkeler işgal etmeye ve insanların hak ve özgürlüklerini kısıtlamaya başladılar. ABD tarafından önce Afganistan’ın, ardından Irak’ın işgali terörizmle mücadele adına modern fetih/işgal zihniyetinin icra şeklinden başka bir şey değildir. Irak’ta ABD kuvvetleri özgürleştirme adına bölge insanını bugüne kadar yaşamadığı zulme maruz bıraktılar. Her gün 
basın yayın organlarından duyduğumuz ve aynı zamanda kanıksadığımız “ABD kuvvetlerinin direnişçiler ile giriştiği çatışmada şu kadar insan hayatını kaybetti.” veya “ABD uçaklarının düzenlemiş olduğu hava saldırısında yüzlerce insan öldü.” türü haberler Saddam Hüseyin yönetimine rahmet okutturacak düzeydedir. ABD’nin bu özgürleştirme(!) mücadelesi küreselleşmenin güvenliğini sağlamaya ve ABD’nin ulusal çıkarlarını korumaya ve genişletmeye yöneliktir.66

11 Eylül 2001 olayları sonrası devlet tarafından basın yayın organları vasıtasıyla oluşturulan “öteki” paranoyası, kişi hak ve özgürlüğünü ihlâl etmektedir. İnsanlar sorgusuz sualsiz gözaltına alınarak günlerce özgürlüğünden mahrum bırakılmaktadır. Ötekiye karşı oluşturulan halk nazarındaki ön yargı sadece yabancı düşmanlığı ile kalmamakta, saldırgan davranışlara da dönüşebilmekte dir. 11 Eylül sonrası ABD’nin istihbarat örgütlerine suikast yetkisi vermesi durumun vahametini göstermektedir. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

42 GÖZLÜGÖL, age., s. 41. 
43 David ROBERTSON, A Dictionary of Human Rights, London, 1997, s. 137. 
44 ROBERTSON, age., s. 137. 
45 Şeref ÜNAL, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi İnsan Haklarının Uluslararası İlkeleri, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No: 89, TBMM Basımevi, Ankara, 2001, s. 13. 
46 Anıl ÇEÇEN, “İnsan Haklarının Düşünsel Boyutları”, İnsan Hakları Yıllığı, TODAİE Yayınları, C., 3-4, Yıl 1981-1982, s. 22. 
47 KAPANİ, age., s. 30. 
48 KAPANİ, age., s. 42. 
49 KAPANİ, age., 42-3. 
50 KAPANİ, age., s. 33. 
51 KAPANİ, age., 43. 
52 MUMCU, KÜZECİ, age., s. 74. 
53 ÜNAL, age., s. 20. 
54 KAPANİ, age., s. 46. 
55 Jean MORANGE, “İki Yüzyıl Sonra 1789 Bildirisi”, (Çev. İbrahim Kaboğlu), İnsan Hakları Yıllığı, TODAİE Yayınları, C.12 (1990), s.190-1. 
56 Mehmet Semih GEMALMAZ, Ulusalüstü İnsan Hakları Hukukunun Genel Teorisine Giriş, Genişletilmiş ve Güncelleştirilmiş 3. Baskı, İstanbul, 2001, s. 76-77. 
57 Bahri SAVCI, İnsan Hakları Kanunîlik Yolu İle Korunması, AÜSBF Yayınları No:32-14, Ankara, 1953, s. 39-40. 
58 GÖZLÜGÖL, age., s. 61. 
59 ERDOĞAN, age., s. 157. 
60 SAVCI, age., s. 45-6. 
61 Uluslararası Temel İnsan Hakları Belgeleri, (Yayıma Hazırlayanlar: Ercan Durdular-İrfan Neziroğlu), TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Yayınları No: 18, Ankara, 2001, s. 4. 
62 Uluslararası Temel İnsan Hakları Belgeleri, s. 4-5. 
63 GÖZLÜGÖL, age., s. 68. 
64 Muzaffer SENCER, “Birleşmiş Milletler Bağlamında İnsan Hakları”, İnsan Hakları Yıllığı, TODAİE Yayınları, C. 13 (1991), s. 33. 
65 Münci KAPANİ, “İnsan Haklarının Uluslararası Alanda Korunması: Yeni Gelişmeler ve Sorunlar”, İnsan Hakları Yıllığı, TODAİE Yayınları, Yıl 1 (1979), s. 71. 
66 Yasemin ÖZDEK, “Küresel Yoksulluk ve Küresel Şiddet Kıskacında İnsan Hakları”, Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, TODAİE Yayınları, Ankara, 2002, s. 21-22. 


***


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder