Prof. Dr. Erol MANİSALI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Erol MANİSALI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Şubat 2016 Pazartesi

SAYIN CUMHURBAŞKANI AHMET NECDET SEZER'E AÇIK MEKTUP



SAYIN CUMHURBAŞKANI AHMET NECDET SEZER'E AÇIK MEKTUP


Haziran 2002   Sayı: 46
Prof. Dr. EROL MANİSALI


 " Türkiye-AB ilişkilerinde esas sorun, AB'nin Türkiye'yi içine almak İstememesidir. AB, "Türkiye'yi içime alamam, özel statüde yedeğime alırım" demektedir.

- AB bunu Soğuk Savaş bittiği ve aynı yıl Türkiye'nin tam üyelik başvurusunu reddettiği 1989'da ortaya koydu.

- Bu nedenle Türkiye'de bazı çevreler Brüksel ile işbirliği yaparak yine aynı yıl, "Tam üye olmasak da Gümrük Birliği'ne gireceğiz" demişlerdi. Türkiye "resmen", AB'ye tek yanlı bağlanıyordu.

- Gümrük Birliği, Katma Protokol'ün(1970) bir sonucu olamaz. Katma Protokol bir bütündü; mal dolaşımı, işgücü dolaşımı ve tam üyeliği öngörüyordu.

- Katma Protokol'e göre 6 Mart 1995'te yalnız Gümrük Birliği belgesinin değil, işgücü dolaşımı ile birlikte tam üyeliğin de onaylanması gerekirdi. Katma Protokol maddeleri okunduğunda bunlar açık olarak görülür.

Yanıtlanması Gereken Sorular

1. Bugün diğer AB adaylarının neden Türkiye'nin 6 Mart 1995'te imzaladığı türden "tek yanlı bağlayan" ve Türkiye'yi örtülü bir sömürge durumuna sokan bir ilişki düzeni bulunmuyor?

 2. Bu tek yanlı belge bugüne kadar ulusal sanayi dallarımızın yabancıların eline geçmesine yol açmıyor mu? Tekstil, gıda, inşaat malzemeleri en ileri sektörlerimiz iken bugün yabancı malların işgali altına girmediler mi?

 3. Anadolu'da ticaret odası başkanları son yıllarda iç pazarın çokuluslu şirketlerin eline geçtiğini sürekli olarak açıklıyor. Bu gelişmeler AB'ye tek yanlı bağlanmanın sonucu değil mi?.."



10 Ocak 2016 Pazar

TÜRKİYE'Yİ OYALAMA RAPORU UMUT KAF DAĞININ ARDINDA MI




TÜRKİYE'Yİ OYALAMA RAPORU UMUT KAF DAĞININ ARDINDA MI


Prof. Dr. EROL MANİSALI
Kasım 2002   Sayı: 51

 "AB'nin genişleme ile ilgili raporu yayımlandı. Güney Kıbrıs dahil 10 ülke 2004'te tam üye oluyor. Bulgaristan ve Romanya'ya 2007 tarihi verildi. 13. aday Türkiye'ye genişleme içinde yer yok. 

Zaten hiçbir zaman da olmamıştır.

 Türkiye'nin tam üyeliğine yönelik "ciddi bir adım", AB tarafından hiçbir zaman da atılmamıştı. Verheugen 1999 Aralık ayında Türkiye göstermelik aday yapıldığı, Avrupa'daki korkuları silmek için basın toplantısında, " Merak etmeyin, biz Türkiye'yi sadece aday yaptık, kendisine üyelik için hiçbir taahhütte bulunmadık " diyerek içlerini rahatlatıyordu.

 Türkiye'den istenenler...

İlerleme raporunda Türkiye'den istenenler vardır. Bunların çoğu doğrudur ve gerçekten Türkiye bu konularda ilerlemelidir. Ancak ters olan iki nokta var;

 1. Türkiye bu eksikleri tamamlarsa, kısa vadede takvim ve tam üyelik taahhüdü ile ilgili bir ifade raporda yer almıyor. Oysa bütün diğer adaylar için AB, Nice 2000 doruğunda kesin taahhüt altına girmişti. Hatta çok öncesinde, daha 1994'te, en gerilerdeki anti-demokratik Slovakya'yı bile alacağını Essen doruğunda açıklamıştı.

İş Türkiye'ye gelince taahhüt altına girilmiyor.

 2. AB kesinlikle çifte standart uygulamaktadır. " Güney Kıbrıs her bakımdan uygundur " diyorlar: Bu yalandır.

 a.  G. Kıbrıs'ın komşuları ile büyük sorunları vardır ve Rum belgelerine göre "Türkiye ile savaş hali sürmektedir". O halde, zaten uluslararası anlaşmalara aykırı olan talebinin de kabul edilmeyerek, üyeliğinden söz edilmemesi gerekirdi. Verheugen bundan hiç söz etmiyor, çifte standart uyguluyorlar.

 b.  G. Kıbrıs kara para aklamanın ve uyuşturucu kaçakçılığının Doğu Akdeniz'deki merkezi durumundadır. 
 Buna rağmen tam üye yapılmaktadır. Kriterler Kıbrıs için geçerli değildir, içeri alınma kararı siyasîdir ve bu karar 1992'de verilmiştir. İspatı, Brüksel'in rapor ve değerlendirmelerinde açık olarak görülür.

 Kıbrıs'ın alınması, " Bir AB adası yapılması ve Türkiye'den koparılması içindir ". Böyle olmasaydı, AB Türkiye'yi içine aldıktan sonra zaten uyuşmazlığı da çözmüş olacaktı. Yarın Türkiye'yi de almayacağı için, yangından mal kaçırır gibi bir an önce Türkiye'den koparmak istemektedir..."


http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/kasim02_03.htm



..

İktisat, Şirketler, Irak derken



İktisat, Şirketler, Irak derken


 Prof. Dr. EROL MANİSALI
 08.04.2003/Sayı:27



İktisatçılar, firma teorisini anlatırken maliyet yapısı ile satış ve pazarlama yöntemleri ile içinde çalışacakları pazar yapısı ile öyle bir şirket anlatırlar ki Aya bile gönderseniz orada bile çalışacak sanırsınız. Halbuki kazın ayağı öyle değildir. İşin içine iktisadın (ve işletmenin) fiziği ve matematiği yanında kimyası da girer. Bazen A+B’den C diye bir şey çıkar, şaşırıp kalırız. Veya iki artı iki dört değil de üç ediverir. Matematik ve fizik kuralları işlemez hale gelir.

İktisatçılar (ve işletmeciler) işin genellikle Türkçesini değil de Latincesini söylerler; “ Ceteris Paribus ” deyiverirler. Ne olduğunu anlamamız için ya iktisat teorisi okumuş olmak veya Latince bilmek gerekir. İktisat okuyanların içinden de bilmeyenlerin çıktığı olur. “Diğer şartlar eşit, diğer şartlar değişmez” anlamına gelen bir iktisat terimidir. Ancak diğer şartlar firmalar için hiçbir zaman eşit değildir.

Amerika Irak’ı ve Ortadoğu’yu işgal edip üstün silahlarını bölgeye yığdığı için ABD Petrol şirketleri, Alman veya Japon karşısında üstünlük sağlarlar. Alman şirketinin işletmecilik açısından sağlayacağı üstünlükler hç bir anlam taşımaz hale gelir. Amerika ve İngiltere silahı çeker Almana “ Eller yukarı deyiverir”

Ya az gelişmiş ne yapsın

Almanın petrol şirketi Amerika ve İngiltere karşısında dünya üzerinde yarışamaz. Çünkü Amerikan, İngiliz ya da Fransız şirketlerinin önlerinde tankları, yanlarında muhripleri, tepelerinde de destekçi füzeleri vardır. Alman ve Japon iktisadi olarak çok güçlü olsalar bile altyapıları yeterli olmadığı için joker çıkaramazlar. Güçlü ordu, nükleer silah, denizaşırı bölgelerde üsler, dünyada iki-üç ülkeye özgüdür.

Batı dışında az gelişmiş dünya ise perişan vaziyettedir. Şirketlerinin arkasında ordular güvenlik konseyi üyesi devletler, nükleer silahlar yoktur. Azgelişmişlerin şirketleri giderler Batıda güçlü bir ÇUŞ’un peşine takılırlar, onun uydusu olurlar.

Batı öğretisi Batıya yarar

Princeton’da, L.S.E.’de, U.C.L.A.’da... M.I.T.’de öğrendiğiniz şirket işlerinin (firma teorilerini),

a) Ya Batıda kapitalizmin içinde yer alan bir şirkette Batıya hizmet etmek için

b) Ya Batıdaki ÇUŞ’a bağımlı hale gelmiş azgelişmiş ülkedeki bir şirkette para kaçırmak için

c) Veya devleti soymak için kurulmuş bir az gelişmiş ülke şirketinde uygulayabilirsiniz.

(a) şıkkında mikro-makro maksimizasyonlar örtüşür. Yani öğrendiğiniz teoriler amacına ulaşmıştır. 
Ancak (b) ve (c) şıklarında kitabına uydurulmuş bir soygun vardır. 

Firma teorisi yine uygulanmış olur, ancak mikronun kendini maksimize etmesi makrodan aşırarak meydana gelir.

Bütün bu gerekli gereksiz şeyleri niye anlatıyorum ki? Bush ve yönetimindeki ortaklarının Irak’ı işgal ederken bunu bir özgürlük savaşçısı olduğu için değil petrol ve silah şirketlerindeki stratejik ortaklarının kazanmasına yardım etmek için yaptığını anlatmak için.

Bir de İran, Kuzey Kore, Pakistan gibi Bush’un serseri dediği devletlerin Nükleer silah geliştirme hobilerinin “Irak misali bir büyükten sopa yememek niyetinden kaynaklandığını anlatabilmek için”

Firma teorisine belki de hiç gerek yoktu. Ancak Batı kapitalizmin şirketlerinin işi nerelere kadar götürebildiklerini gösterebilmek için bir iki laf etmek gerekli oldu.


http://www.turksolu.com.tr/27/manisali27.htm


..

AVRUPA YA YAKLAŞIRKEN YOK OLMAK ?,






AVRUPA YA YAKLAŞIRKEN YOK OLMAK ?,


 Prof. Dr. EROL MANİSALI
 MAYIS 2004 - SAYI - 69  



- Türk halkının çoğunluğu Avrupa Birliği’ni istiyor.
- AB’den başka bir yolumuz olamaz.
- Tek hedefimiz AB.

      Bunlar son yedi sekiz yıldır gazetelerde, televizyonlarda her gün insanların önüne konuyor. Bir tutku yaratıılmış, kendini yakacak kıpkızıl  Işı ğa gitmekten kendini kurtaramayan Pervane böceği misali Türkiye’yi bölerek, parçalayarak AB’ye yönelttiriyor, hem de hiçbir zaman içine alınmayacağı  bir birliğe iteliyorlar.

Pervane böceği Işığa yaklaşır, yaklaşır ve sonunda yanar, yok olur. Türkiye’de insanların kafasında bir Avrupa tutkusu yaratlmış, bir hayal dünyası gibi, bir cennet gibi sanal bir dünya beyinlere işlenmiş.  İnsanlar devşirilmiş; olmayan bir şey kafalara soyut olarak yerleştirilmiş.

Oysa böyle bir şey yok, bu büyük bir oyun. Türkiye yaklaştığını sanıyor. Bu arada eli, kolu, kanadı yavaş yavaş koparılıyor. Yaklaştığını sanan Türkiye çözülüyor, gevşetiliyor, dağıtılıyor ve bölünüyor. Yarın AB’ye katılacak bir Türkiye olmayacak, eğer bu süreç devam ederse...


Türkiye’nin damar ve sinir sistemine giriyorlar; pazarını  tekelleri altına alıyorlar, siyasetçisini, bürokratını, işadamlarını yanlarına çekiyorlar. 
Artık bazı çevreler Türkiye’nin değil AB’nin yanında duruyorlar. İşadamı, gazetecisi, öğretim üyesi, bürokratı, siyasetçisi AB’li olmuş, devşirilmiş. Kendi halkına, toprağına karşı AB ile birlik olmuş sanki.

- Kıbrıs, Ege, Ermeni tasarıları, KADEK, Güneydoğu, Patrikhane, 

  Ateşe yaklaşan pervane böceğinin Şimdilik yolunan tüyleri oluyor.

- AB’ye alınacağını sanan Türkiye yavaş yavaş çözülüyor. Bazı vakıf üniversiteleri ve sivil toplum örgütlerine sızmışlar, istedikleri gibi oynuyorlar.
- Gayri milli sermaye çevreleri ile birlik olmuşlar. Artık onlar Brüksel, Berlin, Londra ve Paris ile birlikte Türkiye’yi yönetiyorlar. İşçiyi, köylüyü, memuru, esnafı yani halkı karşılarına almışlar.

Sömürgeleşen bir ülke...

Türkiye yaklaştığını  sanırken..,  Uzaklaşıyor, Onun sömürgesi, arka bahçesi oluyor. Siyasi, iktisadi ve kültürel olarak AB’nin denetimi altına giriyor.
Daha da kötüsü Türkiye parçalanıyor, bölünüyor. Aldatılan Türkiye bir yandan bölünürken öte yandan da tek yanlı bağlanıyor. Hesaplar çoktan yapılmış. Daha Soğuk Savaş biterken Türkiye’yi " Kazığa bağlama " İhtiyacı duyan birkaç siyasi ile gayri milli sermaye çevreleri, bir hayal dünyası  yaratmaya başladılar.

Boynumuza ilk halkayı  '' Gümrük Birliği '' Belgesi ile taktılar. Türkiye AB’ye, hiçbir uygar ülkenin yapmadığı bir biçimde bağlandı?.
- Bağlandı? çünkü artık AB’nin içimizdeki uzantıları  " Batı adına "  Türkiye’yi yöneteceklerdi. Türkiye, içine alınmayacağı  Batı kapitalizminin yönetimine veriliyordu.
- Türkiye’nin artık Avrupalı ve Kuzey Amerikalı Ülkeler gibi ulusal politikası  olmayacaktı. Türkiye, güdülen bir ülke durumuna gelecekti.
- Türkiye’nin iktisatta, siyasette, kültürde politikası olmayacak ama Brüksel, Washington, IMF, Türkiye’ye ne yapacağını söyleyeceklerdi.
- Türkiye’nin dış ticaret politikası bile olmayacaktı. İçine alınmadığı ( ve alınmayacağı ) AB, Türkiye yerine kuralları koyacaktı. Tabii kendi çıkarları? doğrultusunda.
- Türkiye 2001’de Cumhuriyet tarihinin en büyük krizine sokulacak ve denetimi daha kolay olacaktı. 2003’te dış ticaret açığı 22 milyar dolara ulaşırken dış borcu daha da yükselecekti.


Arkamıız Sağlam mı ?


Ve hayal Tacirleri işbaşındaydı. Schröder arkamızda, Chirac arkamızda, Berlusconi, Tony Blair ve diğerleri hep arkamızdadır. Tabii Bush da arkamızda, bu Şerefi kimseye bırakamazdı?. Bir tanesi de önümüzde olsa bari.

Ve arkamızdaki Batı kapitalizmi sayesinde Türkiye iktisadi, siyasi ve kültürel olarak çökertiliyor ve çözülüyordu. Türkiye yarın da içine alınmayacağı AB’ye doğru itelenirken AB’nin içine götürülmüyor. Bölünmeye ve bir sömürgeleşmeye götürülüyor.

Ama eli kolu koparılmış, üçe dörde, bölünmüş bir Türkiye olarak. Bu parçalardan belki bir tanesini AB içine almayı düşünebilirler. Aynen Yugoslavya modeli gibi:
Hırvatistan’ın, Slovenya’nın alınması gibi.

Evet Türkiye bir pervane böceği gibi yavaş yavaş kendisini mahvedecek olan Işığa doğru itilmektedir. Bu gidiş devam ederse Türkiye kesinlikle parçalanır. Yarın Ordunun bile bunu önlemeye gücü yetmez.

Kendi kendimizi aldatmayı daha ne kadar sürdüreceğiz

İçimizdeki uzantılar, Danimarka’yı tasfiye etmediğimiz sürece bunun imkanı yok. Ahtapotun kollar kesilmeden çözülme ve dağılma durdurulamaz.
Ulusal cephe gayri millilere karşı kazanmak zorunda, bunun başka yolu yok...



http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/mayis04_03.pdf


..

TÜRKİYE’Yİ KİMLER SÜRÜKLÜYOR?





 TÜRKİYE’Yİ KİMLER SÜRÜKLÜYOR?



 Prof. Dr. EROL MANİSALI
 NİSAN 2004 - SAYI - 68   

 2000’li yılların başlarındayız ve Türkiye inanılmaz biçimde sürüklenmektedir. 10-12 yıl öncesinde aklımızın ucundan geçmeyen, düşünülemez olaylar gerçekleşmektedir.

- Türkiye, kendi içinde ve çevresinde ulusal inisiyatif alamayacağı, ulusal çıkarlarını koruyamayacağı bir noktaya doğru itiliyor. Yalnız dışarıdan değil, içimizde dış güçlerle işbirliği halinde çalışan gayri milli çevreler tarafından da sürükleniyor.

- Irak’ta Türkiye’nin etkisi kalmamıştır. 1980’li yıllarda ikinci büyük ticaret ortağımız Irak bugün Amerika ve İngiltere’nin müdahale ve işgali sonucu, Türk kamyonlarının giremeyeceği bir duruma sokuldu. Kuzeyde fiilen ayrı bir yönetim, yapay bir biçimde oluşturuldu ve Irak üzerinde “söz sahibi” duruma getirildi.


 Irak, Türkiye’nin siyasi, iktisadi ve askeri etkisi dışına çıkarıldı. Ortadoğu, ile ilişkilerimiz ipotek altına alındı. Bütün bunları ABD, İngiltere ve onları destekleyen Avrupa Birliği ülkeleri yaptı.

- Batı, Türkiye’yi Kafkasya bölgesinden de yavaş yavaş uzaklaştırıyor. Azerbaycan ve diğer Türk cumhuriyetleri ile eskisi kadar yakın değiliz. ABD, Gürcistan üzerinde oynadığı “darbe oyunu” ile Ermenistan - Gürcistan beraberliğini (veya federasyonunu) gerçekleştiriyor.

 Ermenistan Karadeniz’e uzatıldıktan sonra, AB ve ABD’nin güvencesi altına alınacak. Hatta, AB üyesi yapılacak.

- Böylelikle bölgede İsrail-Kürdistan-Ermenistan (ve Gürcistan) hattı, ABD ve Avrupa tarafından kuruluyor. İsrail Kuzey Irak’ta bu yüzden faaliyetlerini yoğunlaştırdı. Bu hat bölgedeki Araplara, Türklere ve İran’a karşı oluşturuluyor. Uzun vadede İsrail’in ve Ermenistan’ın “Kürdistan” üzerinden genişlemeye yönelik politikalar uygulamaya konulacak. Batı kapitalizminin bölgedeki Hıristiyan uzantıları; Müslümanlara karşı bölgede kurulmuş olacak.

- Kıbrıs’tan Türk askerlerinin (ve sivillerinin) çıkarılması ve Türkiye’nin Kıbrıs adasından tasfiye edilmek istenmesi, “ABD ve AB’nin bölge politikalarının bir parçası”. Ortadoğu ve Kafkasya’da ABD’nin ve AB’nin izlediği politikalar ile Kıbrıs politikaları bütünleşiyor.

- İçimizdeki Danimarka, Batı’nın bu projesine karşı çıkmıyor. Hatta, ona yardım ederek Türkiye’nin dağıtılması karşılığında kendisi ayakta kalmak istiyor, “Bölünmüş bir Türkiye’de bile Danimarka’ya yer vardır; çünkü içerdeki Danimarka, Batı’nın buradaki uzantısı ve temsilcisidir; işbirlikçileri olmadan Batı bile işlerini yürütemez” diye değerlendiriyor.

-Hatırlıyorum: İçimizdeki gayri milli çevreler, “Ermenistan ile ABD’nin istekleri doğrultusunda işbirliği yapalım” demediler mi? 1990 sonrasında ASALA destekçilerini bile Ankara’ya getirip bürokrasiye sunmadılar mı? Irak’a, ABD ile birlikte girelim demediler mi? Türki cumhuriyetlere son 10 yılda Amerikalıları yanlarında götürüp Türk cumhuriyetlere yerleştirmediler mi?

         
 Kıbrıs’ta işbirliği yapanlar...

 Batı’daki emperyalist çevrelerin bölgemizdeki politikalarına işbirliği yaparak aracı olan içimizdeki gayri milli işbirlikçiler, Kıbrıs’ta da Brüksel’in ve Washington’un planlarının bir parçası oluyorlar.

-Irak’a ABD’nin yanında girelim, Ermenistan’da ABD’nin dediklerini yapalım diyenler ile “Kıbrıs’ı verelim” diyenler aynı gayri milli çevreler. Yani içimizdeki Danimarka. Bunlar Türkiye içinde de, bölgede de Batı emperyalizminin bir parçası oldular. Şimdi Kıbrıs’ta ve Ege’de Batı’nın taleplerini karşılıyorlar.


- ABD’nin ve AB’nin bölgede soğuk savaş sonrası kurmaya başladıkları İsrail-Kürdistan-Ermenistan cephesinde, Batı’nın yanında yer alıyorlar. Bu cephenin Türkiye’ye, Araplara ve İran’a karşı kurulduğunu görmezlikten geliyorlar ve karşı tarafta yer alıyorlar.

 Batı kapitalizminin ve saldırganlığının bölgemizdeki bir uzantısı oluyorlar.

- Yine bu çevreler, Türkiye’yi AB’ye tek yanlı bağlayıp 6 Mart 1995’te gümrük birliğini, imzalattırmadılar mı? Türkiye’yi ilelebet bekleme odasına hapsettirip AB ipoteği altına sokmadılar mı?

Eğer Verheugen bu kadar küstah ve saldırgan konuşmalar yapabiliyorsa bütün bunları, “içimizdeki işbirlikçilere olan güveni sayesinde” başarabilmektedir. Onlardan destek aldığı için Türkiye’ye saldırmaktadır.

 Türkiye bugün, gelişmelere ulusal bakan büyük çoğunluk ile gayri milli bakan küçük azınlık arasın da bölünmüştür. Ancak bu azınlık, Brüksel ve Washington ile işbirliği halinde bulunduğu için etkili görünmektedir.

 Halkın gerçekleri görmeye başlaması bu gayri milli çevreleri korkutan en önemli faktördür. Terazinin bir kefesinde 70 milyonluk halk vardır; öte yanda da küçük bir işbirlikçi grup, yani ahtapotun içimizdeki uzantıları...

Mustafa Kemal’in “ Ey Türk Gençliği...” diye başlayan sözlerini bir daha okumak ve gerekenleri yapmaktan başka yol kaldı mı?


 http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/nisan04_04.htm


..

ELİT VE YABANCILAŞMA



 ELİT VE YABANCILAŞMA


Prof. Dr. EROL MANİSALI
MART 2004 SAYI 67   

 Türkiye’de “ Elit ” kendi toplumuna, halkına dayanarak gelişemiyor. Ne demek gelişemiyor? Beklentilerine ulaşamıyor, ayakta kalamıyor. İçerde darboğazlar var.

 Halk ile elit arasında uçurum var. Gelir, ortak dil, kültür mesafesi fazla. Türk eliti çoğunlukla Avrupa elitinin özentisi içinde ve onun güdümünde. Hatta bir kısmı onların ayrılmaz bir parçası. Bir kısmı da yavaş yavaş Amerika’ya bağlanıyor.

 Uluslararası nitelik kazanmış “ Yerli Sermaye Çevreleri ”, bir kısım bürokrasi ve siyaset çevreleri, 

• hem içerde aralarında bütünleşmişler,

• hem de dışarıdakilerle bütünleşmişler.

 Avrupa’da “ İç bütünleşme ” esastır. Fransa’da, Almanya’da, İspanya’da, İngiltere’de işin ağırlık merkezini iç bütünleşme meydana getirir. Fransız hükümeti için sanayicisini ve çiftçisini gözetmek “kutsal bir siyasal görevdir”! Alman sanayicileri ve büyük sermaye çevreleri, “önce kendi hükümet ve bürokrasi çevreleri ile anlaşıp sonra Brüksel dekilerle pazarlığı yaparlar”.

Peki, Türkiye de “niye bazı büyük sermaye çevreleri, önce Brüksel’dekilerle veya” Schröder ile görüşüp sonra Ankara da pazarlıklarına başlarlar? Ulusal bütünleşme derken bunu kastediyorum. Neden “bazı büyük sermaye çevreleri için öncelik dış odaklardır”? Brüksel dir, Vaşington dur?

 Gelişmişlik ile azgelişmişlik arasındaki esas ayırım galiba burada; Batı kapitalizminde, yani iktisaden gelişmiş dünyada; ABD de olsun, Kanada’da, Fransa’da veya Almanya’da olsun kritik konular “#içerde” belirlenir. Çünkü içerdeki halkın, toplumun iktisadi ve sosyal çıkarları için bu gerekir. Hatta, demokrasinin de kaçınılmaz bir sonucudur bu.

 Türkiye de ise, at ile arabanın yeri değişmiştir. Bazı büyük sermaye çevreleri, “dışardakilerle daha yakındırlar”. Önce dışarıda anlaşırlar, sonra da bu anlaşmaları içerde uygularlar.

 Yalnız sermaye çevreleri değil, sermaye çevreleri kadar olmasa bile bazı siyasi ve bürokratik çevreler de, önce dışarısı ile bazı konularda anlaşıp sonra içeriye dönmeye başladılar.

 Çözülmenin başlaması...

İşte çözülme burada başlar. Ülke, ulusal insiyatif alamaz hale gelir.

 Ülkenin bir dış politikası yoktur: Çünkü iktisadı, siyaseti, bürokrasisi, “içeride bütünleşemeden, parça, parça dışarıdakilerle bağlantılara girerler”. Bunlar ya ABD veya Batı Avrupa ülkeleridir. Ancak, Batı’dakiler bizim gibi hareket etmeyip, “#önce kendi çıkarları doğrultusunda ulusal karar mekanizmalarını çalıştırabildikleri için” hep onlar kazanır, Türkiye ise kaybeder.

 Pamukta, tütünde, şekerde, ulusal sanayide, dış ticarette, istihdamda, teknolojik gelişmede, Kıbrıs’ta, Ege’de, Kuzey Irak’ta saymakla bitmeyen birçok şeyde...

 20-30 yıl önce tanıdığım arkadaşlarım akademisyen, gazeteci, işadamı vs. “sınıf atlamak için” ya Brüksel’e, ya Vaşington’a, ya bir çokuluslu şirkete gidip sırtlarını onlara dayayarak “yükseldiler”.

Kendi halkı, insanı, toplumu ile değil “dış odaklar ile bütünleşip onlara hizmet vermeye başladılar”. Birkaç örnek:

 1) Bazıları Vaşington veya Brüksel çevrelerinin “muteber kişisi” oldu. Daha 10, 20 yıl veya 30 yıl önce idealizminden, kendi insanına hizmetinden kuşkum olmayan yakın arkadaşlarımın bazıları dış çevrelerin sözcüsü durumuna bu bazı eski dostlarımla konuşamıyoruz, dünyaya çok ayrı yerlerden bakıyoruz.

 2) Bazıları “dışa bağımlı büyük sermayenin bir parçası oldu”; akademisyen, gazeteci, bürokrat kökenli eski dostlar bunlar. Bunlar için artık Türkiye yok; toplum, işçi, çiftçi, hak, hukuk diye bir şey yok. 

 Bunlar dünyaya, Bush yönetiminin baktığı gibi bakıyorlar. Madem güçlüyüz, her istediğimizi elde ederiz diyorlar. Veya Schröder’in gözlüğü ile görüyorlar.

 3) Bazıları da medya, eğitim, hukuk, iktisat gibi alanlarda yabancı dev tekellere hizmet sunuyorlar. Ve bu dev tekeller de Türkiye’yi sömürüyorlar.

 Örnekleri çok uzatabilirim. Sonuçta şu resim çıkıyor: Elit ya da değil, iyi eğitim gören insanımız “ ancak, Türkiye aleyhine çalışan bir sistemde (ve işte) yükselebilir hale geliyor”.

Bu çelişkinin tersine çevrilmesi, azgelişmişlikten kurtulmak anlamına geliyor. Yolu da ulusal politikalardan geçiyor.


-Çiftçimizi, tarımımızı geliştirecek politikalar,

-Ulusal sanayimizi, işçi sendikalarımızı geliştirecek  politikalar,

- İktisadi ve siyasi hayatımızın, “ Yabancı tekelinden çıkarılarak, ulusallaştırılmasına yönelik politikalar ”,

Eğitim sisteminde Ulusal Politikalar,

 Ve başarabilirsek, bunlar üzerine oturtulmuş bir toplumsal demokrasi.

‘ EIit’imizin, elin uşağı, elin sözcüsü durumuna düşmeden, kendi halkı ile yükselebileceği bir düzenin rüyası bu. O kadar zor mu? 70 milyon insanın yararına olan bir düzeni 70 milyon insan neden başaramasın? 

Karşısındaki sadece küçük bir azınlık; 70 milyonun nefesi bile bunları silip süpürmeye yeter.


http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/mart04_05.htm

..

KIBRIS, BUZDAĞININ SADECE GÖRÜNEN UCU



 KIBRIS, BUZDAĞININ SADECE GÖRÜNEN UCU



Prof. Dr. EROL MANİSALI
 ŞUBAT 2004  SAYI 66  

 Kıbrıs’taki seçimlerde Amerika’nın ve AB’nin doğrudan doğruya taraf olarak Türkiye’nin (ve Denktaş’ın) karşısına dikilmeleri iki şeyin de kanıtlanması anlamını taşır:

- Batı (ABD ve AB), Türkiye’yi adadan tasfiye etmek istemektedir.

- AB, Türkiye’yi hiçbir zaman içine almayacağı için onu adadan tamamen çıkarmak istemektedir.

İçimizdeki Danimarka ” bu tasfiye planında AB’nin ve ABD’nin yanında yer alıyor. İçimizdeki Danimarka bu topraklarda mekân tutmasına karşın “Batı kapitalizminin ve onun çıkarlarının Türkiye’deki uzantısı olduğu için” bu durumu doğal karşılamak gerekir.

 KKTC seçimlerinin bir cephesinde ABD, AB, Türkiye’deki Danimarka, Rumlar ve Atina yer aldılar. Seçimlerin diğer cephesinde ise Türkiye ve Türkiye’ye yakın durmak isteyen insanlar vardı.


 KKTC’deki bölünmenin gerisinde, Türkiye’deki bölünmeler yatmaktadır. Türkiye’deki ulusal cephe ile “gayri milliler” arasındaki ayrışma, KKTC’ye yansıdı. Türkiye’deki ve KKTC’deki “AB muhipleri” aralarında işbirliği yaptılar. Hem de Brüksel’i ve ABD’yi arkalarına alarak gerçek amaçlarını ortaya koydular. Brüksel’e ve Washington’a pazarlanan aslında Kıbrıs değil Türkiye’dir.

 Esas sorun Türkiye’de

 Kıbrıs’ta ortaya çıkan zaaf ve kilitlenmenin temelinde Türkiye’nin yönetimindeki zaaflar ve tutarsızlıklar yatmaktadır. Nedir bunlar?

-Türkiye-AB ilişkileri yanlış bir zeminde yürüyor. Ulusal politika belirleyip kullanamayan yönetimler, AB’nin boyunduruğu altına giriyorlar. Bu gidişi “gayri milli sermaye-köktendinci ittifakı” destekliyor. Aynen Kıbrıs seçimlerinde görüldüğü gibi bu kutsal ittifak, kendi çıkarları için Türkiye’nin AB boyunduruğu altına girmesini istiyor. Kıbrıs, “ilk taksit” olarak sunulmak isteniyor.

- Türkiye’deki yönetimlerin ulusal inisiyatif almak istemediğini gören AB, Türkiye’ye baskıyı giderek arttırmaktadır. AB tarafından Türkiye üzerinde baskıların artmasına karşın Ankara’dan ciddi bir tepki gelmiyor.

 AB’nin KADEK’ten Güneydoğu’ya, Kıbrıs’tan Ege’ye kadar uzanan ağır itham ve taleplerine TBMM’den ve hükümetten gereken ağırlıkta bir yanıt ve tepki çıkmadı. Türkiye’nin, ulusal çıkarların korunması konusunda gösterdiği zaaf, karşı tarafın baskıyı arttırmasına yol açıyor.

 Acaba içimizdeki Danimarka’nın yönetim üzerindeki etkisi mi bu cesareti kendilerine veriyor? Yoksa, bizi Danimarka yönetiyor da biz mi farkında değiliz?

 Medyanın karartma ve sis perdesi arkasına gömdüğü gerçekler, ancak “toplumsal demokrasi ve ulusal politikalar” ile gün ışığına çıkarılabilir. Kıbrıs’ta Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı ve giderek derinleşen sorunlar, Türkiye içindeki sorunların bir yansımasıdır.

 Türkiye iktisadi, siyasi ve güvenlik konularında ulusal inisiyatif alıp çıkarlarını koruyamayan bir noktaya doğru hızla sürükleniyor.

