TÜRKİYEYİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRKİYEYİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ekim 2016 Pazar

TÜRK YAHUDİ İLİŞKİLERİ -TÜRKİYE'Yİ YAHUDİLER Mİ KURDU? DARBELER, 28 ŞUBAT VE İSRAİL






TÜRK YAHUDİ İLİŞKİLERİ -TÜRKİYE'Yİ YAHUDİLER Mİ KURDU? DARBELER, 28 ŞUBAT VE İSRAİL


ONUR DİKMECİ
19 Şubat 2015 Perşembe

28 Şubat ittihatçılar Onur Dikmeci Darbe Olur mu Türkiye askeri darbeler,


1875 yılında Rus yanlısı Sadrazam Mahmud Nedim Paşa'nın : " Osmanlı Devleti borçlarının yarısını faizli tahville ancak 5 yılda ödeyecek" açıklaması , Avrupalı Devletlerin bankerleri, sefirleri ve özel temsilcileri tarafından aşırı büyük tepkiyle karşılanmıştı. Yalnızca bir sene sonra 1876 tarihinde ise Osmanlı Devleti'nin borçlarını ödeyemeyeceği duyuruldu. Bu aynı zamanda mali bir iflasın tanımıydı. Üç ay içerisinde Sırplar ve Bulgarlar isyan ettiler. Kısa bir süre sonra ise Harp Okulu komutanı Süleyman Paşa genç Zabit adaylarıyla sarayı kuşattı, sorumlu tutulan Padişah Abdülaziz Han'ı tahttan indirdi. Bu vaka aynı zamanda Türk siyasal hayatının ilk modern ihtilaliydi. Anayasa ve Meşrutiyet sözüyle tahta çıkartılan II. Abdülhamit, diktasını tam manasıyla tesis edebilmek maksadıyla kısa sürede Meclisi feshetti. 

Aydınlanmacılar dört bir köşeye sürüldü veyahut binbir baskıya tabi tutuldu. İyi niyetli fakat başarısız ve paranoyak Abdülhamit Han'ın Tek Adamlık idaresinde borçlar arttı, devlet kadrolarında vasıfsız kişiler istihdam edildi, ordunun üst düzey veya kilit konumlarına alaylı ve çoğu okuma bile bilmeyen subaylar atandı. 
Bugünkü Türkiye'ye yakın yüzölçümünde toprağın elden çıktığı dönemde radikal önlemler alınması ve bunun süratle yerine getirilmesi arzusunda olan İttihatçı lar, baskı ve jurnallerden muaf olabilmek için masonluk yoluna yöneldiler. Masonluk zırhı altında çoğu Avrupa'da bir müddet yaşamış veyahut tahsilini sürdürmüş İttihatçılar; ekseriyetle parlak sicilli Zabit, gazeteci, avukat, doktor, alim gibi dönemlerinin en ileri seviyesinde entelektüel birikime sahip pozitivizmin ve hürriyetin etkisinde kalmış elitist tabakayı oluşturmaktaydılar.  Hararetli ve herdaim birbirleriyle irtibatlı fikir münazaraları neticesinde yeni bir meclise, yeni anayasaya ihtiyaç olduğunu bunun ancak Padişah'a acilen kabul ettirilmeyle mümkün olacağını düşünmekteydiler. Makedonya'da , yabancı Jandarma komutanlarının himayesinde Jandarma subaylarının her bakımdan kayırılması neticesiyle dışlandıklarını iyiden iyiye hisseden Ordu subaylarının hürriyet ve kurtuluş ateşi , iktisadi bu faktörler ile de hızlanmış, kanımca Seraskerlik yüksek rütbeli subaylarında desteğiyle ayaklanmaya dönüvermişti.  Her daim devrilme korkusuyla yaşayan Abdülhamit bu ayaklanmayı bastırmaya 
kararlıydı binlerce subay yola çıkarılmıştı.. 


Tütüncünün Teşkilatçılığı

İttihatçı ayaklanmasından evvel komitenin ileri gelenleri ayaklanmanın bastırılacağını düşünmüş birşeyler yapmaya karar vermişlerdi.

    İzmir'e gelip küçük ve eski bir dükkan bulan İttihatçı burada esnaflık yapıyordu. Dükkanına özellikle rütbeli subaylar uğruyordu fakat bir terslik vardı. 
Dükkana gelenler saatlerce içeride kalıyor akabinde ya bir şey almadan çıkıyor veya göstermelik bir tütün parçası alıyordu. 

Hikmet neydi? 

İhtilal, Tesis, Cumhuriyet sonrası

İzmir'den gemiyle Makedonya'da ki İttihatçı ayaklanmasını bastırmak için yola çıkan 17.000 Subay ve Gedikli vardıklarında Halife Padişah'ın emirlerini çiğnemek pahasına silahlarına denize fırlatıyorlar "Kardeşlerimize kurşun sıkmayız, yaşasın Hürriyet yaşasın Meşrutiyet" diye haykırıyorlardı.  

Sır çözülmüştü. 

İzmir'de Tütüncü Yakup olarak bulunan İttihatçı Yahudi Dr. Nazım'ın, Subaylara yaptığı propaganda işe yaramıştı. ( kod adı olarak İsrailoğullarına gönderilmiş 
Peygamber'in ismini özellikle seçmiş sanki, Nazım gibi mühim ittihatçılardan ibraniceyi çok iyi konuşan Rıza Tevfik te Yahudi idi. İttihatçıların en önemli ismi Talât Paşa ise Edirne'de Yahudi okulunda öğretmenlik yapmıştı. İsmi Talât, "Tal" İbranicede çiğ manasındadır çok kullanılır. )  Meşrutiyet ilanı, 1909 Abdülhamit'in tahttan indirilmesi ( Hareket ordusu kumandanı İttihatçılara yakın isim büyük Münevver, Mahmud Şevket Paşa, Bursa Alians İsrailelit mektebinde eğitim gördü. 

O tarihlerde Bursa'da Yahudi iskanı yoğun ve mekteplerine sadece Yahudiler kabul ediliyor) ve 1913 Bab-ı Ali baskınıyla İttihatçıların mutlak hakimiyeti başlamıştı. 
En başta kapütülasyonlara karşıydılar. Bunun için İngiliz elçi Maurice tarafından sürekli hain veya mason gerekçesiyle maaşlı yurtiçi işbirlikçi basını tarafından adeta lince tabi tutuldular.  Halbuki ilk büyük loca İngiltere'de kurulmuştu! Halbuki Maurice masondu! Mason biraderlerini evrensel yasalarını çiğneyerek ülkesinin menfaati adına kolayca yolda bırakabiliyordu ! 
1838 Baltalimanı anlaşmasıyla Osmanlı topraklarında dallanan İngiliz kapitalist sınıfı ve hakimiyeti kırılmalıydı. 

Bunun yegane yolu Vatansever Osmanlı Yahudilerinin desteği ile yeni bir kapitalist sınıfın inşaa edilebilmesine bağlıydı. İzmir'in önde gelen Kapıcızade, 
Evliyazade gibi Türk Yahudi ailelerinin de desteğiyle, yalnızca İstanbul'da 5.000 adet bakkal dükkanı açıldı. Sermayesi yahudiler tarafından oluşturulan milli banka Adapazarı İslam Kalkınma Bankası adıyla hizmete başladı Türk köylüsünün kredi ihtiyacına yetişti. Toprak kanunlarını da yeniden düzenleyen İttihatçılar, Ortadoğu'da ki yabancı hakimiyetini kırabilmek için Filistin'e Yahudilerin yerleşmesinin önünü açtılar, Devlet bu dayanışmayla , Batı'ya kafa tutuyordu ve bu yabancı elçileri oldukça tedirgin etmişti. Bu topraklarda dışlanan Türkler ve Yahudiler el ele yeni bir sistem icat ediyorlardı. Bütün gayret ve büyük ideallere rağmen " Hasta Adam" ameliyat masasındaydı ve cihan savaşı patlak vermişti. Emanuel Karasu gibi aydın bir Yahudi şahsiyet, Yahudilerin önce Türk olduklarını vurguluyor Türkler ve Osmanlı Yahudilerinin mücadelesinde etkin oluyordu. İlk kurşunu atan Yahudi Hasan Tahsin, Cihat fetvasını veren Mason Yahudi Hayri Efendi, Musa Kazım gibi aydınların çabasıyla cihan savaşına dahil olunuyor Selanikli büyük Komutan Mustafa Kemal Atatürk'ün dehası önderliğinde yeni bir Cumhuriyet kuruluyordu.. Türkiye Cumhuriyeti; Türkler ve Yahudilerin ortak mamulü olarak tarihte parlayan bir yıldız olarak yerini alıyordu. 1923'ten sonra Türk ordusu üçlü tarihi misyonunun üçüncü safhasına geçmiş oldu; kışlasında fakat rejimsel tehdit anında müdahalede bulunmaktan çekinmeyen. Genç subayların ilk hoşnutsuzluğu, İnönü yönetimine karşıydı bu sebeple 1950'deki genel seçimlerde büyük oranda Demokrat Parti'ye oy verdiler. ( Koyu İttihatçı ve tarihimizin en önemli isimlerinden Celal Bayar, Yahudi mektebinde eğitim görmüş ayrı yeten kuvvetle muhtemel masondu. Bayar Yahudi kökenli olabilecek bir komitacıdır) 1954 ler den itibaren Dp'ye hoşnutsuzluk artmış ordu içerisinde ; Tuzla Uçaksavar, Harp Akademileri, Talat Aydemir, Faruk Güventürk, Numan Esin - Muzaffer Özdağ, Sadi Koçaş cuntaları 
belirmiştir. Esasen Menderes döneminde Batı ve Nato nezdinde sıcak ilişkiler kurulmuş hatta 1958 yılında İsrail Başbakanı Ben Gurion ile İstanbul'da gizlice görüşülerek özellikle istihbarat konusunda ikili mutabakata varılmıştır.  Şu halde Türkiye'de ki darbelerin bütün kaynağı İsrail ise, 27 Mayıs gibi bir ihtilal nasıl gerçekleşebildi? 
Uzunca düşünmeye gerek yok, Sovyet tehdidi karşısında tutarlı bir politika ile İsrail olması gerektiği gibi müttefik kabul edildi fakat iç politik arenadaki hoşnutsuzluk, rejimsel zaafiyet ve ağır ekonomik koşullar spontane bir müdahaleyi doğurdu görevi alan komite ise rasyonel bir uygulamayla İsrail ile kurulan ilişkileri devam ettirmiş hatta daha da ileriye götürmüştür. 1965'den itibaren gerçekleştirilen Ortadoğu ziyaretleride  Türk İsrail yakınlaşmasını stratejik açıdan muhtemelen kuvvetlendirmiştir. 

9 Martçılar olarak bilinen General Celal Madanoğlu cuntasının ifşası ve 12 Mart muhtırası neticesinde Nihat Erim dönemi Türkiye Abd İsrail ilişkilerinin sağlıklı biçimde devam ettiği süreçtir. Madanoğlu ve ekibi Sosyalist Kemalist olarak tanımlanmaktadır. Fakat 1963'den itibaren ordu içerisinde oluşturulan Milli Devrim Ordusu bünyesinde aşırı sol fraksiyonlarda, Türkiye'nin Nato'dan kopmasını isteyen Ortadoğu ve İsrail'e diş bileyen ekip Sovyetler ile bütünleş ebilme  derdindeydi.  

Bu ekibin başarılı olması durumunda Nato'ya sırt çevirecek Türkiye'yi ne gibi bir akıbet beklemekteydi? Bunun büyük bir hasara yol açacağını vurgulayan teoriler çokça üretilmiştir. 

Esasen siyasal hayatımıza daha fazla değinmeden meşhur 28 Şubat vakasına gelmek yerinde olacak. (28 Şubat 1997 MGK toplantısı) yıllardır 28 Şubat müdahalesinin İsrail'in bir ürünü olduğu ve Türk demokrasisine darbe vurduğu dillendirilir. Bu teori aslında iç siyaset malzemesi olarak rant sağlayan bir stratejidir. 

Demokrasi önemlidir fakat parçası olduğumuz Ortadoğu'da Devletler güvenlik bürokrasisi üzerine inşaa edildiğinden Ulusal güvenlik, rejime yönelik tehdid algılamaları gerekçesiyle kısmen askıya alınabilir. Türkiye ve İsrail'de Ordu'nun bu denli ayrıcalıklı konumda bulunması coğrafya ve milli karakter sebebiyledir ve bu iki ülkenin bir başka ortak noktasıdır. Merhum Necmettin Erbakan döneminde, İsrail ile ortak askeri tatbikat yapıldığına ve ekonomik anlaşma imzalandığına göre İsrail ne maksatla zaten var olan ilişkilerini yeniden var etmek maksatlı darbe planlayabilir? Bir kere şunu belirtelim, 28 Şubat kararlarının tamamı; Milliyetçi, Ulusalcı olarak kendi siyasi kimliğini tanımlayan Vatandaşların imza atmaları gereken bir taslaktır. Burada kararlardan çok Ankara Sincan mevkiinde askeri tankların geçidi ve N. Erbakan'ın istifasının 
eleştiriye bahis konusu olduğunu düşünmekteyiz. Lakin bunu dış gerekçelerden çok iç politik kulvarla yorumlamak doğrudur. Bu siyasi tertipte Tansu Çiller Başbakanlığı arzulamış olabilir. Tüsiad , Anadolu sermayesinin önüne set çekebilmek için medyayı da yönlendirerek girişimde bulunması da muhtemeldir. Halishane niyetli asker ve sivil kesimin kaygılarıda dahil edilebilir. Ve elbette Necmettin Erbakan'ın etrafında kümelenmiş menfaatçi kişilerin Erbakan'ı yanlış yönlendirmesi, teşkilat tabanını provoke eden açıklamaları ve bir takım tertipleri aslında herşeyi ateşlemiştir. 28 Şubat hususunda Abd Dışişleri Bakanı Albtight'in olumlu açıklamaları ile Türk komutan Org. Çevik Bir'in: " 28 Şubat ile Ordu laik yüzüyle İsrail'e yöneldi" gibi bir beyan bu sürecin dış kaynaklı olduğunu göstermez. 

Siyasal sistemlerin kaderidir ki her kurulan sistem kendini kabul ettirme arzusundadır bu onlara meşruiyet kazandırır. 28 Şubat dahil her kaotik olayda İsrail'i baş müsebbip olarak işaret etmek Türkiye'yi, iradesini, potansiyalini küçümsemekle eşdeğerdir. Milli Nizam Partisi kapatıldıktan sonra, İsviçre'ye gidip Erbakan ile görüşen komutanların yegane arzusu fevri Avrupa Birliğine muhafazakar iktidarlı Natocu bir Türkiye ile cevap vermekti. Türkiye Nato ve İsrail bütünleşmesinin sürekliliği için önemliydi. Bu durumda Milli Görüş hareketi nasıl ki İsrail'in salt uzantısı olarak kabul edilemezse, Türkiye'de ki askeri müdahaleler ve özellikle 28 Şubat için de İsrail suçlanamaz . 

Yakın siyasi tarihimizde Türk-İsrail/Yahudi münasebetlerinin özetini yapmaya çalıştığımız satırların akabinde varılacak neticeler; 

1) Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu bu toprakların, kültürel zenginliğimizin özneleri Türkler ve Yahudilerin ürünüdür. 
2) Türk ve Türk yahudiler dışlanmış, eziyet görmüş fakat her daim medeniyet lerini sürdürebilmiş günümüzde de dayanışma içerisinde olması gereken topluluklardır. 
3) Kuruluş esnasında elitist kadrolarda Yahudiler, Masonlar, Yahudi Masonlar yer aldıysa halen ülkemizde yaşamlarını sürdürmektedirler. Barış içerisinde yaşayacağımız biricik değerlerimiz olarak bu topraklarda hayatlarını idame ettireceklerdir. 
4) Güvenlik bürokrasisi üzerine inşaa edilmiş ve benzer pek çok noktası bulunan Türkiye ile İsrail ilişkilerini en üst seviyeye çıkartmalıdır.  
( Zayıflayan bağlar, hatalar, yapılması gerekenler başka bir yazının konusu olabilir) 
5) Türkiye'de ki askeri müdahaleler ve talihsizliklerin oyun kurucusu olarak İsrail, Yahudiler veya Yahudi lobilerinin vurgulanması , iç cephede politik meşruiyetlerini pekiştirmek isteyen politik figürlerin basit stratejileridir. Türkiye'de ki her olumsuz vaka yönetim beceriksizliği ve geçmiş asırlarda Aydınlanma-Sanayi devriminin yaşanamamış olmasının( Türk kapitalist ve işçi sınıfının yoksunluğu. D. Avcıoğlu'na göre 1838 anlaşması yerli kapitalist sınıfın oluşmasını engelledi)  günümüze yansıyan sancılarıdır. 

Umud ediyoruzki siyasi tercihlerini rasyonel temellere dayandıracak Türkiye, Türk-İsrail münasebetlerini verimli düzende yeniden şekillendireceği gibi, Ülke endeksli nefret politikasınıda yıkmaya başarabilecektir.


http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2015/02/turk-yahudi-iliskileri-turkiyeyi.html

..

10 Ocak 2016 Pazar

TÜRKİYE’Yİ KİMLER SÜRÜKLÜYOR?





 TÜRKİYE’Yİ KİMLER SÜRÜKLÜYOR?



 Prof. Dr. EROL MANİSALI
 NİSAN 2004 - SAYI - 68   

 2000’li yılların başlarındayız ve Türkiye inanılmaz biçimde sürüklenmektedir. 10-12 yıl öncesinde aklımızın ucundan geçmeyen, düşünülemez olaylar gerçekleşmektedir.

- Türkiye, kendi içinde ve çevresinde ulusal inisiyatif alamayacağı, ulusal çıkarlarını koruyamayacağı bir noktaya doğru itiliyor. Yalnız dışarıdan değil, içimizde dış güçlerle işbirliği halinde çalışan gayri milli çevreler tarafından da sürükleniyor.

- Irak’ta Türkiye’nin etkisi kalmamıştır. 1980’li yıllarda ikinci büyük ticaret ortağımız Irak bugün Amerika ve İngiltere’nin müdahale ve işgali sonucu, Türk kamyonlarının giremeyeceği bir duruma sokuldu. Kuzeyde fiilen ayrı bir yönetim, yapay bir biçimde oluşturuldu ve Irak üzerinde “söz sahibi” duruma getirildi.


 Irak, Türkiye’nin siyasi, iktisadi ve askeri etkisi dışına çıkarıldı. Ortadoğu, ile ilişkilerimiz ipotek altına alındı. Bütün bunları ABD, İngiltere ve onları destekleyen Avrupa Birliği ülkeleri yaptı.

- Batı, Türkiye’yi Kafkasya bölgesinden de yavaş yavaş uzaklaştırıyor. Azerbaycan ve diğer Türk cumhuriyetleri ile eskisi kadar yakın değiliz. ABD, Gürcistan üzerinde oynadığı “darbe oyunu” ile Ermenistan - Gürcistan beraberliğini (veya federasyonunu) gerçekleştiriyor.

 Ermenistan Karadeniz’e uzatıldıktan sonra, AB ve ABD’nin güvencesi altına alınacak. Hatta, AB üyesi yapılacak.

- Böylelikle bölgede İsrail-Kürdistan-Ermenistan (ve Gürcistan) hattı, ABD ve Avrupa tarafından kuruluyor. İsrail Kuzey Irak’ta bu yüzden faaliyetlerini yoğunlaştırdı. Bu hat bölgedeki Araplara, Türklere ve İran’a karşı oluşturuluyor. Uzun vadede İsrail’in ve Ermenistan’ın “Kürdistan” üzerinden genişlemeye yönelik politikalar uygulamaya konulacak. Batı kapitalizminin bölgedeki Hıristiyan uzantıları; Müslümanlara karşı bölgede kurulmuş olacak.

- Kıbrıs’tan Türk askerlerinin (ve sivillerinin) çıkarılması ve Türkiye’nin Kıbrıs adasından tasfiye edilmek istenmesi, “ABD ve AB’nin bölge politikalarının bir parçası”. Ortadoğu ve Kafkasya’da ABD’nin ve AB’nin izlediği politikalar ile Kıbrıs politikaları bütünleşiyor.

- İçimizdeki Danimarka, Batı’nın bu projesine karşı çıkmıyor. Hatta, ona yardım ederek Türkiye’nin dağıtılması karşılığında kendisi ayakta kalmak istiyor, “Bölünmüş bir Türkiye’de bile Danimarka’ya yer vardır; çünkü içerdeki Danimarka, Batı’nın buradaki uzantısı ve temsilcisidir; işbirlikçileri olmadan Batı bile işlerini yürütemez” diye değerlendiriyor.

-Hatırlıyorum: İçimizdeki gayri milli çevreler, “Ermenistan ile ABD’nin istekleri doğrultusunda işbirliği yapalım” demediler mi? 1990 sonrasında ASALA destekçilerini bile Ankara’ya getirip bürokrasiye sunmadılar mı? Irak’a, ABD ile birlikte girelim demediler mi? Türki cumhuriyetlere son 10 yılda Amerikalıları yanlarında götürüp Türk cumhuriyetlere yerleştirmediler mi?

         
 Kıbrıs’ta işbirliği yapanlar...

 Batı’daki emperyalist çevrelerin bölgemizdeki politikalarına işbirliği yaparak aracı olan içimizdeki gayri milli işbirlikçiler, Kıbrıs’ta da Brüksel’in ve Washington’un planlarının bir parçası oluyorlar.

-Irak’a ABD’nin yanında girelim, Ermenistan’da ABD’nin dediklerini yapalım diyenler ile “Kıbrıs’ı verelim” diyenler aynı gayri milli çevreler. Yani içimizdeki Danimarka. Bunlar Türkiye içinde de, bölgede de Batı emperyalizminin bir parçası oldular. Şimdi Kıbrıs’ta ve Ege’de Batı’nın taleplerini karşılıyorlar.


- ABD’nin ve AB’nin bölgede soğuk savaş sonrası kurmaya başladıkları İsrail-Kürdistan-Ermenistan cephesinde, Batı’nın yanında yer alıyorlar. Bu cephenin Türkiye’ye, Araplara ve İran’a karşı kurulduğunu görmezlikten geliyorlar ve karşı tarafta yer alıyorlar.

 Batı kapitalizminin ve saldırganlığının bölgemizdeki bir uzantısı oluyorlar.

- Yine bu çevreler, Türkiye’yi AB’ye tek yanlı bağlayıp 6 Mart 1995’te gümrük birliğini, imzalattırmadılar mı? Türkiye’yi ilelebet bekleme odasına hapsettirip AB ipoteği altına sokmadılar mı?

Eğer Verheugen bu kadar küstah ve saldırgan konuşmalar yapabiliyorsa bütün bunları, “içimizdeki işbirlikçilere olan güveni sayesinde” başarabilmektedir. Onlardan destek aldığı için Türkiye’ye saldırmaktadır.

 Türkiye bugün, gelişmelere ulusal bakan büyük çoğunluk ile gayri milli bakan küçük azınlık arasın da bölünmüştür. Ancak bu azınlık, Brüksel ve Washington ile işbirliği halinde bulunduğu için etkili görünmektedir.

 Halkın gerçekleri görmeye başlaması bu gayri milli çevreleri korkutan en önemli faktördür. Terazinin bir kefesinde 70 milyonluk halk vardır; öte yanda da küçük bir işbirlikçi grup, yani ahtapotun içimizdeki uzantıları...

Mustafa Kemal’in “ Ey Türk Gençliği...” diye başlayan sözlerini bir daha okumak ve gerekenleri yapmaktan başka yol kaldı mı?


 http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/nisan04_04.htm


..

20 Ekim 2015 Salı

AB, TÜRKİYE’Yİ MÜLTECİ MERKEZİ YAPMAK İSTİYOR



AB, TÜRKİYE’Yİ MÜLTECİ MERKEZİ YAPMAK İSTİYOR




AB, TÜRKİYE’Yİ MÜLTECİ MERKEZİ YAPMAK İSTİYOR
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

Türkiye’nin, Suriye’deki iç savaş nedeniyle karşı karşıya kaldığı “mülteci (sığınmacı) krizi”, ülke dış politikasına yön veren ve hatta iç politika dinamiklerini de ciddi anlamda etkileyen bir sorun haline gelmiştir. Zira özellikle büyük şehirlerde ve Suriye’ye sınırı olan vilayetlerde büyük çaplı bir mülteci (sığınmacı) birikimi vardır ve bu birikim, önemli toplumsal, sosyo-kültürel ve ekonomik sorunları da beraberinde getirmektedir. Türkiye’nin yaşadığı mülteci krizine oranla çok daha düşük düzeyde bir krizle karşı karşıya olmasına karşın, Suriye, Irak ve Afganistan gibi ülkelerden kaynaklanan yasadışı göç dalgaları nedeniyle, kısa vadede olmasa da orta vadede çözülmesi güç toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlar yaşayabileceğini öngören AB, bu durumu engelleyebilmek için adım/adımlar atma kararlılığındadır. İşte bu noktada, Türkiye, AB’nin radarına girmektedir. Alman Şansölyesi Angela Merkel’in Türkiye’ye düzenlediği “çalışma ziyaretini” de, bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir.
Türkiye, resmi istatistiklere göre 2,5 milyon kadar göçmeni (mülteciyi) topraklarında barındırmaktadır. Bu insanların 2,2 milyonu Suriye’den, 300 bin kadarı da Irak’tan gelerek Türkiye’ye sığınmıştır. Bu rakamların resmi istatistikleri yansıttığı ve önemli miktarda göçmenin de “yasadışı yollardan” Türkiye’ye geldiği bilinmektedir. Çok büyük bir bölümü Suriye sınırına paralel uzanan şehirlerde kurulan kamplarda ya da “devlet tarafından” kendilerine verilen dairelerde yaşayan bu insanların ihtiyaçları da Türkiye tarafından karşılanmaya çalışılmaktadır. Mülteci (sığınmacı) sayısı itibarıyla dünya sıralamasında ilk sıraya yerleşen Türkiye, bu insanların ihtiyaçları için tam 8 milyar dolar harcamış durumdadır. Buna karşılık, Türkiye’nin çağrılarına ve verilen sözlere karşın, diğer devletlerden (özellikle Batılı devletler) ve uluslararası örgütlerden gelen yardım miktarı toplam 418 milyon dolarda kalmıştır. Bu yönüyle, mülteci krizi bağlamında, Türkiye’nin özellikle Suriye meselesine entegre olmuş taraflar ve Batılı müttefiklerince yalnız bırakıldığı ortadadır.
Türkiye, karşı karşıya kaldığı ekonomik imkansızlıklardan ve AB’nin yaşanan “mülteci krizi” bağlamında elini taşın altına koyma hususunda gösterdiği isteksizlikten hareketle, kendi topraklarını kullanarak AB ülkelerine ulaşmak isteyen göçmenlerin önüne geçmeme gibi bir stratejiye yönelmiştir. Bu durum, göç yolu üzerinde bulunan Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan, Hırvatistan ve Avusturya ve İtalya gibi ülkeler başta olmak üzere, AB içerisinde ciddi rahatsızlıklara ve hatta üye ülkeler arasında sınır kontrolüne ilişkin sorunlar yaşanmasına neden olmuştur/olmaktadır. Brüksel, göçmenlerin yarattığı sorunlara çözüm bulunması gerektiğinin farkına varmıştır. Bu bağlamda ise, üzerinde durulan husus, göçmenlerin (mültecilerin) AB topraklarına varmadan durdurulması, birlik topraklarına ulaşanların bir kısmının (özellikle eğitimli olanların) başta Almanya ve Fransa olmak üzere üye ülkeler arasında dağıtılması, geri kalan bölümünün ise Türkiye’ye gönderilmesi olmaktadır.
Türkiye’de yaşanan siyasal gelişmelere ve ülkeye egemen olan otoriter söylemlere ilişkin AB kanadından ciddi eleştiriler gelirken, üyelik müzakereleri durma noktasına gelmişken ve üstelik seçimler öncesinde propaganda faaliyetlerine konu olma ihtimali çok yüksek olmasına karşın, Alman Şansölyesi Merkel’in, Türkiye’ye “çalışma ziyareti” gerçekleştirmesinin arkasında da AB’nin karşı karşıya olduğu mülteci krizine çözüm bulma arayışı yatmaktadır. Merkel, Türkiye topraklarını kullanarak AB topraklarına giren/girebilecek olan göçmenlerin yeniden Türkiye’ye gönderilmelerini ve Türkiye’de kalabilmelerini sağlamaya yönelik bir strateji çerçevesinde Türkiye’ye gelmektedir.  Bu noktada kullanmayı planladığı husus ise Aralık 2013’te imzalanmış olan “Geri Kabul Antlaşması” olacaktır.
Türkiye ile AB arasında Aralık 2013’te imzalanan “Geri Kabul Antlaşması”, Türkiye’nin, AB içerisinde kendi vatandaşlarına yönelik “vize muafiyeti” sağlanabilmesini umarak imzaladığı bir antlaşmaydı. Halbuki bu antlaşmayı imzalamak, AB üyelerinin Türk vatandaşlarının 1963 tarihli Ankara Antlaşması’ndan kaynaklanan “serbest dolaşım” hakkını işletmeme yönündeki hukuksuz uygulamalarını, yani “oldu-bitti”nin kabul edildiğini ortaya koymaktadır. Nitekim AB tarafından Türkiye’ye yönelik olarak uygulanan vize kısıtlaması, hem 1963 tarihli Ankara Antlaşması, hem de AB’yi kuran antlaşmalarla çelişmektedir. Aralık 2013 tarihli Geri Kabul Antlaşması, gerçekleştirilen antlaşmalardan geri adım atılmaması (standstill) ilkesine olan aykırılığın Türkiye tarafından kabullenilmesini beraberinde getirmiştir. AB’nin vize konusunda Türkiye’ye yönelik olarak uyguladığı sınırlama, birliğin AB ile müzakere yürüten ya da aday ülke olarak belirlenen (özellikle Batı Balkan ülkeleri) ülkelere dahi derhal “vize muafiyeti” uyguladığı göz önünde bulundurulduğunda, bir çifte standarda işaret etmektedir. Geri Kabul Antlaşması, AB’nin kendi topraklarına “yasadışı yollardan” gelen göçmenleri (sığınmacıları) AB toprakları dışında kalan ülkelere yollayabilmek için kullandığı bir uygulamadır. Türkiye de “zaten hakkı olan” ancak AB üyelerinin hukuksuz uygulamaları sonucu elde edemediği “vize muafiyetine” ulaşabilmek için bu antlaşmaya imza atmıştır. Aralık 2013’te imzalanan antlaşmanın içeriğine göz gezdirildiğinde, Türkiye’nin Geri Kabul Antlaşması’nı tüm yönleriyle uygulamaya başlaması halinde dahi vize muafiyeti hususunda ancak “diyalog sürecinin” başlatılabileceğinin belirtildiğini, yani Türkiye’nin atacağı somut adımlara AB’nin ancak soyut bir düzlemde yanıt verdiğini görüyoruz.
Angela Merkel, Türkiye’ye gerçekleştirdiği çalışma ziyareti bağlamında, işte bu antlaşmanın altını çizecek ve Türkiye’den Geri Kabul Antlaşması’nı işletmesini isteyecektir. Böylece yüzbinlerce Suriyeli, Iraklı ya da Afgan mültecinin Türkiye topraklarına kabul edilmesi sağlanacak ve AB ciddi bir toplumsal, ekonomik ve siyasal yükten kurtulmuş olacaktır. Anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’nin de bu antlaşmayı uygulamak için Merkel’den ve AB’den bazı talepleri olacaktır. Bu talepler ise, Türkiye’nin yararlandığı fonlar dışında 3 milyar Euro’luk yeni bir kaynağın Ankara’ya sağlanması, vize muafiyetininin yürürlüğe girmesi yönünde ciddi adımlar atılması, yeni müzakere başlıklarının açılması ve Türkiye’nin AB Zirveleri’ne davet edilmesidir. AB’nin bu talepleri karşılama yönünde ise ciddi anlamda isteksiz olduğu görülebilmektedir. Brüksel, Türkiye’ye “yararlanılan fonlara ek 1 milyar Euro”, vize muafiyeti hususunda karşılıklı diyalogun ve çalışmaların arttırılması, AB Zirvelerine davet ve bir müzakere başlığının açılması (Kıbrıs Rum Kesimi’nin vetosu nedeniyle  bu konuda rahat adım atılamamaktadır) gibi öneriler ile gelmektedir. Yani AB, Geri Kabul Antlaşması çerçevesinde de “pazarlık” yapmaktadır. AB’nin Türkiye’den talebinin Ankara’ya çok büyük bir ekonomik, toplumsal ve siyasal yük getireceği ve bu taleplerin son derece “somut” olduğu dikkate alındığında, Türkiye’nin de Brüksel’den ve Merkel’den talebi aynı oranda somut ve derhal karşılanabilecek mahiyette olmalıdır. Uygulama zamana yayıldığı ve soyut ifadelere bağlanıp net bir şekilde imza altına alınmadığında, Türkiye genel olarak istediğini alamamaktadır/alamayacaktır.
Geri Kabul Antlaşması işletilip AB’ye giden göçmenler (sığınmacılar) geri alındığında resmi rakamla 2,5 milyon olan ama daha fazla olduğu bilinen sığınmacı sayısı 1 milyona yakın bir rakam ekseninde artacaktır. Türkiye topraklarına sığınmış kişilerin çeşitli sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlara yol açtığı ve Türkiye Ekonomisi’nin mevcut görünümünün (özellikle işsizlik gerçeği) bu insanların beraberlerinde getireceği yükü kaldıracak pozisyonda olmadığı dikkate alındığında, büyük çaplı ve süreklilik arz eden bir ekonomik ve teknik yardım, vize muafiyetinin sağlanacağına ilişkin net ve imza altına alınmış bir uygulama/plan ve bahsedilen 5 müzakere başlığının açılması sağlanamadığı takdirde Türkiye, bu yükün altına girmemelidir.
Türkiye’nin Suriye içerisinde “göçmenlerin (sığınmacıların)” yerleştirilebileceği bir güvenli bölge teklifi Fransa dışında hiçbir AB üyesi tarafından kabul görmemiştir. ABD de bu teklife karşı çıkmıştır. Bugün “güvenli bölge teklifine” baştan beri karşı çıkan Rusya’nın Suriye içerisindeki askeri hamleleri nedeniyle, böyle bir uygulamanın zaten gerçekleştirilemez hale geldiği dikkate alındığında, AB’nin anlaşma imzalandığı takdirde göndereceği göçmenler Türkiye içerisinde inşa edilecek kamplarda yaşamak zorunda kalacaktır. Bu insanların büyük bir bölümünün Suriye’ye geri dönme ümidini kaybettiği ve şansını başka ülkelerde denemek istediği dikkate alındığında, Türkiye’ye gönderilecek olan bu insanların gelecekte de Türkiye’de kalmak isteyeceği ve bunun Türkiye için büyük bir ekonomik ve sosyal yük olmasının yanı sıra, “yabancı düşmanlığını” dahi tetikleyecek bir gerçeklik yaratabileceği de ortadadır.
Angela Merkel, az sayıda göçmenin (mültecinin) Almanya’da kalmasına izin verdiği için “Nobel”e aday gösterilmiştir. Aynı ismin, şimdi, AB’nin üzerindeki yükü Türkiye’nin üzerine yıkmaya çalıştığı ve karşılığında da neredeyse anlamlı hiçbir şey vermek istemediği dikkate alındığında, Türkiye’nin ne denli büyük bir sorumlulukla karşı karşıya bırakılmak istendiği ortadadır. Üstelik Merkel, bu ziyareti tam da seçimler öncesinde gerçekleştirerek, sürekli eleştirdiği Türk Hükümeti’ne destek veriyormuş gibi bir görüntü yaratmaktadır. Yani bu ziyaretin, Türkiye’de iç siyasete ilişkin olarak da kullanılması ihtimali vardır. Son kertede, Geri Kabul Antlaşması’nı bu koşullarla işletmek çok da akılcı bir hamle olmayacaktır.
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

..

13 Nisan 2015 Pazartesi

2011'DE TÜRKİYE'Yİ BÖLME PLANI..,





2011'DE TÜRKİYE'Yİ BÖLME PLANI..,

AŞAĞIDAKİ YAZI PEK ÇOK YERDE YAYINLANDI, DİLE GETİRİLDİ AMA

  '' ET TEKRAR-I VEL AHSEN..,  VELEVKÂNE YÜZSEKSEN  ''

ANLAYIŞIYLA BİR KERE DE BİZ YAYINLAYALIM, DEDİK. İBRET VE DEHŞETLE OKUYUN:

- Terörizm uzmanı SEFA YÜRÜKEL, 2003'te Norveç Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nde gizli bir raporu okuduğunu söylüyor.

Rapora göre Türkiye'de bir iç savaş tezgâhlanıyor. Hattâ rapor sanki bugünleri anlatıyor.

2003 yılının Şubat ayı sonu... Norveç Uluslar arası İlişkiler Enstitüsü'nde terörizm uzmanı Prof. Dr. Toje Bjorge'nin odası... Aynı zamanda Danimarka vatandaşı olan, Norveç 'te yaşayan SEFA M. YÜRÜKEL, daha öce araştırmacı olarak görev yaptığı enstitü'de, rutin ziyaretlerinden birinde... Prof. Bjorge'nin masasında 35 sayfalık bir rapor Yürükel'in dikkatini çekiyor. Raporun başlığı

"2011 TÜRKİYE İÇ SAVAŞI"

YÜRÜKEL şoke oluyor!.. Raporu eline aldığında 35 sayfayı dikkatle okuyor. Sanki daha o yıllarda bugünler tarif edilmiş!.. Ortada müthiş bir iç savaş senaryosu dolaşıyor!

Bu esrarengiz raporun kimler tarafından, nasıl ve ne zaman yazıldığı meçhul! Çünkü raporun kopyasını alamıyor bile. Ama raporun tam anlamıyla bir gizli servis elinden çıktığı anlaşılıyor.

BÖYLE RAPORLARIN, HARİTALARIN "DOST" VE MÜTTEFİK"LERİMİZİN TOPLANTILARINDA ORTAYA ÇIKMASI, ARTIK ALIŞTIĞIMIZ BİR OLAY... ROMA'DAKİ NATO TOPLANTISINDA DA ÖYLE OLMAMIŞ MIYDI?.. TÜRKİYE'Yİ BÖLEN HARİTA MASAYA KONMAMIŞ MIYDI?

HER NEYSE... İŞTE SORU-CEVAP SEFA M. YÜRÜKEL İLE YAPILAN ROPÖRTAJ:

SY - "Türkiye için iç savaş senaryosunu yazdılar, şimdi de yönetiyorlar." 
- "Raporu ne zaman gördünüz?" 
SY - "Bu raporu 2003 yılının Şubat ayı sonunda, Norveç Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nde gördüm. iKİ defa okudum." 
- "Sizin elinize nasıl geçti?" 
SY- "Ben daha önce Norveç Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nde araştırmacı olarak çalıştım. Doğal olarak arada bir uğruyorum oraya." 
- "Peki, orada nerede okudunuz bu raporu? Kimdeydi rapor?" 
SY - "Orada terörizm konusunda araştırmalar yapan Prof.Dr.Toje Bjorge'nin odasında okudum. 35 sayfalık bir rapordu." 

- "Kapağında ne yazıyordu raporun?" 

SY - "2011 / TÜRKİYE İÇ SAVAŞ" başlığını taşıyordu. Amerikan İngilizcesi ile yazılmış olup, akademik-istihbaratçı bir kimse tarafından yazıldığı belli oluyordu. Ben rutin akademik araştırmacı olduğum için her akademisyen araştırmacı gibi bunu rahatlıkla anlayabilirim. Daha sonra aklımda kalanları not ettim." 
- "Bir isim yazıyor muydu?" 

SY - "Hiçbir isim yazmıyordu." 

- "Gizli servis tarafından yazılmış bir rapor olabilir mi?" 
SY - "Her tarafına baktım raporun, bulamadım açıkçası bir isim, ibare. Yalnız şu var çok ciddi bir araştırma yapıldığı ve araştırmanın da çok iyi biçimde teorikleştirildiğini gördüm. Bunu normal bir akademisyenin yazmadığı belliydi.Türkiye'de de eli kolu olan kimselerin yazdığını anladım. Belki bir ekip araştırmayı yaptı ama tek elden yazıldığı anlaşılıyordu." 
- "Sözünü ettiğiniz profesör size bu raporu ne diye verdi?" 
SY - "Bana 'Bu aralar ne araştırması yapıyorsun?' diye sordu. Ben normalde soykırım üzerine çalışırım. Profesöre, 'terörizmle uğraşıyorum,' dedim. Biraz fikir alışverisinde bulunduk. Masasında bazı notlar, yazılar vardı. 'Bakabilir miyim?' dedim. 'İstediğini okuyabilirsin,' dedi. Onların arasından çıktı bu rapor. Bazılarını kopya etmeme müsaade etti. Ama o raporu vermedi. Şu anlama geliyor bu: Rapor sadece belli yerlerde dolaşıyor. Norveç Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, Norveç devletinindir. Resmî bir kimliği vardır. Buradan diplomatlar çıkar. Bütün Norveç'in diplomatları üst düzey yöneticileri bu merkezden elenir. Çok önemli bir yerdir." 
- "Prof.Toje Bjorge önemli bir isim mi?" 
SY - "Norveç açısından önemlidir. Fakat ona bu raporu direkt vermemiş olabilirler." 
- "Uzmanlık alanı nedir onun?" 
SY - "Terörizm ve ırkçılık." 
- "Neden 2011 yılı planlanıyor sizce?" 
SY - "AB'nin dayattığı kurallar meselesi var. Irak'a müdahale belki daha önceden planlanmıştı, bu zaten doğru, bölgede büyük bir değişiklik yaratılacağı, meselâ Büyük Ortadoğu Projesi kapsamı var, bölgede haritanın değişmesi söz konusu... Buna Türkiye de dahil bütün bu dayatmalarıyla Türkiye'nin buna 2011 yılına kadar dayanabileceğini, ondan sonra da tâviz vererek gücünü yitireceğini planlıyorlar. Bugünlerde yaşanan gerginlik ve çatışma ortamının yoğunlaştırılması planı var. Batılılar tarafından öngörülen senaryo şu anlama geliyor: Batılılar bu işin senaryosunu hazırlamakla kalmamışlar, aynı zamanda Kuzey Irak'ta ve Batı Avrupa'daki PKK büroları müsamaha görüyor. Burada bir koruma var ve onları da terörist olarak görmüyor." 
- "Peki bu raporun hazırlanma târihi hakkında bir bilginiz var mı?" 
SY - "Ben 2003 yılında okudum çok önce de hazırlanmış olabilir rapor. Çok önce hazırlanıp bugünleri gösteren bir senaryodur bu rapor." 
-Bu rapor Türkiye'de bir iç savaş çıkarmak maksadıyla mı yazılmış, peki?"

NE SALAKÇA SORU!.. HAYIR, TÜRKİYE'DE FUTBOL TURNUVASI DÜZENLEMEK İÇİN YAZILMIŞ!... ŞU GAZETECİ-MUHABİR-SUNUCU TAKIMININ İÇİNDE İPE-SAPA GELİR, AKLI BAŞINDA, ZEKÎ OLANI YOK MU YAHU?.. GEÇENLERDE ESKİ DİYÂNET İŞLERİ BAŞKANI SÜLEYMAN ATEŞ'LE ROPÖRTAJ YAPAN SARIŞIN ÂFET, BEYNİ FELÂKET RUHAT MENGİ ŞÖYLE BİR SORU SORDUYDU:

- KUR'AN'DA ŞÖYLE BİR HADİS VARMIŞ...SÜLEYMAN ATEŞ'İN YÜZÜ BURUŞTU:

- KUR'AN'DA HADİS OLMAZ, ÂYET OLUR. HADİS PEYGAMBER SÖZÜDÜR, ÂYET ALLAH'IN SÖZÜ!

BİR DİN ÂLİMİNE DİN MEVZUUNDA SORU SORACAK KİŞİNİN AZ-BUÇUK DİNÎ BİLGİSİ OLMASI, HİÇ DEĞİLSE TEMEL KAVRAMLARI BİLMESİ GEREKMEZ Mİ?..

BURADA DA YÜRÜKEL BAŞTAN BERİ 2011 YILINDA TÜRKİYE'DE ÇIKARILACAK İÇ SAVAŞ İÇİN BİR RAPOR HAZIRLANDIĞINI ANLATIYOR, SALAK GAZETECİ, 
-Bu rapor Türkiye'de bir iç savaş çıkarmak maksadıyla mı yazılmış, peki?"

DİYE SORUYOR!.. BİR DE "PEKİ"Sİ VAR HA!.. BÂRİ "NORVEÇ Mİ HAZIRLIYOR?" DESENE!..

NEYSE Kİ, YÜRÜKEL SORULMAYAN SORUYU ANLAMIŞ, CEVAP VERİYOR:

- "Hayır, ama rapor Türkiye'de bir iç savaş tezgâhlandığının tescili özelliği taşıyor. Batılılar genellikle böyle senaryolar hazırlarlar, ondan sonar da arkasına güç koyup harekete geçirirler. Irak' ta olduğu gibi. Bu raporu yazanlar PKK'yı harekete geçiren güçler demek abartılı olmaz. Aynı güçlerdir yâni."

- "Adres nereye çıkıyor?"

SY - "Batılı ülkelerdir. Esas hedef sadece Türkiye değil, İran ve Asya'dır. Direkt CIA'dır diyemem ama bu rapor ABD'ye çok uyuyor. Batının kendi arasında bu konuda bir uzlaşı var anlaşılan. Bu çok net görülüyor. (BİZ AÇIKLIK GETİRELİM: BATILI ÜLKELER KENDİ ARALARINDA KEDİ-KÖPEK GİBİ DÖĞÜŞÜRLER, AMA İŞ GAYR-I HIRİSTİYAN ÜLKELERE GELİNCE HEPSİ BİRLEŞİR, ÇAKAL SÜRÜSÜ HÂLİNDE SALDIRIR. BİZ BATILI ÜLKELERİN TÜMÜNÜ "ZÂLİM, EMPERYALİST, KAPİTALİST HIRİSTİYAN" OLARAK VASIFLANDIRIRIZ. "HIRİSTİYAN" DEYİŞİMİZ, DİNDAR OLDUKLARINDAN DEĞİL, PAVLUS'UN YOLUNDAN GİDİP HAZRET-İ İSÂ'NIN GETİRDİKLERİNİ TERSİNDEN UYGULADIKLARI İÇİNDİR. MESELÂ "SEVGİ, SEVGİ" DERLER, HEP SAVAŞ AÇAR, KAN DÖKERLER! SOĞUK SAVAŞ BİTTİ NE OLDU?.. DÜNYÂNIN DÖRT BİR YANINDA SICAK SAVAŞ BAŞLATMADILAR MI? KENDİ ÇIKARDIKLARI 2. DÜNYÂ HARBİ'NDEN BU YANA BİR 2. DÜNYA HARBİNDE ÖLEN KADAR İNSAN ÖLDÜRDÜLER!.. BİR DE "İNSAN HAKLARI"NDAN SÖZ EDERLER!.. TUZLIYAYIM DA KOKMASINLAR!..)

- "TÜRKİYE'de iç savaş çıkartılarak ne amaçlanıyor?" 
SY - "TÜRKİYE, Batı'ya göre çok büyük bir ülke. AB yetkililerinin demeçlerinde de var bu. TÜRKİYE'yi küçültmek istiyorlar. ABD'ye direnemeyecek bir TÜRKİYE olmalı ve haritası değiştirilmeli. Amaç bu. Kürdistan kurularak TÜRK DEVLETİ'nin zayıflatılması ve boyun eğdirilmesi amaçlanıyor. Bu da kendilerinin hassas olarak tanımladıkları, karışık bölgelerdeki etnik çatışmalar çıkartılarak yapılacak. Çünkü bu dünyanın en tehlikeli işidir. Raporda şu da geçiyor: TÜRKİYE'de herkes kendi etnik kökenine göre yolunu seçebilir!.. Meselâ 'Ordu ve polis içindeki Kürtler de TÜRKLER de yolunu seçebilir,' deniliyor, büyük bir çatışmada. Bu Yugoslavya'da olmuştur. O bakımdan TÜRK DEVLETİ'nin böyle bir çatışmayı önleyemeyeceği vurgulanıyor. Geçmişte hazırlanan bu rapordaki senaryo bugün TÜRKİYE'de uygulananın aynısı. Bu kadar net senaryo yazılamaz! Bunun anlamı: Bu senaryoyu hazırlayanlar bunu uygulayanlardır!

- "TÜRKİYE'nin eski hudutları kalmayabilir, haritası değişebilir!"

Norveç Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nde SEFA YÜRÜKEL'in okuduğu raporda 5 bölüm bulunuyor. Her bölümde teorik yaklaşımlar ve senaryolar, iyi rafine edilmiş istihbarat bilgileri yeralıyor. SEFA YÜRÜKEL, "Bizzat yerel işbirlikçiler veyâ casuslar tarafından verilen bilgilere atıf yapılıyordu," yorumunu yapıyor.

1.Bölüm : TÜRKİYE'nin jeopolitiği ve uluslararası siyâsî coğrafyasına yer veriliyor. YÜRÜKEL, "Burada daha çok teorik yaklaşımlar vardı. Bu TÜRKİYE'nin daha çok dışarıya dönük yönünü açıklıyordu." diyor.

2.Bölüm : TÜRKİYE'nin siyâsî, sosyal, târihî, dinî, mezhepsel, etnik ve kültürel yapısı üzerine özet halinde ampirik datalarla güçlendirilen rakamların yer aldığı bir bölüm... Bu bölümde özellikle Kürtler-TÜRKLER demografisi ifadeleri altları çizilerek yer alıyor. YÜRÜKEL, raporun bu bölümünde yer alanları şöyle anlatıyor:

- "Şehir şehir, hatta bazı kasabalar (Kızıltepe, Pazarcık, ..vs) gibi yerlerin adı geçiyor ve demografisine örnek olarak yer veriliyordu. Burada esas değinilen karışık oturulan bölgeler biçimindeydi. Yani TÜRKİYE'nin çatışmaya dönük raporu yazan tarafından etnik demografisi çıkarılmıştı. Buradaki verilerden de hissedildiği gibi TÜRKİYE içerisinden birileri (işbirlikçiler, casuslar, ...vs.) bu raporun yazılması amacıyla çatışma hedefine yönelik olarak çok rafine sayılabilecek hassas ve ayrıntılı bilgi vermiş ve toplamıştı."

3.Bölüm : Rapor'da "hassas bölgeler" diye bir tabir geçiyor... "TÜRK ve Kürt" etnik kökenden insanların, içiçe ya da "sınır bölgeleri" olarak rapor da ifade edilen Malatya, Erzurum, Maraş, Gaziantep' in bulunduğu yerlerin gelir dağılımı, siyâsî yapısı, ayrılıkçılığa veya DEVLET'e karşı çıkışı ya da DEVLET safında ayrılıkçılığa karşı çıkışa meyilleri ve güç oranında değişken olabilecek durumlar hipotetik olarak ele alınıyor.

4.Bölüm : DEVLET'in ve PKK'nın Güneydoğu Anadolu'daki halk içerisinde etkisi ve bölgedeki stratejik konumu ele alınıyor. YÜRÜKEL bu bölümle ilgili de şunları kaydediyor:

- "Rapor'da sanki burada İKİLİ bir iktidar söz konusu havası veriyordu. PKK' nın harekete geçebileceği NGO ve siyâsî bağlantılı güçlerin hassas bölgelerde kontrollü bir çatışmayı yaratıp yaratmayacağı veya kaosa yol açıp açmayacağı konusunda sorular soruluyordu. Aynı zamanda DEVLET'in bu bölgelerde önemli ölçüde zayıf olduğu sâdece asker ve polis gücü ve aşiret gücü olarak varlığını sürdürdüğü, fazla bir kitle tabanına sâhip olmadığına vurgu yapılıyordu. Yâni rapor PKK'yı etnik ça tışmaları istediği anda çıkartıp, istediği anda da durdurabilecek ve tek muhatap olabilecek bir güç olarak ele alıyordu."

Bu bölümde ayrıca hassas bölgeler dışında metropol ve turizm bölgelerinde de önemli ölçüde karışık demografik yapının varlığı üzerinde duruluyor ve burada "ayrılıkçı milliyetçiliğin ve ona bağlı toplum"un değişken ve çarpışabilecek ideolojik ve siyâsî tutumları fizikî bir çatışma ortamı hazırlayabileceği üzerinde duruluyor... Süreç 1987 olarak başlatılıyor ve 2011 yılına kadar burada düşük ya da yüksek yoğunlukta çatışmaya varabilecek bir hareketlenme olacağının altı çiziliyor... YÜRÜKEL bir noktanın daha altını çiziyor:

"Burada benim dikkatimi çeken bir şey, çok kesin ifadeler kullanılması idi. Sanki raporu yazan çatışmanın yani iç savaşın olacağından eminmiş gibiydi."

TABİİ Kİ, EMİN!.. ÇÜNKÜ BASTIBACAK ÖZAL 1979'DAN BERİ İŞBAŞINDA. 1983'DE BÜYÜK ÇOĞUNLUKLA SEÇİMİ KAZANMIŞ, TEK BAŞINA İKTİDÂRA GELMİŞ!.. VE SANKİ YAPACAK BAŞKA İŞİ YOKMUŞ GİBİ, İDÂM CEZÂSINI KALDIRMIŞ!.. BÖYLECE HAPİSHÂNEDEKİ CÂNİLERE BİR ÜMİT IŞIĞI, DIŞARDAKİ KAATİLLERE DE ADAM ÖLDÜRME RUHSATI ÇIKMIŞ!.. BUNDAN DAHA UYGUN BİR ORTAM MI MI OLUR?..

BİZİM TAHMİNİMİZ, BU PİLÂN 1983'TE FALAN YAPILMIŞ, MUTLAKA BASTIBACAK ÖZAL'A İDÂM CEZÂSINI KALDIRMASI TELKİN EDİLEREK ÇATIŞMA YOLU AÇILMIŞ, VE 1984 AĞUSTOSU'NDA İLK DENEMESİ PKK SALDIRI İLE YAPILMIŞ... SONRA DETAYLI RAPOR HAZIRLANIP 1987'DE ESAS SÜREÇ BAŞLATILMIŞ!.. 1987 YILI ÖZÂL'IN İYİCE ZIRVALAMAYA BAŞLADIĞI, AVRUPA SUÇLU HAKLARI MAHKEMESİ'NE BAŞVURDUĞU, AVRUPA BİRLİĞİ TALEBİNİ YENİLEDİĞİ, ENFİLÂSYONUN TEKRAR HALKI EZMEYE BAŞLADIĞI YILDIR. HEMEN ARKASINDAN SOYSUZ HERİF " BEN GALİBA BİRAZ KÜRD'ÜM," DEMEZ Mİ?.. HAY, TÜKÜREYİM, SENİN ŞECERENE!..

ÖZAL SONRASI İKTİDARLARI DA BU GİDİŞATA ÇANAK TUTTULAR. MASON VE MORRİSON DEMİREL, "KÜRT KİMLİĞİNİ TANIYORUZ," DEDİ.. ARDINDAN PONTUS KIRMASI MESUT YILMAZ, DİYARBAKIR'DA KÜRTLER'İ KIŞKIRTIRCASINA, "AVRUPA BİRLİĞİ'NİN YOLU DİYARBAKIR'DAN GEÇER," DEDİ!.. SONRA DA ŞERDOĞAN, GENE DİYARBAKIR'DA "KÜRT SORUNU BENİM SORUNUM," DEDİ. SONRA "AÇILIM-SAÇILIM" DİYE ORTALIĞI BÜSBÜTÜN KARIŞTIRDI!.. BUNLARIN HEPSİ RAPORDA YER ALAN PİLÂNIN UYGULANMASINA İMKÂN SAĞLADI!..

BU GİDİŞE KİM KARŞI DURABİLİR?.. ORDU!.. ORDUYU DA SON 20 YILDIR DÖNME-MASON FOSGENERALLERLE İDÂRE ETMELERİ YETMİYORMUŞ GİBİ "ERGENEKON, AY IŞIĞI, SARIKIZ-ÇİLİKIZ, BALYOZ-KAFES" TERÂNELERİ İLE İYİCE YIPRATTILAR! İÇ SAVAŞA ZEMİN HAZIRLADILAR!.. AMA ALLAH DİYOR Kİ, "ONLARIN PİLÂNI VARSA, BENİM DE BİR PİLÂNIM VAR. BENİM PİLÂNIM HEPSİNDEN ÜSTÜNDÜR."

5.Bölüm : TÜRKİYE'nin iç savaşa doğru sürüklendiği ve sonuçları üzerinde duruluyor... BM, AB, NATO, Batılı ve bölge devletlerinin tutumları üzerinde değerlendirmeler yapılıyor... YÜRÜKEL'in notu şöyle:

- "Burada, Batı'nın çok kan akıtılan bölgelere askerî, siyâsî ve insânî müdâhele edebilme olasılığı üzerinde duruyordu. İç savaş terimi kullanılıyor ve bölgede bu iç savaşın yayılma ihtimâli dolaylı yardım veya doğrudan katılma şekliyle göz önünde bulunduruluyordu. Sonuçları üzerinde duruluyordu. Bu bölümde raporun toparlanması yapılıyor ve TÜRKKİYE'nin esas mevcut yapısının TÜRKİYE'deki Kürt ve TÜRK demografisi şeklinde ele alınmasının icap ettiğini, 2011'e kadar doğabilecek fizikî çatışma ortamının ve getiri-götürüsünün bölge ve uluslararası boyutunun üzerinde durularak, TÜRKİYE'nin artık eski hudutlarının kalmayabileceği, ve haritanın değişebileceği ve Batı'nın buna karşı çıkmasının söz konusu olmadığı ifâdeleri kullanılıyordu."

NE DEDİK?.. 

ONLARIN BİR PİLÂNI VARSA, ALLAH'IN BİR PİLÂNI VAR!.. ALLAH TÜRKLER'İ NASIL SEVDİĞİNİ MAİDE SÛRESİ 64. ÂYET'TE BELİRTMİŞ!.. BUNU KİMSE UNUTMASIN!..

http://www.angelfire.com/hi5/hopegiver/mas9cd.html

..