15 Ocak 2017 Pazar

Irak’ta Güncel Sorunlar ve Türkmenler



Irak’ta Güncel Sorunlar ve Türkmenler ,



Bilgay Duman 




Bin yılı aşkın bir süredir Irak’ta yaşayan Türkmenler, yaklaşık 900 yıl boyunca yönetici konumunda olmuş, bu konum İngilizlerin Irak’ı işgal etmesiyle sona ermiştir. Bu tarihten sonra Türkmen toplumu, Irak’taki yönetimlerce baskı görmüş ve bir tehdit olarak algılanmıştır. Bu dönemde yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti iç sorunlarını halletmeye ve ülkenin kalkınmasına öncelik vermiş, 2. Dünya Savaşına kadar dış politikayla fazla ilgilenmemiştir. 

Bu nedenle destek bulamayan ve devletçi bir yapıdan gelen Türkmenler, azınlık psikolojisine sürüklenerek, içe kapalı ve ürkek bir toplum haline gelmişlerdir. Irak’taki rejimlerin politikaları da bunu körüklemiştir. Hiçbir dönemde siyasi faaliyetlerine izin verilmeyen ve zaman zaman ortaya çıkan lider vasfı taşıyabilecek insanları öldürülen Türkmenler, bölgede hakim anlayış olan silahlı mücadeleyi, şehirli ve aydın nüfus yapısının yanında Türkiye’ye duyulan güven neticesinde benimsememiş ve kültürel yapılarını korumayı tercih etmiştir. Siyasi anlamda bir faaliyet içerisine girmeyen Türkmenler, dönem dönem kültürel ve sosyal içerikli kuruluşları kurmalarına rağmen, rejimin politikaları nedeniyle bir sonuç alamamıştır. Bu çerçevede, 1960’a kadar Irak’taki Türkmenlere ilişkin siyasal, sosyal ya da kültürel bir kuruluştan söz etmek mümkün değildir. 
1960’da bir fikir kulübü olarak kurulan Kardeşlik Ocağı, kültürel ve sosyal ihtiyaçlarının giderilmesinin yanı sıra, milli duyguların ayakta tutulması ve geliştirilmesi noktasında da faaliyet göstermeye çalışmıştır. Ancak 1980’lere gelindiğinde Türkmen Kardeşlik Ocağına rejim tarafından el konulması ve Türkmen liderlerin asılması ve neticesinde, 

1980’de Türkmenlerin ilk siyasi organizasyonu olarak ifade edilebilecek Irak Milli Demokratik Türkmen Örgütü deklare edilmiştir. Ancak bu örgütün çalışmaları da 1985 yılında durdurulmuştur. Bu dönemde Irak’taki savaş hali göz önüne alındığında 1970’lerle birlikte başlayan Türkiye’ye yönelik toplu göç hareketi, 1980’lerin sonunda Türkiye’de Türkmenlere ilişkin bir siyasi kuruluşun kurulmasını gündeme getirmiştir. 1988 yılında ilk siyasi Türkmen kuruluşu olan Milli Türkmen Partisi kurulmuştur. 1991’den sonra Irak’ın kuzeyinde de facto otonom bir bölge ortaya çıkması, Türkmenlere de bir nefes alanı açmış ve Türkmen partilerin sayısı çoğalmıştır. Türkmen siyasi hayatındaki dağınıklığın önüne geçmek ve Türkmenler için bir vizyon çizmek amacıyla 1995 yılında Irak Türkmen Cephesi kurulmuştur. Buna birinci dönem Türkmen siyasi hareketi demek doğru olacaktır. 

2003’ten sonra ortaya çıkan süreçte ise, Irak’ın yeniden yapılandırılmasında yeni Türkmen siyasi örgütlenmeleri ortaya çıkmıştır. 


Mevcut durumda; 

• Irak Türkmen Cephesi, 
• Türkmeneli Partisi, 
• Milli Türkmen Partisi, 
• Türkmen Milliyetçi Hareketi, 
• Milliyetçi Türkmenler Topluluğu, 
• Türkmen Vefa Hareketi, 
• Irak İslam Türkmen Partisi, 
• Türkmen Adalet Partisi, 
• Türkmen Karar Partisi, 
• Türkmen Bağımsızlar Hareketi, 
• Millet Partisi, 
• Türkmeneli Milli Hareketi, 
• Türkmen Kardeşlik Partisi, 
• Türkmen Birlik Partisi, 
• Doğuş Partisi, 
• Türkmen Milli Kurtuluş Partisi, 
• Türkmen Demokrat Milliyetçi Partisi, 
• Türkmen Islah Hareketi, 
• Türkmen Demokratik Partisi, 
• Türkmen Liberal Hareketi, 
• Türkmen Kültür Merkezi, 

olmak üzere 21 adet Türkmen partisi bulunmaktadır. Partilerin ortak özelliği olarak hemen her partinin Irak Türkmen Cephesi içerisinde görev yapan kişiler tarafından kurulduğu söylenebilir. Diğer taraftan Millet Partisi, Türkmeneli Milli Hareketi, Türkmen Kardeşlik Partisi, Türkmen Birlik Partisi, Doğuş Partisi, Türkmen Milli Kurtuluş Partisi, Türkmen Demokrat Milliyetçi Partisi, Türkmen Islah Hareketi, Türkmen Demokratik Partisi, Türkmen Liberal Hareketi, Türkmen Kültür Merkezi gibi bazı partilerin KDP ve KYB tarafından desteklendiği ifade edilmektedir. 

2003’ten sonra Türkmen sivil toplum örgütleri açısından da bir artış gözlemlenmekte dir. Ancak bu yeniden yapılanmaya rağmen Türkmenlerin 
Irak siyasetinde etkili bir rol oynadıklarını söylemek mümkün değildir. Bu doğrultuda, Türkmenlerin yeniden Irak siyasetine müdahil olması noktasında 2010 seçimlerinin bir dönüm noktası olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle Irak Türkmen Cephesi’nin milletvekillerindeki sayı artışı ilerisi için Türkmenleri ümitlendirmektedir. Buradan hareketle 2010’daki durumu daha net kavrayabilmek için Türkmenlerin özellikle 2003’ten sonraki Irak siyasetinde nasıl yer aldığına değinmek faydalı olacaktır. 

Irak’ta Geçici Yönetim ve Türkmenler 

Saddam’ın düşmesiyle birlikte, ABD uzun yıllar bir diktatörlük çatısı altında yaşamış Irak’ı demokratikleştirme çabasına girmiş, bunun için savaştan önce 20 Ocak 2003’te kurulan Yeniden Yapılandırma ve İnsani Yardım Bürosu’nu görevlendirmiştir. Bu büronun görevi, Irak’ı yönetecek hükümet birimlerini oluşturmak olarak tanımlanmıştır. Ayrıca ABD Dışişleri Bakanlığı da çok sayıda siyasi evrak ile “Irak’ın Geleceği Projesi” kapsamında Irak’ın yeniden inşası ve geçici hükümet prosedürlerini içeren bir yol planı hazırlamıştır. Yeniden Yapılandırma ve İnsani Yardım Bürosu’nun başına getirilen Emekli General Jay Garner, yeni Irak hükümetini şekillendirmek için 21 Mayıs 2003 tarihinde Bağdat’a gitmiş ve yardımcısı olarak seçilen İngiliz Tim Cross’la birlikte bölgede incelemelerde bulunmuştur. Ardından Garner, 28 Nisan 2003 tarihinde 
Bağdat’ta gelecekteki hükümeti tartışmak için ulusal bir konferans düzenlemiş ve bu sırada Irak’a giden Paul Bremer de görevi Garner’dan devralmıştır. Bremer, 5 Temmuz 2003’te Irak Geçici Yönetim Konse-yi’nin oluşturulduğunu; ancak kendisinin Konsey kararlarını veto etme yetkisi olduğunu açıklamıştır. Bremer’in Irak Geçici Yönetim Konseyi 25 kişiden oluşmuş ve aralarında Baas Partisi’ne muhalif Irak’ın önde gelen liderleri de yer almıştır. Irak Geçici Yönetim Konseyinde tek Türkmen görev alırken, Başkanlık Komisyonunda ise hiçbir Türkmen’e yer verilmemiştir. Irak Geçici Yönetim Konseyi’nde, İzzeddin Salim (Abdül Zehra Osman Muhammed) (Şii), Abdülaziz El Hekim (Şii), İbrahim El- Caferi (Şii), Ahmed El Barak (Şii), Reca Habib El Huzai (Şii), Akila Haşimi (Şii), Abdül KerimMahmud El Muhammedavi (Şii), Dara Nur El Din, Muvaffak El Rubai (Şii), Veil Abdül Latif (Şii), İyad Alavi (Şii), Ahmed Çelebi (Irak Ulusal Kongresi) (Şii), Hamid Mecid Musa (Şii), Muhammed Bahr El Ulum (Şii), Gazi Meşal Acil El Yaver (Sünni), Adnan Paçacı (Sünni), Samir Şakir Mahmud Sümeydi (Sünni), Nasır El 
Çadırcı (Sünni), Muhsin Abdül Hamid (Sünni), Mahmud Osman (Kürt), SelahaddinMuhammed Bahaddin (Kürt), Celal Talabani (Kürt), Mesud 
Barzani (Kürt), Yunadem Kenna (Asuri Hıristiyan) ve Songül Çabuk (Türkmen) görev almış, başkanlığa İzzeddin Salim seçilmiştir. 25 kişilik 
Irak Geçici Yönetim Konseyi, 29 Temmuz 2003’te bir toplantı yapmış ve Konsey’e dönüşümlü olarak başkanlık yapacak 9 kişilik Başkanlık Komisyonu’nu seçmiştir. Başkanlık Komisyonu, 5 Şii Arap (Abdulaziz El-Hekim, İyad Allavi, Ahmet Çelebi, İbrahim El-Caferi ve Muhammed Bahr El-Ulum), 2 Sünni Arap (Adnan Paçacı ve Muhsin Abdülhamit) ve 2 Kürt’ten (Celal Talabani ve Mesut Barzani) oluşturulmuştur. 

Saddam Hüseyin’in devrilmesiyle birlikte, Irak’ta her alanda olduğu gibi siyasette de köklü değişiklikler olmuştur. Irak’ta Saddam Hüseyin’e muhalif 
gruplar yeniden bir yapılanma sürecine girmiş ve ITC de bu akıma ayak uydurmuştur. ITC 12-15 Eylül 2003 tarihler arasında üçüncü kurultayını 
gerçekleştirmiştir. Kerkük’te düzenlenen 500 delegenin katıldığı kurultayda, ITC’nin Bağdat Sorumlusu Faruk Abdullah Abdurrahman 264 oy alırken diğer aday ITC’nin Kerkük Sorumlusu Sadettin Ergeç ise 202 oy almıştır. Böylece ITC’nin yeni lider Faruk Abdullah Abdurrahman olmuştur. 

Ardından Irak’taki geçiş dönemini düzenleyen ve daimi anayasanın onaylanması, genel seçimlerin yapılması ve yeni Irak hükümetinin oluşmasıyla sonuçlanacak bu dönem boyunca yürürlükte kalması öngörülen Irak Geçici İdare Yasası konusunda Irak Geçici Yönetim Konseyi üyelerinin 1 Mart 2004 tarihinde uzlaştıkları açıklanmış ve 8 Mart 2004 tarihinde imzalanmıştır. Irak Geçici Yönetim Konseyi anayasa üzerinde uzlaşmaya varırken, Amerikan yönetiminin Irak Anayasasında Türkmenlerin haklarının korunacağı şeklindeki sözleri nedeniyle Türkmenler kutlama yapmış, bunun üzerine peşmergeler Kerkük’teki Irak Türkmen Cephesi’nin bürolarını basmıştır. Türkmenler yeniden düzenlenen Irak siyasetinde zaten sınırlı olan etkilerini de kaybetmeye başlarken, diğer taraftan da Kürt grupların baskısıyla karşı karşıya kalmıştır. 1 Haziran 
2004’te devlet başkanını belirlemek üzere toplanan Irak Geçici Yönetim Konseyi, Gazi El Yaver’i Devlet Başkanı, Şii İslami Dava Partisi üyesi İbrahim El-Caferi ve Mesut Barzani’nin liderliğini yaptığı IKDP üyesi Roj Nuri Şıveyş de başkan yardımcılığı görevine getirilmiştir. Ayrıca İyad Allavi başbakan olarak atanarak, 33 kişilik Irak kabinesi kurulmuştur. 

Bakanlar Kurulunda Türkmenlere bir bakanlık verilmiş, Reşad Ömer Mendan İletişim ve Teknoloji Bakanı olarak atanmıştır. Savaş ortamının yaşandığı Irak’ta, temel ihtiyaçlar bile karşılanamadığı bir dönemde iletişim ve teknolojiden söz edilmesinin mümkün olmadığı ortadayken, Türkmenlere bu bakanlığın tahsis edilmesi manidardır. Böylece hem Türkmenlere görünürde bir bakanlık verilerek tepkilerin önüne geçilmeye çalışılmış, hem de Türkmenler yönetimde dolaylı olarak pasifize edilmiştir. Türkmenlerin giderek azınlık konumuma düşmeleri, Irak’ın ilerleyen süreçlerinde de ortaya çıkmıştır. 15 Ağustos 2004’te Irak için önemli bir süreç yaşanmıştır. Ülkenin dört bir yanından başkent Bağdat’ta 
toplanan binden fazla kişi, Irak’ta hükümete danışmanlık yapacak ve denetleyecek geçici meclisi oluşturmak için bir araya gelmiştir. Üç gün yapılması planlanan konferans, yoğun pazarlıklar sonucu, dördüncü güne sarkmış ve sonunda, geçiş hükümetinin verdiği liste onaylanarak, seçimlere kadar görev yapacak geçici meclisi belirlenmiştir. Konferansta Türkmenler, Hıristiyanlarla birlikte azınlık statüsünde yer almış ve yüzde 8’lik dilim içinde bulunan Türkmenler konferansa 75 temsilci göndermişlerdir. Konferansta Şiiler yüzde 52, Sünniler yüzde 20, Kürtler yüzde 17 oranında temsil edilmiştir. 

Bu süreçte Kerkük’teki durumun da Türkmenlerin aleyhine doğru geliştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. ABD, Irak’a girmeden önce Şubat 2003’te dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un o dönemdeki özel elçisi Zalmay Halilzad aracılığıyla Ankara’da Iraklı Kürt ve Türkmen liderleri bir araya getiren bir toplantı düzenlemiş ve bu toplantı sonucunda bir mutabakat metni ortaya çıkmıştır. Mutabakat metnine göre, Kerkük’e ABD güçleri hariç etnik unsur barındıran hiçbir silahlı gücün girmemesi konusunda anlaşma sağlanmıştır. Ancak ABD’nin Türkiye topraklarını kullanarak Irak’a izin veren ve “1 Mart Tezkeresi” olarak anılan izin belgesinin TBMM’den geçmemesi ve ABD’nin Kürtleri kendilerine müttefik olarak seçmesi, anlaşmanın bozulmasına neden olmuş, ABD’nin 9 Nisan 2003’te Bağdat’a girmesinin ardından peşmergeler de 
Kerkük’e girmiştir. Türkiye’nin tepkisi sonrası ABD duruma müdahale etmiş ve Kerkük vilayet yönetimi yeniden yapılandırılmıştır. 2003 öncesi dönemde Kerkük’ün güvenliğinden sorumlu birimlerde Türkmen çoğunluğuna rastlanırken, bu dönemden sonra Kürtlerin ağırlık kazandığı söylenebilir. Örneğin, Kerkük Polis Teşkilatında görev alacak kişilerin milliyetleri konusunda ABD tarafından oranlar belirlenmiş ve buna göre %40 Kürt, %29 Türkmen, %29 Arap ve %2 de Keldo-Asurî’nin görev alması öngörülmüştür. Ancak bu oran çok farklı şekilde uygulanmıştır. Polis Teşkilatında 2556 Kürt, 2246 Arap, 1196 Türkmen ve 360 da Keldo-Asurî görev almıştır. Bu duruma göre yaklaşık 700 Türkmen’e 
daha görev verilmesi gerekirken, Türkmen kontenjanı başka gruplara verilmiştir. Ayrıca Kerkük’teki 748 subayın yine Polis Teşkilatı için öngörülen oran dâhilinde belirlenmesi gerekirken, fiiliyatta bu görev için de oranlar farklı olmuştur. Dağılıma göre 300 Kürt, 217 Türkmen, 217 Arap ve 14 Keldo-Asurî görev alması gerekirken, sadece 49 Türkmen subayı vardır ve Türkmenlere ayrılan kontenjan yine başka gruplar tarafından kullanılmaktadır. Ayrıca şu an Kerkük’te bulunan 300 Kürt subayının 263’ünün sahte belgeyle bu görevi yürüttükleri kanıtlanmıştır. 

Öte yandan Saddam sonrası dönemde il yönetimleri belirlenmiş ve bu çerçevede Kerkük’te de seçimler yapılmıştır. Ancak seçim, ABD’nin yanlı tavırları 
sonucunda sıkıntılı geçmiştir. Seçim için kentteki Türkmen, Arap, Kürt ve Asurî grupların her birinden 39, toplam 156 temsilci il meclisinin 24 üyesini, ABD’nin ‘bağımsız’ delege olarak Kerküklü işadamları ve aşiret liderleri arasından seçtiği 144 temsilci ise ABD güçlerinin onayına sunulacak 12 kişilik ‘bağımsız’ listeyi belirlemek için sandığa gitmiştir. Her grubu temsilen altışar kişi seçilerek il meclisinin 24 üyesi belirlenmiştir. 

Bağımsız olarak seçilen 12 adaydan da bölgede dönemin ABD güçlerinin komutanı General Reymond Odierno, il yönetimindeki 6 kişilik bağımsız adayı tespit etmiştir. Ancak Türkmenler ve Araplar, ABD’nin bağımsız delegeleri belirleme tarzına, seçilen 144 delegenin büyük çoğunluğunun Kürt olmasına ve belirlenen 6 bağımsız temsilcinin de 5’inin Kürt olmasına itiraz etmiştir. İtirazlara rağmen Odierno, kararı onaylamış ve ardından belirlenen il yönetiminde vali, vali yardımcıları ve konsey başkanı seçilmiştir. Oluşturulan 30 kişilik il yönetim heyeti Kürt asıllı Aburrahman Mustafa’yı vali olarak seçmiştir. Türkmen vali adayı Mustafa Kemal Yayçılı ise yeterli oyu alamamıştır. Ayrıca meclis 
başkanı olarak da Mehmet Tahsin Kâhya, vali yardımcılığını ise bir Türkmen ve bir Arap seçilmiştir. Bazı uluslararası kabul görmüş raporlarda Kerkük’teki yönetimsel gücü ele geçiren Kürt grupların, kentte yaşayan diğer etnik gruplara baskı yaptıkları kabul edilmektedir. 

2005 Seçimlerinde Türkmenler 

Irak’ta demokrasi provaları 2005 yılında 4 seçim ve 1 anayasa referandumu olmak üzere oldukça yoğun bir şekilde devam etmiştir. 2005’in Ocak ayında 3 seçim bir arada düzenlenmiştir. 


Buna göre genel seçim olarak adlandırılabilecek olan Irak Anayasasını oluşturacak meclisin, vilayet yönetimlerini belirleyecek olan yerel seçim 
ve Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin seçimleri yapılmıştır. Türkmenler genel seçimlere Irak Türkmenleri Cephesi adıyla büyük bir liste halinde girerken, Türkmen Milliyetçi Hareketi ayrı bir listeyle, seçimlere katılmıştır. Türkmen Milliyetçi Hareketi seçim propagandasının başında ayrı bir liste açıklamasına rağmen daha sonra Irak Türkmenleri Cephesine destek vermiştir. Bu doğrultuda Türkmen koalisyonunda; 

- Türkmen Meclisi Başkanı 

- ITC Yürütme Kurulu Başkanı 

- ITC İçerisindeki Partiler 

a. Türkmeneli Partisi 
b. Irak Milli Türkmen Partisi 
c. Türkmen Bağımsızlar Hareketi 
d. Irak Türkmenleri İslami Hareketi, 


-ITC Paralelinde Hareket Eden Partiler 


a. Adalet ve Kurtuluş Partisi 
b. Türkmen İslami Birliği 
c. Türkmen Vefa Hareketi 


-Türkmen Aşiretler ve Ayan Birliği, yer almıştır. 


Türkmen Koalisyonu’nun adı Irak Türkmenleri Cephesi olarak belirlenmiş ve başkanlığınaTürkmen Meclisi Başkanı Sadettin Ergeç seçilmiştir. 

Türkmen koalisyonundaki tüm partileri Irak Bağımsız Yüksek Seçim Komisyonu tarafından tescil edilmiştir. Koalisyon çalışmaları sonucunda 60 kişilik aday listesini oluşturmuş ve 8 Aralık 2004 tarihinde Irak Bağımsız Yüksek Seçim Komisyonu’na sunulmuştur. Türkmen Meclis Başkanı’nın yer almadığı listenin ilk on sırasında ITC Başkanı Faruk Abdullah Abdurrahman ile parti ve siyasi oluşum başkanları, 11-20. Sıralarda Türkmen ileri gelenleri yer almıştır. Türkmen koalisyonunun Kerkük, 

Bağdat, Diyala, Selahaddin, Erbil, Musul ve Kut vilayetlerinde ittifak yapmadan seçime gireceği açıklanmıştır. Duhok, Erbil ve Süleymaniye vilayet meclisi seçimlerine ITC olarak girileceği; ancak “Kürdistan Bölgesi Ulusal Meclisi” seçimlerine katılım olamayacağı açıklanmıştır. 

Yapılan seçimlerin ardından Irak Türkmenleri Cephesi, Irak genelinde 93,408, Kerkük’te 73,791, Türkmen Milliyetçi Hareketi ise Irak genelinde 3,450, Kerkük’te ise 1,851 oy almıştır.Türkmenler adına giren iki partinin oy sayısı yaklaşık 97,000 olarak gözükmektedir. Türkmenler, Irak Türkmenleri Cephesi listesinden üç, Birleşik Irak İttifakından beş, Kürt Listesi’nden ise dört milletvekiline sahip olmuşlardır. Irak Türkmenleri Cephesinden ITC Başkanı Faruk Abdullah Abdulrahman, Feyha Zeynel Abidin ve Feryat Tuzlu milletvekili olarak seçilmiştir. 

Ayrıca Irak’ta yapılan genel seçimlerle birlikte vilayet seçimleri de yapılmıştır. 

Irak Türkmenleri Cephesi Kerkük’te aldığı73.791 oyla kentte ikinci parti olarak çıkmış ve 41 üyeli Kerkük İl Meclisi’nde sadece altı sandalye elde edebilmiştir. Türkmenler diğer parti listelerinden de üç sandalyeyle Kerkük İl Meclisi’nde temsil edilme hakkına kavuşmuştur. Kürt Listesi ise 207.303 oyla Kerkük İl Meclisi’nde 26 sandalyeye sahip olmuştur. Araplar da Kerkük İl Meclisi’ne altı üye sokabilmiştir. 30 Ocak 2005 seçimlerinden sonra uzun süren pazarlıklar sonucu Irak’ta hükümet 28 Nisan 2005 tarihinde kurulmuştur. Başbakan olarak belirlenen İbrahim El-Caferi 37 kişilik kabinesini oluşturmuş; Türkmenlere sadece 2 bakanlık tahsis edilmiştir. Buna göre İmar ve İskan Bakanlığı’na getirilen Cesim Muhammed Cafer ile Belediye ve Genel İşler Bakanlığı’na getirilen Nesrin Mustafa Bervari,Türkmen bakanlar olarak Caferi’nin 
kabinesinde görev almıştır. 

Irak’ta hükümet kurma aşamasıyla birlikte Irak Türkmen Cephesi de yeni yönetimini belirlemek üzere kurultay sürecine girmiştir. Belki de 4. Türkmen Kurultayı, yapılanlar arasındaki en çekişmeli kurultay olmuştur. Sadettin Ergeç ve Faruk Abdullah Abdurrahman arasında geçen başkanlık yarışı, kurultayda bazı gerginliklere yol açmış, ITC bünyesinde bir ilk gerçekleştirilerek önce bir yönetim konseyi seçilmiş, sonra da yönetim konseyi kendi arasından Sadettin Ergeç’i başkan olarak seçmiştir. 

Irak’ta Caferi’nin geçici hükümetinin kurulmasının ardından anayasa çalışmaları başlamış, bu dönem de oldukça sıkıntılı geçmiştir. Yeni kurulan hükümet ve seçilen parlamentonun, Irak Geçici İdare Yasası’na göre, 15 Ağustos 2005 tarihine kadar Irak’ın kalıcı anayasasını oluşturması öngörülmüştür. Bu nedenle Irak hükümeti tarafından bir anayasa komisyonu kurulmuştur. Komisyon, ilk etapta 55 kişi olarak oluşturulmuş; ancak daha sonra 15 Sünni ve Sabi mezhebine bağlı bir kişi komisyon üyesi olarak atanmıştır. Komisyon’daki üyelerin 28’i Birleşik Irak İttifakı’ndan, geriye kalan 27 kişinin ise 15’i Kürtlerden ve biri Hıristiyanlardan seçilmiştir. 

Ayrıca biri bağımsız biri de İyad Allavi liderliğindeki Irak Ulusal Listesi üyesi iki Sünni üye daha komisyonda yer almıştır. Komisyonda on danışman görev yapmıştır. Türkmenler de Anayasa Komisyonu’nda iki üye ile temsil edilmiştir. Türkmen üyelerden biri Türkmeneli Partisi Başkanı Riyaz Sarıkahya, diğeri ise Birleşik Irak İttifakı üyesi Abbas El-Beyati’dir. Riyaz Sarıkahya’nın Şii gruplar içerisinden seçilmiş olması, Irak’ta dönemin algısını yansıtan bir örnek olarak nitelendirilebilir. Zira her iki kişi de Türkmen adaylar olarak seçilmemiş, Beyati zaten Birleşik Irak İttifakı’nın üyesiyken, Sarıkahya da Şii adaylar arasından seçilmiştir. Burada Türkmenlerdeki eksiklikten de söz etmek yerinde 
olacaktır. Anayasa komisyonunun oluşturulması çerçevesinde, adaylık başvurusu yapan kişilere bakıldığında Riyaz Sarıkahya’nın dışında hiçbir Türkmen aydın ya da liderin komisyonda yer almak için başvuru yapmadığı ortaya çıkmaktadır. Bu durum Türkmenlerin siyasete ilişkin algısını ortaya koyan bir nitelik arz ederken, Irak’taki dönemin yönetiminin Türkmenlere bakışını da ortaya koymaktadır. Sünnilerin siyasi sürece dahil olması amacıyla her türlü çabayı sarf eden ve bu konuda özellikle Türkiye’nin yakın yardımını alan ABD, Türkmenleri sürecin oldukça dışında tuttuğu ve “azınlık” statüsünde yer verdiği söylenebilir. Yine de anayasa yazım sürecinde temel haklar çerçevesinde Türkmenlere 
yer verilmiş, ayrıca dibace bölümünde Türkmenlerin yaşadığı trajediden bahsedilmiştir. Irak Geçici İdare Yasası’na,göre 15 Ağustos 2005’te tamamlanması öngörülen anayasa çalışmaları zamanında tamamlanamamış, gecikmeli olarak 28 Ağustos 2005 tarihinde Irak Parlamentosu’na 
sunulmuştur. Bu tarihten sonra da Irak Anayasa Taslağı’na eklemeler yapılmış ve 19 Eylül 2005 tarihinde son halini almıştır. 

Irak’ta 15 Ekim 2005’te referanduma sunulan yeni anayasa, yüzde 78.59’luk ‘Evet’ oyuyla kabul edilmiştir. Anayasa’nın hazırlanmasından sonra Irak’ı dört yıl boyunca yönetmesi düşünülen Irak hükümeti ve parlamentosunu seçmek amacıyla 15 Aralık 2005’te yapılacak seçimler için çalışmalar başlamıştır. Irak Bağımsız Yüksek Seçim Kurulu tarafından 4-5 Kasım 2005’te açıklanan son seçim listelerine göre, 228 parti ve 19 koalisyonun seçimlere katılmasına karar verilmiştir. Öte yandan bağımsız adaylar da seçimlere katılmıştır. ITC seçimlere tek başına katılma kararı almış; ancak sadece Musul vilayetinde Irak Uzlaşma Cephesiyle ittifak yapmıştır. ITC, Kerkük, Musul, Erbil, Diyala, Selahaddin ve Bağdat’ta seçimlere girmiştir. ITC’nin Selahaddin’de seçime katılmasının sebebi ise daha önce Kerkük’e bağlı ve tamamı Şii Türkmen nüfusa sahip olan 
Tuzhurmatu ilçesinin Selahaddin’e bağlanması olarak açıklanmıştır. ITC Şii Türkmenlerden Ali Haşim Muhtaroğlu’nu Selahaddin’den aday göstermiştir. ITC, Irak Uzlaşma Cephesi’nin listesinde dördüncü ve sekizinci sırayı almıştır. 

ITC, dördüncü sıra adayı olarak İzzettin Abdullah’ı, sekizinci sıra adayı olarak da Muhammed Emin Osman’ı göstermiştir. Diğer taraftan ITC eski Başkanı Faruk Abdullah Abdurrahman’ın kurduğu Türkmen Karar Partisi de Ahmet Çelebi ile birlikte seçimlere girerken, Feryad Ömer’in başkanlığındaki Türkmen Uzlaşma Hareketi ve Abbas El-Beyati başkanlığındaki Irak Türkmen İslami Birliği, 30 Ocak 2005 seçimlerinin de galibi olan Birleşik Irak İttifakı içerisinde yer almıştır. Ayrıca Kürt gruplar ve Türkmenler arasındaki ihtilafa rağmen Velid Şerike başkanlığındaki Türkmen Kardeşlik Partisi, Kürt İttifakı çatısı altında seçimlere girmiştir. Yapılan seçimlerin ardından ITC, 87.993 oy alarak Kerkük’ten 1 milletvekili çıkarmıştır. Kerkük’teki oy oranına bakıldığında, en yüksek oyu 266,737 oyla Kürt Listesi elde etmiştir. İkinci sırayı ise 73,191 oyla Irak Ulusal 
Diyalog Cephesi almıştır. ITC ise 59,716 oy alarak Kerkük’te üçüncü parti olmuştur. ITC Başkanı Sadettin Ergeç’le birlikte diğer partilerden 9 Türkmen daha Irak Ulusal Parlamentosu’na girmiştir. Irak Uzlaşma Cephesi Listesi’nden İzzettin Devle ve Muhammed Emin Osman, Birleşik Irak İttifakı Listesi’nden Abbas El- Beyati, Taki El-Mevla, Muhammed Mehdi, Fevzi Ekrem Terzi ve Feryad Tuzlu, Kürt İttifakından da Velid Şerike milletvekili olarak seçilmiştir. Seçimlerden galibiyetle çıkan Birleşik Irak İttifakı yaklaşık beş ay süren tartışmaların ardından hükümeti kurabilmiştir. Nuri El-Maliki’nin başbakan olarak seçildiği Irak’ın ilk geçici olmayan hükümetinde Türkmenler sadece bir bakanlıkla temsil edilebilmiştir. Casim Muhammed Cafer, Gençlik ve Spor Bakanı olarak atanmıştır. Yine genel anlamda Irak’taki şartlar düşünüldüğünde, Türkmenlere 
oldukça etkisiz bir bakanlık verilerek dolaylı olarak iktidardan uzaklaştırıldığı görülmektedir. 2006’da hükümetin kurulmasının ardından Irak oldukça kanlı olaylara sahne olmuştur. Hükümet kurulması sırasında yaşanan Samarra saldırısı mezhep çatışmasını körüklerken, direnişin artması, Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin merkezi yönetimin gücünü zayıflatacak politikalar izlemesi, bölge ülkelerinin Irak üzerindeki etkisini arttırmaları gibi nedenler ABD’nin Irak politikasındaki stratejisini değiştirmesine yol açtığı söylenebilir. Bu bağlamda Kerkük gibi Irak’ın iç dengesini bozan konularda daha dengeli davranılırken, Irak’taki Sünnilerin sürece dahil edilmesi kapsamında geliştirilen stratejiler ve özellikle 2007’den sonra Türkiye’nin Irak politikasına müdahil olmasının Irak’taki siyasi ortamı yeniden şekillendirdiği düşünülmektedir. 


2010 Irak Seçimleri ve Türkmenler 

Yaşanan süreç içerisinde Irak siyasetinde doğrudan bir etkiye sahip olamayan Türkmenler, 7 Mart 2010’da yapılan seçimler için hazırlıklara çok önce başlamıştır. Siyasi anlamda belki de Irak’ın en tecrübesiz halkı diyebileceğimiz Türkmenler, bu kapsamda Cumhurbaşkanı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün davetiyle bir araya gelmiş ve 2010 seçimleri için strateji belirlemeye çalışmıştır. Eylül 2009’da yapılan iftar yemeğine Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı’ndan yetkililerin yanı sıra, Irak Türkmen Cephesi Başkanı ve Milletvekili Sadettin Ergeç, Irak Türkmen Meclisi Başkanı Yunus Bayraktar, Irak Türkmenleri İslami Birliği Genel Sekreteri ve milletvekili Abbas Beyati, Türkmen Vefa 
Hareketi Başkanı ve milletvekili Feryat Tuzlu, milletvekilleri İzzettin Devle ve Muhammed Emin Osman, Sadr Grubu Milletvekili Fevzi Ekrem Terzi, Türkmen Karar Partisi Genel Başkanı Faruk Abdullah, Irak Türkmenleri Adalet Partisi Genel Başkanı Enver Bayraktar, Türkmeneli Partisi Genel Başkanı Riyaz Sarıkahya, Irak Milli Türkmen Partisi Genel Başkanı Cemal Şan, Milliyetçi Türkmenler Topluluğu Genel Başkanı Felah Beyatlı, Türkmen Milliyetçi Hareketi Genel Başkan Vekili İhsan Hamit, Türkmen İslami Hareket Genel Başkanı Ümran Cemal, Türkmen Bağımsızlar Hareketi Genel Başkanı Kenan Uzeyrağalı, Türkmen Kardeşlik Ocağı Kerkük Şubesi Kurucu Heyet Başkanı Abdulhalik Hürmüzlü, Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Genel Başkanı Mehmet Tütüncü, Kerkük Vakfı Genel Sekreteri Suphi Saatçi, Türkmeneli İnsan Hakları Derneği Genel Başkan Yardımcısı Savaş Avcı, Erbil Vakfı Genel Sekreteri Nesrin Erbil, Irak Türkmenleri Basın Konseyi Genel Sekreteri Kemal Beyatlı, Irak Türkleri Adalet, Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Genel Başkanı Mithat İbrahim, Irak Türkmenleri Kardeşlik ve Kültür Derneği Genel Başkanı Salman Nalbant, Türkmeneli sağlık Derneği Genel Başkanı Aydın Beyatlı ile yazar ve Kültür Bakanlığı Eski Müsteşarı Acar Okan gibi Türkmen kanaat önderleri katılmıştır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül yemekte yaptığı konuşmada, “Sizleri birlik ve beraberlik içinde görmek en büyük arzumuzdur”, ifadesinde bulunarak, Türkiye’nin Irak Türklerine yönelik politikasına dair bir mesaj vermiştir. Ancak yapılan toplantıda Türkmenlerin tek liste halinde seçimlere katılmasına dair bir karar alınamamıştır. Ancak toplantıda benimsenen ortak görüşe göre, 
hangi siyasi ve ideolojik görüş veya hangi kimliğe sahip olursa olsun Irak parlamentosundaki Türkmen sayısını arttırmak ve bir grup oluşturmak 
hedeflenmiştir. Toplantının hemen ardından bazı Türkmen kuruluşlar, büyük gruplar tarafından oluşturulan koalisyonlara dahil olmuştur. Seçim 
yasası çıkmadan yapılan koalisyonlar ve Türkmenlerin de bu koalisyonlara katılması, Türkmenlerin seçim stratejisinin belirlenmesi açısından 
erken olarak nitelendirilebilir. Zira Irak’ta seçim sistemi belirlenmeden koalisyonlar içerisinde yer almanın bugünkü süreçte Türkmenlere kaybettirdiği 
düşünülmektedir. Diğer taraftan Irak Türkmen Cephesi, seçim yasası çıktıktan sonra koalisyon kararını açıklamıştır. Irak Türkmen İslami Birliği ve Türkmen Karar Partisi, Başbakan Nuri El-Maliki’nin başkanlığındaki Kanun Devleti Koalisyonu, Türkmen Vefa Hareketi ve Türkmeneli Partisi Ammar El-Hekim liderliğindeki Irak Ulusal İttifakı, Türkmen Adalet Partisi de Irak Ulusal Uzlaşma Cephesi ile seçimlere girerken, Irak Türkmen Cephesi de İyad Allavi başkanlığındaki Irak Ulusal Listesi ile ittifak yapmıştır. Ayrıca Irak Türkmen Cephesi, Süleymaniye ve Erbil’de ayrı listeyle tek başına, Erbil Türkmenleri Listesi de Kürt İttifakıyla seçimlere katılmıştır. 80 civarında Türkmen adayın katıldığı 7 Mart 2010’da yapılan seçimlerde 40’tan fazla aday Kerkük’teki 12 sandalye için yarışmıştır. 15 Türkmen aday Musul’daki 31 sandalye, yedi aday Erbil’deki 14 sandalye, beş aday Selahaddin’deki 12 sandalye, üç aday Diyala’daki 13 sandalye, yedi aday Bağdat’taki 68 sandalye, üç aday Süleymaniye’deki 17 sandalye için mücadele etmiştir. 

Irak Türkmen Cephesi, Erbil, ve Süleymaniye’de üçer, Kerkük, Bağdat ve Diyala’da ikişer, Musul’da dört ve Selahaddin ile Vasit’te birer aday göstermiştir. 
Mart 2010’da yapılan seçimlerin ardında Irak Türkmen Cephesi Musul’da üç (İzzettin Devle, Nebil Harbo, Müdrike Ahmet), Kerkük’te iki (Erşat Salihi, Jale Neftçi), Diyala’da Hasan Özmen milletvekili olmak üzere milletvekili kazanarak, Türkmen hareketi içerisinde en fazla milletvekiline sahip olmuştur. Irak Türkmen Cephesi, özellikle 2010’da yapılan seçimlerin ardından Irak siyaseti içerisinde önemli bir pay almaya başlamıştır. Irak Türkmen Cephesi’nin 6 milletvekilinin yanı sıra, diğer listelerdeki 4 Türkmen milletvekili ve başta Vilayetlerden Sorumlu Devlet Bakanı Turhan Müftü olmak üzere kabinedeki Tarım Bakanı İzzetin Devle ile Gençlik ve Spor Bakanı Casim Muhammed Cafer’in de katkılarıyla Türkmenler bugün Irak genelinde siyaset yapabilir konuma yükselmiştir. 

Özellikle 2011 ve 2012 yıllarında Irak Parlamentosunda Türkmen milletvekilleri nin yaptığı çalışmalar sonucu, Irak siyasi tarihinde belki de ilk kez Türkmenler bu denli gündeme gelmiştir. Irak Parlamentosunda bir Türkmen grubunun oluşturulması, Kerkük Vilayet Meclisi Başkanlığına Hasan Turan’ın getirilmesi, Türkmen Eğitim Müdürlüğünün kurulması, Irak’ın 2012 bütçesinden Türkmenlere pay ayrılması ve son olarak Irak Parlamentosunda 200’de fazla milletvekilinin katılımıyla Türkmen özel oturumunun düzenlenmesi gibi Türkmenler adına önemli olabilecek adımlar atılmıştır. 

Her ne kadar seçimlerde 10 Türkmen milletvekili olma hakkı kazanmış olsa da, Irak genelinde “Türkmen” adıyla herhangi bir siyasi kuruluşun seçimlerde yer almadığı görülecektir. Ancak farklı listelerden seçime giren Türkmenlerin, herhangi bir Türkmen listesiyle seçimlere girmesi durumunda 10 milletvekili çıkarabilme ihtimali düşük gözükmektedir. Yedi Türkmen milletvekilinin dördünün çıktığı Musul vilayetinde alınan toplam Türkmen oyu yaklaşık 69 bin’dir. Musul’dan bir milletvekili çıkarılabilmesi için gereken oy oranının yaklaşık 34 bin olduğu dikkate alındığında, Türkmenlerin en fazla iki milletvekili çıkarabilecekleri görülmektedir. Bu nedenle özellikle Irak Türkmen Cephesi’nin seçim stratejisinin oldukça başarılı olduğu söylenebilir. Zira geçen dönem parlamentoda on Türkmen milletvekili olmasına rağmen, Irak Türkmen 
Cephesi’nin sadece bir milletvekili yer almış, Irak Türkmen Cephesi’nin Musul’da yaptığı koalisyon sonucu Irak Uzlaşma Cephesi’nden de iki milletvekili çıkarabilmiştir. 2010 seçimlerinde Irak Türkmen Cephesi beş milletvekili çıkararak, büyük bir aşama kaydetmiştir. Ancak Toplamda Irak Parlamentosun daki milletvekili sayısı 275’ten 325’e çıkarılmasına rağmen Türkmen milletvekili sayısında bir artış olmamakla birlikte, düşüş yaşanmıştır. Bu Türkmenler açısında bir kayıp olarak nitelendirilebilir. Öte yandan milletvekili sayısı azalmış olsa da daha etkin bir Türkmen varlığından söz etmek mümkündür. Bu durumun seçimi kazanan milletvekillerinin yanı sıra, seçim için ittifaka girilen Irak Ulusal Listesi’nin seçimlerden birinci parti olarak çıkmasından da kaynaklandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Irak Türkmen Cephesi, Irak Parlamentosunda Türkmenleri temsil eden tek kuruluş olarak yer alacak ve böylece meşruiyetini sağlayabilecektir. Bununla birlikte artan milletvekilliğiyle beraber, Irak Türkmen Cephesi’nin sorumluluğunun da arttığını söylemek yanlış olmayacaktır. Irak Türkmen Cephesi, önümüzdeki süreç içerisinde yaptıklarıyla potansiyelini arttırabileceği gibi, Türkmen halkı arasında meşruiyetini de azaltabilir. Bu nedenle Irak Türkmen Cephesi’nin diğer Türkmen milletvekili adaylarını da içine alacak şekilde kapsayıcı olması gerektiği düşünülmektedir. Kerkük’te 
oluşan yeni dengenin de Türkmenler açısından büyük önem taşıdığı ifade edilebilir. Seçim sonuçlarına göre Kerkük’te, KDP ve KYB’nin oluşturduğu 
Kürt ittifakı ile Irak Türkmen Cephesi’nin de içerisinde yer aldığı Irak Ulusal Listesi eşit milletvekiline sahip olarak, Irak Parlamentosunda 6’şar sandalye elde etmiştir. Bu durum Kerkük’ün Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetime katılması iddialarını zayıflatacak niteliktedir. Ayrıca Kerkük’teki bu dengenin siyasi sonuçlarının yanı sıra, psikolojik bir rahatlama sağlayacağı ve Türkmenlerin kimliklerine sahip çıkmaları anlamında olumlu bir etki yapacağı düşünülmektedir. Ancak Türkmenlerin güçlenmesi, hükümetin oluşturulması sırasında gerçekleşebilecek şiddet olayları ve Kerkük’teki durum değişikliği Türkmenleri hedef halinde getirebilir. Bu nedenle seçimlerden sonra Kerkük’te yaşanacak sürecin daha dikkatli takip edilmesi ve denge halinin bozulmaması gerektiği düşünülmektedir. 

Ayrıca Musul’da elde edilen dört milletvekili de Türkmenlerin Musul’daki varlığının kanıtlanması açısından önem taşımaktadır. Ayrıca Musul’daki Türkmen milletvekillerinden 3’ünün Telafer’den seçilmesi, Telafer’in Türkmen kimliğini vurgular niteliktedir. Sonuç olarak, Türkmenlerin aldıkları oy oranı ve kazandıkları milletvekili sayısının, Irak’ta Türkmenlerin nüfusları oranında pay almalarını sağlayacak düzeyde olmadığını söylemek mümkündür. Yine de Türkmenlerin yavaş yavaş siyasete adapte olduğu, kendini tanımlama çabasında bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hükümet kurma sürecinde de Türkmenlerin diğer tüm koalisyonlar ve partilerle işbirliği yapması, Irak’ta Türkmen siyaseti bir adım daha öteye götürebilir. Bu açıdan bakıldığında, büyük guruplar ile küçük partilerin aldıkları oy oranları arasındaki fark ve büyük gruplar arasındaki mücadelenin Türkmenlerin hükümete katılımı dahilinde avantaj sağlayabileceği düşünülmektedir. 

Irak’ta 30 Nisan 2014’te yapılan seçimler ülkenin geleceği açısından kritik bir dönemeç olarak karşımıza çıkmaktadır. Irak’ta farklılaşan siyasi tablo, önümüzdeki seçimleri daha karmaşık hale getirmektedir. Büyük siyasi ittifakların yerini bu ittifaklardan ayrışan siyasi grup ve listeler almıştır. Bu listeler arasındaki mücadele merkez siyasette olduğu kadar yerel siyaseti de büyük ölçüde etkileyecektir. Bu durumdan belki de en çok etkilenecek tarafların başında Türkmenler gelmektedir. Türkmenler, milli listelerle Kerkük, Musul, Diyala, Selahattin, Bağdat ve Erbil’de seçimlere katılmıştır. Türkmenler için seçimin en çetin geçeceği vilayetin Kerkük olmuştur. 12 milletvekili çıkartacak şehirde etnik ve mezhepsel gruplar seçime çok parçalı bir yapıda girmişlerdir. 

Kerkük’te seçimlere katılan Kerkük Türkmen Cephesi Listesi’ni, 

- Irak Türkmen Cephesi 
- Irak Türkmen Adalet Partisi 
- Türkmeneli Partisi 
- Türkmen Karar Partisi 
- Irak Türkmen Milliyetçi Hareketi, 
- Milliyetçi Türkmenler Topluluğu, 
- Irak İslam Yüksek Konseyi, 
- Sadr Hareketi oluştururken, 


Kerkük Türkmen Listesi’ni ise, 


- Özgür Türkmen Cephesi, 
- Irak Türkmen İslami Birliği, 
- Bedir Örgütü, 
- Dava Partisi, 
- Irak Milli İslah Akımı, 
- Sadıkuyn oluşturmaktadır. 

Burada Irak genel siyasetindeki ayrışmanın temel olarak Türkmen listeleri arasında da ortaya çıktığı ve özellikle Şii partiler arasındaki mücadelenin 
Kerkük’te Türkmen listelerine de yansıdığı görülmektedir. Ancak genel anlamıyla Türkmen milli kimliğini taşıyan Türkmen partilerin neredeyse tamamının Irak Türkmen Cephesi Listesi ile seçimlere girdiği görülmektedir. Kerkük Türkmen Listesi’nin ise Irak Başbakanı Nuri El-Maliki’nin lideri olduğu Dava Partisi ile işbirliği yaptığı görülmektedir. 


Bu şekilde seçimlere giren Türkmenler, toplam milletvekili sayısı bakımından geçen dönem elde ettikleri sayıyı korumuştur. 2010 seçimlerinin 
ardından 10 milletvekili elde eden Türkmenler, 2014 seçimlerinde de 10 milletvekiline sahip olmuştur. 2010 seçimlerinden farklı olarak 
Diyala’dan milletvekili çıkaramayan Türkmenler Selahattin’den 3 milletvekili çıkararak sürpriz yapmıştır. Kerkük ise Irak Türkmen Cephesi 
(ITC) öncülüğünde kurulan Kerkük Türkmen Cephesi 71 bin civarında oy alarak 2 milletvekili çıkarmıştır. Kerkük’ten ITC’nin listesinden iki 
erkek adayın çıkmış olması önemlidir. 


***


Jeopolitik Düşüncenin Evrimi



Jeopolitik Düşüncenin Evrimi 


Yrd. Doç. Dr. Murat Yeşiltaş 


Bugün burada ele alacağımız konu; eleştirel Jeopolitik perspektiften Ortadoğu’yu nasıl anlayabiliriz? Ayrıca bugün Ortadoğu’da yaşanan tarihsel dönüşümün, tarihsel kaynaklarına da baktığımız zaman, nasıl bir süreklilik arz ettiği üzerine durulacaktır. 

Başlangıç olarak her tarihsel dönemin aslında büyük dönüşümler sonrasında ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Küresel sistemin dönüştüğü dönemlerde, 
uluslararası sistemin alt bölgelerinde (Ortadoğu veya dünyadaki diğer bölgelerde) önemli değişimler olmaktadır. Bizler bu değişimlere tarihin farklı dönemlerinde şahitlik ettik. Diğer yandan, bu duruma tarihsel olarak baktığımızda söz konusu değişim sürecinde devletlerin ve toplumların kendilerini tanımlama süreci olduğunu gördük. Değişim sürecinde toplumlar ve devletler kendi durumlarını yeniden değerlendirmek zorunda kalıyorlar. Bugün aslında Ortadoğu’da böyle bir değişimin yaşandığı dönemden geçmekteyiz. Özellikle Arap Baharı kavramı çerçevesinde, Ortadoğu’da bugün uluslararası siyaseti, bölgesel siyaseti ve Ortadoğu’nun içerisindeki farklı unsurları toplumlar ve devletler yeniden düzenleme ihtiyacı hissetmektedir. 

Arap Baharı kavramını bugün aslında İkinci Arap Baharı olarak da kavramsallaştıranlar olmuştur. Bu görüşe göre; Arap Baharı’nın birincisi 

20. yy. başlarından sonlarına doğru Arap ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmaları ile devam eden süreç kast edilirken, günümüzde Ortadoğu’da 
yaşananlar birçokları -özellikle Uluslararası İlişkilere ve Uluslararası Siyasete Ortadoğu’dan bakanlar-tarafından İkinci Arap Baharı olarak tanımlanmaktadır. Ancak günümüzde yaşanan Arap Baharı tıpkı bir önceki gibi toplumları yeni bir meydan okuma ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu meydan okuma kuşkusuz sadece Ortadoğu coğrafyasındaki devletlere karşı değil, bütün küresel sisteme ve uluslararası topluma karşı bir meydan okumadır. Söz konusu meydan okumaya her devlet ve her toplum farklı şekillerde yanıt üretiyor. Mevcut duruma bakıldığında ise bahsi geçen meydan okumalara tam olarak bir cevap üretilmediğini de görmekteyiz. 

Birinci Arap Baharı olarak tanımlayabileceğimiz dönemde Ortadoğu’da devletin gücü ekseninde tahkim edilmiş bir Ortadoğu siyasetine şahit olmuştuk. Ulus-devlet denilen yapı, Birinci Arap Baharı’nın temel sonuçlarından bir tanesidir. Tarihsel olarak farklı devletlerin hangi kimlik üzerinden inşa edildiğine bakılmaksızın Ulus-devlet birimi üzerinden tahkim edilmiş bir Ortadoğu ile karşı karşıyaydık. Bugün ise çok farklı bir Ortadoğu ile karşı karşıyayız. Bugün, Ortadoğu’nun daha fazla meydan okuma ile karşı karşıya kaldığı ve devlet düzeyindeki yanıt vermelerin yetersiz kaldığı bir dönemdeyiz. Artık Ortadoğu’nun daha fazla toplumsallaştığı ve devlet dışı aktörlerin daha fazla arttığı bir dönemdeyiz. Bu yeni durumun ortaya çıkardığı sorunlar mevcuttur ki bu sorunları halen yaşamaktayız. Özellikle Arap Baharı’nın ortaya çıkması ile birlikte, aslında çok temel iki vadi vardı. Birincisi demokratik konsolidasyon yaşanacaktı, ikincisi ise demokratik konsolidasyondan sonra stratejik bir 
bölgesel restorasyona girilecekti. Eğer Arap baharı başarıya ulaşsaydı, yeni eski soğuk savaş bakiyesi ya da 20.yüzyıl bakiyesi stratejik antogonizmaların 
yada jeopolitik rekabet hatlarının dönüşeceği ve yeni bir jeopolitik dönemin açılacağı bir devire girecektik. 

Ancak geçen son 3 yıl içerisinde tecrübe ettiğimiz gibi bunun ikisi de yaşanmadı. Birincisi Tunus hariç demokratik konsolidasyon hiçbir ülkede başarılı olmadı, ve birçok ülkede daha farklı antogonizmaların ortaya çıkmasına neden oldu. Örneğin 20. yy. erken dönemlerinde Ortadoğu’da, Ulusüstü birimlerin çok fazla devrede olmadığı bir dönem ile karşı karşıya kaldıysak da, bugün Ulusüstü birimlerin daha fazla devrede olduğu bir dönemdeyiz. Bununla beraber örneğin yeni çatışma biçimleri ortaya çıkmaya başladı. 


20. yy. ilk yarısında Ortadoğu’nun küresel sistem içerisindeki temel konumu, küresel siyasetin merkezi alanlarından biriydi ve bu anlamda (Küresel Siyaset/Sistem) Ortadoğu’yu dışarıya doğru patlayan/açılan bir coğrafya olarak tasvir ediyordu. Bugün Ortadoğu’daki düşmanlık, antogonizma dediğimiz stratejik rekabet alanların değişmesi Ortadoğu’yu adeta içeriye doğru patlayan bir birim haline getirdi. Bu bağlamda Uluslararası Toplum, Bölgedeki Devletler veya Türkiye, Ortadoğu’daki meydan okumaya doğru ve yeterli bir cevap üretemediği takdirde, Ortadoğu adeta tarihin dışında kalma riski ile karşı karşıyadır. Bu sebepten dolayı Ortadoğu’nun bulunduğu süreç son derece ciddi bir süreçtir. Bugün üzerinde duracağım konu Ortadoğu’nun coğrafi bir bölge olarak nasıl ortaya çıktığını ve nasıl dönüştüğü üzerine olacaktır. Bu anlamda 
konuya iki temel çerçeveden bakılacaktır. 

Öncelikle Eleştirel Jeopolitik Perspektiften hareketle Ortadoğu’yu anlamaya çalışıyorum. Eleştirel Jeopolitik Perspektifi anlamak için ise Klasik Jeopolitik dediğimiz Ortadoğu ile doğrudan ilgili olan devlet merkezli ana akım realist paradigmaya dayanan ve onun üzerinden yükselen bir anlayışla karşılaştırarak Ortadoğu’nun hem içinde bulunduğu durumu, hem de tarihsel olarak dönüşümünü anlayabiliriz. 

Bilindiği üzere Eleştirel Jeopolitik Perspektif, 1980’lerde Klasik Jeopolitik’e yöneltilen eleştiriler sonucunda ortaya çıkan bir perspektiftir. Eleştirel Jeopolitik Perspektif temel olarak, toplumların mekân tasavvurlarının, onların siyasi kimliklerini oluşturmalarında mekânın son derece önemli olduğunu söyler. Eleştirel Jeopolitik Perspektif, Klasik Jeopolitik’in aksine coğrafyanın objektif bir şekilde bilinebileceğine ilişkin ana akım realist paradigmaya meydan okuyor. Bu ne demektir? Coğrafya devletlerin dış siyasetlerini oluşturmada en temel faktörlerden biridir ve coğrafya dış politikada sabit bir veridir. Eleştirel Jeopolitik Perspektif açısından bakıldığında ise coğrafyanın dış politikada sabit bir veri olarak görülmemektedir. Yani devletler ve toplumlar coğrafyayı okuyor, anlamlandırıyor ve bunun üzerinden bir var oluş problemi ortaya koyuyorlar. Bu aslında 20.yy. geneline bakıldığında Jeopolitik Paradigmanın Uluslararası İlişkilerde hakim bir paradigma olmasına sebep olmuştur. Jeopolitik kavram olarak ilk defa 1898 yılında ortaya çıkmıştır ve Siyaset ve Coğrafya arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışmaktadır. Burada devletin gücünü devam ettirmeye çalışan fiziki bir metaa olarak biliniyordu. Ancak 20.yy.’ın ikinci yarısından itibaren önemli ölçüde değişmeye başladı. 

Bu aşamada Klasik Jeopolitiğin bazı temel özelliklerinden bahsetmek gerekmektedir. Ortadoğu’nun Batı tarafından kavramsal bir kategori 
olarak nasıl ortaya çıktığını ve farklı dönemlerde farklı güvenlik ihtiyaçlarına cevap üretebilmek için veya farklı jeopolitik gerekçelerle nasıl yeniden üretildiğini anlamak için son derece önemlidir. Burada birkaç kriterden bahsetmek gerekir; Jeopolitiği anlamak için, örneğin analiz düzeyi bağlamından baktığımız zaman (Uluslararası İlişkilerde analiz düzeyi; Sistemik, Devlet ve Birey) Klasik Jeopolitiğin küresel bir analiz düzeyi benimsediğini görüyoruz. Yani dünyaya bir bütün olarak bakıyorlar. Bu bütün içerisinde hangi coğrafyanın ne tür değeri olduğunu anlamaya çalışarak devletin pozisyonunu onun üzerinden geliştirmeye çalışıyorlar. Buna göre de Devlet merkezliliği, Klasik Jeopolitiğin temel analiz düzeylerinden biri olarak karşımıza çıkar. Klasik Jeopolitikte Devlet, tıpkı canlılar gibi doğan, büyüyen ve beslenmeye ihtiyacı olan bir birim olarak görülür. Bunun en çarpıcı örneğini Almanya’da görüyoruz. Jeopolitik ilmi 1930’lardan itibaren Almanya’da son derece önemli bir hale geldi. Bu anlamda General (Karl) Haushofer çalışmaları bağlamında Hitler’in Lebensraum siyasetine arka plan oluşturulduğu söylenebilir. Bu çerçevede Jeopolitik akıl ile dönemin Almanya siyasetini (Hitler) belirleyen paradigmalar arasında doğrudan bir ilişki vardır. Dolayısı ile organizma olarak devlet anlayışı, Klasik Jeopolitiğin merkezinde yer alan bir anlayıştır. Bu anlayışta devletin büyümesini sağlayacak 
temel unsur ise topraksal genişlemedir. Jeopolitik yapısalcı bir anlayışa sahiptir. Yapısalcıdan kasıt, coğrafyanın devletin siyasetini belirlediği bir kuramsal perspektiftir. Yani siz siyasetinizi coğrafyanızın oluşturmuş olduğu şartlara göre belirlemek zorundasınız. Ancak diğer yandan Eleştirel Jeopolitik Perspektiften bakıldığında, siyasetin coğrafya (Yer) tarafından belirlenmesinin aksine, coğrafyanın (Yerin) bizzat politika tarafından inşa edilmesinden bahseder. 


Türkiye açısından bakıldığında coğrafyadaki durumun ülkeye getirmiş olduğu bir zorunluluk vardır ve bu zorunluluk Türkiye’yi askeri açıdan daha güçlü bir devlet olmaya itmektedir. Bununla beraber siz izlediğiniz politikayı meşru kılmak için coğrafyayı bir referans olarak kullanabilirsiniz. 


Klasik Jeopolitik problem çözmeye yönelik bir yaklaşım sergiler. Aynı zamanda bir objektif gerçeklik algısı yerleşmiştir. Bu ne anlama geliyor? örneğin biz bir haritaya baktığımız zaman ülkelerin bulundukları yerleri bir hakikat olarak görürüz. Haritada Türkiye’yi dünyanın tam merkezinde göstermek veya bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin bir köprü olduğunu belirtmek ve bu algıyı yaratmak gibi yaklaşım sergilenebilir. Ancak diğer yandan harita insanlar tarafından yazılan, çizilen veya inşa edilen bir şeydir ve baktığınız ve durduğunuz yere göre değişiklik gösterebilir. Örneğin Çin’deki haritalarda Çin, dünyanın merkezinde görülür. Rusya’daki haritalarda Türkiye’nin konumu tam ortada değil, daha güneyde ve dikey bir şekildedir. Klasik Jeopolitiğin içerisinde Coğrafi olarak dünyayı az gelişmiş-çok gelişmiş, Doğu-Batı şakilinde kategorize eden ve ayıran, özellikle Avrupa’da ortaya çıkmasından dolayı da Avrupa Merkezli bir perspektif sahiptir. Coğrafik olarak bakıldığında Avrupa’yı dünyanın 
merkezinde görür. Politik olarak tüm bunların çıktısına baktığımızda ise Klasik Jeopolitik anti-demokratiktir, ırkçıdır ve muhafazakârdır. 

Eleştirel Jeopolitiğe aynı temeller üzerinden baktığımızda ise analiz düzeyinde karar alma süreçleri olan, devlet merkezli olmayan, devlet dışındaki aktörlerin de önemine dikkat çeken ve bu anlamda statik olmaktan ziyade dinamik bir perspektife sahip olduğu sonucu karşımıza çıkar. 

Eleştirel Jeopolitik Perspektif temel olarak, Post yapısalcı (Post-Pozitivist?) bir metodoloji üzerinden hareket eder. Bu anlamda siyaset, toplumsal olarak inşa edilebilen ve farklı iktidar unsurlarından etkilenebilen bir gerçekliktir. Eleştirel Jeopolitik Perspektifin temel sorunsalı özgürleştirici olmaktır. Farklılıkları ön plana çıkartarak ve hegemonik söyleme karşı direnmeyi gerekli kılan bir yaklaşımı ortaya çıkartarak politik muhalefete vurgu yapar. Politik muhalefet nihayetinde özgürleştirici bir misyona sahiptir. Gerçekliğin objektif değil sübjektif olduğunu söylediği için de haritaya bakıldığında coğrafyaya nereden bakıldığına bağlı olarak ülkenin konumu ve coğrafyanın siyaset içerisindeki rolü değişebilir. Baktığı şeyi kendisi üzerinden analiz eder ve coğrafi olarak topraksızlaştırma anlayışına sahiptir. Hegemonik bir yapıya karşı duruşunu göstermesi 
bakımından da daha demokratik olduğu söylenilebilir. 

Türkiye’de 3 tane Jeopolitik gelenek vardır ve bunları Kemalist, Milliyetçi ve İslamcı Jeopolitik olarak tarif edebiliriz. Bu açılardan bakıldığında Türkiye’nin konumu farklı şekillerde tanımlanır ve ülkenin dışpolitikasını oluşturmasında doğrudan etkili olabiliyorlar. 

Eleştirel Jeopolitiğin de 3 alanı vardır ve Ortadoğu’ya bakışımızda da etkilidir. 

Resmi Jeopolitik; Ortadoğu hakkında yazan Jeopolitikçilerin - Mahan, Kissinger ve Brzezinski gibi yazarların metinlerinde bir mekâna ilişkin Jeopolitik analiz yapılması anlamına gelirken, 

Pratik Jeopolitik de özellikle dış politikadaki pratikler üzerinde yola çıkar. 

Popüler Jeopolitik ise daha çok medya, gazete ve sinema aracılığı ile karşımıza çıkan coğrafi temsillerdir. 

Peki, bizler Eleştirel Jeopolitik Perspektiften Modern Ortadoğu’da nasıl bir coğrafik değişim gerçekleştiğine dair nasıl analiz gerçekleştirebiliriz? 

Bir kavram olarak Ortadoğu’nun ortaya çıkışı 20. yy. ilk yarısında görülür. Bundan daha önce Ortadoğu’nun bir kavram olarak uluslararası literatürde veya diğer metinlerde yer almadığını görüyoruz. Bu bölge daha çok yakın doğu ya da uzak doğu şeklinde kavramsallaştırılmıştı. 

1902 yılında Alfred Thayer Mahan’ın “The Persian Gulf and International Relations” adlı makalesinde ilk defa Ortadoğu’yu bir kavram olarak 
kullanıldığını görüyoruz. Ortadoğu bölgesini tanımlayan söz konusu makalede, bugünkü Ortadoğu’da yer alan devletlerin yer almadığını görmekteyiz. Buradan da Ortadoğu sınarlarının nerden başlayıp nerede bittiğinin sorulması gerekmektedir. Çünkü bu daha önce de bahsedilen Klasik Jeopolitik ile Eleştirel Jeopolitik arasındaki ayrımdan ortaya çıkabilecek bir tartışma ile anlaşılabilir. Çünkü Jeopolitik dediğimiz kavram devlet merkezli, güvenlik ve çıkar öncelikli niteliklerini ön plana alan bir yaklaşım olduğu için devletin hegemonik yaklaşımları nasılsa coğrafyanın (ör: Ortadoğu bölgesinin) da bu şekilde inşa edildiğini görüyoruz. 


Dolayısıyla (dönemin) İngilizlerin dünya üzerindeki hegemon konumları düşünüldüğünde Ortadoğu kavramının neden Irak’tan başlayarak Hindistan ve Singapur’a kadar giden bir coğrafi bölgeyi tanımladığının cevabı verilebilir. Ortadoğu’nun bir diğer tanımlaması yine Mahan’ın makalesinden sonra Valentine Chirol’un (Times Gazetesi) yazdığı The Middle Eastern Question adlı yazı serileri ile ortaya çıkıyor ve uluslararası literatüre yerleştiğini görmekteyiz. Burada da Ortadoğu’nun Hindistan merkezli olduğu ve sadece Irak, İran, Yemen gibi ülkelerin haritaya dâhil edilerek Doğuya doğru genişlediği görülür. Ortadoğu biraz daha bugünkü halini alması 1920’li yıllarda görülmektedir. 1920’de 
Kraliyet Coğrafya Topluluğu’nu çizmiş olduğu bir haritada bugünkü Ortadoğu’ya daha yakın bir harita ortaya çıktığı gibi bölgedeki önemli bazı ülkeler yine de haritanın dışında bırakılıyor. Ortadoğu Komutanlığı (ABD) 1942 yılında yayınlamış olduğu haritada ise Türkiye ve Suudi Arabistan’ın dâhil edilmediği, İran, Irak, Suriye, Mısır, Libya, Sudan, Etiyopya gibi ülkelerin yer aldığı genişlemiş bir bölgeden bahsedilir. 1944 yılında ise (2. Dünya Savaşı sonları) ABD merkezli Ortadoğu ile ilgili departmanların yayınlamış oldukları haritalarda İran, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerin olduğu görülmektedir. Türkiye’nin dâhil olduğu haritalarda ise daha çok Yakın doğu tabirleri kullanılmıştır. Soğuk Savaş 
dönemine ise önemli bir küresel değişimin başlangıcı olarak görülmesinin yanında İngiliz merkezli hegemonik dünya sisteminde Amerikan merkezli hegemonik sisteme geçiş yapılmıştır. Bu nedenden dolayı Ortadoğu’nun artık Avrupa Merkezli olmaktan çıktığı ve Amerika merkezli bir tanımlamaya yöneldiğini görmekteyiz. Bu yönelim Ortadoğu’daki bazı stratejik ilişkilerin de Amerikan merkezli gelişmesine karşılık gelmektedir. Dolayısıyla Soğuk Savaş döneminde Amerika ile Sovyetler birliği arasındaki Jeopolitik rekabetin bir yansıması olarak Ortadoğu haritalarının da bu doğrultuda şekillendiğini söyleyebiliriz. Bu da şu anlama gelir ki Ortadoğu’daki Amerika yanlısı ve karşıtı devletlerin göz önünde bulundurulduğu ve oluşturulan haritalarda bu unsurların etkili olduğu görülebilir. Soğuk Savaş ile birlikte Ortadoğu kavramının yerleşik 
ve popüler bir hal aldığını söyleyebiliriz. Bundan sonra Yakın doğu kavramı, Asya’nın batısını veya Ortadoğu’nun daha doğusunu tanımlamak için benimsendi. Tabii ki bu dönemde önemli olan Arap Ortadoğu’nun bölge tanımlamalarında yerleşmeye başlamasıdır. 

Elbette ki hem Batı merkezli haritaların hem de Ortadoğu ülkelerinin birbirleri ile olan ilişkileri açısından haritalarda bazı farklılıklar vardır. Bu bakış aynı zamanda disiplinlerarası (ör: Coğrafya) farklılıkları da ortaya çıkarmıştır. Diğer yandan Arap Ortadoğu’su da benimsenmeye başlaması ile Ortadoğu içerisinde Arap Doğusu olarak tarif edilen ülkeler Mısır, İsrail, Suriye, Ürdün, Lübnan gibi ülkelerdir. Uçlarda ise Türkiye, Kıbrıs, Kuzey Yemen, Güney Yemen, Sudan gibi ülkeler yer alırken, Körfez bölgesinde ya da Merkezde yer alan ülkeler arasında İran, Irak, Suudi Arabistan ve Kuveyt bulunmaktadır. Arap Batısı olarak tarif edilen ülkeler de bugün Kuzey Afrika diye tabir ettiğimiz ülkeler yer almaktadır. Bu dönemde şüphesiz ki söz konusu dağılım küresel sistemdeki Jeopolitik mücadelenin bir yansımasıdır. Bir yandan Amerikan merkezli siyasetin 
oluşturulması ve sürdürülmesi yer alırken, diğer taraftan da bu sürece cevap üretmeye çalışan Ortadoğu’daki farklı ülkeler ve özellikle Soğuk 
Savaş döneminde tahkim edilen bir Arap Siyasetçiliğinden bahsedilebilir. 

Bu gelişim çerçevesinde Ortadoğu’ya ilişkin 4 farklı kavramsallaştırma 
ortaya çıkmaktadır. 

-Birincisi Amerika merkezli bir Ortadoğu’dur ki bu dönemde hakim olan bir paradigma olduğunu görürüz. 

-Arap Ortadoğu’su 

-Müslüman Ortadoğu’su 

-1980’lerden itibaren Avrupa güvenliği konulu politikaların ortaya çıkması ile Kuzey Afrika ülkelerinin merkezde olduğu bir (Akdeniz) Ortadoğu kavramları ortaya çıkmıştır. 

Burada tabii ki iki kutuplu bir dünya sisteminde Batı’nın Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikaları dâhilinde bir Ortadoğu tanımlaması ortaya çıkmaktadır. Daha doğrusu söz konusu bölgenin güvenlik parametreleri tarafından da tanımlanmasını gerekli kılıyor. Bu daha çok örneğin Dost ve Düşman ülkelerin tanımlandığı bir bölge olarak görülmelidir. Diğer yandan Arap Merkezli bir Ortadoğu tanımlaması da yer almaktadır. 

Burada iki temel unsur bulunmaktadır; Birincisi Pan Arabizm olarak ifade edebileceğimiz, Arap Milliyetçiliği ekseninde gelişen bir Ortadoğu anlayışı ve Arapların vatanı olarak kavramsallaştırılan bir Ortadoğu’yu görmekteyiz. Görebildiğimiz üzere bu anlayışta Arap olmayanlar, Ortadoğu’dan 
dışarıda bırakılmıştır. Aslında bu anlayış Batı merkezli bir Ortadoğu anlayışını kabul etmeyen ve milliyetçilik üzerinden Ortadoğu’da Araplara bir anavatan oluşturmaya çalışan bir harekettir. Bir diğer unsur ise tabii ki güvenlik meselesidir. Ancak burada Müslümanlıktan çok Arap olan ülkeleri korumaya yönelik ve Arap-Arap olmayan şeklinde bir ayrım yaparak güvenlik açısından ele alınan bir Arap Ortadoğu’su karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma 2005 yılı Mısır resmi kitaplarında, Mısır’ın Arap ülkelerinin ana vatanı olarak tasvir edilişi ve Ortadoğu’ya Arap olmayan ülkelerin dâhil edilmemesi güncel örneklerden biridir. Burada homojen bir yapı ortaya koyularak küresel sistemde Arap kimliğinin 
tanımlanması amaçlanmaktadır ancak farklı millet, dini ve kültürel unsurları da görmezden gelmesi Pan Arabizmin devamı niteliğinde bir harita olarak anlaşılması gerekir. Burada Arap olma ve Arap kimliğinin küresel sistemde tanımlanması açısından iki temel unsur karşımıza çıkmaktadır. Birincisi toplumsal bir anlayıştır ve Ortadoğu haritasını tarihi bir perspektiften ve Arap kimliği üzerinden ele almaktadır. İkincisi ise bu Arap kimliği üzerine inşa edilmiş Arap Devletler Topluluğunu ifade eden bir Arap Ortadoğu’su kavramı bulunmaktadır. Burada tabii ki Türkiye, İran ve İsrail Arap kimliğini pratik olarak tehdit eden ülkeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Soğuk Savaş dökenimdeki Mısır eksenli Ortadoğu siyasetine bakıldığı zaman da bu tam manası ile karşılık bulan bir yaklaşımdır. 

Burada başta da söylediğimiz gibi Jeopolitik temsil ile - Coğrafik temsil/ Mekân inşası/Güvenlik Politikası - Jeopolitik Pratikler arasında doğrudan ilişki olduğunu 
söyleyebiliriz. 

Müslüman Ortadoğu kavramsallaştırması ise daha makro bir yaklaşımdır. Burada kimliğin referansı etnisite olmaktan çıkarak, adeta din olduğunu görmekteyiz. 
Ümmet kavramı/İslam Dünyası da Ortadoğu Arap coğrafyasını ve hatta daha geniş coğrafyaları tanımlamak için kullanıldığı görülmektedir. 

İran ve hatta Malezya’nın da dâhil olduğu bir İslam Dünyasını bir bütün görmekle birlikte, haritada yine sadece Arap ülkelerinin bulunduğu bir Ortadoğu tasvir edilmiştir. 

Burada iki temel tehdit karşımıza çıkar ki bunlardan; 

Birincisi Bölge dışı İslami olmayan unsurlar 
İkincisi ise Bölge için İslami olmayan unsurlardır. 

Bölge dışı İslami olmayan unsurlarda Batı’dan ve özellikle ABD’den bahsedilirken, Bölge içi İslami olmayan unsurlarda ise İsrail’in Arap 
halklarına karşı oluşturduğu tehditten bahsedilmektedir. 

Yukarıda bahsedilen hem Arap Ortadoğu hem de Müslüman Ortadoğu tanımlamaları daha çok içeriden yapılan tanımlamalardır. Diğer yandan 
Akdeniz Ortadoğu’su daha çok Avrupalıların, Avrupa Birliği projesinin 
ortaya çıkardığı bir kavramsallaştırmadır. Çünkü 1970’ler sonrasına bakıldığında Avrupa için güvenlik kavramının ve buna ilişkin siyasetin dönüşmeye başladığı bir döneme karşılık geliyor. Örneğin Avrupa’ya yakın olan Kuzey Afrika ülkelerinden gelen göçler gibi tehditler Avrupa’yı kendisine yakın olan coğrafyaya karşı önlem alan ve politikalarına da yansıtan bir yaklaşım sergilediğini görüyoruz. Yine burada 1970’lerin sonlarına doğru enerji güvenliğinin daha fazla ön plana çıkması, güvenliğin devlet merkezli olmaktan çıkarak, toplum merkezli ve topluma yönelik bir tehdit oluşturan bir alana dönüşmesi ile birlikte söz konusu bölge tanımlamasının (Akdeniz Ortadoğu) daha yoğun bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Avrupa güvenlik açısından bölgesel istikrar/ ve Arap-İsrail çatışması son derece öneme sahip olmuştur. Özellikle 
Arap-İsrail Savaşı’nda Avrupa’nın arabulucu bir rol oynaması, Avrupalılar için Akdeniz Ortadoğu kavramsallaştırmasını yerleşik bir hal almasına 
sebep olmaktadır. Ancak diğer yandan Avrupa’nın ortaya koymuş olduğu bu kavramsallaştırma Ortadoğu’da çok da kabul edildiğini söylemek 
mümkün değildir. 

Diğer yandan küresel dönüşüm ile bölgesel dönüşüm arasında bir paralellik bulunmaktadır. Küresel sistem değiştikçe, sistemin alt bölgeleri de kendilerini yeniden tanımlama ihtiyacı buluyorlar. Bu bazen coğrafi bir tanımlama olabiliyor. Tıpkı Ortadoğu’nun Osmanlı’nın yıkılmasından sonra kendini tanımlama ihtiyacı hissetmesi gibi. Ya da 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Avrupa ve Soğuk Savaş ile birlikte Orta Asya gibi bölge tanımlamalarının ortaya çıkması verilebilecek diğer örnelerdir. Bu gibi tanımlamalara yukarıda bahsettiğimiz gibi Ortadoğu’nun neresi olduğuna dair doğan tartışmalar ile birlikte ele alınmaktadır. Ne var ki Ortadoğu ile ilgili bu tartışmalar 11 Eylül saldırılarından sonra yeni bir safhaya girmiştir. 11 Eylül saldırıları sonrasında Ortadoğu’da yeni bir coğrafi tanımlama ile karşı karşıya kalınmıştır. Bu dönemlerdeki 
tanımlamalar arasında Büyük Ortadoğu, Genişletilmiş Ortadoğu ve İslami Ortadoğu şeklinde kavramlar ortaya çıkmıştır. Bu tanımlamalar Ortadoğu’nun içinden değil daha çok dışarıdan yapılmış tanımlamalardır. 11 Eylül saldırıları ile birlikte Teröre karşı Küresel Savaş ilan edilmesi ve bu savaşın verildiği bölgedeki ülkelerin Ortadoğu kavramı ile birlikte anılmaya başlanmıştır. Bu da yeni bir Ortadoğu algısına neden olmaktadır. Bu çerçevede 20.yy.’dan başlayarak Ortadoğu’nun kavramsallaştırılması 11 Eylül sonrası Ortadoğu kavramı ile önemli değişiklikler içermektedir. Saldırılar sonrasında Büyük Ortadoğu imajı bazen geri kalmışlığın, terörün, demokratik olmayan sistemlerin ortaya çıkardığı bir 
ülkeler topluluğu olarak tarif edilirken, bazen de Amerikan siyasetinin bir parçası olarak demokratikleşmenin bir temsili olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Bu gelişmeler -özellikle 11 Eylül saldırıları- sonrasında Ortadoğu, haritalara istisnai bir bölge olarak yansımıştır. Bu ne anlama gelmektedir? Bu son dönemde gerçekleşen Arap Baharı ile son derece yakından ilişkilidir. İstisnai bir bölge olarak tanımlanan Ortadoğu’da artık meydana gelen her türlü olay, her türlü gelişme o coğrafi bölgenin içerisinde ancak tartışılabilir ve anlamlı hale gelebilir. Ve buna göre de çözüme yönelik oradan bir siyaset üretilebilir. Bu da demokrasiyi ancak Ortadoğu tarihselliği bağlamında değerlendirilmesi demektir. Örnek vermek gerekirse; Batı’nın Ukrayna ve Ortadoğu’da (Suriye İç Savaşı ve Mısır Darbesi) ki yaşanan olaylara verdiği tepkilere bakmak gerekir. 
Batı, Ukrayna’daki krize demokrasinin kurtarılması gereken bir unsur olarak bakmıştı fakat Ortadoğu’da demokrasi açısından yaşanabilecek 
her şeyin zaten normal olduğu ve bu istisnai duruma göre tepki verilmesine sebep olmuştur. Dolayısı ile 11 Eylül sonrası Terör kavramsallaştırması 
Ortadoğu’ya olan bakışı değiştirmekle birlikte bir yandan Büyük Ortadoğu’dan bahsedilirken, diğer yandan Büyük Ortadoğu Projesi de bir demokratikleşme 
süreci olarak Batı tarafından ortaya atılmıştır. Dolayısı ile burada Jeopolitik çıkar ile haritanın çizimi ve bölgenin tanımlanması arasında oldukça ciddi farklar vardır. Arap Baharı sonrasında Ortadoğu’nun yeni bir tanımlama sürecine girdiği ve bu sürecin devam ettiğini söylemek mümkündür. 

Bu bağlamda çizilen yeni haritalarda Ortadoğu ülkelerinin daha da bölüneceğine yönelik yaklaşımlar bulunmaktadır. 

Bu bölünecek ülkeler arasında başta Irak ve Suriye olmak üzere Suudi Arabistan da dâhil edilmiştir. Bu yaklaşımlar eskiye nazaran Ortadoğu anlayışında ciddi bir 
kopukluk olduğunu göstermektedir. Ulus-devlet üzerine oluşturulmuş bir Ortadoğu coğrafi bölge tanımlamasından daha çok dinsel ve mezhepsel temelli bir Ortadoğu tanımlamasına doğru bir geçiş yaşanmaktadır. 
Bu da Arap Baharının ortaya çıkardığı en temel sonuçlardan biridir. Örnek olarak eskiden beri Şii ve Sünni çatışmasından söz etmemiz her zaman için mümkündü ancak bu çatışmanın sınırları değiştirme ihtimali bugün yaşadığımız bir dönemdir. Bu gelişmeler Ortadoğu’ya yönelik algıyı değiştirdiği gibi haritaların da değişmesine ve aynı zamanda dış politikaların da şekillenmesine yol açmaktadır. 

Sonuç olarak biz mutlaka gerek Uluslararası politikaya gerekse bölgesel siyasetteki bu dönüşümü anlamak için böylesi bir mekânsal/coğrafik 
bir analizin peşine düşmemiz gerekmektedir. Bu çerçevede bölgedeki sorunlara cevap üretmede etkili olabiliriz. Dolayısıyla uluslararası ilişkiler 
meselesinin, toplumsal meselelerin mekânsal bir perspektif ile ele alınmaları gerekmektedir. 


**