- Ya bu gerçeği görüp toplumsal (ve toplumcu) bir demokratik yapı konusunda gerekenleri yapacağız,

- veya zaman içinde yavaş yavaş bölünüp kaybolacağız.

 Taraflar açık açık yerlerini almış bulunuyorlar. Esas mesele, “ Türkiye’nin tarafında olanların ” birleşmelerinde görülen yetersizliktir. “ Karşı tarafta” olanlar çoktan bir araya gelmiş, harıl harıl çalışıyorlar, aynen eski günlerdeki gibi.


 http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/subat04_03.htm


..

SESSİZ ÇOĞUNLUĞUN AYAK SESLERİ





 SESSİZ ÇOĞUNLUĞUN AYAK SESLERİ

Prof. Dr. EROL MANİSALI
KASIM 2003 - SAYI 63



İnsanlar arayış içinde... Heyecanlı, duygulu, vatandaşlık bilinci içinde yoğrulmuş dopdolu insanlar: Bunlar Türkiye’nin güzel insanları, temiz insanları, yürekleri yurt sevgisi ile taşan aydınlık insanları... Telefon ediyorlar, yolda çeviriyorlar, mektup yazıyorlar, katıldığım toplantılarda etrafımı sarıyorlar... İçleri yanık, bir şeyler yapmak için çırpınan, arayış içindeki insanlar... Bunlar bu toplumun sağlam dokusu, çürümemiş, zihnen devşirilmemiş, Özallaşmamış, Dervişleşmemiş, Amerikalılaşmamış... gönlü, kafası, ayakları bu topraklarda olan insanlar...

- Kemalist,
- Ulusalcı.
- Kendi halkını düşünen.
- Aydınlık kafalı ve yürekli insanlar.

 Her mekânda, her ortamda, telefonda, mektupta, söyleşide hep aynı soruları yöneltiyorlar;




- Hocam bu kadar sağlam, idealist insan var, Türkiye’yi seven insan var, ama ortalıkta kimler egemen? IMF’den gelen, dışarıdan gelen, Türkiye ye Amerika’dan, Avrupa’dan bir sömürgeci gibi bakan insanlar ve yerli ortakları...

- Ne yapacağız, bir şeyler yapmak istiyoruz... Parti mi? Hangi partiye oy vereceğiz, hangi partide görev alacağız şaşırdık... DSP dedik, ne oldu, gördük, CHP ise apayrı bir âlem; yeni oluşumlar var, Mümtaz Soysal’ın -partisi, İP var... Ne yapacağız?

 Sağlam insanlar arayış içinde, bir umut ışığı bekliyorlar, inanacakları, güvenecekleri, arkasından gidebilecekleri... Meclis teki siyasi partilere hiç güvenleri kalmamış...

- Ben solcuyum, sosyal demokratım, işçinin, köylünün yanındayım diyen en büyük kazığı işçiye, köylüye, memura atmış, dışardaki güç odakları ile işbirliği yapmış.

- Milliyetçiyim diyen gayri milli gelişmelerin uygulayıcısı olmuş, direnememiş...

Çıkış arıyorlar...

 Bu toplumda sağlam insanlar büyük çoğunlukta... Bunlar sessiz çoğunluk, henüz sesini duyuramayan, medya tekeline, örgütlenme engeline, yanlış örgütlenmelere takılıp kalan sessiz çoğunluk... Bunlar çıkış arıyorlar...



 http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/kasim03_04.htm


..





 ÖZGÜRLEŞİRKEN SÖMÜRGELEŞMEK


 Prof. Dr. EROL MANİSALI
 EYLÜL 2003   SAYI - 61


 Türkiye’de elit ya da bazı büyük sermaye çevreleri, Türkiye’nin hiçbir zaman içine alınmayacağı Avrupa Birliği’ne ülkeyi, tek taraflı bağlamak istiyorlar. Kendileri açısından bunda bir sakınca yok. Hatta “ideal” çözüme bu sayede ulaşmış oluyorlar;



- Bir yandan “ Ülkenin fiili yönetimine, dış güçlerle birlikte ” ortak olacaklar. Hem de Avrupa’nın himayesi ve garantörlüğü altında.

- Diğer taraftan kendilerini ülke içinde “ Güvence altına ” almış olacaklar. Yine Avrupa’nın himayesi ve garantörlüğü altında.

 Karşılarında Kemalizm, ulusal çıkarlar gibi savlarla ne ordu bulunacak; ne de işçiler, çiftçiler, memurlar, esnaf bir çıkar grubu olarak örgütlenebilecek. Örgütlenme kapıları yavaş yavaş tamamen kapatılıyor. 

- Yeni kanunlar çıkartılıyor, işçinin grev hakkı sınırlanıyor.

- İşçi sendikaları “iç ve dış odakların denetimi altına sokuluyor”. Grev kararı alabilecek yönetim kadroları filizlenip gelişemiyor.

- Zaten grev olsa bile, iç pazar ithal mallarının, hatta hizmetlerinin tekeline sokulmuş; yerel grevler bile çokuluslu şirketlerin yararına işletilir hale gelmiş.

  Türkiye kendi işçisini, çiftçisini, memurunu, esnafını ulusal sanayiini koruyabilecek ulusal inisiyatif alma olanaklarından yoksun bırakılıyor.

 Nasıl mı? 

   Tabanı bu çevrelere dayanan; bu çevrelerin çıkarlarını meclislerde temsil edecek siyasal parti oluşumlarına izin verilmiyor. Kurulabilen, gelişebilen siyasal partiler,

- ya Vaşington veya Brüksel destekli,

 - ya sermaye destekli,

- ya Türkiye’yi bölmeye odaklanmış,

- veya tarikat ağırlıklı bir kimliğe sahip oluyorlar.

 O zaman da demokrasi adı altında Vaşington’un, Brüksel’in, bazı büyük sermaye çevrelerinin, tarikat veya bölücülerin kendi amaçları doğrultusunda bir siyasi karmaşa yaşanmaya başlıyor.

 Oysa 70 milyon insanımızın büyük çoğunluğunun bu çevrelerle yakından uzaktan ilişkisi bulunmuyor. Halkın büyük çoğunluğu,

- Ülkenin bir bütün olarak kalmasını istiyor.

- Türkiye’nin dış odaklar tarafından güdülmesini, yönetilmesini istemiyor.

- Türkiye’de bir din devletinin kurulmasına karşı çıkıyor.

 Halkın büyük çoğunluğunun iradesi siyasi, iktisadi ve sosyal olarak ülkenin yönetimine yansıtılamayınca, “azınlıktaki iç odakların ve dış güçlerin”, çoğunluk adına hareket etmeye başladığını görüyoruz. 

 Ve ilginç bir çelişki

 Bunun sonucu olarak da Türkiye’de ilginç bir çarpıklık yaratılıyor.

- Piyasa ekonomisinin kuralları daha iyi işlesin diye geçirilen kanunlar ve yapılan uygulamalar Türkiye’yi çokuluslu şirketlerin tekeline sokuyor. Haksız rekabet koşulları, rekabet adına hazırlanıyor.

 Bu durum işçiyi, esnafı, çiftçiyi, ulusal sanayiciyi tahrip ediyor, geriletiyor. Rekabet diye “ Haksız Rekabet ” yaratılıyor.

- Demokratik hakların geliştirilmesi için yapılan mevzuat değişiklikleri, Türkiye’yi dışarıdaki güç odaklarının denetimine tek yanlı olarak sokuyor.

 Bugün, Avrupa Birliği’nin Türkiye üzerindeki talep ve tasarrufları “ Uluslararası ilişkiler ve hukuk düzeninin çok ötesinde ” gelişmelerdir. Türkiye ancak, “..AB içinde tam üye olduğu zaman üstlenebileceği yükümlülükleri, AB dışında iken üstlenmiştir”.

Bu, hukuk adına hukukun ortadan kaldırıldığı bir sonuç doğurmaktadır. Aynen, rekabet adına, haksız rekabetin yaratılması gibi.

- Eğitim alanında orta ve yüksek öğrenimde “Batı’ya yaklaşma adı altında Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman sömürgesi olmak” gibi, hukuk ve rekabet alanında yaşadığımız çelişki yaşanmaktadır.

 Fransa, Batı içinde güçlenmek için İngilizce ve Almanca orta ve yüksek öğrenim kurumlarını kendi içinde geliştirir mi? O zaman doğru iş, onların sömürgesi olmak değil, “ Onların yaptığı gibi kendini korumaktır ”.

  Ancak bizim içimizdeki elit (veya bazı sermaye çevreleri) büyük çoğunluğu kandırarak “kendi çıkarları için Türkiye’yi sömürgeleştirmektedirler”.         


İktisatta, hukukta, eğitimde ve diğer alanlarda halkın büyük çoğunluğunun yararına değil zararına sonuçlar veren ve Batılılaşıyoruz diye Türkiye’yi sömürgeleştiren bir yol içinde bulunuyoruz.

 Türkiye’de ‘ Oligarşi’nin tipik bir örneği yaşanmaktadır. Aynen Şarlo’nun dediği gibi, “ Diktatörler özgürlükleri kendileri için isterken halkı köleleştirirler ”. 

Silahlı örneği Irak, 
Silahsız örneği Türkiye...


 http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/eylul03_05.htm



..

Kuzey Irak'ta AB - ABD Ortaklığı,







Kuzey Irak'ta AB - ABD Ortaklığı,

Prof. Dr. Erol MANİSALI



Türkiye, Irak ve ABD 

Irak’ta tamamen ABD’ye bağlı bir yönetim kurmak için silahlı bir müdahele, yani “savaş” isteniyor. Süreç 1991 ve 1992’de başlatıldı. Bugüne kadar saldırının altyapısı hazırlandı. Ayrıca Irak’ın kuzeyi Bağdat’tan silah zoru ile “koparıldı”. 

Talabani ve Barzani’nin bu bölgede yerleşmesi ve “Kukla” bir devletin altyapısı A’dan Z’ye hazır hale getirildi. 

Bush yönetimi şimdi Türkiye’ye, 

- Ya benim kuzeyden cephe açmama yardımcı ol ve benim denetimimde Irak’ın kuzeyine kısmen sen de geçici olarak gir; 

- Ya da bana yardım etmezsen ben yine Irak’a gireceğim; ancak Türkiye’yi Kürtler, Ermeni tasarıları ve Atina’nın talepleri konusunda sıkıştıracağım. Ayrıca mali konularda baskı altına alacağım. 

Bush yönetimi Türkiye’ye açık bir şekilde şantaj yapıyor ve ölümlerden ölüm beğen diyor. Yanımda olursan hem Amerikan askerlerinin Türkiye’nin Güneydoğusu’na yerleşmesine izin vereceksin hem de Irak’ın kuzeyinde elin kolun bağlı kalacak. Buna karşılık izin vermezsen seni her alanda sıkıştıracağım diye el altından tehdit ediliyor Türkiye. Hem de bütün dünya yavaş yavaş Bush yönetimine karşı bir cephe oluştururken. 

Bush yönetimi Türkiye karşısında nasıl bu denli saldırgan olabiliyor? 

-Türkiye içindeki Bush yönetimi (ve ABD) yanlılarına mı güveniyor? 

- Yoksa AKP üst yönetiminden bazı güvenceler mi elde etmiş? 

- Bu iş nasıl olsa sonuçlanacak, farklı düşünenleri baskı altına alayım diye mi yaklaşıyor? 

Paylaşım kavgasının sınırları 

ABD ve Avrupa Soğuk Savaş sonrasında dünyayı paylaşım kavgasına başladılar. Bush yönetiminin bir iç darbe ile zorla yönetime getirilmesi; arkasından “yaratılan” 11 Eylül olayları ile sanal düşmanlar yaratılması; bu düşmanları “yok etmek için” askeri saldırıların başlatılması... 

- Önce Afganistan ile Orta Asya’ya askeri yerleşim, 

- Arkasından Irak’tan başlanarak Ortadoğu’da mutlak bir ABD (ve İngiliz) askeri egemenliğinin sağlanması, 

- Bunun, diğer Arap ülkeleri ve İran ile sürdürülmesi... 

Soğuk Savaşın bitimi ile birlikte ABD araştırma kurumlarının ve stratejistlerin kaleme aldıkları değerlendirmeler okunduğunda yukarıdaki fotoğraf açık bir biçimde görülmektedir. 

Bugün Irak konusunda Türkiye’yi açık bir biçimde tehdit eden Bush yönetiminin, Türkiye ABD’nin yanında yer alsın veya almasın, “yapmak istediği işler” sonuçta değişmemektedir. Bush yönetimi, Türkiye’ye bir seçenek sunmamaktadır; her iki koşulda da, kafasına koyduğunu aslında gerçekleştirmeyi planlamaktadır. 

ABD ve Dünya 

Bush yönetimi bugün dünya karşısında yalnızdır. Almanya, Fransa, Rusya, Çin, Hindistan gibi büyük devletler Bush yönetiminin saldırgan politikasına karşı durmaktadır. Rusya bu karşıtlığını giderek daha da keskinleştirmektedir. Güvenlik Konseyi’nde vetosunun kullanabileceğini göstermiştir. 

Avustralya’dan Latin Amerika’ya, Londra sokaklarından Arap dünyasına kadar bütün halklar, Bush yönetiminin Irak (ve Ortadoğu) politikasına karşı çıkmaktadırlar. 

Bu koşullar altında TBMM’nin “ Red Kararı” ile Türkiye; 

- Hem dünya insanlarının (ve devletlerinin) büyük çoğunluğu ile aynı cepheyi paylaşarak Bush yönetiminin saldırgan (ve emperyalist) politikalarının yanında olmamıştır, 

- Hem de bölge ülkelerinin ve komşularının yanında olmayı tercih ederek savaşa karşı çıkmıştır. 

Uzun yıllardan beri uluslararası ilişkilerde Türkiye’nin de kendisini saydırabileceğini, dünya kamuoyuna göstermiştir. Bush yanlısı ve faşist bazı ABD medya çevreleri dışında tüm dünya yayın organları, Meclis’in 1 Mart’ta almış olduğu kararı saygı ile karşılamışlardır. RTE ve Abdullah Gül’ün bütün bu gelişmeleri iyi anlamaları gerekiyor. 

http://www.turksolu.com.tr/25/manisali25.htm


..

Büyük Sermaye ve Sömürü düzeni ,






Büyük Sermaye ve  Sömürü düzeni ,



Erol Manisalı 
10.02.2003/Sayı:23 


Büyük sermaye ve onun öncü gücü çok uluslu şirketler (Ç.U.Ş) = ^ ÇOK ULUSLU ŞİRKETLER ^ Soğuk savaş sonrasında egemenliklerini artırdılar. Çok uluslu şirket tanımı yanlış bir tanımdır. Ç.U.Ş’ye küresel ve kozmopolit bir görüntü vermek için çok uluslu denilmiştir. 

Bunlar Batı kapitalizminin yeni silahlarıdır; Batı kapitalizminin dünya üzerindeki mutlak egemenliklerini sağlamak için donatılmışlardır. Bunlara “ Batı kapitalizminin Silahşörleri ” adına vermek daha doğru olur. 

Birkaç ay önce yayınladığım, Dünya’da ve Türkiye’de Büyük Sermaye adlı kitabımda büyük sermayenin (ve holdinglerin) küresel olanaklarını Batı kapitalizmi ve onların halkları adına, dünya nüfusunun %85’ini sömüren güçler olduğunu Türkiye’den de örnek vererek anlatmaya çalıştım. 

-ABD’ki, AB’deki büyük şirketler dış dünyayı sömürdükleri için ABD ve AB içinde iktisadi refahı arttırabiliyorlar. ABD, bilgisayar, uçak şirketi, Almanya’nın, İngiltere’nin otomotiv, ilaç şirketi az gelişmiş ülkeleri sömürürken işveren de, işçi de, mühendisi de, bu sömürüden payını alıyor. Son 40 yılın istatistikleri bunu kanıtlıyor. 

Bu nedenle ABD’nin kişi başına yıllık geliri 43 bin dolar olabiliyor, Batı Avrupa’nınki ise 30 bin Euro’ya varıyor. Teknik deyimi ile Batı kapitalizmi içinde mikro ve makro maksimizasyonlar örtüşebiliyor. Bu örtüşmenin sebebi olarak da dünyada kurmuş oldukları “sömürü düzeni”ortaya çıkıyor. 

-Buna karşılık Türkiye, Mısır, Arjantin, Brezilya, Meksika gibi ülkeler de “ Yerli büyük sermaye” yani yerli holdingler farklı bir görüntü veriyorlar. Az gelişmiş ülkelerde holdingler kazanırken ulusal ekonomiler kaybediyor. 

Yani mikro ve makro maksimizasyonlar örtüşmüyor. Peki bunun sebepleri nedir? 

1) Yerli holdingler aslında yerli ( Ulusal ) değiller. 

2) Yerli sanılan bu kuruluşlar Batı kapitalizminin bir çok uluslu şirketi ile beraber çalışırlar. 

3) Bu “ Beraberlik ”, karşılıklılık esasına dayanmaz. 

Yerli holding, dışarıdaki Ç.U.Ş’ye tek yanlı bağlanmıştır. 

4) Bu tek yanlı bağımlılık “yerli holdingi” ticari, mali, teknolojik, siyasi, ideolojik olarak da “dışardaki dev şirketlere” bağlar. 

5) İşte bu nedenle bizdeki bazı gayri milli büyük sermaye çevreleri Kıbrıs’ı verin, Ege’ye bulaşmayın, Patrikhane’yi baş tacı yapın, Atatürk’ü unutun demektedir. 

Çünkü “kendileri dışarıya tek yanlı bağlanmışlardır”: “Ülkelerini de aynen kendileri gibi Batı kapitalizmine tek yanlı bağlamak isterler.” 

Ülke de tek yanlı bağlansın ki “ Kendi durumları Sırıtmasın ”, “ Ülkenin genel bağımlılığı içinde göze batmasın.” 

Kendileri Batı kapitalizminin yerli uzantıları, ajansları durumuna geldikleri için ülkelerini de bağlamak isterler. Ne mi yapıyorlar? 

1) Önce yabancı ortaklarla (ÇUŞ’la) birlikte iç piyasayı bir sömürge pazarı haline getiriler. 

2) İç siyasetin, siyasi partileri, siyasetçileri (ÇUŞ’lar) adına güdümleri altına alırlar. 

3) Ülkenin kültürü, hatta dini bile “dış odakların güdümünde olmalıdır.” Yerli holdinglerin kimliklerine uygun biçimde. 

4) Hatta ülkenin ulusal ordusu bile “gayri milli” hale getirilmelidir. 

Kısacası bütün ulusal öğeler ortadan kaldırılmalıdır. 

- Ulusal iç ve dış politika olmamalıdır. İktisattan eğitime, kültürden müziğe kadar her şey gayri milli olmalıdır, aynen kendileri gibi. 

-Ordunun da ulusal çizgiden çıkartılması gerekir. Hatta bu uğurda “ Yerli Hükümetler ” dış güçler ile rahatlıkla iş birliği yapabilirler. 

- Soğuk savaş sonrasında Türkiye üzerinde oynanan oyunlar, Arjantin, Venezülla, Endonezya, Irak gibi ülkelerde dayatılmak istenen politikalar en güzel örneklerdir. 

Az gelişmiş ülkelerde yerli büyük sermaye ve holdingler dışardakilere tek yanlı bağlandıkları için ekonomide, siyasette, kültürde, savunmada kendi ülkeleri aleyhine, “dışarıdakilerin istediklerini” yerine getirmeye başlarlar. 

Batı kapitalizminin Türkiye’de yürütmekte olduğu emperyalist politikalarla sermaye çevrelerinin işleri giderek büyümektedir. Dünyada ve Türkiye’de Büyük Sermaye kitabımda bu işleyişin bilimsel esaslarını ortaya koymaya çalıştım. 

Öğrencilerin ve genç araştırmacıların bu konuya eğilmelerinde yarar olduğuna inanmaktayım. Ancak sömürülen ülke düşünür ve araştırmacılarının çalışmalarında ortaya çıkabilecektir. 



http://www.turksolu.com.tr/23/manisali23.htm

..